Hazırlayan:
Erdoğan Uludağ
A. Salâmân u Absâl Hikâyesi’nin Menşei
Konusu aşk olan
Salâmân u Absâl hikâyesinin aslı Yunan kaynaklıdır. Haricî ilimlerin İslâm
dünyasına intikali sırasında yani Emeviler devrinin ilk yıllarından başlayıp
Abbasiler iktidarının ortalarına kadar devam eden yabancı kitapların,
özellikle Yunanca kitapların Arapça ve Süryaniceye çevrildiği devirde Hunayn b. ishâk tarafından Yunancadan Arapçaya tercüme
edilmiştir. Eserin Hunayn b. ishâk tarafından Arapçaya tercüme edildiğini Nasireddin
Tûsî, el-îşârât ve’t-tenbihât
adlı eserinde; “Hunayn b. ishâk onu Yunancadan Arapçaya nakletti” diyerek doğrulamaktadır. Tûsî, daha
sonra şöyle devam eder: “Bu kıssa İbn Sina'nın sözünün taba uygun olmayan
bir tarzda ona nisbet edilmesi için, düşünürlerin avam tabakasından birinin
icad ettiği bir kıssadır.” Daha sonra da; “Bu hikâye, İbn Sinâ'nın
zikrettiğine uygun değildir ve bu, onu vaz‘ edenin Şeyhin (İbn Sinâ) ondan
maksadının ne olduğunu anlamak hususundaki idrâk eksikliğine delâlet eder”
şeklinde bir yorum yapar.
Şârihin bu şekilde bir yorum yapması oldukça gariptir. Zirâ, yukarda
nakledilen bu iki ifadede, Hunayn b. ishâk’a nisbet edilen tercümenin İbn
Sinadan sonra kaleme alındığına ve Salâmân u Absâl hikâyesinin ilk olarak onun
yani İbn Sinâ tarafından yazıldığına işaret vardır. Ancak İbn Sinâ'nın bu hikâyeden söz ettiği ve
onu özetlediği biliniyorsa da
bağımsız bir eser olarak yeniden yazdığı kuşkuludur.
Bu tercümenin Yunanca
aslı henüz bulunamamıştır. Adı geçen tercümeye ait bir nüshanın Britanya
Müzesi, kitaplığının yazma eserler kısmında 14540 a. 44de kayıtlı olduğunu
Dr. Safâ’nın zikretmekte olduğunu belirten Nazif Şahinoğlu; mütercimin küçük
boy 11 sayfadan ibaret olan bu tercümesinin Kıssa-ıSalâmân ve Absâl,
Tercümat Hunayn b. İshâk el- 'ibâdî min el-lugat el-Yunânî adıyla 1908
yılında Kahirede neş- redildiğini, Tisa rasâ’il İbn Sinâ ve Kıssa-ı Salâmân
ve Absâl isimli esere dayanarak söyler. Mezkûr tercümenin bir diğer nüshası da Köprülü
Kütüphanesindeki 868 sayılı mecmua içinde yer almaktadır.
Bu tercümede yer alan
Salâmân, Absâl, Zühre’nin dışında kalan kahraman vs. bütün özel
isimlerin (Hermanus, İklikolas, Hernus, Kalmikolas, Sarikon gibi)
Yunanca birer isim olması ve hikâyenin eski Yunan mitolojisine ait bazı
unsurları ihtiva etmesi de Salâmân u Absâl hikâyesinin Yunan menşeli olduğuna
işaret etmektedir. Meselâ; Salâmân ve Absâl intihar etmek için kendilerini suya
attıkları vakit Kral Hermanus’un boğulmak üzere olan oğlu Salâmân’ın boğulmaması
için suyun ruhâniyetine emretmesiyle Yunan mitolojisindeki deniz tanrısı Okeanos
a imâda bulunulmaktadır. Zira Okeanos deniz tanrılarının en
eskilerindendir ve sular üzerinde mutlak hâkimiyet sahibidir. Ayrıca “Salâmân” ve “Absâl” kelimelerinin
“Sulâymân” ve “Abşâlûm’dan bozma Süryanice birer isim
olduklarını, garp dünyasında şekil ve cinsiyet değiştirerek hikâyeye
sokulduklarını tasavvur etmek mümkün olduğu gibi, onların aslında Yunanca
birer isim olduklarını ve Arapçalaştırmak için farklı yazıp değişik okumak
suretiyle bu şekli aldıklarını da düşünmek mümkündür. Fakat durum ne olursa
olsun neticede hikâyenin aslı, bütünüyle Arapların icâdı olmadığı gibi, Arap
topraklarında da doğmuş değildir. Bu kelimelere Arapça sözlüklerde bu manâda
yer verilmez. Hele elifin üstünü ile “Absâl” şeklinde bir kelimeye hiç
rasdanmaz.
Nasireddin Tûsıye
göre; “Salâmân” erkek isimlerinden biri olduğu gibi aynı zamanda bir
çeşit ağaç ismi ve bir yer ismidir. Şahinoğlu, yer ismi konusunda biraz daha
teferruatlı bilgi vererek; Azd ve Kuzâa’da bir vadi (Batn) ve Şaybân
oğullarına ait bir su adı anlamı da ifade eder” diyor. “Absâl”, yasak etme, haram kılma,
şiddet, helâl, habs etmek manâlarına gelen “basl” kökünden türetilmiş
olan “ibsâl’dir ve mahrum bırakma, tehlikeye sürükleme ve atma gibi
manâlara gelir. Elifin üstünü ile “Absâl” şeklinde bir kelimeye
lügatlerde rastlanmaz.
Nûreddîn Abdurrahmân
Câmî, Salâmân u Absâl isimli eserinde Salâmân kelimesinin selâmet
kökünden geldiği fikrindedir:
(Onu her ayıptan temiz
ve arınmış buldukları için adını selâmet kelimesinden türettiler.)
(Boyu bosu her çeşit afetten sâlim olduğundan
gökten ona Salâmân adı indi.)
“Salâmân” kelimesinin
“selâmet” kökünden gelmesi gerektiği fikrine sahip olması ve kelimeyi bu
anlamda terennüm etmesi Câmî’nin şahsî bir özlemi olmalıdır. Zirâ böyle bir türetme
tarzının Arapça gramer kaidelerine uygun düştüğünü iddia etmek oldukça güçtür.
1. Batı
Edebiyatında Salâmân u Absâl
Salâmân u Absâl
hikâyesinin Yunan kaynaklı olduğunu ve bu hikâyeyi Huneyn bin İshâk’ınYunancadan
Arapçaya tercüme ettiğini yukarıda zikretmiştik. Bu bilgiyi İbn Sinâ'nın “al-lşârât
ve’t-Tenbihât” ya da “at-Tenbihât ve’l-lşârât” adlı eserini şerh
eden Nasireddin Tûsîden öğreniyoruz. Aynı bilgiyi veren diğer kaynakların hepsinin
dayanağı Tûsınin eseridir. Ancak Yunanca aslı bulunamayan bu hikâyeyi Arapça
tercümesinden öğrenebiliyoruz. Muhtevâsından da anlaşılacağı gibi bu
tercümenin aslı eski Yunanda meşhûr filozof “Eflâtundan önce vukû bulmuş olan
veya o tarihlerde, belki de daha evvelki zamanlarda ortaya çıktığı tasavvur
edilen remzî bir aşk olayını konu olarak ele alır. Köprülü Kütüphanesindeki 868 sayılı
mecmua içinde bulunan bu tercümenin Türkçesi şöyledir:
Tufandan önceki
tarihlerde Hırakl Oğlu Hermanus el-Sofestikî adında bir kral vardı. Mısır,
Yunan toprakları ve deniz kıyılarına kadar bütün Rûm ülkesi bunun elinde idi.
Mısır’daki Ehrm denilen büyük yapıları ve yüz binlerce yılın eskitemediği ve
eskitemeyeceği tılsımları, büyüleri yapan da bu kraldı. Kendisi pek çok bilimi
öğrenmiş, gökteki yıldızların yeryüzün- deki nesneler üzerindeki etkilerini
bilen, nesnelerin güçlerinden ve tılsımlarından haberdar olan bir insandı.
Arkadaşlarından Iklikolas el-ilahî adındaki bir kişi, bu kraldan bütün gizli bilimleri
öğrenmişti. Iklikolas, Sarikon denilen mağarada tam bir devir çilede kalmıştı.
Sürekli oruç tutar, yalnız kırk günde bir, bir kez otlarla oruç bozardı. Bunun
yaşı üç devreye ulaşmıştı. Hermanus, Iklikolas aracılığıyla tüm yeryüzünü kendisine
bağlamıştı.
Hermanus’un dünyada
tek bir derdi vardı. O da çocuğu olmamasıydı. Bundan dolayı Iklikolasa yakınır
dururdu. Bu kralın çocuğunun olmama nedeni, kendisinin kadınlara ilgi duymaması,
onlarla birlikte bulunmaktan hoşlanmaması idi. Bu kral üç devir kadar yaşamış
olmakla birlikte aklının çokluğundan ve hayatının değerini bilmediğinden
hiçbir kadınla ilişki kurmamıştı. Ama kendisinin ülkesine ve bilgisine varis
olacak bir çocuğa ihtiyacı vardı. Bunun için, yıldızların en uygun bir konumda
bulundukları bir zamanda, yeryüzünde yapılacak bir tılsım üzerine güzel bir
kadınla cinsel ilişkide bulunması ve bu yolla bir erkek çocuğa sahip olması
gerekti. Kral, bunu bilmesine karşın, kadınları değersiz görmesi ve içyüzlerinin
bozukluğu nedeniyle, hiçbir kadınla ilişkide bulunmaya dayanamıyordu. Filozof
Iklikolas, buna çözüm olmak üzere şöyle bir tedbir aldı:
Yıldızlara bakılarak
uygun bir konum gözetilecek ve kralın si- permleri Yebruh el-Sanem içine
konulacak, bu Yebruh el-Sanem, çocuk olması için, en uygun bir çevre içinde bu
filozofun çabası ve düşünce gücüyle denetlenecek, yetiştirilecekti.
Bu uygulama sonunda
tam ve olgun bir insan yavrusu doğdu. Şimdi bunu emzirecek bir kadına ihtiyaç
vardı. On sekiz yaşlarında güzel bir kız, çocuğun sütanası oldu. Çocuğa “Salâmân”
adı konulmuştu. Bu genç ve güzel kızın adı daAbsâl’dı. Bu kız, çocuğu
emziriyor; çocuk günden güne büyüyordu.
Kral Hermanus nefret
ettiği kadınlarla ilişki kurmadan böyle bir çocuğa sahip olmaktan son derece
memnun oldu. Iklikolasa bir ödül vermek istedi. Iklikolas, ateşin yakamaya-
cağı, suyun yıkamayacağı bir yapı kurması konusunda kendisine yardım etmesini
istedi. Çünkü Iklikolas, Tufan olacağını biliyordu. Bilimsel yasaları saklamak
için böyle yanmaz ve yıkılmaz bir yapıya gereksinimi vardı. Bu yapının içindeki
şeylere yalnız filozofların ulaşabilmeleri için kapıyı gizli yapacak ve yedi
katlı olacak bu yapının her katının arası tam iki yüz kulaç yükseltilecekti.
Çünkü kendisi de Tufan sırasında bu yapıya sığınacaktı.
Kral, biri
Iklikolasa, biri de kendisine olmak üzere böyle iki yapının yapılmasını rica
etti. Kral, kendisi için yapılacak yapıya hâzinelerini ve bilimlerin
yasalarını koyacak, ölümünde de bu yapı kendisine mezar olacaktı. Filozof
“Ehram’ların yerlerini ölçtü, altlarına günlerce yol almayı gerektirecek uzun
labirentler açtırdı. Gerekli araçlar hazırlandı ve her gün yedi bin işçi
çalıştırılarak yapılar tamamlandı.
Emzirilme zamanı
geçtikten sonra kral, Salâmân’ı sütanasın- dan ayırmak istedi. Ama çocuğu
alıştığı sütanasından ayıramadılar. Ayırmak istedikleri zaman ağlıyor
haykırıyordu. Kral, ergenlik çağına kadar çocuğun kızla birlikte kalmasına
izin verdi. Çocuk ergenlik çağma gelince, kıza olan sevgisi arttı. Kızı
seviyor bütün zamanlarını sevgilisi ile geçiriyor, kralın hizmetinde
bulunamıyordu. Bir gün kral oğluna şöyle bir konuşma yaptı:
“Sevgili oğlum! Benim
dünyada senden başka oğlum yoktur. Biricik oğlum sensin. Şunu bilmelisin ki,
kadınlar insanı avlar, kötülük çukuruna düşürürler. Onlarla düşüp kalkanlar
esenlik bulamazlar. Bunlardan birine gönlünü kaptırırsan, aklın çalışmaz,
gözlerin görmez olur. Böyle bir harekette bulunmak, bence, akılsızlıktan başka
bir şey değildir.
Oğulcağızım! Yol
ikidir: Biri aşağıdan yukarıya çıkmak, diğeri de yukarıdan aşağıya düşmektir.
Sana bu hususta bir misâl vereyim:
Kapımızda
bulunanlardan birisi adaletle, hakla hareket etmezse, yanımızda bir mevkiye
sahip olabiliyor mu? Ama adaletle, hakla hareket ederse, her gün bize biraz
daha yaklaşmış olmaz mı? İnsan da böyledir. İnsan adaletle hareket ederek
bütün ışıklara baskın olan ışıklar evrenine yaklaşmak için, yardımcıları olan
bedensel güçlerini akıl yolunda yürütürse, bir süre sonra, o evrene ulaşma
konusunda bir yol almış olur. Bu ilk yolu almış olmanın belirtisi, herhangi bir
kimsenin gözünde, aşağı evrendeki işleri eleştirecek ölçüde ışık ortaya
çıkmasıdır.
Bundan sonra, yolun
ortasına gelmiş ya da orta yola ulaşmış olan kimse aşağı evrene durmadan gelen
ışıkları görebilecek dereceye yükselmiş olur. En son ve en yüksek basamağa
yükselmiş olan kimse, varlıkların gerçekliklerini görmüş, öğrenmiş, bunların
gerçekliklerine ermiş, adalet ve hak doğrultusunda bunlar üzerinde tasarruf
yapma hakkını kazanmış olur. Sana şunu söylerim ki: Eğer sen, senin her
sevdiğini kabul eden ve her istediğini yapan bir kadına sahip olmak istiyorsan,
buna imkân yoktur. Eğer imân yoluna girmek ve güvenlik içinde bulunmak
istiyorsan, bu Absâl /adresinden kendini kurtar, koru... Senin ona ihtiyacın
yoktur. Onunla düşüp kalkmaktan sana yarar gelmez. Sen, bu evrenin giysilerinden
soyun; ben sana yüce evrenden bir kız alayım. O, seni sonsuz birlikteliğine
ulaştırır; aynı zamanda, Tanrı da senden hoşnut olur..”
Salâmân, Absâl’ı
şiddetle sevdiğinden, babası kralın bu öğütleri kulağına girmedi. Evine
döndüğü zaman kralın dediklerini Absâl’a anlattı ve Absâl’ın ne düşündüğünü
anlamak istedi. Absâl, Salâmâna şunları söyledi:
“Onun sözlerine kulak
asma. O, bir düşten oluşan kimi asılsız vaatlerle senin zevklerini engellemek
istiyor. Ben senin istediğin her şeye sahibim. Senin hoşuna gidecek her şey
bende var. Bütün arzuların ve istediklerin bende mevcuttur. Eğer sende akıl ve
tedbir gücü varsa, bu dediklerimi krala açıktan açığa söylemeli, bizim
birbirimizden ayrılamayacağımızı bildirmelisin..’.’
Absâl’ın bu sözlerini
duyan genç Salâmân, bunları babasının veziri olan “Elernus’a söyledi. Bu sözler
kendisine bildirilen kral, bundan büyük bir üzüntü duydu ve oğlunu huzuruna
çağırıp şu şekilde ikinci bir öğütte bulundu:
“Sevgili oğlum! Bir
filozofun dediği gibi yalana inan olmaz ve açgözlü insan krallığa ulaşamaz’.
Kadınlara uyan kimseyi de yıkımdan kurtarmanın bir yolu yoktur. Sen henüz
gençsin... Çocuksun... Sana verdiğim öğütlerin yararları senin içindir.
Bunlarda beni ilgilendiren bir şey yoktur.
Ben tam üç devre yakın
yaş yaşadım ve yeryüzünün her tarafına sahip oldum. Yıldızların çoğunun
konumlarını gözledim, bunların etkilerini ve sonuçlarını gördüm. Eğer benim kadınlara
eğilimim olsaydı, onlarla uğraşmak benim elimdeydi. Ama onlarla uğraşmak insanı
iyiliklerden alıkoyacağı için, o yana hiç yanaşmadım. Eğer sen, kendini
kadınlardan bütünüyle çekemeyeceksen, hiç değilse, filozoflardan yararlanmak
için bir zaman ayır..’.’
Çocuk bunu kabul
etmiş ve geceleri ders almaya başlamıştı. Ama bu zamanlardan artan zamanlarını,
Absâl ile birlikte, oyun ve eğlence ile geçiriyordu. Kral, oğlunu tümüyle
kurtarmak için, filozoflarla Absâl’ın öldürülmesi konusunu görüştü. Veziri
Elernus, bu konuda şunu söyledi.
“Ey hükümdar! İnsanın
yapamayacağı bir şeyi yıkmaya kalkışması yakışıksız bir davranıştır. Çok iyi
bilirsiniz ki, gökten inen oklara hiçbir şey siper olamaz. Mazlûmun hakkı
zâlimden, mahkûmun hakkı hâkimden alınır. Şimdiye kadar, bütün ömründe
yapmamış olduğun böyle bir işi yapacak olursan, saltanatının yıkılmasından, aynı
zamanda melekler arasına girme imkânını kaçırmandan korkarım... Absâl’ı öldürme
yoluna gitmeyip Salâmân’a öğüt vermeli ve ona Absâl’ı kendiliğinden
bıraktırmaksın!’
Bu tartışmayı ve
Elermanus’un dediklerini Salâmâna yetiştirenler oldu. Salâmân, yine Absâl’dan
ne diyeceğini ve kralın elinden nasıl kurtulacaklarını sordu.
Mağrib denizinin
arkasına kaçarak orada oturma kararını verdiler ve firar ettiler. Kral
bunların kaçtıklarını öğrendi. Kralın üzeri tılsımlı, altından iki flütü
vardı. Bunların üzerindeki yedi delikten hangisini öttürürse, yedi iklimden
birinde olan biteni öğrenir, orada istediğini yapardı. O iklimde bulunanlar da
kralın kendilerini öğrendiğini anlarlardı. Kral, herhangi bir iklimde bulunan
kimselere bir ceza vermek isterse, flütteki deliklerden onlara ait olan deliğin
üzerine biraz kül koyar ve bunu üfleyerek istediği kimseleri yakardı.
Kral bu flütü eline
aldı. Flütü öttürüp Salâmân ve Absâl’ın bulundukları yeri gördü. Bunları, bu
gurbet bucağında, kötü bir sıkıntı ve acı içinde buldu. Durumlarına acıdı.
Gereken şeylerin verilmesini buyurdu ve ikisini de kendi durumlarına bıraktı.
Kral oğlunun kendiliğinden doğru ve gerçek yola dönmesini bekliyordu. Bir süre
bekledi. Çocukta bir uyanma göremeyince öfkelendi. Bildiği bilimler yardımıyla,
bunların ikisinin de cinsel duygularını iptal etti. Birbirlerini sevmelerine
ve birbirlerini istemelerine karşın birleşememeleri nedeniyle büyük bir acı
çekmeye başladılar.
Salâmân, bu durumun,
kralın kendilerine duyduğu büyük öfkenin bir sonucu olduğunu anladı. Kalkıp,
özür dilemek ve bağışlanmalarını istemek üzere kralın kapısına geldi.
Kral, çok sevdiği
oğlunun öne sürdüğü bağışlatın nedenleri kabul etti. Ama Absâl faciresini
istemiyordu. Çünkü gönlüne egemen olduğu sürece Salâmân’ın tahta geçmesi mümkün
olamazdı. Krallık, tam anlamıyla irade özgürlüğünü, düşünce bağımsızlığını
gerektirirdi. Absâl onun yakasını bırakmadığı için, onun ayağını eline geçirmiş
olduğu için, Salâmân’ın yakasını ve ayağını onun elinden kurtarıp tahta
oturması mümkün değildi. Bundan da şu çıkıyordu: Düşünce ayağına Absâl’a
duyduğu sevgi eli yapışmışken, Salâmân’ın gönül merdiveni ile gök katma çıkması
imkânsızdı.
Kral, Absâl’ın
Salâmânın ayağından yakalanmasını ve Salâmânın bundan kendini kurtarmaya
çalışmasını buyurdu. Bunlar tam bir gün bu durumda kaldılar. Salâmân kendini
Absâl’ın elinden kurtaramadı. Bu günün gecesinde, bu durumlarına son verdi.
Bunlar, el ele tutuşarak kendilerini denize attılar.
Kral, düşünce gücüyle
bunları izliyordu. Suyun manevi gücüne, Salâmân’ın korunmasını buyurdu.
Yanındaki adamlardan kimilerini de su tarafından korunan Salâmân’ın sâlimen
sudan çıkarılmasıyla görevlendirdi. Absâl ise suda boğuldu. Salâmân, Absâl’ın
boğulmuş olduğunu duyunca, üzüntüsünden ölüm derecesine geldi. Absâl’ı sonsuza
değin yitirmiş olmasından deliye döndü. Kral, biricik oğlunun kurtarılması konusunda
Kalmikolas adlı vezirinden yardım istedi. Bu vezir, genci kurtarmayı üzerine
aldı. Onayanına çağırdı. Absâl’a kavuşmak isteyip istemediğini sordu: Salâmân,
hayatta Absâl’la birleşmekten başka bir amacı olmadığını söyledi.
Kalmikolas, Salâmâna
amacına ulaşma yolunu şöyle anlattı: “Seninle Sarikon mağarasına gideceğiz. Sen
ve ben, orada kırk gün dua edeceğiz. Bu şekilde Absâl’a kavuşacaksın” Salâmân,
Kalmikolas ile Sarikon mağarasına gitti. Kalmikolas burada Salâmâna üç
tavsiyede bulundu:
1-
“Burada benden hiçbir durumunu saklamayacaksın. Her ne
görürsen, bana söyleyeceksin. Çünkü hastalık hekime iyi anlatılmazsa, tedavi
zorlaşır.
2-
Tamı tamına Absâl gibi giyineceksin. Aynı zamanda, ben ne
yaparsam, sen de onu yapacaksın. Yalnız ben, kırk günün tümünde hiç bozmadan
oruçlu bulunacağım; sen ise yedi günden yedi güne oruç bozacaksın.
3-
Bütün hayatının sonuna kadar Absâl’dan başka bir kimseyi
sevmeyeceksin; başka bir kimseye âşık olmayacaksın. Onun aşkından başına neler
geldiğini gördün..”
Salâmân bu
tavsiyeleri kabul etti. Kırkıncı gün oldu. Bu son günde bütün güzellerin ve
güzelliklerin üstünde bir güzellikle Zühre kendisini gösterdi. Salâmân Absâl’ı
unuttu. Çok büyük ve şiddetli bir sevgiyle Zühre’yi sevdi. Kalmikolas’a artık
Absâl’ı istemediğini, çektiklerini düşünerek ondan nefret ettiğini, yalnız
Zühre’yi sevdiğini ve bundan sonra yalnız Zühre’yi seveceğini söyledi.
Kalmikolas, Salâmâna
hayatının sonuna kadar Absâl’dan başka kimseyi sevmeyeceğine ilişkin söz vermiş
olduğunu hatırlattı; bu kadar sıkıntı çekerek dualarının kabul edileceği güne
ulaşmış, kendisinin Absâl’la birleşeceği gün gelmişken, böyle şart ve
tavsiyelere aykırı davranmamasını söyledi.
Salâmân, Kalmikolasa
yalvararak kendisini Zühre’ye kavuşturmasını istedi. Kalmikolas, genci
Zührehin ruhi gücüne boyun eğdirdi. Salâmân her istediği zaman Zühre ile
buluşuyor ve isteklerine kavuşuyordu. Bu durum bir zaman devam etti. Bir süre
sonra Zühre’ye olan sevgisi azaldı, yavaş yavaş gönlünde ona duyduğu şiddetli
tutku yok oldu. Aklı yerine geldi; kendisini bilgelik ve krallık mevkiinden
aşağı indiren, oyun ve eğlence çukurunda bırakan aşkın çekiminden kurtuldu; gözlerindeki
perde sıyrıldı.
Salâmân’ın babası
kral, veziri Kalmikolas’ı oğlunu ıslaha muvaffak olmasından dolayı tebrik etti
ve kendisine çok teşekkür etti. Salâmân tahtına oturmuş ve hikmet tahsil
eylemiş ve devlet sahibi olmuştu. Krallığı sırasında, pek çok görülmemiş, şaşırtıcı
olaya tanık oldu.
Salâmân başından
geçen bu hikâyeyi yedi altın levhaya yazdırdı. Yedi altın levhaya da yedi
yıldıza ait duaları yazdırdı ve babasının ehramındaki mezarının başına
koydurdu.
Eflâtun bilgisi,
bilgeliği yardımıyla bu ehramdaki bilim yasalarını öğrenmişti. Ama zamanın
kralları, kendisine bunları açma izni vermediler. O da bunları açmayı,
öğrencisi Aristo’ya öğütledi.
İskender, Aristo’dan
biraz bilgelik dersi almıştı. Mağribe doğru giderken, Aristo da kendisiyle yola
çıktı. Hep birlikte ehramın önüne geldiler. Aristo, hocası Eflatunun kendisine
öğrettiği yolla ehramın kapısını buldu; buradaki şeylerden yalnız altın
levhaları aldı. Böylece burada yazılı olan Salâmân ve Absâl hikâyesini gün
ışığına çıkardı. Ehramın kapısını yeniden kapattı. Bu altın levhaların sonunda
Salâmân’ın dilinden şu cümleler yazılıydı:
“Bilgiyi ve krallığı,
yetkin ve tam olan yücelerden iste... Eksikliler yalnız eksiklileri
verebilirler. “
Yunan kaynaklı bu
hikâyeyi Nasireddin Tûsî de Şerhul- İşârâfyı özetlemiştir. Bu hikâyeyi Le Baron Carra de Veaux da Avicenne
adlı eserinde Nasireddin Tûsıden nakletmiştir. Yalnız birkaç fark vardır: Çocuk
sahibi olmak isteyen fakat kadınlardan uzak duran kralın çocuk sahibi olması
için Filozof krala bir “adam otu” verir ve 9 ay sonra bu ottan bir çocuk meydana
gelir. Ancak Carra de
Veaux’un verdiği bu özet Tûsıninkine uymamaktadır. Zira Tûsıdeki özet Huneyn b.
İshâk’ın tercümesinin kısaltılmışıdır ve “adam otu” diye bir bahis
yoktur.
2. Doğu
Edebiyatında Salâmân u Absâl:
Kaynağı Yunan
kültürüne dayanan Salâmân u Absâl hikâyesinin bu rivâyetini yukarıda
zikretmiştik. Hikâyenin bu varyantını Huneyn b. İshâk’ın Yunancadan Arapçaya
tercüme etmesinden sonra hikâyenin doğu edebiyatında da muhtelif şekillerde
rivâyet edildiğini görmekteyiz.
Bu rivâyetlerden
bazılarını bir araya toplayıp ilim dünyasına armağan eden ilk kişinin
Nasireddin Tûsî olduğu bilinmektedir. Tûsî, İbn Sinâ'nın el-İşârât
vet-Tenbihât isimli eserini şerh ederken “Salâmân ve AbsâTla ilgili
cümleleri açıklamak ve bu cümlelerde adı geçen düşünürün halledilmesini
istediği remiz veya remizlerin neden ibaret bulunduğunu daha iyi anlamak ve
anlatmak için bizzat “İbn Sinâ” tarafından kaleme alındığına kanaat getirdiği
“Salâmân u Absâl” hikâyesini araştırmıştır.
İbn Sinâ el-lşârât
vet-Tenbihât isimli eserinin son kısmında yer alan “Makâmâtu 1-arifin”
bölümünde şunları söyler: “Salâmân u Absâl hikâyesinden sana
bahsedildiğinde ve duyduğun zaman bil ki Salâmân senin için bir örnektir. Absâl
da senin irfânda derecen için bir örnektir. Eğer irfân sahibiysen ve gücün
yeterse bu sırrı çözersin.”
İbn Sinâ'nın İşârât
isimli eserinde belirtilen sır (remz) üzerine işaret ettiği şeyler Fahreddîn-i
Cüzcanıyi hayretlere salmış ve hikâyenin şerhinden aciz bırakmıştır. Kitabın
sonunda bir sonuca varmak için şöyle der:
“Salâmân ve Absâl
aklî işlerden sayılmaz. Onun için bu sırrı aklî kuvvetlerle halletmek mümkün
değildir. Aynı zamanda meşhûr bir vâkıa da sayılmaz. Buna göre şeyhin (İbn
Sinâ) ne söylediği de ondan istinbat olunmaz. Belki bunlar iki lâfızdır ki Şeyh
onları yapmış ve bizden o problemi çözmemizi emretmiştir. Bir şahsın siyah ve
beyaz sözlerini gök ve yer olarak ifade etmesine ve ondan sonra bu meseleyi bir
başkasının çözmesini emretmesine benzer. Bu tür muamma ve gizli meselelerin
çözülmesigayba bağlıdır’.’
Fahreddîn-i Cüzcanî
daha sonra şöyle devam eder:
“Bizce Salâmân belki
Âdem aleyhisselâm olarak, Absâl da ‘Cennet’ olarak alınmıştır. Âdem’den
kastedilen; nefi-i nâtıka’, ve Cennet’ten maksat ise ona varma saadetidir.
Nitekim Âdem -aleyhisselâm- buğdayı yedikten sonra cennetten kovulur. Nefi-i
nâtıka da şehevânî ve hayvanlara ait sıfatlara yönelmekten dolayı akıl
derecelerinin düşmesine sebep oldu.”
Nasireddin Tûsî bu
konuda, Salâmân ve Absâl kelimelerinin manaları üzerinde durduktan sonra şöyle
der:
“Şüphesiz Şeyh’in
(İbn Sinâ) orada sözünü ettikleri anlaşılmaz tipler olmayıp ondan doğru kanaate
varmak da mümkündür. Salâmân u Absâl pek meşhur hikâyelerden biri de değildir.
Aksine o ikisi Şeyh’in bazı şeylerden dolayı söylediği iki sözdür. Burada Salâmân’la
Âdem aleyhisselâm’ın, Absâl’la da cennetin kastedildiğini biliyorum. Sanki O
(Şeyh) şöyle demek istemişti: Âdemden maksat nefi-i nâtıkadır, cennetten
maksat da senin mutluluk derecelerindir. Cennet meyvasını yemesinden dolayı
Âdem’in cennetten çıkarılışı ve şehvete yönelmesi vesilesiyle senin o
derecelerden aşağıya düşmendir.
Şeyhin sözü bu iki
ismin zikredildiği hikâyenin varlığına, hikâyenin anlatılış tarzının isteyenin
isteğine ancak kademe kademe ulaşabileceği hususunu kapsadığına işaret etmektedir.
Bu kavuşma belli bir kemâle eriştikten sonra olur. Bu durumda Salâmân’ı tâlib
olana, Absâl’ı da matlûba tatbik etmek mümkündür. Salâmân ile Absâl arasında
geçen hadiseyi de Şeyh’in emrettiği remze uyarlamak mümkündür. Bu hikâye Arap
hikâyelerinden birisi de olabilir. Bu iki lâfız Arap darb-ı meselleri ve
hikâyelerinde geçmektedir.”
Tûsî Şerhul-İşârâfta.
bu açıklamaları yaptıktan sonra elde ettiği rivâyetleri tarih sırasına göre
anlatmıştır. Salâmân
u Absâl ile ilgili Nasireddin Tûsînin zikrettiği rivâyetleri ve diğerlerini
şimdi sırasıyla özetleyelim:
Salâmân u Absâl Hikâyesinin
Rivâyetleri:
Birinci Rivâyet:
Salâmân u Absâl
hikâyesi üzerine derin araştırmalar yapan Tûsî; İbnü’l-Arabi' nmin
“an-Nevâdirfi’l-Âdâb” adlı eserinde Salâmân u Absâl hikâyesini derc ettiğini
fakat okuma fırsatını bulamadığını zikrederek olayı şu şekilde anlatır:
“Horasanda bulunduğum
bir sırada fazilet sahibi Horasan erenlerinden birinin şu şekilde anlattığını
dinledim:
İbnü’l-Arabî, Nevâdir
isimli kitabında bir hikâye yazmış ve o kitapta anlattığına göre, bir kavmin
eline esir düşen iki adam varmış. Esir düşenlerden birisi “Salâmân” isminde ve
yaptığı iyiliklerle ve hayrıyla meşhurmuş. Cürhum kabilesinden olan diğer
adamın adı ise “Absâl’mış ve bu zât kötülüğüyle meşhurmuş. İyilik ve
doğrulukla şöhret sahibi olmasından dolayı “Salâmân”fidye karşılığında
esaretten kurtarılmış; Cürhum’lu olan “Absâl” ise kötülüğüyle tanındığı için
ölünceye kadar esarette kalmış ve bu sebepten helâk olup gitmiş. Bu olay
üzerine, Araplar arasında her ikisi hakkında da “Salâmân’ın kurtuluşu ve
arkadaşı “Absâl’in helâk oluşunun anlatıldığı bir darb-ı mesel oluşmuş.
Dinlediği hikâyeyi bu
şekilde nakleden Tûsî sözlerine şöyle devam eder:
“Fakat ben bu meseli
pek hatırlamıyorum. Nevâdir isimli kitaptan da bu hikâyeyi okuyup inceleme
fırsatını da bulamadım. Ancak o hikâye, duyduğum şekliyle Işârât’taki taleb
edilen şeye uygun değildir. Fakat bu hikâye, Salâmân ve Absâl lâfızlarının
Arapların nâdir hikâyelerinde İbn Sinâ’dan önce mevcut olduğuna işaret eder.
Eğer bu hikâye anlattığım gibiyse, burada söz konusu olan Salâmân u Absâl, İbn
Sinâ’nın ortaya koyduğu Salâmân u Absâl değildir. Şeyh (İbn Sinâfin dışındaki
birisinin ortaya attığı lâfızlardır’.’23
Nasireddin Tûsıye
göre, gerçekte İbn Sinâ, Salâmân u Absâl adlı eserini yazarken bu
hikâyeyi esas almamıştır. Zaten hikâyenin muhtevasına baktığımızda İbn Sinâ’nın
hikâyesiyle benzerliği yoktur.
İkinci Rivayet:
Birinci rivayeti
nakleden Nasireddin Tûsî, anlatmaya devam eder: “Bu meselenin üzerinden
-hikâyenin yazılışının üstünden- 20 sene geçtikten sonra bana Salâmân u
Absâl’a nisbet edilen iki hikâye daha geldi” dedikten sonra bunlardan
ilkini nakleder. Bu hikâye daha önce zikrettiğimiz ve Hunayn
bin İshâk’ın Yunancadan Arapçaya tercüme ettiği Salâmân u Absâl hikâyesiyle
aynıdır. Bu sebeple rivâyeti burada tekrar etmiyoruz. (Bkz. Batı Edebiyatında
Salâmân u Absâl.)
Nasireddin Tûsî
hikâyeyi özetledikten ve “Onu, Hunayn b. İshâk Yunancadan Arapçaya nakletti”
dedikten sonra; “bu kıssa İbn
Sinâ’nın sözünün taba uygun olmayan bir tarzda ona nisbet edilmesi için,
düşünürlerden avam tabakasından birinin icad ettiği bir kıssadır” şeklinde
bir yorum getirir ve baştan sona hikâyenin tevilini yapar. Buradaki Salâmânla
ilgili hususların İbn Sinâ'nın el-İşârâf ında vasfını çok kısa olarak
belirttiği Salâmânınkine uyduğunu, fakat Absâl’la ilgili hususların ise, onun
Absâl’ına ters düştüğünü zirâ Şeyh onunla ârifin irfandaki derecelerini
kastettiğini açık bir şekilde ifade eder ve bu hikâyenin İbn Sinâ'nın yazdığı
hikâye olmadığına dikkati çeker.
Salâmân u Absâl hikâyesinin bu rivayetini Abdülkerim b. Hüseynu
1-Amasyavî de yazdığı küçük risâlede zikreder. Hikâyeyi özetledikten sonra o da
Tûsî gibi tevilini yapar. Bu iki tevile göre hikâyede anlatılmak istenenler
şöyledir.
Hikâyedeki Kral
lisân-ı şerde Cibril aleyhisselâm, âlimler lisânında akl-ı âşir (onuncu akıl)
ve akl-ı fa‘âl (etkin akıl)dır.
Filozof (hakîm)dan
kastedilen feyz-i ilahi (akl-ı faale yukarıdan gelen feyz)dir.
Salâmân’dan kasıt ise
nefs-i nâtıka (düşünen ruh)dır. Zirâ feyz-i ilahi, nefs-i nâtıkanın cismanîyattan
ilgisini keserek feyzlendirmiştir.
Absâl; hayvânî
bedensel güçtür. (Nefs-i nâtıkanın özel kullanım aracı olan bedensel ve
hayvânsal güç.)
Salâmân’ın Absâl’a
olan aşkı; nefsin bedensel zevklere karşı eğilimidir.
Hayvansal güçleri
simgeleyen Absâl’a kötülüklerin yüklenmesi; herhangi bir nefs-i nâtıkadan
ayrıldıktan sonra, bu gücün maddesine başka bir nefs-i nâtıkanın ilişmesi
nedeniyle, çeşitli erkeklerle ilişki kuran kadınlara benzemesi yönüyledir.
Salâmân’ın, Absâl ile
Batı denizi’nin öte yakasına kaçmaları; gerçekten uzak, geçici şeylerle
uğraşmadır. O ikisinin beraber geçirmiş oldukları süre içerisindeki
ihmalkârlıkları işte bu yüzdendir.
Salâmân ile Absâl
Batı denizi’nin ardına kaçtıktan sonra kral tarafından bir süre kendi hallerine
bırakılmaları ve birbirlerini istedikleri halde birleşememeleri; yaşlandıktan
sonra beden güçlerinin zayıflamasına karşın nefsin eğilimlerinin sürmesidir.
Salâmân’ın hatasım
anlayıp, babasından özür dilemek ve bağışlanmalarını istemesi; temelsiz ve
geçici işlerle uğraşmaktan pişmânlık duymak ve bunlardan uzaklaşarak kemâle
ermeğe yönelmektir.
Salâmân ve Absâl’m
elele tutuşarak kendilerini denize atmaları neticesi Salâmân’ın kurtulup,
Absâl’m boğulması; ölümden sonra rûhun sürmesi ve bedenin yok olmasıdır.
Zühre; güzellik, aşk
ve şehvet tanrıçasıdır.
Salâmân’ın Absâl’ı
unutup, çok büyük ve şiddetli bir sevgiyle Zühre’yi sevmesi; aklî olgunluklarla
sevinç ve huzur duymasıdır.
Salâmân’ın kralın
tahtına oturup bilgeliği elde edip devlet sahibi olması; hakikî kemâle ulaşmış
olmaktır.
Üçüncü Rivayet:
Salâmân u Absâl’la
ilgili üçüncü rivayet İbn Sinâ tarafından yazılan hikâyedir. Salâmân u Absâl hikâyesinin İbn Sinâ
tarafından bağımsız bir eser olarak yazıldığı kesindir. Çünkü İbn Sinâ'nın
meşhur talebesi Ebu ‘Ubeyd el Cüzcânî hocası İbn Sinâ'nın hal tercümesi ile ilgili
eserlerinin fihristini vermek amacıyla yazdığı risâlesinde onun Salâmân ve
Absâl isminde bir eserinin olduğunu kaydetmiştir. Bunların dışında İbn Sinâ kendi yazdığı te
liflerinde Salâmân u Absâl ismiyle bir eser yazdığını söyler. Nasireddin Tûsî ise; işârât Şerhini yazdıktan
20 sene sonra bu rivayeti elde ettiğini söyler ve: “İşte bu İbn Sina’ya
nisbet edilen hikâyedir ve sanki o, İbn Sinâ'nın işaret ettiği ve Ebû ‘Ubayd
el-Cüzcânınin Fihrist Tasanif eş-Şeyh” adlı eserinde zikrini ettiği Salâmân ve
Absâl kıssasının ta kendisidir” diyerek; “Bu yorum Şeyh(İbn Sinâ)’in
anlattığına uygundur. O (İbn Sinâ) “Kazâ ve Kader Risâlesİ’nde Salâmân ve
Absâl kıssasına temas ederek, onda siyah buluttan çakan ve Absâl’a kendisinden
uzaklaşması için Salâmân’ın karısının yüzünü gösteren parlak şimşek olayını
zikretti”'"’' der. Daha sonra özetlediği ikinci rivâyetin İbn Sinâya
ait olduğunu beyân ederek bunu şu ibâre ile açıklar: “Kitabın uzamaması için
bu hikâyeyi Şeyh’in ifadesiyle zikretmedim^ Bunların dışında Nazif Şahinoğlu, Rus
müşteşriki E. Berthels in, yukarıda değinilen Özbekistan Şarkiyat Enstitüsünde
yer alan muhtasar nüshanın, İbn Sinâ’ya ait olduğunu senelerce önce ilim
dünyasına duyurduğunu söylemektedir. Ayrıca Abdülkerim b. Elüseyn de yazdığı
risâlede bu konuda şöyle der: “Bu kıssa-i saniyeyi İbn Sinâ bazı kütübünde
zikr eyledi?
îşte İbn Sinâ'nın
yazdığı ve Nasireddin Tûsınin Şerhü’l- İşârâf-d, Abdülkerim b.
Elüseyriin de Kıssa-ı Salâmân ve Absâl isimli risâlesinde özetledikleri
ve yazarın isteğine uygun olarak tevil ettikleri bu rivayet kısaca şöyledir:
Eski zamanlarda iki
kardeş vardı. Bu kardeşlerden yaşça küçük olanın ismi Absâl’dı. O, ağabeyinin
eli altında terbiye görüp yetişmişti. Çok yakışıklı, akıllı, terbiyeli bilgin,
namuslu ve cesurdu. Diğer kardeş ise taç ve taht sahibi ağabey Salâmân idi.
Küçük kardeş Absâl, rüştüne varınca, ağabeyi Salâmân’ın karısı ona âşık olur.
Kadın, kocası Salâmâna kendi çocuklarının eğitim ve öğretimlerini yürütmesi
için Absâl’ı eve getirmesini söyler. Salâmân, kardeşine durumu bildirir ve eve
gelip çocuklara ders vermesini ister. Bu davet üzerine Absâl; kadınlarla aynı
çatı altında olmak istemediğini ifade eder. Bunu duyan Salâmân: “Benim karım
senin annen yerindedir” der ve ısrar eder. Absâl bu sözler üzerine ister
istemez ağabeyinin evine gitmek zorunda kalır. Eve gidince yengesi ona iltifat
gösterip, ikramda bulunur ve bir müddet sonra yalnız kaldıkları bir zamanda
Absâl’a karşı duyduğu aşkı itiraf eder. Ancak Absâl bunu reddeder ve ona yüz
vermez. Kadın Absâl’ın kendi arzularına boyun eğmeyeceğine kanaat getirince,
hile yoluna başvurur ve kocası Salâmâna: “Kardeşin Absâl’ı benim kız kardeşim
ile evlendir ve onları ev bark et” der. Bir taraftan kız kardeşine: “Ben seni
Absâl’la o sadece senin olsun diye evlendirmiyorum, senin kadar benim de onda
payım olacak” derken, diğer taraftan da Absâl’a: “Kız kardeşim çok utangaç bir
bakiredir; sakın onun yanma gündüz girme ve sana ısınıp alı- şıncaya kadar
onunla konuşma” diyerek zifaf gecesi kız kardeşinin yatağına kardeşi yerine
kendisi girer. Absâl da yatağa girince, yengesi kendine hâkim alamayıp göğsünü
onun göğsüne koymakta acele eder. Bu davranış karşısında Absâl şüpheye düşer ve
kendi kendine: “Soylu bakire kızlar böyle yapmasa gerek!” diye düşünür. Bunlar
olup biterken gökyüzü siyah bir bulutla kaplıydı. İşte tam bu sırada gökyüzünde
bir şimşek çaktı. Absâl bu şimşeğin ışığında yanında yatan kadının yüzünü
görür görmez, onu öteye itti ve derhal odadan dışarı çıkarak yengesinden
uzaklaşmaya karar verdi. Absâl, ağabeyi Salâmâria: “Sana bir takım ülkeler
fethetmek istiyorum. Bildiğin gibi ben buna kâdirim” dedi ve bir ordu alarak
çeşitli milletlerle savaştı. Karada, denizde; doğuda ve batıda birçok ülkeleri
ağabeyi Salâmân için ondan minnet beklemeksizin feth etti, yeryüzüne hâkim olan
ilk iki boynuz yani iki ufuk sahibi (Zul-karneyn) oldu.
Memleketine geri
döndüğü zaman yengesinin kendisini unuttuğunu zannetti. Halbuki kadının
arzuları daha da kuvvetlenmişti, boynuna sarılıp, kendisiyle birleşmesini
istedi. Absâl bu teklifi kabul etmedi ve onu yanından uzaklaştırdı. Bu sırada
onlar için beklenmedik bir düşman ortaya çıktı. Salâmân, kardeşi Absâl’ı
orduya başkumandan yaptı ve o düşmanın üzerine gönderdi. Kadın, Absâl’ın
kendisiyle olamayacağına kanaat getirdiği için savaş alanında onu yalnız
bırakmaları için birlik komutanlarına mal ve para dağıttı. Gerçekten de kumandanlar
bunu yaptı ve düşman askerleri savaşta Absâl’a karşı üstünlük sağladılar ve onu
ağır bir şekilde yaralayarak yere yıktılar. Absâl’ı öldü zannederek kanlar
içerisinde savaş meydanında bırakarak kaçtılar. Böyle kanlar içinde yerde yatan
Absâl’a vahşi bir hayvan acıdı ve süt dolu memesinin ucunu ağzına koyarak onu
emzirdi. Absâl bu şekilde hayvanın verdiği sütle günden güne beslendi ve
iyileşti. Ayağa kalkar kalmaz ağabeyine gitmek üzere yola koyuldu. Memleketine
gelince düşmanların ağabeyini her taraftan kuşattığını ve kendilerine boyun
eğip teslim olmaya mecbur ettiklerini gördü. Ağabey Salâmân ise bu esnada bile
kardeşi Absâl’ı kaybetmiş olmanın üzüntü ve sıkıntısı içerisindeydi. Absâl
ağabeyini bu zor durum içerisinde görünce derhal etrafına asker ve silâh
topladı. Tekrar düşmanlara saldırdı. Onları bozguna uğrattı. Düşmanların büyük
bir kısmını esir etti ve ülkeyi ağabeyi için yeni baştan tanzim etti.
Aradan fazla bir süre
geçmeden Absâl’ın yengesi, bu defa sarayın aşçısı ve sofra başısı ile anlaştı.
Bunlara da pek çok mal ve para vererek Absâl’a zehir içirterek onu
öldürmelerini sağladı. Absâl, gerçekten çok doğru, soy sop sahibi, ilim ve
amel bakımından değerli bir insandı. Ağabeyi onun ölümünden çok demlenip,
kederlendi. Tahtından ayrılarak padişahlığı yakın dostlarından birine teslim
etti ve gece gündüz Allah’a yalvardı. Allah ona necat verdi ve tüm olup
bitenlerin içyüzünü ilham eyledi. Gerçeği öğrenen Salâmân karısına, aşçıya ve
sofrabaşı- sına kardeşine içirdikleri zehirden içirerek hepsini öldürdü.
Mezkûr yazarlar işte
kıssanın muhtevası budur dedikten sonra teviline geçerler:
Salâmân; nefs-i
nâtıkayı yani insan rûhunu, bazen de aklı temsil eder.
Absâl; kendisinden
istifade edilecek bir akıl (akl-ı müste- fat) durumuna gelinceye kadar
yükselebilecek nazarî bir aklı temsil eder ki, bu onun yani kemâle yükselmek
isteyen nefs-i nâtıka (insan ruhu)nın irfândaki yani Allah’ı bilmedeki derecesidir.
Salâmân’ın karısı;
fâni işlerini elde etmek hususunda kendisine tâbi olmaları için, diğer
kuvvederi emri alüna aldığı gibi, şehvet ve gazap kuvvetlerini de hükmü altına
alıp, onlara emreden bedenî kuvvet yani nefs-i emmâredir.
Absâl’ın yengesinin
isteklerine uymaması; aklın kendi âlemine çekilmesidir.
Kadının emri altına
aldığı kız kardeşi; nazarî akla tâbi ve itaatkâr akıl diye adlandırılan amelî
kuvvettir ki bu nefs-i mutma’innenin ta kendisidir.
Kadının kendisini kız
kardeşinin yerine koyup yatağına girmesi; emreden nefsin (nefs-i emmâre) kirli
emellerine nâil olması ve bu emellerini gerçekten yararlı işlermiş gibi
gösterip iyilerle birleştirmesidir.
Karanlık buluttan
çakan şimşek; adi ve bayağı işlerle meşgul olanlara Allah tarafından bazen
gösterilen bir nur, İlahî bir koruyucudur. Bu nur Allah’ın cezbelerinden bir
cezbe yani onu uzaktan çekişlerden bir çekiştir.
Absâl’ın kadım
yanından uzaklaştırması; aklın arzu ve isteklerden yüz çevirmesidir.
Absâl’ın ağabeyi için
ülkeler feth etmesi; nefsin nazarî kuvvet vasıtasıyla akıllar ve misâl
âlemlerine (Cebarût ve Melekût) muttali* olması ve İlahî âleme yani isimler ve
sıfatlar âlemine yükselmesidir. Amelî gücü sebebiyle de, bedenine ait işlerde,
şehirler ve menzillerin işlerini yoluna koymada iyi tedbir almaya kadir
olmasıdır. Bundan dolayı İbn Sinâ onu ilk iki boynuz (iki ufuk sahibi) diye
isimlendirdi. Çünkü bu iki ufükta hüküm süren kimsenin lâkabıdır.
Askerlerin savaş
alanında onu terk etmesi; nefsin ulvî âlemdeki melekler zümresine yükseldiği
anda hissî, hayalî, ve vehmî kuvvetlerin ondan kopup uzaklaşması, kendilerine
iltifat etmediği için zikredilen bu güçlerin zayıflamasıdır.
Absâl’ın savaş
meydanında yaralıyken vahşi bir hayvanın sütüyle beslenmesi; bu köhne dünyadan
ayrıldığından ötürü kendisine bir üst âlemden kemâlin akıtıhnasıdır.
Kardeşi Absâl’m
savaşta öldüğünü zannederek Salâmân’ın düzeninin bozulması ve acı çekerek
üzülmesi; elinin altındaki önemsiz şeylerle meşguliyet sebebiyle rûhun
tedbirini ihmal etmesi esnasında nefs (ruh)in ıztırap çekmesidir.
Absâl’m iyileşip
savaş alanından ağabeyinin yanma dönmesi; rûhun bedeni tedbir ve düzene
sokması hususunda iyi işlerini düzene sokmasına aklın yönelip iltifat
etmesidir.
Aşçı; intikam alma
anında alevlenen gazap kuvvetidir.
Sofra başısı; bedenin
muhtaç bulunduğu şeyi celbeden ve câzip hale getiren şehvet kuvvetidir.
Aşçı ve sofra
başısının Absâl’ı zehirlemeyi kabul etmeleri; zayıflık ve âcizlik sebebi ile
ihtiyacı çoğaldığı için emreden nefsi yani nefs-i emmâreyi kullanmak suretiyle
son nefeste aklın mağlup olacağına işarettir.
Salâmân’ın Allah
tarafından verilen ilhamla gerçeği öğrenip, karısı, aşçı ve sofra başısım
zehirleyerek öldürmesi; işin sonunda nefsin bedenî kuvvetleri kullanmayı terk
etmesidir. Gazap ve şehvet heyecanının yok olması, düşmanlıklarının sönmesi
ve fonksiyonlarının silinmesidir.
Salâmân’ın mülkünü
terk edip onu yakın bir dostuna emanet etmesi; nefsin beden üzerindeki
tasarrufunun (tedbîr) kesintiye uğraması ve bedenin başkasının tasarrufu altına
girmesidir.
Dördüncü Rivayet:
Doğuda felsefî ve
simgesel hikâye yazma geleneğinin temeli olan Salâmân ve Absâl’dan
esinlenen ve bu tarzda hikâye yazan, bundan eserlerinde söz eden ilk kişi İbn
Sinâ olmuştur. Salâmân u
Absâl’la ilgili olarak yazılan dördüncü hikâye İbn Tufeyl tarafından anlatılan Hay bin Yakzan
hikâyesidir. Bugüne kadar üç ayrı kişi tarafından yazılmıştır. Bunlardan en eskisi
İbn Sinâ'nın yazdığı Hay bin Yakzan hikâyesidir. Hikâyenin tercümesini
Şerafettin Yaltkaya yapmış, eserin açıklamalarını geniş bir biçimde vermiş ve
çalışmanın sonuna Arapça metnini de ilave ederek yayınlamıştır. Yine Yaltkaya’nın ifadesine göre bu hikâye
1174’de İbn-i Azra tarafından nazmen İbraniceye tercüme edilmiş ve basılmıştır.
Bundan başka neşren de tercümesi yapılmıştır İbn Sinâ'nın, bu eserinde hikâyenin kahramanı
Hay bin Yakzan; sırf düşünen akıldır ve bu, aklı ve düşünen kişiyi temsil eder.
Eserde Salâmân ve Absâl isimlerine tesadüf edilmez
Hay bin Yakzanı
ikinci olarak kaleme alan yukarıda belirtildiği üzere İbn Tufeylidir. Ancak
burada dikkat edilmesi gereken İbn Tufeyl, Salâmân ve Absâl hakkında müstakil
bir eser yazmamış, Hay bin Yakzan isimli meşhur eserinin son tarafında
maksat ve düşüncelerini ifade
edebilmek amacıyla onlara da yer vermiştir. İbn Sinâ'nın Hay bin Yakzanı
aklı ve düşünen kişiyi temsil ederken, İbn Tufeyl onu, düşünen mutasavvıf bir
insan hâline getirmiştir. Ayrıca Hay bin Yakzan mı İbn Sinâ gibi tek bir
kahraman etrafında işlememiş ikinci derecede ve eserin son kısmında da olsa
Salâmân ve Absâl isminde iki kahraman daha ilave etmiştir.
Hicrî dördüncü
asırdan beri bilginler arasında şöhret bulmuş olan Hay bin Yakzan
hikâyesinin de menşei Yunan kaynaklı olmalı veya en azından İbn Sinâ'nın bu
isimdeki remzî romanından mülhem olarak kaleme alınmış olmalıdır.
İbn Tufeyl, Hay
bin Yakzan’ınında insanın babasız ve anasız vücuda gelmesinin mümkün
olduğunu ispat etmek ister. Eserde
Hay bin Yakzariın dünyaya gelişiyle ilgili olarak iki ayrı varsayım vardır.
Birinci varsayım şudur:
“Öncekilerin
bildirdiğine göre Ekvator’un altındaki Hind adalarının birinde anasız-babasız
insanlar var olmaktadır. Hatta orada düpedüz kadın biçiminde meyveler veren ve
vakvak olarak adlandırılan bir tür ağaç vardır. Adada böyle olağan dışı insan
doğumuna neden olan etkenlerin başında adanın hava şartları bakımından
yeryüzünün en ılıman ve yüce nurları kabule en yetenekli yeri olması
gelmektedir.
Adanın bir yerinde
bir miktar toprak zaman içinde mayalanmış hamur durumunu alır. Bu çamur
giderek öyle bir kıvama erer ki, sıcak kısmı soğuk kısmına, kuru bölümü yaş
bölümüne iyice karışır. Bu nitelikler birbiriyle öylesine kaynaşır ki;
sıcaklık, soğukluk, yaşlılık ve kuruluk arasında tam bir uyum ve denge oluşur.
Mayalanan çamur
oldukça büyük bir kütledir. Kütlenin bölümleri arasında birleşim ayrımları,
dolayısıyla insan tabiatına uygunluk ve dört sıvının -kan, balgam, safra, ve
sevda (meni)- oluşumuna yetenek kazanma bakımından ayrımlar ve aykırılıklar
vardır. Kütle içinde en yetkin birleşim yani, en uyumlu ve insan tabiatına en
çok benzeyen bölüm orta kısmıdır. Kütlenin bu orta kısmı zamanla gebe
katmışçasına kabarmaya, şişmeye başlar. Çünkü çamur mayalanma ve öz hâline
gelmenin son aşamasına varmış, içinde çok sayıda hava kabarcığı oluşmuştur.
Oluşumları tamamlanan kabarcıklar tam ortalarından ikiye ayrılırlar. Ortada
kabarcıklarla çevrili bir boşluk meydana gelir. Bu yuva içinde kendisine uygun
ve son derece uyumlu göksel (havaî) bir cisimle dolu küçük bir kabarcık
oluşur. Çamur geçirdiği bu oluşumlardan sonra ruhu kabule hazır bir duruma gelmiştir.
Bunun üzerine tanrıya iliş- kinliği ve öz hâline gelmesi nedeniyle tanrı emri
olarak anılan ruh yuvanın ortasındaki küçük kabarcığı dolduran ince (latif)
cisimle bir daha ayrılmayacak biçimde birleşir”
Bundan sonra insan
organlarının nasıl oluştuğunu anlatan Tufeyl, insanın doğumu hadisesine gelir:
“Çocuğun oluşumu
tamamlandıktan sonra kendisini kuşatan balçık rahim yarılır ve çocuk anadan
doğar gibi doğar. Üzerindeki çamur tabakası güneşin etkisiyle kuruyup
dökülünce çocuk ortaya çıkar. Doğal besini tükendiği ve acıktığı için ağlamaya
başlar. O sırada oradan yavrusunu yitirmiş ceylan geçmektedir. Çocuğun sesini
duyan ceylan onu kendi yavrusu sanarak beslemeye, büyütmeye koyulur. ”
İbn Tufeyl, daha
sonra; “kimileri de kendinden türemenin saçmalığını öne sürerek Hay b.
Yakzan’ın türemesine ilişkin şu hikâyeyi anlatmışlardır” diyerek ikinci
varsayımı anlatır ki bizi ilgilendiren de bu hikâyedir:
Hay bin Yakzan’ın
ortaya çıktığı adanın karşısında ikinci bir ada daha vardır. İnsanların
yaşadığı son derece büyük, zengin ve bayındır bir adadır bu. Bu ada kendini
alabildiğine beğenmiş, zorba ve çok kıskanç bir hükümdar tarafından yönetilmektedir.
Bu adanın
hükümdarının çok güzel bir kız kardeşi vardı. Kız evlilik çağma geldiği halde
hükümdar onu evlendirmekten sürekli olarak kaçınmakta çünkü kimsenin kardeşine
lâyık olmadığı fikrindedir. Hükümdarın kız kardeşi akrabalarından Yakzan adlı
bir genci sevmektedir. Bir gün iki sevgili törelere uygun bir biçimde gizlice
evlenirler. Aradan zaman geçer ve bir çocukları olur. Adını “Hay” koyarlar.
Hay’ın doğmasından sonra gizli evliliklerinin eninde sonunda ortaya
çıkacağından ve ağabeyi tarafından öğrenileceğinden korkarlar. Bu durumun
ortaya çıkması üçünün de hayatlarının sonu demektir. Dolayısı ile çocuktan kurtulmaları
gerekmektedir.
Bir gece annesi Hay’ı
doyurur ve bir sandığın içine güzelce yerleştirir. Su almaması için sandığı
sıkıca kapatır. Çocuğunun öldürülmesi ihtimali düşüncesiyle yüreği kan
ağlayarak sandığı denize bırakır. Hay’ın denize bırakıldığı gün, yılda ancak
bir kez görülebilen denizin kabarma zamanına rastlamıştır. Kabaran dalgalar
sandığı sürükleyerek karşıdaki ıssız adanın kıyılarına götürür. Kabarık
dalgalar sandığı adanın iç kısımlarına kadar sürükler ve sular çekilince de
sandık sahildeki topraklar üzerinde kalır. Sandığın kenarı dalgaların şiddetinden
kırılmıştır. Karnı acıkan Hay ağlamaya başlar. Bu sırada oradan geçmekte olan
bir ceylan çocuğun sesini duyar. Dalgaların kırmış olduğu tahtaları ağzı ile
sağa sola çeker ve içindeki çocuğu görüp dışarı çıkarır. Ceylan çocuğu kendi
yavrusu zannederek süt dolu memesini ağzına verir ve karnını güzelce doyurur.
Ceylan bundan sonra çocuğu hiç terk etmez ve ona bir nevi sütanneliği yapar.
İşte bu çocuğun tam adı “Hayy bin Yakzandır. Çocuk yalnız başına bu adada büyür,
gelişir, olgunlaşır ve gördüklerini düşünmeye başlar. Her şey hakkında düşünür
ve düşündükçe de bilgisi artar. Varlığı mümkün ve vacip olan şeyler, gök, yer
ve felekler ile onlarda olup bitenler hakkında malumat sahibi olur. Aklını
kullanarak Allaha yaklaşma yollarını arar.
O adanın yakınlarında
bir başka ada daha vardı. Bu adanın halkı çok mümin ve tek tanrıya inanan
kimselerdi. Onların ileri gelenlerinden akıllı, faziletli ve birbirleriyle
arkadaş olan iki şahıs vardı. Biri Asal (Absâl)” adında ve batım bilimleri çok
iyi bilen bir âlim olup, diğeriyse “Salâmân” adında ve zahirî ilimlerde
bilgindi. Absâl halktan uzaklaşarak Hayy bin Yakzanın tek başına ve vahşice
yaşadığı adaya gider. Orda köşesine çekilerek riyazet ve ibadetle meşgul olmaya
ve çileler çıkarmağa başlar ve buna devam eder. Absâl burada karma karışık
tüylere gömülmüş ve korkunç bir görünümü olan acayip kılıklı ve hayvanı
andırır tarzdaki Hayy bin Yakzanı görür ve çok korkar. Ancak ilk gördüğü
andaki korkusunu, üzerinden atar ve günler, aylar geçtikçe yavaş yavaş
birbirlerine ısınıp alışırlar. Absâl, Haya konuşmayı ve her şeyin isimlerini
öğretir. Zamanla konuşup anlaşarak arkadaş olurlar.
Nihayet Absâl, Hay
bin Yakzanı Salâmân’ın yaşadığı adaya götürür. Hay, burada devamlı va‘z ederek
ada halkına kendisinin keşfettiği sırları anlatmaya başlar. Onun konuşmaları
halkın anlayacağı seviyeden daha yüksek olduğu ve kimse onu anlayamadığı için,
halk zaman zaman bundan rahatsız olur ve Hay’ı üzüp incitir. Absâl’ın arkadaşı
ve aynı zamanda adanın hükümdarı olan Salâmân da, Hay’ın kültür seviyesi düşük
olan halka böyle esrarengiz şeyler söylemesini ve onlar üzerinde etkide
bulunmasını yasaklar. Hay bin Yakzan üzülüp, gönlü yaralanmış bir vaziyette
Absâl’la beraber tekrar kendi ıssız adasına döner. Bundan sonra her biri kendi
hayatını yaşamaya devam eder.
İbn Tufeyl, hikâyenin
kahramanı Hay bin Yakzariın birçok uzlet ve iç denemelerden sonra kendisinden
tamamen geçerek içten gelen bir nur ve ziya sayesinde değil de, eserden müessire
doğru akıl sayesinde Cenâb-ı Hakka varmasını yani akliyeci bir tasavvuf yolunu
bulmasını esas almıştır.
Eserde özellikle
Salâmân ve Absâl’ın bulunduğu kısımlardaki remiz ve mecazların altında yer alan İbn
Tufeyl’in işlediği ana fikir, inzivâya çekilip oturanların, tevil
sahiplerinin, zâhirî amelleri yerine getirmeğe o kadar önem vermeyenlerin
düşünmeyi, bâtına itibar etmeyi tercih eden kimselerin yolunu, şeriatin
zahirine söz ve fiille sarılıp sımsıkı tutunmayı gerekli sayanların, cemaatten
ayrılmamayı ondan ayrılmağa tercih edenlerin takip ettikleri yol ve meslek ile
mukayese eder. Birinci gurubun davranışını, bu gurubun mümessili olan Absâl’ın
vücudunda, ikinci gurubun gidişatını da bu gurubun timsâli olan Salâmân’ın
vücudunda şekillendirip birbi- riyle mukayesesini yapar. Birinci gidişatı havas
için, İkincilerin yolunu da umum halk yani sıradan kimseler için gerekli
sayar. Din ile felsefenin ittifak ettikleri müşterek bir birleşme noktasını
düşünür.
İbn Tufeyl’den sonra,
yine İbn Sinâdan esinlendiğini söyleyen Şehabeddin Sühreverdî gelir. Sühreverdî el-Gurbetü’l-Garbiye adlı
eserini yazmıştır. Bu hikâyenin özeti de şöyledir:
Kardeşim Asım ile
Maveraünnehr’den Yeşil deniz sahilinde kuş avlamak için Mağrib ülkesine
gidince, ansızın halkı zulümle ünlenmiş bir köye düştük. Bu köy halkı, Yemenli
âlimin oğlu Hâdî adıyla tanınan kişinin çocuklarından olan bizim, böyle ansızın
köye geldiğimizi haber alır almaz etrafımız çevirdiler ve bizi demir bukağılara
vurup dipsiz bir kuyuya hapsettiler.
Bu kuyunun
yukarısında çok sayıda burcu olan bir köşk vardı. Akşamları soyunarak bu köşke
çıkabiliyorsak da, sabahları yine kuyunun dibine inmek zorundaydık. Bu kuyunun
dibi, insanın uzattığı elini göremeyeceği denli birbiri üzerine yığılmış
karanlıklarla doluydu. Akşamları bu kuyudan köşke çıkıyor ve pencereden uzayı
seyrediyorduk. Yemen korularının güvercinleri, kimi zaman bize o yeşil
korulardan haber getiriyordu. Kimi zaman doğunun sağ yanından çakan Yemen
şimşeklerini görüyorduk. Kimi zaman da Necid çiçeklerinin kokularını getiren
rüzgârlardan mest oluyorduk, içimizdeki özlem büyüdükçe büyüyordu.
Biz böyle, geceleri
köşke çıkarak, gündüzleri kuyunun dibine inerek ve her gün bir türlü özlem
içinde çırpınarak zaman geçiriyorduk. Mehtaplı bir gece, bir çavuşkuşu selâm
vererek pencereden içeri girdi. Bize, gagasında, tutsaklıktan kurtulmamız
için, sağ vadiden bir mektup getirdi. Bu mektup bize babamız Hâdî tarafından
gönderilmişti. Buradan kurtulma yollarını birer birer açıklıyor, tanımlıyordu,
Bu tanımlama
doğrultusunda harekete geçerek yerlerin, göklerin ve birçok evrenin
yollarından geçiyor, hayat pınarına doğru yol alıyorduk. Sonunda babamın “Tûr-ı
Sinâ’daki tapınağını uzaktan gördüm. Oraya vardım, dağa tırmanıp babamın
huzuruna çıktım. Nurunun tecellisiyle yerleri ve gökleri aydınlatmakta olan
babamın huzurunda hayret ve şaşkınlık içinde kalarak önünde secde ettim. Onun
parıl parıl parlayan nurundan az daha yok olacaktım.
Uzun uzun ağlayarak
hapiste çektiğim acılardan yakındım. Ama o bana yeniden dönmenin gerekliliğini
anlattı. Ne ki, her istediğim zaman kendisine kavuşabileceğimi muştuladı ve
şöyle dedi: “Burası Tûr-ı Sina’dır. Bunun yukarısında babamın, senin
büyükbabanın meskeni olan “Tûr-ı Sinin” vardır. Sen bana göre ne ölçüde
aşağıda isen, ben de ona göre o ölçüde aşağıdayım. Bizim, kendisinin baba ve
büyükbaba olmayan zata varıncaya kadar daha birçok baba ve büyükbaba vardır.
Biz ve onların tümü onun köleleriyiz. Nuru ondan alırız. Nurların nuru O’dur.
O, nurunun da üstündedir”
Bu sırada bilmem ne
oldum. Havadan aşağı düşüverdim ve yine Mağrip ülkesindeki hapishaneye girdim.
Bu ayrılık beni hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlatıyor. Durmadan yalvarıyor, yine o evrene
yükselmek için yakarıyordum. Çünkü tanımlayamayaca- ğım, nitelendiremeyeceğim bir
tahttan ayrı düştüm.
Hay bin Yakzan ile ilgili bu üç
hikâyeye baktığımızda; İbn Sinâda Hay bin Yakzan, hemen hemen pratik tarafı olmayan
ve sırf düşünen biri iken; İbn Tufeylde yavaş yavaş hareketlenmeye ve pratik
uygulamalarla meşgul olmaya başlar ve Sühreverdıde ise pratik tarafı, düşünen
tarafına hâkim olan ve ağır basan biri haline gelir. Aynı zamanda yine bu üç
hikâyeye baktığımızda İbn Sinâ ve Sühreverdınin eserlerinde Salâmân ve Absâldan
hiç bahsedilmez. Abdülvehhab Tarzî bunun aksini söyler: “Câmî’den beş asır
önce Salâmân u Absâl’ın adını meşhur filozof İbn Sinâ, Hay İbn Yakzan’ında
anar.” Ancak bu iddia
doğru değildir. Çünkü, İbn Sinâ'nın Hay bin Yakzan midi bu isimlere
tesadüf etmiyoruz. İbn Tufeyl’inkinde ise, hikâyenin asıl kahramanı Hay bin
Yakzaria Salâmân ve Absâl isimli şahıslar da ilave edilerek kahraman sayısı üçe
çıkarılmıştır. Buna rağmen Salâmân ve Absâl ikinci derecede kaldığı için daha
sonra inceleyeceğimiz Câmî’nin ve asıl konumuz olan Lâmi’ınin Salâmân u
Afeâ/’larıyla hiç benzerliği yoktur. Yalnız Hay bin Yakzariın annesiz ve
babasız büyümesini Câmî ve Lâmi’ınin eserleriyle benzerlik sağlıyor şeklinde
değerlendirmek mümkündür. İbn Sinâ ile İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzanhnm
karşılaştırdığımızda; İbn Tufeyl’in eserinin İbn Sinâ’nınkine oranla daha
birleştirici, daha edebî ve daha tasavvuîî olduğunu görüyoruz.
Beşinci Rivayet:
Salâmân u Absâl’la
ilgili anlattığımız bu dört rivâyetin dışında karşımıza çıkan bir diğer rivâyet
de Lügat-nâme-i Dihhudad'd rastladığımız rivayettir. Lügatin Salâmân u Absâl maddesinde,
yazarın kaynak belirtmeden ortaya attığı bu rivâyete göre Salâmân u Absâl
hikâyesinin menşei eski Yunanda değil İsrail oğullarının arasında çıkmış
olmalıdır. Meçhul müellif konuyla ilgili şunları söyler: “Ben bu kıssa ve rivayetlerin
Benî İsrail menşeli olduğunu zannediyorum. Meselâ “Talmud” ya da
başka bir yerde. Çünkü “Salâmân” kelimesinin “Süleyman” kelimesine ve “Absâl”
kelimesinin de “Absâlun” veya “Ebî Şal- yum (Abşâlûm)” çok benzerliği vardır ve
çok yakın benzerlikleri ihtimali vardır
Müellif bu iddiaları
dile getirdikten sonra “Hikâyenin aslı şöyledir” diyerek kendisine göre
doğru olan hikâyeyi anlatır:
“Süleyman ve Absâlun
adında iki kardeş vardı. Bu iki kardeş, iki ayrı anneden olma ve Dâvûd
Peygamberin çocuklarıdırlar.
Absâlun üvey kız
kardeşine âşık olur, onunla
yatar ve sonra da onu kovar. Bu durum kardeşlerinin hışmına sebep olur. Diğer
taraftan Absâlun daha babası (Hz. Dâvûd) hayatta iken saltanat iddiasında
bulunur ve ona karşı ayaklanır. Çaresiz kalan babası, onu yakalatmak için ordu
gönderir ve yapılan savaşta Absâlun ölür. Absâlunun ölümünden sonra babasının
emriyle Süleyman saltanata geçer”
Mezkûr madde müellifi
hikâyeyi bu şekilde naklettikten sonra konuyla ilgili sözlerini şunları
söyleyerek tamamlar:
“Şeyhur-Re’îs’in
(İbni Sinâ) bu kıssada neyi anlatmak istediği kesin olarak belli olmamakla
beraber -bu kıssanın- Hermânûs zamanında meydana gelen hadisenin hikâyesinden
bozma olarak meydana getirilmiş olması akla en uygun ihtimaldir’
Bu hikâyenin “Kitab-ı
Mukaddes”te yer alan şekline baktığımızda doğru tarafları vardır. Ancak
“Afeşû/ûm”la ilgili olarak anlatılan aşk hikâyesi, tamamen benzetmeden
ibarettir. Kitab-ı Mukaddes’te geçen kıssa özetle şöyledir:
Hz. İsmail (Samuel)
vefat edince (M.Ö. 1029) Dâvûda Cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik verildi. Bu
suretle kendisi hem nübüvvet hem de saltanatını nefsinde toplamış ve teokratik
ve monarşik sistemler de birleşmiş oluyordu. Hz. Dâvûd böylece bütün İsrail
oğullarını idaresi altında birleştirdi.
Hz. Dâvûd’un
peygamberlik-krallık zamanında karşılaştığı en ciddi mesele saltanatı elde
etmek için kendisine karşı oğlu Abşâlûm’un isyanıdır.
Hz. Dâvûd büyük oğlu
Emnûnü pek severdi. Emnûn bir gün babasının başka zevcesinden olma güzelliği
ile meşhûr kızı Tamâr ile münasebette bulundu. Tamâr’ın erkek kardeşi Abşâlûm
ise bunu hazmedemeyerek adamları vasıtasıyla Emnûriu öldürtüp intikamını aldı.
Hz. Dâvûd bu yüzden Abşâlûm’u sürgüne gönderdi. Üç yıl geçtikten sonra
affederek geri dönmesine izin verdi. Ancak evinde oturmasını, dışarıda çok
dolaşmamasını bildirdi. Nihayet başkumandanı Yoab aracılığıyla büsbütün
affedildi. Hatta, Hz. Dâvûd onu bir müddet sonra tahtın varisi ilan etti.
Lâkin Abşâlûm, geçen
olayları bir türlü unutamıyordu. Üstelik saltanat hırsı gözünü iyice
bürümüştü. İbranî krallığını zorla elde etmeye karar verdi. Yehuda halkını
birçok vaadlerle ve duygularını okşayarak el altından kendi tarafına çekti. Sessiz
sedasız büyük bir isyana hazırlanıyordu. Nihayet bir gün kendini İbranî kralı
ilan etti. Sonra teşkil ettiği ordunun başında Kudüs üzerine yürüdü.
Baba-oğulun orduları Mah- nayim mevkiinde çarpıştılar. Hz. Dâvûd üstün geldi.
Başkumandanı Yoab, kaçan Abşâlûm’u şiddetle takip etti, ele geçirdi ve
öldürttük2
Asaf Halet Çelebi de
bu görüşe “Salâmân u Absâl Tevrat’taki Salomon ve Absâlon’un İskenderiye
mektebi vasıtasıyla Yunan- cadan Arapçaya ve bütün yakın şarka intikal eden
hikâyesinden ibarettir” diyerek katılır. Ancak görüldüğü gibi bu
hikâye, Lügat-nâme’deki şekliyle de, Kitab-ı Mukaddesddd şekliyle
de Salâmân u Absâl hikâyesine kaynak olabilecek bir mahiyet taşımaz.
Lügat-nâme-i
Dihhudâ’daki mezkûr maddenin
bilinmeyen müellifinin, Salâmân kelimesinin Süleyman kelimesine;
Absâl kelimesinin Absâlun veya Ebî Şalyum kelimelerine çok
benzerliği vardır şeklindeki iddiasına Nazif Şahinoğlu şu yorumu
getirir:
“Süleyman kelimesinin, Salâmân’ia değil “Salmanla ilgisi
vardır ve dilcilerden “Ebu’l-Abbâs’m dediğine göre; Süleyman,
“Salmanın ism-i tasgiridir. Binaenaleyh akla uygun olsa bile, sadece Salâmân’ın
Süleyman’a ve Absâl’ın Abşâlûm’a sunî benzerliklerini ileri sürerek,
hikâyenin esasını ve onda geçen diğer isim kahramanlarını hesaba katmaksızın “Salâmân
u Absâl’ romanının menşeini sırf İsrail oğullarının rivayetlerinde veya
olmadığı halde Kitab-ı Mukaddes’de aramağa kalkışmak bir zorlamanın
eseri olabilir.”
Câmî’nin Salâmân u Absâl’ı
Edebî aşk
hikâyelerinin en güzellerinden biri de hiç şüphe yok ki İran edebiyatında Molla
Câmî’nin Farsça olarak yazdığı ve birçok baskısı olan ve batı dillerine de
tercümeleri yapılmış 65 olan Salâmân u Absâl hikâyesidir.
Câmî’nin Salâmân u
Absâl’ı Heft Evreng’inde yer alan mesnevilerinin en küçüğüdür. Diğer
mesnevilerine göre daha kısa olmasına karşın orijinal bir eserdir. Zirâ diğer
mesnevileri İran edebiyatında daha önce yazılmıştır fakat Salâmân u Absâl
hiç ele alınmamıştır. Mesnevide mevzu oldukça sadedir ve hikâyede geçen
şahıslar da sınırlıdır. Şöyle ki; şahıs kadrosu, Yunan padişahı, Hakim,
padişahın oğlu Salâmân, Salâmân’ın önce dadısı daha sonra sevgilisi olan Absâl
ve lâhutî güzelliğin timsali olan Zühre’den ibarettir. Lâmi‘îhin Salâmân u
Absâl’ı bahsinde bu konular teferruatıyla ele alınacaktır.
Câmî’nin bu eseri
yazış tarihi belli değildir. Eserin yazılış tarihiyle ilgili olarak çeşitli
görüşler ortaya atılmıştır. Salâmân
u Absâl'ı Abdülvehhab Tarzî tercüme etmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı,
Şark-îslâm klasikleri arasında yayınlanmıştır. Bu tercümede mesnevi 1130 beyittir.
Câmî’nin Salâmân u
Absâl isimli bu eserinin bizim incelediğimiz yazma nüshası Murat Molla
Kütüphanesi 1529 numarada kayıdıdır. Nüsha 50 varak olup toplam 1115
beyitten müteşekkildir. Ebadarı 20x12 cm. ve her sahifede ortalama 13 beyit
vardır. ilk sahife müzehheb, diğer sahifelerdeki cetveller ise yaldızlıdır.
Ayrıca baskısı yapılmış olan Heft Evrenğ® adlı eserinde ikinci mesnevi
olarak 310-364. sahifeler arasında yer almaktadır.
Remel bahrinin “fa
ilâtün fa ilâtün fa ilün” vezniyle yazılmış olan mesnevi Hicrî 883-896
yıllarında Tebriz’de hüküm süren Akkoyunlu Uzun Haşanın oğlu Yakub Beye ithaf
edilmiştir. Umumî kanaate
göre İran edebiyatının büyük şairlerinden biri sayılan ve klasik devre ile
yeni devre arasında bir köprü olarak görülen Câmî’nin bu eseri, güzel ve dikkat çekici
olduğu kadar, alınacak ders, muhtevasına yazar tarafından ilave edilen faydalı
bir takım ilaveler, çok sayıda nükte öğüt ve hikmet, İçtimaî, ahlakî ve
terbiyevî düsturlar ile zenginleştirilmiştir.
Câmî’nin eserini
okuduğumuzda açık ya da kapalı şekilde kendisini hangi rivâyetin etkilediği
hakkında her hangi bir malûmâta rastlamıyoruz. Bu durumda Câmî yukarıda saydığımız
rivayetlerden üç tanesinden; (yani; Huneyn b. ishâk’ın Yunancadan Arapçaya
yaptığı tercüme veya İbn Sinâ’nın Salâmân u Ateâ/’ından ya da İbn
Tufeyl’in Hay bin. Yakzarimdan) birinden ilham almış olması gerekir.
Bunlarla Câmî’nin eserini karşılaştırdığımız vakit de, onun sadece Huneyn b. ishak’ın
yaptığı tercümeyle ilgisi bulunduğu diğerleriyle yakından ve uzaktan münasebeti
olmadığını görürüz. Ancak burada karşımıza bir mesele daha çıkıyor: Câmî bu
eserini yazarken bizzat Huneyn b. ishâk’ın yaptığı tercümeden mi istifade
etmiştir, yoksa Na- sireddin Tûsî’nin bu tercümeden alarak Şerhu 1-îşârât’ta
naklettiği özetten mi? Bununla ilgili de değişik görüşler ortaya atılmıştır.
Kanaatimizce Molla Câmî’nin ilhamı
Nasireddin Tûsınin Şerhu 1-îşârât’da zikrettiği hikâyedir.
Bu sonuca varmamızı
sağlayan bazı tespiderimizi burada kısaca ifade edelim: Huneyn b. ishâk’ın
yaptığı tercümede yer almadığı halde, Nasireddin Tûsî tarafından yapılıp kendi
özetinin sonuna eklenen tevil aşağı yukarı eksiksiz ve fazla bir şey
eklenmeden Câmî’nin eserinin son kısmına ilave edilmiştir. Böylece Huneyn b. ishâk’ın
tercümesinde Vezir Hernus’un ismi metnin üç ayrı yerinde geçmesine ve mühim
vazifede olmasına rağmen, Nasireddin Tûsî’nin Şerhü’l-İşarâtındaki
özette yer almadığı için Câmî tarafından da ele alınmamış hatta adına bile yer
verilmemiştir. Yine Hunayn b. ishâk’ın tercümesinde; vezir, Absâl’ı unutması
için Salâmâna Zühre’yi gösteriyor, Salâmân Absâl’ı unutup Zühre’yi çok büyük ve
şiddetli bir sevgiyle seviyor, ancak bir zaman sonra Zühre’ye olan sevgisi ve
tutkusu yok oluyordu. Nasireddin Tûsıde ise Hakîm, Salâmân’ı Zühre’nin suretini
görmesi için çağırır ve onu kendisine gösterir. Salâmân Zühre’yi görür görmez,
aşkı ile yanıp tutuşur ve ebedî olarak onun sureti ile kalır.
Bunlar dışında Huneyn
b. ishâk’ın tercümesinde tasavvuf ve ahlâkın lehine tefsire elverişli birçok
cümle ve kelimelerin, Sarikon
isimli mağaranın, Hakîm tarafından Salâmâna, Absâl’a kavuşması için üç şart
teklif edilmesi, Salâmân’ın bu şartları kabul etmesi neticesinde beraberce
Sarikon mağarasına gitmeleri, orada 40 gün süreyle kalıp ibadet etmeleri ve
oruç tutmaları gibi birçok meselenin Câmî tarafından ele alınmamasıyla birlikte
Tûsî tarafından yapılan değişikliklerin ya aynen ya da biraz değiştirilmiş
haliyle Câmî’de yer alması gibi hususlar Câmınin Huneyn b. ishâk’ın
tercümesinden değil, Nasireddin Tûsınin bu tercümeden yaptığı özetten
yararlandığını açıkça göstermektedir.
Yalnız Câmî, Tûsınin
takip ettiği gayeye yani felsefesinin alegorik bir tarzda gösterilmesine
yarayan elemanları ortadan kaldırmıştır. Aynı zamanda fevkalâdelikleri ve
hakikate uymayan teferruatı da kaldırmıştır. Meselâ: Kırk günlük oruç tutma,
filozofun çok uzun ömrü (üç devre yakın yaşama) gibi... Artık ehramlardan bahis
yoktur. Altın flütlerin ya da tılsımlı aletlerin yerine iranlılarca daha iyi
bilinen sihirli aynalar, Salâmân’la Absâl’ın intihar etmek için atladıkları
denizin yerine cenazelerin yakıldığı odun yığınlarının paralayıcı ateşi
almıştır.
Tûsınin çok kısa ve
hemen hemen bir sahifeye sıkıştırılmış olan özetinden Câmınin 1130 beyittik
böyle bir eseri meydana getirmesi şaşırtıcı olabilir. Ancak Câmınin Salâmân
u Absâl'ı incelendiğinde Tûsıye göre fazla olan genişlik ve tafsilatın
konunun ana hatlarında olmadığı görülür. Tamamı 1130 beyit olan mesnevide 30
adet küçük hikâye yer almaktadır. Şair bu hikâyelerde okuyucuya ahlâkî ve
İçtimaî öğütler verir. Bu hikâyeler haricinde tevhid ve padişaha yazdığı med-
hiye de vardır. Bu şekilde toplam 468 beyit mevzu haricinde şairin ilavesidir.
Bunun dışında Câmınin hikâyenin kahramanı Salâmân’ın vasıflarım uzun uzadıya
anlatması, kadın kahraman Absâl ile kaçmaları ve bir ay süren deniz
yolculuğundan sonra bir adaya gelmeleri, bu ada ve tabiatla ilgili birtakım
tasvirlerin ilavesi ve hikâyenin sonundaki taç giyme merasimi, bu merasime
Salâmân’ın babasının bütün hükümdar ve emirleri davet etmesi, daha önce böyle
bir töreni hiç kimsenin görmemiş olması, törene gelen bütün hükümdar ve
emirlerin Salâmâna biat etmesi gibi konuları şairane bir edayla ve uzun uzadıya
anlatması da mevzunun genişlemesine sebebiyet vermiştir. Bilindiği gibi bunlar Câmî gibi bir
şairin rahatlıkla başarabileceği bir iştir. Zaten diğer eserlerinde de bu
özelliği fazlasıyla görmek mümkündür. Bunun dışında şairin, Şerhü’l-îşârât’taki
özette yer alan her meseleye değinmediği, bazılarını da bilerek ya da
bilmeyerek unuttuğu (Eserini yazarken Câmî 74 yaşında olduğu için ihtiyarlıktan
olabilir) meselâ, hikâyenin son kısmındaki ehramların inşası, kıssanın onların
içine konup muhafaza edilmesi ve çok sonraları Aristo tarafından ortaya
çıkarılması gibi konuları Câmî’de görmek mümkün değildir.
Konu üzerine tüm
söylediklerimizi özetlersek; kanaatimize göre Câmınin Salâmân u Absâl
isimli mesneviyi yazarken ona kaynaklık eden ve ilham veren Huneyn b. ishak’ın
Yunanca- dan Arapçaya yaptığı tercümenin Tûsınin Şerhü’l-îşârât ında yer
alan özetidir. Ancak Câmınin, Hunayn b. ishaka ait tercümeyi daha önceden
okuyup zamanla bazı noktalarını unutmuş olabileceği ya da bu tercümenin ana
hadarında kendi iradesiyle bir takım tasarruflarda bulunmayı düşünmüş olması
ihtimalini veyahut söz konusu tercümenin kendisine eksik veya değişik biçimde
nakledilmiş olabileceği gibi varsayımları da unutmamak gerekir. Ancak Câmî gibi
bir şair Hunayriın tercümesinden birtakım tasarruflarda bulunmayı planlamış olsaydı
İslâm hukuk ve örfüne göre birleşmeleri yasak olan sütanneyle süt evlâdın
sembolik bir mahiyet taşıyor olsa bile birbirlerine aşık ederek aylarca bir
arada bulundurmaz, bu hususu münasip bir şekilde değiştiremez miydi acaba?
Ancak durum ne olursa olsun sonuç olarak Câmî mesneviyi yazarken Nasireddin
Tusınin yaptığı tevilden azami derecede istifade etmiştir diyebiliriz.
Câmî mesneviyi
yazarken hiç bir zaman bir mukallid gibi davranmamıştır. Kendisinden birçok
şeyler ilave etmiş ve âdeta şahsiyetini eserine yansıtmıştır. Adalet, insaf,
dostluk, vefa, sevgi ve şefkat gibi mevzuların yanı sıra; içkiden sakınma,
kaza-kader meselesi, tövbe, siyaset için bilginin ne kadar gerekli olduğu,
saltanat için gerekli olan dört haslet, bilginlerinin görevlerinin ve saltanat
makamının en yüksek derecesinin neden ibaret bulunduğu, vezirde ve memurda
olması gerekli özellikler, idari mekanizmayı kontrol tarzı vb. konular mesnevide
Câmınin ilaveleri olarak karşımıza çıkıyor.
Nüvîdî-yi Şirâzî’nin Salâmân u
Absâl’ı
Doğu Edebiyatında Salâmân
u Absâl hikâyesini mesnevi nazım şekliyle kaleme alan ikinci şair iranlı
Nüvîdî-yi Şirâzîdir. Nüvîdî,
bu mesneviyi Câmınin Salâmân u Absâl adlı mesnevisini yazdıktan tam 64
yıl sonra kaleme almıştır. Konu olarak daha önce zikrettiğimiz rivayederden İbn
Sinâ'nın yazmış olduğu Salâmân u Absâl ile aynıdır. Eser üzerine Nazif Şa- hinoğlu tarafından
bir çalışma yapılmıştır.
Nüvîdî’nin Salâmân
u Absâl’ı da Câmî’nin Salâmân u Absârlyla aynı vezinde yani, remel
bahrinin “fa ilâtün fa ilâtün failün” vezninde kaleme alınmıştır ve eserin
tamamı 860 beyittir. İbn Sinâ'nın eserinde Salâmâriın karısı veya Absâl’ın
yengesinin ismi zikredilmemektedir. Nüvîdî’nin eserinde ise bu kahraman
ismiyle zikredilmektedir. Kadının ismi “Bânu’dur.
Câmî ile Nüvîdî’nin Salâmân u
Absâl’larının Karşılaştırılması
Caminin eserinin
kahramanları; Yunan ülkesi Padişahı, Hakîm, Padişahın oğlu Salâmân ve
Salâmâriın sütannesi Absâl ile lâhuti güzelliğin simgesi Zühre iken Nüvîdî’nin
eserindeki kahramanlar; Yunan ülkesi hükümdarı Salâmân ile onun erkek kardeşi
Absâl, karısı Bânu ve Bânu’nun kız kardeşinden ibarettir. Câmî’de Salâmân
erkek, Absâl ise kadındır. İkincisinde bunlar birbirlerine sevgi ve saygıyla
bağlı iki erkek kardeştirler. Câmî’de Salâmân, “selâmet” kökünden türetilmiş
Nüvîdîde ise bu isim “Süleyman”
gibi özel bir isim olarak mütalaâ edilmiştir.
Câmınin eserinde Salâmân
ile Absâl diğer bir ifadeyle sütanneyle süt evlat, birbirlerini sevip
âşık olurlar. Günlerce, aylarca birlikte olup zevk ve sefa sürerler. Ancak
padişahın durumu anlaması üzerine birlikte ülkeyi terk edip, kaçarlar. Sonunda
ümitleri tükenince intihar etmeğe karar verirler ve birlikte ateşe atlarlar.
Salâmân babasının himmetiyle kurtulur, Absâl ise yanıp kül olur. Nüvîdî’nin
eserindeyse, Salâmân’ın karısı kayın biraderi Absâl’a âşık olur ve onu elde
edebilmek için çeşitli hilelere başvurur fakat Absâl nefsine hakim olur ve ona
boyun eğmez. Bunu hazmedemeyen Bânu, Absâl’ı yok etmek için uğraşır ve sonunda
aşçı ve sofrabaşısının yardımıyla Absâl’ı zehirleterek öldürür. Sonradan bu
durumdan haberdar olan Salâmân da hanımı Bânu ve ona yardım edenleri aynı şekilde
zehirleyerek öldürür.
Her iki mesnevide de
olay bir Yunan hükümdarının toprakları üzerinde geçmektedir. Birinci mesneviye
daha önce değindiğimiz gibi Huneyn b. ishak’ın Yunancadan Arapçaya tercüme
ettiği metnin Nasireddin Tûsî tarafından Şerhü’l-îşârâfta naklettiği
özeti kaynaklık etmektedir. İkinci mesneviye ise İbn Sinâ'nın yazdığı Salâmân
ve Absâl hikâyesinin yine Tûsî tarafından mezkûr eserine aktardığı özeti
kaynaklık etmiştir. Burada dikkat çeken bir husus üzerinde durmakta fayda var:
Câmî mesnevide işlediği konunun kaynağını hiç belirtme- mekte hatta işaret bile
etmemektedir. Nüvîdî ise Câmınin aksine, İbn Sinâ'nın eserinin Şerhü’l-îşârât’taki
özetinden istifade ettiğini açık bir şekilde dile getirmektedir. Câmî, kendine örnek aldığı bu hikâyenin
esasına dair bilerek ya da unutma neticesi bazı değişiklikler yaptığı, yer yer
ona ilaveler yaptığı, hatta bazı kısımları çıkardığı halde, Nüvîdî kendine esas
aldığı İbn Sinâ'nın hikâyesine sadık kalmış, müellifin maksadına uygun tarzda
onu işlemiş ve tek bir değişiklikte bulunmuştur ki o da; yukarıda sözü edildiği
gibi Salâmân’ın hanımına Bânu adını vermektir.
Her iki mesnevi de
şekil ve muhteva bakımından farklıdır. Câmınin mesnevisi 1130 beyittir ve
konuya 278. beyitte girer. Nüvîdî
ninki ise 860 beyitten müteşekkildir ve mevzuya 182. beyitte başlar. Her iki mesnevinin de nazm ediliş sebepleri
farklıdır: Câmî, eserini Uzun Haşanın oğlu Yakub Beye takdim etmek için,
Nüvîdîyse Sultan Muhammed Sıdkı nin teşviki üzerine yazmıştır. Câmî eserini
yazarken ona 30 adet hikâye ilave etmesine karşılık, Nüvîdî 16 adet hikâye
eklemiştir.
Hikâyenin tevilinde
her iki müellif de Nasireddin Tûsıyi aynen takip etmişlerdir. Ancak Nüvîdî’nin
yaptığı ilaveler Camiye nazaran biraz daha fazladır. Sonuç olarak; her iki eser
hakkında söylediklerimizi şöylece özetleyebiliriz: Her iki eserde de yer yer
terkip, mısra, bazen de beyit, başlık ve konu benzerliklerine rastlamak
mümkündür. Eserlerin isimlerine ve benzerliklerine bakarak Nüvîdî’nin Salâmân
u Absâl'ı için İbn Sinâ’nın yazmış olduğu Salâmân u AbsâlA bir
nazire demek mümkünse de en az Câmî’nin Salâmân u Absâl'ı kadar orijinaldir.
Her iki şair de ortaya koydukları eserlerinde kendilerine has düşünce ve
duygularını ve bilhassa şahsiyetlerini ortaya koymasını bilmişlerdir. Ancak
her iki eserin de sonunda yer alan te’vîl bölümleri Câmî ve Nüvîdîden çok
Nasireddin Tusıye aittir. Câmî’nin eserinde hikâyenin en güzel yerini
Salâmân’ın Absâl’a âşık oluşu ve beraberce memleketlerinden kaçmaları
oluşturur. Nüvîdıninkinde ise, Bânu’nun Absâl’a aşkını ilan etmesi ve onun
kendine boyun eğmesini temin etmek için âşıkâne yalvarmaları ve Absâl’ın da
hem Bânu’ya boyun eğmemek hem de onu fazla kırmamak için çırpınışları
hikâyenin en güzel yerini oluşturur.
Türk Edebiyatında Salâmân u Absâl
Buraya kadar değişik
rivayederini ve hakkındaki farklı görüşleri ele aldığımız Salâmân u Absâl
mesnevisini Türk edebiyatında ilk ve tek ele alan şairimiz Bursalı Lâmi‘î
Çelebidir. Câmî’nin birçok eserini manzum tercüme ettiği için Câmî-i Rûm lakabı
ile tanınan Lâmiî Çelebi, Salâmân u Absâl isimli mesnevisini Câmî’nin aynı adlı
eserinden -ki bu mesnevinin yakın dönemde neşren tercümesi de yapılmıştır-
tercüme ederek dilimize
kazandırmıştır. Ancak bu esere tam bir tercüme denemez. Zira sade, açık bir
mana ve çok sayıda parlak tasvir parçalarıyla hususiyet taşıyan bu esere
Lâmi‘î Çelebi birtakım ilavelerde bulunmuştur. Bu sebeple Lâmi‘ınin Salâmân u Absâl'ı
için tam bir tercüme değil, telîf-tercüme bir eserdir demek kanaatimizce daha
doğru bir ifade olacaktır. Lâmi‘î Çelebinin Salâmân u Absâl mesnevisini hangi
tarihte yazdığına dair tezkirelerde maalesef hiç bir malûmat yoktur. Ancak, eserle ilgili bazı ipuçlarını
değerlendirerek tahmini bir tarihe ulaşmak mümkündür: Gibb “Osmanlı Şiir
Tarihi” isimli eserinde, Lâmi'ınin Salâmân u Absâl'ı gençlik devirlerinde
tercüme ederek Yavuz Sultan Selime takdim etmiş olduğunu yazar. Lâmi‘ınin
bizzat kendisinin 1526 yılında yazdığı “Şereful-İnsan” adlı eserinin mukaddimesinde yer alan eserlerinin
kronolojik sıralamasında Salâmân u Absâl; Şerh ü Pervaneden önce, Maktel-i İmam
Hüseynden sonra gelmektedir. Şerri ü Pervânenin yazılış tarihi 959/1522dir
der. Maktel-i İmam Hüseynin
yazılış tarihi ise belli değildir. Bu durumda Lâmiinin ölüm tarihi olan
938/1532 tarihinde 60 yaşlarında olduğu hatırlanırsa, Gibb’in de dediği gibi şairin bu
eserini gençlik dönemlerinde yazmış olması gerekir.