Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

MENAKIB-I EŞREFZÂDE (EŞREFOĞLU RÜMİ'NİN MENKIBEVİ HAYATI)

 


Bursalı Mehmed Veliyyüddin
Hazırlayan :Dr. Mustafa GÜNEŞ
 İSTANBUL - MAYIS 2006 

HAZA MENAKIB-I HAZRETİ EŞREFZÂDE E'Ş-ŞEYH ABDULLAH E'R-RÜMİ E'L-İZNİKİ KUDDİSE SIRRAHU E'L- BÂKI

Bismillahi'r-rahmani'r-rahim

İZNİKLİ EŞREFOĞLU RÜMİ'NİN MENKIBELERİ

BAKI OLAN ALLAH ONUN SIRRINI KUTLU KILSIN RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA BAŞLARIM

Aşkının ateşiyle, bilge velilerinin kalplerini tutuşturan yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun. O, ilahi aşkla kendinden geçen bilge kişilere, görmesi ve tanımasıyla (mestlikten uyanıncaya kadar) yöneldi. (Tasavvufun terkten sonraki merhalesi vecd ve istiğraktır. Bu safhada, masivadan kurtulan ruha hakikat dolar.)

İstiğrak halinden kurtulunca tesbih ve ibadete yöneldiler. Arab'a, Acem'e, bütün insanlık alemine ve cinlere gönderilen Hz. Peygambere, onun arkadaşlarına ve dört büyük halifeye saygıyla ... Allah, onların hepsinden razı olsun.

Bundan sonra, kusurlu Bursalı Abdullah Veliyüddin, Arayis Tefsirinin orijinal ve güzel metinlerini okurken Allahu Teala'nın şöyle buyurduğunu gördü:

"Ve bil valideyni ihsana vebizil gurba velyetama velmesakini vel carizilgurba..."! ayet-i kerimesini engin ilim denizinin bilge kişisi, büyük insan Bagli (Allah onun sırrı ve ruhunu kutlu kılsın)'nin buradaki "bilwaldeyn" (Ana-baba) kelimesini söyle tefsir ettiğini gördu: ""Bilge kişilerin emirlerine karşı gelmemek ve onların erdemlerini insanlara aktarmak."" Bunun için hemen, ariflerin sultanı İznikli Eşrefoğlu Abdullah'ın, halifelerinin ve evlatlarının meşhur menkabelerini, kaleme almaya karar verdi. Yazar, Eşrefoğlu, halifeleri ve onlardan sona gelen neslin herkes tarafından bilinen açık kerametlerini neşretmeyi kendisi için önemli bir görev telakki etti. Eşrefzâde'nin halifesi ve damadı, Şeyh Abdurrahim Tursi Hazretlerinin halifesi, Bilecikli Muslihiddin Efendidir. Kebiroğlu Muhammed Çelebinin  babasından şöyle rivayet eder:

Eşrefoğlu'nun soyu, Allah'ın galip aslanı olan Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh vasıtasıyla Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve selleme kadar ulaşmaktadır. Hz. Muhammed'in soyundan geldiğini gösteren soyağacının (yeşil bir tülbent) ölümünden sonra giysileri arasından çıktığı bilinir. Kendisi, bu delili (soy ağacı-şecere) herkese göstermekten sakınırdı. Yukarıda adı geçen Mehmed Çelebi şöyle rivayet eder: Eşrefzâde Sultan, gençliğinde zahiri ilimlerle meşgul olmuş, hatta bazı rivayete göre bu ilimleri tahsil etmesi kırk sene sürmüştür. Bursa'da bulunan Osmanlı Sultanı Çelebi Sultan Mehmed Hanın yeni kurulan medresesine hoca olmuştur. Bu medresede yapılan bilimsel tartışmalarda hep üstün gelmiş ve alim olduğu herkesçe kabul edilmiştir. Şöhretin doruğunda iken bir gün, "Hakkın cezbelerinden bir cezbe, bütün insanların ve cinlerin sevaplarına eşittir." anlayışıyla, kalbine Hakk'ın cezbesi düşer ve dünyevi işleri bırakıp büyük bir bilgeye bağlanmak gayesiyle, o zaman Bursa'da yaşayan Abdal Mehmed Hazretlerinin huzuruna manevi yardım almak için, sabah erkenden varır. "Bu kişi gerçek bilge ise belirtileri vardır." düşüncesi kalbinden geçer. Abdal Mehmed Hazretleri, Eşrefzâde'ye bakarak: "Hoca! Bize köfteli çorba getir." der. Eşrefzâde, hemen pazara gider, fakat köfteli çorba bulamaz. Bir kâse köftesiz çorba ile bir kaşık getirip Abdal Mehmed Hazretlerinin önüne koyar. Abdal Mehıned, çorbanın içinde köfte olmadığını görünce: "Hoca! Hani bunun köftesi"? der. Eşrefzâde: "Sultanım! Bugün köfteli çorba kalmamış, inşaallah, yarın getiririm." der. Abdal Mehmed Hazretleri, imtihan için, herkesin gelip geçtiği yoldan biraz çamur alıp köfte şekli verdikten sonra çorbanın içine atar ve karıştırır.

Eşrefzâde'nin eline, çorba tabağını verir ve bu çorbayı yemesini söyler. Eşrefzâde, hiç düşünmeden, çorbayı yemek için ağzına götürdüğü zaman, Abdal Mehmeh Efendi: "Yenebilen bir şeyi herkes yer." sözüyle, ona imtihanı kazandığını ima eder. Eşrefzâde Sultan, hemen medreseye gider ve orada nesi varsa hepsini fakirlere dağıtır. O zaman Bursa'da yaşamakta olan, mürşit, hakikat bahçesinin dikensiz gülü Seyyid Muhammed Emir Sultan Hazretlerinin yanına giderek kendisini müritliğe kabul etmesini ister. Emir Sultan Hazretleri (Allah onun sırrını mukaddes kılsın):

"Kuzum! Biz yaşlıyız ve ölümümüz yakındır. En iyisi sen, Ankara'daki Hacı Bayram-ı Veli kardeşimize teslim ol. O, sana istediğini verir." buyurur. Eşrefzâde, hemen Ankara'ya, Hacı Bayram-ı Veli'nin yanma gider. Tevbe ve Bayramiliğe giriş izninden sonra, en zor tasavvufi perhizlere tabi tutulur. Çevresinde pek çok sufi olan Hacı Bayram'm mübarek başlarındaki gözleri çok öteleri görürmüş. Mübarek ellerine menekşe yağı sürüp Eşrefzâde'nin burnuna koklatmış. Onu müritliğe kabul etmiş. Bazı rivayetlerde de Eşrefzâde'nin, önce Akşemseddin Hazretlerine, daha sonra Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine gittiği belirtilir. Eşrefzâde, on bir sene Hacı Bayram-ı Velinin hizmetinde bulunmuş ve dergahın imamlığını yapmıştır. Eşrefzâde, Hacı Bayram'ın yanına gittiğinde: "Aziz Hazretleri bana zor bir hizmet buyurmasaydı." diye aklından geçirir. Eşrefzâde'ye, dergaha ilk geldiği zaman, hela temizliği görevi verilir. Eşrefzâde de hiç düşünmeden: "Baş üstüne, işittim, kabul ettim." der. Eline ibrik, kürek ve süpürge alarak tuvalet temizledi. Daha sonra, imamlık görevi kendisine verildi. Nefis terbiyesi ve perhizle on seneden fazla imamlık görevini yürüttü. Eşrefzâde, bunu şöyle ifade eder: "Ben, şeyhime on birsene hizmet ettim. Şeyhim, bu süre zarfında benimle konuşmadı, sadece bir defa şunu söyledi: "Meşayih katında çok konuşmak küstahlıktır, çok konuşma." Bu söylediği sözü de edeb diye tabir ettim. Bu kadar hizmetinde bulunduktan sonra, Hacı Bayram, kızı Hayrunnisa Hanım ile Eşrefzâde'yi evlendirdikten sonra İznik'te tasavvufi öğretilerini yaymaya, kendisini temsil etmeye onu yetkili kılmıştır. Eşrefzâde, verilen görev gereği İznik kasabasına gelip yerleşir. Burada ikamet ettikleri sırada bir kızları olur ve adını Züleyha koyarlar. Eşrefzâde, bir ara şeyhini ziyaret etmek için Ankara'ya gider. Onun güzel sohbetini dinlerken söz esnasında, Eşrefzâde: "Sultanım seyr ü sülukumuzu tamamladık mı?" der. Hacı Bayram, bu soruyu şöyle cevaplar: "Bir velinin bin sene ömrü olsa, bu ömrünü, nefis terbiyesiyle, mücadele ve ibadetle geçirse bile enbiyadan bir peygamberin ayağının bastığı yere, bu velinin başı ulaşamaz." Eşrefzâde : "Bu cevap beni tatmin etmedi." der.

Eşrefzâde'de Allah'a ulaşma (fenafillah) arzusu vardır. O, "Daha ilerideki manevi makamlara ulaşmak istiyorum." deyince, şeyhi ona şöyle demiş: "Senin, bu makama ulaşman için Hama (Suriye) şehrinde oturmakta olan Abdülkadir Geylani Hazretlerinin dördüncü göbekten torunu olan Hüseyin Hamavi Hazretlerinin yanına gitmen gerekir. Öncelikle, nefsi eğitme veya kırk günlük zorlu sürece giıme (erbain) işini İznik'te yap. Başından geçen bütün olayları da bir kağıda yaz." dedi. Eşrefzâde, İznik'e gelerek kırk günlük zorluğa girme işini (erbain) yapar. Bu iş tamam olunca, başından geçen ilginç olayları da bir kağıda yazar. Eşrefzâde, ailesi ve kızını yanına alarak Hama şehrine gider. Allah'ın hikmeti, Hüseyin Hamavi Hazretleri, Eşrefzâde'nin şehre geleceği gün hacdan gelmiştir. Şehrin ileri gelenleri büyük küçük herkes onu karşılar. Karşılama esnasında Hamavi Hazretleri buyurur ki: "Beni karşılama işini tamamladınız. Şimdi Anadolu'dan bir kişi geliyor. Gidin, şimdi de onu karşılayın." der. Karşılayanların hepsi, Anadolu tarafına doğru giderler ve gelecek olan kimsenin kim olduğunu çok merak ederler. Onlar konuşurken Eşrefzâde yanlarından geçip gider. Hiç kimse, Anadolu'dan gelen kişiyi tanıyamaz. Yani, kıyafeti gösterişli olmadığından, dikkatleri üzerine çekmemiştir. Rivayet olunur ki: Mübarek hırkalarının sökük yerlerini bile dikmeyip öylece gezermiş. Karşılayanlar, kendi aralarında şöyle fikir yürütürler: "Anadolu'dan gelecek olan kişi, gösterişli kıyafetleri ve hizmetçileri olan anlı şanlı bir kişi olsa gerektir." Bu yüzden, onu tanıyamamışlar. Bu durum, Hüseyin Efendi Hazretlerine malum olur. Kendileri, şehrin kapısından dışarı çıkarak Eşrefzâde'yi karşılar. İlk sözü: "Yazdığın kağıt nerede?" olur. Onlar için gizli bir şey yoktur. Eşrefzâde, nefsi dizginlediği kırk günlük çile sırasında gördüğü ilginç olayların yazılı olduğu kağıdın istendiğini anladı. O kağıdı, hemen Hüseyin Efendiye verdi. Rivayet olunur ki: Eşrefzâde kasidelerinde (şiirlerinde) Rumi mahlas (takma ad)ını kullanır. Bunun sebebi, Hamavi Hazretleri ile karşılaştıkları zaman, onun mübarek ağızlarından bu söz (Rumi) çıktığı için, şiirlerinde aynı mahlası (Rumi)    kullanmıştır. Hüseyin Hamavi, kağıda bakarak: "Yine, kırk günlük çileye girmen gereklidir." der. Eşrefzâde, bunu kabul ederek ayağının tozu ile çilehaneye girer. Şeyh Hüseyin, Eşrefzâde'nin kızı ve eşine, kendi evlerinde bir oda tahsis eder ve ihtiyaçlarını karşılar. Eşrefzâde, Şeyh Hüseyin'in telkinleri ile zikirle meşgul olur. Birkaç gün sonra: "Bu kadar yoldan geldim, ailemin durumu nasıl, benim hal ve derdimin çaresi nedir?" diye kendi kendine sorar. Bu düşünce, onu rahatsız eder. Allah'ın bildirmesi ve Hüseyin Hazretlerinin himmeti ile hanımına bu düşünce malum olur. Eşi, kızma eler ki:

"Kızım! Babacığının kapısına var, ona şöyle söyle: Babacığım! Kalbindeki huzuru bozma. Huzurlu bir şekilde zikrine devam et. Bize bir oda verildi. Yiyecek konusunda da bir sıkıntımız yoktur. bizim için kederlenme." Eşrefzâde, bu sözü duyunca: "Ya Rabbi! Beni bu endişeden kurtardığın için sana sonsuz şükürler olsun." diyerek secdeye vanr. Bundan sonra kendi hali ile meşgul olur. Çile günleri, otuz güne vardığı zaman otuz birinci günün gecesi hizmet eden derviş, bulamaçla (yiyecek) hücre kapısına varır. Kapıyı açar ve görür ki: Eşrefzâde hücrenin bir duvarına dayanmış, hareketsiz duruyor. Derviş, onu uyandırmak için biraz sallar ve hareket etmediğini görür. Şeyh Hüseyin Hazretlerine der ki: "Sultanım! Rumi vefat etmiş, siz sağ olun." Şeyh Hüseyin Hazretleri buyururlar ki: "Git, hücrenin kapısını kilitle ve anahtarını bana gelir." Derviş, hücreyi kilitleyip anahtarı getirir. Dervişlerin arasında bu haber yayılır. Bazıları derler ki: "Gelin, şeyhe gidelim. Bir ölüyü hücre içinde hapsetmenin sebebi nedir? Çıkartılıp gömülsün." Bazıları da der ki : "Kendisi bilir, o alim insandır, onun yaptığı işlere biz karışamayız."

Bazıları, nasihat dinlemeyip Şeyhin huzuruna çıkarak:

"Sultanım! Rumi vefat etmiş, odadan çıkartılıp gömülsün." derler. Şeyh buyurur ki: "Allah ile ahd edip dururum ki: Kırk gün tamamlanmadan çıkartmam." Dervişler. kızgın bir şekilde geri dönerler. Kırk gün tamamlandıktan sonra Şeyh: "Vademiz doldu, vakit tamamdır. Gelin, ey dervişler, Rumi'yi çilehaneden çıkartalım." der. Çilehanenin kapısına varırlar. Şeyh, dervişlere Allah'ı zikretmelerini söyler. Onlar da bir miktar zikrederler. Bundan sonra, aziz Hazretleri dua edip mübarek elleriyle çilehanenin kapısını açar. Orada bulunan dervişler görürler ki: Eşrefzâde, otuzuncu gündeki gibi yine aynı haldedir. Eşrefzâde'nin yanına gelip kulağına: "Ya Rumi, Hu!" diye seslenir, cevap gelmez, bir daha "Hu!" derler. Yine cevap gelmez. Arkasından bir daha "Hu!" derler. Hemen bunun ardından, Eşrefzâde: "Buyurun sultanım' Bana kıydınız." der ve oturur. Oradakiler, bu sözün, "Beni burada uzun zaman aç, susuz bırakarak öldürmeye kalktınız." şeklinde anlaşılmaması gerektiğini iyi bilirler.

Beni, dalmış olduğum ruhani derin âlemden ayırıp uyandırdınız, anlamında bana kıydınız demek istemiş. Gerçek bilge odur ki kendi vücudunu ve cesedini dünyada bırakıp ruhunu yüce alemlere götürür. Eşrefzâde anlatır ki: "On yedi mürşide yetiştim, onlara hizmet ettim. İçinden dört tanesi çok mükemmeldi. Bunlar: Hacı Bayram-ı Veli, Hüseyin Hamavi, Emir Sultan ve Akşemseddin'dir." (Allah onların sırlarını kutsasın.) Biz, konuya dönelim. Eşrefzâde, o gün halvethaneden çıkınca Şeyh Hüseyin Hazretleri ona bir tane icazetname, seccade ve asa verir. O gün Eşrefzâde'nin üzerinde Hacı Bayramı Veli'nin kıyafetleri vardır. Onun başlığının belirtisi, tepesinde altı pul olmasıdır. Şeyh Hüseyin, buyurur ki: "Hacı Bayram-ı Veli kardeşimizin kıyafeti, üzerinde dursun.

Anık sen, farklı bir manevi rütbe ve sorumluluk sahibi oldun, başındaki altı pulun yanına bunu da kat ki yedi tane olsun. Eşrefzâde: "Başım ve gözüm üstüne." diyerek derhal söylenenleri yapar. "Eşrefiyye sikkesinin yedi kısım olmasının sebebi budur." diye buyurmuşlar. Kıyafetlerinin keçeden yapılmasının sebebi, Hak katında geceye işaret eder. Hamavi Hazretleri buyururlar ki: "Bir vilayete iki sultan sığmaz, şimdi seni kendi vatanına halife tayin ettim." Eşrefzâde, hemen vatanına ulaşmak için yolculuğa niyet eder. Uzun yıllar, gayret etmelerine rağmen olgunlaşmayı başaramamış kişiler, içlerinden derler ki: "Hizmet bize, himmet başkasına. Hamavi, Rumi'yi kırk gün içinde olgunlaştırıp icazet izni verdi." Aziz Hazretlerine bu durum malum olup, dervişlere, Eşrefzâde Hazretlerinin ulaştığı seviyeyi gösterebilmek için, arkalarından bir insan göndererek onu, yolundan çevirir. Hamavi Hazretlei Eşrefzâde'ye buyururlar ki: "Ya Rumi! Misafirimiz oldunuz. Size bir ziyafet veremedik, burada kal, inşaallah yarın gidersin." der. Onlar da kabul ederek kalırlar. Hamavi, gezi hazırlığı yapar.

O gün hep birlikte gezintiye çıkarak bir yerde konaklarlar. Yanındakiler: "Sultanım, burada su yok, neden burada konakladık ki?" derler. Hamavi, yanındakilere: "Bana su getirin." der. Onlar da: "Sultanım! Burada su yok." derler. Şeyh Hüseyin de: "Hele bir araştırın." der. Yanındakiler, biraz araştırırlar. Elleri boş, çaresiz bir şekilde, su bulamadan gelirler. Hamavi, o zaman Eşrefzâde'ye dönerek: "Ey Rumi! Bir de siz araştırın bakalım, belki siz bulabilirsiniz." der. Eşrefzâde: "Başım, gözüm üstüne." diyerek yerinden kalkar ve eline bir tas alır. Ardından temiz toprakla teyemmüm edip secdeye varır ve şöyle der: "Ya Rabbi! Hocam su istiyor, bana biraz su ihsan et." Başını secdeden kaldırır. Secde ettiği yerden suyun fışkırdığını görür. Akan sudan, tası doldurarak hocasına getirir. Hamavi de dervişlere dönerek şöyle der: "Su yok diyordunuz, bakın Rumi, suyu nasıl buldu?" Dervişler, hemen suyun bulunduğu yere gelerek suyun fışkırarak aktığını görürler. Sonunda, onlar da Rumi'nin bu kerameti ile belli bir olgunluk seviyesine ulaştığını anlarlar. Yine rivayet olunur ki: O zaman, mevsim ilkbaharmış. Hüseyin Hazretleri: "Dervişler! Bize biraz menekşe getirin." demiş. Herkes, menekşe toplamaya gitmiş. Bir müddet sonra ellerinde deste deste menekşe ile dönmüşler. Ancak Eşrefzâde'nin elinde bir menekşe vardır. Uu menekşeyi, aziz Hazretlerine verir. Aziz Hazretleri der ki: "Ey Rumi! Misafir olduğun için menekşelerin yetiştiği yerleri bulamamışsın herhalde." Eşrefzâde der ki: "Aslında menekşelerin bol olduğu yeri buldum; ama hangi menekşeyi koparmak istediysem bana şöyle seslendi: Biz, tesbih ediyoruz, bizi, bu tesbihimizden ayırma. O esnada, zikretmeyi bitirmiş bir menekşe buldum, onu alıp size getirdim." Bunu duyan dervişler utandılar ve Eşrefzâde'nin büyüklüğünü bir kere daha anladılar. Bundan sonra Eşrefzâde, Hüseyin Hamavi Hazretlerinin iki el ve ayaklarını öperek müsaade istedi. Şeyh Hazretleri, ayrılırken ona şu nasihatte bulundu: "Ey Rumi! Anadolu erenlerinin hemen hemen hepsine yetiştin, onlarla görüştün, sonunda buraya geldin. Bizim seyr-i sülükumuzun sonuna ulaşmak istersen memleketine gidip yedi sene boyunca günde yedi tane siyah üzüm yiyerek riyazete devam et." Eşrefzâde: "baş üstüne" diyerek yola çıkar. Hamavi, Eşrefzâde'nin arkasından hayranlıkla bakar. Orada bulunanlar:

"Sultanım niçin böyle baktınız?" deyince, onlara şu cevabı verdi: "Eşrefzâde, engin bir denizdi, içine ne atıldıysa kaptı, yani alması gereken ne varsa hepsini aldı. Onun için baktım. İstedim ki siz de etkilenip ondan faydalanın." Eşrefzâde'ye bu güzel söz malum olunca, o da geriye dönüp anlamlı bir şekilde baktı. Şeyh Hazretleri de ellerini kaldırıp dua ederek: "Allah'a hamd olsun." diyerek dergaha döndü. Eşrefzâde Sultan, yolculuktan sonra İznik kasabasına geldi.

Hamavinin tavsiyeleri çerçevesinde, yedi sene boyunca günde yedi tane üzümle riyazete devam etti. Yedi sene, halkı aydınlaunaya devam etli. Müzekki'n-Nüfüs ve Tarikatname isimli iki kitap yazdı. Uzun yıllar çalışıp talebe yetiştirdi. Civar yerlere halife göndermek üzere iken 874 tarihinde vefat etmiştir. Türbesinde şu mısra vardır. Eşrefzâde 'azm-i cinan eyledi (Allah, onun sırrını kutsasın). "Haşir gününde onu şefaate ulaştırsın, korusun ve cennetine kavuştursun."

MENKIBE: Eşrafzâde, Şeyh Hüseyin Hazretlerinden ayrılıp İznik'e yerleştiğinde bir hayli yoksulluk çekmiş. Halk onunla alay etmiş. Bir gün Hama'dan İznik'e birisi gelir. Eşrefzâde'nin bu halini görünce, der ki: "Ey İznikliler siz bu şahsın kim olduğunu bilmiyorsunuz, onu hakir görüyorsunuz, hâlbuki bu insan, Hama şehrinde pek çok kerameti onaya çıkan, feyizli ve saygın bir kişidir." Ayrıca, onun kerametlerini de halka anlatmaya başlar.

Halk, yaptıkları hatadan dolayı, Eşrefzâde'nin el ve ayaklarına sarılarak özür diler ve saygı gösterneye başlar. Eşrefzâde, halkın bu aşın ilgisinden sıkılarak Tirse Dağlarına gider. Dağda gezinirken bir kişiye rastlar. Bu şahıs, Eşrefzâde'ye "Sen kimsin?" diye sorar. O da: "Kaçak bir kulum." der. Eşrefzâde'nin bu sözü yalan değildir, çünkü bütün insanlar, Allah'ın kuludur. O, halktan Hakk'a kaçmıştır. Adam, bu sözü duyunca, kendi kendine: "Bu kişiyi subaşıya götürüp, karşılığında armağan alayım." der. Eşrefzâde'yi bir odaya hapseder. O adamın, yaşlı bir annesi varmış. Adam, annesine: "Anne, ben bir kaçak adam yakaladım ve onu odaya hapsettim. Şimdi tarlaya çift sürmeye gidiyorum. Daha sonra, o adamı götürüp, mükâfatımı alacağını." der. Sonra, çift sürmeye gider. Yaşlı kadın, o kişinin Eşrefzâde olduğunu bilmeden ona yiyecek verir.

Namaz vaktinde Eşrefzâde, yaşlı kadından su ister. Kadın, ona su getirir. Eşrefzâde, abdest alıp namaz kılar ve zikirle meşgul olur. Onun zikrini duyunca yaşlı kadının kalbine ilahi bir ateş düşmüş. Eşrefzâde'ye, hiç kaçak bir kula benzemediğini, İzniklilerin, bir dervişle alay ettiklerini, sonra saygı gösterdiklerini ve sonunda dervişin ortadan kaybolduğunu söylemiş ve ilaveten şu soruyu sormuş: "Allah için doğru söyle, yoksa sen o derviş misin?" Eşrefzâde de: "Evet" demiş. (Veliler yalan söylemez.) Yaşlı kadın, pişman olup Eşrefzâde'nin ellerine, ayaklarına sarılmış. Eşrefzâde'ye ilk bağlanan o kadındır. Oğlu, eve gelince, annesi oğluna durumu anlattı. O da yaptığı hatayı anlayıp pişman oldu, özür diledi ve ona bağlandı. Pınarbaşı Irmağının kenarında Eşrefzâde için bir tekke yaptırdı. Kendileri, burada ibadetle meşgul olmuş.

MENKIBE:

Eşrefzâde, sabah namazını biraz karanlıkta kılarmış. O zaman, hayatta olan İznikli Kutbeddin Efendi, Eşrefzâde Mescidine bu durumu arzetmek için gider. Eşrefzâde, her zamanki gibi müezzine, ezanı okuması için başıyla işaret eder. Hoca Kutbeddin, daha vakit girmedi, diyerek müezzini oturtur. Bir müddet sonra, Eşrefzâde yine işaret eder. Hoca Kutbeddin, yine engel olur, üçüncü işaretlerinde yine engel olur. Eşrefzâde, Hoca Kutbeddin'e bakarak: "Doğuya bak." der. Kutbettin, doğu tarafına bakar ve güneşin Kaf Dağından iki adam boyu yükseldiğini görür. Hemen "Hay!" diye nara atarak kendisini yere atar. Sultan Eşrefzâde'nin ayaklarına yüz sürer. Tövbe ederek şöyle der: "Maddi ilimleri isteyenler bize gelsin, manevi ilimleri (tasavvuf) isteyenler de Eşrefzâde'ye gitsin". Eşrefzâde, Kutbeddin Hocaya şöyle der:

"Sen ibadeti görerek değil, taklit ile yaparsın. Dervişler, çok ileriyi görerek, tahkiki olarak ibadet ederler."

MENKIBE:

Şeyhim Pir Hamdi Efendi anlatır ki: Eşrefzâde, bir gün ibadet ederken, gece gökyüzü iki parçaya ayrılıp içinden bir nur çıkıp ve ona şöyle bir hitapta bulunuldu: "Ey kulum! Dile benden ne dilersen. Bütün haramları sana helal ettim." Eşrefzâde Hazretleri, onun şeytan olduğunu anladı ve avucunun içine aldı. Şeytan, iki büklüm olarak dedi ki: "Ya şeyh, ne yapıyorsun? Allah, bana kıyamete kadar zaman vermiştir. Sen, beni öldürmeye çalışıyorsun." O da: "Ey şeytan! Sen, beni sevenlerin imanlarına dokunmayacağına dair yemin et." dedi. Şeytan (Allah, ona lanet etsin): "Yemin ederim ki onların imanlarına dokunmayacağım." Eşrefzâde: "Sen, Allah ile yaptığın anlaşmaya uymadın. Benimle olan anlaşmana mı vefa göstereceksin, bildiğin gibi yap." deyip onu saldı. Daha sonra Eşrefzâde'ye sormuşlar: "Onun şeytan olduğunu nereden anladın?" Eşrefzâde: "Bütün haramları helal ettim dediğinden "

MENKIBE:

Pir Hamdi, (Habib Dede vasıtasıyla) Abdurrahim Tırsi'den şöyle nakleder: "Şeyhime bağlandığım zamanlarda bana bir hizmet verildi. Bu hizmeti yapıp kendi halimle meşgul oldum. Bir gün beni pazara gönderdiler. Orada gördüm ki tellalın elinde otuz akçeye bir elbise var, onu alıp giydim; hatta ona, bir akçe de fazladan verdim." Tellal: "Biraz bekle, ben mal sahibine danışıp geleyim." dedi. Çok beklememe rağmen gelmedi. Ben de oradan ayrıldım, dergaha geldim. Pazardan aldıklarını Eşrefzâde'nin önüne koydum. Odama giderek zikirle meşgul oldum. Bir müddet sonra Eşrefzâde: "Abdurrahim, buraya gel" diye seslendi. Ben, hemen yanına vardım. Dedi ki: "Ne yapıyorsun?" "Zikir yapıyorum." dedim. "Yalan söylüyorsun. Otuz bir akçe, otuz bir akçe diye söyleniyorsun. Bu nasıl zikirdir? Bu yetmezmiş gibi bir de inkâr ediyorsun.

Öyle yapma! Eğer bizim yediğimizi yer, giydiğimizi giyersen bu yolda başarılı olursun. Yoksa, çok pişman olursun. Son pişmanlık fayda etmez." dedi. Bu menkıbeden iki anlam çıkar: Dünyaya bu kadar fazla bağlanmak Allah'a ulaşmaya engeldir. Eşrefzâde'nin manevi derecesi o kadar yüksek, kalp gözü o kadar açıktır ki kalbe gelen fısıltıları bile işitir; ona gizli yoktur.

MENKIBE:

Fatih Sultan Mehmed Hanın annesinin dilinde bir hastalık (kangren) çıkar. Doktorlar çare bulamaz. Uzman kişilerin hepsini çağırmışlar, çare bulunamamış. Fatih'in dergah-ı ali çavuşlarından biri İznik'te, Eşrefzâde'nin dergahında, onun sohbetine katılmış ve onun kerametlerine tanık olmuştur. Bu çavuş, Fatih'in vezirine giderek şöyle der:

"İznik'te ulu bir insan gördüm, kerametlerine tanık oldum. Eğer o aziz insanı buraya getirirseniz, ümit ederim ki sultanımızın annesi şifa bulur." Vezir de durumu hemen padişaha haber verir. Padişah, o şahsı saraya getirmelerini söyler. Kapıkulu askerleri (saray askerleri) İznik'e gider ve Eşrefzâde'ye bu emri söylerler. O da: "İlahi emir yoktur, gidemem." der. Görevliler, Eşrefzâde'yi birkaç defa saraya çağırmalarına rağmen Eşrefzâde, yine ilahi emir olmadığı için gelemeyeceğini söyler. Onlar da durumu padişaha bildirirler. Padişah, bu sefer öfkeli bir şekilde: "Gidin, onu öldürün!" der. Asker, padişahın bu emrini yerine getirmek için

İznik'e doğru yola çıkarlar. İznik yakınlarında Derbent isminde, halkı kâfir olan bir belde vardır. Askerler, o gece orada kalırlar. Niyetleri, Eşrefzâde'yi şarapla boğarak öldürmektir. Bu durum, Eşrefzâde'ye malum olur. Namazını kıldıktan sonra yanındakilerle birlikte dergahın kapısına çıkar, elindeki asaya dayanarak askerlerin geleceği tarafa dönüp beklemeye başlar. Eşrefzâde'ye bir heybet gelir ki kimsenin hareket etmeye, konuşmaya cesareti kalmaz. Bir süre sonra askerler gelir. Eşrefzâde, elindeki asayı yere vurarak: "Hoş geldiniz, padişahın askerleri!" deyince, askerlerin akılları başlarından gider ve sersem olurlar. Sultan Eşrefzâde, dervişlere:

"Gidin, şu yükü getirin." der. Dervişler, şarabı indirirler. Eşrefzâde, bir kazan getirmelerini söyler. Kazan gelince, Eşrefzâde:

 "Bismillahirahmanirrahim" diyerek içki dolu tulumları açar. Orada olanlar şaşkınlık içinde, şarabın beyaz bala dönüştüğünü görürler. Eşrefzâde, askerlere der ki: "Şimdi Hakk'ın iradesi gerçekleşti, İlahi emir geldi, padişaha haber verin, bu sefer geleceğim." Askerler de saraya gelerek olanları ve konuşulanları, padişaha anlatırlar. Padişahın içine bir muhabbet ateşi düşer. İlk iş olarak, onu bizzat karşılayacağını söyler. Alimler ve vezirler hepsi birden: "Siz, Müslümanların halifesisiniz; o ise, sadece bir derviştir. Onu, saray kapısında karşılamanız yeterlidir." derler. Saray görevlileri, Kararıürsel'de Eşrefzâde için bir sandal hazırlar. Fşrefzâde, hazırlanan bu sandala binerek İstanbul'a gelir. Padişah Hazretlerine, Eşrefzâde'nin yaklaştığı haber verilir. Padişah, onu Demirkapı'da karşılar ve daha önceki davranışından dolayı ondan özür diler. Eşrefzâde'yi özel dairesine götürerek yanına saygıyla oturur.

Onun vaaz ve nasihatini dinler. Eşrefzâde, padişaha: "Ey İslam'ın halifesi! Bize düşen görev nedir? Duyurun yapalım." der. Padişah Hazretleri buyururlar ki: "Çok sevdiğim annemin ağzında bir hastalık ortaya çıktı. Konuşamıyor, yemek yiyemiyor, hekimler çare bulamadılar. Şimdi, bu derdin çaresi için sizden himmet ve dua bekliyorum." Eşrefzâde, hemen ellerini cebine sokar, bir miktar bitkisel şeker çıkarır, mübarek nefeslerine tutarak padişaha verir ve şöyle der: "Bu şekeri annenize verin, eriyinceye kadar ağızlarında tutsunlar." Padişah, hemen haremağasını çağırır ve şekeri, onunla annelerine gönderir. Haremağası, şekeri valide sultana verir ve ağızlarında tutmaları gerektiğini söyler. Valide Sultan, şekeri ağzına koyar. Allah'm izniyle şeker eridikçe, Valide Sultan iyileşmeye başlar. Şeker, tamamen eridiğinde ağzında hastalıktan hiçbir eser kalmaz. Valide Sultan, tekrar konuşmaya başlar. Padişah, bu kerameti yakından gördüğü için

Eşrelzâde'ye can u gönülden hürmet gösterir. Ona, yüklü miktarda alem ve gümüş vermek ister. O, bunların hiçbirisini kabul etmeyerek: "Padişahım! Siz bu değerli gümüş ve altınları kullarınıza (askerlerinize) verin, savaşa hazırlanın. Bizim gibi dervişlerin buna ihtiyacı yoktur." der. Padişahın üzülmemesi için, biraz para alarak izin ister. Padişah Hazretlerine veda edip çıkar. Saray hizmetlilerine ve iskeledeki fakirlere, aldığı paranın hepsini dağıtır. Yanında hiç para kalmaz. Deniz yoluyla, Karamürsel'e ulaşır. Halk ve dervişler, Eşrefzâde'yi karşılamak için İznik'ten Karamürsel'e gelirler. Eşrefzâde, hemen ellerini kaldırıp şöyle dua eder: "Ey Yüce Rabbiın! Bugünden sonra senden dileğim şudur: Bizi, sultanların kalbinden; sultanları da bizim kalbimizden çıkar."

Dervişleriyle İznik'teki dergahında kalmaya başlar. Padişahın kalbine düşen aşk ateşi iyice alevlenir. Sultan, çok kısa bir zaman geçmesine rağmen ayrılığa sabredemez ve yanına has adamlarından birkaç kişi alır ve kıyafet değiştirerek İznik'e gider. Eşrefzâde'ye: "Sultanım! Bizi dervişliğe kabul et, bize saltanat gerekmez." der. Eşrefzâde de: "Padişahım! Siz gidin, adaleti kendinize kılavuz yapın; o zaman, bütün peygamber ve evliyanın yardımı sizinle olur." diyerek onu devletin başına gönderir. Padişah, teselli bularak işinin başına döner.

MENKIBE:

Bilecikli Muslihiddin (Allah onun sırrını kutsasın) Hazretleri anlatır ki: Eşrefzâde Hazretleri, "Ey huzur bulmuş nefis! Rabbin senden, sen de Rabbinden razı olarak cennetime gir" (Fecr suresi 27-28) mealindeki ayeti duyar duymaz mübarek canını teslim eder. Yani can kuşu, ebedi olan cennet bahçelerine doğru uçar

Yaklaşık üç saat sonra Horasan'dan bir grup süfi gelir.

Eşrefzâde'nin vefat ettiğini görünce feryat edip derler ki:

"Vatanımızdan ayrıldık, çok uzun ve yorucu yolculuklar yaparak buralara kadar geldik. Onun mübarek sohbetlerine katılıp tövbe almaya niyetlendik. Ancak, nasibimiz yolunuş.'' Eşrefzâde'yi cenazesini yıkamak için musalla taşına koyarlar. Dervişler, biraz zikir yaparlar. Bu sırada Sultan Eşrefzâde, gözlerini açarak mübarek ellerini misafirlere doğru uzatır. Tevbe ve zikir telkini yapar. Ellerini geri çeker ve gözlerini kapatır. Gelen misafirler de şimdi amacımıza ulaştık, diye çok mutlu olurlar. Bu kerameti orada bulunan herkes görür.

Nitekim Abdurrahiın Tırsi, bu olayı şöyle şiirleştirmiştir.

Gerçi kim ölmez dediler

Hak dostudur o dediler

Gözden doğar dediler

Eşrefoğlu Rumi sultan

Hak dostları dirildiler

Kabe'de namaz kıldılar

Mübarek sefer dediler

Eşrefoğlu Rumi Sultan

Sabah vakti dünyadan itti

Geri nice o sultan ne etti

Görünce telkin etti

Eşref oğlu Rumi Sultan

Birkaç misafir geldiler

Tövbe edelim dediler

Dünyadan göçmüş buldular

Eşrefoğlu Rumi Sultan

Tövbesiz kaldık dediler

Ah edip ağlaştılar

Himmet olsun dediler

Eşref oğlu Rumi Sultan

Çünkü yumağa koydular

Dervişler zikir yaptılar

 Tövbe verirken gördüler

Eşref oğlu Rumi Sultan

Evliyalar ölmez imiş.

Can acısın görmez imiş.

Evliyalar ölmezmiş

Can acısını görmezmiş

Aşıkların koymazmış

Eşrefoğlu Rumi Sultan

Bu biçare garip ne yapsın

Ağlayarak gitsin

Sensiz bu cihan ne etsin

Eşrefoğlu Rumi Sultan

O  yüzden  ah  edip  inler 

MENKIBE:

Anlatılır ki: Eşrefzâde Hazretleri gayet sabırlı ve mütevazı bir insandı. Hatta, mahalle ahalisi onunla alay ederlermiş. Bu durum, Hama şehrinde olan Hüseyin Hamavi Hazretlerine malum olur ve Hama'dan ona şöyle seslenir: "Ya Rumi! Sabır, yerinde hoştur. Ayağını, ya sen uzat, ya da ben uzatayım." Allah'm hikmeti, o mahallede bir günde on yedi kişi vefat eder. Halk, durumu anlar. Yaptıkları kötülük sebebiyle Eşrefzâde'den özür dileyerek ona saygı göstermeye başlar.

MENKIBE:

Abdulkadir Necib'den rivayet edilir ki: Eşrefzâde, vefat ettikten sonra saray hanımlarından birinin ağzı yara (kangren) olur. Bunun için, Eşrefzâde'nin muhterem kızını saraya davet ederler. "Babanız daha önce böyle benzer bir hastalığı tedavi etmişti. Onun da manevi yardımıyla, bu hastalıktan kurtulmak istiyoruz." derler. Bunun üzerine, manevi alemden şöyle buyurulur: 'Tirse denilen yerde bir nesne var. Hasta, onu ağzına alırsa iyileşir." dediği yapılır. Allah'ın izniyle, hasta şifa bulur.

MENKIBE:

Eşrefzâde Hazretlerinin kızı Şeyh Abdurrahim Tırsi'nin eşi Zeliha Hatun, büyüklerinin mezarlarının yanında ibadet ederken bir gece üzerine bir ağırlık çöker ve zikrederken uykuya dalar. Eşrefzâde'nin mezarının olduğu taraftan şöyle bir ses gelir: "Ya Zeliha!" der. O da: "Buyur Efendim!" der. "Kalk! Hiç aşık uyur mu? Aşıklar uyumaz, haramdır." der. Zeliha Hatun, gözlerini açar ve bir daha hiç uyumaz.

MENKIBE:

Anlatılır ki Eşrefzâde, vefat ettikten yaklaşık yüz altmış sene sonra, yani 1034 tarihinde, Germiyan Sancağı'ndan bazı kimseler bir suçluyu zincire vurup İstanbul'a götürürken, İznik'te iki gece konaklarlar. İstanbul'a giderken Hersek isimli bir yerde mola verirler. Zincirli olan (suçlu), rüyasında yaşlı, nur yüzlü bir insanın yanına geldiğini görür. Bu yaşlı insan kendisine: "Sakın korkma! Biz seni kurtarırız." der. Mahpus, korkarak: "Sultanım! Siz kimsiniz, isminiz nedir?" diye sorar.

O da: "Ben Eşrefzâde'yim. İznik'te bulunurum. Sen mazlumsun ve yanımıza mazlum olarak geldin. Seni, bu beladan kurtarmamak olmaz. Gönlünü ve hatırını hoş tut. En kısa zamanda kurtulursun." diyerek kaybolur. Sabah olunca, yola çıkarlar. Mahkumun ellerini bağlarlar, fakat çözülür. Tekrar bağlarlar yine çözülür. Aynı hal, birkaç defa tekrarlayınca çaresiz kalarak mahkumu bağlamadan götürürler. lstanbul'a öğle vakti girerler. Bir çavuşun odasına giderler. Çavuş: "Bunu, şimdi paşaya götürmeyelim. Sabah olunca divana götürürüz." der. Adamlar, bu teklifi kabul eder. Mahpus, uyumaya başlar, bir müddet uyuduktan sonra rüyasında Sultan Eşrefzâde'yi görür. Eşrefzâde buyurur ki: "Anık kurtuluş zamanı geldi. Çabuk kalk ve yola çık." Mahpus hemen uyanır. Herkesin uykuda olmasını ganimet bilerek kelepçeli vaziyette dışarı çıkar.

Yolda, onu gören kimseler, hiçbir şey sormazlar. Bir sandıkçı dükkanına gelerek elindeki kelepçenin açılması ricasında bulunur. Usta, testereyle kelepçeyi keser. Mahpus, kelepçeden kurtulduktan sonra Eşrefzâde Hazretlerine dua ederek Bursa'ya gelir. Başından geçenleri anlatır. Bu kıssadan çıkarılacak ders şudur: Bu yola (seyr ü sülük) giren insanların, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından kurtulacakları müjdelenmiştir.

MENKIBE:

Hikaye olunur ki: Tirse'de oturan bir kadın varmış. Bir gün bu kadının kulağına zikir sesleri gelmiş. Kadın, sesin Pınarbaşı'ndaki mescitten geldiğini sanarak kalkıp o tarafa doğru gitmiş. Köyden biraz çıktıktan sonra görmüş ki bir grup asker ceylanların üzerine binmişler. Kadın, öndekilerden birisine: "Bu gelenler kimdir?" diye sormuş. O da: "Sultan Eşrefzâde" demiş. Kadın, biraz oturur. Sonra görür ki: Eşrefzâde, beyaz bir ceylan üzerine binmiş geliyor. Kadın mübarek ayaklarına yüz sürerek der ki: "Sultanımı Abdürrahim Tırsi Hazretleri de sizinle beraber değil mi?" O da: "Bu sene, gazaya gitme sırası onlardadır." diyerek kadının gözünün önünden kaybolmuş.

MENKIBE:

Anlatılır ki Fatih Sultan Mehmed'in veziri Mahmud Paşa, bir suçtan dolayı yedi kule zindanlarına hapsedilmiş. Mahmud Paşa, Eşrefzâde Hazretlerinin müridiymiş. Mahmud Paşa'nın kurtulması için Eşrefzâde'ye adam gönderirler. O adam, İznik'e gelerek Eşrefzâde'ye bir mektup verir. Eşrefzâde mektubu okuduktan sonra adama şöyle der: "Gebze Kasabası'na gidin, falan mahallede yaşlı bir kadın vardır, adı filandır. Onu bulun, bizden de selam söyleyin. Paşanın kurtulması için dua etsin" der. Adamlar, hemen Gebze Kasabası'na giderek tarif edilen mahalledeki kadını bulurlar. Eşrefzâde'nin selamını söyleyip Paşanın kurtulması için dua isterler. Kadın: "Elhamdülillah! Demek ki duam kabul olmuş. İki seneden beri dua ediyordum. Mahmud Paşa, Kaptan Paşa iken, suçsuz olan oğlumu astı. Ben de ona beddua ettim. Şu zamandan sonra, bundan geri dönemem. Hazırlıklı olsun." diye cevap verir. Paşanın adamları, üzgün olarak geri dönüp durumu Mahmud Paşa'ya bildirirler. Mahmud Paşa da dünyadan ümidini keser. O gece yarısı, padişahın adamları Mahmud Paşa'yı boğarlar. Fatih Sultan Mehmed, Mahmud Paşa'nın öldürülmesinden pişman olmuş; ama iş işten geçmiştir. Kader hükmederse, beşerin gözü körleşir (iradesi susar).

Buraya kadar on iki menkıbe yazıldı. Bundan sonra da halifelerinin menkıbeleri anlatılacaktır.

1

Abdurrahim Tırsi, İznik yakınlarında ikamet etmiş olup babasının adı Bayezid-i Fakihi'tir. Tirse'de imamlık yapan büyük bir kişidir. Bolulu İsfendiyaroğlu'nun akrabasından olup Tirse'ye yerleşmiştir.

MENKIBE:

Sultan Abdürrahim Tırsi Hazretleri dört yaşında iken Eşrefzâde Hücresine gider, onun sohbetlerine katılır ve oradan ayrılmak istemezmiş. Babası Bayezid, Abdürrahim'i eve götürse de bir müddet sonra kaçarak Eşrefzâde Hazretlerinin yanına gelirmiş. Bir gün Eşrefzâde, Bayezid Fakih'e demiş ki: "Bu çocuk bizim yanımızda kalsın, ona ilim ve edep öğretelim." O da bunu reddetmeyip razı olmuş. Bundan sonra Eşrefzâde, nereye giderse gitsin, Abdürrahim Tırsi'yi yanında götürüş ve hiç ayırmamış. Sultan Eşrefzâde, onun hakkında:

"Ana rahmine düştüğün andan beri seni terbiye ederim ve bu memlekete gelmemin sebebi sensin." demiş. Eşrefzâde, yaz aylannı Tirse'de, kış aylannı da İznik'te geçirinniş. Soyu, bu adeti halen devam ettirirmiş. Allah'tan temennimiz şudur ki:

Mübarek evlatları ve yakınları kıyamet gününde perişan olmasın. Mahşer gününde de onun yardımıyla mutlu ve huzurlu bir şekilde hesap vermemizi sağlasın.

AMİN.

MENKlBE:

Sultan Tırsi, yeni bir mürit olduğu zamanlarda Eşrefzâde'ye, Hızır (aleyhisselâm)'ı görmek istediğini bildirmiş. Eşrefzâde, onu pazara elma almaya gönderir. Pazardan dönerken yolda bir dervişe rastlar. Derviş, torbasını açmasını ister.

Torbayı açınca, içinden bir elma alarak gider. Dergaha döndüğü zaman, Eşrefzâde: "Bu elmalardan birisi eksile" der. O da: "Yolda, tanımadığım bir derviş aldı." der. Eşrefzâde de:

"Peki neden eteğine sağlam yapışmadın?" deyince, Tırsi: "Kim olduğunu bilemedim" der. Eşrefzâde: "Hızır (aleyhisselâm)'ı, görsem diyordun, gördün. Gördün, ama bilemedin." der. Abdürrahim: "Bir daha görsem ve bilsem." ricasında bulunur. Eşrefzâde ona: "Bu gece yaylaya git." der. Bir müddet gittikten sonra Sıvışdı ismindeki tepenin eteğindeki çeşme başına varınca, daha önce İznik'te gördüğü ve kendisinden elma alan dervişin orada oturduğunu görür. Tırsi: "Efendim!" diyerek dervişin mübarek ayaklarına eğilir. O zaman bilir ki bu derviş suretinde olan kişi, Hızır (aleyhisselâm)'dır. Hızır (aleyhisselâm): "Ya Abdurrahiın! Sen hizmetinde bulunduğun kişinin kıymetini iyi bil ve onun hayır duasını al." diyerek oradan kaybolur. Bundan sonra Abdurrahim Tırsi Hazretleri Eşrefzâde'ye daha sıkı bağlanır, canla başla onun hizmetinde çalışarak hayır dualarını alır ve onun halifesi olur. Eşrefzâde, ona seccadesini (post) verir. Eşrefzâde, vefat ettikten sonra ilimle ve talebe yetiştinnekle meşgul olur. 926 senesinde vefat etmiştir. Mübarek kabirleri Eşrefzâde'nin Türbesinin karşısındadır.

MENKIBE:

Abdurrahim Tırsi Hazretlerinin yakını Habib Dede'den rivayet olunur ki: Tırsi Hazretleri, talebeleriyle Tirse Dağındaki yaylada, cami yapımında gerekli keresteyi temin için gider. Yanma, az pirinç çorbası ve çokça tabak alırlar. Bir müddet çalıştıktan sonra, yemek için hazırlık yapılır. Küçük tenceredeki pirinç çorbası, çok sayıda tabakla birlikte sofraya konur ve çalışan kişiler de otururlar Abdurrahim Tırsi, tencereye bir fatiha okur ve tabakların doldurulmasını söyler. Yemekler, tabaklara dolu dolu koyulmasına rağmen, küçücük tenceredeki yemek herkese yettiği gibi, hiç alınmamış gibi kalır. Orada bulunan herkes doydu ve yemekten sonra, yine çalışmaya başlandı. Bir müddet çalıştıktan sonra öğlen oldu. Ezan okunup abdestler tazelendikten sonra, Tırsi, öğlen namazını kıldırdı. Tesbih ve duadan sonra, yörüklerden bir grup, ellerindeki çeşit çeşit yemeklerle dolu sofrayı Abdurrahim Tırsi Hazretlerinin önüne koydular. O da, dua ettikten sonra, gelen yemekleri çalışanlara ikram elli. Herkes kamını doyuruncaya kadar, yemekleri getiren kişiler (yörükler) Abdurrahim Tırsi Hazretlerinin karşısında ayakta durdular. Hazret, onlarla hiç konuşmadı Yemekten sonra, sofralarını alarak veda edip ayrıldılar. Cuma günü, Hazret, talebeleriyle camiye gitti. Ben de (Habib), yaylada gördüğümüz yörüklerden bazılarını gördüm ve onlara dedim ki: "Çok güzel yemekler getirdiniz. Efendi Hazretleri çok memnun oldu." Yörükler de: "Bizim yemekten memekten haberimiz yok, ne yemeği?" dediler. Efendi Hazretleri, daha sonra bana: "O yemeği getirenler yörükler değildi, yörükler suretinde meleklerdi. Allah, yaptığımız bu çalışmaların karşılığı olarak kudret sofrasından meleklerle bize, ebedi cennet yemeklerini gönderdi. Meleklerin, yörükler şeklinde gelmelerinin sebebi de onlar, saf mümin oldukları içindir." dedi.

MENKIBE: Merhum şeyh Pir Hamdi Efendi Hazretlerinin annesi Züleyha Hatundan rivayet olunur ki: "Babam Eşrefzâde, vefat ettikten sonra, yaşım küçük olduğu için Sultan Bayezid'in annesi beni saraya götürdü. Ben onların terbiyesiyle büyüdüm. Evlilik çağıma geldiğimde beni Abdurrahirn Tırsi ile evlendirdiler. İznik'e gelip yerleştik. Sultan Bayezid'in hanımlarından, Sultan Korkut'un annesi, İznik'e gelirken bana: "Eşin Abdurrahim Tırsi'den şunu rica ediyoruz: Sultan Bayezid'den sonra, benim oğlum padişah olsun." Ben de bu durumu Tırsi'ye bildirdim. Bir gün rüyamda gördüm ki: "Bir meclis kurulmuş, yüce bir divan hazırlanmış, tahtın üzerinde de alemlerin ve peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) oturmuşlar. Yanlarında da dört halifesi vardı. Büyük alimler ve evliyaların da hepsi orada hazırdı. Abdurrahim Tırsi, Hz. Peygamberin huzurunda saygı ile beklerken, kendi aralarında, şehzâdelerden hangisi tahta geçsin diye görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Abdurrahim, Hz. Peygamber'den bir istekte bulundu. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Anadolu'nun Karaoğlanının (Abdurrahim) isteği, Sultan Selim'dir." Hz. Peygamber'in mübarek lisanlarından, Sultan Selim (Yavuz) sözü çıkınca diğer şehzâdelerin başlarındaki örtüler kaldırılarak meclisten çıkartıldılar. Bu durumda, uykudan uyandım ve feryat ettim." Abdurrahim'e: "Sizden, Korkut'un padişah olması için ricada bulunmuşlardı. Siz; Sultan Selim'in padişah olmasını istediniz." dedim. O da dedi ki: "Korkut'un soyu yoktur." Anladım ki veliler, Allah'ın muratları ile amel ederlermiş. Daha sonra, bu durum aynen gerçekleşti ve Sultan Selim tahta geçti ve çok hayırlı oldu.

Yüce Osmanlı Devletinin hizmetçisi Sultan Selim döneminde pek çok yerler ele geçirildi. Bunlardan bazıları, Mısır, Şam, Mekke ve Medine'dir. Allah, kıyamete kadar zafer ve yardımını arttırarak devam ettirsin.

AMİN.

MENKIBE:

Hamdi Efendi'den bizzat duydum ki: "Babam Abdurrahim Tırsi vefat ettikten sonra gözleri görmeyen siyah, gözsüz bir köpek, bazen Eşrefzâde Hazretlerinin dua ettiği pencerenin önünde, bazen de Abdurrahiın penceresinin önünde yatardı. Namaza gelip gidenler, köpeğin burada yatmasını hoş görmezler, kovarlardı. Köpek, tekrar gelerek pencerenin önüne yatardı. O zamanlar, Asacı Habib Dede hayattaydı. İznik halkına, bu köpeği kovmamalarını ve onun davranışlarında bir hikmet olduğunu söylerdi. Kırk gün sonra cemaat, öğlen namazından çıktığı sırada (kırk birinci gün), o köpekçiğin Eşrefzâde'nin penceresine yüzünü sürüp göğe bakarak feryat ettiğini; biraz da babamın (Tırsi) dua penceresinde ağladığını ve iki güzünün açıklığını gördüler. insan suretinde, kelpten aşağı olan nice insanlar vardır. Bunlar, Allah'ın veli kullarından uzaklaşan, kalb gözü kör olan ve iki cihanda ilahi güzelliklerden mahrum kalıp hüsrana uğrayan insanlardır. Onlar, Allah'ın rahmetinden mahrum kalmışlardır.

MENKIBE:

Pir Hamdi Efendi'den rivayet olunur ki: "Muslihiddin Efendi, benimle beraber kırk kişiyi çilehaneye (erbain) koydu. Birkaç gün sonra içinden, şeyh, küçük bir adamdır. Neden kırk kişiyi, bu şekilde terbiye elliğini aklımdan geçirelim. Hazret, halvethanenin kapısına gelerek bana: "Çelebi, şahin kuşu ela küçüktür; ama işini çabuk gürür." diyerek kalbime gelen şüpheyi giderdi Böylece açıkça kerametini gösterdi. Eşrefzâde'nin eşi Hayrunnisa'dan olan Zeliha'nın oğlu Pir Hamdi Elendi:

Tasavvuf terbiyesini Muslihiddin Efendi'den alınıştır.

Muslihiddin Efendi'nin halifesi olarak Eşrefiye Dergahında hizmet ettikten sonra 1012 tarihinde İznik'te vefat etmiştir. Kabri Eşrefzâde Hazretlerinin türbelerinin yanındadır. (Allah ona rahmet etsin.)

MENKIBE:

Pir Hamdi Efendi bir gün Boyalıca Köyü'nden Pazar Köyü'ne giderken evliya kerametlerini konuşuyorlarmış. Dervişlerden birinin aklına: "Efendinin kerameti varsa, bize biraz şeker bulsun." şeklinde bir fikir gelir. Efendi ve yanındakiler, zeytin ağaçları içinde yolculuk ediyorlarmış. Efendi, aklına şüphe gelen dervişe: "Derviş! Şu dalın üzerindekiler nedir?" diyerek zeytin ağacına işaret eder. Derviş ağaca yaklaşınca, erik ağacından sakız, zeytin ağacından da şeker aktığını görür. Derviş, şekeri alıp Efendiye verir. O da dervişlere dağıtır.

MENKIBE:

Hamdi Efendi, Kilise Dağı etrafında gezmeye gitmiş. O zaman geyik avı zamanıymış. Biri: "Geyik avlamaya gerek yok, nasıl olsa Efendi bizimle beraberdir." demiş. Kıssa: Yayladan kalkıp dağın kenarındaki Oda Pınarı yanında, avcılar, avlanmak için bekliyorlardı. Hava yağmurlu olduğu için avlanamadılar. Ağuluk ismindeki yerde de biraz beklediler. Burada da avlanamadılar. Orada altı gün beklediler. Bir türlü av olmadı. Yedinci gün Efendiyle sabah namazını kılıp zikir yaptılar. Şeyh, orada bulunanlara şöyle dedi: "Uhud Savaşı'nda, Kainatın Efendisi, varlık aleminin övünç kaynağı, dualann en güzeline layık olan Hz. Peygamber'in, mübarek dişlerinin şehit olmasının ve ordunun bozguna uğramasının sebebi şudur: Sahabeler

(Allah onların hepsinden razı olsun.): "İnançsızlar bize ne yapabilir? Resulullah bizim içimizdedir." diyerek Allah'ın yardımını beklemediler. Bu sebepten, savaş şiddetli oldu. Hz. Peygamber'in mübarek dişleri kırıldı. İslam ordusu bozguna uğradı." Avcılardan birisinin gıyaben içinden geçirdiği: "Geyik avlamaya ne gerek. Nasıl olsa şeyh bizimledir." sözüne bu şekilde açıklık getirilmiş oldu. Hamdi Efendi'nin oğlu Sırrı Ali Efendi: Babasından gördüğü terbiye ile dergaha hizmet etmiş, babasının yerine geçmiştir. Sultan IV. Murat, ikinci Irak seferine giderken İznik'e uğramış, Sırrı Efendi ile görüşüp onun tavır ve davranışından çok memnun kalmıştır.

Daha sonra, Eşrefzâde Tekke ve Türbesinin sanatlı bir şekilde restore edilmesini emretmiş. Tekke ve türbenin dört duvarı çinilerle süslenmiştir. Bu çinilerin üzerinde de, güzel yazılar ve nakışlar vardır. Bunlar, sanatkarlar için ilham kaynağıdır. Sultan IV. Murat, şeyhe bir kılıç da armağan etmiştir. Bu kılıç, Ali'nin evlatlarına miras kalmıştır. Ali Efendi, yenilenen Eşrefzâde Tekkesinde talebe yetiştirmeye devam ederken 1046 tarihinde vefat etmiştir. Kabri, dedesi Abdurrahim Tırsi Türbesindedir. Vefatına, Mustafa Efendi, Rüh-ı Sırr 'Ali be-cennet-had şeklinde Farsça tarih düşürmüştür. (1046) II. Hamdi: Sırri Ali Efendi (Allah sırrını kutsasın)'nin oğludur.

Sırri Ali Efendi'nin evlatlanndan olan 11. Hamdi, babası vefat ellikten sonra onun yerine geçti. Uzun süre nefis mücadelesi yaptı. 1069 yılında vefat edince, Sultan Eşrefzâde Türbesine defnedilmiştir. Lütfullah Efendi: Sırri Ali Efendi'nin oğlu, il. Hamdi'nin kardeşidir.

Hamdi vefat ellikten sonra Eşrefiye Tekkesine oturdu. Babası Sırri Ali Efendi, onu halife tayin etti. 1104 senesinde ramazan ayının onuncu günü cennete uçmuştur. Kabri, Eşrefzâde Türbesinde olup Hamdi Türbesine yakındır.

Lülfullah Efendi'nin mertebesi çok yüksektir. Şair tabiatlı bir kişi olup, ilahiyat konusunda değerli eserleri vardır. Haşiyede zikredilen şiiri, onun iyi bir şair olduğunu gösterir. Ölümünden sonra, oğlu (il. Eşref) pir olmuş ve beş sene vazife yapmıştır. 1109 senesindc vefat etmiştir. Kabri, Tırsi Türbesindcdir. Bu şeyhin, dört erkek evladı vardır. Bunlar: Muhyiddin, Şerafeddiıı, İzzeddin, Ahdullah'tır. Her birisi babaları tarafından halife tayin edilmiştir. Bunların da haşiyedeki şiirlere benzer ilahileri vardır. Ahdullah Efendi: Eşreroğlu olup tasavvuf terbiyesini babasından alarak halife tayin edilmiştir.

İznik'te posta oturmak isteyince ameası Salih Efendi ile aralarında çok münazara olmuştur. Sonunda, İznik halkı Abdullah Ef endi'yi seçmiştir. Abdullah Efendi, Hattaboğlu isimli bir cani tarafından 1147 senesinde şehit edilmiştir. Kabri, Tırsi Türbesinin karşısındadır. Oğlu Abdülkadir Efendi, babası şehit edilince, yerine geçerek, nefis mücadelesi yaptı. Az uyudu, çok namaz kıldı. Mahlası Sırri olup yukarıdaki Farsça rubai onundur. Bu rubainin günümüz Türkçesine çevirisi şöyledir:

* Biz saf gönüllüyüz, kimseye kin tutmayız.

Bana düşman olan halktır, biz (ise) herkesin dostuyuz.

Biz tevhid meyvesi ile dolu ağacın dalıyız.

Yoldan geçen bize herkes taş atıyor, ama biz bunu onur meselesi yapmayız.

Adı geçen kişi, ibadetle vakit geçirirken, 1176 senesinde rahmet'e ulaşır. Kabri, babasının gömüldüğü yerdedir. II. Eşrefin oğlu Muhyiddin Efendi: Gemlik'e bağlı Küçük Kumla isimli beldede Eşrefiye Dergahında halife olarak hizmet etmiş. İbadet ve nefis mücadelesi ile meşgul iken, burada vefat etmiştir. Türbesi mihrap duvarına yakındır.

Eşrefin öteki oğlu Şerafeddin Efendi: (D.1080) Tasavvuf terbiyesini babasından alarak halife tayin edilince Bursa'da Setbaşı Mahallesindeki Eyüb Efendi Zaviyesine babasının himmeti ile sahip olmuş ve orada hizmet etmiştir. 1137 tarihinde bazı hayır sahipleri, bu zaviyeyi Şerafeddin Efendi için tamir edip genişletmişlerdir. Bir süre sonra hacca gidip gelmiştir.

* Ümmetimin ortalama yaşı altmış-yetmiş sene arasmdadır.  (Hadis-i  şerif) 

Hz. Peygamberin ravzasını ziyaretten sonra, 63 yaşında iken taundan vefat etmiş olup, Bursa'da Eyüb Efendi Zaviyesine defnedilmiştir.

MENKIBE:

Taun hastalığına yakalanmış ve bu hastalığı sebebiyle çok zayıflamış ve hayattan ümidini kesmiş sahiha bir kadının rüyası: "Şerafeddin Efendi ve dervişleri, alemleriyle zikir yaparak geldiler. Ben de, elime bir asa alarak sessizce sokak kapısının arkasında durdum. Efendi, hastalıktan kurtulmam için dua etti.

Efendi, ellerini havaya kaldırarak dua etti. Dervişler, amin! dediler. Sonra, geldikleri yoldan geri döndüler. Uyandığımda gördüm ki sağlık alametleri üzerimde belirmiş, hastalıktan kurtulmuşum. Allah'a şükrettim. Daha sonra da bu hastalıktan tamamen kurtuldum. II. Eşrefin oğlu 1zzeddin:

Babalarından sonra halife olunca Bursa'da İncirlice Mahallesi'nde bulunan Eşrefiye Zaviyesine postnişin oldu. Talebe yetiştirdi. Zahiri ve batini ilimlerde kendisini yetiştirerek emsalsiz bir alim oldu. Canların dostu isminde bir tefsir yazdı. Her türlü bilgi içinde mevcuttur. Şair tabiatlı bir kişi olup ilahileri vardır. Şu ilahi de onundur: "Allah'ın zikri ile âşık gül bahçesi oldu. Gönlüm ilkbahar gibi oldu. Kalbimdeki yabancıları kovdu. Kalbime yeni sevgili buldu. O yâri görünce kararsız kaldı. Allah'ın zikri ile zahid tövbekâr oldu. Her seher vaktinde inler. Aşkın gül bahçesinde bülbül oldu. Aşka uyanlar, sırrı duyanlar, Ey İzzed! Onlar, yara dost oldu." İzzeddin Efendi, bir iş için 1stanbul'a gitmiş ve orada hasta olmuştur. 1153 tarihinde kavuşma şarabını içerek dünyadan ahirete göç etti. Tophane'de bulunan Kadiriye Dergahına defnedilmiştir. Kabri, İsmail Rumi'ye yakındır.

MENKIBE:

Bir gün İzzeddin Efendi, yemek yerken kendi kendine: "Abdullah'ım seni aldırdım." demiş. Birkaç gün sonra ona İznik'ten şu haber gelmiş: "Kardeşiniz şehit edildi; başınız sağolsun." İzzeddin Efendinin Abdullah'ım seni aldırdım, dediği gün, kendisine bu haberi vermişler. Ahmet Efendi: II. Hamdi'nin oğludur.

1106 tarihinde cennete uçmuştur. Kabri, Abdurrahim Tırsi Hazretlerinin türbesindedir. Burada Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Eşrefi ismindeki bir şair, vefatına tarih düşürmüştür. Abdullah Efendi: Pazar Köyünde bir dergahta ibadetle meşgul iken 114 3 senesinde, canını teslim ederek buradaki dergahın yanındaki türbeye defnedilmiştir. Lütfullah Efendi'nin seçkin oğlu Salih Efendi: 11. Eşref in kardeşidir. Şeyhlik konusunda, yeğeni ile tanışmıştır. Her cuma İznik'te görüşmelere katılır; dersten sonra dışarıdaki sofada oturumıuş.

Abdullah Efendi, içeriye girmelerini rica else de, kabul elmezmiş. Nakledilir ki: Salih Efendi, bir gün çok hastalanır ve Abdullah Efendiye şu haberi gönderin: "Biz, ömrünüzün sonuna yaklaştık. Dervişleri toplayıp gelsinler; bizim için yetmiş bin tevhit çeksinler." Abdullah Efendi, dervişleri toplayıp yetmiş bin tevhit çekince Salih Efendi vefat etmiş ve Eşrefzâde Türbesinde, yüksekçe bir yere defnedilmiştir. Şerafeddin Efendinin oğlu Avnullah Efendi: Bu şeyhin, Habib adında bir evladı olur. O da Bursa'daki dergahta şeyh olmuş ve 1228 senesinde vefat etmiştir. Amcası İzzeddin Efendi'den tasavvuf öğrenmiş, halifeliği ondan almıştır. Babası vefat ettikten sonra Setbaşı üstündeki Eyüb Efendi Zaviyesinde şeyh olmuş; burada ibadet ve zikirle ömrünü devam ettirdikten sonra 1155 senesinde Şevvalin üçüncü Cuma günü vefat etmiştir. Zaviyenin yakınına defnedilnıiştir.

*Tarih-i veladet Şeyhü'l-hacc Mehmed Fahreddin. sene 1127 Avnullah Efendi: Her türlü bilgiye sahip olup sülüs yazıda uzman bir hattat imiş. Şairlik kabiliyeti de olup, çok ilahileri vardır. Fahrettin Efendi: Şerafeddin Efendinin oğlu, Avnullah Efendinin kardeşidir. Dergah usullerini ameası İzzeddin Efendiden öğrenerek halife olmuştur. İbadetle meşgul iken 1176 yılında ebedi aleme göç etmiştir. Babası ve kardeşine yakın bir yere defnedilmiştir. Adı geçen Fahreddin Efendi, faziletli bir kişidir. İlimle meşguliyetinin yam sıra talik yazıda iyi bir hattat olmuş ve pek çok kitap yazmıştır. Sinan Dede: Bursa'da Karagüllü Mahallesi'ndeki Ferhadiye Medresesi'nde asistan olmuş, bir müddet ilim öğrettikten sonra sufiliğe merak salarak manevi alemden aldığı işaret ve Eşrefzâde'den aldığı feyizle dergaha gim1iştir. Her şeyi bırakarak İznik'e gitmiş, orada Eşrefzâde Efendinin damadı ve halifesi Abdurrahim Tırsi'ye bağlanarak seyr ü sülukunu tamamlamış; tasavvuf adabını da öğrendikten sonra Bursa'ya dönmüştür. Mübarek mezarlarının bulunduğu yerdeki dergahta, çeşitli tasavvufi öğretilerle vaktini geçinniş ve bu dergahın yanına bir mescit yaptırmıştır. Vefat edince de buraya defnedilmiştir. Mezar taşı, ehl-i kalp aşıklar için önemli bir işaret noktasıdır. Her kim bu mezara gelerek yakınındaki ağaca iplik bağlarsa, derdinden kurtulur. Ağlayan çocuklar mezarın ziyaretine götürülürse, rahatça uyuyarak dinlenirler ve ağlamazlar.

MENKIBE:

Sinan Dede, Abdurrahim Tırsi'nin yanında iken akşam ezanında, Allahuekber dedi ve ezanı tamamlamadan yok oldu. Bir süre sonra ortaya çıkarak yarım kalan ezanı tamamladı. Abdurrahim Tırsi, yanında bulunan dervişlere dedi ki: "Bizim Sinan Dede, Allahuekber dediği zaman, koluna yapışsaydınız, yedi iklim, dört köşeyi seyredip geri dönerdiniz."

 MENKIBE:

Bir gün Sinan Dede, İznik Gölü kıyısına ilkbaharda gezmeye gider. Balıkçılar gölde balık tutmak için Karasu'ya birçok sepet koymuşlar. Biraz beklemişler, fakat balık çıkmamış. Balıkçılar, balık tutabilmek için Sinan Dede'den dua isterler. Sinan Dede, mübarek hırkalarını eline alarak sallar ve derya tarafına doğru kiş kiş, diye seslenir. Daha sonra çok balık çıkmış; Karasu ve çevresi balıkla dolmuş. Sayısını katipler kaleme alsalar, saymakla bitmez. Şeyh Muhammed Efendi (Halil oğlu):

Mezar1, Bursa'da Hamza Bey Mahallesi'ndedir. Burada, 953 senesinde dünyaya gelmiştir. İlim ve fazileti ile meşhur olan Sultan Il. Murat Camii imam Muhyiddin Efendi ve Sultan Murad Hanın mtderrrisi Kepenkcizâde Efendiden faydalı ilimler beğenerek feyizlenmistir. Hatta Kessaf Tefsirini basından sonuna kadar okuyarak hikmet sahibi, dikkatli bilgin bir kisi olmuştu. Bursa'da Sultan Yıdırm Bayezid Medresesi'nde müderris ve Ill. Murad'ın da hocası olan Sadeddin Efendi, kabiliyetli talebeleri bir araya toplamıştır. Zikri geçen şahs  (Muhammed Efendi) da uzun yıllar yanında bulundurarak ilminden istifade etmesini sağlamıştır. Bir süre sonra İstanbul'a Sahnı müderrisi olduğu zaman, icazeti ile onu kendi makamına getirmiştir. Daha sonra ilahi aşkın cazibesine kapılarak Abdurrahim Tırsi'nin oglu

Hamdi Efendiye bağlandı. Uzun yıllar riyazet ve nefis mücadelesi yapıp hizmet ettikten sonra, Bursa'ya halife tayin edildi. Burada Kadiri ye Şeyhi Ahmet Efendi ye görevi teslim edip kızının evinde (Bursa Darphane Mahallesinde) inzivaya çekildi. Hocası Muhyiddin Efendinin kızı ile evlenip Sultan Murat Camiinde imamlık yaptı. Daha sonra, Emir Sultan Camiine hatip oldu. Bir müddet çalışıp iyice yaşlanınca, damadı Abdullah Efendiye görevi devretti. Bir köşede ilim öğretmeye devam ederken 1025 senesinin Şevval ayında vefat edince Muradiye semtindeki mezarlığa defnedilmiştir. Tasavvufla ilgili çok faydalı kitaplar yazmış ve bazı önemli kitaplan da açıklayarak özetlemiştir.

Muhammed Efendi: ilk önceleri bir vesile ile İznik'e gelmiştir. Eşrefzâde dervişleri ile karşılaşıp, Eşrefzâde Sırrı Ali Efendiye bağlanarak ondan icazet alınış ve kızıyla evlenmiştir. Bursa'da İncirlice Mahallesi'nde bulunan Eşrefiye Zaviyesinde, ibadet ve nefis mücadelesi ile meşgul iken 1060 senesinde vefat etmiş ve buradaki zaviyeye defnedilmiştir.

MENKIBE:

 Nalbantoğlu Mahallesi'nde imam olan Mustafa Efendi rivayet eder ki: "Bir gün, şeyhin (Muhammed Efendi) meclisindeydim. Tire'de görevli bir Eşrefzâde dervişini bağlı vaziyette getirdiler.

İznik'te Eşrefzâde evlatlarından Sırri Ali Efendinin damadı Şeyh Mehnıed Efendiye bağlandı ve onun halifesi oldu. l068 tarihinde vefat etmiştir.

Eşrefzâde Tekkesinde, Muhammed Efendiye yakındır.

Musa Efendi: Bursa'ya bağlı Harmancık kazasının Gedikviran köyünde meşhur iken Kütahya'da Seyyid Ömeroğlu isimli azizden tövbe alarak tasavvufa girdi. Seyyid Ömeroğlu, vefat edince Bursa'ya gelerek Eşrefzâde İzzeddin Efendiden tasavvufi bilgiler öğrendi. Sonra, esas vatanı Gedikviran'a dönerek burada küçük bir dergah yaptırdı. Yirmi sene bu dergahın sorumlusu olarak hizmet verdi. Daha sonra, burayı terk ederek büyük şehre (Bursa) göç etti. Burada, büyük bilgelerden manevi dersler aldı. 1153 senesinde vefat etti. Emir Sultan zaviyesine defnedildi. Allah, onların sırlarını muhafaza etsin ve bizleri de şefaatlerine mazhar kılsın.

AMİN.

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to