MİDHAT PAŞA’NIN ÖLÜMÜNDEKİ SIR!
Midhat Paşa, iki yıl dokuz aylık bir hapis hayatından sonra, 6 Mayıs 1884’de Tâif’de ölmüş veya öldürülmüştür.
Nedir Midhat Paşa’nın ölümündeki sır?. Sultan Hamid hatıratında bu mevzuda diyor ki :
«—Midhat ve Mahmud Paşaların bir gece isimleri bilinen zabitlerle efrad-ı askeriyye tarafından Tâif Kalesi’ndeki mahbeslerinde boğulmuş olduğunu iddia ediyorlar!. Doğru olsa bile, benim bunda medhalim değil, hattâ rızam da yoktur. Hatırıma gelen bir vak’ayı burada olduğu gibi naklederek tarihi ve tarihle birlikte müddeiyyât-ı vakıamı tenvir ve teyid etmek isterim.
Mahkûmlar Tâif’e gönderildiği zaman, Mekke Emiri Şerif Abdülmuttalib idi. Ve Şerifin, erkân-ı hal’e ve bilhas
sa, Midhat ve Mahmud Paşalara husumet-i aleniyyesi vardı. Ayaklarına zincir vurdurduğunu işitmiş ve kötü muâmeleden tevakki etmesini hemen emretmiştim.
Şerif Abdülmuttalib ma’lûm olduğu veçhile Hicaz Vâlisi ve Kumandanı Osman Paşa tarafından tevkif olunarak emâretten azl’edildi. Şerif, o zaman bana yazdığı bir arîzada: «Midhat ve Mahmud Paşaları Mısır’a kaçırmak için ecânib tarafından teşebbüs vâki ve kendisinin bu teşebbüse vâkıf ve mâni olduğunu ve duçar olduğu muâmelenin bundan münbais bulunduğunu söylüyordu. Şerif Abdülmuttalib’in hiçbir hâl-ü kâline itimat etmezdim. Bununla beraber iddiası nazar-ı dikkate alınmayacak kadar ehem-
Midhat Paşa’nın ölümüyle ilgili heyet raporu.
miyetsiz değildi. Bu paşalar, firar ederlerse muhâfızlarını şahsen mes’ul tutacağımı ve hiçbir özür ve bahâne kabul etmiyeceğimi Osman Paşa’ya ihtar ettim. İrâdemi tebliğ eden, o zamanki başkâtibim Rıza Paşa idi. Rıza Paşa, özü ve sözü doğru bir adam olduğundan, bu münâsebetle mahkûmlar hakkında fazla tazyik ve eziyet gösterilmemesinin de ihtar olunmasını hasbel insaniye istizân etti. Takdir ile tasvib ettim. Sarayın evrâkı arasında müsveddesi hâlâ mevcut olsa gerek... Şimdi düşünüyorum :
İhtimal ki, muhâfızlar, başlarından korkarak, böyle bir emr-i vaki ihdâs etmeyi, kendi menfaat ve selâmetlerine muvafık görmüşlerdi. Maamafih bana gelen raporlarda, her ikisinin ecel-i mev’ûdu ile öldükleri bildiriliyor ve etibbânın şahâdetleriyle bu iş’âr tevsik ediliyordu.
İşte, Midhat Paşa hakkında söyleyeceğim sözler bunlardır. Tekrar ederim ki, nefsimi değil, nâmımı haksız hicivlerden muhâfaza için şu sahifeleri yazdım. Dünyada daha ne kadar kalacağım belli değildir. Ölüm bana o kadar yaklaşıyor ki, âdetâ hatvelerinin seslerini duyuyorum. Bu hakikatlerin herkesçe ma’lûm olacağı bir günün geleceğine emin olsam, pek müsterih bir vicdan ile gözlerimi kapayacağım» (80).
Sultan Hamid’in «Hâtıratı» nm son kısmındaki arzusu bugün tahakkuk etmiş ve pek çok zevatça Midhat Paşa’ nm, Pâdişâhın emriyle boğdurulmadığı gerçeği bütün delilleriyle yazılıp, söylenmiştir!.
Meselâ, Nâhid Sırrı Örik, «Tâif Zindanındaki Esrâr!.» başlıklı yazısında diyor ki:
«Tâif Zindanının esrârını çözmeğe, yâni, Midhat ve Mahmud Celâleddin Paşaların orada, bir gece boğdurulmalarında kimin emrinin müessir olmuş bulunduğunu araştırmağa geçebiliriz.
Bu husustaki emri İkinci Abdülhamid mi vermiştir?. Bu cihet dâimâ iddiâ edilmiş, hattâ hiçbir «acaba?!.» kayıt ve şüphesi dahi ileri sürülmeksizin keyfiyet kabul olunmuş bulunmakla beraber, hüküm ve kanaat hiçbir vesikaya dayanmamakta, Sultan Hamid’in böyle bir emir verdiğine dâir hiçbir yazı, tek satır mevcut bulunmamaktadır.
Bkz: Abdülhamid’in Hâtıra Defteri. İstanbul. 1960. îmdi, acaba bu iki paşayı, o tarihte Hicaz Vâli ve Kumandam bulunan Osman Nuri Paşa, Pâdişâhın keyfiyeti gizlice arzu ettiğini ve iş kendisi karışmadan yapılırsa, bundan memnun kalacağım düşünerek boğdurtmuş olmasın?. Zirâ Osman Nuri Paşa, pek cür’etkâr bir adamdı; ve bir müddet evvel, tatbiki daha güç ve neticelerinin çok daha tehlikeli nisbetler alması mümkün bir işi başarmıştı. Uydurma bir Hat-tı Hümâyûn okutup, Mekke Şerifi Abdülmuttalib Efendi’yi, bir istiklâl hareketine teşebbüs ithamiyle tevkif ve hapsetmiş, diğer uydurma bir Hat-tı Hümâyûnla da, yerine başka bir Şerifi Emir yapmıştı. İsmâil Hakkı Uzunçarşılı’nın, yine Arşivdeki vesâiki neşredip «Belleten» mecmuasında hikâye ettiği bu hareket karşısında da Yıldız Sarayı, oldu-bittiyi kabûl zaruretinde kalmış, sâdece uydurma Hat-tı Hümâyûnla Mekke Emirliğine getirilen Şerifin yerine biraderini tayin edip, İstanbul’dan yollamıştı. Bu kadar şümullü bir harekete cesâret eden bir vali ve kumandanın, pâdişâhı memnun etmek ümidiyle, birkaç kaatil satın almaya kalkışması pek mümkün değil midir?.
Sultan Abdülhamid’in, kan dökmekten bütün saltanatı boyunca nasıl çekinmiş olduğu artık kabul edildiğine göre, gerek Midhat Paşa'nın, gerek kız kardeşinin kocası ve galiba dört yeğeninin babası olan bu dâmâd Mahmud Celâleddin Paşa'nın öldürülmelerinde de bir sun’u taksiri bulunmadığına hükmetmek, akıl ve mantığa çok daha uygundur.
Her halde, İkinci Abdülhamid devri, bütün vesikalar ortaya çıktıktan ve tarafsız ve âdilâne bir zihniyetle tedkik edildikten sonra yazıldığı zaman, Tâif zindanında iki paşanın bir gece boğduruluşları vak’asının da, başka bir ışık içinde görünmesi ve Sultan Hamid’in, Midhat ve Mahmud Celâleddin Paşaların kaatili olduğu yolundaki iddianın, Marmara sularına gömülmüş siyâset mazlumlarının kaatilliği tarzında ve ayarında bir iftira derekesine düşmesi pek mümkündür» (81).
Aynı mevzu etrafında M. Râif Oğan ise, «Midhat Paşa eceliyle mi öldü, yoksa öldürüldü mü?. Her iki ihtimalde dahi Abdülhamid-i Sânî’nin bir sun’u taksiri yoktur!. Midhat Paşa hasta idi; ihtimal ki, eceliyle öldü. Belki de Hicaz Valisi Osman Paşa, göze girmek, yaranmak ümidiyle bu işi başardı!. Mesele: Öldürülmüş olduğunda değil, öldürmenin Sultan’ın irâdesiyle olmadığıdır... Eğer bu hususta irâdesi mevcut bulunsaydı, hazine-i evrakta bunu tesbit eden bir vesika bulunurdu. Yoktur!.» diyor (82).
Aynı mevzua temâsla, Atsız da :
«Çok iffetli ve dindar bir adam olduğu için, aslâ kan dökmemiştir. Midhat Paşa’yı öldürttüğü hakkındaki söylenti, iftirâdır. Gerçi o, Midhat Paşa’dan şüphe ediyor, onun Sultan Aziz’i öldürtmüş olduğuna inanıyordu. Fakat dindar bir insan olarak kan dökmekten bütün hayatınca çekinmiş, Midhat Paşa ile arkadaşlarının idâm kararlarını müebbed hapse çevirmiştir. İsteseydi imzalamaz mıydı?. Buna kim mâni olabilirdi?. Bunu yapmıyarak sonra Tâif’ de sûikasd yaptıracak kadar basit zekâlı mıydı?.» diyor (83).
Yılmaz Öztuna ise «Türkiye Tarihi» nde «Yıldız Mahkemesi» ve neticeleri bahsinde diyor ki :
Bkz: Büyük Doğu mecmuası. 2 Şubat 1951 tarihli 46’cı sayısı.
Bkz: Sultan İkinci Abdülhamid ve bugünkü muarızlan. İstanbul, 1965.
Bkz: Atsız, a.g.e.
«Sultan Aziz’in katlinden beş yıl sonra, bu olaydan sorumlu görülenlerin muhâkemesi başladı. Mahkeme başkanı — sonradan vezir olan — Sürûrî Efendi (Paşa), on yedinci asrın ünlü Şeyhülislâmı Minkarîzâde Yahya Efendi’ nîn torunlarından bir hukukçu idi.
Gerçekte Sultan Aziz’in yalnız ölümü değil, tahttan indirilmesi de çok büyük bir suçtu. Ancak mahkeme, yalnız ölümü üzerinde cereyân etmiştir. Yıldız Mahkemesinin kahramanı hâline getirilen Midhat Paşa’nın, Sultan Aziz’ in ölümünden evvelce haberdar olduğu hakkında elimizde şimdilik hiçbir delil ve vesika yoktur. Ancak, Sultan Aziz’ in ölümünden sonra, bir sadrâzam olarak mes’ulleri cezalandırmak yoluna gitmediği ve olaya göz yumduğu için suçludur.»
Yılmaz Öztuna, Midhat Paşa’nın öldürülmesine de temasla :
«6 Mayıs 1884 akşamı Midhat ve Mahmud Celâleddin Paşalar, askerler tarafından boğulup öldürüldüler. Bu emrin kimin tarafından verildiği bugüne kadar münâkaşalı oldu. Tabiî Sultan Hamid’in pek yaman olan ve bu hükümdarı lekelemek için efsâne sınırlarını aşan yalanlar uydurmaktan çekinmeyen muhâlifleri, emrin bizzat Pâdişâh tarafından verildiğini, kesin bir şekilde iddia etmektedirler...
İngiltere, Midhat Paşa’yı kurtarmaya karar vermiş, hattâ Kızıldeniz’deki bir harb gemisini bu işle görevlendirmişti. Midhat Paşa’nın hiç beklenmedik bir zamanda, nâmı unutulmuşken fecî ve câniyâne şekilde katlinin sebebi, bu İngiliz teşebbüsüyle alâkalıdır. Paşa’nın İngilizler tarafından Avrupa’ya kaçırılmasında, sonsuz siyasî mahzurlar vardı.
Midhat Paşa’nın tngllizler tarafından kaçırılması ihtimaline dair zamanın Sadrâzamının yazısı.
İkinci Abdülhamid, hiçbir siyâsî cinâyet işlememiş, adi îdâm kararlarım bile hapse çevirmiş bir hükümdardır. Eğer Tâif katli emrini bizzat vermişse, bu, uzun siyâsî hayatında yegâne hâdise olarak kalacaktır.» denmektedir.
Şu mânidar cümle de Yılmaz Öztuna’nındır: «İkinci Abdülhamid’in Midhat Paşa’yı mahvetmek için Yıldız Mahkemesi’ni teşkil ettiği iddiası kabulü imkânsız bir iddiadır. Devlete tam mânasiyle hâkim, mutlak bir Pâdişâhın Midhat Paşa’yı zararsız hâle getirmek için, bundan çok basit imkânları vardı.» (84).
«İngilizler Midhat Paşa’yı Tâif’ten kaçırmak istediler!..» başlığı ile Midhat Paşa’nın ölümünü inceleyen Midhat Sertoğlu da der ki :
«— Hicaz Vilayeti Posta ve Telgraf Başmüdürü Ali Rıza Bey’den gelen bir telgraf, sarayda büyük bir telâş uyandırdı. Ali Rıza Bey, bu telgrafla, Midhat ve Mahmud Paşaların bir zırhlı savaş gemisiyle Tâif’in tam karşısına rastlayan Kızıldeniz kıyısındaki Sevâkin’e gelen İngiliz Amirali tarafından kaçırılmaya teşebbüs edileceğini bildiriyordu.
Bunun üzerine saraydan Sadrâzama acele ve gizli bir yazı gönderilerek, ya İngiliz elçiliğine başvurulup veya başka bir şekilde, her ne olursa olsun bu teşebbüsün önlenmesi bildirildi. Dahiliye Nezâreti ise hemen Hicaz Vilâyeti’ne gerekli talimatı vermiş, öte yandan İngiliz elçisi Hariciye Nâzın tarafından dâvet edilerek mesele kendisine açılmış ve eğer varsa böyle bir teşebbüsün iki devlet ilişkilerini ağır şekilde zedeleyeceği izah edilmiş ve bütün bunlar Sadrâzam Said Paşa tarafından bir yazı ile Hünkâr’a arzedilmişti.
İngilizlerin sürgündeki paşalarla hakikaten yakından ilgilendikleri anlaşılmaktadır. Sevâkine gelen savaş gemisinin karşı tarafı sıkı bir gözetleme altında bulundurduğu doğru olduğu gibi, Amiral’in paşaları kurtarmak için bâzı Arap kabileleri başkanlariyle haberleşip, onlara birçok vaadlerde bulunduğu duyulmuştu. Yani, İngilizlerin resmî
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e. olmayarak da olsa böyle birşeyi tasarladıkları, ancak OsmanlI Devleti’nin bunu çok önceden sezip siyasî teşebbüslere girişmesi üzerine herhangi bir hareketten vazgeçtikleri muhakkaktır» (85).
Bu «kaçırma» olayına Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar da temas etmekte, ancak o, babasını bir Şeyhin kaçıracağından bahisle : «Midhat Paşa Bağdat Valisi iken, Şeyh İbn-ür-Reşid’in Paşa’ya pek çok hürmeti olduğundan, Midhat Paşa, Tâif’e nefy edildiği zaman kurtarmak için Tâif kalesine hücum etmek istemesinden» bahsetmektedir (86).
Ve nihayet İsmail Hami Dânişmend «Kronolojisi»nde bu bahsi incelerken, İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in yayınladığı bir telgraf müsveddesine temasla:
«Telgraf müsveddesi iyi tetkik edilmediği takdirde Sultan Hamid’in aleyhine bir vesika sayılabilir. Hicaz Vali ve Kumandanı Osman Paşa’ya hitaben yazılan bu telgrafda Midhat ve Mahmud Paşa’lann İngilizler tarafından kaçırılmasına teşebbüs edildiği takdirde vurulmaları emredilmektedir. Telgrafın altındaki Rûmî 25 Şubat 1299 tarihi, Milâdî ve Hicri takvimlerde 1883 = 1300 senesi 9 Mart=29 Rebî’ülâhir Guma gününe müsâdiftir. Bu hesaba göre o telgraf, Tâif cinâyetinden tam bir sene, bir ay, yirmi dokuz gün evvel yazılmış demektir. Ve zaten paşaların zindanda boğulmaları için değil, kaçmıya teşebbüs ettikleri takdirde vurulmaları için yazılmıştır. İşte bundan dolayı' Tâif fâciasının o telgrafla hiçbir alâkası yoktur. Buna mukabil, Pâdişâhın cinâyetten haberdâr olmadığını gösteren bir iki vesika da vardır. Sadrâzam Said Paşanın «Hatı-
Bkz: Yıllarboyu Tarih dergisi. Eylül 1982 tarihli 9’ cu sayısı.
Bkz: Ali Haydar Midhat. a.g.e. rât» mm birinci cildinin yüz< elli dördüncü sayfasında şu fıkraya tesadüf edilir :
«Üç yüz bir senesi Recebinin on dördüncü günü Mâbeyn Baş-kitâbetinden bir tezkere-i husûsiye alındı. Meâlinde, Midhat Paşa’nın irtihâli şâyi olduğundan tahkikat icrâsı lüzûmu beyân olunuyordu.»
Eğer Sultan Hamid Tâif fâciasının mürettibi olsaydı, her halde vak’anm vukuundan üç gün sonra Sadrâzama bir «Tezkire-i husûsiyye» yazdırıp göndererek «Tahkikat icrâsı» nı emretmemesi lâzım gelirdi. Efkâr-ı umûmiyyeyi iğfal için de böyle bir tezkire yazılmış olması da kaabil değildir. Çünkü böyle bir tezkire, o zaman mahrem tutulmuş ve yalnız Hicaz valisinin telgrafı neşredilmiştir. Hattâ pâdişâh paşaların ölümüne inanmayıp kaçtıklarına hükmettiği için Hicaz vilâyetine de ayrıca bir telgraf çektirmiştir. Midhat Paşanın hâtıratmın «Tabsıra-i ibret» ismindeki birinci cildinin üc yüz yirminci sahifesinde ve Ali Havdar Midhat Bev’in ilâve etmiş olduğu «Midhat ve Dâmâd Mahmud Paşaların sûret-i şehâdetleri» faslında Mâbeyn’in bu telgrafı şöyle kaydedilmektedir :
«Bunlar kaçmıştır. Eğer vefat etmişler ise, ne suretle hasta olmuşlardır; ve hastalıktan ne ise, memurlar, hekimler ve ağalan tarafından bir mazbata tanzim olunarak mühürlensin ve Mâbeyn’e gönderilsin.»
Her halde kendi emriyle işlenmiş bir cinâyet hakkında bir pâdişâhın aklını kaybetmedikçe bir taraftan Sadâ-, rete, bir taraftan vilâyete bu gibi tahkikat emirleri vermemesi lâzım gelir. O zaman efkâr-ı umûmiyyeden gizli tutulmuş olan bu resmî vesikaların müstakbel müverrihleri iğfal etmek üzere uydurulmuş olmak ihtimali de akla sığacak şeylerden değildir!. Zâten Sultan Hamid bu cinâvetle hiçbir alâkası olmadığını muhtelif kimselere ve hattâ Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Midhat Bey’e de mükerreren söylemiştir. Bir gün ziyâretine gittiğim Abdülhak Hâmid bana biraz evvel yanından ayrılan Ali Haydar Midhat Bey’ in Tâif faciasından bahs açarak babasının felâketinde Sultan Hamid’in «Hiçbir dahli olmadığına kaani olduğunu» söylediğinden bahsetmişti.
Her halde kan dökmekten ne kadar müctenib olduğunu gördüğümüz Sultan Abdülhamid’in Tâif cinâyetinden ceff-el-kalem mes’ul gösterilivermesi doğru değildir. Bu mesele, bütün resmî vesikaları neşredilmek suretiyle ayrıca tetkik edilecek çok mühim bir mevzu demektir.»
İsmâil Hâini Bey’in bu tetkikinde ele aldığı telgraf müsveddesi mevzuunda, İbnülemin Mahmud Kemal Bey: «Telgrafnâme müsveddesine Yıldız evrakında tesâdüf ettim. Pek mühim gördüğümden —bunun Valiye gönderilip gönderilmediğini temin edememekle beraber— aynen naklediyorum.» diyor ki, bu husus da ayrıca üzerinde durulması gereken bir meseledir!.
DERLER Kİ :
Midhat Paşa’nın ölümü bahsini burada böyle hulâsaten kaydedip kapatalım ve geçelim onun bâzı marifetleri mevzuunda yazılanlara...
• Yılmaz Öztuna yazıyor : «Rumelili küçük bir kadı’nın oğludur. Batı kültürü olmadığı gibi, doğu kültürü de zayıftır. Doğuştan iyi bir idare adamıdır. Çalışkan ve kabiliyetli olup, zaman geçtikçe kendine olan güveni aşırı derecede artmıştır. Tuna ve Bağdat vilâyetlerinde yaptıkları Avrupa basınında medh’edilince gururu son derece artmış, bilhassa İngilizler tarafından şımartılmıştır. İngiltere, Midhat Paşa’nın şahsında iyi bir taraftar bulduğu veya bulacağı fikrindedir. Midhat Paşa. Âli Paşa’nın ölümünden sonra, kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek yeterli şahsiyeti halinde görmeye başlamıştır. O zamanki Türk toplumu için çok tuhaftır, Padişaha, hattâ hânedâna karşı içten bir bağlılık duymamaktadır. Fevkalâde hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu yüzden hükümette iyi iş görmeye müsait olmayan bir adamdır» (87).
★
# Yine aynı kaynak: Yılmaz Öztuna yazıyor: «Midhat Paşa, bir hayalperesttir. Valilikte ne kadar gerçekçi bir adamsa, bir imparatorluğun başında o derecede hayalle gerçeği ayıramıyan bir şahsiyete sahiptir. Ziya Bey (Paşa), Namık Kemal, Ali Suâvi ve Âgâh Efendi gibi çok aydın fikir adamları tarafından, yetişemeyeceği hedeflere doğru kışkırtılmıştır. Bu zatlarla beraber içki sofralarında devlete aid kararlar almış, projeler yapmıştır. Avrupa medeniyetine, zenginliğe ve bayındırlığına hayrandır. Bunun, meşrutî bir idareyle sağlandığını sanmaktadır. İngiltere’deki parlâmento idaresinin aynen Osmanlı İmparatorluğuna, Cezâyirle, Kafkasya, Orta-Afrika ile Orta-Avrupa arasında uzanan bu milliyetler mozaiki devlete uygulanacak olursa, herşeyin halledileceğine, Türkiye’nin de İngiltere olacağına kanidir. Böyle bir idareyi yürütecek tek şahsiyet ise kendisidir» (88).
•• ★
Bkz: Yılmaz öztuna. .a.g.e.
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey, Vak’anüvis Ahmed Lütfi Efendi’den şu fıkrayı naklediyor: «Pederi’nin vefâtını kendisine haber verdiklerinde, Midhat Paşa, izharı beşâşetle (sevincini saklayamayarak) ona her ay vermekte olduğu paradan kurtulacağını imâ ile: «Senede şu kadar bin kuruş irâdun olacaktır» diyerek mâder behata olduğunu bildirmiştir» (89).
Yine aynı zat eski sadrâzamlardan Said Paşa’dan naklediyor: «Midhat Paşa iyi âdem değildi. Bağdad Valiliğine tayin olduğu sırada babası Eşref Efendinin, Bağdad’ daki ehibbâsından birini tavsiye etmesi üzerine fena halde hiddetlenerek «Eşşek herif, sen benim işime karışma!» diye tekdir ve tahkir etmiştir» (90).
• Necip Fazıl Kısakürek yazıyor: «Midhat Paşa, vatanın kök dertlerinden hiçbirine akıl erdirememiş ve körü körüne batıya kapılanmaktan başka yol bulamamış, derinliğine fikirden mahrum, mesnetsiz bir kukla tipidir.»
★
Bkz: Osmanlı Devrinde Son Sadrâzamlar. 3’cü kitap. İstanbul, 1965.
Bkz: Osmanh Devrinde Son Sadrâzamlar. 3’cü kitap. İstanbul, 1965.
Bu adam, Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Midhat' dır... Babasının İzmir’de Fransız Konsoloshanesine sığınmasını müteâkib bu da soluğu İngiliz Konsoloshânesi'nde almış, sonraları önce Atina'ya kaçmış daha sonra diğer Jön Türkler arasına karışmıştır!. İkinci Meşrutiyeti müteAkib yurda dönüp ilk seçimlerde milletvekili olmak istemişse de, İttihatçılar, kendisine, Avrupa’ya gidip istirahat etmesini tavsiye edivermişlerdir!. Bir aralık «Prens» ünvanlı Sabahattin’le de çalışmıştır. Hâtıratını yayınlamıştır. Bu hâtıratta pek ibretâmiz satırlar vardır ve Jön-Türkler’in karanlık işlerine ışık tutmakta, bâzı hürriyetçilerin «kahramanlıklarını» pek açık ortaya koymaktadır.
• Nizâmeddin Nazif Tepedelenlioğlu yazıyor : «Midhat Paşa «nazariyeci» ve «hayalperest»di. Abdülhamid ise, hiç şüphe yok «realist» bir adamdı. 93 Meclis-i Mebûsâhı’ nın kuruluş tarzı, Paşanın o günün siyasî realitelerinden ne derece gaafil bulunduğunu, ne derece nazarî ve bir bakıma göre de «sathî» düşünmüş olduğunu izah eder. Aynı Meclis’in feshi de, Abdülhamid’in bir realist idareci olduğuna şehâdet etmektedir» (91).
★
Bkz: llân-ı Hürriyet ve Sultan İkinci Abdülhamid Hân. İstanbul, 1960.
Banker Jorj Zarifi’nin beyânı: (Midhat Paşa’nın teb’idi hâdisesini duyduğum zaman çok endişelenmiştim. Memlekette bir karışıklık çıkabilirdi. Bu hissiyâtımı Mâbeyn Müşiri Said Paşa’ya açıkça ifâde ettim: «Paşa’nın üç ayda yaptığını üç saatte yıktınız. Neticelerinden çekinmiyor musunuz?» dedim. Bu sözlerimi, Said Paşa, Hünkâr’a arzetmiş olacak ki aradan uzun zaman geçtikten sonra bir gün bana, şu sitemkâr itabda bulundu: «Üç ayda yapılanları üç saatte yıksak bile avâkibi müdrik olarak (sonunun nerelere varacağını bilerek) bu kararları aldığımız anlaşılmaktadır. Bu bizim hukuku saltanatımızdır», dedi. Ve benim bir mütâlea ilâveme imkân bırakmadan mevzuu mahâretle değiştirdi (92).
★
Sultan İkinci Abdülhamid’in hâtıratından : «Midhat Paşa’yı yakından tanıyanlar, re’y ve icrââtında ne kadar müstebit olduğunu ketm edemezler. Tuna vilâyetinden beri en aziz ehibbâsından bulunan ve Mahkeme-i Temyiz reis-i evveli iken Midhat Paşa’ya olan muhabbeti hasebiyle taşralarda ifnâyı ömre nâil olan Râmiz Molla’nın, Beyrut merkez niyâbeti esnâsında Meclis-i İdâre-i Vilâyette bir mesele müzâkere olunurken: «Bu esâsen Midhat Paşa’ nın Tuna valisi iken düşünmüş olduğu bir şeydir. Paşa, hürriyeti, yalnız kendi nefsi için isterdi. Bunun hâricinde müstebidin müstebidi idi.» der. Midhat Paşa’ya görmeden âşık olanlardan birinin bu söz gönlüne pek fenâ tesir ederek bilâihtiyar bir çîn-i cebin (memnun olmadığını) gösterir. Râmiz Molla, bu infialin farkına vararak Meclis da-
Bkz. Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi. Cilt. 11, İstanbul, 1960.
ğıldıktan sonra o zâtı yanma çağırır ve uzun, beyaz sakalını eline alarak :
«— Bak oğlum, ben bu sakalı yalnız senelerin metâibi (tecrübe ve yorgunluğu) ile değil, bir parça da Midhat Paşa yüzünden çektiğim mihen-i gurbetle ağarttım. Şimdi seni gücendiren bu sözü, ben paşanın yüzüne karşı da defeat ile söylemiştim. Ben, şunun bunun hâtınna değil, yalnız hakikate tevfik-i kelâm eden bir adamım.» demiş olduğunu Râmiz Molla’nın vefatından sonra havali ahâlisinden bir zat bir gün bana hikâye etmişti.» (93).
★
Vak’anüvis Abdurrahman Şeref Bey, Hüseyin Siret’den naklediyor: «Midhat Paşa, her işde nefsine pek ziyade itimad eder ve şahsına büyük ehemmiyet verir imiş. Meselâ Fransız rical-i ihtilâlinden meşhur Danton’da son dakika-i tevkifine, hattâ mahkûmiyetine kadar gördüğümüz: «Bana dokunamazlar, dokunmağa cesaret edemezler» gururu onda da aynile vaki imiş. Hattâ, daha evvel sadâretde iken, öyle bir darbe ile azil ve nefy olunabileceğini hayalinden bile geçirmez ve geçirince de şâyed öyle bir hâdise vukua gelecek olursa ahrar-ı ümmetin (hürriyetçilerin) ayaklanacaklarını tevehhüm edermiş!» (94).
★
Yine Abdurrahman Şeref Bey yazıyor: «Avrupa’ yı ve Avrupa nazarında Devlet-i Aliyye’nin vaziyet-i siyâsîsini yakînen bilmediği gibi, esaslı bir inkılâbın başına ge-
Bkz: Abdülhamid’in Hâtıra Defteri. İstanbul, 1960.
Bkz: Tarih Musahebeleri. İstanbul, 1339 (1923).
çip de onu selâmet menziline götürmek için lâzım olan evsâf-ı mümtâzeye tamâmiyle mâlik değil idi» (95).
★
Sedad Zeki Örs yazıyor: «1908 inkılâbı, Midhat Paşa’ya, (Meşrutiyetin Babası) ünvânım vermiştir. Halbuki Meşrutiyetin babası, hâdiselerin seyrindeki maddî âmil teşhisine göre, Midhat Paşa değil, Çerkeş Hasan’dır. Eğer Çerkeş Haşan, Murad devrinde sürmeğe hazırlandığı saltanattan gayet memnun ve mes’ut olan Hüseyin Avni Paşa’yı öldürmemiş olsaydı; müstebid Serasker, Midhat Paşa’ya aslâ «Kanûn-u Esâsî» yi ilân ettirmezdi» (96).
★
M. Raif Oğan diyor ki : «Midhat Paşa’nın müstakar ve millî bir siyaseti yoktur. İcraatının âkibetinden gelebilecek zarar ve faydayı teşhis edememektedir.» (97).
Midhat Paşa, Meclis-i Vâlâ ikinci kâtibi iken, Abdülmecid devrinin, tarihimize «Kuleli Vak’ası» diye geçen olay patlak verip bâzı kimseler, «ihtilâl hazırlığı» suçu ile tevkif edildiğinde tahkikat için kurulan «Divân-ı mahsus» da, istintak işlerini yürüten genç bir müstantikdir...
«Kuleli Vak’ası» m inceleyen Abdurrahman Âdil Bey’ in «Hâdisât-ı Hukûkiyye» adlı eserinin birinci cildinde kay-
Bkz-. Abdurrahman Şeref, a.g.e.
Bkz: Büyük Doğu dergisi. 21 Ağustos 1959 tarihli 25’ci sayısı.
Bkz: M. Raif Oğan, a.g.e.
dettiğine göre, bizim hürriyet kahramanımız (!) Midhat Efendi (Paşa), bu müstantikliği, yâni, sorgu hâkimliği esnasında sanıklara öylesine tazyikde bulunur ki — bugünkü işkence (!) iddiacılarının kulakları çınlasın (!) — nihâyet sanıklardan Hüseyin Dâim Paşa’nın sabrı taşar ve bangır bangır haykırır:
«—Sarı sakallı efendi!.. Sarı sakallı efendi!» İşi uzatma, biz yapdık!.»
«Hürriyet kahramanı» (!) Midhat Paşa, işte böyle daha «Efendi»liği sırasında yaman bir hürriyetçidir!
ÇIRAĞAN VAK’ASI
Çırağan Vak’ası nedir ve bu olayın kahramanı Ali Suâvi kimdir?. Bir asra yakın bir zamandanberi bu sual devamlı tekrarlanmış, mevzu ile' alâkalı cildlerle kitap ve pek çok makale neşrolunmuş, fakat devam edegelen Sultan Abdülhamid düşmanlığıyle birçok hakikatler —maalesef — ele alınamamış, dolayısiyle ne «Çırağan Vak’ası» aydınlığa kavuşmuş; ne de Ali Suâvi’nin hakikî hüviyeti meydana çıkmıştır!..
Nedir Çırağan Vak’ası, evvelâ bunu izah edelim: Çırağan Vak’ası, 20 Mayıs 1878 Pazartesi günü vuku bulmuştur. Ali Suâvi, o gün başına toplamıya muvaffak olduğu birkaç yüz Rumeli muhaciri ile denizden ve karadan Çırağan Sarayı’nı basarak, aklî muvazenesizliği dolayısiyle tahttan indirilen ve gûya sonradan şuuru avdet eden Beşinci Murad’ı tekrar tahta çıkarmak gayesiyle bir saltanat darbesine teşebbüs etmiştir!. Bu darbe başarıya ulaşamamış ve baskın dolayısiyle başta Ali Suâvi olmak üzere yirmiüç kişi ölmüş, onbeş kişi de yaralanmıştır.
Olay budur... Olayın kahramanı Ali Suâvi ise, Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet devirlerinin mühim sîmalarındandır. 1839 yılında İstanbul’da Cerrahpaşa’da doğmuştur. Babası kâğıtçı Hüseyin Ağa, aslen Çankırıhdır. Cerrahpaşa rüştiyesinde okuyan, bilâhare medrese tahsili gören Ali Suâvi, Serasker Kapısı yoklama kalemi kâtipliğinde bulunmuş; Bursa, Simav ve Filibe rüşdiyelerinde hocalık etmiş, azl’olunup İstanbul’a döndükten sonra gazeteciliğe başlayarak, «Muhbir» gazetesini yayınlamış, bu arada Şehzâdebaşı Camii’ndeki dersleriyle şöhret bulmuştur. Ali Suâvi Jön-Türk denilen sözde hürriyetçilerle temasa geçip, onlar vasıtasiyle 1867 yılında Paris’e kaçmış, orada Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa’nın çil-çil altınlarıyla beslenip, şehir şehir dolaşarak çeşitli gazeteler çıkarmıştır.
Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa’nın çil-çil altınlarıyla beslenen hürriyetçi (!) yalnız Ali Suâvi değildir. Ebüzziya’nm 27 Eylül 1909 tarih ve 119 sayılı «Yeni Tasviriefkâr» gazetesinde yayınladığı listeye göre, o yıllarda Avrupa’da bulunan ve Mısırlı Prensden aylık alan Jön-Türkler şunlardır: Ziya (Paşa): üç bin frank, Kemal (Namık Kemal) : İki bin frank, Suâvi (Ali Suâvi) : Bin beş yüz frank, Âgâh (Efendi) : Bin beş yüz frank v.s. (98).
O yıllarda, Namık Kemal’in kendi el yazısiyle babası Mustafa Âsim Bey’e yazdığı (aslı Numan Menemencioğlu’ ndan bulunan) bir mektuptaki şu ifade, aralarında, Ali Suâvi’nin de bulunduğu Avrupa’daki Jön-Türklerin nereden emir aldıklarını, kime ve neye hizmet ettiklerini tesbit bakımından mühimdir!.. Okuyalım bu mektubu : «Şimdi ge-
Bkz: Bu tahsisat bahsi, Ebûzziya Tevfik Bey’in «Yeni OsmanlIlar Tarihi» nin l’ci cildinde geniş bir şekilde işlenmiştir.
lelim başka bir maddeye, Sarraf (Bahçekapı’da sarraflık yapan ve Veliahd-Şehzâde Murad Efendi ile Namık Kemal arasında gizli mektup taşıyan Karabet adındaki sarraf kasd olunuyor) size iki yüz frank verecektir. Onunla melfuf (ilişikte gönderilen) pusuladaki kitapları alır, gene pusulada muharrer (yazılı) olan eşya-yı saire ile beraber serian bendenize irsal buyurursunuz. ALINAN EMİR ÜZERİNE (emri veren Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa’ dır) bir gazete daha çıkacak ve idare-i tahririyesi bendenizde olacaktır.» (99).
Bu, «alınan emir üzerine» Ziya Paşa ile Namık Kemal tarafından «Hürriyet» gazetesi neşrolunmuş ve bu gazetenin neşri, Ali Suâvi’nin diğer Jön-Türkler ile arasının açılmasına, hattâ bâzılarınca Ali Suâvi’ye «şarlatan» gözü ile bakılmasına sebep olmuştur!. Jön-Türkler’le Ali Suâvi arasındaki bu ihtilâf sonraları daha da artmış ve Namık Kemal, Menemenli-zâde Rifat Bey’e yazdığı mektupta Ali Suâvi’nin durumuna temasla :
«Habisin (Ali Suâvi’nin) ne makûle bir mahlûk olduğunu bilirim. Dünyada şeytanın irtikâb etmiyeceği habaseti iki lira için kabul ederdi.» demiş, yine aynı zâta yazdığı başka bir mektupta ise : «Hınzırı bilmezsin, akla fikre gelmez yalanlan söylerdi. Suâvi’nin Avrupada’ki maişetine dair «Tercüman-ı Şark’m yazdığı bendi (fıkrayı) okudum. Habisin, benim bildiğim zamanki hali ondan bin kat şeni’ idi. Fakat «Tercüman-ı Şark’ın yazdığı vukuatı bilmiyorum.» (100).
Namık Kemal’in bu mektubunda bahsettiği «Tercüman-ı Şark» gazetesinde yayınlanan yazı, korkunç’ itham-
Bkz: Midhat 'Cemal Kuntay. Sankh ihtilâlci Ali Suâvi. İstanbul, 1949.
Bkz: Midhat Cemal Kuntay. a.g.e. larla doludur!. «Suâvi’nin Avrupa’da Yaşayışı» başlıklı bu yazıyı teeddüben kitabımıza almayacak, yalnız gazetenin o nüshasının numara ve sayısını kayıtla iktifa edeceğiz: Bahis mevzuu makale, «Tercüman-ı Şark» ın 14 Mayıs 1878 tarihli kırkyedinci sayısında yayınlanmıştır.
Namık Kemal, şair Abdülhak Hâmid’e yazdığı mektupta yine Ali Suâvi’nin durumuna temasla: «Suâvi hiç de senin tahminin gibi bir adam değildi. Bir çehre nümayişine aldanmışsın. Her kim ne derse desin, iki sene arkadaşlık ettim. O adam öyle biraz garazkâr, biraz da mağlûb-i emel değil, dünyada misli görülmemiş bir ŞARLATAN idi», diyor (101).
Ali Suâvi’ye «şarlatan» diyen yalnız Namık Kemal değildir. Midhat Cemal Kuntay’a göre: Ali Suâvi’nin arkadaşlarından (Yeni-Osmanlılar’dan) Ziya Paşa, Kaya-zâde Reşad ve Menapir-zâde Nuri de ona «şarlatan» demektedirler!. Kâni Paşa-zâde Rifat ise, Paris’de yayınladığı bir broşürde Ali Suâvi’yi «acaib allâme» diye anmakta ve onun «İngilizce ve Fransızca yazılmış gazeteleri okumaktan âciz olduğunu» iddia etmektedir!.
Yukarıda görüldüğü gibi, en yakın arkadaşlarınca dahi böylesine ağır ithamlarla suçlanan Ali Suâvi, Jön-Türkler’i Avrupa’da besleyen Mısırlı Prensin, Sultan Abdülazız Hân önünde dize gelmesinden sonra, diğer Jön-Türkler gibi, Avrupa’da pek garib kalmış ve birer birer yurda dönen bu Jön-Türklerin sonuncusu olarak Ali Suâvi de, Sultan Abdülhamid’in saltanatının ilk günlerinde, dokuz yıllık bir ayrılıktan sonra afv-ı şâhâne ile İstanbul’a gelmiştir.
ALİ SUÂVİ: Çırağan Baskını kahramanı Ali Suâvi bu adamdır!. Başına toplayabildiği gaafillerle Çırağan'a karadan ve denizden çıkan Ali Suâvi, Sultan Hamid'i devirip, şuuru bozuk olan Beşinci Murad’ı tekrar tahta çıkarmak istiyordu!. 93 Harbi sonunda Moskof un Yeşilköy’e kadar gelip karargâh kurduğu ve şehirde çıkacak bir kargaşalıkta Hıristiyan tebaayı korumak üzere şehre girebileceği yolunda mütârekeye bir de madde koydurduğu günlerde Çırağan Baskınını yapan, yapabilen adam, bâzı tarihçilerce «mecnun» dur; bazılarına göre ise Ali Suâvi bir «Ingiliz ajanı» dır!. Baskın sırasında bir sopa darbesi ile Ali Suâvi’nin öldürülmesi, devleti o günlerde pek mühim bir gaaileden kurtarmıştır.
İstanbul’da Mâbeyn Müşiri Eğinli Said Paşa’dan alâka ve himaye gören Ali Suâvi, Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi) Müdürü olmuş ve evli bulunduğu İngiliz kadını ile Mekteb-i Sultanî’nin bir dairesine yerleşip, kendisine «Mekâtib-i Sultaniye Nâzın Ali Suâvi Efendi» ünvanını yakıştırıvermiştir!.
Ali Suâvi, kendisine böyle «Mekâtib-i Sultaniye Nâzın» ünvanım yakıştınvermiş amma, son derece muvazenesiz bir adam olması dolayısiyle Mekteb-i Sultanî Müdürlüğünde fazla kalamayıp azl’edilmiştir!.
Abdurrahman Şeref Bey, Ali Suâvi’nin Mekteb-i Sultanî’deki durumundan bahisle: «Ali Suâvi, Mekteb-i Sultanî Müdürü oldu. Hazırcılardan aldığı yakası düşük ceket ve paçaları yerde sürünür pantalonu ile mekteb içinde dolaşması eski softalık halini hatıra getirir ve bâdi-i hande (eğlence mezvuu) olur idi. İdaresizliğiyle ve çok bilmiştik iddiasıyla intizam ve tedrisatın altını üstüne getirmiştir. Gûya muallimesi sıfatiyle Avrupa’dan peşine taktığı bir güzel kadın ile mektepte beytûtet etmek (yatıp-kalkmak) saygısızlığında bulunduğu cihetle o yolda dahi ayrıca lisana gelmişti...» (102).
Muvazenesizliği dolayısiyle Mekteb-i Sultanî Müdürlüğünden azl’olunan Ali Suâvi’nin bu muvazenesizliği onun bütün hayatı boyunca daima göze çarpar!. Meselâ: Pâdişâhlardan «Sümüklü halîfeler» diye bahseden Ali Suâvi, Beşinci Murad’ın cülûsu üzerine Paris’de yayınladığı bir makalede, Pâdişâha «Şevketmeab sultan Murad Hân’a» şeklinde hitab etmiş; «Meşrutiyet» ve «Hürriyet» uğruna (!) Avrupa’ya kaçan ve orada gûya Meşrutiyet mücadelesi yapan Ali Suâvi, Sultan İkinci Abdülhamid’intahta çıkışının altıncı gününde yine Paris’de yayınladığı bir yazı ile uğrunda mücadele ettiği «Meşrutiyet»! yerin dibine batırmıştır!. Aynı Ali Suâvi, Midhat Paşa’dan bahsederken: «Türkiye için bir nimettir ki, işin başında Midhat Paşa gibi bir devlet adamı bulundu» demiş, bilâhare «Vakit» gazetesinin 10 Şubat 1877 tarihli 462’ci sayısında ise pek ağır bir dille Midhat Paşa’nın tutar yerini bırakmamıştır!. Ali Suâvi bâzan Türkçeci olmuş, bâzan Arapçacı... Bâzan ilerici, bâzan mürteci... Bâzan Türkçülük yapmış, bâzan da Türk düşmanlarının ekmeğine yağ sürmüştür... Gün olmuş Pâdişâha küfretmiş; gün olmuş aynı Pâdişâhı göklere çıkarmıştır!..
Ve işte bu derece muvazenesiz ve son derece geçimsiz olan Ali Suâvi, Mekteb-i Sultanî Müdürlüğü’nden azl’edildikten sonra, Sultan İkinci Abdülhamid’e düşman olmuş ve onu devirip, Beşinci Murad’ı tekrar tahta çıkarmak için türlü karanlık işlere teşebbüs etmiştir.
İngiliz olan karisiyle birlikte oturduğu Mekteb-i Sultanî’den ayrılan Ali Suâvi, Üsküdar’ın Şemsipaşa semtinde ikamete başlamış ve Beşinci Murad’ın ikinci defa cülûsu uğruna bâzı kimselerle temasa geçip, bir gizli cemiyet içinde faaliyet göstermiştir!. Bu arada Beşinci Murad mensublanndan Süleyman Asaf’la tanışmış ve eski bir komitacı olan Beşinci Murad mensubu Süleyman Asaf’la Ali Suâvi’nin arkadaşlığı «Çırağan Vak’ası»nı hazırlamıştır!.
Yukarıda temas ettiğimiz gibi, Ali Suâvi bir İngiliz kadım ile evlidir ve Ali Suâvi’nin bütün çalışmalarıyla bu İngiliz kadını meşguldür!.. Mekteb-i Sultanî Müdürlüğü’nden atıldıktan sonra pek perişan olan Ali Suâvi’ye o günlerde kucak açan Vezir Sami Paşa-zâde Suphi Paşa olmış, bu zat, yakın bir alâka ile Ali Suâvi’ye İstanbul’daki konağı ile Çamlıca’daki köşkünün kapılarını açmış, fakat bir müddet sonra bu kapılar Ali Suâvi’nin yüzüne kapanıvermiştir!.
Niçin kapanmıştır bu kapılar Ali Suâvi’nin yüzüne?.
Ali Suâvi’nin hareketleri şüphelidir ve o bir İngiliz casusudur da, onun için!.
Suphi Paşa bu gerçeği anladığı gün, ardına kadar açtığı kapılarını Ali Suâvi’ye de, karısı İngiliz hanımına da kapatıvermiştir!.. Bu mevzuda Suphi Paşa’nın kızı Ayşe Özbekân der ki: «Babam Suphi Paşa’nın İstanbul’daki konağına ve Çamlıca’dâki köşküne karısı olan İngiliz madamı ile sık sık gelen, gece yatışma kalan Ali Suâvi Efendi hakkındaki emniyetler bu iki konakta son zamanda azaldı ve onun İngiliz casusu olduğu hakkında zanlar uyandı.»
.
Suphi Paşa konağı kapısının Ali Suâvi’nin yüzüne kapatılmasını icab ettiren bu İngiliz casusluğu meselesini te’ yid eden pek çok olay, Çırağan Vak’ası esnasında olanca dehşetiyle görülür. Bunları Ali Suâvi’nin giriştiği baskın olayını incelerken ele alacağız. Ancak, bu baskın olayına geçmeden evvel, Beşinci Murad’ı tekrar tahta çıkarmak için sarfolunan gayrete ve bu gayret sahihlerinin hüviyetlerine kısaca temas edelim ve görelim Beşinci Murad taraflarının kimler olduğunu, bunların hangi gaye uğruna çalıştıklarını!.
Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Beşinci Murad’la ilgili yazı serisinde, mahlû pâdişâhın Çırağan’dan kaçırılması yolunda yapılan çalışmalara temasla der ki :
«Memleket içinde ve dışındaki muhalefet, İkinci Abdülhamid Hân’ı tahtdan indirmek ve yine Beşinci Murad’ı hükümdar yapmak hususunda gayretler sarfetmiş ve bu düşünce ile birkaç defa eski hükümdar (Beşinci Murad) Çırağan Sarayı’ndan kaçırılmak istenmişti.
Bu teşebbüslerden ilki Abdülhamid Hân’ın cülûsundan takriben iki buçuk ay sonra olmuştur: Maliye Nezâreti evrak odası kâtiblerinden Hüsnü ve Adliye Nezâreti İcra Cemiyeti kâtiblerinden Mehmet Efendi’lerle İstavridi isminde bir Rum, Jüli isminde bir Leh'li, Beşinci Murad’ı Çırağan’dan kaçırmak istemişlerdi. Bunlardan İstavridi, Beşinci Murad’ın kahveci-başısı ile eski hükümdarı ve oğlu Selâhaddin Efendi’yi kaçırmak üzere görüşmüş ve Hüsnü Efendi ile Jüli, Şehzâde Selâhaddin Efendi’yi Saraydan çıkarmak üzere kadın kıyafetiyle ve araba ile Çırağan’a girecekleri sırada yakalanmışlardı. (O sıralarda henüz Çırağan Sarayı etrafında fevkalâde tedbirler alınmamış olup, Sultan Murad’ı kardeşleri ziyaret edebiliyorlardı (104).
Bu tevkiflere rağmen, gerek Beşinci Murad ve gerekse hariçtekiler faaliyetten usanmamışlardı. Tekrar tahta çıkmak ve yarıda kalan saltanatına devam etmek arzusu ile hükümdar yeni teşebbüslere girişmişti. 1878’de kurulan K. Skaliyeri ve Aziz Bey Komitesi, Sultan Murad’ı Çırağan’dan kaçırmak ve cülûs ettirmek gayesiyle gizli ve geniş bir faaliyet göstermişti.
Münir Sirer, bu firar teşebbüsünü Rusların plânladığından bahisle diyor ki: "Rastladığı Rumî takvim yılından dolayı «93 Harbi» diye anılan 1876 Türk-Rus savaşı çıkmak üzere bulunuyordu. Rusya, Osmanlı Devleti’ni ağır bir baskı altına alarak emellerine savaşsız ulaşmak veya bir savaş çıksa bile Türkiye’yi bir iç buhrana sürükleyip zaferi ve istediği şekildeki bir barışı kolaylıkla elde etmek için hemen gayet cür'etli bir plân hazırladı. Buna göre eski pâdişâh Beşinci Murad, oğlu Şehzâde Selâhaddin Efendi ile birlikte Rusya’ya kaçırılarak Osmanlı Devleti'nin meşru hükümdarı ilân edilecekti. Böylece Rusya, eline büyük bir koz geçirmiş olacak, en azından İkinci Abdülhamid'i ağır tâvizler vermeye zorlayacaktı.” (Bkz: Yıllarboyu Tarih dergisi. Eylül, 1980 nüshası) M. M.
Beşinci Murad’la komite arasında muhabereler olmuş, iş bu kadarla da kalmayarak komite âzalarından ikisi. Skaliyeri ile Ali Şefkati Bey su yollarından gizlice Çırağan Sarayı’na girerek eski hükümdarla bizzat görüşmüşlerdi. Beşinci Murad, kendisini tahta çıkarmak arzusunda bulunanlara :
«— Benim gelip zincirlerimi kırmak, beni cani gibi buraya hapsettiren millete düşen bir vazifedir. Fasılaya uğrayan saltanatın bana iade olunmak lâzım gelip gelmiyeceğini millet bilir. Ben o günü bekliyorum. Dostlarım bunu ta’cil edebilirler. O günün hulûlüne kadar ben de kendimi esaretin âlâmından (elemlerinden), inzivanın ekdarından (acılarından), hattâ hayatıma su’ikasd edecek olanlardan bile kurtulmak için hiçbir teşebbüste bulunmayacağım» diyordu.
Komite mensupları, faaliyetlerinde büyük bir cür’et göstermişler. İstanbul’un bâzı semtlerinde duvarlara yaftalar yapıştırmışlardı. Bu yaftalarda şunlar yazılı bulunuyordu :
«Yeter ayyûka çıktı tık tık artık
Çık ey bigâne meşreb çık çık artık
Neden çıkmazsın artık geldi saat...»
Komite, Beşinci Murad’ı Saraydan kaçıracaktı. Verilen karara göre, komite âzaları eski hükümdarı su yollarından çıkaracak, Aziz Bey’in Cerrahpaşa’daki evine getireceklerdi. Beşinci Murad buraya geldikten sonra, kendisinin muvafakati ile ve toplanacak halkla birlikte Hırka-i Şerif Camii’ne veya Serasker Kapısı’na veya Meclis-i Meb'ûsan’a götürülecekti. Ve gittiği yerde: «Bizim Pâdişâhımız budur!...» diye kendisine biat olunacaktı. Fakat komite bu plânı tatbik imkânı bulamamış, bir ihbar üzerine Aziz Bey'in evinde toplanmış olan komite âzalarmdan bir kısmı yapılan baskın sonunda yakalanmışlardı» (105).
Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Beşinci Murad ı tekrar tahta çıkarmak için girişilen teşebbüsleri yukarıda görüldüğü gibi bütün tafsilâtiyle yazmıştır. Yine bu zatın yazdıklarına göre: Sultan Murad taraftarları, mahlû’ pâdişâhın hastalığı dolayısiyle Çırağan’a kapatıldığı günlerde, su yollarından geçirdikleri Doni isimli bir hekimi Saray’a sokmuşlar ve Beşinci Murad’ı gûya tedavi ettirmişlerdir!. Bu mevzuda mühim bir şehadeti de kayd eden yazar diyor ki:
«— Hekime, Çırağan Sarayı’nda Sultan Murad’ın hazinedarlarından Gevheriz Hanım tercümanlık yapmıştı. Sultan Murad’ın kızlarının ve torunlarının Fransızca hocası olan Gevheriz Hanım, gayet iyi Fransızca yazar ve söylerdi. Hayatının son yıllarında bu satırların yazarına söylediğine göre: Çırağan’a giren hekimin şivesinden Cenubî Fransalı olduğu anlaşılıyormuş. Hekime ayak-yoluna yakın bir oda tahsis edilmiş ve Gevheriz Hanım, Valide Sultan’a, saraydakilerle hekim arasında konuşmalarda tercümanlık yapmış. Bu pek şayan-ı dikkat kadın, altı-yedi sene evvel Darülâceze’de vefat etmiştir» (106).
Nedir bu, su yollarından istifade ile köstebek misâli yeraltı faaliyetinin gayesi?.
Bkz: Resimli Tarih Mecmuası Kasım 1956 nüshası.
Bkz: Resimli Tarih Mecmuası Kasım 1956 nüshası.
KOMİTE: Şuuru bozuk olan ve bu sebeble tahttan indirilip Çırağan Sarayı'nda ikamete me* mur edilen Beşinci Murad'ı, tekrar tahta çıkarmak için zaman zaman bâzı teşebbüsler olmuş, bunun için su yollarından dahi istifade edilmiştir. Böyle köstebek misâli yeraltı faaliyetinde bulunan bu kimseler teşebbüslerinin hiçbirinde başarı kazanamamışlardır. Çırağan Vak'ası da bu teşebbüslerden biridir. Yukarıda, Beşinci Murad’ı kaçırmak için çalışanlardan Kleanti Skalyeri (solda), Aziz Bey (ortada), Ali Şefkati Bey (sağda) görülüyor. Bunlardan Ali Şefkati Bey’le K. Skalyeri su yollarından gizlice Çırağan Sarayı’na girip Beşinci Murad’la konuşmuşlardır.
Neden ve niçin isterler bu adamlar muvazenesizliği dolayısiyle hal’ olunan Beşinci Murad'ın tekrar tahtda oturmasını?.
Ve nedendir bu adamların Sultan İkinci Abdülhamid den korkuları?.
Elcevab : Sultan Murad taraftarlarının gayesi elbette bu memleket ve millet menfaatlerine uygun değildi. İstavri, Jüli, Skaliyeri ve benzerleri gibi düşman ajanları ve bu ajanlara uyan içimizdeki gaafiller, Müslüman-Türk’ün menfaatleri uğruna değil, efendileri hesabına kıyam etmişlerdi. Memleketin çok müşkül ve nazik bir devresinde imparatorluğumuzun bütün mes’uliyetini omuzlayıp âdeta sırtında taşırcasına milletin menfaatleri istikametinde yürütmesini bilen Sultan Abdülhamid’in bu gayreti, Müslüman-Türk’e düşman bütün şer kuvvetleri yıldırmış, «Hasta Adam» m iyileşebileceği korkusu, miras bekleyen emperyalistleri ürkütmüştü!..
Bu, milletin hak ve menfaatlerini titizlikle korumasını bilen Sultan İkinci Abdülhamid devrilmeli ve Osmanlı pâdişâhları içinde tek mason olan, üstelik muvazenesiz de bulunan Beşinci Murad yeniden cülûs etmeli, düşman devletler ajanları bu muvazenesiz Beşinci Murad’ın etrafını sarmalı ve böylece imparatorluğumuzun defteri dürülmeli idi!.
İşte «Çırağan Vak’ası» bu faaliyetin neticesidir!. Ve işbu Çırağan Vak’ası 20 Mayıs 1878 tarihinde, yâni, «93 Harbi» bozgununda, Moskof’un Yeşilköy’de karargâh kurduğu günlerde, hem de imzalanan mütârekenâmeye göre, şehirde herhangi bir hareket olursa Hıristiyan tebaayı korumak üzere (!) Moskof ordusunun şehre girmeye hakkı olduğu günlerde vuku bulmuştur!.
Ali Suâvi, Çırağan Vak’asmdan birkaç gün evvel Beşinci Murad’a müracaatla, ondan, İngiliz hükümetine verilmek üzere bir mektup istemiş ve Beşinci Murad, istenilen mektubu yazıp Ali Suâvi’ye göndermiştir!. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nm «Belleten» de yayınladığı Başvekâlet Arşivi Yıldız evrakı arasındaki vesikalardan öğrendiğimize göre, bu, İngiliz hükümetine verilecek mektup işine. Sultan Murad taraftarlarından Üsküdarlı Kız-Nuri Bey adında biri tavassut etmiştir!.
Ali Suâvi’nin Çırağan Vak’asındaki durumunu inceleyen Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır, «Yeni Gün» gazetesinde yayınladığı «Sahâyif-i Hâtırat» ında, Ali Suâvi’nin İngilizlerle olan alâkasına temasla: Sultan Murad’ı Saraydan (Çırağan Sarayı’ndan) çıkararak halka gösterecek ve mecnun olmadığım efkâr-ı âlemde ispat ile milletin müzaheret-i kat’iyyesini te’min edip Sultan Murad’ı taht-ı saltanata iclâs edecek idi. Şayet buna muvaffak olamazsa, mahlû’ pâdişâhı limandaki İngiliz gemilerinden birine ilticâ ettirecek, sonra onu teslim için Abdülhamid’den ne isterse alacaktı», diyor.
Bu iddialardan hemen sonra kaydedelim ki: «93 Harbi» diye tarihe geçen meşhur 1877 Türk-Moskof Savaşı’nm acı neticeleri meydanda iken, Moskof ordusu Yeşilköy’de karargâh kurmuş iken, üstelik şehirde çıkacak bir kargaşalıkta Hıristiyan tebaayı korumak gayesiyle (!) şehre girebilecek ezelî bir düşman fırsat beklerken Ali Suâvi’nin Çırağan baskının’ yapması, yapabilmesi pek o kadar basit bir iş değildir!.. O günlerde böylesine bir harekete girişebilen adamın ya aklından zoru vardır, delidir; veya o adam bâzı gizli kuvvetlerce desteklenmiş, o gizli kuvvetlerden vaad ve cesaret almıştır!.
Muvazenesizliğini, geçimsizliğini, ahlâkî durumunu yukarıda izaha çalıştığımız Ali Suâvi, Çırağan Vak’ası ile imparatorluğumuzun başını yemiye teşebbüs etmiş, fakat muvaffak olamamıştır.
Devletin o günlerdeki durumu, dış düşmanlarımızın ve onların içimizdeki ajanlarının korkunç faaliyeti, mahlû’ pâdişâh Beşinci Murad’ın veliahdlığından beri devam edegelen tutumu ve Sultan İkinci Abdülhamid Hân’ın milletin menfaatlerini korumak için gösterdiği olağanüstü gayret tedkik edilirse görülür ki, Ali Suâvi’nin Çırağan Vak' ası, her hâli ile memleketin zararına yapılmış bir iştir!.
ÇEŞİTLİ GÖRÜŞLER
İbnülemin Mahmud Kemal İnal’a göre, Ali Suâvi «mecnun» dur (107). Prof. Dr. Osman Turan ise, Ali Suâvi’nin «mecnunluğunu» kabul etmekle beraber «ajan» lığından da bahsediyor (108). Sâmiha Ay verdi, Ali Suâvi’ye «maceracı ve haris bir politika simsarı»; «taşkın, muvazenesiz ve mahdud görüşlü bir ihtilâlci» diyor ve kurulu komitenin gayesinden bahisle ilâve edr or: «Komitenin programında, eski pâdişâhı tahta iade etmek olduğu gibi, Sultan Abdülhamid’i öldürmek de vardı» (109). Mufassal OsmanlI Tarihi’nde: «ilk bakışta delice bir teşebbüsten ibaret gibi görülen bu hâdisenin, iyi incelendiği takdirde gayet şumullü bir mahiyyet taşıdığı anlaşıldığına» temasla; «hâdisenin oluş şekli hem İngiliz, hem Rus parmağı, hem
Bkz: Osmanlı Devrinde Son Sadrâzamlar. 8'ci kitap. İstanbul, 1965.
Bkz: Prof. Dr. Osman Turan, a.g.e.
Bkz: Türk Tarihinde Osmanlı Asırları. Cild: 3. İstanbul. 1961.
de Sultan Murad taraftarlarının büyük tesiri bulunduğu merkezindedir, deniliyor (110).
Ord. Prof. Enver Ziya Karal «Çırağan Vak’ası» nı inçelerken mason parmağından bahsediyor ve diyor ki: Sultan Murad’ın deli olduğunun anlaşılması üzerine, tahttan indirilmesinden bir müddet sonra sıhhatini kazanmış olduğu hususunda en çok yabancı gazetelerde havadisler yayınlanpıaya başlamıştı. Bu havadisler, Sultan Beşinci Murad’ın Mason olması dolayısıyle Türkiyeye’de ve Avrupa’ daki Masonları alâkadar etmişti. Murad, Londra seyahati esnasında İngiltere Gal Prensi’nin teşebbüsü ile Masonluğu kabul etmeye karar vermiş olduğu için, bu Prens’in onun sıhhat durumunu öğrenmek için teşebbüslerde bulunduğuna dair kayıtlara rastlanmaktadır. Ali Suâvi de Mason olduğundan, belki Masonların tensibi ile, belki de onlardan müstakil olarak, peşinci Murad ile, öte yandan da adları ma’lûm olmayan bâzı İngilizlerle mektuplaşmaya muvaffak olmuştur« (111).
Yine Enver Ziya Karal’a göre, «Ali Suâvi, Rusların İstanbul’a girmelerini kolaylaştırmak için bu işi yapmıştır.» Bu iddia Namık Kemal’e aittir!. Mahmud Celâleddin Paşa’nın «Mir’at-ı Hakikat» ine göre ise «Çırağan Baskını» nm gayesi: «Sultan Murad’ın saraydan alınarak bir İngiliz gemisine götürülüp Londra’ya kaçırılmasından ibarettir» (112).
İsmail Hami Danişmend’in «Kronolojisine göre Çıra
lı 10) Bkz: Mufassal Osmanlı Tarihi. Cild: 6. İstanbul, 1972.
Bkz: Osmanlı Tarihi. Cild: 8. Ankara, 1983.
Bkz: Osmanlı Tarihi. Cild: 8. Ankara, 1983.
F. 10
YEDİ-SEKİZ HAŞAN PAŞA: Aslen Çorum'ludur. Mustafa Ağa’nın oğlu olup 1824 yılında doğmuştur. On altı yaşında iken hacca gitmiş, dönüşte askerliğini yapıp jandarma neferliğinden müşirliğe kadar yükselmiştir. Sultan Hamid'in itimadını kazandığından, Padişah, içinde, kendinin de oturduğu Beşiktaş’a onu muhafız yapmıştır. İmzasını eski. V (yedi) ve A (sekiz) rakamlarını bir çizgi ile birleştirip at tığından «Yedi-Sekiz» lakabıyle şöhret bulmuştur. Dürüst, çalışkan, cömert bir kimse olarak tanınır. Çırağan Baskını nda Ali Suâvi’yi bir sopa darbesiyle yere serip olayı bastıran adam Haşan Paşa’dır. Memleketine yaptırdığı saat kulesi onun adını taşır.
ğan vak’ası şöyle cereyan etmiştir: «Vaktiyle Filibe Rüşdiyesi’nde hocalık ettiği zaman kazanmış olduğu hürmet ve itibar sayesinde bilhassa Filibe muhacirlerinden istifade eden Ali Suâvi, birkaç yüz kişi elde etmiş, bunların bir kısmı karadan ve bir kısmı da Ali Suâvi ile beraber denizden Çırağan’a gelmiştir. Bunun sebebi, kendisinin o sırada Şemsi Paşa’da oturmasıdır. Oradan Kuzguncuk’a gelen ateşli ihtilâlci, adamlarıyle beraber bir mavnaya birip Çırağan rıhtımına çıkmış, kapıdaki nöbetçi yaralandıktan sonra pencere camları kırılıp «Pâdişâhım çok yaşa» sesleriyle içeri girilmiş, Eğinli Said Paşa’nın hâtıratına göre Ali Suâvi, Sultan Murad’ın kolundan tutup :
«—Aman efendim, gel bizi Moskoflardan halâs et!.» dediği sırada içeri dalan Beşiktaş muhafızı Haşan Paşa elindeki sopayı Suâvi’nin başına indirerek derhal yere sermiştir. Bu meşhur vak’ada yirmi üç kişi ölüp on beş kişi yaralanmıştır.»
Yılmaz Öztuna, Çırağan Baskını’na temasla: «Ali Suâvi’nin Türkiye tarihindeki yeri son derece karanlıktır» diyor ve ilâve ediyor: «Çırağan Baskını, iki saat içinde bastırılmakla beraber, Sultan Hamid’in otuz yıllık şahsi idaresi boyunca, pâdişâhın tesirlerini aslâ üzerinden atamadığı bir hâdise olmuştur. Üç ay içinde iki selefinin hal’ edilmesini, amcasının feci ölümünü gören İkinci Abdülhamid, hiç beklenmedik bir zamanda, hiç beklenilmeyen bir şahsın öncülüğüyle yapılan böyle bir darbe teşebbüsünden sonra, vehim ve kuşkusunu son derece arttırmıştır. Bu bakımdan Ali Suâvi’nin Türkiye tarihindeki yeri son derece karanlıktır. Güney Amerika cumhuriyetlerinde bile örneğine az rastlanacak şekilde fantastik bir darbe teşebbüsünü uçurumun eşiğine gelmiş büyük bir imparatorlukta tatbik etmek istemiş, başaramamış, fakat bu olayın sarsıntısını otuz yıl boyunca Türk milleti üzerinde hissetmiştir» (113).
Resimli Tarih Mecmuası’nda S. R.’nin yazdığına göre, «Ali Suâvi, muvâzenesiz, kendisini olduğundan başka ve fazla gösteren bir adamdı. Çok haristi, şahsî menfaati uğ-
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
Bir İngiliz dergisine göre Çırağan Baskını.
runda herşeyi yapabilirdi ve yapıyordu. Büyük mevkilere geçmek istiyordu. Bunun için jurnalcilik etmiş, bunun için dalkavukluk etmiş ve nihayet bunun için ölmüştür.
Çırağan Vak’asına gelince, bunun da ihtirasını tatmin ve ikbale ulaşmak için yapıldığında şüphe yoktur. Çünkü Ruslar İstanbul kapılarında dururken ve mütarekenâmeye, şehirde bir hareket olursa Hıristiyan tebeayı korumak (!) için şehre gireceklerine dair madde koymuşlarken, bu siyâsî (!) hocanın böyle aksi bir zaman seçmesinin memleket lehine olmadığını kendisinin de bildiğinde pek şüphemiz yoktur.» (114).
«Nâmık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır’a göre : «Süâvi vak’ası hakkında iki rivâyet vardır. Birincisine göre. Sultan Hamid vak’ayı haber alır almaz, her şeyden evvel Sultan Murad’ın bir kılma bile dokunulmaması için kati ve şedid iradât-ı mükerrere tebliğ eder; ikinci rivâyete nazaran da, Beşiktaş Muhâfızı Haşan Paşa odasından çıkmış olan Sultan Murad’ı öldürtmek için askerlere mükerreren emir verdiği halde, askerden hiçbir fert Murad’a karşı silâha davranmaz. İkinci rivâyet, Türk askerinin mübeccel ve âlî haslet-i merdânesine pek muvafık ise de, itikadımca doğru olan birincisidir. Sultan Hamid, saltanat ve hükümete hâkim-i mutlak kesildikten sonra büyük birâderini kolayca öldüremez miydi? Sultan Murad yirmi sekiz sene mahbesde yaşadıktan sonra, eceliyle irtihal etmiştir. Bunu bana, mahdumu Selâhaddin Efendi merhum bizzat mükerreren beyan etti.» (115).
HalûkŞehsuvaroğlu’na göre ise: «Ali Suâvi Efendi,
Bkz: Resimli Tarih Mecmuası. Haziran 1953 nüshası.
Bkz: Midhat Cemal Kuntay, a.g.e.
Sultânı müdürlüğünden ayrıldıktan sonra İkinci Abdülhamid İdâresinin aleyhtarlarmdan olmuş, Beşinci Murad’ı tekrar tahta çıkarmak için gizli bir cemiyet kurmuştur. Ali Suâvi’nin İngiliz olan zevcesi de belki bu faaliyetlere karışmış, Suâvî, meşhur Çırağan Baskınım yapmadan evvel yine belki hariçten, dahilden birçok teşvikler görmüştür.»
tsmâil Hakkı Uzunçarşılı: «Abdülhamid Hân’ın Yıldız evrâkı arasında bulunan hâtıralarma göre, Kıbrıs’ı kaybedişimizle Çırağan Baskını arasında bir «münâsebet-i tâmme »vardır. Bu vak’ayı İngilizler hazırlamışlardır. Yani Süâvî-i pür mesavî bir İngiliz ajanıdır» diyor. Müsteşrik B. Lewis de aynı kanaattedir. Bakınız bu konuda ne diyor: «Aralık 1876 da Ali Suâvi ve İngiliz karısı Disraeli’nin şahsî bir vazifelisi olarak Türkiye’yi ziyâret eden İngiliz parlâmento âzâsı (Butler Johnstone) u evlerinde misafir ettiler. Az sonra da Suâvi Üsküdar komitesini kurdu.»
«Türk Ansiklopedisi» nde de Ali Suâvi’nin hareketi yerinde görülmemekte ve: «Ali Suâvi, Sultan Murad’ı kapatılmış olduğu Çırağan Sarayı’ndan zorla çıkartıp yeniden tahta oturtmak için teşebbüste bulunmuştur. İyileşmiş olduğu hakkında tam bir kanıt (delil) bulunmayan bir zihin hastasmı tekrar pâdişâh yapmak için, düşman ordusunun başkent kapısında bulunduğu bir sırada girişilen bu cür’etli teşebbüs, Suâvi ile birlikte pek çok kimsenin ölümüne sebep olmuş ve Abdülhamid’in kuruntusu ile istibdâdımn artmasına yol açmıştır» (116) denilmektedir.
Bu kadar mühim şehadeti bir araya toplayıp naklettikten sonra tekrar edelim: Tarihimizdeki faziletler kadar ihânetleri de bilmek ve hâinlerini tanımak mecburiyetindeyiz. Bu mecburiyetle kaydedelim ki, Ali Suâvi’nin Çıra-
Bkz-. Cild: 1, Fasikül 2. İstanbul, 1955. ğan Baskını, devletin o müşkül günlerinde düşmanlarımızın arzusu istikametinde ve çeşitli dış kaynakların desteğiyle yapılmıştır! Ali Suâvi’nin bu baskında başarıya ulaşamaması ise, devletin bir müddet daha ayakta durabilmesini te’min etmiştir.
MÜVESVİS, MÜTEREDDİD VE KORKAK MIYDI?.
Sultan İkinci Abdülhamid’in «vehmi» mevzuunda çeşitli neşriyat yapılmış, bu arada Pâdişâhın vehmi yanısıra mütereddid ve korkak olduğu yazılıp söylenmiştir. İsmail Hami Danişmend’e göre «Sultan Hamid vehmi ile vesvesesinde kısmen ma’zurdur» Bu hükme varan Danişmend devamla diyor ki: «Babası Sultan Mecid’in «Kuruntulu oğlum!.» dediği İkinci Abdülhamid’in bu halinden memleketin de, kendisinin de zarar gördüğü muhakkaktır. Fakat onun yerinde kim olsa vehme kapılmaması kabil değildir. Çünkü «Vehm-i Hümâyûn» unda haksız olmadığını gösteren vak’alar vardır. Meselâ 1878’deki «Ali Suâvi Vak’ası» nı gene o senenin 8/9 Temmuz Pazartesi/Sah gecesi bastırılan ve Sultan Murad’ı yeniden tahta çıkarmak için Masonlar tarafından kurulan «Cleanti Scalieri» komitesinin gizli faaliyetleri takip etmiş, ondan sonra Jön-Türkler’in bir takım su’ikasd tertibatı haber alınmış, nihayet 1905 senesi 21 Temmuz Cuma günü Ermeni komitecilerinin tertip ettikleri meşhur «Bomba hâdisesi» olmuş ve bu komitecilerin o tarihten sonra da birkaç su’i-kasd teşebbüsü keşfedilmiş, Yıldız Sarayı’na mütemadiyen su’i-kasd jurnalları yağdırılmış ve esasen vehme istidadı olan Sultan Hamid’ in vesvesesi işte bu suretle hergün körüklenip alevlendirilmiştir. O vaziyette kim olsa hayat endişesine düşecek ve pek tabiî olarak vehme kapılacaktır. Bu gibi vesveselerin
hiç olmazsa yan mes’uliyyeti ahlâk-ı umumiyyeye aittir.»
.
Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa da hâtıratında aynı fikirdedir. Der ki, bu zat: «.* şurası muhakkaktır ki, gerek
Şehzâdeliği ve Veliahdlığı ve gerek Pâdişahlığı zamanında etrafını kuşatan insanlar onu vehim yolunda tahrik ve teşvikten geri durmamışlar, hattâ çok defalar ortada hiçbir sebep ve vesile yok iken onun vehmini körükleyecek hâdiseler icad etmişlerdir. Sultan Hamid’in tarihini yazanlar onun kusurlarını tesbit ederken; bütün bu kusurlu işlere saik olan vehmin memba ve menşei hakkında tetkikat yapmadan mütâlaa yürütecek olurlarsa hatâlı bir yoldan gitmiş olurlar. Sultan Hamid’i etrafındaki adamlarla, sadra zam ve nâzırları ile, saray bendegân ve mensubini ile, hulâsa bir dakika peşinden Ayrılmamış muhiti ile muhakeme etmek elbette en doğru yoldur« (118).
Sultan Hamid’in «fıtraten vehme meyyal» olduğu ve saltanatının arefesinden vefatma kadar geçen bâzı olayların bu vehmi körüklediğine pek çok kimse temas etmiştir. Nahid Sırrı Örik, Pâdişâhın vehminden bahisle: «Büyük bir talihsizlik eseri olarak tahta çıkışını te’min eden hâdiselerle bu çıkışı takip eden ahval, vehmini âdeta hudutsuz nisbetlere götürdü» (119) diyor. Uzun yıllar Mâbeyn kitabetinde, sonraları Dahiliye Nezâretinde bulunan Ahmed Reşid (Rey) ise aynı mevzua temasla şunları yazıyor: «Bir taraftan Sultan Hamid’in üst üste tahttan indirilen amcası ile ağabeyinin su’i-âkibetleri, bir taraftan da bu iki
Bkz: Sadrâzam Tevfik Paşa’nın dosyasındaki resmi ve hususî vesikalara göre: 31 Mart Vak’ası. İstanbul, 1961.
Bkz: Tahsin Paşa, a.g.e.
Bkz: «Büyük Doğu» gazetesi. 29 ve 30 Kasım 1951 nüshaları.
padişahı deviren vükelânın üçüncüsüne karşı — galibane aldıkları tahakküm tavrı ile — kendi saltanatının da kırıtabileceğim işrab eden mütevali tehditleri ve nihayet Rus muharebesi (93 Harbi) nin payitahta kadar her tarafı altüst eden fecaati, dimağındaki o irsi nakısayı bütün aklî melekâtının üstüne çıkarmış olduğu zannmdayım» (120).
«VESVESE» DEĞİL, «İHTİYAT VE TEDBİR»
Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu’na göre: «Sultan Hamid’e «vesveseli» denilmişse de, bu «vesvese» dedikleri şeyin hakikî adı, «ihtiyat ve tedbir» dir. Bu iddiadaki Nizameddin Nazif devamla diyor ki: «Saltanatı esnasında yalnız bir lüks Devletreisi değil, aynı zamanda imparatorluğun hakikî, siyasî lider ve başbakanı otan Abdülhamid’in «vesvese» si, asrımızda devlet adamları için tanınan en büyük siyasi meziyettir (121).
Sultan Hamid’in, daha Şehzâde-Veliahd devresinde gerçekleri görerek, dünyadaki ve yurttaki hâdiselerden ders alıp yetiştiğini yazan Nizameddin Nazif Tepeledelenlioğlu daha sonra ilâve ediyor :
«— Şehzâde Abdülhamid, şarklılıktan sıyrılacak, batılı anlamda bir devlet adamı olmaya başlayacaktır. Hâdiseleri günü gününe takip eden, tahlil eden, hiçbir şeyi tesadüfe yüklemiyen, her olayı bir sebebe bağlayan, istenmiyen şeylerin önlenmesi için çâreler arayan, herşeye şüphe ile bakan bir devlet adamı...
Bkz: Canlı Tarihler. Cild: 3. İstanbul, 1945.
Bkz: Sultan İkinci Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda komitacılar. İstanbul, 1964.
Şüphe... Politika dünyasının tecellileri, Abdülhamid’ in bilhassa bu tarafını törpüleyecek ve karakterinin en sivri noktası haline getirecektir. Hele 1871’den sonra Üçüncü İmparatorluk Fransa'sının tepe-taklak oluşunu müteakip, bütün siyasî vesikalara şüphe ile bakacak, hiçbir siyasî va’ade inanmıyacaktır. Amcası ile birlikte yaptığı Avrupa seyahati esnasında gözlerini kamaştırmış olan Üçüncü Napolyon’un birdenbire sönüvermesi, Abdülhamid’e görünüşe aldanmamayı öğretecektir. Batı medeniyetinden, batılı ve Hıristiyan bir Fransa’ya verdikleri sözleri tutmayanlardan Şarklı ve Müslüman BabIâli’nin meded ummaması icab ettiğini öğrenecektir. Ve yalnız Rusya’ya değil, artık İngiltere’ye de şüphe ile bakmaya başlayacaktır.
Şüphe, Mettemih’in şahsiyetini meydana getirmiş ve yaşatmış olan birkaç unsurun en başta geleni değil miydi?. Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa’da liberal fikirlerin bu en büyük ve kahredici düşmanı için şüphe, iç ve dış emniyetinin yolunu aydınlatan bol ışıklı bir fener olmuştu. Zaten tarih de açıkça gösteriyor ki, insan topluluklarına baş olanlar ne zaman kimseye inanmamışlarsa, ne zaman hayatı pembe görmeyip etrafındakilerden şüphe etmişlerse, o zaman yerlerinde tutunabilmişlerdi. Ufacık bir şüphe, çok defa pek önemli hâdiselerin seyrini değiştirmişti. Nice korkunç felâketler önlenmişti... Şüphe etmek ve herkesten, zevceden, çocuktan, akrabadan, hattâ sadakatleri tecrübe edilmiş olan «en sâdık adamlar» dan bile!.
Başka örnek aramağa ne lüzum vardı?. Tarihten vesika arayıp: «îşte Sezar’m âkibeti!.. Brütüs’e inanmasaydı Brütüs’ün hançeri ile ölmezdi!..» demeğe ne lüzum vardı?. Amcasının (Sultan Aziz’in) feci âkibeti meydanda değil miydi?. Bizzat kardeşi Murad Efendi(Beşinci Murad) ona ihânet etmemiş miydi?. Abdülaziz, nasıl olmuştu da, en sâdık adamlarinı iktidardan uzaklaştırmıştı?. Nasıl olmuştu da, en gözü kanlı düşmanlarına kendi irâdesi ile devleti teslim etmişti?. Çünkü, onların ne olduğunu bilmiyordu. Hiçbirinden şüphe etmemekteydi... Bilseydi, elbette onlara itimat etmeyecek, daima şüpheli gözler le bakacaktı. Ama bilmek için de vasıtaya ihtiyacı vardı..Bu vasıta da, ancak bir gizli casus teşkilâtı olabilirdi. Abdülaziz, böyle bir teşkilât kurmuş değildi. Ve cezasını görmüştü. Hiç kimsenin bir günü, bir başka güne uymuyordu. Bahusus, mühim işlerde kullanılacak adamların hergün ne halde olduklarını bilmek gerekti. Bununla dahi iş bitmezdi. Takip edenlere de, yâni, gizli casus teşkilâtına da devamlı surette itimat edilmezdi. Onun da kontrolü lâzımdı .Casusların peşine de, ayrıca casus takılmalıydı. Velhasıl «şüphe»nin hududu olmayacaktı. Ve zihne ufak bir şüphe geldi mi, hemen derinleştirilecekti. Abdülâziz gibi, saray önünde asker dolu gemiler görünce bir ân şüpheye tutulup sonra yatağa girilmeyecek, yorgan buruna çekilip horul-horul uykuya dahnmayacaktı!.
Sultan Beşinci Murad hakkındaki endişelerin arttığı günlerde, saltanat nöbetinin kendisine gelmesini bekleyen Veliahd Abdülhamid Efendi, işte böyle bir Veliahd Abdülhamid Efendi idi...» (122).
KORKAK MIYDI?.
Sultan Hamid’in «vehmi» mevzuunda yazılanlardan bir kısmına böylece temastan sonra geçelim «korkaklık» bahsine... Bu mevzuda üç vak’a nakledeceğiz. Bu üç vak’adan ilkini Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’dan dinleyelim:
Bkz: Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu. a.g.e.
«— Sultan Hamid’in fazla ehemmiyet verdiği merasimden biri de, her Ramazanın onbeşinci günü icra olunan «Hırka-i Saadet Alayı» (123) idi. O gün Sultan Hamid, Yıldız’dan kalkarak ya karayolu ile yahut denizden istimbotla Topkapı Sarayı’na gider ve büyük teşrifat ile Hırka-i Saadet’i ziyaret merasimini yapardı. Vükelâ, ulemâ ve bilumum rical-i devlet ve Harem-i Hümâyûn erkânı bu merasime dâvet olunurlardı.
Sultan Hamid bu merasime dînî noktadan ehemmiyet verdiği gibi, kendisini Yıldız’dan deniz aşırı bir mahalle gitmeğe mecbur etmesi itibariyle de pek ziyade dikkat olunan hâdiselerden sayılırdı. Her sene Ramazanın onbeşi yaklaşınca, bir takım işgüzarlar bu vesileden bilistifade, türlü türlü su’i-kasd efsaneleri uydurarak, hem Hünkârın vehmini ve tedâbir-i tazyikiyeyi arttırırlar; hem de göze girip teveccüh ve ihsandan mütenaim olmak yolunu ararlardı!..
Bir sene Ramazan’ın onbeşi Cuma gününe tesadüf etmişti. Hünkâr o gün, deniz yolu ile Yah-Köşkü’nün rıhtımına çıkacak, oradan araba ile Topkapı Sarayı’na gidecekti. Bu seyahatten iki gün evvel, Sultan Hamid’e bir jurnal verdiler: Bu jurnalde Mekteb-i Tıbbiye’den elektrikle infilâk eden bir bomba atılacağı yazılı idi.
Sultan Hamid’in vehmi icabmca bu jurnaldan sonra yolun değiştirileceği ve kara yolunun ihtiyar olunacağı, ya-
Her yönü ile başhbaşma bir tarih olan Topkapı Sarayı’nın «Hırka-i Saadet Dairesi» ni, Ramazan ayının on beşinci günü, zamanın pâdişâhının ziyaret etmesi, Yavuz Sultan Selim Hân’dan itibaren bir an’ane halini almış ve bu Hırka-i Saadet Dairesi’ni ziyaret, pâdişâhların Topkapı Sarayı’ndâ oturmayı terketmelerinden sonra muhteşem merasimle yine yapılmış ve bu merasime «Hırka-i Saadet Alayı» denilmiştir. M. M.
hut hiç değilse Tıbbiye Mektebi’nin güzergâha nazır olan cephesinin sıkı bir tarassut altına alınacağı hatıra gelirdi. Sultan Hamid bunların hiçbirini yapmadı. Ramazanın onbeşi hulûl etti. Vazifem icabı olarak tertibat-ı lâzımeyi yaptırmak üzere hangi yolun ihtiyar, olunacağını Zât-ı şâhâneden istizan ettim: İstimbotla gideceğini söyledi. Ona göre tertibat alındı ve vakt-i muayyende, mutad olan zevat ve maiyyet erkânı ile istimbota binildi. O gün hava soğuktu. aralıkta kar da yağıyordu.
Yah-Köşkü denilen mahallin sahilindeki iskeleye çıktık. Sultan Hamid arabasına bindi. Maiyeti erkânı yaya olarak arabayı takip ediyorlardı. Yolda giderken sevk-i merak ile gözlerim Tıbbiye Mektebi’ne müteveccih idi. Yolun tam mektep önüne tesadüf eden kısmına gelince, Sultan Hamid arabayı durdurdu. Eğer jurnalda denilen şey sahih ise, biz tam hedef noktasında durmuş bulunuyorduk. Hünkâr beni çağırttı, arabanın yanına gittim. Namaz vaktine ne kadar zaman olduğunu sordu. Cevabım üzerine Sultan Hamid hiçbir şey söylemeden alayı o halde durdurdu. Tahminen sekiz, on dakika o vaziyette beklenildi. Ondan sonra hareket emri verdi.
Ayasofya Camiine gidildi, orada namaz kılındıktan sonra, Topkapı Sarayı’na azimet olundu ve Hırka-i Saadet’i ziyaret merasimi yapıldı» (124).
İkinci vak’a, 21 Temmuz 1905 Cuma günü Ermenilerin Yıldız Camii bahçesinde patlattıkları bir saatli bomba ile Sultan Hamid’e yaptıkları su’i-kasttir!. İlerde tafsilatıyle görüleceği gibi bu müdhiş infilâk esnasında araba parçalarının, insan ve hayvan cesedlerinin havada uçuştuğu, herkesin can kaygusuyle sağa sola kaçıştığı anda, Ab-
Bkz: Tahsin Paşa, a.g.e.
Sultan İkinci Abdülhamid bir Cuma selâmlığında.
dülhamid şâhâne bir jestle olup bitenleri bulunduğu mevkiden soğukkanlılıkla takip etmiş, elini kaldırarak kalın ve gür sesiyle telâş edilmemesini ihtar edip, «Korkmayın, korkmayın!» demiş, bâzı emirler vermiş ve sonra sert ve vakur adımlarla Saltanat arabasına yürüyüp hayvanların dizginini bizzat kendi eline alarak — yerli, yabancı — bütün hazır bulunanların «Yaşa Sultan!..» âvazeleri arasında Yıldız Sarayı’na avdet etmiştir. Bu gerçek, birçok görgü şahidinin itirafiyle sabittir ve Abdülhamid’in bu şâhâne jestinde bütün kaynaklar ittifak etmiştir.
Üçüncü vak’a bir Kurban Bayramı günü cereyan etmiş, 1901 yılının 31 Mart gününe rastlayan bu Kurban Bayramı’nda Abdülhamid’in yine şâhâne bir jesti görülmüştür!. Dolmabahçe Saray ı’nın Muâyede Salonu’nda
Pâdişâhın tebrikleri kabul ettiği sırada başlayan zel-
(125) Bayram kelimesinin Arapçası «îyd»dir. Bayram tebrikine «Tayid», bayramlaşmaya ise: «Muâyede» denir. Sarayda muâyede (bayramlaşma), yıllarboyu muhteşem bir merasimle yapılmıştır. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın meşhur «Kanunnâme-i Âl-i Osman» mda dahi bayramlaşmaya yer verilmiş ve «Bayramlarda meydan-ı divana taht kurulup çıkmak emrim olmuştur» denilmiştir.
Osmanlı pâdişâhlarının bayram namazlarına gidiş gelişleri dolayısiyle yapılan ve «Bayram Alayı» diye anılan parlak merasimi müteakib başlayan «Muâyede Resmi», bidayette sarayın divan meydanında yapılırken; Topkapı Sarayı’ nın terkedilmesinden sonra, bu merasim Dolmabahçe Sarayının meşhur «Muâyede Salonu» nda yapılagelmiştir.
Muâyede Salonu, Dolmabahçe Sarayı’nın orta kısmında olup, yüksek kubbesi, sütunları ve nakışlarıyla meşhurdur. Bu salon, bayramlaşma için günlerce evvel hazırlanır, tarihi taht Hazine-i Hümâyûn Dairesi’nden getirilir, muâyedeye iştirak edecek zevat tesbit edilir ve bütün bu işlerle «Teşrifat-ı Divan-ı Hümâyûn» mensuplan meşgul olurlardı. Sarayda muâyede/bayramlaşma Osmanoğulları saltanatının sonuna kadar devam etmiştir.
zele, müdhiş bir paniğe sebeb olmuş, Muâyede Salonu’nun dört buçuk tonluk meşhur avizesi gürültü ile sallanıp billur parçaları yere dökülürken; Vezirler ve Paşalar dahi huzur-i hümâyûnda bulunduklarını unutup can kaygusuyle sağa sola kaçmaya başlamışlardır!. Böylesine bir hengâme, Muâyede Salonu’nun geniş kubbesinde derin akisler bırakırken; bâzı kimselerin günümüzde dahi «korkak» diye andığı Sultan İkinci Abdülhamid,—Ermenilerin Yıldız Camii önünde patlattıkları meşhur bomba hâdisesinde olduğu gibi — yerinden kımıldamamış, kaçışanları gür sesiyle metanete dâvet etmiş ve zelzeleyi müteakib yine tebrikleri kabulden çekinmemiştir!.
İSTİBDÂD MI?.
Sultan İkinci Abdülhamid’in üzerinde pek çok durulan bir yönü de, istibdadıdır!. Bu mevzu mektep kitaplarına kadar her yerde o kadar çok yazılıp çizilmiştir ki, Sultan Hamid âdeta istibdâda alem olmuştur!. «Heykel-i îstibdâd», «Kızıl Sultan», «Büyük Cani» tâbirleri onun için kullanılmıştır!. Bâzı kimseler Sultan Hamid düşmanlığıyle böylesine kendilerinden geçmişlerdir!. Pâdişâhın istibdâdmdan bahsedenlerin iddiasına göre, Sultan Hamid saltanatının daha ilk yıllarında İlk Meclis-i Meb’ûsânı kapatarak, devlet idaresini, BabIâli’ye itimat etmeyip sarayda toplamış ve İkinci Meşrutiyet’e kadar keyfe mayeşa bir saltanat sürmüştür!. Bu «istibdâd» dır ve Sultan Hamid de «müstebit»dir!. İddia budur...
İlk Meclis-i Meb’ûsân’ın kapatılmasının Pâdişâhın en büyük hizmetlerinden biri olduğuna daha evvel temas etmiştik. Simdi, niçin Babıâli'ye itimat etmeyip devlet işlerini sarayda toprayarak, her işten haberdar olup devleti
âdeta sırtında taşırcasına kendi idare etmiştir, bu bahis üzerinde duralım.
Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa yazıyor: «Sultan Hamid, tahta çıkışından itibaren devletin bütün umurunu saraya toplamak siyasetini takip etmiştir. Bunun içindir ki, idari, İktisadî, mülkî, askerî, malî, İlmî ve dinî bütün meselelerle temas etmek imkânını bulmuş ve bu sayede tecrübesini pek çok genişletmeğe muvaffak olmuştur. Sultan Hamid her meseleyi öğrenmek ister, herşeyi sorar, herkesin hakikî durumunu sorar, tayinleri irâde-i seniyyeye bağlı olan her memurun tercümeihal varakasını okutur ve bazan bunlardan birinin muhteviyatı nazar-i dikkati celbedecek olursa, o memurun tayini irâdesini vermezdi.
Mülkî ve askerî büyük memurların tayinlerini yakından ve alâka ile takip ederdi. Bu tayinlerin bâzılarını şifahî irâdelerle iade; bâzı mühim memuriyetlere de münasib gördüklerini doğrudan doğruya kendi tayin ederdi. Herhalde sefir, vali, kumandanların ve hattâ bâzı mühim mutasarrıfların tayinleri arzolunmadan evvel istimzaç olunurdu (ne tesir yapacağı anlamıya çalışılırdı). BabIâli’nin umur ve salâhiyyetine müdahale demek olan bu siyaset Yıldız merkeziyet siyaseti icabatından idi. Bütün kuvvet ve kudret, olanca hüküm ve salâhiyyet saraya intikal ettikten sonra işlerin başka türlü yürütülmesi beklenemezdi. Sultan Hamid’in müdahale etmediği bir sınıf memurin vardı ki, o ea hâkimler idi. Bu tayinleri arzolunduklan veçhile aynen ve tereddütsüz tasdik ederdi! Hattâ bir defasında Adliye Nâzın Abdurrahman Paşa, münhal bir hâkimliğe birkaç isim teklif ve bunlardan birinin tercihini arzettiği halde, Abdülhamid bu tezkereyi reddetmiş ve ö
Sultan Hamid devrinin ünlü Adliye Nâzın Abdurrahman
Nureddin Paşa.
makama kim münasib ise onun arzını emreylemişti» (126).
Sultan Hamid neden lüzum görmüştür devlet idaresini sarayda toplamaya?. Bu suali İbnülemin Mahmud Kemal İnal cevaplandırıyor:
«— Amcasının (Sultan Aziz’in) uğradığı belâyı ve tahtan indirildikten sonra âilesi hakkında gösterilen envai mel’aneti gözüyle görerek, vükelânın (hükümet üyelerinin) hükm-i nüfuzu altında kalmamak ve onlann efkâr ü ef’alinden — amcası gibi — gaafil bulunmamak için, hayatını ve saltanatını te’min edebilecek tedbirler ittihazına kat’i surette mecburiyet hissetmiş ve bu his, bâzı yakınları tarafından son derece tahrik ve tehyiç edilmiş olduğundan, herşeyden evvel BabIâli’nin nüfuz ve iktidarını kaldırarak, en mühim meselelerden en küçük işlere kadar kendi eline almağa ve askeri de Seraskerin ve kumandanların hükmü altında bırakmayarak kendini «kumandan-ı a’zam» tanıtıp her türlü harekât-ı askeriyye’nin ancak kendi emri ve müsaadesi ile vuku bulmasına ve hükümetle milletin efkâr ü ef’aline vâkıf olmağa lüzum gördü ve saltanatı müddetince bu yolda hareket etti» (127).
«ŞÜPHE BASİRETİN BAŞIDIR!..»
İsmail Hami Danişmend de, aynı görüştedir. Kronoloji’sinde diyor ki, bu zat:
«—Yıllarca hizmetinde bulunmuş adamlardan duyduğuma göre, Sultan Hamid’in mütemadiyen tekrar edip durduğu bir söz vardır: Şüphe basiretin başıdır!.
BabIâli’ye işte bundan dolayı itimat etmediği için devlet idaresini sarayda toplamış, amcasıyla kardeşinin taht-
Bkz: Tahsin Paşa, a.g.e.
Bkz: îbnülemin Mahmud Kemal İnal. a.g.e. tan indirilmesinden dolayı devlet adamlarının kendisini de tahtından indireceklerini bir fikr-i-sâbit haline getirmiş, bundan dolayı kendisi için tenezzül sayılacak kadar ehemmiyetsiz işlere bile karışmıştır» (128).
Sedad Zeki Örs de, aynı mevzua temasla: «Elbette, Abdülhamid, amcası Abdülaziz ve biraderi Murad’ın âki’oetine uğramamak için, kendisini son derece dikkatli ve dirayetli olmaya mecbur tutmuştur. Bunda da, nefsi için değil, memleketi hesabına haklıdır. Onun bütün idare tarzını, teşkilât ve tertiplerini bu hâkim ve müdir fikre icra etmek kabildir. Kaydettiğimiz gibi, bu müdir fikrin esası, nefs kaygısından ziyade, memleketin oyuncak olmaması ve zıd cereyanlar içinde istenen istikamete sürülüp gitmemesi endişesidir» diyor (129).
Sâmiha Ayverdi ise, memleketin o devirdeki durumundan bahisle: «... arkasını emniyete alacak büyük ve güvenilir bir devlet adamı olmadıktan başka, fırsat gözleyen komitalar ve şebekeler de faaliyete geçmek üzere tetikte beklemekte idiler. Memlekette, dünya siyasetini ve dünya siyaseti muvacehesinde devletin hâlini ve istikbalini görebilecek tahlilci ve terkibçi bir siyasi görüşe mâlik büyük bir diplomat yoktu» diyor ve ilâve ediyor: «O devir için şuurlu bir merkeziyetçiliğe kaymaktan başka çâre yoktu. Zira memleketi avuçlarının içine almak isteyenler, yabancı firmalar tarafından idare edilen gaafil kimselerdi. Eğer Pâdişâh, saltanatının ilk günlerinden itibaren düşmanlarla uğraşmak zorunda kalmamış olsaydı, sansür, sürgün ve hafiyelik gibi, hem halkı sinirlendiren, hem de hü-
Bkz: İsmail Hami Danışnıena. a.g.e.
Bkz: Büyük Doğu dergisi. 2 Ekim 1959 tarihli 31’ ci sayısı.
kûmdan gözden düşürmek isteyenlere sermaye teşkil eden vaziyetler çok daha hafif olur, ya da hiç olmazdı» (130).
«1878 yılı, Sultan Hamid’i şahsî bir idare kurmakta haklı kılacak sebeplerle doludur. Hiç olmazsa, hükümdarın şahsî idaresi, sözün ayağa düşmesinden, buhranlar içindeki imparatorluğun anarşiye gitmesinden hayırlıydı» diyen Yılmaz Öztuna devamla: «İkinci Abdülhamid, doğuştan müstebit bir insan değildi (131). Kan dökmemeyi kesin bir prensip olarak kabul ve otuz yıl boyunca tatbik etmesi, çok merhametli olması, en büyük düşmanlarının bile rızıklarıyle oynamayıp ancak bol maaşlarla sürgüne gönderme-
Bkz: Türk-Rus Münasebetleri ve Muharebeleri, İstanbul, 1970.
«Sultan Hamid büyük bir hüsn-i-niyetle işe başlayıp Osmanlı tarihinde misli görülmemiş demokratça hareketleriyle az zamanda askerle ahalinin gönüllerini kazanmıştır. Bu yolda ilk hareketi, cülusunun on beşinci gününe tesadüf eden 14 Eylül Perşembe günü, Bâb-ı-Ser-askerî’ye gidip ümera ve zabıtanla beraber akşam yemeğinde bulunmasıdır: «Serasker Paşa, Paşalar, Beyler, Efendiler!» hitabıyle bir nutuk irâd etmiş, Serasker Redif Paşa ordu namına cevap vermiş, ertesi akşam vükelâ ile Mâbeyn erkânını Yıldız’da yemeğe davet edip devletin mâruz olduğu tehlikeler karşısında hepsine ittifakla hareket, yâni, millî birlik tavsiyesinde bulunmuş, 18 Eylül Pazartesi günü kayıkla Tersâne’ye gidip Bahriyelilerle tanışarak birlikte sofraya oturup «yalnız asker yemeği» yemiş ve gene bir nutuk irâd etmiş, 5 Ekim Perşembe günü Bâb-ı Meşihat’e gidip ulemâ ile beraber iftar sofrasına oturmuş, 9 Kasım'da Haydarpaşa hastahânesine gidip Balkan cephelerinden gelen harb yaralılarını birer birer ziyaret ettikten sonra hepsine atıyyeler dağıttırmış ve camilerde Sadrâzam ve diğer vükelâ ile beraber halk içinde namaz kılmıştır. Gene o günlerde birçok defalar Karadeniz’le Marmara'da vapur gezintileri yapmış ve bunlara bâzı Şehzadelerle devlet adamlarını da dâvet etmiştir.» (Bkz: İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. Cild: 4. İstanbul, 1955). si (132) klâsik bir müstebitlin klâsik vasıflan arasında değildir. Ancak olaylar, Sultan Hamid’i müstebit, tab'an cesur olmasına rağmen, muhtemel hâdiselere karşı vehimlerle dolu, hattâ bazan, gene şahsen taassubla alâkası olmamasına rağmen mürteci bir şahsiyet olmaya zorladı. İkinci Abdülhamid’in, sathî bir bakış neticesinde, tezatlarla dölü sanılacak şahsiyeti, bir Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi ve ölümü, bir ağabeyinin çıldırması ve hal’i, bir Ali Suâvi vak’ası, bir 93 Harbi trajedisi, bir Midhat Paşa problemi göz önünde tutulmadan izah edilemez» diyor (133).
Sultan Hamid’in şahsî idaresinin sebeplerini böyle pek çok şehadetle ortaya koyduktan sonra, Pâdişâhın «hürriyet» hakkmdaki görüşünü de kaydedelim. Sultan Hamid, İngiliz gazetecisi Mr. Bolwitz’e diyor ki:
«— Beni hürriyet aleyhtarı, hürriyet düşmanı göstermek haksızlıktır. Ben, bir memleketin içinde bulunduğu asır seviyesine yükselmesi lüzumunu takdir edenlerdennim. Fakat, ruhu ve kullanılış tarzı bilinmeyen bir hürriyetin taşkın mevcudiyeti de, büsbütün yokluğu kadar tehlikelidir!. Kullanılması bilinmeyen bir memlekette hürriyet, nasıl kullanılacağını bilmeyen bir kimseye verilen silâha benzer. O kimse, böyle bir silâhla anasını, babasını, kardeşlerini, sonra da kendisini öldürebilir... Bu yüzdendir ki, hürriyet ihtiyacının bahis mevzuu olduğu bir memlekette her şeyden evvel, o memleketin hürriyet kültürü-
«Dr. Abdullah Cevdet Trablusgarb’a sürülürken bütün müterakim (birikmiş) aylıklarının bir torba gümüş mecidiye olarak Bâb-ı Zabtiye’ye getirilip kendisine verilmiş olduğunu bir gün Sultan Hamid'e rahmet okuyarak ve o zamanki muhalefetine nedamet ederek bana teessürle anlatmıştı.» (Bkz: İsmail Hami Danişmend. a.g.e.)
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
ne karşı hazırlanmış olup olmadığı tetkik edilmelidir!»
.
HAREM
Sultan İkinci Abdülhamid’in saltanatında, kınalı parmaklarını devlet işlerine sokmaya kalkan harem mensubu yoktur ve Harem-i Hümâyûn tam bir zabt ü rabt içindedir. Bu mevzuda İsmail Hami Danişmend diyor ki: «Topkapı Sarayı’nın Harem-i Hümâyûn Dairesine astırdığı ahlakî inzibat levhası Abdurrahman Şeref tarafından «Tarih-i Osmânî Encümeni Mecmuası» nda neşredilmiştir. Bu talimatnâmede muayyen bir saatten sonra Harem ağalarının bile Harem Dairesi’nde kalmayacaklarına aid bir madde vardır. Zabıta-i-ahlakıyyeye saraydan başlamak üzere bütün memlekette fevkalâde bir ehemmiyet vermesi, son zamanlarda ve bilhassa Sultan Aziz devrinde, sarayın bile o bakımdan bozulmaya yüz tutmasındandır» (135).
Ayşe Osmanoğlu da hâtırâtmda, babasının harem ile ilgili isabetli bir kararını şöyle anlatıyor : «Babam, Sultan Aziz’le Sultan Murad’ın annelerinin devlet işlerine karışmalarının, devlet gibi hânedân için de asla hayırlı neticeler vermemiş olduğuna kani’ bulunduğundan, tahta çıkışının ertesi günü analığının (Perestû-Kadm Efendi’nin) elini öperek:
«— Siz annesizliğimi bana bir gün hissettirmediniz. Nazarımda öz annemden farkınız yoktur ve mevkiiniz Valide-Sultan mevkiidir. Sarayda da Valide-Sultanlığın bü-
Bkz: Büyük Doğu dergisi. 18 Ağustos 1950 tarihli 22’ci sayısı.
Bkz: Sadrâzam Tevfik Paşa’nın dosyasındaki resmi ve hususi vesikalara göre: 31 Mart Vak’ası. İstanbul, 1961.
tün hak ve salâhiyyetlerine sahip olacaksınız. Fakat devlet işlerine müdahaleye kalkıp şunun bunun himâyesini üzerinize almaktan ve rütbe ve memuriyet heveslilerine delâletten kat’iyyen çekinmenizi bilhassa rica ederim» demiş, Perestû Kadın-Efendi de ölünceye kadar babamın bu arzu ve irâdesine riayetkar kalmıştır» (136).
Halûk Y. Şehsuvaroğlu ise haremdeki disiplinden bahisle: «İkinci Abdülhamid şehzadeliğinden beri mazbut bir hayat geçirmişti. İçki içmez, her türlü sefahatten kaçınır boş zamanlarında spor ve avla meşgul olurdu.
İkinci Abdülhamid dindardı. Babası Abdülmecid ve amcası Abdülaziz zamanlarında harem hayatının eski kayıtlardan sıyrılmasını hoş görmemişti. Kendisi tahta geçince bu gibi hallere meydan bırakmadı.
Yeni hükümdar Dolmabahçe’de kısa bir ikametten sonra Yıldız Sarayı’na nakletmiş ve az bir zamanda bu sarayı yeni binalarla, iç içe duvarlarla emniyetli bir hale getirmişti. Yıldız’ın harem dairelerinden dışarıyı görmek ve dışarıdan burayı gözetliyebilmek asla mümkün değildi.
Kıskanç olan Abdülhamid, aynı zamanda çok nazik ve terbiyeli idi. Kadınlarına, kalfalarına, kızlara, maiyyetindekilere hoş muamele eder, kimsenin kalbini kırmak istemezdi» diyor (137).
Z. Melek de, haremin Sultan Hamid devrindeki durumunu incelerken: «İkinci Abdülhamid tahta geçer geçmez, harem hayatının vaziyeti derhal değişti. Babasının, amcasının ve büyük biraderinin devirlerindeki harem taşkınlıklarını pek yakından görmüş olan bu hükümdar, ilk istibdâdını harem dairesinde tatbik etti.
Bkz: Ayşe Osmanoğlu. a.g.e.
(137) Bkz: Resimli Tarih Mecmuası. Mayıs 1951 nüshası.
Refia Burhaneddin Ayşe
Sultan Efendi Osmanoğlu
Sultan Hamid, aldığı sağlam terbiye dolayısiyle din ve ahlâka son derece ehemmiyet verirdi. Bütün muhitindekilerin de, bunlara riayet etmelerini isterdi. Bu itibarla bütün saray kadınları şiddetli bir disiplin altına girmişlerdi.
Sultan Hamid, sarayın iç yüzünü bilmeyenlerin iddia ettikleri gibi, müfrit bir kadın düşkünü değildi. Hattâ son yirmi senelik hayatını Müşfika Kadın Efendi ile geçirmişti. «Evim» adını verdiği iki oda, bir sofa ile küçük bir salondan ibaret olan hususî dairesine genç cariyeler giremezdi.
Sultan Hamid’in sarayındaki bütün kadınlar nezahetlerini muhafaza etmişlerdir. Senede ancak bir defa, Ramazanın on beşinde Topkapı sarayına gelerek Hırka-i Şerifi ziyaret ederler, birkaç kerre de harem ağalarının sıkı kontrol ve nezareti altında Kâğıthane’ye gidip gezerlerdi.» diyor (138).
Şadiye Osmanoğlu ise şunları yazıyor: «Harem, politika ile meşgul veya alâkadar olmazdı, ahlâksızlık ve geçimsizlik yoktu, çünkü babam bu gibi hallere karşı kat’iyyen müsamaha etmezdi» (139).
«MEMLEKETİN KÜLTÜR SEVİYESİNİ YÜKSELTEN SULTAN HAMİD’DİR.»
Sultan İkinci Abdülhamid’in millî eğitime hizmeti büyüktür. Danişmend’in ifadesiyle: «Memleketin kültür seviyesini yükselten Sultan Hamid’dir» Bâzı tarih kitapları (!), Sultan Hamid aleyhine söylenenleri günümüzde de varsın
Bkz: Resimli Tarih Mecmuası. Mart 1951 nüshası.
Bkz: Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri. İstanbul, 1966.
tekrar ededursun, biz şimdi yukarıdaki gerçek üzerinde durarak mühim bâzı şehâdeti nakledeceğiz. Evvelâ: «Gayem Sultan Hamid’i olduğundan daha iyi değil, ancak olduğu gibi göstermektir» diyen Ahmed Reşid (Rey) in yazdıklarını nakledelim. Bu zat’a göre: «Sultan Hamid’in maarife düşmanlığı tıpkı hunhar bir zalim olması gibi şöhret-i kâzibedir (haksız şöhrettir). Der ki. Ahmed Reşid Rey hâtırâtında :
«— Sultan Hamid’in tahta çıkışından saltanatının ilk yarısı sonuna kadar geçen on altı sene zarfında memleketimizde maarifçe hâsıl olan terakkinin ne kadar mühim olduğunu anlamak için, başka taraflarda başka düşüncelerle ihzar olunup zihinlerimize takılmış olan ezberleme fikirlerden tecerrüt ederek, keyfiyet ve kemmiyet itibariyle yukarıdaki iki tarih arasında maarifte ne fark olduğunu arayıp bulmak ve ona göre takdir ve hüküm etmek lâzımdır. Zira, Sultan Hamid’in maarife düşmanlığı da, tıpkı hunhar bir zalim olması gibi şöhret-i kâzibedir. Burada ufak bir istitrada müsaade isteyerek diyeceğim ki: Bu sözümün birçok zihinlerde gayrimeşrû olarak yerleşmiş ezberlemelerden en kuvvetlisiyle muarız bulacağını bildiğim için, şu satırları okuyacak olanların on dört sene kitabeti hizmetinde bulunduğum Pâdişâhı müdafaa etmek istediğime hamletmelerini hiç uzak görmem. Fakat temin ederim ki, aradığım gaye, Sultan Hamid’i olduğundan daha iyi değil; ancak olduğu gibi göstermektir.
Kanaatıma ve maarif hakkmdaki şu ifademe göre iddia ediyorum ki, Sultan Hamid’in kasden ve devamlı bu memleketi maariften mahrum bıraktığı hakkında her kimin olursa olsun düşünmeden bellediği basmakalıp fikir yanlıştır. Zikrettiğim iki tarih arasındaki fark, ciddî bir tetkik ile tayin edildikten sonra, kanaatimin doğruluğu tahakkuk ederse, ağızlarda dolaşan bu yanlış fikrin hakikat namına iptal edilmesini; aksi tahakkuk ederse, dâvamın asılsız olduğunun esbab-ı mucibesiyle beraber açıklanmasını, hakikati aramayı sevenlerin himmetine havale ediyorum» (140).
Ahmet Reşid Rey’in «hakikati aramayı sevenlerin himmetine havale ettiği» vazifeyi İsmail Hami Danişmend yerine getirmiş ve Abdülhamid’in maarif sahasındaki hizmetlerini bakınız nasıl sıralamıştır:
«Mekteb-i Mülkiyye, Mekteb-i Hukuk, Fen ve Edebiyyat kısımlarından mürekkep Darülfünun = Üniversite: Sanayi-i nefise mektebi = Güzel Sanatlar Akademisi; Hendese-i Mülkiyye = Yüksek Mühendis Mektebi: Dâr-ül Muallimin-! Âliye = Yüksek Muallim Mektebi: Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi ve Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi gibi yüksek tahsil müesseselerinin hepsi Sultan Hamid devrinde kurulmuştur. Bunlardan başka Ticaret-i Bahriye. Orman ve Maâdin, Dilsiz ve A’ma mektebleriyle Dâr’ül Muallimat ve Kız Sanayi mektepleri de onundur. Bilhassa garb tarzındaki ilk ve orta tahsilin hakikî müessisi Sultan. Hamid’dir. Bütün vilâyetlerle sancakların çoğunda İ’dadîler/Liseler açtırıp bunlar için hususî binalar yaptırmış ve kazalarda Rüşdiyeler/Ortamektepler kurdurmuştur. Yalnız İstanbul’da açtırdığı liselerin sayısı altıdır. «İbtidâi» denilen ilkmektepleri köylere kadar sokan da odur. Rüşdiyye derecesinden itibaren yabancı dil tahsilinin mecburî tutulması da onun devrindedir. Bunlardan başka birçok vilâyetlerde Dâr-ül mualliminler ve bâzı vilâyetlerde Hukuk Mektepleri/Fakülteleri açtırmıştır.
Kurduğu kültür müesseseleriyle binalaım en mühimleri Müze-i Hümâyûn = Eski Eserler Müzesi; Askerî Müze.
Bkz: Ahmed Reşid Rey. a.g.e. Bâyezid Kütüphane-i Umumîsi, Yıldız Kütüphanesi ve Haydarpaşa Tıbbiyesi’dir. Kendi kesesinden yaptırdığı Şişli Etfâl Hastahanesi ile tesis masrafını kısmen tesviye ettiği Dâr-ülaceze, Yeni-Postahane, Çemberlitaş’da sonradan Maarif Nezâretine tahsis edilen Darülfünun binası ve bilhassa İstanbul’u susuzluktan kurtaran Hamidiye suyu hep onun, eserleridir.
Bütün memlekette Ticaret, Ziraat ve Sanayi Odaları Sultan Hamid zamanında kurulmuş, ilk defa olarak tahrir-i nüfus teşkilâtı yapılmış, Anadolu ve Rumeli demiryollarının büyük bir kısmı o zaman ikmâl edilmiş, Hicaz ve Basra telgraf hatları temdîd olunmuş, yolsuz Anadolu’ da 8ir şose şebekesi vücuda getirilmiş, muhtelif şehirlerde atlı ve elektrikli tramvaylar ve rıhtımlar yapılmış, Feshâne Çini fabrikası açılmış ve bilhassa sırf İslâm âleminin ianesiyle Şam’dan Medine’ye kadar muazzam bir eser olan Hicaz demiryolu yapılıp işletilmiştir» (141).
Merhum İsmail Hami Danişmend’in saydığı kültür müesseselerinin Sultan İkinci Abdülhamid tarafından yaptırıldığı gerçeğine Ahmed Reşid Rey, Yılmaz Öztuna, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil ve Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu da katılırlar. Bu mevzuda Ahmed Reşid Rey: «Sultan Hamid, sui zan edildiği gibi, maarif-i garbiyeye husumet ve Türklerin Avrupa medeniyetinden mahrumiyetini iltizam etseydi, çoğu o maarifin revaç ve intişarına hâdim olan saydığımız mekteplerin tesisine çalışmaz, bil’akis bunların kendi kendilerine teessüs etmelerini bile çekemezdi» derken, Yılmaz Öztuna : «Sultan Hamid devri, hiçbir şeyin yapılamadığı bir devir değildir. Büyük bayındırlık ve kültür eserleri gerçekleştirilmiştir. Sultan Hamid’in mu-
Bkz: İsmail Hami Danişmend. a.g.e. halifleri bile, onun kurduğu mekteplerde okuyarak aydınlanmışlardır. Sultan Hamid, doğu ve batı kültürlerine hâkim, kalabalık bir nesil yetiştirmiş, maalesef bu nesil, başta Çanakkale olmak üzere, 1911’den 1922’ye kadar aralıksız devam eden savaşlarda harcanmıştır. Sultan Hamid, yalnız devlet bütçesinden değil, hazîne-i hümâyûndan da milyarlar harcayarak büyük eserler yaptırmıştır. Yaptırdığı eserleri, açtığı müesseseler! burada saymak tamamen imkânsızdır» (142). demekte; merhum Ali Fuad Başgil ise, aynı gerçeğe şu satırlarla temas etmektedir : «Otoriter olduğu kadar zekî ve basiretli bir Sultan olan ikinci Abdülhamid, kendini memleketin maarif bakımından kalkınmasına verdi. Yurdun her tarafına, başta ihzârî askerî mektepler olmak üzere, muhtelif dereceli mektepler açtı» (143).
Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Sultan İkinci Abdülhamid’le ilgili yazı serisinde :
«Memleketteki bugünkü bir çok yüksek okulların ve modem orta öğretim müesseselerinin temelleri de hep Sultan İkinci Abdülhamid devrinde atılmıştır.
Hattâ 1884’de kurulan Şûrây-ı Devlet Maarif Dairesi’nde Fransa maarifi örnek alınarak bir Maarif Nizamnamesi hazırlanmıştır ki, bunun başındaki gerekçe kısmı Sadullah Paşa’nın en değerli eserlerinden biridir.
İstanbul Erkek (1884) Lisesine ilâveten İstanbul’da 1885’de dört İdadi, yâni lise ve on yedi Rüşdiye, yâni ortaokul açılmış gene 1884’de vilâyetlerde açılan yüz on dokuz rüştiyeden başka, bir ertesi sene yirmi dört idadî’nin de temeli atılmıştı. Hattâ fazladan on beş idadinin daha yapımı kararlaştırılmıştı.
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
Bkz: 27 Mayıs İhtilâli ve Sebebleri. İstanbul, 1966.
Böylece Sivas, Diyanbekir, Erzurum, Van, Bitlis, Elâzığ gibi vilâyetlerde kurulan ve Hamidiye Mektebi ismini alan rüştiyelerin sayısı üç yüzü bulmuştu ki, buralarda yabancı dile kadar bir çok yenilikler öğretiliyordu. Köylerdeki ibtidaî ilkokullar ise, bunlara dahil değildi.
O devirde askerî okullarda okuyan öğrencilerin sayısı ise altı binden fazla idi ve bunlardan lâyık görülenler Avrupa’ya ikmal-i tahsile gönderiliyorlardı.
Gene bu devirde kurulan ve aşiret çocuklarını barındıran Aşiret Mektepleri de idadiler gibi beş senelik bir tahsil vermekte idiler.
Bu devirde bütün bu okullardan sonra birçok yüksek okul da kurulmuştur ki, onları da şöylece sıralayabiliriz.»
diyerek yukarıda İsmail Hami Danişmend’in saydığı yüksek okulları kaydetmektedir. «Mufassal Osmanlı Tarihinde de, Sultan Hamid’in maarif sahasındaki gayreti ele alınmakta ve «oldukça geniş bir maarif teşkilâtı kurulduğu» gerçeği kaydolunarak, yapılan demiryolu ve rıhtımlara da temas edilmektedir (145).
«Sultan İkinci Abdülhamid’in Doğu-Anadolu Politikası» adiyle bir kitap yazan Prof. Dr. Bayram Kodaman bu mühim tetkikinde Aşiret Mektebi’nden bahisle diyor ki :
«— Bu okulda her ne kadar eğitim ve öğretim yapılmakta ise de, kuruluş gayesi bakımından diğer devlet okullarından ayrılmaktaydı. Evvelâ, adından da anlaşılacağı gibi, halka açık bir okul olmayıp, sadece imparatorlukdaki aşiretlere mensup muteber kimselerin çocuklarına mahsus
Bkz: Tercüman gazetesi. 7 Nisan 1968 tarihli nüshası.
Bkz: Mufassal Osmanlı Tarihi. Cild: 6. İstanbul, 1972.
bir okuldu. Acaba niçin, belirli ve imtiyazlı bir zümreye hizmet eden bir Aşiret Mektebi’nin tesisine ihtiyaç duyuldu? Fazla teferruata inmeden bu sorunun cevabını kısaca vermeye çalışalım ve hemen bu okulun açılmasında siyasî, dinî ve idari sebeblerin rol oynadığını belirtelim.
Siyasî sebeb : Bilindiği gibi, on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda batılı büyük devletler, imparatorluk dışındaki İslâm cemiyetlerini siyasî ve ekonomik hâkimiyetleri altına almışlardı. Osmanlı devlet adamları emperyalist batı tehlikesinin imparatorluğa yaklaştığını seziyorlardı. Nitekim, Fransızlar Cezâyir’e, İngilizler Mısır’a, Ruslar KarsArdahan-Batum’a yerleşmişlerdi.
Bu durum karşısında, imparatorluktan diğer bâzı bölgelerin ayrılması mukadder gibi görünüyordu. Hususiyle milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek imparatorluğun uzak ve İngiliz menfaatlerinin büyük olduğu Araplarla meskûn bölgeleri için tehlike mevcuttu. İşte, İkinci Abdülhamid bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hâkim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını Osmanlı kültürüyle yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla Aşiret Mektebi’nin açılmasını faydalı buluyordu. Kısaca, aşiretlerden gelen çocukları Osmanlı yapmak ve böylece «İttihad-ı Osmaniyye» (Osmanlı Birliği) yi. yâni. «Osmanlılık» siyasetini gerçekleştirmek amacı güdülüyordu.
Dinî sebeb : Aşiret Mektebi’nin açılışında, Panislâmizm siyasetinin geliştirilmesinde ve teşkilâtlandırılmasında, İkinci Abdülhamid’in mühim bir denemesini görmek mümkündür. Bu okulu açmakla eğitim ve öğretim yoluyla halin ve geleceğin aşiret reislerini Hilâfet makamına ve saltanata bağlamak istemiştir. Bu fikrin gerçekleşmesi sonucunda büyük bir kısmı aşiret halinde yaşayan ve Arapça konuşan halk tek otorite olarak halîfeyi tanımış ve ona itaat etmiş, dolayısiyle ülkede din birliği te’min edilmiş olacaktı. Böylece Hıristiyan batı karşısına daha kuvvetli bir devlet olarak çıkılacaktı.
İdarî sebeb: İkinci Abdülhamid’in merkeziyetçiliği adem-i merkeziyetçiliğe tercih ettiği ma’lûmdur. Hattâ devlet idaresinde merkeziyet sistemini ne derece ileri götürdüğüne dair misâller pek çoktur. Böyle aşırı denilebilecek merkeziyetçi siyaset güden bir pâdişâhın, dağınık, devlet otoritesinden uzak, zaman zaman devlete karşı gelen. iç isyânlara ve karışıklıklara sebeb olan aşiretleri zabt ü rabt altına almak istemesi gayet tabiîdir. Aşiret Mektebi. İkinci Abdülhamid’in bu arzusunu bir dereceye kadar gerçekleştirecek niteliğe sahip bulunuyordu. Zira çocuklarını Aşiret Mektebi’ne yollayan reis ve ağalarının pâdişâh ve halîfe olan İkinci Abdülhamid’in otoritesini tanıyacakları ve emirlerine itaat edecekleri âşikârdı.
Kısaca, İkinci Abdülhamid Aşiret Mektebi'ni açarak Panislâmizm, Osmanlılık ve merkeziyetçilik siyasetini, eğitim yoluyla, Arap aşiretlerine de benimseteceğini ve böylece iç ve dış siyasette kuvvetleneceğini düşünüyordu»
.
«Türk ve Dünya Asiklopedisi»nde ise, Sultan Hamid’ in şahsiyyetinden bahisle, millî eğitime hizmeti mevzuunda deniliyor ki :
«—Eğitime önem verildi. Yüksek düzeyli çeşitli meslek okulları açıldı, eskileri genişletildi. Bunların amacı, gittikçe genişleyen ve teknikleşen kamu işlerinin yürütülmesinde çalışacak, nitelikli uzman-memurları yetiştirmek-
(146) Bkz: Şark Meselesi Işığı Altında İkinci Abdülhamid’in Doğu-Anadolu Politikası. İstanbul, 1983.
F. 12 ti. Ayrıca, gerek bu okullara adam yetiştirmek, gerekse toplumun genel eğitim düzeyini yükseltmek ve kurulu düzene uygun bir biçimde şartlanmasını sağlamak üzere ilk ve orta öğretime de önem verildi.
Eğitim alanındaki gelişmelere koşut olarak, basılan kitap, dergi ve gazete sayısı, daha önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak denli artış gösterdi. Gerçi uygulanan yoğun sansür yüzünden yayınlar derin fikir tartışmalarına yer vermiyordu. Yine de bu yayın faaliyeti okuma alışkanlığının yayılmasına hizmet etti ve sınırlı bir çerçeve içinde de kalsa çağdaş bâzı gelişmeleri tanıttı» (147).
Sâmiha Ayverdi ise : «Padişah: «Meclis’i kapattık; fakat mektepleri açacağız» demiştir. Bu sözü ile de, irfansız ve bilgisiz hürriyetin kıymetli olmadığını, ancak cemiyetin fikir seviyesini yükselttikten sonra kütleyi, şuuruna vardığı bir hürriyete kavuşturmanın doğru olduğuna inandırmak istemiştir. Nitekim saltanatı boyunca, durmaksızın açtığı ilim ve irfan müesseseleri, memlekette kültür dâvâsına ne ölçüde ehemmiyet verdiğinin delilidir» diyerek açılan kültür yuvalarını saymakta ve ilâve etmektedir : «bilhassa kaliteli hoca ve seviyeli talebe siyasetine verdiği ehemmiyet, İkinci Sultan Hamid’in unutulmaz muvaffakiyetleri arasındadır» (148).
Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa da hâtırâtında, Pâdişâhın, Mekteb-i Mülkiyye mezunlarına «bir kıymet-i mahsusa verdiğini», her sene tevzi-i mükâfat merasimine saraydan bir Müşir ile bir Mâbeyn kâtibini göndererek, mektep mezunlarını saat gibi hediyelerle teşvik ettiğini», «hat-
Bkz: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi. 1. fasikül. İstanbul, 1983.
Bkz: Türk Tarihinde Osmanlı Asırları. Cild: 3. İstanbul, 1981.
tâ mekâtib-i âliyyeden birinci ve ikincilikle mezun olanlara verilmek üzere ihdas etmiş olduğu altın ve gümüş maarif madalyasını ilk önce Mekteb-i Mülkiyye mezunlarına verdiğini kayıtla ilâve ediyor :
«— Kaymakam ve Mutasarrıf intihabına dair Babıâli’ den gelen istizân tezkerelerine intihab olunan kimselerin tercüme-i-hal varakalarını rabtetmek usuldendi. Bir gün huzur-ı hümâyûnda böyle bir istizân tezkeresi okuyordum. İnhâ olunan zatın Mekteb-i Mülkiyye’den mezun olmadığı tercüme-i-hal varakasından anlaşılmıştı. Sultan Hamid tezkereyi reddetti ve salonda bulunan bir masayı göstererek şu sözleri söyledi: «Mekteb-i Mülkiyye’nin nizâmnâmesini ben bu masa üzerinde dikte ettirerek Sait Paşa’ya yazdırmıştım. Bu mektepten çıkanları daima teşvik ederim. Mülkiyye mezunlarının terakki etmelerini isterim. Eskiden Kaymakamlıklara ağalardan tayin olunurdu. Şimdi ise bu işlerde Mülkiyye mezunlan bulunuyor»
.
Mekteb-i Mülkiyye’nin Abdülhamid Hân’ın iltifatına mazhar olmuş kültür müesseselerinden biri olduğu gerçeğine Ahmed Reşid Rey de temas etmekte ve «Memleketi cehl içinde boğmak isteyen bir adam, ne böyle bir mektep tesis eder, ne de — faraza yanılıp tesis etse bile — tedrisatın muvaffakiyeti için mütemadiyen bu derece itina ederdi» deyip, Mekteb-i Mülkiyye’nin daha sonraki yıllarda ne hale geldiğinden bahisle şunları yazmaktadır :
«Meşrutiyet ilân olundu, sonra Sultan Hamid de hal’ edildi. Gazetelerde ıslahat-ı umumiyye ve bu meyanda maarifin terakkisi için sütun sütun yazılar yazıldı; her zaman olduğu gibi, «şöyle olacak, böyle yapılacak; oluyor,
(149) Bkz; Tahsin Paşa, a.g.e.
Sultan İkinci Abdülhamid'in millî eğitime hizmeti
büyüktür.
yapılıyor» yolunda bol bol va’dler sarfedildi. Hattâ, «oldu, yapıldı» denildiği de işitildi. Lâkin, Meşrutiyeti kazandığımızın üçüncü veya dördüncü senesinde bir gün, o sırada Maarif Nâzın olan Abdurrahman Şeref Efendi’ye, Mekteb-i Mülkiyye’nin ne halde olduğunu bilmünasebe sordum. «Sizin talebeliğiniz zamanındaki hali şöyle bir tarafa bırakalım, mektebi Haşim Paşa’nın Maarif Nâzırlığı esnasındaki mertebesine yükseltmek için belki yirmi sene çalışmak lâzım» dedi. Maaarifin terakkisine mâni gibi gösterilen Pâdişâh zail olduğu halde, memnu avdet etmemiş, bil’akis daha ziyade uzaklaşmış demekti!..» (150).
SULTAN HAMİD’İN TÜRKÇECİLİĞİ.
Sultan İkinci Abdülhamid’in millî eğitime hizmeti mevzuunda üç gerçek daha nakledeceğiz. Bu üç gerçekten ilkini Nihad Sami Banarlı’dan okuyalım. Bu zat «Sultan Hamid’in Türkçeciliği» başlığı altında diyor ki:
«—Sultan Abdülhamid’in Türkçeciliği hakkındaki ilk mühim vesikayı merhum Prof. Fuad Köprülü neşr etmişti. Fuad Köprülüye Bursalı Tahir Bey’in verdiği bu vesika. 7 Mayıs 1310 (18 Mayıs 1894) tarihlidir. O zaman Manastır İdadisine gönderilmiş bir tamim mahiyetindeki bu vesikanın, şüphesiz diğer bütün idadilere de gönderilmiş olması lâzım gelir. Yine bu tamimin Sultan Abdülhamid’ in re’yi, tasvibi, hattâ emriyle gönderilmiş olması icab eder. Fuad Bey, bu vesikayı neşrederken ihtiyatlı davranarak, «Benim bildiğime göre, Maarif hayatında bu hususta yapılmış ilk resmî teşebbüs budur. Tarihi ehemmiyetine mebni bu vesikayı aynen burada naklediyorum» demiştir.
Bkz: Ahmed Reşid Rey. a.g.e.
Biz, işte burada, bu tamimin, Sultan Abdülhamid’in emri ve tasvibiyle gönderildiğini ve lisanın daha çok Türkçeleşmesi hususunda ısrar edildiğini meydana çıkaran, ikinci bir vesika neşredeceğiz. Fakat mevzuumuzu bütünlemesi ve aydınlatması bakımından önce birinci tamimi buraya, lisanını sadeleştirerek naklediyoruz.»
Vesikayı nakleden Banarh devamla diyor ki:
«— Görülüyor ki, Sultan Abdülhamid saltanatının on sekiz senelik tecrübesinden sonra çıkarılan bu tamimdeki dil anlayışı, çok şuurlu ve millîdir. Tamimde öteden beri dilimizde yabancı kalmış Arabî ve Fârisî kelimelerle, Türkçeye yeniden sokulmaya çalışılan bu türlü alışılmamış sözlerin, bilhassa mekteplerimizde kullanılmaması tavsiye ediliyor. Bunların yerine, aynı sözlerin halk dilinde yaşayan Türkçe karşılıklarının konulması isteniyor.
Anlaşılıyor ki, bu tedbir, mekteplerimizde okuyan Türk çocuklarının kısa zamanda okuduklarını anlar hale gelmeleri maksadıyledir.
Bilindiği gibi, Sultan Abdülhamid, bizzat açtığı Meclis-i Mes’ûsân’daki Türk mensublarmın İlmî ve fikrî kifayetsizliklerinden doğacak tehlikeyi sezmiş, bu Meclis’i kapatmış ve derhal geniş ölçüde maarif faaliyetine girişerek. Türkiye’de çok sayıda orta ve yüksek dereceli, kaliteli mektepler açtırmıştı. Bu faaliyetinin tek gayesi, mekteplerden tam manâsıyle münevver mezunlar yetiştirerek, memleketi onlar vasıtasıyle uyandırıp kurtarmak olabilirdi:
Nitekim Sultan Hamid, bu gayeye varmak için, her şeyden önce Türkçenin ıslahı gerektiğini düşünmüş ve yukarıdaki tamiminin arkasından daha da ileri giderek Türk tarihinde ilk defa, halk dilinde yaşayan Türkçe kelimelerin, resmî kanallar vasıtasıyle toplanmasını emretmiştir.
Bu tebliğin sureti elimizde yoktur. Fakat verilen emrin ne netice alındığını soruşturan bir istifsar (sorup anlama) tezkeresine zamanın Maarif Nâzın Zühdü Paşa’nın verdiği cevabın müsveddesi, şimdi elimizdedir. Vesikada söylenen sözler şunlardır:»
24 Eylül 1310 (6 Ekim 1894) tarihli vesikayı nakleden Nihad Sami Banarlı, bu vesikadaki gerçekleri şöyle sıralıyor:
«Birinci vesika gibi, sadeleştirerek yazmaya lüzum görmediğimiz bu ikinci vesikadan anlaşılacak hakikatlar şöyledir:
Sultan Abdülhamid zamanında ve 1894’den önce Türkiye’de rüşdiyye ve idadi hocalarına, dilimize yabancı kalmış Arabi ve Farisî kelimelerin yerine konulmak üzere halk dilinde yaşayan Türkçe kelimeleri toplama vazifesi verilmiştir.
Daha mühim olarak Sultan Abdülhamid, dil işinin ancak ilim cemiyetleri kurulmak suretiyle yürütülebileceğini şuurla idrak ederek, dilin ıslahı hususunda evvelce teşekkül etmiş bir cemiyetin nasıl kurulduğu ve ne iş gördüğü hakkında devrin Maarif Nezâreti’nden malûmat istemiştir. ’
1894’de halk dilinde yaşayan kelimeleri toplama işi ile, Anadolu’da bulunan orta ve lise seviyesindeki mektep muallimlerinin vazifelendirilmesi için BabIâli’den Maarif Nezâreti’ne gönderilen tezkereye Nezâret, bütün teşkilâtına, hiç bir program, hattâ hiç bir söz ilâve etmeksizin bu tezkereyi tamimle iktifa etmiştir.
Belki de bu yüzden olacak ki, aradan iki ay geçtiği halde hiçbir vilâyetten, hiç bir vazifeli, bu mühim vazifeyi benimseyip Nezârete herhangi bir cevap göndermemiştir.
Çünkü zamamıi Maarif Nâzırı Zühdü Paşa’ya göre esasen maarifperver bir hükümdar olan Sultan Abdülhamid devrinde Türk dili kendiliğinden mükemmelleşmeğe başlamış olup, bunun için bir takım yüksek cemiyetler kurmağa lüzum yoktur (!).
Görülüyor ki, son asırlar Osmanlı hükümdarlarının bir ıslahat talihsizliği daha, bu mevzuda tekerrür etmiştir: Sultan Abdülhamid’in geniş çapta, millî ve şuurlu bir dil ıslahına, devrin mektep hocalarından. Maarif Nâzın’na kadar hiç kimse ciddî şekilde sarılmamış ve bu güzel teşebbüs BabIâli’nin ısrarlı tamimlerine rağmen bu yüzden akîm kalmıştır.
Sultan Abdülhamid’in,bu çok millî ve vatanperver teşebbüsüne lâyık olduğu ehemmiyeti vermeyen Maarif Nâzın Zühdü Paşa, maalesef, kendi yazısı ve kendi imzasıyle, kendisi hakkında çok menfi bir rapor bırakmış bulunuyor. Dilin sadeleşmesi için bir hükümdar tarafından girişilen ve devrin Sadrâzamı tarafından ısrarla desteklenen bir teşebbüse, hem de bir Maarif Nâzırının gereken ehemmiyeti vermemesi, çok acı ve basiretsiz bir harekettir.
O kadar ki, o devirde, Türkiye’de ilim henüz çok ciddi iken girişilen bu teşebbüs eğer bir dil ıslahı hareketi haline gelebilseydi, Türkçemiz bugünkü buhrandan bu ölçüçüde zararlı çıkmayacaktı» (151).
Nihad Sami Banarlı’nın bu mühim makalesini nakilden sonra, bir hususu daha belirtelim: Midhat Paşa, 1876 yılında hazırlanan Kanun-u Esâsi’ye (Anayasa’ya), İmparatorluk dahilindeki milletlerin resmen kendi dilleriyle konuşabilmeleri hakkında bir madde koydurmuşsa da, Sultan Hamid buna kat’iyyen müsaade etmemiş ve o maddeyi
Bkz: Hayat Tarih Mecmuası. Aralık 1967 nüshası.
Anayasa metninden çıkartıp atarak resmî dilin Türkçe olduğunu Anayasa teminatı altına almıştır!. Dil mevzuunda Sultan Hamid’in bir gayreti daha vardır, onu da kaydedelim: İran hükümeti 1900 yıllarında Azerbaycan’daki Türk mekteplerinde Türkçe tedrisatı yasak etmişti. Bu Türkçe yasağının devam ettiği günlerde İran Şahı Muzaffereddin resmî ziyaretle İstanbul’a gelmiş, bu ziyaretten faydalanan Sultan Hamid, Azerbaycan’daki Türkçe yasağının kaldırılması, Türk mekteplerinde Türkçe tedrisat yapılması hususunda İran Şahını ikna etmiş ve Muzaffereddin Şah daha memleketine dönmeden İran Maarif Nezâretine çektiği telgrafla Türkçe yasağının kaldırılmasını emretmiş, böylece Azerbaycan’da Türkçe tedrisat Sultan Hamid’in gayretiyle te’min edilmiştir (152).
SULTAN HAMİD’İN WASHİNGTON KONGRE KÜTÜPHANESİNE HEDİYESİ
Sultan İkinci Abdülhamid’in 1893'de Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphânesine gönderdiği otuz altı adet albüm, Pâdişâhın şahsiyyetini tesbit bakımından mühimdir. Sultan Hamid’in millî eğitime yaptığı hizmet mevzuunda nakledeceğimiz ikinci gerçek budur. Sara Korle yazıyor :
«— Washington’a gittiğim zaman Kongre Kütüphânesi’nin Yakın ve Uzakdoğu bölümünün idarecilerinden biri olan Bodurgil’le görüştüm. İstanbul’daki Robert Koleji’nden mezun olan Bodurgil, on yıl evvel Amerika’ya gelmiş ve Kongre Kütüphânesi’nde çalışmaya başlamış. Bay Bodurgil bana yeni yeni ufuklar açtı. Beraberce kütüphaneyi
Muzaffereddin Şahın telgrafı, 29 Teşrinievvel Ekim 1900 Pazartesi günkü İstanbul gazetelerinde yayınlanmıştır.
gezdik. Türkiye’ye aid zengin koleksiyonları gördük. Türkçe eserler bakımından hakikaten zengin olan bölümden bahsetmeden evvel Millî Kongre Kütüphanesi’ni anlatmak isterim.
İlk kütüphane 1800 yılında Washington’da Kongre binasında kurulmuştu. 1897 yılında, kütüphane, o zaman arazisi ile yedi milyon dolara mal olan bir binaya taşınmıştır. 1939 yılında da dokuz milyon dolara mal olan beş katlı ek bir bina yapılmıştır. Kütüphane, Kongre ve hükümet üyelerinin yanısıra halka da açıktır. Muazzam bir basılı kitap, elyazması, nota, harita ve mikrofilim koleksiyonuna sahip olan ve içerisinde dünyanın her yanından toplama eserler bulunan kütüphanede konferanslar, konserler verilir.
Bu kütüphanenin Türkiye’ye aid bölümünde eski veya yeni, kayda değer bütün önemli eserler, gündelik gazetelerin bazıları, hattâ Resmi Gazete bile mevcuttur. Bunların çoğu mikrofilim üzerine tesbit edilmiştir. En kıymetli ve en eski eserler, daima belirli bîr ısıda tutulan özel hava tertibatlı odalarda muhafaza edilmektedir.
Kütüphanede en ilgi çeken koleksiyonlardan biri de, kırmızı deri kaplı, üzerleri altın yaldız kakmalı otuz altı tane albüm. Bu büyük boy albümlerin her birinin kapaklarında bir tarafında İkinci Abdülhamid’in tuğrası ve «EsSultân İbni’s-Sultâni’s-Sultan El-Gaazi Abdülhamid Hân-ı Sânı Hazretlerinin taraf-ı eşref-i mülûkânelerinden, Memâlik-i Müctema-i Amerika Kütüphâne-i Millîsi’ne ihdâ buyurulmuşlar. 1310» yazılıdır.
Albümlerin öbür kapağında ise, Osmanlı arması ve aynı yazının İngilizceye tercümesi vardır. Tarih olarak da 1310’un karşılığı 1893 yazılıdır. Bütün bunlar altın kakmalıdır.
Sultan Hamid’in Amerikan Kongre Kütüphanesi'ne hediye ettiği albümlerden birinin kapağının bir yüzü.
Bu albümler, Osmanlı İmparatorluğu’nun «hasta adam» diye isimlendirildiği ve çeşitli aleyhte propagandaların yapıldığı bir zamanda Sultan Hamid’in emri ile hazırlanmış, Türkiye’deki eğitim, sağlık, sanat, askerlik ve diğer çeşitli alanlarda yapılanlar fotoğraflarla tesbit edilmiştir. Basın ateşeliği, turizm temsilcilikleri henüz kurulmamış olduğu için Türkiye’de olup bitenleri dışarıya anlatmak üzere bu usule başvurulmuştur.
Albümlerin her birinde yirmi ilâ kırk arası büyük boyda fotoğraflar mevcuttur. Resimleri, o zamanın ünlü
fotoğrafçılarından Abdullah Kardeşler ve Febüs, birkaç tanesini de Kurmay Albay Ali Rıza Bey çekmiştir.
Albümlerde Harbiye Mektebi, Galatasaray Lisesi, Topkapı Sarayı, sûrlar, çeşitli büyük camilerimizin dış ve iç resimleri, hattâ plânları, büyük şehirlerden manzaralar, Tersâne, Donanma ve kışlalar vardır.
Bunların yanında, o zaman imparatorluğun birer parçası olan Halep, Beyrut, Şam, Rodos, Manastır’daki ilk ve ortaokullar, hastaneler, garnizonlar ve diğer çeşitli manzaralar da tesbit edilmiş.
Sultan Hamid’in Amerikan Kongre Kütüphanesi ne
hediye ettiği albümlerin diğer yüzündeki İngilizce yazı.
Bin iki yüz’den fazla fotoğrafın bulunduğu bu albümlerde, binalarıyla, sokaklarıyla, kıyafetleriyle hattâ gelenekleriyle yakın tarihimiz canlanmaktadır.
Öğrendiğime göre, Türkiye tarihini tetkik eden kimseler için bu, baha biçilmez bir menbadır, pek çok profesör ve öğrenci bundan istifade etmektedir» (153).
' TIP İLMİNE HİZMETİ
Sultan İkinci Abdülhamid’in millî eğitime hizmeti mevzuunda nakledeceğimiz üçüncü gerçek, sağlıkla, sıhhatle ilgili olup. Tıp ilmine ne derece ehemmiyet verdiğine dairdir. Dr. Osman Şevki Uludağ yazıyor:
«— Kolera yine Mısır’dan atlayarak İzmir’de yayılmıştı. Oradan memleketin başka taraflarına ve İstanbul’a bulaşmıştı. İstanbul doktorları arasında kolerayı tanıyanlar çoktu. Ancak, sarayda bulunan doktorlar kolera bahsinde ikiye ayrılmıştı. Bunlardan bir kısmı, hastalığın kolera olmadığını Padişaha söylüyordu. Saray mensubu doktorlar arasında «mikropsa inanmıyanlar vardı. Bunlar Padişaha yakın bulunmalarından istifade ederek fikirlerini 'ayıyorlardı ve bu yüzden mücadele tedbirleri alınamıyordu.
Bizzat Pâdişâh Abdülhamid, sarayın çeşme ve musluklarından aldığı sularla muhtelif şişeleri doldurarak ayrı ay-ı kimyagerlere gönderiyordu. Aldığı raporları karşılaştırınca muhtelif ayrılıklar görüyordu. Bütün bunlar onun vehmini artırdıkça artırıyordu. Bir taraftan hekimlerin birbirini tutmayan sözleri, bir taraftan ölümlerin artışı
Bkz: Hayat Tarih Mecmuası. Haziran 1970 nüshası.
Sultan Hamid’i pek sinirlendirmişti. Padişaha en yakın bulunan hekimler sadece onun vehmini gidermek için sözler söylüyorlardı.
Celâl Muhtar (Özden), o vakit hastalığın kolera olduğunu celâdetle söyleyen ve bu hususta en ileri giden bir zattır. Bu zât, dâvâsı tahakkuk etmediği takdirde her türlü fedakârlığa razı olduğunu söylerken, sarayda ona dudak bükenler vardı.
Pâdişâh, birbirine aykırı olan hekim fikirleri arasında şaşırmış olmakla beraber, Celâl Muhtar’ın iddiasına kıymet verdi ve işi ecnebi mütehassıslara bırakmayı kararlaştırdı. Pastör’le muhabereye geçti, ondan yardım istedi. Daha evvel Pastör Müessesesinin kurulması için on bin altın gönderen Türkiye, Pastör tarafından seviliyordu. Pâdişâh da, ona ayrıca birinci rütbeden murassa Osmanî nişanı göndermişti. Pastör, Pâdişâhın müracaatı üzerine kendi adamlarından en değerlisi olan Şantimes’i İstanbul’a gönderdi ve onun sayesinde hastalığın kolera olduğunu öğrenince tavsiyelerini tatbik etti. Az zamanda kolera mağlup oldu.
Abdülhamid sıhhat meselelerinde bu memlekete çok büyük hizmet etmiştir. Baş düşmanları arasında Tıbbiyeliler bulunmakla beraber, o, Tıbbiye’ye hizmet etmekten geri durmamıştır. Abdülhamid, eline geçirdiği Şantimes’i iltifatlara boğmuştur. Ona hediyeler, ihsanlar vermiştir. Hattâ ona Bâlâ rütbesi bile tevcih etmiştir.
Pâdişâh Abdülhamid, ortaklıkta kolera hafifleyince, artık işlerin yoluna girdiğini gören Şantimes'e daha çok vaadlerde bulunarak Türkiye'de kalmasını istemiş, fakat o, Paris’de yapacağı işler olduğundan bahsederek dönmekte ısrar etmiştir. Bunun üzerine Pâdişâh yine bizzat Pastör’e müracaat ederek Şantimes’i Türkiye’ye vermesini istemiş, Pastör’den de, onu kendisinden istememesini, sağ kolundan mahrum edilmemesini rica ederek, Türkiye için onun kadar faydalı olabilecek bir hekim seçip göndereceği vaadini alınca, artık ısrardan vazgeçmiştir. Meşhur Nikol’ ün Türkiye’ye gelip yerleşmesi ve uzun müddet çalışması bu hâdisenin eseridir ki, Türkiye, bakteriyoloji ilmini ona borçludur» (154).
Sultan Hamid’in millî eğitime hizmet bahsini onun hâtırâtından alacağımız birkaç satırla tamamlayalım. Diyor ki, Sultan İkinci Abdülhamid :
«—Ah!. Beni edebiyata düşman zan ve böyle ilân ederlerdi! Hayır!. Ben edebiyatın değil, edepsizliğin ve edebsizlerin düşmanı idim.
Ziya Bey’i (Paşa’yı) vezâretle İstanbul’dan teb’id etmeğe beni şevketmiş olan kuvvet, efkâr-ı umumiyye değil; onun ilm ü fazlına hürmetim idi.
Ben edebiyata düşman olsaydım Kemal Bey’e (Namık Kemal’e), vefatı gününe kadar kesemden maaş vermez ve oğlunu (Ali Ekrem) hizmetime almazdım. Ben edebiyata düşman olsaydım, Ekrem ve Ebüziyya Beylerin o kadar cevr ü nazını çekmezdim. Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hâmid Bey’i dolgun maaşlarla terfih ettikten başka, arasıra borçlarını da vermek gibi hayırhahlıklarda bulunmazdım (155). Ben edebiyata ve fen-ni tarihe düş-
Bkz: Vakit Gazetesi 1 Kasım 1947 tarihli sayısı.
Namık Kemal'in Hazine-i Hassa’dan, yâni, Pâdişah’tan ayda elli altın aldığı ve oğlu Ali Ekrem’in Mâbeyn kâtipliğine getirilmesi dolayısiyle Sultan Hamid’e çektiği teşekkür telgrafı ile Şair-i-a’zam Abdülhak Hâmid’in Pâdişâh’ tan «sadaka-i seniyye istirhamı», yâni, para istediği ve Ebüzziya Tevfik Bey’in Bakırköyü’nde yaptırdığı köşkün yanındaki arsanın Hazine-i Hassa, yâni, Pâdişah’ın parasıyle alınıvermesi, aynca köşkün ihtiyaçları için para istediğine dair mektupları «Tarih Dünyası» dergisinin Nisan 1950 nüshasında yayınlanmıştır. M. M.
Sultan İkinci Abdülhamid, saltanatı boyunca yaptırıp hizmete açtığı çeşitli kültür müesseseler! yanışım, Hicaz demiryolundan başka Anadolu ve Rumeli demiryollarının büyük bir kısmını tamamlamış, geniş bir şose şebekesi döşetmiş, telgraf hatlan genişletilmiş, rıhtımlar yapılmış, bu arada BOĞAZ KÖPRÜSÜ inşâsını düşünüp plân ve projesini hazırlatmış, ancak tahttan indirilmesiyle bu proje tatbik edilememiştir!. Yukarıda Sultan Hamid’in yaptırmayı düşündüğü Boğaz Köprüsünün resmi görülüyor
man olsaydım bir aralık tac ü tahtımla da uğraşmak istemiş olan Murad Bey’in (Mizancı Murad) ın her münasebetsizliğine katlanarak, saltanatımın son demine kadar tam maaşla hizmet-i devlette kalmasına kail olmazdım. Hayır!. Tekrar ederim ki, ben üdebânm hakikî müşfik bir dostu idim. Eğer onlara düşman olsaydım, benim de sokak ortalarında edib ve muharrir öldürecek adamlarım yok değildi» (156).
ORDU
Sultan îkinci Abdülhamid’in orduyu ve bilhassa donanmayı çok ihmal ettiği yazılıp söylenirse de, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, bu yazılıp söylenenlerin aksini iddia ile: «Mekteb-i Harbiye’ye Almanya’dan muktedir muallimler getirildiği gibi, tevsi-i malûmat için Almanya’ya genç zabitler gönderildi. Yeni silâhlar alındı. Bu suretle kuvve-i berriyenin (Kara kuvvetlerinin) tanzim ve terakkisine itina edildi» der (157). İsmail Hami Danişmend’e göre ise : «Sultan Hamid’in askerî ıslahatı çok mühimdir. Bunun için Almanya’dan muallimlerle mütehassıslar getirtmiş, Alman ordusunda tecrübe görmek veyahut ikmâl-i tahsil etmek üzere zabitler göndermiş, askerî Rüşdiyyeler ve Îdâdîler açtırmış ve Türk ordusunu yeni silâhlarla teçhiz etmiştir» (158). Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu da aynı mevzua temasla «Hünkârın bu alandaki gayreti»ni şöyle sıralalamaktadır: «Bir milyonluk bir insan kuvvetini temsil eden yedi ordunun bakımı, Harbiye’de Kurmay sı-
Bkz: Abdülhamid’in Hatıra Defteri. İstanbul. 1960.
Bkz: İbnülemin Mahmud Kemal İnal, a.g.e.
Bkz: İsmail Hami Danişmend, a.g.e. nıfının ihdası, ordunun mükerrer ateşli mavzer tüfekleriyle teçhizi, hep bu devrin eseridir. Hattâ, büyük borçlara ve bütçe 'açığına rağmen, yüz yirmi bin tonilatoya yakın yüz küsur parçalık zırhlı veya ahşab büyük bir donanmanın muhafazasına ve dokuz harb limanının bakımına çalışmak, askerî dikimevleri, feshâneler, tophaneler, tersaneler gibi tesisler kurmak, birçok şehirlerde kışlalar yaptırmak Hünkârın bu alandaki gayretinin birer parçasıdır» (159).
«Pâdişâhın orduya olan hizmeti de çok dikkate şayandır. Almanya’dan getirttiği mütehassıs hocalar nezaretinde yetişen zabitler ve Avrupa’ya gönderdiği talebe, açtırdığı Askerî Rüşdiye’lerle garb tekniği üzere tensik ve ikmal edilmiş bir ordunun hazırlanmasına bilhassa ehemmiyet vermiştir» diyen Sâmiha Ayverdi, hakkında çok söz edilen donanmadan bahisle şunları yazıyor: «Pâdişâhın affedilmez ve te’vil götürmez günahlarından biri olarak, o günden bugüne intikal eden kararlarından biri, donanmayı toptan ve mühimmattan tecrit ederek Haliç’e çekip işe yaramaz hâle getirmiş olmasıdır.
Gerçekten de hâdise, dış yüzü ile bir millî fâcia manzarası arzeder. Acabâ bu kararın bir iç yüzü de var mıdır?. Böyle bir ihtimalin üstünde durmak, varsa, Pâdişâhın günahını temizlemez. Ama yoksa, bir tarihî gerçek üstüne soru işareti çekebilir.
Tarih, böyle bir suali de sormak zorundadır. Zira İkinci Sultan Abdülhamid gibi, memleketin üstüne titreyen bir hükümdarın, görünüşte hatânın ta kendisi olan bu türlü bir karara gitmiş olmasını, keyfî ve şahsî bir sebeple bağlamakta elbette titiz davranmak mecburiyetindedir.
Bkz; Bkz: Tercüman gazetesi. 7 Nisan 1968 sayısı.
ordunun iki ünlü siması
Edhem Paşa
Söylendiği gibi, Sultan Abdülaziz’in hal’i hâdisesini deniz kuvvetlerinin desteklemiş olması mı, Pâdişâhı donanmayı fedâ etmeğe sevketmişti?. Sultan İkinci Abdülhamid, amcasına revâ görülen muameleden, bir ferd olarak, teessür duymuş olsa dahi, devletin mes’ul ve mutlak idarecisi olarak, bu türlü bir karara gitmeğe asla haklı sayılamazdı. Şu halde, bu noktada da son sözü tarihe bırakmak yerinde olur» (160).
Sultan Hamid’in donanma hakkındaki görüşünü nakletmeden evvel, askerî ıslahat mevzuunda Atsız’m yazdıklarını da okuyalım :
«— Osmanlı ordusunu o zamanın en mükemmel silahlanyle, meselâ mavzer tüfekleriyle silâhlandırdı. Denizci devletlerin ve Rusların denizden yapmaları melhuz taarruzlarına karşı İstanbul ve Çanakkale Boğazlarım tahkim etti. Mükemmel Kurmaylar yetiştirdi. Sultan Aziz’in Ruslarla çarpışıp Kırım’ı kurtarmak için hazırladığı donanma, denizcilik tekniğinin gelişmesi karşısmda değerini kaybetmişti. Sekiz on mil giden gemilerle artık iş görülemezdi. Bunları kadro dışı ederek iki zırhlı ile iki kruvazör aldı» (161).
«İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile bâzı kalelerin tahkim edildiği ve 1915’de Çanakkale’nin Sultan Hamid devri istihkâmları sayesinde kendini savunabildiği» gerçeğini Yılmaz Öztuna da yazmakta ve donanmanın durumunu şöyle anlatmaktadır:
«— Donanma, Sultan Aziz tahttan indirildiğinde, yeryüzünde üçüncü idi. Hattâ ikinci sayılan Fransız donanma-
Bkz: Türk Tarihinde Osmanlı Asırları. Cild: 3. İstanbul, 1981.
Bkz: Türk Ülküsü, 1958. sından da daha yeniydi. 93 mağlubiyetinden sonra, devlet çok ağır tazminat da yüklendiği için, böyle bir donanmayı, daima yenileyerek seviyesini muhafaza etmek, artık Türkiye için imkânsızdı. İngilizler ve Almanya’nın bu uğurda milyarlar harcadıkları bir devirde Türkiye’nin aynı şeyi yapması, ancak çılgınlık olabilir ve Sultan Aziz’inki gibi, devletin malî iflâsı ile neticelenirdi. Bununla beraber Sultan Hamid, yeni kruvazörler (Hamidiye, Mecidiye v.s.) aldığı gibi, hattâ iki denizaltı da satın aldı. Bahriye mekteplerinin, devrinde daha geliştiği de inkâr edilemez» ((162).
Sultan Abdülhamid ise, donanmanın durumundan bahisle: «Bu muharebe (93 Harbi), donanmanın sayı üstünlüğüne rağmen bir iş göremediğini de ayrıca ortaya koymuştur. Çünkü bizim gemilerimizin hemen hepsinde İngiliz çarkçıbaşıları vardı. Bu, donanma İngilizlerin elindeydi demektir. Bu çarkçıbaşıların bâzılarını savaşın başında değiştirmek istediğimiz zaman, İngiltere Elçisi saraya koşmuş ve bu teşebbüsün İngiltere’ye itimadımız olmadığı biçimde yorumlanacağım açıkça söylemekten çekinmemiştir. Öyleyse, bir donanmamız yok demekti. Çünkü bu donanma, hem Fransızlarla İngilizleri bize düşman ediyor, hem savaşta bir işe yaramıyordu. Faydası olmayan, fakat mazarratı olan bir şeyi muhafaza etmek akim icabı dışındadır. Donanmayı Haliç’e çektirdim ve böylece Fransız ve İngilizlere, Akdeniz’de kendileri ile boy ölçüşmeye niyetimiz olmadığını anlatmış oldum. Gerçekten bu tedbir uzun süre İngilizleri ve Fransızları bizimle uğraşmaktan uzak tutmuştur.
Buna karşılık ordunun yeni silâhlarla donanmasına ve yeni harb sanatına uygun hazırlanmasına hız verdim,
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e. büyük bir asker olan Wander Goltz’u İstanbul’a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hâkim devletle bir olursam, ordularım onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde dövüştüğüm milletin harb oyunlarını çok iyi bilen bir ordum olacaktı» diyor ve ilâve ediyor: «Abdülaziz Hân’ın tahttan indirilmesinde donanma işe karıştı da, onun için Abdülhamid donanmayı battal etti derler, yalandır. Ben bir Pâdişâhın iki parça gemi ile tahttan düşmeyeceğini herkesten fazla bilirim. Biraderim Murad’ı tahttan indirdikleri zaman ortada gemi mi vardı, top mu?. Bu cehaleti bana yakıştıranlar, sadece kendi cehaletlerini ortaya koymuş olurlar» (163).
Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu ise Sultan Hamid’ in ordu politikasına temasla diyor ki: «Ordu politikasında Abdülhamid gayet realistti. Silâhlı kuvvetlerin sadakatine körükörüne güvenmiyordu. Silahlı kuvvetlerin nabzını devamlı surette tutuyor, en ufak bir heyecanı önlüyor, normal hararetin yükselmesine imkân bırakmıyordu. Ne bir kışla koğuşu, ne bir karakol, ne bir bölük, günün ve gecenin herhangi bir saatinde «Yıldız» kontrolü dışında kalabiliyordu. Payitahtı ve sarayı ise yalnız İkinci Fırka’ya emanet etmekteydi.
Kadro ve ateş kudreti bakımından diğer fırkalardan (tümenlerden) çok üstün olan İkinci Fırka’nm kuruluşu da pek ince hesaplara dayanıyordu: İkinci Tümen bir millî bütün değildi. İmparatorluğun şu beş çeşit Müslüman kavminden kurulmuştu: Türk, Kürt, Arnavut, Çerkeş, Arap!.
Subayları da ayrı ayrı kanlardandı. Böylelikle tümenin bütün kadrosu ile herhangi bir «sadakatsizliğe» kalkışması önleniyordu» (164).
Bkz: Abdülhamid’in Hatıra Defteri. İstanbul, 1975
Bkz: Ordu ve Politika. İstanbul, 1967.
MÜSRİF DEĞİLDİ.
Sultan İkinci Abdülhamid tahttan indirilirken alınan fetvâda ileride görüleceği gibi nice yalan ve iftira yanısıra Pâdişâhın «israfı» ndan söz edilmiş ve bu sözde israf, adı «Pinti Hamid» e çıkacak derecede tasarrufa riayet eden tedbir sahibi bu hükümdarın al aşağı edilmesi sebeplerinden biri olmuştur!. Oysa, Sultan Hamid’in gerek Hazîneyi, gerek şahsî servetini idarede gösterdiği hassasiyyet mühimdir ve pek çok kimse bu mühim mevzuu işlemiştir. Meselâ, İsmail Hami Danişmend şunları yazar :
«— Müsriflikleriyle meşhur olan amcası Sultan Aziz’ le ağabeyisi Sultan Murad’ın ve diğer kardeşlerinin aksine olarak Sultan Hamid çok muktesid olmakla ma’ruftur. Şehzâdelik hayatı çiftliklerinin mahsulâtıyla ticaret yaparak, parasını işleterek, emlâkinin idaresiyle bizzat meşgul olarak ve hattâ gayet ihtiyatlı surette borsa oyunlarına bile iştirak ederek servet yapmakla geçmiştir; -kardeşlerine para ikrâz ettiğinden bile bahsedilir.İşte bundan dolayı Beşinci Murad’ın cülûsunda, bir milyon altından fazla borcu olduğu halde; Sultan Hamid tahta çıktığı zaman yalnız nakdî servetinin yüz bin altım aştığına aid rivayetler vardır. Saltanatı devrinde de daima idareli davranmış, Sultan Aziz gibi devlet hazînesine ikide bir el atmamış ve hattâ menafi-i umumiyyeye aid işlerde kendi kesesindan pek çok fedakârlıklarda bulunmuştur» (165).
Ahmed Reşid (Rey) ise: «Sultan Hamid, bâzı eslâfı gibi hazîneyi iz’ac ve ta’ciz etmedi. Tab’an muktesid bir adam olduğu için esasen ihtiyacı mahduttu» der ve devamla :
«— Sultan Hamid, bir gün ikinci kâtip Kadri Efendi’ye yeis ve hiddetle yumruklarını sıkarak: «Hünkârdan
Bkz: İsmail Hami Danişmend. a.g.e. para alabilmek için üstüne top atmalı» dedirtecek kadar iktisada mail bir zattı. En büyük masrafı tahminimce, bütün dünya saraylarının en kalabalığı olan saraydaki adamları doyurmak için ihtiyar edilirdi. Yıldız Sarayı’nı teşkil eden müteferrik köşklerde hakikî ziynet ve ihtişamdan eser yoktu. Evlât ve akrabasının tarz-ı maişeti binnisbe zaruret denebilecek hale yakındı. Şehzâdeler irad ve akardan; sultanlar, evlendikleri zaman hediye olarak aldıkları mücevherat istisna edilince, her türlü servetten mahrum edilir. Nitekim son vâkıat da bunu fiilen isbat etti.
Öyle zannediyorum ki, Pâdişâh, «tahsisat-ı seniyye» denilen maaşiyle saltanata aid masrafını tesviyeye çalışır: Emlâk-i Hümâyûn varidatından da, her hafta harçlık olarak aldığı mebaliğden maadasını tasarruf ederdi. Emlâk-i Hümâyûn hesabı, Hazîne-i Hassa’dan her ay, «mazrufen» takdim edildiği için ne miktar tasarruf ettiğini bilmiyorum. Hal’inden sonra elinden alınan ve devlet hazînesine intikal etmiş olması lâzım gelen dört milyon lira, işte bu. Emlâk-i Hümâyûn hâsılatından otuz senede biriktirdiği bütün serveti olsa gerektir» (166) der.
Ahmed Reşid Bey’in yukarıda «en büyük masraf» diye kaydettiği saray sarfiyatına Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa da temas etmekte ve «Hâtırât»mda: «Abdülhamid’in cümlece malûm olan iktisatperverliği ile onun devr-i saltanatında bendegânına, bâzı hususî hizmet erbabına, jurnacılara mebzul atiyye ve ihsanlar dağıtmasını te’lif ederpiyenler zevahire kapılarak aldanırlar. Filhakika. Sultan Hamid, memleketi sıkı bir kontrol çemberi altında bulundurmak için ta Sarayın kapısından başlayarak her tarafta kuvvetli bir istihbar (haber alma) şebekesi vücude getirmiş ve bu şebekede çalışanları kesesinden birçok nimetlere
Bkz: Canlı Tarihler. Cildi 3. İstanbul, 1945. garketmişti. Ancak, bu atiyye ve ihsanların beyhude yere sarfolunmayıp bir maksadı istihsal için bezledildiği düşünülecek olursa, bunların israf mânâsına telâkki edilmesinin doğru olmayacağı, hizmet mukabili verilmiş ücret diye kabul etmek lâzım geleceği teslim olunur. Saltanatın, tac ve tahtın nihayet şahsın selâmetini te’min için sarfedilen bu paralar haricinde Sultan Hamid’in kendi hususi ve ailevi hayatında hiç bir israfı yoktu. Pâdişahlığı zamanında da muktesidane yaşar, her fırsatta iktisat ve intizamın faydalarım söyler, lüzumsuz sarfiyatın ve bilhassa borçlanmanın aleyhinde bulunurdu» diyor (167).
Yılmaz Öztuna aynı mevzua temasla: «Sultan Hamid, dış borçların en büyük kısmını ödemiştir. Şahsen ve daha şehzâdeliğinde çok tutumlu olması yüzünden, tahta çıktığı zaman bile büyük servet sahibiydi» derken (168); Semih Mümtaz da şunları yazar: «İsraf haramdır» diyerek hesabını bilmek de şiarından idi. Musahib Nadir Ağa’yı hemen her gün alış-verişe yollar, geldiğinde hesabları birer birer sorardı. Bu namuslu adama çok emniyeti olduğu halde bunu yapardı. Hele şunun bunun israf ettiği kulağına gittiği zaman «nankör budalalar derdi» (169).
Sedad Zeki Örs’e göre ise: «Abdülhamid, vakur, nazik, insaflı, mu’tekid, tedbirli ve temkinli bir insandır. Gerek devletinin mâliyesini, gerek şahsî servetini idarede gösterdiği muvaffakiyet büyüktür. Onun gösterdiği basiret ve tutumluluğu, Abdülaziz devrinin israflariyle mukayese edecek olursak, birbirine en ileri çapta aykırı iki örnek karşısında bulunmuş oluruz» (170).
Bkz: Tahsin Paşa, a.g.e.
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
Bkz.Canlı Tarihler. Cild: 4. İstanbul, 1946.
Bkz: Büyük Doğu Dergisi. 9 Ekim 1959 tarihli 32’ Jrçi sayısı.
«Abdülhamid, şehzâdeliğinde Maslak ve Kâğıthane’ deki arazisinde ziraat yapar, hayvan besler ve bunların ticaretiyle meşgul olurdu. Kendisi hesabını iyi biliyor, diğer biraderleri gibi sade maaşıyle iktifa etmiyor ve bilhassa israftan son derece çekiniyordu» diyen Halûk Y. Şehsuvaroğlu devamla diyor ki :
«— Kendisi şehzâdeliğinde yaptığı koyun ticaretinden ve ziraatten hususî hekimi Âtıf Hüseyin Bey’e şöyle bahsetmektedir: «Yüz bin kuruş maaşım vardı. Lâkin o zaman üç dört ayda bir maaş çıkar, onu da metelik para veya kaime (kağıt para) olarak verirlerdi. Âdeta on bin kuruş elime geçerdi. Fakat koyun ticareti yapardım. Maslak çiftliğinde ekin de ektirirdim, lâkin ondan fayda olmazdı. Asıl fayda, koyun ticaretindeydi. Senede beş altı yüz merinos koyun getirirdim.
Yavrularını, südünü, yapağısını değerlendirir; kısır olanları da kasaplara satardım. Ertesi sene başka sütlü koyunlar satın alırdım. Senede koyun başına bir lira bir mecidiye kâr bırakırdı. Çok kârlıdır. Üstübeç Venedik’ten gelir, boyacılar kullanır, ben daha ucuz satardım. Herkes benden alırdı. Ondan da çok istifade ederdim.
Cülûs bahşişini kendi paramdan verdim. Diğer şehzâdeler borç içindeydiler. Çünkü ticaret bilmezler, çalışıp kazanmazlardı. Kazanmak, iş yapmak da bir hünerdir»
.
Sultan Hamid’in cülûs bahşişini kendi kesesinden ödediği hususu Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın hâtırâtında da yer almıştır. Der ki, Başkâtibi «Şurası muhakkaktır ki, Sultan Hamid tahta çıktığında cülûs masrafı olarak sarfedilen altmış bin lirayı kendi kesesinden vermişti. Başka
(171) Bkz: Resimli Tarih Mecmuası. Ocak 1955 nüshası. şehzâdeler aldıkları maaşla ay sonunu getiremezken, Sultan Hamid’in ihtiyaç anında altmış bin lira tedarik edebilecek kadar bir servete malik olması, hep fikr-i iktisat ve intizam sayesindedir (172).
İkinci Abdülhamid’in müsrif olmadığı ve devletin borçlarını ödediği gerçeği «Mufassal Osmanlı Tarihi»nde de yer almış ve şunlar yazılmıştır: «Gayet muktesitti; daha şehzâdeliğinde emlâkini iyi idare etmiş, esham alıp satmış, para biriktirmişti: Pâdişahlığında devletin dış borçlarım artırmamış, yaptığı istikrazları da hemen ödenmiştir» (173).
Bu gerçeğe General Fahri Belen de katılıyor ve: «Abdülhamid iflâs halinde bir devleti teslim almıştı. Bu borçları mühim mikyasta indirmeye muvaffak olması ve bu devirde israfın azaltılması takdire lâyıktır» diyor (174).
İsrafın azaltılması mevzuunda Nâzım H. Polat da şunları yazıyor: «Sultan Hamid, tutumluluğunu şuurlu bir şekilde sürdürerek tahta geçince de israfı durdurmak için uğraşmış, işe ilk önce saraydan başlamıştır. Onun her türlü harcamayı bolca yapmak elindeyken bilâkis harcamaları kısması, büyük bir vatanseverlik örneğidir. O zamanlar sarayda bir âdet vardı. Pâdişâhın maiyyetinde çalışan bilumum muhafız, memur ve müstahdemin evine öğle, akşam yemeği, saray mutfaklarında pişen yemeklerden tabla tabla giderdi. Abdülhamid, evvelâ bu âdeti kaldırmış, saraydan bedava yemek, çıkmasını men’etmişti. Sarayda yemek yemeğe hakkı olanlhf, bundan böyle sarayın alt katında,
Bkz: Tahsin Paşa, a.g.e.
Bkz: Mufassal Osmanlı Tarihi. Cild: 6. İstanbul, 1972.
Bkz: Nereden Geliyoruz Nereye Gidiyoruz. Ankara. 1956.
muayyen zamanlarda beraberce yemek yiyeceklerdi. Kendisi, o zamana kadar Osmanlı sarayında âdet olduğu veçhile yalnız yemek yemeyi de kaldırmıştı. Ailesi efradı da sofra başında hazır bulunurdu» (175).
Tasarruf bahsinde, Sultan İkinci Abdülhamid ise hâtırâtında diyor ki:
«— Bana «Pinti Hamid» dediklerini biliyorum. Desinler, ben gücenmiş değilim!. Böyle bir isim bil’akis bir şereftir. Ben hesabını bilen adamlardan olduğum için, paramı pencereden aşağı atmaktan hoşlanmam. Para saymayı gençliğimden beri bilirim. İsrafın ne müdhiş bir illet olduğunu çok yakından gören ben değil miyim? Benim hiçbir zaman başka hükümdarlar gibi, masraflı ibtilâlarla hazîneler batıran rabıtam olmamıştır. Servetimi sağlam vazi-
Sultan İkinci Abdülhamid’in tuğrası
Bkz: Tarih ve Edebiyat Mecmuası. Ağustos 1982 nüshası.
yette tutabilmenin bütün sırrını, ma’kul bir tasarrufla, itinalı bir muhasebe usulüne medyunum» (176).
Ve nihayet Necip Fazıl Kısakürek'e göre: «Abdülhamid, çürük ruhun çürük maddesine aid en acıklı araz nahiyesi olan İktisadî vaziyeti kendisine «pinti» lâkabını kazandırıcı ve bütün devlet teşkilâtına örnek verici şahsî tasarrufu ile düzeltmiş, seleflerinin hediyesi milyonlarca altın dış borcu kendi hususî bütçesinden ödemiş, bir kuruş borca girmemiş, ekmeğe beş paralık zammı bile kabul etmeyip farkını kesesinden vermiş ve zamanının dostuna ve düşmanına «bereket devri» diye yâdettirmiş olan büyük idarecidir» (177).
DÜYÛN-U UMUMİYYE
Nedir Düyûn-u umumiyye?.
Düyûn-u umumiyye, devletin umumî borçlarıdır ve bu isimle bir idarenin o devirde o günün şartları içinde kurulabilmesi Sultan İkinci Abdülhamid’in mühim icraatından biridir. Şöyle ki:
İkinci Abdülhamid tahta çıktığında babası Abdülmecid, amcası Abdülaziz ve ağabeyi Beşinci Murad’dan kalan 252.801.885 Osmanlı lirası dış borcu da devralmıştı. Hazîne sıkıntı içinde idi. Malî buhran devam ediyor, alacaklı devletler BabIâli’yi devamlı sıkıştırıyor, birşeyler koparmak istiyorlardı!.
Yukarıda görüldüğü gibi, Sultan Hamid tasarrufu seven adamdı. Bu yüzden adı «Pinti Hamid’e çıkmıştı. Ken-
Bkz: Çakmak Dergisi. 16 Şubat 1957 tarihli 50’ci sayısı.
Bkz: Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar. İstanbul, 1966.
di borç yapmamış, devraldığı iki yüz elli küsur milyon liralık borcu da, kurulan bu Düyûn-u umumiyye ile ödemiştir!.
Devletin tuz, balık, tütün, ipek, damga hasılatı ile Kıbrıs ve Rumeli-i-Şarki vergileri karşılık gösterilerek Düyûn-u umumiyye idaresi kurulmuş, borcun böyle bir idarece tahsilatı kolaylığına mukabil, iki yüz elli küsûr milyon liralık borçtan 146.364.651. lira tenzil edilmiş ve böylece umumî borç yekûnu: 106.437.234 liraya inmiş, kurulan beynelmilel Düyûn-u umumiyye idaresi bu borcu tahsil etmiştir.
Hicrî 1299 yılının ilk ayı içinde (20 Aralık 1881 Sah günü) alınan ve bu sebeple tarihimize «Muharrem Kararnamesi» diye geçen bir kararla kurulan Düyûn-u umumiyye, bir bakıma devletin malî işlerine müdahale ise de, borcun yarıdan fazlasının tenzili, alacaklı devletlerin daha başka tatsız müdahalelerini (Midilli Adası misâli) (178) önlemesi, iflâsın ortadan kalkıp malî itibarın iadesi yönünden o günün şartları içinde bir kazanç olmuştur.
İkinci Abdülhamid devrinin Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa, hâtıratında bu mevzua temasla: «Sultan Hamid’ in en büyük emeli, devletin borçlarını ödemekti. Bir zamanlar Avrupa devletleri, borçlar meselesinden dolayı ma-
Sultan Aziz'i tahtından indirenler bu iş için Lorando adlı bir Fransız'dan hazine adına borç para almışlar ve sonra da bu para, o devrin karmakarışık olayları içinde ödenmemiş, alacaklının müteaddit müracaatları da cevapsız kalmış, bu arada Lorando mahkemeye müracaatla alacağının tahsili için bir ilâm çıkartmış, ilgililerin ihmaliyle bu kerre de borç ödenmeyince, bir Fransız filosu Midilli önlerine gelip karaya çıkardığı askerle Midilli gümrüğünü İşgal etmiştir!. Bu acı vak’anın tafsilâtı için Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın hâtırâtına bakılmalıdır. lî işlerimize müdahaleye kalkışmışlardı. Sultan Hamid buna meydan vermemek ve alacaklılara emniyetbahş bir çare olmak üzere Düyûn-u umumiyye idaresini teşkil etmiş idi. Gerçi Düyûn-u umumiyye idaresi, mahiyyeti itibariyle az çok bir müdahale demek idi ise de, bundan daha fenasına nisbetle gene bir çâre-i salâh sayılabilirdi. Düyûn-u umumiyye o devirde alacaklı devletlerin fiili müdahalelerine kısmen mâni olduğu için, memlekete ifa olunmuş bir hizmet demekti. İtiraf etmeli ki, bunun husulüne Sultan Hamid’in azim ve iradesi yegâne sebep olmuştur.» diyor (179).
Yılmaz Öztuna da «Türkiye Tarihi»nde, Mâbeyn Başkâtibini" te’yid etmekte ve meseleyi «İkinci Abdülhamid’in en büyük başarılarından biri» sayıp ilâve etmektedir:»Düyûn-u umumiyye, İmparatorluğun sonuna kadar devam etti. İdaresine Türkler de katılmakla beraber, asıl söz İngiliz ve Fransız mümessillerinde idi. Düyûn-u umumiyye. gerçi devlet içinde devlet, âdeta ikinci bir maliye nezâreti gibiydi.'
Ancak, Türk dış borçlarının başka şekilde tasfiyesine de imkân yoktu. İmkân olsa bile, Avrupa devletlerinin bir seri tatsız müdahalelerine zemin hazırlayacak, İmparatorluğun huzurunu bir kat daha ihlâl edecekti. Sultan Aziz devrinde iflâsa giden Türk mâliyesi, Sultan Hamid devrinde, borçlarının en büyük kısmını bu suretle ödeyerek, az çok itibara ve istikrara kavuştu» (180).
Prof Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu’na göre ise, «Düyûn-u umumiyye« devletin haysiyetini korumak, milletin yarınını emniyet altına alabilmek ve bu dağınık borçları bir elde toplamak için» kurulmuştur (181).
Bkz: Tahsin Paşa, a.g.e.
Bkz: Yılmaz öztuna. a.g.e.
Bkz-, Tercüman gazetesi 7 Nisan tarihli sayısı.
Yine Düyûn-u umumiyyeden bahisle «Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi»nde deniliyor ki: «1881’de ünlü Düyûn-u umumiyye idaresi kuruldu. Düyûn-u umumiyye, alacaklıları temsil eden bir tür şirketti. Borçlara karşılık gösterilen belli devlet gelirlerini toplar, alacaklılara dağıtırdı. Düyûn-u umumiyye ile yapılan ilk anlaşmada Abdülhamid’in kafasındaki düşünce devletin malî saygınlığını sağlamak ve bir dış baskı kapısı olan ağır borç yükünden bir ân önce kurtulmaktı. Gerçekten de, Osmanlı Devleti’nin Avrupa piyasalarındaki kredisi kısa zamanda düzeldi» (182).
Enver Ziya Karal da bu mevzua temasla: «Düyûn-u umumiyye idaresi, zararlı mı olmuştur, kârlı mı olmuştur, tarzında tartışmaları kesin olarak bir sonuca bağlamak mümkün değildir. Buna karşılık, Düyûn-u umumiyye idaresinin kurulmasını önlemek mümkün mü idi, değil mi idi, sorusunu cevablandırmak yoluna gidildiğinde, bâzı tarih gerçekleri meydana konabilir» diyor ve devam ediyor:
«Osmanlı devleti Ayastafanos muâhedesini imzaladığı sırada, örneksiz bir buhran geçirmekte idi. Varlığını kendi gücüne dayanarak devam ettirmesi imkânsız hale gelmişti. Avrupa devletleri arasındaki muvazene siyaseti sa yesinde durumunu muhafaza etmesi icab ediyordu. Berli. Kongresi esnasında, Osmanlı devletine borç para vermiş olan Avrupa sermayedarları devletlere müracaat ederek menfaatlerinin korunmasını istemişlerdi. Bu sebeple de kongre, devletlerarası bir komisyon kurularak bu işle meşgul olmasını, Osmanlı delegelerinin muhalefetine rağmen kabul etmişti. Böyle bir komisyonun kurulması Osmanlı mâliyesinin yabancı ve siyasî bir kontrol altına girmesini neticelendirebilirdi. İşte bu neticeyi önlemek içindir ki,
Bkz: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 1. fasikül. İstanbul, 1983.
Osmanlı hükümeti, Berlin Kongresi’nden sonra, doğrudan doğruya, alacaklıların delegeleri ile temasa gelerek yapılan görüşmeler sonunda, Düyûn-u umumiyye idaresinin kurulmasına muvafakat etmişti. Bu idarenin kuruluş tarzı, yetkileri ve kendisine devredilen gelir kaynakları göz önünde tutulduğu takdirde, Osmanlı hükümetinin siyasî ve malî yetkilerinden büyük fedakârlık ettiği görülür. Fakat buna rağmen, devletlerarası bir malî kontrole nazaran onu, şerrin ehveni olarak da kabul etmekten başka çâre yoktur» (183).
FERASET SAHİBİ BİR DİPLOMATTI.
Sultan İkinci Abdülhamid’in siyasî dehâsı, dost düşman bütün çevrelerce kabul edilmiş bir gerçektir!. Yılmaz Öztuna bu gerçeğe temasla der ki:
«— Sultan Hamid’in dış siyasette gösterdiği maharette, umumiyetle pek gözü kapalı polemikçiler hariç, ittifak edilmektedir. Bu kanaat, daha hükümdarın hayatında, yalnız imparatorlukta değil, imparatorluğun dışında da umumî idi. Hasım devlet adamları, Sultan Hamid diplomasisini, daima çekinilecek bir unsur olarak görmüşler, düşman olmuş, fakat kudretini inkâr edememişlerdir. Sultan Hamid’in dış politikasını yeren yabancı eserler dikkatle okunduğu zaman, bu yermenin, Avrupa menfaatleri bakımından olduğu kolayca ortaya çıkar. Sultan Hamid basımlarını atlattığı nisbetle yerilir. Türk hâkanma hiç de dost olmayan İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Sir Nicolas O’ Connor. Avrupa’da cihan harbini önleyen en büyük den-
Bkz: Osmanlı Tarihi. Cild-. 8. Ankara. 1983.
F. 14 ge unsurunun Sultan Hamid’in diplomasisi olduğunu söylemiş, bu kehânet, aynen gerçekleşmiştir. Zira Sultan Hamid’in halefi İttihad ve Terakki, Balkan Savaşı’nı çıkartarak, cihan savaşının bütün tohumlarını yeşertmiştir. Gene Fransa'nın İstanbul büyükelçisi Maurice Bompard, Sultan Hamid’i, Avrupa’nın en gerçekçi diplomatı olarak tavsif etmiştir. Avrupa gururunun, tarihte görülmüş en üstün noktasına vardığı bu yıllarda, bir düşman olarak gördüğü bir hükümdarın, bu sözlerle tavsif edilmesi, ucuz bir hâdise değildir.
Balkan devletlerinin ittifakına asla fırsat vermeyen şahsın İkinci Abdülhamid olduğu üzerinde de ittifaka yakın bir kanaat vardır. O iktidarda kalsaydı, birbirlerine, Türkiye’ye düşmanlıklarından daha düşman olan Balkan devletlerinin asla ittifak edemeyecekleri de, umumî bir kanaat halindedir. Küçük devletlerin dengesiyle böylesine oynayan İkinci Abdülhamid, büyük devletler arasında da dengeyi bulmaya muvaffak olmuştur. Balkanlar üzerinde Rusya ile Avusturya-Macaristan’ın birleşmesine imkân vermemiş, Almanya’yı kazanabilmiş ve İngiltere'ye yutulmayı önleyebilmiştir» (184).
İngiliz ve Fransız büyükelçilerinin yukarıdaki sözlerini İsmail Hami Danişmend de nakleder ve der ki: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en zararlı hareketi, Sultan Hamid gibi Avrupa siyasetine otuz üç senelik bir tecrübe ile hâkim olmuş büyük bir hükümdarı işbaşından uzaklaştırmasıdır» (185).
Bu görüşe Ahmed Reşid (Rey) de katılır. Diyor ki; bu zat: « Balkan harbi vuku bulmasaydı, Harb-i Umumî’
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
Bkz: İsmail Hami Danişmend, a.g.e. yi çıkaran iilet vücud bulamaz. 1914 senesindeki Harb-i Umumî de hâdis olamazdı. Sultan Hamid tahtında kalmış olsaydı yahut hiç olmazsa siyaset-i hâriciyesi devam edebilseydi Balkan harbi meydana gelmez, bu sebeple Harb-i Umumî de zuhur etmezdi. Cenevrede geçirdiğim harb senelerinin başlarında. Sultan Hamid’e hiçbir zaman dost olmayan Taymis gazetesinin başmakalesinde «Sultan Hamid Türkiye’nin başında olsaydı. Harb-i Umumî'ye mahal kalmazdı.» mealinde bir doğru söz bulunduğunu İsviçreli bir zattan işitmiştim (186). Faraza, Balkan harbi de, Harb-i Umumî de Sultan Hamid devrinde zuhur etmiş olsaydı, Padişahın devlet ve milleti o müdhiş Harb-i Umumî’ ye sokmaktan bütün kuvvetiyle sakınacağı şüphesizdi. Çün kü tahta çıktığında Rusya muharebesinin (93 Harbinin) fecaatine şahid olan Pâdişâh, harbi o kadar kerih görürdü ki, 1313 (1897) yılında Yunanlıların arsızlık demek yakışan tecavüzlerini def için, günlerce muslihane bir çâre aradı ve nihayet tehlikesi yüzde bir derecesini bile geçmeyen bu basit harbe zarurî olarak kerhen muvafakat etti» (187).
İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ da, Sultan Hamid’in siyasî dehâsından bahisle: «Umur-i siyaside maharet-i fıtriyeye sahip ve Avrupa devletlerinin münasebat ve muamelâtından istifade çârelerini pek alâ müdrik bulunduğundan, devletin muamelât-i hâriciyesini bizzat tedvir ile memleket ve millet aleyhine savlet vukuunu men’e çalıştı» diyor ve İngiltere büyükelçisinin yukarıdaki sözünü nakilden sonra ilâve ediyor: «Balkan muharebesinden son-
ttalyalı meşhur siyasî muharrir Ferrero’nun «îllustraticn» da münteşir bir makalesi de, bu fikri müeyyittir. Ehl-i hibrenin kanaatma göre 1914 harbi vuku bulmasaydı, şimdi bütün insanları, vicdanları ezen durum hâsıl olmazdı.
Bkz: Ahmed Reşid (Rey), a.g.e. ra Yunan Kralı Birinci Jorj ile Bulgaristan kralı Ferdinand’ın, Sultan Hamid makam-ı saltanatta bulunmuş olsa aralarında ittifak akdi imkânı olmadığını beyan eyledikleri evrak-ı havadisde görüldü».
Bu yazının dip notunda ise şöyle deniliyor :
«Sultan Hamid, Selânik’den getirilirken, vapurda Şerif ve Arif Hikmet Paşalara Balkan harbinden bahsederek demiştir ki: «Dört devletle nasıl muharebe edilir?. Sefâretlerde elçiler, ateşemiliterler var. Bunlar şimdiye kadar uyumuş mu?. Dört devlet ittifak etmiş de, bu olan biten şeylerden haber alınamamış mı?. Ben, makamda bulunduğum müddetçe bunların arasına nifak ilkasına çalıştım»
.
Muharrem Giray, Sultan Hamid’in bu Balkanlarda yürüttüğü politikaya temasla diyor ki: «Sultan İkinci Abdülhamid’in tahta çıkışından indirilişine kadar geçen zaman zarfında Rum Patrikliği ve Bulgar Eksarhlığı arasında açtığı ihtilâf çukuru o kadar derinleşti ki, nihayet Bulgar kilisesinin Rum kilisesinden ayrılmasına kadar yardı ve Meşrutiyetin ilânına kadar Makedonya karışıklıkları ve Sisam hâdisesi müstesna, belli başlı bir mesele zuhur etmedi. Bu da, İkinci Abdülhamid’in gerek Makedonya, gerek Adalar ve Epir’de tatbik ettiği nev’i şahma münhasır siyasetle Bulgar'lar, Yunanlılar ve Sırpların uzun yıllar birbirleriyle anlaşmalarına meydan vermemiş ve aralarına soktuğu kilise ihtilâfını mütemadiyen körüklüyerek, bu işi İkinci Meşrutiyetin ilânına kadar idare etmiş olmasındandır»
.
Bkz: İbnülemin Mahmud Kemal İnal, a.g.e.
Bkz: Büyük Doğu Dergisi. 4 Eylül 1959 tarihli 27’ci sayısı.
Aynı mevzuda Atsız: «Balkanlıların mezheb ve milliyet zıddiyetlerini körüklüyerek birleşmelerine engel olduğu gibi, İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek, aleyhimizde birleşmelerine engel oldu» derken; (190). Sedad Zeki Örs de: «Avrupa camiasını birbirine zıd emel sahibi devletler ölçüsü ile guruplara ayırıp, aralarındaki rekabetten faydalanan ve bu suretle muhakkak bir taksimi otuz küsur yıl önleyen Abdülhamid’e dış politika bakımından hayran olmamak ve seleflerine göre onu, bir akıl hastasıyle doktoru arasındaki farka uygun bulmamak mümkün değildir» diyor (191).
«Sultan Abdülhamid’in en kuvvetli cephesi haricî siyasetinde gösterilir» diyen İsmail Hami Danişmend ilâve ediyor: «Balkan devletlerini mütemadi ihtilâflar içinde yaşatarak Türkiye’ye karşı birleşmelerine hiçbir zaman imkân vermediği gibi; Şark meselesinde Rusya ile Avusturya’nın anlaşmasına mütemadi bir maharetle mâni olmuş, İngiltere ve Fransa’ya karşı icabında Almanya’yı kullanmış, bütün devletleri büyük bir ustalıkla idare ederek OsmanlI tarihinde otuz üç sene sürmüş en uzun sulh dönemi te’min ederek inhitat harblerinden sonra memleketi dinlendirmeye muvaffak olmuştur» (192).
Sâmiha Ay verdi ise: «Genç hükümdarın siyasî dehası, dünya politika adamlarına parmak ısırtacak kadar ileri ve keskindi. Almanya İmparatoru İkinci Wilhelm’in Avusturya İmparatoru Franceois Jeoseph’e hükümdarlık sanatım ondan öğrenmeliyiz, dediği Pâdişâh, memleketin o buhranlı ve perişan devri için bulunmaz bir nimetti» di-
Bkz: Atsız, a.g.e.
Bkz: Büyük Doğu Dergisi. 25 Eylül 1959 tarihli 30’ci sayısı.
Bkz: İsmail Hami Danişmend. a.g.e. yor ve sonra isabetli bir tesbitle şu cümleyi ilâve ediyor: «Fakat zeki ve iradeli bir şefin idare mekanizmasını ele alması, Haçlıların da, Siyonistlerin de işlerine gelmemişti»
.
Bu tesbitin isabet derecesini ilerideki bahislerde görmek üzere geçelim diğer yazılanlara... Sultan Hamid’in son Mâbeyn Başkâtibi Ali Cevad Bey diyor ki: «Elhak Sultan Abdülhamid-i Sâni Efendimiz umur-ı siyasiyede nüfuz-ı nazar-ı âliye malik, sabib-i rey ve zekâ bir pâdişâh-ı fetanet intima idi» (194).
Enver Behnan Şapolyo yazıyor: «Sultan Hamid yüksek bir siyaset adamı idi. Memleketin iç durumunu ve bilhassa Avrupa siyasetini çok iyi kavramış ve anlamıştı. Devrinin en büyük diplomatlarından biri idi» (195).
Osmanlı bahriyesinde uzun yıllar hizmet gören Sir Henry F. Woods (Woods Paşa) hâtırâtında: «Mükemmel bir diplomat olan Abdülhamid, genişleme arzusu içinde olan devletlerin birbirleri arasında rekabet ve kıskançlıktan azamî ölçüde nasıl faydalanılacağını çok iyi biliyordu. Politik tavır ve hareketlerinde Abdülhamid’in uyduğu bir diğer prensip de, olayların durumuna göre soğukkanlı ve hareketsiz olmasıydı. Pâdişâh, kendisini zor durumlarla karşı karşıya gördüğü zamanlar selâmeti sessizlikte bulurdu. Böyle zor durumlar karşısında yabancı elçiler ile onların kibirli tercümanları, Pâdişâhı beyhude yere ikna’ etmeye çalışadursunlar, Pâdişâhın karar vermek istemediği mevzular hasıraltı edilirdi» diyor (196).
Bkz: Türk-Rus Münasebetleri ve Muharebeleri. İstanbul, 1970.
Bkz: İkinci Meşrutiyetin ilânı ve Otuzbir Mart hâdisesi. Ankara, 1960.
Bkz: Enver Behman Şapolyo. a.g.e.
Bkz: Osmanlı Bahriyesinde Kırk Yıl 1868-1909. İstanbul, 1976.
Sultan İkinci Abdülhamid ünlü «L’illustration
kapağında
îbnülemin Mahmud Kemal înal naklediyor: «İngiltere donanması amirallığmda bulunmuş olan Lord Fişer, Taymis gazetesiyle neşrolunan hâtırâtmda diyor ki: «Üç sene devam eden Bahr-i Sefid filosundaki amiralliğim esnasında iki mühim şahsiyete tesadüf ettim: Sultan Abdülhamid-i Sâni ve Papa On üçüncü Leon. Şahsen Abdülhamid-i Sâni’ye karşı derin hürmetim vardır. Halbuki bizim sefirimiz benim nokta-i nazarıma iştirak etmiyordu. Bu gibi işlerin esasına vâkıf olanlar, Abdülhamid’in umum Avrupa’nın en mahir ve seri-ul-intikal diplomatlarından olduğuna hükmetmekten geri kalmazlar» (197).
İkdam gazetesinin sahibi Ahmed Cevdet, Fransız elçisi Bompard’ın hâtırâtmdan bahsederken diyor ki «...Sultan Abdülhamid Han, kendisiyle oynanılır bir padişah değildi. Çünkü muhakkakdır ki, onun zamanında bütün Avrupa’da onun kadar siyaset-i hariciyyeye âşinâ bir diplomat yoktu. Büyük feraset sahibi bir diplomat olduğundan, işlerini tehlikeli yerlerden geçmeyerek idare eder idi» (198).
HİCAZ DEMİRYOLU
Yılmaz Öztuna, Hicaz Demiryolunun inşâsından bahisle der ki: «Sultan Hamid, Türk sermayesi ve emeğiyle inşâsı iklim şartları dolayısıyle pek güç olan uzun Mekke hattını inşâ ettirdi. Demiryolu Medine’ye kadar geldi. Bütün İslâm âleminin teberruları ile yapılan bu hat, İstanbul’u ve Şam’ı Medine’ye bağlıyordu. Hacılar bakımından
Bkz: îbnülemin Mahmud Kemal înal. a.g.e.
Bkz: İkdam gazetesi. 8 Temmuz 1337 (1919) tarihli sayısı.
olduğu gibi, Türk birliklerinin koca Arabistan yarımadasındaki müstakbel hareketleri için de bu teşebbüsün başarılması mühim oldu. İslâm âleminde Sultan Hamid’in prestijini arttırdı. İngiltere’nin Arabistan yarımadasına müdahalelerinden bıkan ve bu devletin gelecekteki maksatlarından asla gaafil olmayan Abdülhamid Hân, İngiltere’de en antipatik hükümdar derecesine geldi. İngilizler, Hindistan ve Mısır’daki devamlı ayaklanmaların sorumlusu olarak, Sultan Hamid’in halifelik siyasetini görüyorlardı. Mekke ve Medine’nin ve umumiyetle muazzam Arap yarımadasının Türkiye’nin hâkimiyetinde bulunması, bu hilâfet siyasetinin başlıca dayanacak noktasıydı.
Gene bu yıllarda BabIâli’nin meşhur Bağdat Hattı imtiyazını Almanlar’a vermesi, îngilizler’i en büyük ve güçlü rakipleri olan Almanya’ya karşı yenik duruma getirdi. Derhal başlanan demiryolu inşaatı Kuveyt veya Basra’da bitecek, İstanbul’a Basra Körfezi ve dolayısıyle Hind Okyanusu bağlanacaktı» (199).
Sultan İkinci Abdülhamid hâtırâtmda aynı mevzua temasla: «Mekke demiryolumuz terakkiye istidadımız olduğunun ve hattâ İngiltere’yi bile hezimete uğratacak vaziyette bulunduğumuzun delilidir. Bizim Hicaz hattımızı muvaffakiyetsizliğe uğratmak için bu devletin yapmadığı kalmadı!. Fakat herşeye rağmen işte şimdi inşaat bitmek üzeredir ve artık Süveyş Kanah’na ihtiyacımız kalmamıştır. İstanbul’la Haremeyn-i Şerîfeyn arasında kurduğumuz demiryolu sayesinde istediğimiz zaman oralara kemâl-i emniyetle karadan asker sevkedebilecek hale geldik» di yor (200).
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
Bkz: Çakmak Dergisi. 12 Ocak 1957 tarihli 45. sayısı.
İsmail Hami Danişmend ise şunları yazıyor: «Sultan Hamid daha ilk saltanat yıllarından itibaren Müslüman memleketlerine gizli propagandacılar göndermiş, bâzı garb menbalarında da bahsedildiği gibi Hindistan’da bile Halîfe’nin göze görünmez adamları propaganda yapmış, Sultan Hamid’in resimleri Hind’in köylü kulübelerine kadar hulûl etmiş, Cava, Çin, Afrika ve Orta-Asya camileri mü’ minlerin Emir-ül-Mü’minîn’e nusret duâlarıyle inlemiştir. Bilhassa Hicaz demiryolunun inşâsıyle 1879’de Yunanistan’a karşı kazandığımız zaferin İslâm âleminde Sultan Hamid’in nüfuz ve itibarını fevkalâde artırdığından bahsedilir. 1905 tarihinden itibaren İngiltere’nin Hindistan’la Mısır’da uğradığı mânevi mukavemette bu vaziyetin büyük bir tesiri vardır» (201).
«İkinci Abdülhamid’in İslâm dünyasındaki prestiji muazzamdı» diyen Yılmaz Öztuna ilâve ediyor: «Doğu Türkistan ve Orta-Afrika’daki Zenci Bornu krallığı bile, Sultan Hamid’in adına hutbe okutup, para bastırıyor, pâdişâhı metbu’ tanıyorlardı. Türk subayları, doktorları, hocaları, din adamları, İslâm âleminde gezip dolaşıyorlardı. Bugün (1967) bile Afrika’nın bâzı ücrâ yerlerindeki camilerde İkinci Abdülhamid adına hutbe okunduğunun basına intikal ettiği hatırlanırsa, bu hükümdarın şahsî prestiji hakkında bir fikir edinmek kaabil olur. Halbuki İkinci Abdülhamid’den sonra daha üç halîfe (Beşinci Mehmed, Altıncı Mehmed ve İkinci Abdülmecid) gelmiştir. Pâdişâhın panislâm siyaseti, başta İngiltere olmak üzere Fransa ve Rusya’yı fevkalâde ürkütüyordu. Bu ürkekliğin derecesini anlamak için, o zamanın diplomatik vesikalarına bir göz gezdirmek kâfidir» (202).
Bkz: İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. Cüd: 4. İstanbul, 1955.
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
Aynı mevzuda Tevfik Çavdar: «Abdülhamid’in ismi Cuma namazlarında Hindistan, Endonezya camilerinde okunan hutbelerde zikredilmiştir. Bu. o güne kadar hiçbir Osmanlı sultanının elde edemediği bir güçtür» diyor ve ilâve ediyor: Pan-İslâmist hareketin sonucu olarak, yirminci yüzyıl basında büyük bir İslâm birliği dinî alanda gerçekleştirilmiş bulunuyordu ve bu birlik siyasal alanda da ihmal edilmeyecek bir kuvvet haline gelmek üzereydi. Öyle ki, Hicaz demiryolu yapılırken dünvanın her yanındaki Müslümanlardan bağışlar geldi. Türkiye’nin girdiği savaşlar, bütün İslâm merkezlerinde Ormanlılar lehine sempati gösterilerine sebeb oldu. Türk Kızılay’ı, İslâm ülkelerinden geniş yardımlar gördü. Balkan Savaşımda Edirne’nin kurtuluşundan sonra Türkiye’ye gelen kutlama telgraf ve mesajları içerisinde Amerika, Brezilya, Güney-Afrika gibi uzak ülkelerin Müslüman topluluklarının gönderdikleri de vardı» (203).
Doç. Dr. İhsan Süreyya Sırma da. bu gerçeğe temasla der ki :
«— Abdülhamid, dünya Müslümanlarını İstanbul’a bağlamak ve Avrupa emperyalizmi ile mücadele etmek için bütün Müslümanları birleştirmek istiyordu. Bu gaye ile özellikle sömürgeci batı devletlerinin idaresi altında bulunan Müslümanlarla ilişki kurmuş ve onları mânen de olsa İstanbul’a bağlamayı başarmıştır (Bkz: Uriel Heyd, Foundations of Turkish Nationalism, London, 1950) «Onun bütün kabilelerde, hattâ en âsi olan bedeviler arasında bile temsilcileri vardı.» (Bkz: Victor Berrad, Le Sultan, L’ İslam et les Puissances, Paris, 1907) Çoğu tarikat şeyhi olan bu gizli temsilciler, Türkistan’a, Hindistan’a, Afrika’ya,
Bkz: OsmanlIların yan-sömürge oluşu. İstanbul, 1970.
Japonya’ya, hattâ Çin’e kadar gönderilmiştir. Abdülhamid, Osmanlı hilâfetine bu şeyhler vasıtasıyle beynelmilel bir hüviyet kazandırmış, siyasî otoritesini Osmanlı devletinin sınırları dışında da tesis için, adına Cuma hutbeleri okutturmuştur.»
Aynı yazar, Sultan Hamid’in «İslâm Birliği» siyasetinin Çin’deki uygulanmasından bahisle diyor ki: «Sultan İkinci Abdülhamid’in İslâm Birliği faaliyetlerini sürdürdüğü yerlerden birisi de, Çin idi ki, maalesef bu konudaki araştırmalar, yok denecek kadar azdır. Oysa ki, bu konu küçüksenecek cinsten olmayıp, o tarihlerdeki dünya siyasî çevrelerine konu olmuş, özellikle on dokuzuncu yüzyılın sömürgecileri olan batı Avrupa ülkelerini yakından ilgilendirmiştir.
Bilindiği gibi, Çin de, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında batı Avrupa ülkelerinin sömürmeye çalıştıkları yerler arasındaydı ki, Hindo-Çin bölgesi sömürge haline getirilmişti bile. İşte Uzak-Doğu’nun ve dünyanın bu büyük ülkesinde, Müslümanlar da büyük bir yekûn tutuyordu. Bizzat resmî Çin istatistiklerine göre, 1900’lerde, Çin’deki Müslüman nüfusu yetmiş milyonu buluyordu.
Budist veya diğer dinlerdeki Çinlilere nazaran daha şuurlu ve aktif olan Müslümanlar, zaman zaman batılı sömürgecilere karşı ayaklanmışlardır. Şimdilik elimizde bulunan arşiv vesikalarından anlaşıldığına göre, İkinci Abdülhamid’in Çin’le olan teması, bu isyânlardan sonra başlamıştır.
1899 yıllarındaki Müslüman ayaklanmalarına, Müslüman olmayan Çinlilerin de iştirak etmesiyle, Çin’deki durum, oradaki sömürgecileri rahatsız etmeye ve onları endişenlendirmeye başlamıştır. Vesikalardan anlaşıldığına göre, AvrupalIlara karşı Çin’de ayaklanan Müslümanları yatıştırmak için, Alman imparatoru İkinci Guillaum, Sultan İkinci Abdülhamid’e müracaat etmiş ve hattâ onu bu yolda teşvik etmiştir» (204).
Sultan Hamid’in «demiryolu siyaseti»ni inceleyen Ord. Prof. Enver Ziya Karal: «İkinci Abdülhamid devrinin çeşitli alanlarındaki faaliyetleri göz önünde tutulup da en önemlisine göre bu devre bir isim vermek lâzım gelirse, tereddütsüz denilebilir ki. onun devri demiryolları inşâ ettirip işletmek devridir» diyor ve Hicaz Demiryolundan bahisle: «İkinci Abdülhamid’in en çok önem vermiş olduğu, Hicaz demiryollarıdır. «Hicaz demiryolunun inşâsı benim eski rüyamdır» demektedir. Hikmet Bayur, bu eski rüyadaki maksadı şu suretle anlatmaktadır: «1901 yılında Hicaz demiryolunun yapılmasına başlanacaktır. Maksat hem Hicaz’ı demiryolu ile merkeze bağlamak, hem de hacılar nezdinde ve İslâm dünyasında Halîfe lehine propaganda yapmaktır. Bin beş yüz kilometre uzunlukta olan demiryolu Eylül 1908’de Medine’ye varacak ve Şam’ı Medine’ ye, Havran’ı da Der’a’ya, Hayfa yoliyle de denize bağlayacaktır. Bu iş için Osmanlı ülkesinde ve bütün İslâm âleminde ianeler toplanmış ve Osmanlı ülkesinde bâzı vergi ve pullar ihdas edilmiştir. Bu demiryolunun yapılması bir çok Türk mühendis, usta ve işçilerinin yetişmesine de vesile olmuştur» diyor (205).
Mufassal Osmanlı Tarihinde ise aynı mevzua temasla deniliyor ki: «Hicaz demiryolu İstanbul’u Medine’ye bağlayacaktı. Böylece, bir çok İslâm memleketleri de birbirine bağlanmış ve Hac kolaylaşmış olacaktı. Bu hattın İktisadî değeri de vardı. Üstelik mukaddes İslâm şehirlerinin gerektiğinde sür’atle ve kolaylıkla müdafaası mümkün ola-
Bkz: Doç. Dr. İhsan Süreyya Sırma a.g.e.
Bkz: Enver Ziya Karal, a.g.e.
Sultan İkinci Abdülhamid devrinin ünlü iki Sadrâzamı: Küçük-Şapur Said Paşa (solda) ve Kâmil
Paşa (sağda)
bilecekti. Böylece, Abdülhamid bütün İslâm dünyasının muhabbetini kazanacaktı. Çünkü, Osmanlı memleketlerinin dışında üç yüz milyon Müslüman yaşıyordu. Padişahlık vasfı Osmanlı memleketlerinde, Halifelik vasfı ise bütün İslâm ülkelerinde câri idi. Abdülhamid, diğer İslâm ülkeleriyle daima ilgilenir, buralara adamlar gönderip teması devam ettirirdi. İşte bu sayede ne sermayesi, ne de eshamı bulunan Hicaz demiryolu inşâ edilebildi. İngilizlerin şiddetle muhalefetine rağmen, Mısır, İran ve Hindistan Müslümanlarının geniş ölçüdeki yardımları ve Türk halkının severek verdiği ianeler sayesinde sekiz yıl içinde hat Medine’ye vardı. Her yıl yedi sekiz milyon frank masraf olmuş ve bu masraf yukarıda anlatılan kaynaklardan te’min edilmişti. Aynı zamanda Şam’dan Der’a’ya bir hat yapılmış, bu hat Hayfa limanına bağlanıp Hicaz demiryolunun başlangıcını teşkil etmişti» (206).
AKABE’DEKİ OLAY!.
Sultan İkinci Abdülhamid’in yukarıda izahına çalıştığımız politikasına İngilizler’in mukabelesinin zaman zaman nerelere vardığı Sultan Hamid devrinin türlü olaylarıyla sabittir. Ve pek mânidar bu İngiliz terfihlerinden biri de, 1906 yılında patlak veren Akabe olayıdır!.
Akabe, Kızıl-deniz’in kuzey-doğusunda ve Akabe körfezi ucunda küçük bir kasabadır. Bu küçük kasabada bizim müsaademizle Mısır askeri bulunmaktadır ve o devirde Mısır, İngilizlerin işgâli altındadır. Ancak bu işgâl fiili
Bkz: Mufassal Osmanlı Tarihi. Cild: 6. İstanbul, 1972.
bir durumdan ibaret olup; hukukî statüsü yoktur. Mısır, yine Osmanlı İmpaıatorluğuna bağlıdır ve İngilizlerin Mısır’ı işgâli hiçbir devlet tarafından tanınmamıştır!.
Demiryolu politikasının pek mühim olduğu ve inşâsına başlanan Haydarpaşa-Bağdat demiryolu hattının ilk kısmının Almanlara verildiği, bahusus bütün İslâm âleminin yardımıyla döşenen Hicaz demiryolunun tamamlanıp hattın Medine-i Münevvere’ye ulaştığı o devirde İngilizler bir oldu bitti ile Akabe’ye asker çıkarmak, böylece Hicaz demiryolunun Kızıl-deniz’e olan kapısını işgâl etmek ve bu işgâlle hem Sultan Hamid’in itibarını kırmak, hem de Hicaz kıt’asına Akabe körfezinden hulûl etmek istemişlerdir!. İstemişlerdir amma, Devlet-i Aliyye başında bulunan Sultan İkinci Abdülhamid’in sakalını değirmende ağartmadığı gerçeğini unutmuşlardır!.
Siyâsî dehâsı yukarıda görüldüğü gibi, düşmanlarınca dahi itiraf edilen Abdülhamid, İngilizlerin yukarıdaki oyunu sahneye koymalarından evvel yâverlerinden Miralay Rüşdü Bey’i/Paşa’yı iki tabur ve tek bir top başında Akabe’ye göndermiş, bu kuvvetle o küçük kasabaya gelen Rüşdü Bey, Mısır askerini memleketlerine göndererek Akabe’ ye yerleşmiş ve 15 Şubat 1906 Perşembe günü de Mısır hududu üzerindeki Tâbe mevkiini Sultan İkinci Abdülhamid’in «gizli» emriyle işgâl etmiş, bu arada İngilizlerin iğfâline kapılıp Akabe’deki askerlerimize tacâvüze yeltenen bir çeteyi de tenkile muvaffak olmuştur.
Miralay Rüştü Bey/Paşa, Akabe ve havalisinde bu harekâtı sürdürür ve Abdülhamid’in plânı ile bu yeni İngiliz oyununa mâni olunurken; Mısır’da Sultan Hamid lehine nümayişler başlamış, İngilterenin Mısır’daki temsilcisi Lord Cromer türlü vasıta ile tehdit olunmuş, olay İngiliz parlâmentosunda görüşülmüş, Londra basını ise pek ağır bir dille BabIâli’ye çatmaya başlamıştır!.
İngiltere’nin Akabe yoluyla Hicaz’a hulûl plânı böylece suya düşerken, pek müşkil durumda kalan îngilizler, bir taraftan Mısır’a asker yığıp Malta’daki Akdeniz donanmasını harekete geçirmişler, hattâ, Atlantik donanmasının bir kısmını Akdeniz’e sevketmekten çekinmemişler, diğer taraftan ise BabIâli’ye verdikleri 3 Mayıs tarihli bir nota ile Akabe ve Tâbe’yi on gün içinde tahliyemizi istenmişlerse de, Abdülhamid’den aldıkları cevap şu olmuştur:
«— Mısır eyâletimizin iki mevkiine asker göndermek için İngiltere hükümetinden müsaade mi alacaktım?!.»
Abdülhamid bu cevapla birlikte İngiliz notasındaki on günlük mühleti reddetmiş, durumun Osmanlı ve Mısır heyetleri arasında müzakere edileceğini, bu müzakerelere Mısır’ı işgâlinin hiç bir hukukî statüsü bulunmayan İngiltere’nin katılmayacağı bildirilmiş ve Sultan Hamid’in bu kat’i karan üzerine 1 Ekim 1906 Pazartesi günü toplanan İngiltere’nin katılmadığı komisyon, Tâbe’nin Mısır, Akabe’nin Osmanlı hududları içinde kalmasını kabul etmiş, böylece Abdülhamid’in «gizli» bir emriyle Tâbe’yi işgâl ettirmesinin sırrı anlaşılmış, Akabe’yi, Kızıldeniz’e açılan bu’ kapıyı elde tutabilmek için, Tâbeyi icabında fedâ etmek üzere işgâl ettiren Abdülhamid bu plânında muvaffak olmuş ve İngiliz oyunu Akabe’de bozulmuştur!.
MİSYONER FAALİYETLERİNDEN HABERDAR İDİ!.
Azılı misyonerlerden biri olan Charles. R. Waston: «Misyonerlerin güvercinler gibi ma’sum olmaları gerekir. Fakat bu, onların yılanlar gibi kurnaz olmalarına mâni de-
ğildir.» der. Bu, kendi itiraflarına göre «yılanlar gibi kurnaz» olan misyonerler, onüçüncü asırdan itibaren dünyanın her tarafına, tâ Türkistan’a, Çin’e kadar yayılmışlar, tabiî bu arada, esas hedef olan Osmanlı İmparatorluğu içinne de sızmışlardır!.
Çalışmaları bu derece köklü ve şumûllü olan misyonerleri, Babıâli zaman zaman yakından takip edip faaliyetlerini engelleyen tedbirler almış, meselâ Sadrâzam Şehîd Ali Paşa (207) gayri müslim unsurların misyonerlerle temasını yasak etmiş ve misyonerlerin cümlesini hudud dışına çıkarmaya karar vermişse de, Sadrâzamın şehâdetiyle bu karar tatbik edilememiş, bilâhare Nevşehirli Dâmâd İbrahim Paşa da, misyoner faaliyetleri üzerinde hassasiyetle durarak onların yurt içinde serbest gezip dolaşmalarına ve gayri-müslimlerle temaslarına mâni olunması yolunda bütün vilâyetlere sert ve kafi emirler vermiş, fakat her biri bir yabancı devlet hesabına çalışan misyonerler, BabIâli’nin bu takibatı karşısında, himâye gördükleri devletin elçiliğine sığınmışlar ve o elçiler de, kapitülâsyonlardan istifade ile misyonerleri devamlı korumuşlardır!.
Tanzimât’la başlayan batı’yı taklid gafletimiz, misyonerlerin çalışmalarını kolaylaştırmış ve İmparatorluğumuz dahilindeki Hıristiyan unsurların yeni yeni haklar elde ettikleri o devirde, emperyalist devletler yurdumuzda nereye göz dikmişlerse o havaliyi misyonerleriyle âdeta
Şehid Ali Paşa, Sultan Üçüncü Ahmed devri sadrâzamlarındandır. «Silâhdar» lâkabıyle de anılan Ali Paşa 1668’de İznik’in Selöz köyünde doğmuştur. Hacı Hüseyin Ağa’nın oğludur. 27 Nisan 1713 Perşembe günü sadâret makamına getirilen Ali Paşa israfı, rüşveti ve hediyeyi men’ etmekle şöhret bulmuştur. 1716’da Petervadin savaşında şehid düşen Ali Paşa’nın sadâreti üç sene, üç ay, sekiz gündür. istilâ etmişler, meselâ, Fransız cizvitleri Arnavutluk’da, Incil’i Arnavutçanın her lehçesine tercüme ederek köylere kadar götürür ve fakirlere para dağıtıp, açtıkları mektep, hastane v.s. ile yerli halkı ifsad için çalışırlarken; İtalyan misyonerleri de, türlü müstear adlarla ve Sünusî şeyhi kıyafetiyle Trablusgarb ve Bingazi havalisinde faaliyet göstermişlerdir!.
Diğer sömürgeci devletlerden çok sonra gözlerini açan ve mühim yerlerin hep paylaşılmış olduğunu gören İtalyanlar, evvelâ Trablusgarb ve Bingazi’ye, daha sonraki yıllarda da, Anadolu’nun güney sahillerine gözlerini dikmişler ve hemen diğer sömürgeciler gibi misyonerlerini bu mıntıkalara salıvermişlerdir!. Bir ara memleketimizdeki katoliklerin himâyesi mevzuunda Fransızlarla rekabete teşebbüs etmişlerse de, muvaffak olamamışlar; bilâhare Anadolu’ya hulûl için Kuşadası’nda bâzı ticarî tesisler kurup, papazlarını buralara yerleştirmişlerdir! Eski sadrâzamlardan Kâmil Paşa’nın Valiliği esnasında İzmir’de, mekteplerinin kapılarındaki levhaları bir gecede «İtalyan Misyonerleri Muavenet-i Millîye Şirketi» yazılı levhalarla değiştirerek ve binalarına Papalık bayrağı çekip, limandaki iki İtalyan gemisinden toplar atarak sokaklarda nümayiş yapacak derecede şımarmışlar, nihayet İttihatçı biraderlerinin iktidarı yıllarında askerden ve idareciden tecrit edilmiş Trablusgarb’a yerleşerek gayelerine ulaşmışlardır!.
Sultan Abdülhamid devrinin Mâbeyn Başkâtibi Talisin Paşa, hâtırâtında İtalyan misyonerlerinin Trablusgarb' daki mel’anetlerine temasla, Trablusgarb’ın «Oclecalo» kasabasında «Şeyh Haşim’ül-urcâvî» adında birinin yakalandığını. yapılan tahkikatta bu adamın «Sinyor Boneti Salvadcra» isminde bir İtalyan misyoneri olduğunun anlaşıldığını, üzerinde bulunan cep defterinde geçtiği yolların, vaha kırın, tepelerin, su bulunan yerlerin küçük mikyasta bir krokisinin ele geçtiğini, bu tip sahte şeyhlerle Trablusgarb ve Bingazi taraflarında dolaşıp, Sünusî şeyhlerine hulûl ile ifsatta bulunduklarını, durumun ilgililerce Saraya duyurulması üzerine, Abdülhamid’in emriyle misyonerlerin çalışmalarını önleyici kararlar alınıp tatbikata konulduğunu kaydetmektedir (208).
Mâbeyn Başkâtibinin hâtırası şu gerçeği ortaya koymaktadır ki, Sultan îkinci Abdülhamid misyoner faaliyetlerinden haberdardır. Onların çalışmalarını hassasiyetle takip ederek yaptıkları korkunç tahribatı görmüş ve gerekli tedbirleri almıştır. Saltanatı yıllarında, memleketimizde bulunan Amerikalılara aid dört yüzü mütecaviz mektep, hastane, kütüphane gibi misyoner yuvalarını bir hamlede kapatmış, bunların açılması için Amerika sefirinin her müracaatını cevapsız bırakmış, nihayet sefirin bu dört yüz küsur müesseseden hiç olmazsa on tanesinin tescil edilmesi, aksi halde Amerikan hükümetinin diplomatik münasebetlerini keseceği yolunda yaptığı son müracaatı, o günkü şartlar içinde iki devlet arasındaki münasebatm haleldar olmaması için kabul etmiş ve açılan bu misyoner yuvalarını devamlı kontrol altında bulundurmuştur!. Bu mevzuda Başkakanlık Arşivi’nde ibretâmiz pek çok vesika vardır ve yine Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın kaydettiğine göre: Misyoner faaliyetleriyle alâkalı bir tahkikat raporu kendisine takdim olunduğunda «Görüyorsunuz ya, memleketimiz muhteris ecnebilerin cevelângâhı olmuş. Buna karşı bizim için biç uyumamak, daima müteyakkız bulunmak farz-ı-ayn haline gelmiştir» diyerek, misyonerlerin çalışmalarını adım adım takip edip, Müslüman-Türk’ ün haklarını korumasını bilmiştir!.
Bkz: Tahsin Paşa, a.g.e.
Sultan İkinci Abdülhamid’in misyoner faaliyetleri mevzuundaki hassasiyyetini böylece tesbitten sonra, gerçeği bu vesileyle bir daha tekrarlayalım: Misyonerler sadece Hıristiyanlığın telkin ve propagandasına memur değildirler. Her misyoner kimin, hangi devletin hesabına çalışıyorsa, o devletin ajanıdır, casusudur ve misyonerlerin tamamı İslâm düşmanıdır!..
BAŞKİTÂBET DAİRESİ
Mâbeyn Başkâtibliği, İkinci Mahmud’un saltanatının son yıllarında ihdas olunmuştur. Pâdişâhın. Bâbıâli ile olan muhaberatını idare eden Mâbeyn Dairesi’ndeki vazifelilerin hepsi «Mâbeynci» diye anılırken; ikinci Mahmud’dan sonra bu vazifelilere «Başmâbeynci», «İkinci Mâbeynci» gibi ünvanlar verilmiş ve bu durum saltanatın lağvına kadar böylece devam etmiştir.
Tahsin Paşa, Mâbeyn Başkâtibi Süreyya Paşa’nın vefatı üzerine, Bahriye Nezâreti mektupçuluğundan bu makama getirilmiş ve 1894 yılının Kasım ayından, 4 Ağustos 1908 Sah gününe kadar on dört yıl Mâbeyn Başkâtipliğinde bulunmuştur.
Hâtırâtını Cumhuriyetin ilk yıllarında o devrin «Milliyet» gazetesinde yayınlayan Tahsin Paşa, bilâhare bu hâtırâtı bir kitapta toplamış ve «Abdülhamid — Yıldız Hâtıraları» adını taşıyan bu eser. 1931 yılında İstanbul’da «Muallim Ahmed Halid Kitaphanesi» tarafından neşrolunmuştur.
Tahsin Paşa bu hâtırâtında. Başkitâbet Dairesi’nin vazife ve faaliyeti mevzuunda: «Hiç aldanmış olmaksızın iddia edebilirim ki. o zaman Başkitâbet Dairesi, intizam, inzibat, muamelâtta sadelik ve sür’at itibariyle BabIâli’ye ve diğer Nezâretlere faik idi. Burada hiç bir kâğıt parçasının kaybolmasına, hiç bir muamelenin kontroldan kaçmasına imkân olmadığı gibi, işlerin sürüncemede kaldığı da vâki değildi. Çünkü Başkitâbet Dairesi’ne girip çıkan mesaili (meseleleri) bizzat Abdülhamid kontrol ederdi. Daire-i Kitabete gönderilen herhangi bir tezkere ve arizayı, vürudu akabinde Hünkâr’a başka taraflardan haber verirlerdi. Daire-i kitabet vasıtasıyle tebliğ olunan irâdeler hakkında günü gününe Abdülhamid’e hesap vermek mecburiyeti de vardı. Bu itibarla, bir taraftan Pâdişâhın sıkı murakabesi, diğer taraftan kâtip beylerin samimî vazifeşinaslıkları daire muamelâtını makine gibi işletmekte idi.
Sultan İkinci Abdülhamid’in Mâbeyn Başkâtiplerinden son
ikisi.-Tahsin Paşa (solda) ve Ali CevadBey (sağda).
Başkitabet Dairesi’nin vazifesi, hükümdar ile devair-i resmîye arasında tebliğ ve tebelluğa vasıta olmaktan ibaretti. İkinci kâtib, Başmâbeynci, mâbeynciler, hususî şifre kalemi vasıtalariyle Hünkâr’a arz olunan bâzı muamelât ile, bendegân ismini taşıyan kimselerin vasıta oldukları jurnaller müstesna olmak üzere, bütün maruzat-ı resmîye Başkitabet kanalından geçer, burada kaydolunarak Hünkâr’a takdim olunur, gerek bunların cevapları, gerek re’sen sâdır olan irâde-i seniyeler, bu daireden lâzım gelenlere tebliğ edilirdi.
Marûzat şu suretle Saray’a gelirdi: Mülkî işleri Sadrâzam, ilmiyyeye müteallik umuru Şeyhülislâm, umur-u askeriyyeye taallûk eden marûzatı Serasker, Tophaneye ve Mekâtib-i askeriyyeye ait olan evrakı Tophane Müşiri, Hazîne-i Hassaya ait umuru Hazîne-i Hassa takdim ederdi. Pâdişâha resmî marûzatta bulunmak hakkı, bu Nezâretlere mahsus idi. Bundan maada diğer Nezâretlerin kâffesi marûzatta bulunabilirse de, bu marûzatın adına «hususî» derlerdi.
Sultan Hamid, Babıâli ve diğer Nezâretlerden gelip torba içinde kendisine takdim olunan tezkerelerden kabul ettiklerini, herbirinin arkasına tarih koyarak, gene daire-i kitabete iade ettiği zaman, bunları bir zarf içinde gönderirdi. Sultan Hamid, zarf içinde kaç tezkere varsa, zarfın üstüne bunu ve saat kaçta teslim olunduğunu işaret eder, zarfın arkasına da imza yerine «malûm» kelimesini yazardı. Bu zarfı getiren adamın vazifesi bir makbuz senedi almaktı. Bu makbuz senedine, zarftan çıkan tezkerelerin adedi ve herbirinin numarası, getiren adamın ismi ve saat kaçta getirdiği yazılır, altına Başkâtip imza ederdi. Sultan Hamid bu makbuz senedine o kadar ehemmiyet verirdi ki, behemahal eline teslim olunmasını isterdi» diyor (209).
Tahsin Paşa, böylesine muntazam çalışan Başkitabet Dairesi’nde «Başkâtip» olarak vazife görüp, Sultan İkinci
Bkz: Tahsin Paşa, a.g.e.
Abdülhamid devri olaylarından pek çoğunun içinde bulunmuş ve hâtırâtıyle bu mühim olayların içyüzüne ışık tutmuştur.
İkinci Meşrutiyet hareketini müteâkip «Abdülhamid’ in adamı» suçu (!) ile itham edilip Başkâtiplikten azl’olunan Tahsin Paşa, hürriyet sarhoşluğunun devam ettiği o günlerde pek ağır hakarete uğramıştır ki, Tahsin Paşa hakkında yazılıp çizilenler, İkinci Meşrutiyetin basın ahlâkını tesbit bakımından mühimdir!.. Meselâ, o devirde Tahsin Paşa ile alâkalı bir karikatürde, iki memurdan birisinin elinde kundura boyamağa mahsus bir sandık vardır. Tahsin Paşa’nın yakasından tutan diğer memur ise, sâbık Mâbeyn Başkâtibine şunları söylemektedir: «Ayak yalamaya alıştığın için sana yeni bir zanaat bulduk. Lostracılık yap. Kunduraları temizlerken vatandaşların ayaklarını yalarsm!»
Tahsin Paşa böyle türlü hakaretle vazifesinden alınırken, Mâbeyn Başkâtipliğine, Mâbeyn kâtiplerinden Ali Cevad Bey getirilmiştir. Bu zat, Sultan İkinci Abdülhamid’ in son Başkâtibidir. İkinci Meşrutiyet’te 4 Ağustos 1908 Salı günü vazifeye başlayan Ali Cevad Bey, Sultan Hamid tahttan indirilip Selânik’e müteveccihen yola çıkarılışına, 27/28 Nisan 1909 Sah/Çarşamba gecesine kadar Mâbeyn Başkâtipliğinde bulunmuştur. Ali Cevad Bey’in «İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart Hâdisesi» adını taşıyan hâtırâtı Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmıştır.
(Birinci Cildin Sonu)
Bu hükümdar için yurt içinde ve dışında “vur
abalıya!” kabilinden söylenmedik lâf kalmamıştır. Bu
lâfazanlığa, tarih usûl ve metodunu bir tarafa fırlatıp
atan bâzı tarih yazarları da(!) şu veya bu sebeple
maalesef katılmış ve böylece ortalığı kaplayan lâf ü
güzaf, Sültan Hamid’in gerçek hüviyyetiyle
tanınmasına, tanıtılmasına mâni olmuştur.
İsabetli politikasıyla Osmanlı İmparatorluğunu 33
yıl daha ayakta tutan, dolayısıyla ‘‘Hasta Adam”
mirasını bekleyenleri hüsrana uğratan Sultan
A.Hamid’in düşmanları pek çoktur. Onun düşmanlan
Türk milletine de düşmandırlar.
Ermeninin dilinde Sultan Hamid ‘‘Kızıl Sultan”dır.
Zira Ermeni mel’anetlerine mâni olmuş, Ermeniyi
maşa edinen büyük devletlerin bütün tazyik ve
tahakkümüne rağmen, Doğu Anadolu’yu Ermenilere
vermemiştir. Ancak içimizden bazı kimselerin,
okuyup araştırmadan, ‘‘Kızıl Sultan” demesi, acıdır,
kültür hayatımızda kapkara bir lekedir.