Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Salâmân ve Absâl…Lâmi‘î Çelebi 1

 


Hazırlayan: Erdoğan Uludağ

 

A. Salâmân u Absâl Hikâyesi’nin Menşei

Konusu aşk olan Salâmân u Absâl hikâyesinin aslı Yunan kaynaklıdır. Haricî ilimlerin İslâm dünyasına intikali sırasında yani Emeviler devrinin ilk yıllarından başlayıp Abbasiler iktida­rının ortalarına kadar devam eden yabancı kitapların, özellikle Yunanca kitapların Arapça ve Süryaniceye çevrildiği devirde  Hunayn b. ishâk  tarafından Yunancadan Arapçaya tercüme edilmiştir. Eserin Hunayn b. ishâk tarafından Arapçaya ter­cüme edildiğini Nasireddin Tûsî,  el-îşârât ve’t-tenbihât adlı eserinde; “Hunayn b. ishâk onu Yunancadan Arapçaya nakletti”  diyerek doğrulamaktadır. Tûsî, daha sonra şöyle devam eder: “Bu kıssa İbn Sina'nın sözünün taba uygun olmayan bir tarzda ona nisbet edilmesi için, düşünürlerin avam tabakasından bi­rinin icad ettiği bir kıssadır.”  Daha sonra da; “Bu hikâye, İbn Sinâ'nın zikrettiğine uygun değildir ve bu, onu vaz‘ edenin Şey­hin (İbn Sinâ) ondan maksadının ne olduğunu anlamak hu­susundaki idrâk eksikliğine delâlet eder”  şeklinde bir yorum yapar. Şârihin bu şekilde bir yorum yapması oldukça garip­tir. Zirâ, yukarda nakledilen bu iki ifadede, Hunayn b. ishâk’a nisbet edilen tercümenin İbn Sinadan sonra kaleme alındı­ğına ve Salâmân u Absâl hikâyesinin ilk olarak onun yani İbn Sinâ tarafından yazıldığına işaret vardır.  Ancak İbn Sinâ'nın bu hikâyeden söz ettiği ve onu özetlediği  biliniyorsa da ba­ğımsız bir eser olarak yeniden yazdığı kuşkuludur.

Bu tercümenin Yunanca aslı henüz bulunamamıştır. Adı geçen tercümeye ait bir nüshanın Britanya Müzesi, kitaplığı­nın yazma eserler kısmında 14540 a. 44de kayıtlı olduğunu Dr. Safâ’nın zikretmekte olduğunu belirten Nazif Şahinoğlu; mütercimin küçük boy 11 sayfadan ibaret olan bu tercüme­sinin Kıssa-ıSalâmân ve Absâl, Tercümat Hunayn b. İshâk el- 'ibâdî min el-lugat el-Yunânî adıyla 1908 yılında Kahirede neş- redildiğini, Tisa rasâ’il İbn Sinâ ve Kıssa-ı Salâmân ve Absâl isimli esere dayanarak söyler.  Mezkûr tercümenin bir di­ğer nüshası da Köprülü Kütüphanesindeki 868 sayılı mecmua içinde yer almaktadır.

Bu tercümede yer alan Salâmân, Absâl, Zühre’nin dışında kalan kahraman vs. bütün özel isimlerin (Hermanus, İklikolas, Hernus, Kalmikolas, Sarikon gibi) Yunanca birer isim ol­ması ve hikâyenin eski Yunan mitolojisine ait bazı unsurları ihtiva etmesi de Salâmân u Absâl hikâyesinin Yunan menşeli olduğuna işaret etmektedir. Meselâ; Salâmân ve Absâl intihar etmek için kendilerini suya attıkları vakit Kral Hermanus’un boğulmak üzere olan oğlu Salâmân’ın boğulmaması için su­yun ruhâniyetine emretmesiyle Yunan mitolojisindeki deniz tanrısı Okeanos a imâda bulunulmaktadır. Zira Okeanos de­niz tanrılarının en eskilerindendir ve sular üzerinde mutlak hâkimiyet sahibidir.  Ayrıca “Salâmân” ve “Absâl” kelime­lerinin “Sulâymân” ve “Abşâlûm’dan bozma Süryanice birer isim olduklarını, garp dünyasında şekil ve cinsiyet değişti­rerek hikâyeye sokulduklarını tasavvur etmek mümkün ol­duğu gibi, onların aslında Yunanca birer isim olduklarını ve Arapçalaştırmak için farklı yazıp değişik okumak suretiyle bu şekli aldıklarını da düşünmek mümkündür. Fakat durum ne olursa olsun neticede hikâyenin aslı, bütünüyle Arapların icâdı olmadığı gibi, Arap topraklarında da doğmuş değildir. Bu keli­melere Arapça sözlüklerde bu manâda yer verilmez. Hele elifin üstünü ile “Absâl” şeklinde bir kelimeye hiç rasdanmaz.

Nasireddin Tûsıye göre; “Salâmân” erkek isimlerinden biri olduğu gibi aynı zamanda bir çeşit ağaç ismi ve bir yer ismidir.  Şahinoğlu, yer ismi konusunda biraz daha teferruatlı bilgi ve­rerek; Azd ve Kuzâa’da bir vadi (Batn) ve Şaybân oğullarına ait bir su adı anlamı da ifade eder” diyor.  “Absâl”, yasak etme, haram kılma, şiddet, helâl, habs etmek manâlarına gelen “basl” kökünden türetilmiş olan “ibsâl’dir ve mahrum bırakma, teh­likeye sürükleme ve atma gibi manâlara gelir. Elifin üstünü ile “Absâl” şeklinde bir kelimeye lügatlerde rastlanmaz.

Nûreddîn Abdurrahmân Câmî, Salâmân u Absâl isimli eserinde Salâmân kelimesinin selâmet kökünden geldiği fikrindedir:



 

(Onu her ayıptan temiz ve arınmış buldukları için adını selâmet kelimesinden türettiler.)



 (Boyu bosu her çeşit afetten sâlim olduğundan gökten ona Salâmân adı indi.)

“Salâmân” kelimesinin “selâmet” kökünden gelmesi ge­rektiği fikrine sahip olması ve kelimeyi bu anlamda terennüm etmesi Câmî’nin şahsî bir özlemi olmalıdır. Zirâ böyle bir tü­retme tarzının Arapça gramer kaidelerine uygun düştüğünü iddia etmek oldukça güçtür.

1.    Batı Edebiyatında Salâmân u Absâl

Salâmân u Absâl hikâyesinin Yunan kaynaklı olduğunu ve bu hikâyeyi Huneyn bin İshâk’ınYunancadan Arapçaya ter­cüme ettiğini yukarıda zikretmiştik. Bu bilgiyi İbn Sinâ'nın “al-lşârât ve’t-Tenbihât” ya da “at-Tenbihât ve’l-lşârât” adlı eserini şerh eden Nasireddin Tûsîden öğreniyoruz. Aynı bil­giyi veren diğer kaynakların hepsinin dayanağı Tûsınin eseridir. Ancak Yunanca aslı bulunamayan bu hikâyeyi Arapça tercümesinden öğrenebiliyoruz. Muhtevâsından da anlaşı­lacağı gibi bu tercümenin aslı eski Yunanda meşhûr filo­zof “Eflâtundan önce vukû bulmuş olan veya o tarihlerde, belki de daha evvelki zamanlarda ortaya çıktığı tasavvur edilen remzî bir aşk olayını konu olarak ele alır.  Köprülü Kütüphanesindeki 868 sayılı mecmua içinde bulunan bu ter­cümenin Türkçesi şöyledir:

Tufandan önceki tarihlerde Hırakl Oğlu Hermanus el-Sofestikî adında bir kral vardı. Mısır, Yunan toprakları ve deniz kıyı­larına kadar bütün Rûm ülkesi bunun elinde idi. Mısır’daki Ehrm denilen büyük yapıları ve yüz binlerce yılın eskiteme­diği ve eskitemeyeceği tılsımları, büyüleri yapan da bu kraldı. Kendisi pek çok bilimi öğrenmiş, gökteki yıldızların yeryüzün- deki nesneler üzerindeki etkilerini bilen, nesnelerin güçlerinden ve tılsımlarından haberdar olan bir insandı. Arkadaşlarından Iklikolas el-ilahî adındaki bir kişi, bu kraldan bütün gizli bi­limleri öğrenmişti. Iklikolas, Sarikon denilen mağarada tam bir devir çilede kalmıştı. Sürekli oruç tutar, yalnız kırk günde bir, bir kez otlarla oruç bozardı. Bunun yaşı üç devreye ulaş­mıştı. Hermanus, Iklikolas aracılığıyla tüm yeryüzünü ken­disine bağlamıştı.

Hermanus’un dünyada tek bir derdi vardı. O da çocuğu olma­masıydı. Bundan dolayı Iklikolasa yakınır dururdu. Bu kra­lın çocuğunun olmama nedeni, kendisinin kadınlara ilgi duy­maması, onlarla birlikte bulunmaktan hoşlanmaması idi. Bu kral üç devir kadar yaşamış olmakla birlikte aklının çokluğun­dan ve hayatının değerini bilmediğinden hiçbir kadınla ilişki kurmamıştı. Ama kendisinin ülkesine ve bilgisine varis ola­cak bir çocuğa ihtiyacı vardı. Bunun için, yıldızların en uygun bir konumda bulundukları bir zamanda, yeryüzünde yapıla­cak bir tılsım üzerine güzel bir kadınla cinsel ilişkide bulun­ması ve bu yolla bir erkek çocuğa sahip olması gerekti. Kral, bunu bilmesine karşın, kadınları değersiz görmesi ve içyüzle­rinin bozukluğu nedeniyle, hiçbir kadınla ilişkide bulunmaya dayanamıyordu. Filozof Iklikolas, buna çözüm olmak üzere şöyle bir tedbir aldı:

Yıldızlara bakılarak uygun bir konum gözetilecek ve kralın si- permleri Yebruh el-Sanem içine konulacak, bu Yebruh el-Sanem, çocuk olması için, en uygun bir çevre içinde bu filozofun ça­bası ve düşünce gücüyle denetlenecek, yetiştirilecekti.

Bu uygulama sonunda tam ve olgun bir insan yavrusu doğdu. Şimdi bunu emzirecek bir kadına ihtiyaç vardı. On sekiz yaşla­rında güzel bir kız, çocuğun sütanası oldu. Çocuğa “Salâmân” adı konulmuştu. Bu genç ve güzel kızın adı daAbsâl’dı. Bu kız, çocuğu emziriyor; çocuk günden güne büyüyordu.

Kral Hermanus nefret ettiği kadınlarla ilişki kurmadan böyle bir çocuğa sahip olmaktan son derece memnun oldu. Iklikolasa bir ödül vermek istedi. Iklikolas, ateşin yakamaya- cağı, suyun yıkamayacağı bir yapı kurması konusunda ken­disine yardım etmesini istedi. Çünkü Iklikolas, Tufan olaca­ğını biliyordu. Bilimsel yasaları saklamak için böyle yanmaz ve yıkılmaz bir yapıya gereksinimi vardı. Bu yapının içindeki şeylere yalnız filozofların ulaşabilmeleri için kapıyı gizli yapa­cak ve yedi katlı olacak bu yapının her katının arası tam iki yüz kulaç yükseltilecekti. Çünkü kendisi de Tufan sırasında bu yapıya sığınacaktı.

Kral, biri Iklikolasa, biri de kendisine olmak üzere böyle iki yapının yapılmasını rica etti. Kral, kendisi için yapılacak ya­pıya hâzinelerini ve bilimlerin yasalarını koyacak, ölümünde de bu yapı kendisine mezar olacaktı. Filozof “Ehram’ların yer­lerini ölçtü, altlarına günlerce yol almayı gerektirecek uzun labirentler açtırdı. Gerekli araçlar hazırlandı ve her gün yedi bin işçi çalıştırılarak yapılar tamamlandı.

Emzirilme zamanı geçtikten sonra kral, Salâmân’ı sütanasın- dan ayırmak istedi. Ama çocuğu alıştığı sütanasından ayı­ramadılar. Ayırmak istedikleri zaman ağlıyor haykırıyordu. Kral, ergenlik çağına kadar çocuğun kızla birlikte kalma­sına izin verdi. Çocuk ergenlik çağma gelince, kıza olan sev­gisi arttı. Kızı seviyor bütün zamanlarını sevgilisi ile geçiri­yor, kralın hizmetinde bulunamıyordu. Bir gün kral oğluna şöyle bir konuşma yaptı:

“Sevgili oğlum! Benim dünyada senden başka oğlum yoktur. Biricik oğlum sensin. Şunu bilmelisin ki, kadınlar insanı avlar, kötülük çukuruna düşürürler. Onlarla düşüp kalkanlar esen­lik bulamazlar. Bunlardan birine gönlünü kaptırırsan, aklın çalışmaz, gözlerin görmez olur. Böyle bir harekette bulunmak, bence, akılsızlıktan başka bir şey değildir.

Oğulcağızım! Yol ikidir: Biri aşağıdan yukarıya çıkmak, di­ğeri de yukarıdan aşağıya düşmektir. Sana bu hususta bir misâl vereyim:

Kapımızda bulunanlardan birisi adaletle, hakla hareket et­mezse, yanımızda bir mevkiye sahip olabiliyor mu? Ama adaletle, hakla hareket ederse, her gün bize biraz daha yak­laşmış olmaz mı? İnsan da böyledir. İnsan adaletle hareket ederek bütün ışıklara baskın olan ışıklar evrenine yaklaşmak için, yardımcıları olan bedensel güçlerini akıl yolunda yürü­türse, bir süre sonra, o evrene ulaşma konusunda bir yol almış olur. Bu ilk yolu almış olmanın belirtisi, herhangi bir kimse­nin gözünde, aşağı evrendeki işleri eleştirecek ölçüde ışık or­taya çıkmasıdır.

Bundan sonra, yolun ortasına gelmiş ya da orta yola ulaş­mış olan kimse aşağı evrene durmadan gelen ışıkları görebi­lecek dereceye yükselmiş olur. En son ve en yüksek basamağa yükselmiş olan kimse, varlıkların gerçekliklerini görmüş, öğ­renmiş, bunların gerçekliklerine ermiş, adalet ve hak doğrul­tusunda bunlar üzerinde tasarruf yapma hakkını kazanmış olur. Sana şunu söylerim ki: Eğer sen, senin her sevdiğini ka­bul eden ve her istediğini yapan bir kadına sahip olmak is­tiyorsan, buna imkân yoktur. Eğer imân yoluna girmek ve güvenlik içinde bulunmak istiyorsan, bu Absâl /adresinden kendini kurtar, koru... Senin ona ihtiyacın yoktur. Onunla düşüp kalkmaktan sana yarar gelmez. Sen, bu evrenin giy­silerinden soyun; ben sana yüce evrenden bir kız alayım. O, seni sonsuz birlikteliğine ulaştırır; aynı zamanda, Tanrı da senden hoşnut olur..”

Salâmân, Absâl’ı şiddetle sevdiğinden, babası kralın bu öğüt­leri kulağına girmedi. Evine döndüğü zaman kralın dedikle­rini Absâl’a anlattı ve Absâl’ın ne düşündüğünü anlamak is­tedi. Absâl, Salâmâna şunları söyledi:

“Onun sözlerine kulak asma. O, bir düşten oluşan kimi asıl­sız vaatlerle senin zevklerini engellemek istiyor. Ben senin is­tediğin her şeye sahibim. Senin hoşuna gidecek her şey bende var. Bütün arzuların ve istediklerin bende mevcuttur. Eğer sende akıl ve tedbir gücü varsa, bu dediklerimi krala açıktan açığa söylemeli, bizim birbirimizden ayrılamayacağımızı bil­dirmelisin..’.’

Absâl’ın bu sözlerini duyan genç Salâmân, bunları babasının veziri olan “Elernus’a söyledi. Bu sözler kendisine bildirilen kral, bundan büyük bir üzüntü duydu ve oğlunu huzuruna çağırıp şu şekilde ikinci bir öğütte bulundu:

“Sevgili oğlum! Bir filozofun dediği gibi yalana inan olmaz ve açgözlü insan krallığa ulaşamaz’. Kadınlara uyan kimseyi de yıkımdan kurtarmanın bir yolu yoktur. Sen henüz gençsin... Çocuksun... Sana verdiğim öğütlerin yararları senin içindir. Bunlarda beni ilgilendiren bir şey yoktur.

Ben tam üç devre yakın yaş yaşadım ve yeryüzünün her ta­rafına sahip oldum. Yıldızların çoğunun konumlarını gözle­dim, bunların etkilerini ve sonuçlarını gördüm. Eğer benim ka­dınlara eğilimim olsaydı, onlarla uğraşmak benim elimdeydi. Ama onlarla uğraşmak insanı iyiliklerden alıkoyacağı için, o yana hiç yanaşmadım. Eğer sen, kendini kadınlardan bütü­nüyle çekemeyeceksen, hiç değilse, filozoflardan yararlanmak için bir zaman ayır..’.’

Çocuk bunu kabul etmiş ve geceleri ders almaya başlamıştı. Ama bu zamanlardan artan zamanlarını, Absâl ile birlikte, oyun ve eğlence ile geçiriyordu. Kral, oğlunu tümüyle kurtar­mak için, filozoflarla Absâl’ın öldürülmesi konusunu görüştü. Veziri Elernus, bu konuda şunu söyledi.

“Ey hükümdar! İnsanın yapamayacağı bir şeyi yıkmaya kal­kışması yakışıksız bir davranıştır. Çok iyi bilirsiniz ki, gök­ten inen oklara hiçbir şey siper olamaz. Mazlûmun hakkı zâlimden, mahkûmun hakkı hâkimden alınır. Şimdiye ka­dar, bütün ömründe yapmamış olduğun böyle bir işi yapacak olursan, saltanatının yıkılmasından, aynı zamanda melekler arasına girme imkânını kaçırmandan korkarım... Absâl’ı öl­dürme yoluna gitmeyip Salâmân’a öğüt vermeli ve ona Absâl’ı kendiliğinden bıraktırmaksın!’

Bu tartışmayı ve Elermanus’un dediklerini Salâmâna yetişti­renler oldu. Salâmân, yine Absâl’dan ne diyeceğini ve kralın elinden nasıl kurtulacaklarını sordu.

Mağrib denizinin arkasına kaçarak orada oturma kararını ver­diler ve firar ettiler. Kral bunların kaçtıklarını öğrendi. Kra­lın üzeri tılsımlı, altından iki flütü vardı. Bunların üzerindeki yedi delikten hangisini öttürürse, yedi iklimden birinde olan biteni öğrenir, orada istediğini yapardı. O iklimde bulunan­lar da kralın kendilerini öğrendiğini anlarlardı. Kral, herhangi bir iklimde bulunan kimselere bir ceza vermek isterse, flütteki deliklerden onlara ait olan deliğin üzerine biraz kül koyar ve bunu üfleyerek istediği kimseleri yakardı.

Kral bu flütü eline aldı. Flütü öttürüp Salâmân ve Absâl’ın bu­lundukları yeri gördü. Bunları, bu gurbet bucağında, kötü bir sıkıntı ve acı içinde buldu. Durumlarına acıdı. Gereken şeylerin verilmesini buyurdu ve ikisini de kendi durumlarına bıraktı. Kral oğlunun kendiliğinden doğru ve gerçek yola dönmesini bekliyordu. Bir süre bekledi. Çocukta bir uyanma göremeyince öfkelendi. Bildiği bilimler yardımıyla, bunların ikisinin de cin­sel duygularını iptal etti. Birbirlerini sevmelerine ve birbirle­rini istemelerine karşın birleşememeleri nedeniyle büyük bir acı çekmeye başladılar.

Salâmân, bu durumun, kralın kendilerine duyduğu büyük öf­kenin bir sonucu olduğunu anladı. Kalkıp, özür dilemek ve ba­ğışlanmalarını istemek üzere kralın kapısına geldi.

Kral, çok sevdiği oğlunun öne sürdüğü bağışlatın nedenleri kabul etti. Ama Absâl faciresini istemiyordu. Çünkü gönlüne egemen olduğu sürece Salâmân’ın tahta geçmesi mümkün ola­mazdı. Krallık, tam anlamıyla irade özgürlüğünü, düşünce bağımsızlığını gerektirirdi. Absâl onun yakasını bırakmadığı için, onun ayağını eline geçirmiş olduğu için, Salâmân’ın ya­kasını ve ayağını onun elinden kurtarıp tahta oturması müm­kün değildi. Bundan da şu çıkıyordu: Düşünce ayağına Absâl’a duyduğu sevgi eli yapışmışken, Salâmân’ın gönül merdiveni ile gök katma çıkması imkânsızdı.

Kral, Absâl’ın Salâmânın ayağından yakalanmasını ve Salâmânın bundan kendini kurtarmaya çalışmasını buyurdu. Bunlar tam bir gün bu durumda kaldılar. Salâmân kendini Absâl’ın elin­den kurtaramadı. Bu günün gecesinde, bu durumlarına son verdi. Bunlar, el ele tutuşarak kendilerini denize attılar.

Kral, düşünce gücüyle bunları izliyordu. Suyun manevi gü­cüne, Salâmân’ın korunmasını buyurdu. Yanındaki adamlar­dan kimilerini de su tarafından korunan Salâmân’ın sâlimen sudan çıkarılmasıyla görevlendirdi. Absâl ise suda boğuldu. Salâmân, Absâl’ın boğulmuş olduğunu duyunca, üzüntüsün­den ölüm derecesine geldi. Absâl’ı sonsuza değin yitirmiş ol­masından deliye döndü. Kral, biricik oğlunun kurtarılması ko­nusunda Kalmikolas adlı vezirinden yardım istedi. Bu vezir, genci kurtarmayı üzerine aldı. Onayanına çağırdı. Absâl’a ka­vuşmak isteyip istemediğini sordu: Salâmân, hayatta Absâl’la birleşmekten başka bir amacı olmadığını söyledi.

Kalmikolas, Salâmâna amacına ulaşma yolunu şöyle anlattı: “Seninle Sarikon mağarasına gideceğiz. Sen ve ben, orada kırk gün dua edeceğiz. Bu şekilde Absâl’a kavuşacaksın” Salâmân, Kalmikolas ile Sarikon mağarasına gitti. Kalmikolas burada Salâmâna üç tavsiyede bulundu:

1-              “Burada benden hiçbir durumunu saklamayacaksın. Her ne görürsen, bana söyleyeceksin. Çünkü hastalık hekime iyi anlatılmazsa, tedavi zorlaşır.

2-               Tamı tamına Absâl gibi giyineceksin. Aynı zamanda, ben ne yaparsam, sen de onu yapacaksın. Yalnız ben, kırk gü­nün tümünde hiç bozmadan oruçlu bulunacağım; sen ise yedi günden yedi güne oruç bozacaksın.

3-               Bütün hayatının sonuna kadar Absâl’dan başka bir kim­seyi sevmeyeceksin; başka bir kimseye âşık olmayacaksın. Onun aşkından başına neler geldiğini gördün..”

Salâmân bu tavsiyeleri kabul etti. Kırkıncı gün oldu. Bu son günde bütün güzellerin ve güzelliklerin üstünde bir güzellikle Zühre kendisini gösterdi. Salâmân Absâl’ı unuttu. Çok bü­yük ve şiddetli bir sevgiyle Zühre’yi sevdi. Kalmikolas’a artık Absâl’ı istemediğini, çektiklerini düşünerek ondan nefret ettiğini, yalnız Zühre’yi sevdiğini ve bundan sonra yalnız Zühre’yi se­veceğini söyledi.

Kalmikolas, Salâmâna hayatının sonuna kadar Absâl’dan başka kimseyi sevmeyeceğine ilişkin söz vermiş olduğunu hatırlattı; bu kadar sıkıntı çekerek dualarının kabul edileceği güne ulaş­mış, kendisinin Absâl’la birleşeceği gün gelmişken, böyle şart ve tavsiyelere aykırı davranmamasını söyledi.

Salâmân, Kalmikolasa yalvararak kendisini Zühre’ye kavuş­turmasını istedi. Kalmikolas, genci Zührehin ruhi gücüne bo­yun eğdirdi. Salâmân her istediği zaman Zühre ile buluşuyor ve isteklerine kavuşuyordu. Bu durum bir zaman devam etti. Bir süre sonra Zühre’ye olan sevgisi azaldı, yavaş yavaş gön­lünde ona duyduğu şiddetli tutku yok oldu. Aklı yerine geldi; kendisini bilgelik ve krallık mevkiinden aşağı indiren, oyun ve eğlence çukurunda bırakan aşkın çekiminden kurtuldu; göz­lerindeki perde sıyrıldı.

Salâmân’ın babası kral, veziri Kalmikolas’ı oğlunu ıslaha mu­vaffak olmasından dolayı tebrik etti ve kendisine çok teşekkür etti. Salâmân tahtına oturmuş ve hikmet tahsil eylemiş ve dev­let sahibi olmuştu. Krallığı sırasında, pek çok görülmemiş, şa­şırtıcı olaya tanık oldu.

Salâmân başından geçen bu hikâyeyi yedi altın levhaya yaz­dırdı. Yedi altın levhaya da yedi yıldıza ait duaları yazdırdı ve babasının ehramındaki mezarının başına koydurdu.

Eflâtun bilgisi, bilgeliği yardımıyla bu ehramdaki bilim ya­salarını öğrenmişti. Ama zamanın kralları, kendisine bun­ları açma izni vermediler. O da bunları açmayı, öğrencisi Aristo’ya öğütledi.

İskender, Aristo’dan biraz bilgelik dersi almıştı. Mağribe doğru giderken, Aristo da kendisiyle yola çıktı. Hep birlikte ehramın önüne geldiler. Aristo, hocası Eflatunun kendisine öğrettiği yolla ehramın kapısını buldu; buradaki şeylerden yalnız altın levhaları aldı. Böylece burada yazılı olan Salâmân ve Absâl hikâyesini gün ışığına çıkardı. Ehramın kapısını yeniden ka­pattı. Bu altın levhaların sonunda Salâmân’ın dilinden şu cümleler yazılıydı:

“Bilgiyi ve krallığı, yetkin ve tam olan yücelerden iste... Eksik­liler yalnız eksiklileri verebilirler. “

Yunan kaynaklı bu hikâyeyi Nasireddin Tûsî de Şerhul- İşârâfyı özetlemiştir.  Bu hikâyeyi Le Baron Carra de Veaux da Avicenne adlı eserinde Nasireddin Tûsıden nakletmiştir. Yal­nız birkaç fark vardır: Çocuk sahibi olmak isteyen fakat kadın­lardan uzak duran kralın çocuk sahibi olması için Filozof krala bir “adam otu” verir ve 9 ay sonra bu ottan bir çocuk meydana gelir.  Ancak Carra de Veaux’un verdiği bu özet Tûsıninkine uymamaktadır. Zira Tûsıdeki özet Huneyn b. İshâk’ın tercü­mesinin kısaltılmışıdır ve “adam otu” diye bir bahis yoktur.

2.    Doğu Edebiyatında Salâmân u Absâl:

Kaynağı Yunan kültürüne dayanan Salâmân u Absâl hikâyesinin bu rivâyetini yukarıda zikretmiştik. Hikâyenin bu varyantını Huneyn b. İshâk’ın Yunancadan Arapçaya tercüme etmesinden sonra hikâyenin doğu edebiyatında da muhtelif şekillerde rivâyet edildiğini görmekteyiz.

Bu rivâyetlerden bazılarını bir araya toplayıp ilim dün­yasına armağan eden ilk kişinin Nasireddin Tûsî olduğu bilinmektedir. Tûsî, İbn Sinâ'nın el-İşârât vet-Tenbihât isimli eserini şerh ederken “Salâmân ve AbsâTla ilgili cümleleri açık­lamak ve bu cümlelerde adı geçen düşünürün halledilmesini istediği remiz veya remizlerin neden ibaret bulunduğunu daha iyi anlamak ve anlatmak için bizzat “İbn Sinâ” tarafından ka­leme alındığına kanaat getirdiği “Salâmân u Absâl” hikâyesini araştırmıştır.

İbn Sinâ el-lşârât vet-Tenbihât isimli eserinin son kıs­mında yer alan “Makâmâtu 1-arifin” bölümünde şunları söy­ler: “Salâmân u Absâl hikâyesinden sana bahsedildiğinde ve duyduğun zaman bil ki Salâmân senin için bir örnektir. Absâl da senin irfânda derecen için bir örnektir. Eğer irfân sahibiysen ve gücün yeterse bu sırrı çözersin.”

İbn Sinâ'nın İşârât isimli eserinde belirtilen sır (remz) üze­rine işaret ettiği şeyler Fahreddîn-i Cüzcanıyi hayretlere sal­mış ve hikâyenin şerhinden aciz bırakmıştır. Kitabın sonunda bir sonuca varmak için şöyle der:

“Salâmân ve Absâl aklî işlerden sayılmaz. Onun için bu sırrı aklî kuvvetlerle halletmek mümkün değildir. Aynı zamanda meşhûr bir vâkıa da sayılmaz. Buna göre şeyhin (İbn Sinâ) ne söylediği de ondan istinbat olunmaz. Belki bunlar iki lâfızdır ki Şeyh onları yapmış ve bizden o problemi çözmemizi em­retmiştir. Bir şahsın siyah ve beyaz sözlerini gök ve yer olarak ifade etmesine ve ondan sonra bu meseleyi bir başkasının çöz­mesini emretmesine benzer. Bu tür muamma ve gizli mesele­lerin çözülmesigayba bağlıdır’.’

Fahreddîn-i Cüzcanî daha sonra şöyle devam eder:

“Bizce Salâmân belki Âdem aleyhisselâm olarak, Absâl da ‘Cennet’ olarak alınmıştır. Âdem’den kastedilen; nefi-i nâtıka’, ve Cennet’ten maksat ise ona varma saadetidir. Nitekim Âdem -aleyhisselâm- buğdayı yedikten sonra cennetten kovulur. Nefi-i nâtıka da şehevânî ve hayvanlara ait sıfatlara yönelmekten do­layı akıl derecelerinin düşmesine sebep oldu.”

Nasireddin Tûsî bu konuda, Salâmân ve Absâl kelimele­rinin manaları üzerinde durduktan sonra şöyle der:

“Şüphesiz Şeyh’in (İbn Sinâ) orada sözünü ettikleri anlaşılmaz tipler olmayıp ondan doğru kanaate varmak da mümkündür. Salâmân u Absâl pek meşhur hikâyelerden biri de değildir. Ak­sine o ikisi Şeyh’in bazı şeylerden dolayı söylediği iki sözdür. Burada Salâmân’la Âdem aleyhisselâm’ın, Absâl’la da cenne­tin kastedildiğini biliyorum. Sanki O (Şeyh) şöyle demek iste­mişti: Âdemden maksat nefi-i nâtıkadır, cennetten maksat da senin mutluluk derecelerindir. Cennet meyvasını yemesinden dolayı Âdem’in cennetten çıkarılışı ve şehvete yönelmesi vesi­lesiyle senin o derecelerden aşağıya düşmendir.

Şeyhin sözü bu iki ismin zikredildiği hikâyenin varlığına, hikâyenin anlatılış tarzının isteyenin isteğine ancak kademe kademe ulaşabileceği hususunu kapsadığına işaret etmekte­dir. Bu kavuşma belli bir kemâle eriştikten sonra olur. Bu du­rumda Salâmân’ı tâlib olana, Absâl’ı da matlûba tatbik etmek mümkündür. Salâmân ile Absâl arasında geçen hadiseyi de Şeyh’in emrettiği remze uyarlamak mümkündür. Bu hikâye Arap hikâyelerinden birisi de olabilir. Bu iki lâfız Arap darb-ı meselleri ve hikâyelerinde geçmektedir.”

Tûsî Şerhul-İşârâfta. bu açıklamaları yaptıktan sonra elde ettiği rivâyetleri tarih sırasına göre anlatmıştır.    Salâmân u Absâl ile ilgili Nasireddin Tûsînin zikrettiği rivâyetleri ve di­ğerlerini şimdi sırasıyla özetleyelim:

Salâmân u Absâl Hikâyesinin Rivâyetleri:

Birinci Rivâyet:

Salâmân u Absâl hikâyesi üzerine derin araştırmalar ya­pan Tûsî; İbnü’l-Arabi' nmin “an-Nevâdirfi’l-Âdâb” adlı eserinde Salâmân u Absâl hikâyesini derc ettiğini fakat okuma fırsatını bulamadığını zikrederek olayı şu şekilde anlatır:

“Horasanda bulunduğum bir sırada fazilet sahibi Horasan erenlerinden birinin şu şekilde anlattığını dinledim:

İbnü’l-Arabî, Nevâdir isimli kitabında bir hikâye yazmış ve o kitapta anlattığına göre, bir kavmin eline esir düşen iki adam varmış. Esir düşenlerden birisi “Salâmân” isminde ve yaptığı iyi­liklerle ve hayrıyla meşhurmuş. Cürhum kabilesinden olan diğer adamın adı ise “Absâl’mış ve bu zât kötülüğüyle meşhurmuş. İyi­lik ve doğrulukla şöhret sahibi olmasından dolayı “Salâmân”fidye karşılığında esaretten kurtarılmış; Cürhum’lu olan “Absâl” ise kö­tülüğüyle tanındığı için ölünceye kadar esarette kalmış ve bu se­bepten helâk olup gitmiş. Bu olay üzerine, Araplar arasında her ikisi hakkında da “Salâmân’ın kurtuluşu ve arkadaşı “Absâl’in helâk oluşunun anlatıldığı bir darb-ı mesel oluşmuş.

Dinlediği hikâyeyi bu şekilde nakleden Tûsî sözlerine şöyle devam eder:

“Fakat ben bu meseli pek hatırlamıyorum. Nevâdir isimli ki­taptan da bu hikâyeyi okuyup inceleme fırsatını da bulama­dım. Ancak o hikâye, duyduğum şekliyle Işârât’taki taleb edi­len şeye uygun değildir. Fakat bu hikâye, Salâmân ve Absâl lâfızlarının Arapların nâdir hikâyelerinde İbn Sinâ’dan önce mevcut olduğuna işaret eder. Eğer bu hikâye anlattığım gi­biyse, burada söz konusu olan Salâmân u Absâl, İbn Sinâ’nın ortaya koyduğu Salâmân u Absâl değildir. Şeyh (İbn Sinâfin dışındaki birisinin ortaya attığı lâfızlardır’.’23

Nasireddin Tûsıye göre, gerçekte İbn Sinâ, Salâmân u Absâl adlı eserini yazarken bu hikâyeyi esas almamıştır. Zaten hikâyenin muhtevasına baktığımızda İbn Sinâ’nın hikâyesiyle benzerliği yoktur.

İkinci Rivayet:

Birinci rivayeti nakleden Nasireddin Tûsî, anlatmaya de­vam eder: “Bu meselenin üzerinden -hikâyenin yazılışının üs­tünden- 20 sene geçtikten sonra bana Salâmân u Absâl’a nisbet edilen iki hikâye daha geldi” dedikten sonra bunlardan ilkini nakleder.  Bu hikâye daha önce zikrettiğimiz ve Hunayn bin İshâk’ın Yunancadan Arapçaya tercüme ettiği Salâmân u Absâl hikâyesiyle aynıdır. Bu sebeple rivâyeti burada tekrar etmiyo­ruz. (Bkz. Batı Edebiyatında Salâmân u Absâl.)

Nasireddin Tûsî hikâyeyi özetledikten ve “Onu, Hunayn b. İshâk Yunancadan Arapçaya nakletti”  dedikten sonra; “bu kıssa İbn Sinâ’nın sözünün taba uygun olmayan bir tarzda ona nisbet edilmesi için, düşünürlerden avam tabakasından birinin icad ettiği bir kıssadır” şeklinde bir yorum getirir ve baştan sona hikâyenin tevilini yapar. Buradaki Salâmânla ilgili hu­susların İbn Sinâ'nın el-İşârâf ında vasfını çok kısa olarak be­lirttiği Salâmânınkine uyduğunu, fakat Absâl’la ilgili hususla­rın ise, onun Absâl’ına ters düştüğünü zirâ Şeyh onunla ârifin irfandaki derecelerini kastettiğini açık bir şekilde ifade eder ve bu hikâyenin İbn Sinâ'nın yazdığı hikâye olmadığına dik­kati çeker.

Salâmân u Absâl hikâyesinin bu rivayetini Abdülkerim b. Hüseynu 1-Amasyavî de yazdığı küçük risâlede  zikreder. Hikâyeyi özetledikten sonra o da Tûsî gibi tevilini yapar. Bu iki tevile göre hikâyede anlatılmak istenenler şöyledir.

Hikâyedeki Kral lisân-ı şerde Cibril aleyhisselâm, âlimler lisânında akl-ı âşir (onuncu akıl) ve akl-ı fa‘âl (etkin akıl)dır.

Filozof (hakîm)dan kastedilen feyz-i ilahi (akl-ı faale yu­karıdan gelen feyz)dir.

Salâmân’dan kasıt ise nefs-i nâtıka (düşünen ruh)dır. Zirâ feyz-i ilahi, nefs-i nâtıkanın cismanîyattan ilgisini kese­rek feyzlendirmiştir.

Absâl; hayvânî bedensel güçtür. (Nefs-i nâtıkanın özel kullanım aracı olan bedensel ve hayvânsal güç.)

Salâmân’ın Absâl’a olan aşkı; nefsin bedensel zevklere karşı eğilimidir.

Hayvansal güçleri simgeleyen Absâl’a kötülüklerin yük­lenmesi; herhangi bir nefs-i nâtıkadan ayrıldıktan sonra, bu gücün maddesine başka bir nefs-i nâtıkanın ilişmesi nedeniyle, çeşitli erkeklerle ilişki kuran kadınlara benzemesi yönüyledir.

Salâmân’ın, Absâl ile Batı denizi’nin öte yakasına kaç­maları; gerçekten uzak, geçici şeylerle uğraşmadır. O ikisinin beraber geçirmiş oldukları süre içerisindeki ihmalkârlıkları işte bu yüzdendir.

Salâmân ile Absâl Batı denizi’nin ardına kaçtıktan sonra kral tarafından bir süre kendi hallerine bırakılmaları ve birbirlerini istedikleri halde birleşememeleri; yaşlandık­tan sonra beden güçlerinin zayıflamasına karşın nefsin eği­limlerinin sürmesidir.

Salâmân’ın hatasım anlayıp, babasından özür dilemek ve bağışlanmalarını istemesi; temelsiz ve geçici işlerle uğraş­maktan pişmânlık duymak ve bunlardan uzaklaşarak kemâle ermeğe yönelmektir.

Salâmân ve Absâl’m elele tutuşarak kendilerini denize atmaları neticesi Salâmân’ın kurtulup, Absâl’m boğulması; ölümden sonra rûhun sürmesi ve bedenin yok olmasıdır.

Zühre; güzellik, aşk ve şehvet tanrıçasıdır.

Salâmân’ın Absâl’ı unutup, çok büyük ve şiddetli bir sevgiyle Zühre’yi sevmesi; aklî olgunluklarla sevinç ve hu­zur duymasıdır.

Salâmân’ın kralın tahtına oturup bilgeliği elde edip dev­let sahibi olması; hakikî kemâle ulaşmış olmaktır.

Üçüncü Rivayet:

Salâmân u Absâl’la ilgili üçüncü rivayet İbn Sinâ tarafın­dan yazılan hikâyedir.  Salâmân u Absâl hikâyesinin İbn Sinâ tarafından bağımsız bir eser olarak yazıldığı kesindir. Çünkü İbn Sinâ'nın meşhur talebesi Ebu ‘Ubeyd el Cüzcânî  hocası İbn Sinâ'nın hal tercümesi ile ilgili eserlerinin fihristini ver­mek amacıyla yazdığı risâlesinde onun Salâmân ve Absâl is­minde bir eserinin olduğunu kaydetmiştir.  Bunların dışında İbn Sinâ kendi yazdığı te liflerinde Salâmân u Absâl ismiyle bir eser yazdığını söyler.    Nasireddin Tûsî ise; işârât Şerhini yaz­dıktan 20 sene sonra bu rivayeti elde ettiğini söyler ve: “İşte bu İbn Sina’ya nisbet edilen hikâyedir ve sanki o, İbn Sinâ'nın işa­ret ettiği ve Ebû ‘Ubayd el-Cüzcânınin Fihrist Tasanif eş-Şeyh” adlı eserinde zikrini ettiği Salâmân ve Absâl kıssasının ta ken­disidir” diyerek; “Bu yorum Şeyh(İbn Sinâ)’in anlattığına uy­gundur. O (İbn Sinâ) “Kazâ ve Kader Risâlesİ’nde Salâmân ve Absâl kıssasına temas ederek, onda siyah buluttan çakan ve Absâl’a kendisinden uzaklaşması için Salâmân’ın karısının yü­zünü gösteren parlak şimşek olayını zikretti”'"’' der. Daha sonra özetlediği ikinci rivâyetin İbn Sinâya ait olduğunu beyân ederek bunu şu ibâre ile açıklar: “Kitabın uzamaması için bu hikâyeyi Şeyh’in ifadesiyle zikretmedim^  Bunların dışında Nazif Şahi­noğlu, Rus müşteşriki E. Berthels in, yukarıda değinilen Özbe­kistan Şarkiyat Enstitüsünde yer alan muhtasar nüshanın, İbn Sinâ’ya ait olduğunu senelerce önce ilim dünyasına duyurdu­ğunu söylemektedir.  Ayrıca Abdülkerim b. Elüseyn de yaz­dığı risâlede bu konuda şöyle der: “Bu kıssa-i saniyeyi İbn Sinâ bazı kütübünde zikr eyledi?

îşte İbn Sinâ'nın yazdığı ve Nasireddin Tûsınin Şerhü’l- İşârâf-d, Abdülkerim b. Elüseyriin de Kıssa-ı Salâmân ve Absâl isimli risâlesinde özetledikleri ve yazarın isteğine uygun ola­rak tevil ettikleri bu rivayet kısaca şöyledir:

 

Eski zamanlarda iki kardeş vardı. Bu kardeşlerden yaşça kü­çük olanın ismi Absâl’dı. O, ağabeyinin eli altında terbiye görüp yetişmişti. Çok yakışıklı, akıllı, terbiyeli bilgin, namuslu ve ce­surdu. Diğer kardeş ise taç ve taht sahibi ağabey Salâmân idi. Küçük kardeş Absâl, rüştüne varınca, ağabeyi Salâmân’ın ka­rısı ona âşık olur. Kadın, kocası Salâmâna kendi çocuklarının eğitim ve öğretimlerini yürütmesi için Absâl’ı eve getirmesini söyler. Salâmân, kardeşine durumu bildirir ve eve gelip çocuk­lara ders vermesini ister. Bu davet üzerine Absâl; kadınlarla aynı çatı altında olmak istemediğini ifade eder. Bunu duyan Salâmân: “Benim karım senin annen yerindedir” der ve ısrar eder. Absâl bu sözler üzerine ister istemez ağabeyinin evine gitmek zorunda kalır. Eve gidince yengesi ona iltifat gösterip, ikramda bulunur ve bir müddet sonra yalnız kaldıkları bir zamanda Absâl’a karşı duyduğu aşkı itiraf eder. Ancak Absâl bunu reddeder ve ona yüz vermez. Kadın Absâl’ın kendi arzu­larına boyun eğmeyeceğine kanaat getirince, hile yoluna baş­vurur ve kocası Salâmâna: “Kardeşin Absâl’ı benim kız kar­deşim ile evlendir ve onları ev bark et” der. Bir taraftan kız kardeşine: “Ben seni Absâl’la o sadece senin olsun diye evlen­dirmiyorum, senin kadar benim de onda payım olacak” der­ken, diğer taraftan da Absâl’a: “Kız kardeşim çok utangaç bir bakiredir; sakın onun yanma gündüz girme ve sana ısınıp alı- şıncaya kadar onunla konuşma” diyerek zifaf gecesi kız karde­şinin yatağına kardeşi yerine kendisi girer. Absâl da yatağa gi­rince, yengesi kendine hâkim alamayıp göğsünü onun göğsüne koymakta acele eder. Bu davranış karşısında Absâl şüpheye düşer ve kendi kendine: “Soylu bakire kızlar böyle yapmasa gerek!” diye düşünür. Bunlar olup biterken gökyüzü siyah bir bulutla kaplıydı. İşte tam bu sırada gökyüzünde bir şimşek çaktı. Absâl bu şimşeğin ışığında yanında yatan kadının yü­zünü görür görmez, onu öteye itti ve derhal odadan dışarı çı­karak yengesinden uzaklaşmaya karar verdi. Absâl, ağabeyi Salâmâria: “Sana bir takım ülkeler fethetmek istiyorum. Bil­diğin gibi ben buna kâdirim” dedi ve bir ordu alarak çeşitli milletlerle savaştı. Karada, denizde; doğuda ve batıda birçok ülkeleri ağabeyi Salâmân için ondan minnet beklemeksizin feth etti, yeryüzüne hâkim olan ilk iki boynuz yani iki ufuk sahibi (Zul-karneyn) oldu.

Memleketine geri döndüğü zaman yengesinin kendisini unut­tuğunu zannetti. Halbuki kadının arzuları daha da kuvvetlen­mişti, boynuna sarılıp, kendisiyle birleşmesini istedi. Absâl bu teklifi kabul etmedi ve onu yanından uzaklaştırdı. Bu sırada onlar için beklenmedik bir düşman ortaya çıktı. Salâmân, kar­deşi Absâl’ı orduya başkumandan yaptı ve o düşmanın üze­rine gönderdi. Kadın, Absâl’ın kendisiyle olamayacağına ka­naat getirdiği için savaş alanında onu yalnız bırakmaları için birlik komutanlarına mal ve para dağıttı. Gerçekten de ku­mandanlar bunu yaptı ve düşman askerleri savaşta Absâl’a karşı üstünlük sağladılar ve onu ağır bir şekilde yaralayarak yere yıktılar. Absâl’ı öldü zannederek kanlar içerisinde savaş meydanında bırakarak kaçtılar. Böyle kanlar içinde yerde yatan Absâl’a vahşi bir hayvan acıdı ve süt dolu memesinin ucunu ağzına koyarak onu emzirdi. Absâl bu şekilde hayva­nın verdiği sütle günden güne beslendi ve iyileşti. Ayağa kal­kar kalmaz ağabeyine gitmek üzere yola koyuldu. Memleke­tine gelince düşmanların ağabeyini her taraftan kuşattığını ve kendilerine boyun eğip teslim olmaya mecbur ettiklerini gördü. Ağabey Salâmân ise bu esnada bile kardeşi Absâl’ı kaybetmiş olmanın üzüntü ve sıkıntısı içerisindeydi. Absâl ağabeyini bu zor durum içerisinde görünce derhal etrafına asker ve silâh topladı. Tekrar düşmanlara saldırdı. Onları bozguna uğrattı. Düşmanların büyük bir kısmını esir etti ve ülkeyi ağabeyi için yeni baştan tanzim etti.

Aradan fazla bir süre geçmeden Absâl’ın yengesi, bu defa sa­rayın aşçısı ve sofra başısı ile anlaştı. Bunlara da pek çok mal ve para vererek Absâl’a zehir içirterek onu öldürmelerini sağ­ladı. Absâl, gerçekten çok doğru, soy sop sahibi, ilim ve amel bakımından değerli bir insandı. Ağabeyi onun ölümünden çok demlenip, kederlendi. Tahtından ayrılarak padişahlığı yakın dostlarından birine teslim etti ve gece gündüz Allah’a yalvardı. Allah ona necat verdi ve tüm olup bitenlerin içyüzünü ilham eyledi. Gerçeği öğrenen Salâmân karısına, aşçıya ve sofrabaşı- sına kardeşine içirdikleri zehirden içirerek hepsini öldürdü.

Mezkûr yazarlar işte kıssanın muhtevası budur dedikten sonra teviline geçerler:

Salâmân; nefs-i nâtıkayı yani insan rûhunu, bazen de aklı temsil eder.

Absâl; kendisinden istifade edilecek bir akıl (akl-ı müste- fat) durumuna gelinceye kadar yükselebilecek nazarî bir aklı temsil eder ki, bu onun yani kemâle yükselmek isteyen nefs-i nâtıka (insan ruhu)nın irfândaki yani Allah’ı bilmedeki de­recesidir.

Salâmân’ın karısı; fâni işlerini elde etmek hususunda kendisine tâbi olmaları için, diğer kuvvederi emri alüna aldığı gibi, şehvet ve gazap kuvvetlerini de hükmü altına alıp, onlara emreden bedenî kuvvet yani nefs-i emmâredir.

Absâl’ın yengesinin isteklerine uymaması; aklın kendi âlemine çekilmesidir.

Kadının emri altına aldığı kız kardeşi; nazarî akla tâbi ve itaatkâr akıl diye adlandırılan amelî kuvvettir ki bu nefs-i mutma’innenin ta kendisidir.

Kadının kendisini kız kardeşinin yerine koyup yatağına girmesi; emreden nefsin (nefs-i emmâre) kirli emellerine nâil olması ve bu emellerini gerçekten yararlı işlermiş gibi gösterip iyilerle birleştirmesidir.

Karanlık buluttan çakan şimşek; adi ve bayağı işlerle meş­gul olanlara Allah tarafından bazen gösterilen bir nur, İlahî bir koruyucudur. Bu nur Allah’ın cezbelerinden bir cezbe yani onu uzaktan çekişlerden bir çekiştir.

Absâl’ın kadım yanından uzaklaştırması; aklın arzu ve isteklerden yüz çevirmesidir.

Absâl’ın ağabeyi için ülkeler feth etmesi; nefsin nazarî kuv­vet vasıtasıyla akıllar ve misâl âlemlerine (Cebarût ve Melekût) muttali* olması ve İlahî âleme yani isimler ve sıfatlar âlemine yükselmesidir. Amelî gücü sebebiyle de, bedenine ait işlerde, şehirler ve menzillerin işlerini yoluna koymada iyi tedbir al­maya kadir olmasıdır. Bundan dolayı İbn Sinâ onu ilk iki boy­nuz (iki ufuk sahibi) diye isimlendirdi. Çünkü bu iki ufükta hüküm süren kimsenin lâkabıdır.

Askerlerin savaş alanında onu terk etmesi; nefsin ulvî âlemdeki melekler zümresine yükseldiği anda hissî, hayalî, ve vehmî kuvvetlerin ondan kopup uzaklaşması, kendilerine ilti­fat etmediği için zikredilen bu güçlerin zayıflamasıdır.

Absâl’ın savaş meydanında yaralıyken vahşi bir hayvanın sütüyle beslenmesi; bu köhne dünyadan ayrıldığından ötürü kendisine bir üst âlemden kemâlin akıtıhnasıdır.

Kardeşi Absâl’m savaşta öldüğünü zannederek Salâmân’ın düzeninin bozulması ve acı çekerek üzülmesi; elinin altındaki önemsiz şeylerle meşguliyet sebebiyle rûhun tedbirini ihmal etmesi esnasında nefs (ruh)in ıztırap çekmesidir.

Absâl’m iyileşip savaş alanından ağabeyinin yanma dön­mesi; rûhun bedeni tedbir ve düzene sokması hususunda iyi işlerini düzene sokmasına aklın yönelip iltifat etmesidir.

Aşçı; intikam alma anında alevlenen gazap kuvvetidir.

Sofra başısı; bedenin muhtaç bulunduğu şeyi celbeden ve câzip hale getiren şehvet kuvvetidir.

Aşçı ve sofra başısının Absâl’ı zehirlemeyi kabul etme­leri; zayıflık ve âcizlik sebebi ile ihtiyacı çoğaldığı için emre­den nefsi yani nefs-i emmâreyi kullanmak suretiyle son ne­feste aklın mağlup olacağına işarettir.

Salâmân’ın Allah tarafından verilen ilhamla gerçeği öğ­renip, karısı, aşçı ve sofra başısım zehirleyerek öldürmesi; işin sonunda nefsin bedenî kuvvetleri kullanmayı terk etme­sidir. Gazap ve şehvet heyecanının yok olması, düşmanlıkla­rının sönmesi ve fonksiyonlarının silinmesidir.

Salâmân’ın mülkünü terk edip onu yakın bir dostuna emanet etmesi; nefsin beden üzerindeki tasarrufunun (tedbîr) kesintiye uğraması ve bedenin başkasının tasarrufu altına gir­mesidir.

Dördüncü Rivayet:

Doğuda felsefî ve simgesel hikâye yazma geleneğinin te­meli olan Salâmân ve Absâl’dan esinlenen ve bu tarzda hikâye yazan, bundan eserlerinde söz eden ilk kişi İbn Sinâ olmuştur.  Salâmân u Absâl’la ilgili olarak yazılan dördüncü hikâye İbn Tufeyl  tarafından anlatılan Hay bin Yakzan hikâyesidir. Bu­güne kadar üç ayrı kişi tarafından yazılmıştır. Bunlardan en es­kisi İbn Sinâ'nın yazdığı Hay bin Yakzan hikâyesidir. Hikâyenin tercümesini Şerafettin Yaltkaya yapmış, eserin açıklamalarını geniş bir biçimde vermiş ve çalışmanın sonuna Arapça met­nini de ilave ederek yayınlamıştır.  Yine Yaltkaya’nın ifade­sine göre bu hikâye 1174’de İbn-i Azra tarafından nazmen İbraniceye tercüme edilmiş ve basılmıştır. Bundan başka neşren de tercümesi yapılmıştır  İbn Sinâ'nın, bu eserinde hikâyenin kahramanı Hay bin Yakzan; sırf düşünen akıldır ve bu, aklı ve düşünen kişiyi temsil eder. Eserde Salâmân ve Absâl isimle­rine tesadüf edilmez

Hay bin Yakzanı ikinci olarak kaleme alan yukarıda be­lirtildiği üzere İbn Tufeylidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken İbn Tufeyl, Salâmân ve Absâl hakkında müstakil bir eser yazmamış, Hay bin Yakzan isimli meşhur eserinin son tarafında  maksat ve düşüncelerini ifade edebilmek amacıyla onlara da yer vermiştir. İbn Sinâ'nın Hay bin Yakzanı aklı ve düşünen kişiyi temsil ederken, İbn Tufeyl onu, düşünen mu­tasavvıf bir insan hâline getirmiştir. Ayrıca Hay bin Yakzan mı İbn Sinâ gibi tek bir kahraman etrafında işlememiş ikinci de­recede ve eserin son kısmında da olsa Salâmân ve Absâl is­minde iki kahraman daha ilave etmiştir.

Hicrî dördüncü asırdan beri bilginler arasında şöhret bul­muş olan Hay bin Yakzan hikâyesinin de menşei Yunan kay­naklı olmalı veya en azından İbn Sinâ'nın bu isimdeki remzî romanından mülhem olarak kaleme alınmış olmalıdır.

İbn Tufeyl, Hay bin Yakzan’ınında insanın babasız ve ana­sız vücuda gelmesinin mümkün olduğunu ispat etmek ister.  Eserde Hay bin Yakzariın dünyaya gelişiyle ilgili olarak iki ayrı varsayım vardır. Birinci varsayım şudur:

“Öncekilerin bildirdiğine göre Ekvator’un altındaki Hind ada­larının birinde anasız-babasız insanlar var olmaktadır. Hatta orada düpedüz kadın biçiminde meyveler veren ve vakvak olarak adlandırılan bir tür ağaç vardır. Adada böyle olağan dışı insan doğumuna neden olan etkenlerin başında adanın hava şartları bakımından yeryüzünün en ılıman ve yüce nur­ları kabule en yetenekli yeri olması gelmektedir.

Adanın bir yerinde bir miktar toprak zaman içinde maya­lanmış hamur durumunu alır. Bu çamur giderek öyle bir kı­vama erer ki, sıcak kısmı soğuk kısmına, kuru bölümü yaş bölümüne iyice karışır. Bu nitelikler birbiriyle öylesine kay­naşır ki; sıcaklık, soğukluk, yaşlılık ve kuruluk arasında tam bir uyum ve denge oluşur.

Mayalanan çamur oldukça büyük bir kütledir. Kütlenin bö­lümleri arasında birleşim ayrımları, dolayısıyla insan tabia­tına uygunluk ve dört sıvının -kan, balgam, safra, ve sevda (meni)- oluşumuna yetenek kazanma bakımından ayrımlar ve aykırılıklar vardır. Kütle içinde en yetkin birleşim yani, en uyumlu ve insan tabiatına en çok benzeyen bölüm orta kısmı­dır. Kütlenin bu orta kısmı zamanla gebe katmışçasına kabar­maya, şişmeye başlar. Çünkü çamur mayalanma ve öz hâline gelmenin son aşamasına varmış, içinde çok sayıda hava ka­barcığı oluşmuştur. Oluşumları tamamlanan kabarcıklar tam ortalarından ikiye ayrılırlar. Ortada kabarcıklarla çevrili bir boşluk meydana gelir. Bu yuva içinde kendisine uygun ve son derece uyumlu göksel (havaî) bir cisimle dolu küçük bir kabar­cık oluşur. Çamur geçirdiği bu oluşumlardan sonra ruhu ka­bule hazır bir duruma gelmiştir. Bunun üzerine tanrıya iliş- kinliği ve öz hâline gelmesi nedeniyle tanrı emri olarak anılan ruh yuvanın ortasındaki küçük kabarcığı dolduran ince (latif) cisimle bir daha ayrılmayacak biçimde birleşir”

Bundan sonra insan organlarının nasıl oluştuğunu anla­tan Tufeyl, insanın doğumu hadisesine gelir:

“Çocuğun oluşumu tamamlandıktan sonra kendisini kuşatan balçık rahim yarılır ve çocuk anadan doğar gibi doğar. Üze­rindeki çamur tabakası güneşin etkisiyle kuruyup dökülünce çocuk ortaya çıkar. Doğal besini tükendiği ve acıktığı için ağ­lamaya başlar. O sırada oradan yavrusunu yitirmiş ceylan geçmektedir. Çocuğun sesini duyan ceylan onu kendi yavrusu sanarak beslemeye, büyütmeye koyulur.

İbn Tufeyl, daha sonra; “kimileri de kendinden türemenin saçmalığını öne sürerek Hay b. Yakzan’ın türemesine ilişkin şu hikâyeyi anlatmışlardır” diyerek ikinci varsayımı anlatır ki bizi ilgilendiren de bu hikâyedir:

Hay bin Yakzan’ın ortaya çıktığı adanın karşısında ikinci bir ada daha vardır. İnsanların yaşadığı son derece büyük, zen­gin ve bayındır bir adadır bu. Bu ada kendini alabildiğine beğenmiş, zorba ve çok kıskanç bir hükümdar tarafından yö­netilmektedir.

Bu adanın hükümdarının çok güzel bir kız kardeşi vardı. Kız evlilik çağma geldiği halde hükümdar onu evlendirmekten sü­rekli olarak kaçınmakta çünkü kimsenin kardeşine lâyık ol­madığı fikrindedir. Hükümdarın kız kardeşi akrabalarından Yakzan adlı bir genci sevmektedir. Bir gün iki sevgili törelere uygun bir biçimde gizlice evlenirler. Aradan zaman geçer ve bir çocukları olur. Adını “Hay” koyarlar. Hay’ın doğmasından sonra gizli evliliklerinin eninde sonunda ortaya çıkacağından ve ağabeyi tarafından öğrenileceğinden korkarlar. Bu duru­mun ortaya çıkması üçünün de hayatlarının sonu demektir. Dolayısı ile çocuktan kurtulmaları gerekmektedir.

Bir gece annesi Hay’ı doyurur ve bir sandığın içine güzelce yer­leştirir. Su almaması için sandığı sıkıca kapatır. Çocuğunun öldürülmesi ihtimali düşüncesiyle yüreği kan ağlayarak san­dığı denize bırakır. Hay’ın denize bırakıldığı gün, yılda ancak bir kez görülebilen denizin kabarma zamanına rastlamıştır. Kabaran dalgalar sandığı sürükleyerek karşıdaki ıssız adanın kıyılarına götürür. Kabarık dalgalar sandığı adanın iç kısım­larına kadar sürükler ve sular çekilince de sandık sahildeki topraklar üzerinde kalır. Sandığın kenarı dalgaların şidde­tinden kırılmıştır. Karnı acıkan Hay ağlamaya başlar. Bu sı­rada oradan geçmekte olan bir ceylan çocuğun sesini duyar. Dalgaların kırmış olduğu tahtaları ağzı ile sağa sola çeker ve içindeki çocuğu görüp dışarı çıkarır. Ceylan çocuğu kendi yavrusu zannederek süt dolu memesini ağzına verir ve kar­nını güzelce doyurur. Ceylan bundan sonra çocuğu hiç terk etmez ve ona bir nevi sütanneliği yapar. İşte bu çocuğun tam adı “Hayy bin Yakzandır. Çocuk yalnız başına bu adada bü­yür, gelişir, olgunlaşır ve gördüklerini düşünmeye başlar. Her şey hakkında düşünür ve düşündükçe de bilgisi artar. Varlığı mümkün ve vacip olan şeyler, gök, yer ve felekler ile onlarda olup bitenler hakkında malumat sahibi olur. Aklını kullana­rak Allaha yaklaşma yollarını arar.

O adanın yakınlarında bir başka ada daha vardı. Bu ada­nın halkı çok mümin ve tek tanrıya inanan kimselerdi. On­ların ileri gelenlerinden akıllı, faziletli ve birbirleriyle arkadaş olan iki şahıs vardı. Biri Asal (Absâl)” adında ve batım bi­limleri çok iyi bilen bir âlim olup, diğeriyse “Salâmân” adında ve zahirî ilimlerde bilgindi. Absâl halktan uzaklaşarak Hayy bin Yakzanın tek başına ve vahşice yaşadığı adaya gider. Orda köşesine çekilerek riyazet ve ibadetle meşgul olmaya ve çileler çıkarmağa başlar ve buna devam eder. Absâl burada karma karışık tüylere gömülmüş ve korkunç bir görünümü olan aca­yip kılıklı ve hayvanı andırır tarzdaki Hayy bin Yakzanı gö­rür ve çok korkar. Ancak ilk gördüğü andaki korkusunu, üze­rinden atar ve günler, aylar geçtikçe yavaş yavaş birbirlerine ısınıp alışırlar. Absâl, Haya konuşmayı ve her şeyin isimlerini öğretir. Zamanla konuşup anlaşarak arkadaş olurlar.

Nihayet Absâl, Hay bin Yakzanı Salâmân’ın yaşadığı adaya götürür. Hay, burada devamlı va‘z ederek ada halkına ken­disinin keşfettiği sırları anlatmaya başlar. Onun konuşmaları halkın anlayacağı seviyeden daha yüksek olduğu ve kimse onu anlayamadığı için, halk zaman zaman bundan rahatsız olur ve Hay’ı üzüp incitir. Absâl’ın arkadaşı ve aynı zamanda ada­nın hükümdarı olan Salâmân da, Hay’ın kültür seviyesi düşük olan halka böyle esrarengiz şeyler söylemesini ve onlar üze­rinde etkide bulunmasını yasaklar. Hay bin Yakzan üzülüp, gönlü yaralanmış bir vaziyette Absâl’la beraber tekrar kendi ıssız adasına döner. Bundan sonra her biri kendi hayatını ya­şamaya devam eder.

İbn Tufeyl, hikâyenin kahramanı Hay bin Yakzariın birçok uzlet ve iç denemelerden sonra kendisinden tamamen geçerek içten gelen bir nur ve ziya sayesinde değil de, eserden mües­sire doğru akıl sayesinde Cenâb-ı Hakka varmasını yani akli­yeci bir tasavvuf yolunu bulmasını esas almıştır.

Eserde özellikle Salâmân ve Absâl’ın bulunduğu kısımlar­daki  remiz ve mecazların altında yer alan İbn Tufeyl’in işle­diği ana fikir, inzivâya çekilip oturanların, tevil sahiplerinin, zâhirî amelleri yerine getirmeğe o kadar önem vermeyenle­rin düşünmeyi, bâtına itibar etmeyi tercih eden kimselerin yolunu, şeriatin zahirine söz ve fiille sarılıp sımsıkı tutun­mayı gerekli sayanların, cemaatten ayrılmamayı ondan ayrıl­mağa tercih edenlerin takip ettikleri yol ve meslek ile muka­yese eder. Birinci gurubun davranışını, bu gurubun mümessili olan Absâl’ın vücudunda, ikinci gurubun gidişatını da bu gu­rubun timsâli olan Salâmân’ın vücudunda şekillendirip birbi- riyle mukayesesini yapar. Birinci gidişatı havas için, İkincile­rin yolunu da umum halk yani sıradan kimseler için gerekli sayar. Din ile felsefenin ittifak ettikleri müşterek bir birleşme noktasını düşünür.

İbn Tufeyl’den sonra, yine İbn Sinâdan esinlendiğini söyleyen Şehabeddin Sühreverdî  gelir. Sühreverdî el-Gurbetü’l-Garbiye adlı eserini yazmıştır. Bu hikâyenin özeti de şöyledir:

Kardeşim Asım ile Maveraünnehr’den Yeşil deniz sahilinde kuş avlamak için Mağrib ülkesine gidince, ansızın halkı zulümle ünlenmiş bir köye düştük. Bu köy halkı, Yemenli âlimin oğlu Hâdî adıyla tanınan kişinin çocuklarından olan bizim, böyle ansızın köye geldiğimizi haber alır almaz etrafımız çevirdiler ve bizi demir bukağılara vurup dipsiz bir kuyuya hapsettiler.

Bu kuyunun yukarısında çok sayıda burcu olan bir köşk vardı. Akşamları soyunarak bu köşke çıkabiliyorsak da, sabahları yine kuyunun dibine inmek zorundaydık. Bu kuyunun dibi, insanın uzattığı elini göremeyeceği denli birbiri üzerine yığıl­mış karanlıklarla doluydu. Akşamları bu kuyudan köşke çı­kıyor ve pencereden uzayı seyrediyorduk. Yemen korularının güvercinleri, kimi zaman bize o yeşil korulardan haber geti­riyordu. Kimi zaman doğunun sağ yanından çakan Yemen şimşeklerini görüyorduk. Kimi zaman da Necid çiçeklerinin kokularını getiren rüzgârlardan mest oluyorduk, içimizdeki özlem büyüdükçe büyüyordu.

Biz böyle, geceleri köşke çıkarak, gündüzleri kuyunun dibine inerek ve her gün bir türlü özlem içinde çırpınarak zaman geçiriyorduk. Mehtaplı bir gece, bir çavuşkuşu selâm vererek pencereden içeri girdi. Bize, gagasında, tutsaklıktan kurtul­mamız için, sağ vadiden bir mektup getirdi. Bu mektup bize babamız Hâdî tarafından gönderilmişti. Buradan kurtulma yollarını birer birer açıklıyor, tanımlıyordu,

Bu tanımlama doğrultusunda harekete geçerek yerlerin, gök­lerin ve birçok evrenin yollarından geçiyor, hayat pınarına doğru yol alıyorduk. Sonunda babamın “Tûr-ı Sinâ’daki ta­pınağını uzaktan gördüm. Oraya vardım, dağa tırmanıp ba­bamın huzuruna çıktım. Nurunun tecellisiyle yerleri ve gökleri aydınlatmakta olan babamın huzurunda hayret ve şaşkınlık içinde kalarak önünde secde ettim. Onun parıl parıl parlayan nurundan az daha yok olacaktım.

Uzun uzun ağlayarak hapiste çektiğim acılardan yakındım. Ama o bana yeniden dönmenin gerekliliğini anlattı. Ne ki, her istediğim zaman kendisine kavuşabileceğimi muştuladı ve şöyle dedi: “Burası Tûr-ı Sina’dır. Bunun yukarısında ba­bamın, senin büyükbabanın meskeni olan “Tûr-ı Sinin” var­dır. Sen bana göre ne ölçüde aşağıda isen, ben de ona göre o ölçüde aşağıdayım. Bizim, kendisinin baba ve büyükbaba ol­mayan zata varıncaya kadar daha birçok baba ve büyükbaba vardır. Biz ve onların tümü onun köleleriyiz. Nuru ondan alı­rız. Nurların nuru O’dur. O, nurunun da üstündedir”

Bu sırada bilmem ne oldum. Havadan aşağı düşüverdim ve yine Mağrip ülkesindeki hapishaneye girdim. Bu ayrılık beni hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlatıyor. Durmadan yalvarıyor, yine o ev­rene yükselmek için yakarıyordum. Çünkü tanımlayamayaca- ğım, nitelendiremeyeceğim bir tahttan ayrı düştüm.

Hay bin Yakzan ile ilgili bu üç hikâyeye baktığımızda; İbn Sinâda Hay bin Yakzan, hemen hemen pratik tarafı ol­mayan ve sırf düşünen biri iken; İbn Tufeylde yavaş yavaş hareketlenmeye ve pratik uygulamalarla meşgul olmaya baş­lar ve Sühreverdıde ise pratik tarafı, düşünen tarafına hâkim olan ve ağır basan biri haline gelir. Aynı zamanda yine bu üç hikâyeye baktığımızda İbn Sinâ ve Sühreverdınin eserlerinde Salâmân ve Absâldan hiç bahsedilmez. Abdülvehhab Tarzî bu­nun aksini söyler: “Câmî’den beş asır önce Salâmân u Absâl’ın adını meşhur filozof İbn Sinâ, Hay İbn Yakzan’ında anar.”  Ancak bu iddia doğru değildir. Çünkü, İbn Sinâ'nın Hay bin Yakzan midi bu isimlere tesadüf etmiyoruz. İbn Tufeyl’inkinde ise, hikâyenin asıl kahramanı Hay bin Yakzaria Salâmân ve Absâl isimli şahıslar da ilave edilerek kahraman sayısı üçe çı­karılmıştır. Buna rağmen Salâmân ve Absâl ikinci derecede kaldığı için daha sonra inceleyeceğimiz Câmî’nin ve asıl ko­numuz olan Lâmi’ınin Salâmân u Afeâ/’larıyla hiç benzerliği yoktur. Yalnız Hay bin Yakzariın annesiz ve babasız büyüme­sini Câmî ve Lâmi’ınin eserleriyle benzerlik sağlıyor şeklinde değerlendirmek mümkündür. İbn Sinâ ile İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzanhnm karşılaştırdığımızda; İbn Tufeyl’in eserinin İbn Sinâ’nınkine oranla daha birleştirici, daha edebî ve daha tasavvuîî olduğunu görüyoruz.

Beşinci Rivayet:

Salâmân u Absâl’la ilgili anlattığımız bu dört rivâyetin dışında karşımıza çıkan bir diğer rivâyet de Lügat-nâme-i Dihhudad'd rastladığımız rivayettir.  Lügatin Salâmân u Absâl maddesinde, yazarın kaynak belirtmeden ortaya attığı bu rivâyete göre Salâmân u Absâl hikâyesinin menşei eski Yunanda değil İsrail oğullarının arasında çıkmış olmalıdır. Meçhul müellif konuyla ilgili şunları söyler: “Ben bu kıssa ve rivayetlerin Benî İsrail menşeli olduğunu zannediyorum. Meselâ “Talmud” ya da başka bir yerde. Çünkü “Salâmân” kelimesinin “Süleyman” kelimesine ve “Absâl” kelimesinin de “Absâlun” veya “Ebî Şal- yum (Abşâlûm)” çok benzerliği vardır ve çok yakın benzerlik­leri ihtimali vardır

Müellif bu iddiaları dile getirdikten sonra “Hikâyenin aslı şöyledir” diyerek kendisine göre doğru olan hikâyeyi anlatır:

“Süleyman ve Absâlun adında iki kardeş vardı. Bu iki kardeş, iki ayrı anneden olma ve Dâvûd Peygamberin çocuklarıdırlar.

Absâlun üvey kız kardeşine âşık olur,  onunla yatar ve sonra da onu kovar. Bu durum kardeşlerinin hışmına sebep olur. Di­ğer taraftan Absâlun daha babası (Hz. Dâvûd) hayatta iken saltanat iddiasında bulunur ve ona karşı ayaklanır. Çaresiz kalan babası, onu yakalatmak için ordu gönderir ve yapılan savaşta Absâlun ölür. Absâlunun ölümünden sonra babası­nın emriyle Süleyman saltanata geçer”

Mezkûr madde müellifi hikâyeyi bu şekilde naklettikten sonra konuyla ilgili sözlerini şunları söyleyerek tamamlar:

“Şeyhur-Re’îs’in (İbni Sinâ) bu kıssada neyi anlatmak istediği kesin olarak belli olmamakla beraber -bu kıssanın- Hermânûs zamanında meydana gelen hadisenin hikâyesinden bozma ola­rak meydana getirilmiş olması akla en uygun ihtimaldir’

Bu hikâyenin “Kitab-ı Mukaddes”te yer alan şekline bak­tığımızda doğru tarafları vardır. Ancak “Afeşû/ûm”la ilgili ola­rak anlatılan aşk hikâyesi, tamamen benzetmeden ibarettir. Kitab-ı Mukaddes’te geçen kıssa özetle şöyledir:

Hz. İsmail (Samuel) vefat edince (M.Ö. 1029) Dâvûda Cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik verildi. Bu suretle kendisi hem nübüvvet hem de saltanatını nefsinde toplamış ve teokratik ve monarşik sistemler de birleşmiş oluyordu. Hz. Dâvûd böylece bütün İsrail oğullarını idaresi altında birleştirdi.

Hz. Dâvûd’un peygamberlik-krallık zamanında karşılaştığı en ciddi mesele saltanatı elde etmek için kendisine karşı oğlu Abşâlûm’un isyanıdır.

Hz. Dâvûd büyük oğlu Emnûnü pek severdi. Emnûn bir gün babasının başka zevcesinden olma güzelliği ile meşhûr kızı Tamâr ile münasebette bulundu. Tamâr’ın erkek kar­deşi Abşâlûm ise bunu hazmedemeyerek adamları vasıta­sıyla Emnûriu öldürtüp intikamını aldı. Hz. Dâvûd bu yüzden Abşâlûm’u sürgüne gönderdi. Üç yıl geçtikten sonra affederek geri dönmesine izin verdi. Ancak evinde oturmasını, dışarıda çok dolaşmamasını bildirdi. Nihayet başkumandanı Yoab ara­cılığıyla büsbütün affedildi. Hatta, Hz. Dâvûd onu bir müd­det sonra tahtın varisi ilan etti.

Lâkin Abşâlûm, geçen olayları bir türlü unutamıyordu. Üs­telik saltanat hırsı gözünü iyice bürümüştü. İbranî krallığını zorla elde etmeye karar verdi. Yehuda halkını birçok vaadlerle ve duygularını okşayarak el altından kendi tarafına çekti. Ses­siz sedasız büyük bir isyana hazırlanıyordu. Nihayet bir gün kendini İbranî kralı ilan etti. Sonra teşkil ettiği ordunun ba­şında Kudüs üzerine yürüdü. Baba-oğulun orduları Mah- nayim mevkiinde çarpıştılar. Hz. Dâvûd üstün geldi. Başku­mandanı Yoab, kaçan Abşâlûm’u şiddetle takip etti, ele geçirdi ve öldürttük2

Asaf Halet Çelebi de bu görüşe “Salâmân u Absâl Tevrat’taki Salomon ve Absâlon’un İskenderiye mektebi vasıtasıyla Yunan- cadan Arapçaya ve bütün yakın şarka intikal eden hikâyesinden ibarettir”     diyerek katılır. Ancak görüldüğü gibi bu hikâye, Lügat-nâme’deki şekliyle de, Kitab-ı Mukaddesddd şekliyle de Salâmân u Absâl hikâyesine kaynak olabilecek bir mahi­yet taşımaz.

Lügat-nâme-i Dihhudâ’daki mezkûr maddenin bilinme­yen müellifinin, Salâmân kelimesinin Süleyman kelimesine; Absâl kelimesinin Absâlun veya Ebî Şalyum kelimelerine çok benzerliği vardır şeklindeki iddiasına Nazif Şahinoğlu şu yo­rumu getirir:

“Süleyman kelimesinin, Salâmân’ia değil “Salmanla il­gisi vardır ve dilcilerden “Ebu’l-Abbâs’m dediğine göre; Sü­leyman, “Salmanın ism-i tasgiridir. Binaenaleyh akla uygun olsa bile, sadece Salâmân’ın Süleyman’a ve Absâl’ın Abşâlûm’a sunî benzerliklerini ileri sürerek, hikâyenin esasını ve onda ge­çen diğer isim kahramanlarını hesaba katmaksızın “Salâmân u Absâl’ romanının menşeini sırf İsrail oğullarının rivayetle­rinde veya olmadığı halde Kitab-ı Mukaddes’de aramağa kal­kışmak bir zorlamanın eseri olabilir.”   

Câmî’nin Salâmân u Absâl’ı

Edebî aşk hikâyelerinin en güzellerinden biri de hiç şüphe yok ki İran edebiyatında Molla Câmî’nin Farsça olarak yazdığı ve birçok baskısı olan ve batı dillerine de tercümeleri yapılmış 65 olan Salâmân u Absâl hikâyesidir.

Câmî’nin Salâmân u Absâl’ı Heft Evreng’inde yer alan mesnevilerinin en küçüğüdür. Diğer mesnevilerine göre daha kısa olmasına karşın orijinal bir eserdir. Zirâ diğer mesnevi­leri İran edebiyatında daha önce yazılmıştır fakat Salâmân u Absâl hiç ele alınmamıştır. Mesnevide mevzu oldukça sadedir ve hikâyede geçen şahıslar da sınırlıdır. Şöyle ki; şahıs kadrosu, Yunan padişahı, Hakim, padişahın oğlu Salâmân, Salâmân’ın önce dadısı daha sonra sevgilisi olan Absâl ve lâhutî güzelliğin timsali olan Zühre’den ibarettir. Lâmi‘îhin Salâmân u Absâl’ı bahsinde bu konular teferruatıyla ele alınacaktır.

Câmî’nin bu eseri yazış tarihi belli değildir. Eserin yazılış tarihiyle ilgili olarak çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.  Salâmân u Absâl'ı Abdülvehhab Tarzî tercüme etmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı, Şark-îslâm klasikleri arasında yayınlanmıştır.    Bu tercümede mesnevi 1130 beyittir.

Câmî’nin Salâmân u Absâl isimli bu eserinin bizim ince­lediğimiz yazma nüshası Murat Molla Kütüphanesi 1529 nu­marada kayıdıdır. Nüsha 50 varak olup toplam 1115 beyitten müteşekkildir. Ebadarı 20x12 cm. ve her sahifede ortalama 13 beyit vardır. ilk sahife müzehheb, diğer sahifelerdeki cet­veller ise yaldızlıdır. Ayrıca baskısı yapılmış olan Heft Evrenğ® adlı eserinde ikinci mesnevi olarak 310-364. sahifeler arasında yer almaktadır.

Remel bahrinin “fa ilâtün fa ilâtün fa ilün” vezniyle ya­zılmış olan mesnevi Hicrî 883-896 yıllarında Tebriz’de hü­küm süren Akkoyunlu Uzun Haşanın oğlu Yakub Beye ithaf edilmiştir.  Umumî kanaate göre İran edebiyatının büyük şa­irlerinden biri sayılan ve klasik devre ile yeni devre arasında bir köprü olarak görülen  Câmî’nin bu eseri, güzel ve dikkat çekici olduğu kadar, alınacak ders, muhtevasına yazar tara­fından ilave edilen faydalı bir takım ilaveler, çok sayıda nükte öğüt ve hikmet, İçtimaî, ahlakî ve terbiyevî düsturlar ile zen­ginleştirilmiştir.

Câmî’nin eserini okuduğumuzda açık ya da kapalı şe­kilde kendisini hangi rivâyetin etkilediği hakkında her hangi bir malûmâta rastlamıyoruz. Bu durumda Câmî yukarıda say­dığımız rivayetlerden üç tanesinden; (yani; Huneyn b. ishâk’ın Yunancadan Arapçaya yaptığı tercüme veya İbn Sinâ’nın Salâmân u Ateâ/’ından ya da İbn Tufeyl’in Hay bin. Yakzarimdan) birin­den ilham almış olması gerekir. Bunlarla Câmî’nin eserini kar­şılaştırdığımız vakit de, onun sadece Huneyn b. ishak’ın yaptığı tercümeyle ilgisi bulunduğu diğerleriyle yakından ve uzaktan münasebeti olmadığını görürüz. Ancak burada karşımıza bir mesele daha çıkıyor: Câmî bu eserini yazarken bizzat Huneyn b. ishâk’ın yaptığı tercümeden mi istifade etmiştir, yoksa Na- sireddin Tûsî’nin bu tercümeden alarak Şerhu 1-îşârât’ta nak­lettiği özetten mi? Bununla ilgili de değişik görüşler ortaya atılmıştır.  Kanaatimizce Molla Câmî’nin ilhamı Nasireddin Tûsınin Şerhu 1-îşârât’da zikrettiği hikâyedir.

Bu sonuca varmamızı sağlayan bazı tespiderimizi burada kısaca ifade edelim: Huneyn b. ishâk’ın yaptığı tercümede yer almadığı halde, Nasireddin Tûsî tarafından yapılıp kendi öze­tinin sonuna eklenen tevil aşağı yukarı eksiksiz ve fazla bir şey eklenmeden Câmî’nin eserinin son kısmına ilave edilmiş­tir. Böylece Huneyn b. ishâk’ın tercümesinde Vezir Hernus’un ismi metnin üç ayrı yerinde geçmesine ve mühim vazifede olmasına rağmen, Nasireddin Tûsî’nin Şerhü’l-İşarâtındaki özette yer almadığı için Câmî tarafından da ele alınmamış hatta adına bile yer verilmemiştir. Yine Hunayn b. ishâk’ın tercümesinde; vezir, Absâl’ı unutması için Salâmâna Zühre’yi gösteriyor, Salâmân Absâl’ı unutup Zühre’yi çok büyük ve şid­detli bir sevgiyle seviyor, ancak bir zaman sonra Zühre’ye olan sevgisi ve tutkusu yok oluyordu. Nasireddin Tûsıde ise Hakîm, Salâmân’ı Zühre’nin suretini görmesi için çağırır ve onu ken­disine gösterir. Salâmân Zühre’yi görür görmez, aşkı ile yanıp tutuşur ve ebedî olarak onun sureti ile kalır.

Bunlar dışında Huneyn b. ishâk’ın tercümesinde tasavvuf ve ahlâkın lehine tefsire elverişli birçok cümle ve kelimelerin,  Sarikon isimli mağaranın, Hakîm tarafından Salâmâna, Absâl’a kavuşması için üç şart teklif edilmesi, Salâmân’ın bu şartları kabul etmesi neticesinde beraberce Sarikon mağarasına git­meleri, orada 40 gün süreyle kalıp ibadet etmeleri ve oruç tut­maları gibi birçok meselenin Câmî tarafından ele alınmama­sıyla birlikte Tûsî tarafından yapılan değişikliklerin ya aynen ya da biraz değiştirilmiş haliyle Câmî’de yer alması gibi hu­suslar Câmınin Huneyn b. ishâk’ın tercümesinden değil, Na­sireddin Tûsınin bu tercümeden yaptığı özetten yararlandı­ğını açıkça göstermektedir.

Yalnız Câmî, Tûsınin takip ettiği gayeye yani felsefesinin alegorik bir tarzda gösterilmesine yarayan elemanları ortadan kaldırmıştır. Aynı zamanda fevkalâdelikleri ve hakikate uyma­yan teferruatı da kaldırmıştır. Meselâ: Kırk günlük oruç tutma, filozofun çok uzun ömrü (üç devre yakın yaşama) gibi... Artık ehramlardan bahis yoktur. Altın flütlerin ya da tılsımlı aletle­rin yerine iranlılarca daha iyi bilinen sihirli aynalar, Salâmân’la Absâl’ın intihar etmek için atladıkları denizin yerine cenazele­rin yakıldığı odun yığınlarının paralayıcı ateşi almıştır.

Tûsınin çok kısa ve hemen hemen bir sahifeye sıkıştı­rılmış olan özetinden Câmınin 1130 beyittik böyle bir eseri meydana getirmesi şaşırtıcı olabilir. Ancak Câmınin Salâmân u Absâl'ı incelendiğinde Tûsıye göre fazla olan genişlik ve taf­silatın konunun ana hatlarında olmadığı görülür. Tamamı 1130 beyit olan mesnevide 30 adet küçük hikâye yer almak­tadır. Şair bu hikâyelerde okuyucuya ahlâkî ve İçtimaî öğütler verir. Bu hikâyeler haricinde tevhid ve padişaha yazdığı med- hiye de vardır. Bu şekilde toplam 468 beyit mevzu haricinde şairin ilavesidir. Bunun dışında Câmınin hikâyenin kahramanı Salâmân’ın vasıflarım uzun uzadıya anlatması, kadın kahraman Absâl ile kaçmaları ve bir ay süren deniz yolculuğundan sonra bir adaya gelmeleri, bu ada ve tabiatla ilgili birtakım tasvirlerin ilavesi ve hikâyenin sonundaki taç giyme merasimi, bu mera­sime Salâmân’ın babasının bütün hükümdar ve emirleri da­vet etmesi, daha önce böyle bir töreni hiç kimsenin görmemiş olması, törene gelen bütün hükümdar ve emirlerin Salâmâna biat etmesi gibi konuları şairane bir edayla ve uzun uzadıya anlatması da mevzunun genişlemesine sebebiyet vermiştir.  Bilindiği gibi bunlar Câmî gibi bir şairin rahatlıkla başarabi­leceği bir iştir. Zaten diğer eserlerinde de bu özelliği fazlasıyla görmek mümkündür. Bunun dışında şairin, Şerhü’l-îşârât’taki özette yer alan her meseleye değinmediği, bazılarını da bilerek ya da bilmeyerek unuttuğu (Eserini yazarken Câmî 74 yaşında olduğu için ihtiyarlıktan olabilir) meselâ, hikâyenin son kısmın­daki ehramların inşası, kıssanın onların içine konup muhafaza edilmesi ve çok sonraları Aristo tarafından ortaya çıkarılması gibi konuları Câmî’de görmek mümkün değildir.

Konu üzerine tüm söylediklerimizi özetlersek; kanaatimize göre Câmınin Salâmân u Absâl isimli mesneviyi yazarken ona kaynaklık eden ve ilham veren Huneyn b. ishak’ın Yunanca- dan Arapçaya yaptığı tercümenin Tûsınin Şerhü’l-îşârât ında yer alan özetidir. Ancak Câmınin, Hunayn b. ishaka ait tercü­meyi daha önceden okuyup zamanla bazı noktalarını unutmuş olabileceği ya da bu tercümenin ana hadarında kendi irade­siyle bir takım tasarruflarda bulunmayı düşünmüş olması ih­timalini veyahut söz konusu tercümenin kendisine eksik veya değişik biçimde nakledilmiş olabileceği gibi varsayımları da unutmamak gerekir. Ancak Câmî gibi bir şair Hunayriın ter­cümesinden birtakım tasarruflarda bulunmayı planlamış ol­saydı İslâm hukuk ve örfüne göre birleşmeleri yasak olan sü­tanneyle süt evlâdın sembolik bir mahiyet taşıyor olsa bile birbirlerine aşık ederek aylarca bir arada bulundurmaz, bu hususu münasip bir şekilde değiştiremez miydi acaba? Ancak durum ne olursa olsun sonuç olarak Câmî mesneviyi yazar­ken Nasireddin Tusınin yaptığı tevilden azami derecede isti­fade etmiştir diyebiliriz.

Câmî mesneviyi yazarken hiç bir zaman bir mukallid gibi davranmamıştır. Kendisinden birçok şeyler ilave etmiş ve âdeta şahsiyetini eserine yansıtmıştır. Adalet, insaf, dostluk, vefa, sevgi ve şefkat gibi mevzuların yanı sıra; içkiden sakınma, kaza-kader meselesi, tövbe, siyaset için bilginin ne kadar ge­rekli olduğu, saltanat için gerekli olan dört haslet, bilginleri­nin görevlerinin ve saltanat makamının en yüksek derecesinin neden ibaret bulunduğu, vezirde ve memurda olması gerekli özellikler, idari mekanizmayı kontrol tarzı vb. konular mesne­vide Câmınin ilaveleri olarak karşımıza çıkıyor.

Nüvîdî-yi Şirâzî’nin Salâmân u Absâl’ı

 

Doğu Edebiyatında Salâmân u Absâl hikâyesini mesnevi nazım şekliyle kaleme alan ikinci şair iranlı Nüvîdî-yi Şirâzîdir.  Nüvîdî, bu mesneviyi Câmınin Salâmân u Absâl adlı mesne­visini yazdıktan tam 64 yıl sonra kaleme almıştır. Konu ola­rak daha önce zikrettiğimiz rivayederden İbn Sinâ'nın yazmış olduğu Salâmân u Absâl  ile aynıdır. Eser üzerine Nazif Şa- hinoğlu tarafından bir çalışma yapılmıştır.

Nüvîdî’nin Salâmân u Absâl’ı da Câmî’nin Salâmân u Absârlyla aynı vezinde yani, remel bahrinin “fa ilâtün fa ilâtün failün” vezninde kaleme alınmıştır ve eserin tamamı 860 beyit­tir. İbn Sinâ'nın eserinde Salâmâriın karısı veya Absâl’ın yenge­sinin ismi zikredilmemektedir. Nüvîdî’nin eserinde ise bu kah­raman ismiyle zikredilmektedir. Kadının ismi “Bânu’dur.

Câmî ile Nüvîdî’nin Salâmân u Absâl’larının Karşılaştırılması

 

Caminin eserinin kahramanları; Yunan ülkesi Padişahı, Hakîm, Padişahın oğlu Salâmân ve Salâmâriın sütannesi Absâl ile lâhuti güzelliğin simgesi Zühre iken Nüvîdî’nin eserindeki kahramanlar; Yunan ülkesi hükümdarı Salâmân ile onun er­kek kardeşi Absâl, karısı Bânu ve Bânu’nun kız kardeşinden ibarettir. Câmî’de Salâmân erkek, Absâl ise kadındır. İkinci­sinde bunlar birbirlerine sevgi ve saygıyla bağlı iki erkek kar­deştirler. Câmî’de Salâmân, “selâmet” kökünden türetilmiş  Nüvîdîde ise bu isim “Süleyman” gibi özel bir isim olarak mütalaâ edilmiştir.

Câmınin eserinde Salâmân ile Absâl diğer bir ifadeyle sütanneyle süt evlat, birbirlerini sevip âşık olurlar. Günlerce, aylarca birlikte olup zevk ve sefa sürerler. Ancak padişahın durumu anlaması üzerine birlikte ülkeyi terk edip, kaçarlar. Sonunda ümitleri tükenince intihar etmeğe karar verirler ve birlikte ateşe atlarlar. Salâmân babasının himmetiyle kurtulur, Absâl ise yanıp kül olur. Nüvîdî’nin eserindeyse, Salâmân’ın karısı kayın biraderi Absâl’a âşık olur ve onu elde edebilmek için çeşitli hilelere başvurur fakat Absâl nefsine hakim olur ve ona boyun eğmez. Bunu hazmedemeyen Bânu, Absâl’ı yok et­mek için uğraşır ve sonunda aşçı ve sofrabaşısının yardımıyla Absâl’ı zehirleterek öldürür. Sonradan bu durumdan haberdar olan Salâmân da hanımı Bânu ve ona yardım edenleri aynı şe­kilde zehirleyerek öldürür.

Her iki mesnevide de olay bir Yunan hükümdarının top­rakları üzerinde geçmektedir. Birinci mesneviye daha önce de­ğindiğimiz gibi Huneyn b. ishak’ın Yunancadan Arapçaya ter­cüme ettiği metnin Nasireddin Tûsî tarafından Şerhü’l-îşârâfta naklettiği özeti kaynaklık etmektedir. İkinci mesneviye ise İbn Sinâ'nın yazdığı Salâmân ve Absâl hikâyesinin yine Tûsî tara­fından mezkûr eserine aktardığı özeti kaynaklık etmiştir. Bu­rada dikkat çeken bir husus üzerinde durmakta fayda var: Câmî mesnevide işlediği konunun kaynağını hiç belirtme- mekte hatta işaret bile etmemektedir. Nüvîdî ise Câmınin ak­sine, İbn Sinâ'nın eserinin Şerhü’l-îşârât’taki özetinden istifade ettiğini açık bir şekilde dile getirmektedir.  Câmî, kendine örnek aldığı bu hikâyenin esasına dair bilerek ya da unutma neticesi bazı değişiklikler yaptığı, yer yer ona ilaveler yaptığı, hatta bazı kısımları çıkardığı halde, Nüvîdî kendine esas aldığı İbn Sinâ'nın hikâyesine sadık kalmış, müellifin maksadına uy­gun tarzda onu işlemiş ve tek bir değişiklikte bulunmuştur ki o da; yukarıda sözü edildiği gibi Salâmân’ın hanımına Bânu adını vermektir.

Her iki mesnevi de şekil ve muhteva bakımından farklıdır. Câmınin mesnevisi 1130 beyittir ve konuya 278. beyitte girer.  Nüvîdî ninki ise 860 beyitten müteşekkildir ve mevzuya 182. beyitte başlar.  Her iki mesnevinin de nazm ediliş sebepleri farklıdır: Câmî, eserini Uzun Haşanın oğlu Yakub Beye tak­dim etmek için, Nüvîdîyse Sultan Muhammed Sıdkı nin teşviki üzerine yazmıştır. Câmî eserini yazarken ona 30 adet hikâye ilave etmesine karşılık, Nüvîdî 16 adet hikâye eklemiştir.

Hikâyenin tevilinde her iki müellif de Nasireddin Tûsıyi aynen takip etmişlerdir. Ancak Nüvîdî’nin yaptığı ilaveler Camiye nazaran biraz daha fazladır. Sonuç olarak; her iki eser hakkında söylediklerimizi şöylece özetleyebiliriz: Her iki eserde de yer yer terkip, mısra, bazen de beyit, başlık ve konu benzerliklerine rastlamak mümkündür. Eserlerin isimlerine ve benzerliklerine bakarak Nüvîdî’nin Salâmân u Absâl'ı için İbn Sinâ’nın yazmış olduğu Salâmân u AbsâlA bir nazire demek mümkünse de en az Câmî’nin Salâmân u Absâl'ı kadar oriji­naldir. Her iki şair de ortaya koydukları eserlerinde kendile­rine has düşünce ve duygularını ve bilhassa şahsiyetlerini or­taya koymasını bilmişlerdir. Ancak her iki eserin de sonunda yer alan te’vîl bölümleri Câmî ve Nüvîdîden çok Nasired­din Tusıye aittir. Câmî’nin eserinde hikâyenin en güzel yerini Salâmân’ın Absâl’a âşık oluşu ve beraberce memleketlerinden kaçmaları oluşturur. Nüvîdıninkinde ise, Bânu’nun Absâl’a aş­kını ilan etmesi ve onun kendine boyun eğmesini temin et­mek için âşıkâne yalvarmaları ve Absâl’ın da hem Bânu’ya bo­yun eğmemek hem de onu fazla kırmamak için çırpınışları hikâyenin en güzel yerini oluşturur.

Türk Edebiyatında Salâmân u Absâl

 

Buraya kadar değişik rivayederini ve hakkındaki farklı gö­rüşleri ele aldığımız Salâmân u Absâl mesnevisini Türk ede­biyatında ilk ve tek ele alan şairimiz Bursalı Lâmi‘î Çelebidir. Câmî’nin birçok eserini manzum tercüme ettiği için Câmî-i Rûm lakabı ile tanınan Lâmiî Çelebi, Salâmân u Absâl isimli mesnevisini Câmî’nin aynı adlı eserinden -ki bu mesnevinin yakın dönemde neşren tercümesi de yapılmıştır-  tercüme ederek dilimize kazandırmıştır. Ancak bu esere tam bir ter­cüme denemez. Zira sade, açık bir mana ve çok sayıda par­lak tasvir parçalarıyla hususiyet taşıyan bu esere Lâmi‘î Çe­lebi birtakım ilavelerde bulunmuştur. Bu sebeple Lâmi‘ınin Salâmân u Absâl'ı için tam bir tercüme değil, telîf-tercüme bir eserdir demek kanaatimizce daha doğru bir ifade olacaktır. Lâmi‘î Çelebinin Salâmân u Absâl mesnevisini hangi tarihte yazdığına dair tezkirelerde maalesef hiç bir malûmat yoktur.  Ancak, eserle ilgili bazı ipuçlarını değerlendirerek tahmini bir tarihe ulaşmak mümkündür: Gibb “Osmanlı Şiir Tarihi” isimli eserinde, Lâmi'ınin Salâmân u Absâl'ı gençlik devirle­rinde tercüme ederek Yavuz Sultan Selime takdim etmiş ol­duğunu yazar. Lâmi‘ınin bizzat kendisinin 1526 yılında yaz­dığı “Şereful-İnsan”  adlı eserinin mukaddimesinde yer alan eserlerinin kronolojik sıralamasında Salâmân u Absâl; Şerh ü Pervaneden önce, Maktel-i İmam Hüseynden sonra gelmekte­dir. Şerri ü Pervânenin yazılış tarihi 959/1522dir der.  Maktel-i İmam Hüseynin yazılış tarihi ise belli değildir. Bu durumda Lâmiinin ölüm tarihi olan 938/1532 tarihinde 60 yaşlarında olduğu  hatırlanırsa, Gibb’in de dediği gibi şairin bu eserini gençlik dönemlerinde yazmış olması gerekir.

 

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to