Bursalı Mehmed Veliyyüddin
Hazırlayan :Dr. Mustafa GÜNEŞ
İSTANBUL - MAYIS 2006
HAZA
MENAKIB-I HAZRETİ EŞREFZÂDE E'Ş-ŞEYH ABDULLAH E'R-RÜMİ E'L-İZNİKİ KUDDİSE SIRRAHU
E'L- BÂKI
Bismillahi'r-rahmani'r-rahim
İZNİKLİ
EŞREFOĞLU RÜMİ'NİN MENKIBELERİ
BAKI
OLAN ALLAH ONUN SIRRINI KUTLU KILSIN RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA BAŞLARIM
Aşkının
ateşiyle, bilge velilerinin kalplerini tutuşturan yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun.
O, ilahi aşkla kendinden geçen bilge kişilere, görmesi ve tanımasıyla (mestlikten
uyanıncaya kadar) yöneldi. (Tasavvufun terkten sonraki merhalesi vecd ve istiğraktır.
Bu safhada, masivadan kurtulan ruha hakikat dolar.)
İstiğrak
halinden kurtulunca tesbih ve ibadete yöneldiler. Arab'a, Acem'e, bütün insanlık
alemine ve cinlere gönderilen Hz. Peygambere, onun arkadaşlarına ve dört büyük halifeye
saygıyla ... Allah, onların hepsinden razı olsun.
Bundan
sonra, kusurlu Bursalı Abdullah Veliyüddin, Arayis Tefsirinin orijinal ve güzel
metinlerini okurken Allahu Teala'nın şöyle buyurduğunu gördü:
"Ve
bil valideyni ihsana vebizil gurba velyetama velmesakini vel carizilgurba..."!
ayet-i kerimesini engin ilim denizinin bilge kişisi, büyük insan Bagli (Allah onun
sırrı ve ruhunu kutlu kılsın)'nin buradaki "bilwaldeyn" (Ana-baba) kelimesini
söyle tefsir ettiğini gördu: ""Bilge kişilerin emirlerine karşı gelmemek ve onların erdemlerini
insanlara aktarmak."" Bunun için hemen, ariflerin sultanı İznikli
Eşrefoğlu Abdullah'ın, halifelerinin ve evlatlarının meşhur menkabelerini, kaleme
almaya karar verdi. Yazar, Eşrefoğlu, halifeleri ve onlardan sona gelen neslin herkes
tarafından bilinen açık kerametlerini neşretmeyi kendisi için önemli bir görev telakki
etti. Eşrefzâde'nin halifesi ve damadı, Şeyh Abdurrahim Tursi Hazretlerinin halifesi,
Bilecikli Muslihiddin Efendidir. Kebiroğlu Muhammed Çelebinin babasından şöyle rivayet eder:
Eşrefoğlu'nun
soyu, Allah'ın galip aslanı olan Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh vasıtasıyla
Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve selleme kadar ulaşmaktadır. Hz. Muhammed'in
soyundan geldiğini gösteren soyağacının (yeşil bir tülbent) ölümünden sonra giysileri
arasından çıktığı bilinir. Kendisi, bu delili (soy ağacı-şecere) herkese göstermekten
sakınırdı. Yukarıda adı geçen Mehmed Çelebi şöyle rivayet eder: Eşrefzâde Sultan,
gençliğinde zahiri ilimlerle meşgul olmuş, hatta bazı rivayete göre bu ilimleri
tahsil etmesi kırk sene sürmüştür. Bursa'da bulunan Osmanlı Sultanı Çelebi Sultan
Mehmed Hanın yeni kurulan medresesine hoca olmuştur. Bu medresede yapılan bilimsel
tartışmalarda hep üstün gelmiş ve alim olduğu herkesçe kabul edilmiştir. Şöhretin
doruğunda iken bir gün, "Hakkın cezbelerinden bir cezbe, bütün insanların
ve cinlerin sevaplarına eşittir." anlayışıyla, kalbine Hakk'ın cezbesi
düşer ve dünyevi işleri bırakıp büyük bir bilgeye bağlanmak gayesiyle, o zaman Bursa'da
yaşayan Abdal Mehmed Hazretlerinin huzuruna manevi yardım almak için, sabah erkenden
varır. "Bu kişi gerçek bilge ise belirtileri vardır." düşüncesi
kalbinden geçer. Abdal Mehmed Hazretleri, Eşrefzâde'ye bakarak: "Hoca! Bize
köfteli çorba getir." der. Eşrefzâde, hemen pazara gider, fakat köfteli
çorba bulamaz. Bir kâse köftesiz çorba ile bir kaşık getirip Abdal Mehmed Hazretlerinin
önüne koyar. Abdal Mehıned, çorbanın içinde köfte olmadığını görünce: "Hoca!
Hani bunun köftesi"? der. Eşrefzâde: "Sultanım! Bugün köfteli çorba kalmamış,
inşaallah, yarın getiririm." der. Abdal Mehmed Hazretleri, imtihan için, herkesin
gelip geçtiği yoldan biraz çamur alıp köfte şekli verdikten sonra çorbanın içine
atar ve karıştırır.
Eşrefzâde'nin
eline, çorba tabağını verir ve bu çorbayı yemesini söyler. Eşrefzâde, hiç düşünmeden,
çorbayı yemek için ağzına götürdüğü zaman, Abdal Mehmeh Efendi: "Yenebilen
bir şeyi herkes yer." sözüyle, ona imtihanı kazandığını ima eder. Eşrefzâde
Sultan, hemen medreseye gider ve orada nesi varsa hepsini fakirlere dağıtır. O zaman
Bursa'da yaşamakta olan, mürşit, hakikat bahçesinin dikensiz gülü Seyyid Muhammed
Emir Sultan Hazretlerinin yanına giderek kendisini müritliğe kabul etmesini ister.
Emir Sultan Hazretleri (Allah onun sırrını mukaddes kılsın):
"Kuzum!
Biz yaşlıyız ve ölümümüz yakındır. En iyisi sen, Ankara'daki Hacı Bayram-ı Veli
kardeşimize teslim ol. O, sana istediğini verir." buyurur. Eşrefzâde, hemen Ankara'ya,
Hacı Bayram-ı Veli'nin yanma gider. Tevbe ve Bayramiliğe giriş izninden sonra, en
zor tasavvufi perhizlere tabi tutulur. Çevresinde pek çok sufi olan Hacı Bayram'm
mübarek başlarındaki gözleri çok öteleri görürmüş. Mübarek ellerine menekşe yağı
sürüp Eşrefzâde'nin burnuna koklatmış. Onu müritliğe kabul etmiş. Bazı rivayetlerde
de Eşrefzâde'nin, önce Akşemseddin Hazretlerine, daha sonra Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine
gittiği belirtilir. Eşrefzâde, on bir sene Hacı Bayram-ı Velinin hizmetinde bulunmuş
ve dergahın imamlığını yapmıştır. Eşrefzâde, Hacı Bayram'ın yanına gittiğinde: "Aziz
Hazretleri bana zor bir hizmet buyurmasaydı." diye aklından geçirir. Eşrefzâde'ye,
dergaha ilk geldiği zaman, hela temizliği görevi verilir. Eşrefzâde de hiç düşünmeden:
"Baş üstüne, işittim, kabul ettim." der. Eline ibrik, kürek ve
süpürge alarak tuvalet temizledi. Daha sonra, imamlık görevi kendisine verildi.
Nefis terbiyesi ve perhizle on seneden fazla imamlık görevini yürüttü. Eşrefzâde,
bunu şöyle ifade eder: "Ben, şeyhime on birsene hizmet ettim. Şeyhim, bu
süre zarfında benimle konuşmadı, sadece bir defa şunu söyledi: "Meşayih
katında çok konuşmak küstahlıktır, çok konuşma." Bu söylediği sözü
de edeb diye tabir ettim. Bu kadar hizmetinde bulunduktan sonra, Hacı Bayram, kızı
Hayrunnisa Hanım ile Eşrefzâde'yi evlendirdikten sonra İznik'te tasavvufi öğretilerini
yaymaya, kendisini temsil etmeye onu yetkili kılmıştır. Eşrefzâde, verilen görev
gereği İznik kasabasına gelip yerleşir. Burada ikamet ettikleri sırada bir kızları
olur ve adını Züleyha koyarlar. Eşrefzâde, bir ara şeyhini ziyaret etmek için Ankara'ya
gider. Onun güzel sohbetini dinlerken söz esnasında, Eşrefzâde: "Sultanım seyr
ü sülukumuzu tamamladık mı?" der. Hacı Bayram, bu soruyu şöyle cevaplar: "Bir
velinin bin sene ömrü olsa, bu ömrünü, nefis terbiyesiyle, mücadele ve ibadetle
geçirse bile enbiyadan bir peygamberin ayağının bastığı yere, bu velinin başı ulaşamaz."
Eşrefzâde : "Bu cevap beni tatmin etmedi." der.
Eşrefzâde'de
Allah'a ulaşma (fenafillah) arzusu vardır. O, "Daha ilerideki manevi makamlara
ulaşmak istiyorum." deyince, şeyhi ona şöyle demiş: "Senin, bu makama
ulaşman için Hama (Suriye) şehrinde oturmakta olan Abdülkadir Geylani Hazretlerinin
dördüncü göbekten torunu olan Hüseyin Hamavi Hazretlerinin yanına gitmen gerekir.
Öncelikle, nefsi eğitme veya kırk günlük zorlu sürece giıme (erbain) işini İznik'te
yap. Başından geçen bütün olayları da bir kağıda yaz." dedi. Eşrefzâde, İznik'e
gelerek kırk günlük zorluğa girme işini (erbain) yapar. Bu iş tamam olunca, başından
geçen ilginç olayları da bir kağıda yazar. Eşrefzâde, ailesi ve kızını yanına alarak
Hama şehrine gider. Allah'ın hikmeti, Hüseyin Hamavi Hazretleri, Eşrefzâde'nin şehre
geleceği gün hacdan gelmiştir. Şehrin ileri gelenleri büyük küçük herkes onu karşılar.
Karşılama esnasında Hamavi Hazretleri buyurur ki: "Beni karşılama işini
tamamladınız. Şimdi Anadolu'dan bir kişi geliyor. Gidin, şimdi de onu karşılayın."
der. Karşılayanların hepsi, Anadolu tarafına doğru giderler ve gelecek olan
kimsenin kim olduğunu çok merak ederler. Onlar konuşurken Eşrefzâde yanlarından
geçip gider. Hiç kimse, Anadolu'dan gelen kişiyi tanıyamaz. Yani, kıyafeti gösterişli
olmadığından, dikkatleri üzerine çekmemiştir. Rivayet olunur ki: Mübarek hırkalarının
sökük yerlerini bile dikmeyip öylece gezermiş. Karşılayanlar, kendi aralarında şöyle
fikir yürütürler: "Anadolu'dan gelecek olan kişi, gösterişli kıyafetleri
ve hizmetçileri olan anlı şanlı bir kişi olsa gerektir." Bu yüzden, onu
tanıyamamışlar. Bu durum, Hüseyin Efendi Hazretlerine malum olur. Kendileri, şehrin
kapısından dışarı çıkarak Eşrefzâde'yi karşılar. İlk sözü: "Yazdığın kağıt
nerede?" olur. Onlar için gizli bir şey yoktur. Eşrefzâde, nefsi dizginlediği
kırk günlük çile sırasında gördüğü ilginç olayların yazılı olduğu kağıdın istendiğini
anladı. O kağıdı, hemen Hüseyin Efendiye verdi. Rivayet olunur ki: Eşrefzâde kasidelerinde
(şiirlerinde) Rumi mahlas (takma ad)ını kullanır. Bunun sebebi, Hamavi Hazretleri
ile karşılaştıkları zaman, onun mübarek ağızlarından bu söz (Rumi) çıktığı için,
şiirlerinde aynı mahlası (Rumi) kullanmıştır.
Hüseyin Hamavi, kağıda bakarak: "Yine, kırk günlük çileye girmen gereklidir."
der. Eşrefzâde, bunu kabul ederek ayağının tozu ile çilehaneye girer. Şeyh Hüseyin,
Eşrefzâde'nin kızı ve eşine, kendi evlerinde bir oda tahsis eder ve ihtiyaçlarını
karşılar. Eşrefzâde, Şeyh Hüseyin'in telkinleri ile zikirle meşgul olur. Birkaç
gün sonra: "Bu kadar yoldan geldim, ailemin durumu nasıl, benim hal ve derdimin
çaresi nedir?" diye kendi kendine sorar. Bu düşünce, onu rahatsız eder. Allah'ın
bildirmesi ve Hüseyin Hazretlerinin himmeti ile hanımına bu düşünce malum olur.
Eşi, kızma eler ki:
"Kızım!
Babacığının kapısına var, ona şöyle söyle: Babacığım! Kalbindeki huzuru bozma. Huzurlu
bir şekilde zikrine devam et. Bize bir oda verildi. Yiyecek konusunda da bir sıkıntımız
yoktur. bizim için kederlenme." Eşrefzâde, bu sözü duyunca: "Ya Rabbi!
Beni bu endişeden kurtardığın için sana sonsuz şükürler olsun." diyerek secdeye
vanr. Bundan sonra kendi hali ile meşgul olur. Çile günleri, otuz güne vardığı zaman
otuz birinci günün gecesi hizmet eden derviş, bulamaçla (yiyecek) hücre kapısına
varır. Kapıyı açar ve görür ki: Eşrefzâde hücrenin bir duvarına dayanmış, hareketsiz
duruyor. Derviş, onu uyandırmak için biraz sallar ve hareket etmediğini görür. Şeyh
Hüseyin Hazretlerine der ki: "Sultanım! Rumi vefat etmiş, siz sağ olun."
Şeyh Hüseyin Hazretleri buyururlar ki: "Git, hücrenin kapısını kilitle ve anahtarını
bana gelir." Derviş, hücreyi kilitleyip anahtarı getirir. Dervişlerin arasında
bu haber yayılır. Bazıları derler ki: "Gelin, şeyhe gidelim. Bir ölüyü hücre
içinde hapsetmenin sebebi nedir? Çıkartılıp gömülsün." Bazıları da der ki :
"Kendisi bilir, o alim insandır, onun yaptığı işlere biz karışamayız."
Bazıları,
nasihat dinlemeyip Şeyhin huzuruna çıkarak:
"Sultanım!
Rumi vefat etmiş, odadan çıkartılıp gömülsün." derler. Şeyh buyurur ki: "Allah
ile ahd edip dururum ki: Kırk gün tamamlanmadan çıkartmam." Dervişler. kızgın
bir şekilde geri dönerler. Kırk gün tamamlandıktan sonra Şeyh: "Vademiz doldu,
vakit tamamdır. Gelin, ey dervişler, Rumi'yi çilehaneden çıkartalım." der.
Çilehanenin kapısına varırlar. Şeyh, dervişlere Allah'ı zikretmelerini söyler. Onlar
da bir miktar zikrederler. Bundan sonra, aziz Hazretleri dua edip mübarek elleriyle
çilehanenin kapısını açar. Orada bulunan dervişler görürler ki: Eşrefzâde, otuzuncu
gündeki gibi yine aynı haldedir. Eşrefzâde'nin yanına gelip kulağına: "Ya
Rumi, Hu!" diye seslenir, cevap gelmez, bir daha "Hu!" derler.
Yine cevap gelmez. Arkasından bir daha "Hu!" derler. Hemen bunun ardından,
Eşrefzâde: "Buyurun sultanım' Bana kıydınız." der ve oturur. Oradakiler,
bu sözün, "Beni burada uzun zaman aç, susuz bırakarak öldürmeye kalktınız."
şeklinde anlaşılmaması gerektiğini iyi bilirler.
Beni,
dalmış olduğum ruhani derin âlemden ayırıp uyandırdınız, anlamında bana kıydınız
demek istemiş. Gerçek bilge odur ki kendi vücudunu ve cesedini dünyada bırakıp ruhunu
yüce alemlere götürür. Eşrefzâde anlatır ki: "On yedi mürşide yetiştim,
onlara hizmet ettim. İçinden dört tanesi çok mükemmeldi. Bunlar: Hacı Bayram-ı Veli,
Hüseyin Hamavi, Emir Sultan ve Akşemseddin'dir." (Allah onların sırlarını
kutsasın.) Biz, konuya dönelim. Eşrefzâde, o gün halvethaneden çıkınca Şeyh Hüseyin
Hazretleri ona bir tane icazetname, seccade ve asa verir. O gün Eşrefzâde'nin üzerinde
Hacı Bayramı Veli'nin kıyafetleri vardır. Onun başlığının belirtisi, tepesinde altı
pul olmasıdır. Şeyh Hüseyin, buyurur ki: "Hacı Bayram-ı Veli kardeşimizin kıyafeti,
üzerinde dursun.
Anık sen,
farklı bir manevi rütbe ve sorumluluk sahibi oldun, başındaki altı pulun yanına
bunu da kat ki yedi tane olsun. Eşrefzâde: "Başım ve gözüm üstüne." diyerek
derhal söylenenleri yapar. "Eşrefiyye sikkesinin yedi kısım olmasının sebebi
budur." diye buyurmuşlar. Kıyafetlerinin keçeden yapılmasının sebebi, Hak katında
geceye işaret eder. Hamavi Hazretleri buyururlar ki: "Bir vilayete iki
sultan sığmaz, şimdi seni kendi vatanına halife tayin ettim." Eşrefzâde,
hemen vatanına ulaşmak için yolculuğa niyet eder. Uzun yıllar, gayret etmelerine
rağmen olgunlaşmayı başaramamış kişiler, içlerinden derler ki: "Hizmet bize,
himmet başkasına. Hamavi, Rumi'yi kırk gün içinde olgunlaştırıp icazet izni verdi."
Aziz Hazretlerine bu durum malum olup, dervişlere, Eşrefzâde Hazretlerinin ulaştığı
seviyeyi gösterebilmek için, arkalarından bir insan göndererek onu, yolundan çevirir.
Hamavi Hazretlei Eşrefzâde'ye buyururlar ki: "Ya Rumi! Misafirimiz oldunuz.
Size bir ziyafet veremedik, burada kal, inşaallah yarın gidersin." der. Onlar
da kabul ederek kalırlar. Hamavi, gezi hazırlığı yapar.
O gün
hep birlikte gezintiye çıkarak bir yerde konaklarlar. Yanındakiler: "Sultanım,
burada su yok, neden burada konakladık ki?" derler. Hamavi, yanındakilere:
"Bana su getirin." der. Onlar da: "Sultanım! Burada su yok."
derler. Şeyh Hüseyin de: "Hele bir araştırın." der. Yanındakiler, biraz
araştırırlar. Elleri boş, çaresiz bir şekilde, su bulamadan gelirler. Hamavi, o
zaman Eşrefzâde'ye dönerek: "Ey Rumi! Bir de siz araştırın bakalım, belki siz
bulabilirsiniz." der. Eşrefzâde: "Başım, gözüm üstüne." diyerek yerinden
kalkar ve eline bir tas alır. Ardından temiz toprakla teyemmüm edip secdeye varır
ve şöyle der: "Ya Rabbi! Hocam su istiyor, bana biraz su ihsan et."
Başını secdeden kaldırır. Secde ettiği yerden suyun fışkırdığını görür. Akan sudan,
tası doldurarak hocasına getirir. Hamavi de dervişlere dönerek şöyle der: "Su
yok diyordunuz, bakın Rumi, suyu nasıl buldu?" Dervişler, hemen suyun bulunduğu
yere gelerek suyun fışkırarak aktığını görürler. Sonunda, onlar da Rumi'nin bu kerameti
ile belli bir olgunluk seviyesine ulaştığını anlarlar. Yine rivayet olunur ki: O
zaman, mevsim ilkbaharmış. Hüseyin Hazretleri: "Dervişler! Bize biraz menekşe
getirin." demiş. Herkes, menekşe toplamaya gitmiş. Bir müddet sonra ellerinde
deste deste menekşe ile dönmüşler. Ancak Eşrefzâde'nin elinde bir menekşe vardır.
Uu menekşeyi, aziz Hazretlerine verir. Aziz Hazretleri der ki: "Ey Rumi! Misafir
olduğun için menekşelerin yetiştiği yerleri bulamamışsın herhalde." Eşrefzâde
der ki: "Aslında menekşelerin bol olduğu yeri buldum; ama hangi menekşeyi koparmak
istediysem bana şöyle seslendi: Biz, tesbih ediyoruz, bizi, bu tesbihimizden ayırma.
O esnada, zikretmeyi bitirmiş bir menekşe buldum, onu alıp size getirdim."
Bunu duyan dervişler utandılar ve Eşrefzâde'nin büyüklüğünü bir kere daha anladılar.
Bundan sonra Eşrefzâde, Hüseyin Hamavi Hazretlerinin iki el ve ayaklarını öperek
müsaade istedi. Şeyh Hazretleri, ayrılırken ona şu nasihatte bulundu: "Ey Rumi!
Anadolu erenlerinin hemen hemen hepsine yetiştin, onlarla görüştün, sonunda buraya
geldin. Bizim seyr-i sülükumuzun sonuna ulaşmak istersen memleketine gidip yedi
sene boyunca günde yedi tane siyah üzüm yiyerek riyazete devam et." Eşrefzâde:
"baş üstüne" diyerek yola çıkar. Hamavi, Eşrefzâde'nin arkasından hayranlıkla
bakar. Orada bulunanlar:
"Sultanım
niçin böyle baktınız?" deyince, onlara şu cevabı verdi: "Eşrefzâde,
engin bir denizdi, içine ne atıldıysa kaptı, yani alması gereken ne varsa hepsini
aldı. Onun için baktım. İstedim ki siz de etkilenip ondan faydalanın." Eşrefzâde'ye
bu güzel söz malum olunca, o da geriye dönüp anlamlı bir şekilde baktı. Şeyh Hazretleri
de ellerini kaldırıp dua ederek: "Allah'a hamd olsun." diyerek dergaha
döndü. Eşrefzâde Sultan, yolculuktan sonra İznik kasabasına geldi.
Hamavinin
tavsiyeleri çerçevesinde, yedi sene boyunca günde yedi tane üzümle riyazete devam
etti. Yedi sene, halkı aydınlaunaya devam etli. Müzekki'n-Nüfüs ve Tarikatname isimli
iki kitap yazdı. Uzun yıllar çalışıp talebe yetiştirdi. Civar yerlere halife göndermek
üzere iken 874 tarihinde vefat etmiştir. Türbesinde şu mısra vardır. Eşrefzâde 'azm-i
cinan eyledi (Allah, onun sırrını kutsasın). "Haşir gününde onu şefaate
ulaştırsın, korusun ve cennetine kavuştursun."
MENKIBE:
Eşrafzâde, Şeyh Hüseyin Hazretlerinden ayrılıp İznik'e yerleştiğinde bir hayli yoksulluk
çekmiş. Halk onunla alay etmiş. Bir gün Hama'dan İznik'e birisi gelir. Eşrefzâde'nin
bu halini görünce, der ki: "Ey İznikliler siz bu şahsın kim olduğunu bilmiyorsunuz,
onu hakir görüyorsunuz, hâlbuki bu insan, Hama şehrinde pek çok kerameti onaya çıkan,
feyizli ve saygın bir kişidir." Ayrıca, onun kerametlerini de halka anlatmaya
başlar.
Halk,
yaptıkları hatadan dolayı, Eşrefzâde'nin el ve ayaklarına sarılarak özür diler ve
saygı gösterneye başlar. Eşrefzâde, halkın bu aşın ilgisinden sıkılarak Tirse Dağlarına
gider. Dağda gezinirken bir kişiye rastlar. Bu şahıs, Eşrefzâde'ye "Sen kimsin?"
diye sorar. O da: "Kaçak
bir kulum." der. Eşrefzâde'nin bu sözü yalan değildir, çünkü bütün insanlar,
Allah'ın kuludur. O, halktan Hakk'a kaçmıştır. Adam, bu sözü duyunca, kendi kendine:
"Bu kişiyi subaşıya götürüp, karşılığında armağan alayım."
der. Eşrefzâde'yi bir odaya hapseder. O adamın, yaşlı bir annesi varmış. Adam,
annesine: "Anne, ben bir kaçak adam yakaladım ve onu odaya hapsettim. Şimdi
tarlaya çift sürmeye gidiyorum. Daha sonra, o adamı götürüp, mükâfatımı alacağını."
der. Sonra, çift sürmeye gider. Yaşlı kadın, o kişinin Eşrefzâde olduğunu bilmeden
ona yiyecek verir.
Namaz
vaktinde Eşrefzâde, yaşlı kadından su ister. Kadın, ona su getirir. Eşrefzâde, abdest
alıp namaz kılar ve zikirle meşgul olur. Onun zikrini duyunca yaşlı kadının kalbine
ilahi bir ateş düşmüş. Eşrefzâde'ye, hiç kaçak bir kula benzemediğini, İzniklilerin,
bir dervişle alay ettiklerini, sonra saygı gösterdiklerini ve sonunda dervişin ortadan
kaybolduğunu söylemiş ve ilaveten şu soruyu sormuş: "Allah için doğru söyle,
yoksa sen o derviş misin?" Eşrefzâde de: "Evet" demiş. (Veliler yalan
söylemez.) Yaşlı kadın, pişman olup Eşrefzâde'nin ellerine, ayaklarına sarılmış.
Eşrefzâde'ye ilk bağlanan o kadındır. Oğlu, eve gelince, annesi oğluna durumu
anlattı. O da yaptığı hatayı anlayıp pişman oldu, özür diledi ve ona bağlandı.
Pınarbaşı Irmağının kenarında Eşrefzâde için bir tekke yaptırdı. Kendileri, burada
ibadetle meşgul olmuş.
MENKIBE:
Eşrefzâde,
sabah namazını biraz karanlıkta kılarmış. O zaman, hayatta olan İznikli Kutbeddin
Efendi, Eşrefzâde Mescidine bu durumu arzetmek için gider. Eşrefzâde, her zamanki
gibi müezzine, ezanı okuması için başıyla işaret eder. Hoca Kutbeddin, daha vakit
girmedi, diyerek müezzini oturtur. Bir müddet sonra, Eşrefzâde yine işaret eder.
Hoca Kutbeddin, yine engel olur, üçüncü işaretlerinde yine engel olur. Eşrefzâde,
Hoca Kutbeddin'e bakarak: "Doğuya bak." der. Kutbettin, doğu tarafına
bakar ve güneşin Kaf Dağından iki adam boyu yükseldiğini görür. Hemen "Hay!"
diye nara atarak kendisini yere atar. Sultan Eşrefzâde'nin ayaklarına yüz sürer.
Tövbe ederek şöyle der: "Maddi ilimleri isteyenler bize gelsin, manevi ilimleri
(tasavvuf) isteyenler de Eşrefzâde'ye gitsin". Eşrefzâde, Kutbeddin Hocaya
şöyle der:
"Sen
ibadeti görerek değil, taklit ile yaparsın. Dervişler, çok ileriyi görerek, tahkiki
olarak ibadet ederler."
MENKIBE:
Şeyhim
Pir Hamdi Efendi anlatır ki: Eşrefzâde, bir gün ibadet ederken, gece gökyüzü iki
parçaya ayrılıp içinden bir nur çıkıp ve ona şöyle bir hitapta bulunuldu: "Ey
kulum! Dile benden ne dilersen. Bütün haramları sana helal ettim." Eşrefzâde
Hazretleri, onun şeytan olduğunu anladı ve avucunun içine aldı. Şeytan, iki büklüm
olarak dedi ki: "Ya şeyh, ne yapıyorsun? Allah, bana kıyamete kadar zaman
vermiştir. Sen, beni öldürmeye çalışıyorsun." O da: "Ey şeytan! Sen, beni sevenlerin
imanlarına dokunmayacağına dair yemin et." dedi. Şeytan (Allah, ona
lanet etsin): "Yemin ederim
ki onların imanlarına dokunmayacağım." Eşrefzâde: "Sen, Allah
ile yaptığın anlaşmaya uymadın. Benimle olan anlaşmana mı vefa göstereceksin, bildiğin
gibi yap." deyip onu saldı. Daha sonra Eşrefzâde'ye sormuşlar: "Onun
şeytan olduğunu nereden anladın?" Eşrefzâde: "Bütün haramları helal
ettim dediğinden "
MENKIBE:
Pir Hamdi,
(Habib Dede vasıtasıyla) Abdurrahim Tırsi'den şöyle nakleder: "Şeyhime bağlandığım
zamanlarda bana bir hizmet verildi. Bu hizmeti yapıp kendi halimle meşgul oldum.
Bir gün beni pazara gönderdiler. Orada gördüm ki tellalın elinde otuz akçeye bir
elbise var, onu alıp giydim; hatta ona, bir akçe de fazladan verdim." Tellal:
"Biraz bekle, ben mal sahibine danışıp geleyim." dedi. Çok beklememe rağmen
gelmedi. Ben de oradan ayrıldım, dergaha geldim. Pazardan aldıklarını Eşrefzâde'nin
önüne koydum. Odama giderek zikirle meşgul oldum. Bir müddet sonra Eşrefzâde: "Abdurrahim,
buraya gel" diye seslendi. Ben, hemen yanına vardım. Dedi ki: "Ne yapıyorsun?"
"Zikir yapıyorum." dedim. "Yalan söylüyorsun. Otuz bir akçe, otuz
bir akçe diye söyleniyorsun. Bu nasıl zikirdir? Bu yetmezmiş gibi bir de inkâr ediyorsun.
Öyle
yapma! Eğer bizim yediğimizi yer, giydiğimizi giyersen bu yolda başarılı olursun.
Yoksa, çok pişman olursun. Son pişmanlık fayda etmez." dedi. Bu menkıbeden iki anlam çıkar:
Dünyaya bu kadar fazla bağlanmak Allah'a ulaşmaya engeldir. Eşrefzâde'nin manevi
derecesi o kadar yüksek, kalp gözü o kadar açıktır ki kalbe gelen fısıltıları bile
işitir; ona gizli yoktur.
MENKIBE:
Fatih
Sultan Mehmed Hanın annesinin dilinde bir hastalık (kangren) çıkar. Doktorlar çare
bulamaz. Uzman kişilerin hepsini çağırmışlar, çare bulunamamış. Fatih'in dergah-ı
ali çavuşlarından biri İznik'te, Eşrefzâde'nin dergahında, onun sohbetine katılmış
ve onun kerametlerine tanık olmuştur. Bu çavuş, Fatih'in vezirine giderek şöyle
der:
"İznik'te
ulu bir insan gördüm, kerametlerine tanık oldum. Eğer o aziz insanı buraya getirirseniz,
ümit ederim ki sultanımızın annesi şifa bulur." Vezir de durumu hemen padişaha
haber verir. Padişah, o şahsı saraya getirmelerini söyler. Kapıkulu askerleri (saray
askerleri) İznik'e gider ve Eşrefzâde'ye bu emri söylerler. O da: "İlahi emir
yoktur, gidemem." der. Görevliler, Eşrefzâde'yi birkaç defa saraya çağırmalarına
rağmen Eşrefzâde, yine ilahi emir olmadığı için gelemeyeceğini söyler. Onlar da
durumu padişaha bildirirler. Padişah, bu sefer öfkeli bir şekilde: "Gidin,
onu öldürün!" der. Asker, padişahın bu emrini yerine getirmek için
İznik'e
doğru yola çıkarlar. İznik yakınlarında Derbent isminde, halkı kâfir olan bir belde
vardır. Askerler, o gece orada kalırlar. Niyetleri, Eşrefzâde'yi şarapla boğarak
öldürmektir. Bu durum, Eşrefzâde'ye malum olur. Namazını kıldıktan sonra yanındakilerle
birlikte dergahın kapısına çıkar, elindeki asaya dayanarak askerlerin geleceği tarafa
dönüp beklemeye başlar. Eşrefzâde'ye bir heybet gelir ki kimsenin hareket etmeye,
konuşmaya cesareti kalmaz. Bir süre sonra askerler gelir. Eşrefzâde, elindeki asayı
yere vurarak: "Hoş geldiniz, padişahın askerleri!" deyince, askerlerin
akılları başlarından gider ve sersem olurlar. Sultan Eşrefzâde, dervişlere:
"Gidin,
şu yükü getirin."
der. Dervişler, şarabı indirirler. Eşrefzâde, bir kazan getirmelerini söyler. Kazan
gelince, Eşrefzâde:
"Bismillahirahmanirrahim" diyerek içki
dolu tulumları açar. Orada olanlar şaşkınlık içinde, şarabın beyaz bala dönüştüğünü
görürler. Eşrefzâde, askerlere der ki: "Şimdi Hakk'ın iradesi gerçekleşti,
İlahi emir geldi, padişaha haber verin, bu sefer geleceğim." Askerler de saraya
gelerek olanları ve konuşulanları, padişaha anlatırlar. Padişahın içine bir muhabbet
ateşi düşer. İlk iş olarak, onu bizzat karşılayacağını söyler. Alimler ve vezirler
hepsi birden: "Siz, Müslümanların halifesisiniz; o ise, sadece bir derviştir.
Onu, saray kapısında karşılamanız yeterlidir." derler. Saray görevlileri, Kararıürsel'de
Eşrefzâde için bir sandal hazırlar. Fşrefzâde, hazırlanan bu sandala binerek İstanbul'a
gelir. Padişah Hazretlerine, Eşrefzâde'nin yaklaştığı haber verilir. Padişah, onu
Demirkapı'da karşılar ve daha önceki davranışından dolayı ondan özür diler. Eşrefzâde'yi
özel dairesine götürerek yanına saygıyla oturur.
Onun vaaz
ve nasihatini dinler. Eşrefzâde, padişaha: "Ey İslam'ın halifesi! Bize düşen
görev nedir? Duyurun yapalım." der. Padişah Hazretleri buyururlar ki: "Çok
sevdiğim annemin ağzında bir hastalık ortaya çıktı. Konuşamıyor, yemek yiyemiyor,
hekimler çare bulamadılar. Şimdi, bu derdin çaresi için sizden himmet ve dua bekliyorum."
Eşrefzâde, hemen ellerini cebine sokar, bir miktar bitkisel şeker çıkarır, mübarek
nefeslerine tutarak padişaha verir ve şöyle der: "Bu şekeri annenize verin,
eriyinceye kadar ağızlarında tutsunlar." Padişah, hemen haremağasını çağırır
ve şekeri, onunla annelerine gönderir. Haremağası, şekeri valide sultana verir ve
ağızlarında tutmaları gerektiğini söyler. Valide Sultan, şekeri ağzına koyar. Allah'm
izniyle şeker eridikçe, Valide Sultan iyileşmeye başlar. Şeker, tamamen eridiğinde
ağzında hastalıktan hiçbir eser kalmaz. Valide Sultan, tekrar konuşmaya başlar.
Padişah, bu kerameti yakından gördüğü için
Eşrelzâde'ye
can u gönülden hürmet gösterir. Ona, yüklü miktarda alem ve gümüş vermek ister.
O, bunların hiçbirisini kabul etmeyerek: "Padişahım! Siz bu değerli gümüş ve
altınları kullarınıza (askerlerinize) verin, savaşa hazırlanın. Bizim gibi dervişlerin
buna ihtiyacı yoktur." der. Padişahın üzülmemesi için, biraz para alarak izin
ister. Padişah Hazretlerine veda edip çıkar. Saray hizmetlilerine ve iskeledeki
fakirlere, aldığı paranın hepsini dağıtır. Yanında hiç para kalmaz. Deniz yoluyla,
Karamürsel'e ulaşır. Halk ve dervişler, Eşrefzâde'yi karşılamak için İznik'ten Karamürsel'e
gelirler. Eşrefzâde, hemen ellerini kaldırıp şöyle dua eder: "Ey Yüce Rabbiın!
Bugünden sonra senden dileğim şudur: Bizi, sultanların kalbinden; sultanları da
bizim kalbimizden çıkar."
Dervişleriyle
İznik'teki dergahında kalmaya başlar. Padişahın kalbine düşen aşk ateşi iyice alevlenir.
Sultan, çok kısa bir zaman geçmesine rağmen ayrılığa sabredemez ve yanına has adamlarından
birkaç kişi alır ve kıyafet değiştirerek İznik'e gider. Eşrefzâde'ye: "Sultanım!
Bizi dervişliğe kabul et, bize saltanat gerekmez." der. Eşrefzâde de: "Padişahım!
Siz gidin, adaleti kendinize kılavuz yapın; o zaman, bütün peygamber ve evliyanın
yardımı sizinle olur." diyerek onu devletin başına gönderir. Padişah, teselli
bularak işinin başına döner.
MENKIBE:
Bilecikli
Muslihiddin (Allah onun sırrını kutsasın) Hazretleri anlatır ki: Eşrefzâde Hazretleri,
"Ey huzur bulmuş nefis! Rabbin senden, sen de Rabbinden razı olarak cennetime
gir" (Fecr suresi 27-28) mealindeki ayeti duyar duymaz mübarek canını teslim
eder. Yani can kuşu, ebedi olan cennet bahçelerine doğru uçar
Yaklaşık
üç saat sonra Horasan'dan bir grup süfi gelir.
Eşrefzâde'nin
vefat ettiğini görünce feryat edip derler ki:
"Vatanımızdan
ayrıldık, çok uzun ve yorucu yolculuklar yaparak buralara kadar geldik. Onun mübarek
sohbetlerine katılıp tövbe almaya niyetlendik. Ancak, nasibimiz yolunuş.'' Eşrefzâde'yi
cenazesini yıkamak için musalla taşına koyarlar. Dervişler, biraz zikir yaparlar.
Bu sırada Sultan Eşrefzâde, gözlerini açarak mübarek ellerini misafirlere doğru
uzatır. Tevbe ve zikir telkini yapar. Ellerini geri çeker ve gözlerini kapatır.
Gelen misafirler de şimdi amacımıza ulaştık, diye çok mutlu olurlar. Bu kerameti
orada bulunan herkes görür.
Nitekim
Abdurrahiın Tırsi, bu olayı şöyle şiirleştirmiştir.
Gerçi
kim ölmez dediler
Hak dostudur
o dediler
Gözden
doğar dediler
Eşrefoğlu
Rumi sultan
Hak dostları
dirildiler
Kabe'de
namaz kıldılar
Mübarek
sefer dediler
Eşrefoğlu
Rumi Sultan
Sabah
vakti dünyadan itti
Geri nice
o sultan ne etti
Görünce
telkin etti
Eşref
oğlu Rumi Sultan
Birkaç
misafir geldiler
Tövbe
edelim dediler
Dünyadan
göçmüş buldular
Eşrefoğlu
Rumi Sultan
Tövbesiz
kaldık dediler
Ah edip
ağlaştılar
Himmet
olsun dediler
Eşref
oğlu Rumi Sultan
Çünkü
yumağa koydular
Dervişler
zikir yaptılar
Tövbe verirken gördüler
Eşref
oğlu Rumi Sultan
Evliyalar
ölmez imiş.
Can acısın
görmez imiş.
Evliyalar
ölmezmiş
Can acısını
görmezmiş
Aşıkların
koymazmış
Eşrefoğlu
Rumi Sultan
Bu biçare
garip ne yapsın
Ağlayarak
gitsin
Sensiz
bu cihan ne etsin
Eşrefoğlu
Rumi Sultan
O yüzden
ah edip inler
MENKIBE:
Anlatılır
ki: Eşrefzâde Hazretleri gayet sabırlı ve mütevazı bir insandı. Hatta, mahalle ahalisi
onunla alay ederlermiş. Bu durum, Hama şehrinde olan Hüseyin Hamavi Hazretlerine
malum olur ve Hama'dan ona şöyle seslenir: "Ya Rumi! Sabır, yerinde hoştur.
Ayağını, ya sen uzat, ya da ben uzatayım." Allah'm hikmeti, o mahallede
bir günde on yedi kişi vefat eder. Halk, durumu anlar. Yaptıkları kötülük sebebiyle
Eşrefzâde'den özür dileyerek ona saygı göstermeye başlar.
MENKIBE:
Abdulkadir
Necib'den rivayet edilir ki: Eşrefzâde, vefat ettikten sonra saray hanımlarından
birinin ağzı yara (kangren) olur. Bunun için, Eşrefzâde'nin muhterem kızını saraya
davet ederler. "Babanız daha önce böyle benzer bir hastalığı tedavi etmişti.
Onun da manevi yardımıyla, bu hastalıktan kurtulmak istiyoruz." derler. Bunun
üzerine, manevi alemden şöyle buyurulur: 'Tirse denilen yerde bir nesne var. Hasta,
onu ağzına alırsa iyileşir." dediği yapılır. Allah'ın izniyle, hasta şifa bulur.
MENKIBE:
Eşrefzâde
Hazretlerinin kızı Şeyh Abdurrahim Tırsi'nin eşi Zeliha Hatun, büyüklerinin mezarlarının
yanında ibadet ederken bir gece üzerine bir ağırlık çöker ve zikrederken uykuya
dalar. Eşrefzâde'nin mezarının olduğu taraftan şöyle bir ses gelir: "Ya Zeliha!"
der. O da: "Buyur Efendim!" der. "Kalk! Hiç aşık uyur mu? Aşıklar
uyumaz, haramdır." der. Zeliha Hatun, gözlerini açar ve bir daha hiç uyumaz.
MENKIBE:
Anlatılır
ki Eşrefzâde, vefat ettikten yaklaşık yüz altmış sene sonra, yani 1034 tarihinde,
Germiyan Sancağı'ndan bazı kimseler bir suçluyu zincire vurup İstanbul'a götürürken,
İznik'te iki gece konaklarlar. İstanbul'a giderken Hersek isimli bir yerde mola
verirler. Zincirli olan (suçlu), rüyasında yaşlı, nur yüzlü bir insanın yanına geldiğini
görür. Bu yaşlı insan kendisine: "Sakın korkma! Biz seni kurtarırız."
der. Mahpus, korkarak: "Sultanım! Siz kimsiniz, isminiz nedir?" diye sorar.
O da:
"Ben Eşrefzâde'yim. İznik'te bulunurum. Sen mazlumsun ve yanımıza mazlum olarak
geldin. Seni, bu beladan kurtarmamak olmaz. Gönlünü ve hatırını hoş tut. En kısa
zamanda kurtulursun." diyerek kaybolur. Sabah olunca, yola çıkarlar. Mahkumun
ellerini bağlarlar, fakat çözülür. Tekrar bağlarlar yine çözülür. Aynı hal, birkaç
defa tekrarlayınca çaresiz kalarak mahkumu bağlamadan götürürler. lstanbul'a öğle
vakti girerler. Bir çavuşun odasına giderler. Çavuş: "Bunu, şimdi paşaya götürmeyelim.
Sabah olunca divana götürürüz." der. Adamlar, bu teklifi kabul eder. Mahpus,
uyumaya başlar, bir müddet uyuduktan sonra rüyasında Sultan Eşrefzâde'yi görür.
Eşrefzâde buyurur ki: "Anık kurtuluş zamanı geldi. Çabuk kalk ve yola çık."
Mahpus hemen uyanır. Herkesin uykuda olmasını ganimet bilerek kelepçeli vaziyette
dışarı çıkar.
Yolda,
onu gören kimseler, hiçbir şey sormazlar. Bir sandıkçı dükkanına gelerek elindeki
kelepçenin açılması ricasında bulunur. Usta, testereyle kelepçeyi keser. Mahpus,
kelepçeden kurtulduktan sonra Eşrefzâde Hazretlerine dua ederek Bursa'ya gelir.
Başından geçenleri anlatır. Bu kıssadan çıkarılacak ders şudur: Bu yola (seyr ü
sülük) giren insanların, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından kurtulacakları
müjdelenmiştir.
MENKIBE:
Hikaye
olunur ki: Tirse'de oturan bir kadın varmış. Bir gün bu kadının kulağına zikir sesleri
gelmiş. Kadın, sesin Pınarbaşı'ndaki mescitten geldiğini sanarak kalkıp o tarafa
doğru gitmiş. Köyden biraz çıktıktan sonra görmüş ki bir grup asker ceylanların
üzerine binmişler. Kadın, öndekilerden birisine: "Bu gelenler kimdir?"
diye sormuş. O da: "Sultan Eşrefzâde" demiş. Kadın, biraz oturur. Sonra
görür ki: Eşrefzâde, beyaz bir ceylan üzerine binmiş geliyor. Kadın mübarek ayaklarına
yüz sürerek der ki: "Sultanımı Abdürrahim Tırsi Hazretleri de sizinle beraber
değil mi?" O da: "Bu sene, gazaya gitme sırası onlardadır." diyerek
kadının gözünün önünden kaybolmuş.
MENKIBE:
Anlatılır
ki Fatih Sultan Mehmed'in veziri Mahmud Paşa, bir suçtan dolayı yedi kule zindanlarına
hapsedilmiş. Mahmud Paşa, Eşrefzâde Hazretlerinin müridiymiş. Mahmud Paşa'nın kurtulması
için Eşrefzâde'ye adam gönderirler. O adam, İznik'e gelerek Eşrefzâde'ye bir mektup
verir. Eşrefzâde mektubu okuduktan sonra adama şöyle der: "Gebze Kasabası'na gidin, falan
mahallede yaşlı bir kadın vardır, adı filandır. Onu bulun, bizden de selam söyleyin.
Paşanın kurtulması için dua etsin" der. Adamlar, hemen Gebze Kasabası'na
giderek tarif edilen mahalledeki kadını bulurlar. Eşrefzâde'nin selamını söyleyip
Paşanın kurtulması için dua isterler. Kadın: "Elhamdülillah! Demek ki duam
kabul olmuş. İki seneden beri dua ediyordum. Mahmud Paşa, Kaptan Paşa iken, suçsuz
olan oğlumu astı. Ben de ona beddua ettim. Şu zamandan sonra, bundan geri dönemem.
Hazırlıklı olsun." diye cevap verir. Paşanın adamları, üzgün olarak geri
dönüp durumu Mahmud Paşa'ya bildirirler. Mahmud Paşa da dünyadan ümidini keser.
O gece yarısı, padişahın adamları Mahmud Paşa'yı boğarlar. Fatih Sultan Mehmed,
Mahmud Paşa'nın öldürülmesinden pişman olmuş; ama iş işten geçmiştir. Kader hükmederse,
beşerin gözü körleşir (iradesi susar).
Buraya
kadar on iki menkıbe yazıldı. Bundan sonra da halifelerinin menkıbeleri anlatılacaktır.
1
Abdurrahim
Tırsi, İznik yakınlarında ikamet etmiş olup babasının adı Bayezid-i Fakihi'tir.
Tirse'de imamlık yapan büyük bir kişidir. Bolulu İsfendiyaroğlu'nun akrabasından
olup Tirse'ye yerleşmiştir.
MENKIBE:
Sultan
Abdürrahim Tırsi Hazretleri dört yaşında iken Eşrefzâde Hücresine gider, onun sohbetlerine
katılır ve oradan ayrılmak istemezmiş. Babası Bayezid, Abdürrahim'i eve götürse
de bir müddet sonra kaçarak Eşrefzâde Hazretlerinin yanına gelirmiş. Bir gün Eşrefzâde,
Bayezid Fakih'e demiş ki: "Bu çocuk bizim yanımızda kalsın, ona ilim ve
edep öğretelim." O da bunu reddetmeyip razı olmuş. Bundan sonra Eşrefzâde,
nereye giderse gitsin, Abdürrahim Tırsi'yi yanında götürüş ve hiç ayırmamış. Sultan
Eşrefzâde, onun hakkında:
"Ana
rahmine düştüğün andan beri seni terbiye ederim ve bu memlekete gelmemin sebebi
sensin." demiş.
Eşrefzâde, yaz aylannı Tirse'de, kış aylannı da İznik'te geçirinniş. Soyu, bu adeti
halen devam ettirirmiş. Allah'tan temennimiz şudur ki:
Mübarek
evlatları ve yakınları kıyamet gününde perişan olmasın. Mahşer gününde de onun yardımıyla
mutlu ve huzurlu bir şekilde hesap vermemizi sağlasın.
AMİN.
MENKlBE:
Sultan
Tırsi, yeni bir mürit olduğu zamanlarda Eşrefzâde'ye, Hızır (aleyhisselâm)'ı görmek
istediğini bildirmiş. Eşrefzâde, onu pazara elma almaya gönderir. Pazardan dönerken
yolda bir dervişe rastlar. Derviş, torbasını açmasını ister.
Torbayı
açınca, içinden bir elma alarak gider. Dergaha döndüğü zaman, Eşrefzâde: "Bu
elmalardan birisi eksile" der. O da: "Yolda, tanımadığım bir derviş aldı."
der. Eşrefzâde de:
"Peki
neden eteğine sağlam yapışmadın?" deyince, Tırsi: "Kim olduğunu bilemedim"
der. Eşrefzâde: "Hızır (aleyhisselâm)'ı, görsem diyordun, gördün. Gördün, ama
bilemedin." der. Abdürrahim: "Bir daha görsem ve bilsem." ricasında
bulunur. Eşrefzâde ona: "Bu gece yaylaya git." der. Bir müddet gittikten
sonra Sıvışdı ismindeki tepenin eteğindeki çeşme başına varınca, daha önce İznik'te
gördüğü ve kendisinden elma alan dervişin orada oturduğunu görür. Tırsi: "Efendim!"
diyerek dervişin mübarek ayaklarına eğilir. O zaman bilir ki bu derviş suretinde
olan kişi, Hızır (aleyhisselâm)'dır. Hızır (aleyhisselâm): "Ya Abdurrahiın!
Sen hizmetinde bulunduğun kişinin kıymetini iyi bil ve onun hayır duasını al."
diyerek oradan kaybolur. Bundan sonra Abdurrahim Tırsi Hazretleri Eşrefzâde'ye daha
sıkı bağlanır, canla başla onun hizmetinde çalışarak hayır dualarını alır ve onun
halifesi olur. Eşrefzâde, ona seccadesini (post) verir. Eşrefzâde, vefat ettikten
sonra ilimle ve talebe yetiştinnekle meşgul olur. 926 senesinde vefat etmiştir.
Mübarek kabirleri Eşrefzâde'nin Türbesinin karşısındadır.
MENKIBE:
Abdurrahim
Tırsi Hazretlerinin yakını Habib Dede'den rivayet olunur ki: Tırsi Hazretleri, talebeleriyle
Tirse Dağındaki yaylada, cami yapımında gerekli keresteyi temin için gider. Yanma,
az pirinç çorbası ve çokça tabak alırlar. Bir müddet çalıştıktan sonra, yemek için
hazırlık yapılır. Küçük tenceredeki pirinç çorbası, çok sayıda tabakla birlikte
sofraya konur ve çalışan kişiler de otururlar Abdurrahim Tırsi, tencereye bir fatiha
okur ve tabakların doldurulmasını söyler. Yemekler, tabaklara dolu dolu koyulmasına
rağmen, küçücük tenceredeki yemek herkese yettiği gibi, hiç alınmamış gibi kalır.
Orada bulunan herkes doydu ve yemekten sonra, yine çalışmaya başlandı. Bir müddet
çalıştıktan sonra öğlen oldu. Ezan okunup abdestler tazelendikten sonra, Tırsi,
öğlen namazını kıldırdı. Tesbih ve duadan sonra, yörüklerden bir grup, ellerindeki
çeşit çeşit yemeklerle dolu sofrayı Abdurrahim Tırsi Hazretlerinin önüne koydular.
O da, dua ettikten sonra, gelen yemekleri çalışanlara ikram elli. Herkes kamını
doyuruncaya kadar, yemekleri getiren kişiler (yörükler) Abdurrahim Tırsi Hazretlerinin
karşısında ayakta durdular. Hazret, onlarla hiç konuşmadı Yemekten sonra, sofralarını
alarak veda edip ayrıldılar. Cuma günü, Hazret, talebeleriyle camiye gitti. Ben
de (Habib), yaylada gördüğümüz yörüklerden bazılarını gördüm ve onlara dedim ki:
"Çok güzel yemekler getirdiniz. Efendi Hazretleri çok memnun oldu."
Yörükler de: "Bizim yemekten memekten haberimiz yok, ne yemeği?" dediler.
Efendi Hazretleri, daha sonra bana: "O yemeği getirenler yörükler değildi,
yörükler suretinde meleklerdi. Allah, yaptığımız bu çalışmaların karşılığı olarak
kudret sofrasından meleklerle bize, ebedi cennet yemeklerini gönderdi. Meleklerin,
yörükler şeklinde gelmelerinin sebebi de onlar, saf mümin oldukları içindir."
dedi.
MENKIBE:
Merhum şeyh Pir Hamdi Efendi Hazretlerinin annesi Züleyha Hatundan rivayet olunur
ki: "Babam Eşrefzâde, vefat ettikten sonra, yaşım küçük olduğu için Sultan
Bayezid'in annesi beni saraya götürdü. Ben onların terbiyesiyle büyüdüm. Evlilik
çağıma geldiğimde beni Abdurrahirn Tırsi ile evlendirdiler. İznik'e gelip yerleştik.
Sultan Bayezid'in hanımlarından, Sultan Korkut'un annesi, İznik'e gelirken bana:
"Eşin Abdurrahim Tırsi'den şunu rica ediyoruz: Sultan Bayezid'den sonra,
benim oğlum padişah olsun." Ben de bu durumu Tırsi'ye bildirdim. Bir gün rüyamda gördüm ki: "Bir
meclis kurulmuş, yüce bir divan hazırlanmış, tahtın üzerinde de alemlerin ve peygamberlerin
efendisi Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) oturmuşlar. Yanlarında da dört
halifesi vardı. Büyük alimler ve evliyaların da hepsi orada hazırdı. Abdurrahim
Tırsi, Hz. Peygamberin huzurunda saygı ile beklerken, kendi aralarında, şehzâdelerden
hangisi tahta geçsin diye görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Abdurrahim, Hz. Peygamber'den
bir istekte bulundu. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Anadolu'nun Karaoğlanının
(Abdurrahim) isteği, Sultan Selim'dir." Hz. Peygamber'in mübarek lisanlarından,
Sultan Selim (Yavuz) sözü çıkınca diğer şehzâdelerin başlarındaki örtüler kaldırılarak
meclisten çıkartıldılar. Bu durumda, uykudan uyandım ve feryat ettim." Abdurrahim'e:
"Sizden, Korkut'un padişah olması için ricada bulunmuşlardı. Siz; Sultan Selim'in
padişah olmasını istediniz." dedim. O da dedi ki: "Korkut'un soyu yoktur."
Anladım ki veliler, Allah'ın muratları ile amel ederlermiş. Daha sonra, bu durum
aynen gerçekleşti ve Sultan Selim tahta geçti ve çok hayırlı oldu.
Yüce Osmanlı
Devletinin hizmetçisi Sultan Selim döneminde pek çok yerler ele geçirildi. Bunlardan
bazıları, Mısır, Şam, Mekke ve Medine'dir. Allah, kıyamete kadar zafer ve yardımını
arttırarak devam ettirsin.
AMİN.
MENKIBE:
Hamdi
Efendi'den bizzat duydum ki: "Babam Abdurrahim Tırsi vefat ettikten sonra gözleri
görmeyen siyah, gözsüz bir köpek, bazen Eşrefzâde Hazretlerinin dua ettiği pencerenin
önünde, bazen de Abdurrahiın penceresinin önünde yatardı. Namaza gelip gidenler,
köpeğin burada yatmasını hoş görmezler, kovarlardı. Köpek, tekrar gelerek pencerenin
önüne yatardı. O zamanlar, Asacı Habib Dede hayattaydı. İznik halkına, bu köpeği
kovmamalarını ve onun davranışlarında bir hikmet olduğunu söylerdi. Kırk gün sonra
cemaat, öğlen namazından çıktığı sırada (kırk birinci gün), o köpekçiğin Eşrefzâde'nin
penceresine yüzünü sürüp göğe bakarak feryat ettiğini; biraz da babamın (Tırsi)
dua penceresinde ağladığını ve iki güzünün açıklığını gördüler. insan suretinde,
kelpten aşağı olan nice insanlar vardır. Bunlar, Allah'ın veli kullarından uzaklaşan,
kalb gözü kör olan ve iki cihanda ilahi güzelliklerden mahrum kalıp hüsrana uğrayan
insanlardır. Onlar, Allah'ın rahmetinden mahrum kalmışlardır.
MENKIBE:
Pir Hamdi
Efendi'den rivayet olunur ki: "Muslihiddin Efendi, benimle beraber kırk kişiyi
çilehaneye (erbain) koydu. Birkaç gün sonra içinden, şeyh, küçük bir adamdır. Neden
kırk kişiyi, bu şekilde terbiye elliğini aklımdan geçirelim. Hazret, halvethanenin
kapısına gelerek bana: "Çelebi, şahin kuşu ela küçüktür; ama işini çabuk gürür."
diyerek kalbime gelen şüpheyi giderdi Böylece açıkça kerametini gösterdi. Eşrefzâde'nin
eşi Hayrunnisa'dan olan Zeliha'nın oğlu Pir Hamdi Elendi:
Tasavvuf
terbiyesini Muslihiddin Efendi'den alınıştır.
Muslihiddin
Efendi'nin halifesi olarak Eşrefiye Dergahında hizmet ettikten sonra 1012 tarihinde
İznik'te vefat etmiştir. Kabri Eşrefzâde Hazretlerinin türbelerinin yanındadır.
(Allah ona rahmet etsin.)
MENKIBE:
Pir Hamdi
Efendi bir gün Boyalıca Köyü'nden Pazar Köyü'ne giderken evliya kerametlerini konuşuyorlarmış.
Dervişlerden birinin aklına: "Efendinin kerameti varsa, bize biraz şeker bulsun."
şeklinde bir fikir gelir. Efendi ve yanındakiler, zeytin ağaçları içinde yolculuk
ediyorlarmış. Efendi, aklına şüphe gelen dervişe: "Derviş! Şu dalın üzerindekiler
nedir?" diyerek zeytin ağacına işaret eder. Derviş ağaca yaklaşınca, erik ağacından
sakız, zeytin ağacından da şeker aktığını görür. Derviş, şekeri alıp Efendiye verir.
O da dervişlere dağıtır.
MENKIBE:
Hamdi
Efendi, Kilise Dağı etrafında gezmeye gitmiş. O zaman geyik avı zamanıymış. Biri:
"Geyik avlamaya gerek yok, nasıl olsa Efendi bizimle beraberdir." demiş.
Kıssa: Yayladan kalkıp dağın kenarındaki Oda Pınarı yanında, avcılar, avlanmak için
bekliyorlardı. Hava yağmurlu olduğu için avlanamadılar. Ağuluk ismindeki yerde de
biraz beklediler. Burada da avlanamadılar. Orada altı gün beklediler. Bir türlü
av olmadı. Yedinci gün Efendiyle sabah namazını kılıp zikir yaptılar. Şeyh, orada
bulunanlara şöyle dedi: "Uhud Savaşı'nda, Kainatın Efendisi, varlık aleminin
övünç kaynağı, dualann en güzeline layık olan Hz. Peygamber'in, mübarek dişlerinin
şehit olmasının ve ordunun bozguna uğramasının sebebi şudur: Sahabeler
(Allah
onların hepsinden razı olsun.): "İnançsızlar bize ne yapabilir? Resulullah
bizim içimizdedir." diyerek Allah'ın yardımını beklemediler. Bu sebepten, savaş
şiddetli oldu. Hz. Peygamber'in mübarek dişleri kırıldı. İslam ordusu bozguna uğradı."
Avcılardan birisinin gıyaben içinden geçirdiği: "Geyik avlamaya ne gerek.
Nasıl olsa şeyh bizimledir." sözüne bu şekilde açıklık getirilmiş oldu.
Hamdi Efendi'nin oğlu Sırrı Ali Efendi: Babasından gördüğü terbiye ile dergaha hizmet
etmiş, babasının yerine geçmiştir. Sultan IV. Murat, ikinci Irak seferine giderken
İznik'e uğramış, Sırrı Efendi ile görüşüp onun tavır ve davranışından çok memnun
kalmıştır.
Daha sonra,
Eşrefzâde Tekke ve Türbesinin sanatlı bir şekilde restore edilmesini emretmiş. Tekke
ve türbenin dört duvarı çinilerle süslenmiştir. Bu çinilerin üzerinde de, güzel
yazılar ve nakışlar vardır. Bunlar, sanatkarlar için ilham kaynağıdır. Sultan IV.
Murat, şeyhe bir kılıç da armağan etmiştir. Bu kılıç, Ali'nin evlatlarına miras
kalmıştır. Ali Efendi, yenilenen Eşrefzâde Tekkesinde talebe yetiştirmeye devam
ederken 1046 tarihinde vefat etmiştir. Kabri, dedesi Abdurrahim Tırsi Türbesindedir.
Vefatına, Mustafa Efendi, Rüh-ı Sırr 'Ali be-cennet-had şeklinde Farsça tarih düşürmüştür.
(1046) II. Hamdi: Sırri Ali Efendi (Allah sırrını kutsasın)'nin oğludur.
Sırri
Ali Efendi'nin evlatlanndan olan 11. Hamdi, babası vefat ellikten sonra onun yerine
geçti. Uzun süre nefis mücadelesi yaptı. 1069 yılında vefat edince, Sultan Eşrefzâde
Türbesine defnedilmiştir. Lütfullah Efendi: Sırri Ali Efendi'nin oğlu, il. Hamdi'nin
kardeşidir.
Hamdi
vefat ellikten sonra Eşrefiye Tekkesine oturdu. Babası Sırri Ali Efendi, onu halife
tayin etti. 1104 senesinde ramazan ayının onuncu günü cennete uçmuştur. Kabri, Eşrefzâde
Türbesinde olup Hamdi Türbesine yakındır.
Lülfullah
Efendi'nin mertebesi çok yüksektir. Şair tabiatlı bir kişi olup, ilahiyat konusunda
değerli eserleri vardır. Haşiyede zikredilen şiiri, onun iyi bir şair olduğunu gösterir.
Ölümünden sonra, oğlu (il. Eşref) pir olmuş ve beş sene vazife yapmıştır. 1109 senesindc
vefat etmiştir. Kabri, Tırsi Türbesindcdir. Bu şeyhin, dört erkek evladı vardır.
Bunlar: Muhyiddin, Şerafeddiıı, İzzeddin, Ahdullah'tır. Her birisi babaları tarafından
halife tayin edilmiştir. Bunların da haşiyedeki şiirlere benzer ilahileri vardır.
Ahdullah Efendi: Eşreroğlu olup tasavvuf terbiyesini babasından alarak halife tayin
edilmiştir.
İznik'te
posta oturmak isteyince ameası Salih Efendi ile aralarında çok münazara olmuştur.
Sonunda, İznik halkı Abdullah Ef endi'yi seçmiştir. Abdullah Efendi, Hattaboğlu
isimli bir cani tarafından 1147 senesinde şehit edilmiştir. Kabri, Tırsi Türbesinin
karşısındadır. Oğlu Abdülkadir Efendi, babası şehit edilince, yerine geçerek, nefis
mücadelesi yaptı. Az uyudu, çok namaz kıldı. Mahlası Sırri olup yukarıdaki Farsça
rubai onundur. Bu rubainin günümüz Türkçesine çevirisi şöyledir:
* Biz
saf gönüllüyüz, kimseye kin tutmayız.
Bana düşman
olan halktır, biz (ise) herkesin dostuyuz.
Biz tevhid
meyvesi ile dolu ağacın dalıyız.
Yoldan
geçen bize herkes taş atıyor, ama biz bunu onur meselesi yapmayız.
Adı geçen
kişi, ibadetle vakit geçirirken, 1176 senesinde rahmet'e ulaşır. Kabri, babasının
gömüldüğü yerdedir. II. Eşrefin oğlu Muhyiddin Efendi: Gemlik'e bağlı Küçük Kumla
isimli beldede Eşrefiye Dergahında halife olarak hizmet etmiş. İbadet ve nefis mücadelesi
ile meşgul iken, burada vefat etmiştir. Türbesi mihrap duvarına yakındır.
Eşrefin
öteki oğlu Şerafeddin Efendi: (D.1080) Tasavvuf terbiyesini babasından alarak halife
tayin edilince Bursa'da Setbaşı Mahallesindeki Eyüb Efendi Zaviyesine babasının
himmeti ile sahip olmuş ve orada hizmet etmiştir. 1137 tarihinde bazı hayır sahipleri,
bu zaviyeyi Şerafeddin Efendi için tamir edip genişletmişlerdir. Bir süre sonra
hacca gidip gelmiştir.
* Ümmetimin
ortalama yaşı altmış-yetmiş sene arasmdadır.
(Hadis-i şerif)
Hz.
Peygamberin ravzasını ziyaretten sonra, 63 yaşında iken taundan vefat etmiş olup,
Bursa'da Eyüb Efendi Zaviyesine defnedilmiştir.
MENKIBE:
Taun hastalığına
yakalanmış ve bu hastalığı sebebiyle çok zayıflamış ve hayattan ümidini kesmiş sahiha
bir kadının rüyası: "Şerafeddin Efendi ve dervişleri, alemleriyle zikir yaparak
geldiler. Ben de, elime bir asa alarak sessizce sokak kapısının arkasında durdum.
Efendi, hastalıktan kurtulmam için dua etti.
Efendi,
ellerini havaya kaldırarak dua etti. Dervişler, amin! dediler. Sonra, geldikleri
yoldan geri döndüler. Uyandığımda gördüm ki sağlık alametleri üzerimde belirmiş,
hastalıktan kurtulmuşum. Allah'a şükrettim. Daha sonra da bu hastalıktan tamamen
kurtuldum. II. Eşrefin oğlu 1zzeddin:
Babalarından
sonra halife olunca Bursa'da İncirlice Mahallesi'nde bulunan Eşrefiye Zaviyesine
postnişin oldu. Talebe yetiştirdi. Zahiri ve batini ilimlerde kendisini yetiştirerek
emsalsiz bir alim oldu. Canların dostu isminde bir tefsir yazdı. Her türlü bilgi
içinde mevcuttur. Şair tabiatlı bir kişi olup ilahileri vardır. Şu ilahi de onundur:
"Allah'ın zikri ile âşık gül bahçesi oldu. Gönlüm ilkbahar gibi oldu. Kalbimdeki
yabancıları kovdu. Kalbime yeni sevgili buldu. O yâri görünce kararsız kaldı. Allah'ın
zikri ile zahid tövbekâr oldu. Her seher vaktinde inler. Aşkın gül bahçesinde bülbül
oldu. Aşka uyanlar, sırrı duyanlar, Ey İzzed! Onlar, yara dost oldu." İzzeddin
Efendi, bir iş için 1stanbul'a gitmiş ve orada hasta olmuştur. 1153 tarihinde kavuşma
şarabını içerek dünyadan ahirete göç etti. Tophane'de bulunan Kadiriye Dergahına
defnedilmiştir. Kabri, İsmail Rumi'ye yakındır.
MENKIBE:
Bir gün
İzzeddin Efendi, yemek yerken kendi kendine: "Abdullah'ım seni aldırdım."
demiş. Birkaç gün sonra ona İznik'ten şu haber gelmiş: "Kardeşiniz şehit edildi;
başınız sağolsun." İzzeddin Efendinin Abdullah'ım seni aldırdım, dediği gün,
kendisine bu haberi vermişler. Ahmet Efendi: II. Hamdi'nin oğludur.
1106 tarihinde
cennete uçmuştur. Kabri, Abdurrahim Tırsi Hazretlerinin türbesindedir. Burada Allah'ın
rahmetine kavuşmuştur. Eşrefi ismindeki bir şair, vefatına tarih düşürmüştür. Abdullah
Efendi: Pazar Köyünde bir dergahta ibadetle meşgul iken 114 3 senesinde, canını
teslim ederek buradaki dergahın yanındaki türbeye defnedilmiştir. Lütfullah Efendi'nin
seçkin oğlu Salih Efendi: 11. Eşref in kardeşidir. Şeyhlik konusunda, yeğeni ile
tanışmıştır. Her cuma İznik'te görüşmelere katılır; dersten sonra dışarıdaki sofada
oturumıuş.
Abdullah
Efendi, içeriye girmelerini rica else de, kabul elmezmiş. Nakledilir ki: Salih Efendi,
bir gün çok hastalanır ve Abdullah Efendiye şu haberi gönderin: "Biz, ömrünüzün
sonuna yaklaştık. Dervişleri toplayıp gelsinler; bizim için yetmiş bin tevhit çeksinler."
Abdullah Efendi, dervişleri toplayıp yetmiş bin tevhit çekince Salih Efendi vefat
etmiş ve Eşrefzâde Türbesinde, yüksekçe bir yere defnedilmiştir. Şerafeddin Efendinin
oğlu Avnullah Efendi: Bu şeyhin, Habib adında bir evladı olur. O da Bursa'daki dergahta
şeyh olmuş ve 1228 senesinde vefat etmiştir. Amcası İzzeddin Efendi'den tasavvuf
öğrenmiş, halifeliği ondan almıştır. Babası vefat ettikten sonra Setbaşı üstündeki
Eyüb Efendi Zaviyesinde şeyh olmuş; burada ibadet ve zikirle ömrünü devam ettirdikten
sonra 1155 senesinde Şevvalin üçüncü Cuma günü vefat etmiştir. Zaviyenin yakınına
defnedilnıiştir.
*Tarih-i
veladet Şeyhü'l-hacc Mehmed Fahreddin. sene 1127 Avnullah Efendi: Her türlü bilgiye
sahip olup sülüs yazıda uzman bir hattat imiş. Şairlik kabiliyeti de olup, çok ilahileri
vardır. Fahrettin Efendi: Şerafeddin Efendinin oğlu, Avnullah Efendinin kardeşidir.
Dergah usullerini ameası İzzeddin Efendiden öğrenerek halife olmuştur. İbadetle
meşgul iken 1176 yılında ebedi aleme göç etmiştir. Babası ve kardeşine yakın bir
yere defnedilmiştir. Adı geçen Fahreddin Efendi, faziletli bir kişidir. İlimle meşguliyetinin
yam sıra talik yazıda iyi bir hattat olmuş ve pek çok kitap yazmıştır. Sinan Dede:
Bursa'da Karagüllü Mahallesi'ndeki Ferhadiye Medresesi'nde asistan olmuş, bir müddet
ilim öğrettikten sonra sufiliğe merak salarak manevi alemden aldığı işaret ve Eşrefzâde'den
aldığı feyizle dergaha gim1iştir. Her şeyi bırakarak İznik'e gitmiş, orada Eşrefzâde
Efendinin damadı ve halifesi Abdurrahim Tırsi'ye bağlanarak seyr ü sülukunu tamamlamış;
tasavvuf adabını da öğrendikten sonra Bursa'ya dönmüştür. Mübarek mezarlarının bulunduğu
yerdeki dergahta, çeşitli tasavvufi öğretilerle vaktini geçinniş ve bu dergahın
yanına bir mescit yaptırmıştır. Vefat edince de buraya defnedilmiştir. Mezar taşı,
ehl-i kalp aşıklar için önemli bir işaret noktasıdır. Her kim bu mezara gelerek
yakınındaki ağaca iplik bağlarsa, derdinden kurtulur. Ağlayan çocuklar mezarın ziyaretine
götürülürse, rahatça uyuyarak dinlenirler ve ağlamazlar.
MENKIBE:
Sinan
Dede, Abdurrahim Tırsi'nin yanında iken akşam ezanında, Allahuekber dedi ve ezanı
tamamlamadan yok oldu. Bir süre sonra ortaya çıkarak yarım kalan ezanı tamamladı.
Abdurrahim Tırsi, yanında bulunan dervişlere dedi ki: "Bizim Sinan Dede, Allahuekber
dediği zaman, koluna yapışsaydınız, yedi iklim, dört köşeyi seyredip geri dönerdiniz."
MENKIBE:
Bir gün
Sinan Dede, İznik Gölü kıyısına ilkbaharda gezmeye gider. Balıkçılar gölde balık
tutmak için Karasu'ya birçok sepet koymuşlar. Biraz beklemişler, fakat balık çıkmamış.
Balıkçılar, balık tutabilmek için Sinan Dede'den dua isterler. Sinan Dede, mübarek
hırkalarını eline alarak sallar ve derya tarafına doğru kiş kiş, diye seslenir.
Daha sonra çok balık çıkmış; Karasu ve çevresi balıkla dolmuş. Sayısını katipler
kaleme alsalar, saymakla bitmez. Şeyh Muhammed Efendi (Halil oğlu):
Mezar1,
Bursa'da Hamza Bey Mahallesi'ndedir. Burada, 953 senesinde dünyaya gelmiştir. İlim
ve fazileti ile meşhur olan Sultan Il. Murat Camii imam Muhyiddin Efendi ve Sultan
Murad Hanın mtderrrisi Kepenkcizâde Efendiden faydalı ilimler beğenerek feyizlenmistir.
Hatta Kessaf Tefsirini basından sonuna kadar okuyarak hikmet sahibi, dikkatli bilgin
bir kisi olmuştu. Bursa'da Sultan Yıdırm Bayezid Medresesi'nde müderris ve Ill.
Murad'ın da hocası olan Sadeddin Efendi, kabiliyetli talebeleri bir araya toplamıştır.
Zikri geçen şahs (Muhammed Efendi) da uzun
yıllar yanında bulundurarak ilminden istifade etmesini sağlamıştır. Bir süre sonra
İstanbul'a Sahnı müderrisi olduğu zaman, icazeti ile onu kendi makamına getirmiştir.
Daha sonra ilahi aşkın cazibesine kapılarak Abdurrahim Tırsi'nin oglu
Hamdi
Efendiye bağlandı. Uzun yıllar riyazet ve nefis mücadelesi yapıp hizmet ettikten
sonra, Bursa'ya halife tayin edildi. Burada Kadiri ye Şeyhi Ahmet Efendi ye görevi
teslim edip kızının evinde (Bursa Darphane Mahallesinde) inzivaya çekildi. Hocası
Muhyiddin Efendinin kızı ile evlenip Sultan Murat Camiinde imamlık yaptı. Daha sonra,
Emir Sultan Camiine hatip oldu. Bir müddet çalışıp iyice yaşlanınca, damadı Abdullah
Efendiye görevi devretti. Bir köşede ilim öğretmeye devam ederken 1025 senesinin
Şevval ayında vefat edince Muradiye semtindeki mezarlığa defnedilmiştir. Tasavvufla
ilgili çok faydalı kitaplar yazmış ve bazı önemli kitaplan da açıklayarak özetlemiştir.
Muhammed
Efendi: ilk önceleri bir vesile ile İznik'e gelmiştir. Eşrefzâde dervişleri ile
karşılaşıp, Eşrefzâde Sırrı Ali Efendiye bağlanarak ondan icazet alınış ve kızıyla
evlenmiştir. Bursa'da İncirlice Mahallesi'nde bulunan Eşrefiye Zaviyesinde, ibadet
ve nefis mücadelesi ile meşgul iken 1060 senesinde vefat etmiş ve buradaki zaviyeye
defnedilmiştir.
MENKIBE:
Nalbantoğlu Mahallesi'nde imam olan Mustafa Efendi
rivayet eder ki: "Bir gün, şeyhin (Muhammed Efendi) meclisindeydim. Tire'de
görevli bir Eşrefzâde dervişini bağlı vaziyette getirdiler.
İznik'te
Eşrefzâde evlatlarından Sırri Ali Efendinin damadı Şeyh Mehnıed Efendiye bağlandı
ve onun halifesi oldu. l068 tarihinde vefat etmiştir.
Eşrefzâde
Tekkesinde, Muhammed Efendiye yakındır.
Musa Efendi:
Bursa'ya bağlı Harmancık kazasının Gedikviran köyünde meşhur iken Kütahya'da Seyyid
Ömeroğlu isimli azizden tövbe alarak tasavvufa girdi. Seyyid Ömeroğlu, vefat edince
Bursa'ya gelerek Eşrefzâde İzzeddin Efendiden tasavvufi bilgiler öğrendi. Sonra,
esas vatanı Gedikviran'a dönerek burada küçük bir dergah yaptırdı. Yirmi sene bu
dergahın sorumlusu olarak hizmet verdi. Daha sonra, burayı terk ederek büyük şehre
(Bursa) göç etti. Burada, büyük bilgelerden manevi dersler aldı. 1153 senesinde
vefat etti. Emir Sultan zaviyesine defnedildi. Allah, onların sırlarını muhafaza
etsin ve bizleri de şefaatlerine mazhar kılsın.
AMİN.