Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

OSMANLI TÜRKLERİNDE İLİM... Abdulhak Adnan Adıvar

 


Bölüm V

XVII.-XVIII. YÜZYILLAR VE KÂTİP ÇELEBİ

XVI. yüzyılda, ilim öğretiminde ve ilmi eserlerin yazılışında gö­rülen ağırlığın, XVII. yüzyılın yarısında daha çok belirdiğini görü­yoruz. Gerçekten bu yılların yazmalarında, artık Avrupa’da beliren modern ilmi düşünüşün, Yunan ilmini temelinden sarsan büyük dü­şünce hareketinden eser bile görülmez. Tercüme-i hâl kitapları an­cak yönetim veya yargı çevrelerinde şöhret almış kimselerin isim­leriyle doludur.

Söylediğimiz gibi, daha önceki yüzyıllarda tabii ve fiziki ilim­lerin öğretim yeri olan medreselerde birkaç ansiklopedik bilgin ye­tişmişti. Fakat XVII. yüzyıldan bu yana, medreselerde yavaş yavaş akli ve müspet ilimler itibardan düşmüş ve dersler daha ziyade fıkıh alanı içine kapanmıştı. Matematik, astronomi, felsefe gibi ders­ler, her ne kadar, tamamıyle ortadan kalkmış değilse de, herhalde ikinci planda kalmıştır. Hatta bu ilimlerden en ilkel bilgilere bile sahip olmayanların en büyük medreseler müderrisliğine ve en bü­yük makamlara geçtiği görülmüştür, ilim ve fikir âlemindeki bu gerilemeden, Murat IV.’e (1623-1640) verdiği layihasıyle ün kaza­nan, Koçi Bey şöyle acı acı şikayet etmektedir:

«Halen tarik-ı ilim dahi fevkalhad mütegayyir olmuştur ve ara­larında cari olan kanun-i kadim tenezzül bulmuştur. Mukaddema bir talib-i ilim danişmend olmak murad eylese ulemadan birisi müte­harrik olub evvelâ andan mahrac dersi okuyub istidad ve liyakatini müşahede ettikten sonra müderrisinden birisine gönderirdi. Andan birine böyle böyle haricde ve dahilde ve şahında nice müddet daniş­mend olub badehu murad ettiği yerde karar edüb yolu geldikte mülâzim olub ruznâmçe-i hümayuna namı yazılırdı. Hatta danişmendlerin eskileri ki muidlerdir, her birine tetimme tayin olunub anda sa­kin olan suhtegân tayfasına ifade-i ulûm ederlerdi. 1003 tarihine ge­lince şahın muidlerinin şimdiki müderrisler kadar itibarı vardı... Tarik-ı ilim pek pak ve mazbut idi. Ol sebebden içlerinde cahil ve ecnebi olmayub eğer kuzat eğer müderrisinden cümlesi ilm-u dini mükemmel, ırz ve vekâr sâhibi adamlar olub müderrisliği halinde ilm-i şerife ve mansıbı halinde din ü devlete istikamet ile hizmet edüb ibadullaha nef'i mahz olurdu... Bu asırda da âlim ve cahil bir görülmeyüb erbab-ı ilm ü marifete imtiyaz verilse zaman-ı kalilde yi­ne evvelki mertebeye varırdı. "Menasıb-i ilmiye şefaatle verilmek murad değildir. Âlim hangisi ise ana gerektir”» (bkz. Koçi Bey Risa­lesi, Ebüzziya basımı, s. 39-43).

Öte yandan, aşağıda kendisinden uzun uzadıya bahsedeceğimiz Kâtip Çelebi, Mizan-ül-hak fi ihtiyar-il-ahak adh, küçük risalesinde îslamın ilk zamanlarında müspet ilimlerin yasaklanması rivayetle­rinden bahsederken, diyor ki:

«Fakat nice hali-yüz-zihin kimseler sadr-ı evvelde vâki olan me­ni rivayetlerini hacer-i camid gibi taklid-i mahaz ile tutub aslını ted­bir ve mülâhaza etmeden red ve inkâr eyledi. Felsefe ilimleri deyu zemme mübtelâ olub yeri göğü bilmez cahil iken âlim geçindi. Evelem yenzuru fi melekûtilssemavati vel’ardı tehdidi kulağına girmeyüb zemin ve eflâke nazar-ı bakar gibi göz ile bakmak sandı. Devlet-i Osmaniye evailinden Sultan Süleyman zamanına gelince "Hikmet ile şeriat ilimlerini cemeyleyen” muhakkikler iştiharda idi. Sonra ebü’l-fetih Sultan Mehmed Han medaris-i semaniye bina edüb kanun üzere şuğl oluna deyu vakfiyesine kayıd ve şerh-i mevakıf ve haşiye-i tecrid derslerini tayin eylemişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diye kaldırub hidaye ve ekmel dersleri okutmağı makul gör­dü. Yalnız ana iktisar, nâmakul olmakla ne felsefiyat kaldı, ne hidaye ve ekmel kaldı ve bununla suk-ı ilme kesad gelüb ehli inkıraza karib olmağla bazı kenarda Ekrad diyarında yer yer kanun üzre şuğl eden talihlerin mübtedileri Rum’a gelip azim tafra satar oldular» (bkz. Mizan-ül-hak fi ihtiyar-il-ahak, İstanbul, 1306, s. 10-11).

işte bu iki zatın ifadelerinden anlaşılıyor ki, XVII. yüzyıl başın­da ve hatta daha XVI. yüzyılda bile, Osmanlı Türk medreselerinde, akli ve nakli ilimler noktasından, bir gerileme göze çarpmaktaydı.

Bu devirde matematik üzerine, Hızır Halife Taberî adında bir zatın Cezire-i Erkam adı altında, bir aritmetik kitabı ve Diyar-ı Bekirli Molla Mehmed Çelebi adh başka bir yazarın geometri, astrono­mi ve başka ilimlerden bahseden eseriyle, kendisinin koyduğu prob­lemlere yine kendisinin verdiği cevaplardan meydana gelme redd-ü kabul ve ecvibe adh bir eseri vardır. Murad IV.'m müneccimbaşısı başka bir Mehmet Çelebi’nin de bazı ufak tefek astronomi risalele­rini biliyorsak da, bunlar kendilerinden ayrı ayrı bahse değer eser­ler değildir.

Tıpta Larendeli Siyahî-zade Derviş adında bir zat, Mısır’da uzun zaman gezip incelemeler yaptıktan sonra ilaçların Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca ve Berberice adlarını veren bir lügat kitabiyle Mecmuat-üt-tıb adlı manzum bir tıp kitabı yazmıştır (bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 2039). Bu eserin ikinci adı da, Terceme-i Molla Siydin müntahabat-i ihtiyarat-i şifa derbeyan-ı ilm-i tıb’dır. Eser mevsim­lerin tıbbi etkileriyle başlar. Kan alma, hacamat, nabız ve idrar ba­hisleri iyice yazılmıştır. Sonra hastalıkları ve ilaçları tarif eder (ta­rihi 1615).

Yine bu devir hekimlerinden Zeynelabidin bin Halil tarafından, Murat IV.'a takdim edilmek üzere, Şifa-ül-fuad adında bir eser kale­me alınmıştır (bkz. Üniversite kütühanesi, Yıldız, tıp, 260; Topkapı Sarayı kitaplığı, R. 1691, H. 577, E.H. 1818). Bu kitap daha ziyade yemek, içmek ve giyinmeğe ait sağlık kurallarını anlatır. İlk dört bö­lüm bu işlerde kullanılan maddelerin özelliklerinden ve etkilerinden genel olarak bahseder. Öteki bölümlerinde ayrı ayrı her yemeğin, mesela hayvansal, bitkisel yemeklerin, yemişlerin özelliklerinden, çi­çeklerden, buhurlardan, mücevherlerden ve hatta saç uzatma ve se­mirme ilacından da bahisler vardır. Eser XIX. yüzyılda, aynı yaza­rın çay ve biber üzerine yazdığı risalelerle birlikte, Kahire'de basıl­mıştır.                                           >

Bu devrin en önemil tıbbi eseri, hiç şüphesiz, Murat IV.'ın baş­hekimi, bedbaht Emir Çelebi tarafından yazılan Enmuzec-üt-tıb adh kitaptır. Bu eserin birçok nüshaları İstanbul kütüphanelerinde bu­lunmaktadır. Emir Çelebi Mısır’da öğrenimini tamamlamış, Kalavun-Mansuriye hastanesi hekimliğine atanmıştır (bkz. Enmuzec-üt -tıb, Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 28, var. 2-3). Olumluğu için büyük bir şey bilmiyoruz; o zaman ulemasının hayatlarını yazan Şakaik zeyli Şihî'de adı bile geçmez. Daha önce yazdığı Neticet-ilt -tıb’da söylediğine göre, İstanbul'da Unkapam'nda bir hekim dükka­nı açtığını bildiğimiz gibi, Kaptan Recep Paşaya mensup olup, tımar defterdarlığına ve nihayet padişahın hekimbaşıhğına kadar yüksel­diğini öğreniyoruz. Nihayet, afyon kullandığı bahanesiyle ve düşman­larının fitnelemesi üzerine, Nizip'te Murat IV.'ın zorla yedirdiği çok miktarda afyondan zehirlenerek, 1048 hicri yılında vefat etmiştir (o zamanın bütün vakayinamelerinde bu feci katlin tafsilatı vardır). Herhalde eserlerinin incelenmesiyle, bu Emir Çelebi'nin bilgili, özel­likle zeki bir hekim olduğu anlaşılmaktadır. Enmüzec-üt-tıb, bütün öteki tıp eserleri gibi, havanın, toprağın ve iklimin nitelikleri üzeri­ne bir sağlık bilgisi bölümüyle başlar; anatomiden kısaca bahsettik-

ten sonra, hastalıkların ve ilaçların teker teker açıklanmasına geçer. Emir Çelebi, kitabının önsözünde, yazarın, kendisinden önce yazı­lan eserlerden, hiçbir şey katmadan, her şeyi almasının doğru ol­madığını ve kendi deneylerinin sonuçlarını da kaydetmesi gerekti­ğini söyler. Mesela sakomonya (mahmudiye otu) denilen ilacın mik­tarı, gerek iklim ve gerek ilacın çıktığı yer yüzünden, değişeceğini, onun için bu miktarı İbni Sina’nın Kanun undan olduğu gibi alıp kullanmanın doğru olmayacağını, öte yandan Antakya sakomonyasınm İstanbul’da Basra sakomonyası miktarında verilmesi yanlış sonuçlar vereceğini sözlerine katar (bkz. Enmiizec-üt-tıb, var. 5-9). Kitabın son bahsi de ilgi çekecek kadar önemlidir. Burada Emir Çe­lebi hekimlerin mutlaka anatomi öğrenmelerinin pek gerekli oldu­ğunu ve hele savaşta bulunan hekimlerin, ölen askerlerin ölüleri üze­rinde, anatomi bilgilerini genişletmelerini ve eğer bu mümkün ol­mazsa, maymunlar, domuzlar üzerinde teşrih yapmalarını kuvvetle tavsiye eder.

Bu devirde, dikkate değer tıbbi bir eser daha vardır ki, o da Şirvanlı Şemseddin Itâkî adh bir yazarın Teşrih-ill-ebdan ve terceman-ı kıbale-i feylesofan başhkh kitabıdır (bkz. Üniversite kütüpha­nesi, T. 2662 ve Süleymaniye kütüphanesi, Vehbi Efendi kısmı, 1476). Bu eser, önsözünde yazıh olduğu gibi, Murat IV.'ın sadrazamı Recep Paşa zamanında kaleme alınmış olmasına göre, tarihinin 1629-1631 yılları arası olması gerekir. Yazarı bir zamanlar «dershane-i İdris'te (yani tıp ilmini öğrenmede) izaa-i vakit» ettiğini (zamanını boşuna harcadığını), fakat başka bazı ilimleri de öğrendiğini önsözde söy­ler; sonsözde bir türlü bir baltaya sap olamayıp, açıkta kaldığından yanar yakılır ve sonunda padişahın kendisine şeyh-ül-harem’lik hiz­metini vermiş olduğundan dolayı, dualar eder. Eser kısmen İbni Sina'nın Karun’undan, İbn Nefis’in Şerh-i Teşrih-ül-Kanun’undan çevirme ve oldukça güzel resimlerle süslüdür. Önsöz bitince, dört elemandan, mizaçlardan ve hıltlardan bahsettikten sonra, vücut or­ganları üzerine genel bilgi verip, anatomiye geçerek, baştan itibaren beden bölgelerinin anatomisiyle uğraşır. Dölyatağının anatomisini yazarken, karşı sayfaya bir kadın resmi yaparak, dölyatağının yerini ve fötüsün dölyatağında duruşunu göstermeyi ihmal etmemiştir. Hatta bu bahsin arkasından embriologie’ye dair bir fasıl bile vardır. Kalbin üç gözü olup bu organın asla hastalık kabul etmediğini ve «buraya maraz tarî olursa helâkin mukarrer» olduğunu söyler. Ya­zar, İbn Nefis’in, İbni Sina'nın Şerh-i Teşrih’te söylediğinin tersine olarak, kalbin iki gözü olup, sağ taraftaki gözde karaciğerden gelen kanın pişerek sol taraftaki göze geçtiğini ve oradan akciğere (öygen) gittiğini söylediğini yazar ki, bu ifadeyle, İbn Nefis’in küçük kan dolaşımını en doğru bir şekilde keşfettiğini anlayamamış olduğunu gösterir. Eğer İtakî bu noktayı doğru anlamış olsa idi. Servetus’un keşfinden üç asır önceki, îbn Nefis’in bu yüksek keşfi Türkiye tıp âlemine geçmiş olacaktı.

Fikrimizce kitabın en önemli kaynağının, yazarın açıkça söyle­memesine rağmen, Mehmed Mansur bin Ahmed’in Kitab teşrih-ill -beden (kaleme alınış tarihi IX. hicri yüzyıl) adh ve resimli Farsça anatomi kitabı olduğu düşünülebilir; tertibi ve resimleri tamamıyle ona benzer (bu eser için bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat. man. pers., 15$5, s. 96). Bu son kitap, İslam tıp âleminde pek meşhur olmuş ve hatta 1265 yılında Hindistan’da Luknov’da Teşrih-i Mansurî adı altında basılmıştır. [Ek-36].

Bu devirde, 1638-1639 yıllarında elkimya ile uğraşan iki kişi al­tın yapmak hevesine düşerek, bu uğurda başlarını vermişlerdir. Bun­lardan biri, Magripli, öteki de Düruz eşrafından Muin-oğlunun kızı­dır. Bu kız, altın yapacağı bahanesiyle, Murat IV.’tan para sızdırmış ve bu parayı keyif ve sefahatine sarf ettikten sonra, tabii, bir şey yapamamış ve idam olunmuştur (1).

Mehmet IV. zamanında, iki saray hekimi, padişahın emriyle, bi­rer tıp kitabı yazmış ve bunlarda memleketimizde çıkan yeni hastalıkları tarif etmişlerdir. Bunlardan biri hassa tabipleri başhekimi Halepli Salih bin Nasrullah bin Sellum’un (ölm. 1670) Gayet-ıd-beyan fi tedbir beden-il-insan başlığıyle, 1655’te padişaha takdim olu­nan eserdir ki, padişah bu eserden memnun olarak, yazara samur kürk giydirmiştir. Yazar, önsözünde, tıpta yeni yeni ilerlemeler ol­duğunu, padişahın bunların memleketimizde de duyulmasını arzu ettiğini bildirmektedir. îlk bölümde sağlığın altı elemanı olan hava, besinler, içecek şeyler, vücut idmanları, ruhî idmanlardan (uyku, nefsin istekleri yönündeki hareketler) bahsettikten sonra, tedavi usullerini söylerken, kan almanın o kadar lehinde gözükmez ve bu noktada, Hippokrates’in «tabiat, hastalıkların seyri sırasında, peka­la etkili olur; bizim için onun işine yardım etmek yeter» düsturunu ileri sürer, ilaçlar bahsinde hiç verilmemesi gereken ilaçları pek dikkatle bildirir. Bileşik ilaçlar bölümünde, özellikle Batı yazarla­rından Nikolaus adına rastlıyoruz. Bu kitabın Fransızcasında bu ya­zarın kim olduğunu bulamadığımı yazmıştım. Sonradan Isis ilim tarihi dergisinde Dr. Sarton, kitabın eleştirisini yazdığı sırada, bu Nicolaus’un, eğer İskenderiyeli Nicolas Myropsos değilse, Salernolu Nicolaus olacağını ihtar etmişti. Gerçekten, Nicolaus Myrepsos, 1280 tarihinde bitirdiği meşhur Dynameron adh kitabında, bileşik ilaçlar, özellikle merhemler hakkında önemli tafsilat verir. Bu eserin bir de Latince kısa çevirisi vardır. Salih Nasrullah’ın bu kitabı, yahut on­dan alınma Arapça bir kitap görmüş olması muhtemeldir (bkz. G. Sarton, Introduction to the History of Science, II, 239, 1094). Yeni ilaçlardan, mesela ether’den (ruh-i zâc) bahsettiği gibi, yeni hasta­lıklardan frengi ve plica polonica denilen, bit ve pislikten saçların birbirine yapışmasından ibaret olan bir hastalık ve humma-i dakkî ile iskorbüt de anlatılmıştır (bu yazma için bkz. Üniversite kütüpha­nesi, Yıldız, tıp, 230). Halep’ten İstanbul’a gelerek, İstanbul kadısı, sonradan «ser etibba-i hassa» (hekimbaşı) olan yazarın Arapça bir­çok eserleri arasında Gayet-iil-itkan fi tedbir beden-il-insan adh biri ve daha önemli olmak üzere, Gaye fi’t-tıb adh başka bir kitabı da­ha vardır ki bunda iç ve dış hastalıkları, deri hastalıklarıyle (bu ba­histe kadınların kullanacağı kozmetikler de vardır) madensel ve bit­kisel zehirlerden bahsolunur (birinci eser için bkz. Köprülü kütüp­hanesi, 975, Topkapı Sarayı kitaplığı, Y. 1011; ikinci için bkz. Ber­lin, Staatsbibliothek, Kat. der arab. Handschriften, 6315).

Yine Berlin kütüphanesinin Arapça yazmalar kataloğunda 6352/3 numarada, Tıbb-iil-cedid ellezi ahtere’uhü Barakelsus adiyle Arapça başka bir eser de yine bu yazarın adiyle kayıtlıdır. Gerçi Brockelmann bu eserin Gayet-Ül-itkan\n bir parçası olduğunu söy­lemekteyse de, Sanartus ve Nicolaus’tan Süleyman bin İbrahim adında birinin yardımıyle Arapçaya çevirdiğini ve bunu sonradan hekim Ömer Şifaî’nin Türkçeye çevirdiğini göreceğiz. Yine aynı kü­tüphanede Osvvald Croll’ün (ölm. 1609) Basilica Chymica adındaki eserinin Arapçaya Salih Nasrullah tarafından çevirisi vardır. Bun­lardan Paracelsus’tan yapılan çevirinin bizim için dikkate değer ta­rafı Türk kitaplarında ilk defa olarak, bu Alman bilgininin eserle­rinden ikisinin (Paragranum, Paramirum) adlarının verilmiş olması ve kimyaya dair bölümlerin çevrilmiş bulunmasıdır. Bu eserin Sa­lih Efendiden sonra gelen Paracelsus mütercimleri için daimi bir kaynak olduğu anlaşılmaktadır. [Ek-37].

Salih Nasrullah’ın Gayte-ül-itkan’mvn şeyhülislam Feyzullah Efendi emriyle Sultan Ahmet hastanesi başhekimi Mustafa Feyzul­lah tarafından Nüzhet-ül-ebdan fi tercemet-il-itkan adiyle Türkçeye çevrildiğini biliyoruz. Fakat mütercim, eseri temize çekmeden ölmüş ve oğlu kazasker Yahya Efendi, Fatih hastanesi başhekimi Ahmed Ebül-es’ad adında bir zata bu işi yaptırarak, adını da vermiştir. Yalnız eserde Paracelsus’un tıp kimyası üzerine hiçbir bahis yok­tur. Ancak mütercimin, daimi hummalar bahsinde kınakınanın keş­fi ve kabuğunun faydaları üzerine, ilgi çekecek ilaveleri vardır (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 225).

Mehmet IV.'in yazdırdığı ikinci eser de saray hekimlerinden Hayatî-zade Mustafa Feyzi’nin, Resail-ül-müşfiye fi emraz-il-müşkile adlı beş risaleden meydana gelme —ki, buna Türkiye hekimleri ara­sında Hamse-i hayatî adı verilmiştir— Türkçe bir tıp kitabıdır (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 345; Topkapı Sarayı kitaplığı, R. 1680, H. 550 ve A. 2126). Tam bir nüsha olan bu yazmada Risale-i maraz-i efrenc, Risale-i merakiye, Risale-i sevday-i merakiye ve Ri            sale-i hummay-i dakkî, Risale-i maraz-i pilika adh beş risale var­dır (1). Birinci risale karında olan ve sevdayî (atrabilaire) olmayan hastalıkları, yani, mide, karaciğer hastalıklarını anlatır ve bu hu­susta «Latin etibbasından müzakeresi sebk eden» bilgileri de yaz­mış, özellikle, çoğu zaman adını Senartus olarak yazdığı Breslau’h Daniel Sennert'in (1572-1637) gözlemlerinden bazılarını vermiştir (2). Batı hekimlerinden adını verdiği ikinci kişi de Frenelius=Jean Frenel’dir (3). Bir de Rivierus adı geçer (4).

Sevday-i merakıyeden bahseden ikinci risalede akıl hastalıkları tarif olunuyorsa da, bunların da özel sebepleri yine karındaki or­ganların bozulmasına ve hıltların yanmasının şiddetine verildiği için, bu hastalıklara yan karın bölgesinin adından alınarak, mera­kiye sıfatı verilmektedir. Bu risalede de yine Sennert’in adına rast­lanır. [Ek-38],

Frengiye ait olan üçüncü risalede yazar, XVI. yüzyılın tanınmış bilgini, adı yukarıda geçen, Girolamo Frocastro'nun (1483-1553) ünlü Syphilis manzumesinden ve başka Batı hekimlerinden alarak, has­talığı gayet iyi bir şekilde anlatmakta ve nitelemekte olduğu gibi, çeşitli tedavi usullerini, özellikle civa tedavisini söylemektedir. Bu arada İspanyah Nicholas Monardes’in (ölm. 1578) Amerika bitkilerihakkındaki görüşleri de kaydedilmiştir. Dördüncü risale, plica polonica adh deri ve saç hastalığının Türkiye’de çok görülmediği, ama bunu bilmenin gerektiğini söyleyerek, lüzumlu bilgiler verildiği gibi, beşinci risalede fena tabiatlı (habis) hummalı hastalıklar üzerine bilgi verilmektedir. Burada Luis Mercado, özellikle Rodrigue Fonseca adındaki Batı hekimlerinden alınmış bilgilere rastlanır. Bun­lardan Portekizli Fonseca, Latince bir eser yazarak, XVI. yüzyılda Almanya’nın Aşağı Pfalz eyaletinde hüküm süren bir ateşli hasta­lıktan bahsetmiştir. Yazar, bu hummaya maligna sıfatını verdiği gi­bi, bizim Hayatî-zade de bu sıfatı, Latincesinin anlamı olan «habis» kelimesiyle çevirdiğini söylemiştir (1). Bu hastalık hakkında İspanyah Luis Mercado (1520-1606), 1574’te bir eser yazarak bu hummayı tarif etmiş ve tıp tarihçileri bu hastalığı, bugün bildiğimiz, typhus hastalığına benzetmişlerdir (2). Fakat Hayatî-zadenin eserinden bu hastalığa bugün ne dendiğini anlamak çok zordur; çünkü, yeni bil­gileri, eski bilgilerle karıştırarak, içinden çıkılmaz bir hale getir­miştir.

İşte önemli tıp eserlerinden bahsettiğimiz bu iki hekimden bi­rincisi, yani Halepli Salih Nasrullah bin Sellum’un dönme olduğu ve Latince veya Rumca bildiği söylenmekte olduğu gibi, İkincisi, yani Hayatî-zade Mustafa Feyzi Efendi, Şakaik zeylini yazan Şeyhîye göre, Musevîden dönme olup Mehmet IV. devrinde Halepli Sa­lih'in yerine 1080 yılında hekimbaşı olmuş ve 1103 yılında vefat et­miştir (sırayla hekim yetiştiren bu aileden, Ahmet III. zamanında, aynı memuriyete geçen başka bir Hayatî-zade Mustafa Feyzi Efendi daha vardır ki, bu zat evvelkinin torunudur).

Şurası muhakkaktır ki, bu dönme Türk hekimi, çoğu zaman Batı yazarlarından faydalanmıştır. Zaten kendisi eserinin başında, «Latin etibbasının fudalâsından mütalaa ve müzakerem sebk eden mahaller» diye karışık bir ifadeyle. Batı eserlerini okuduğunu ya­hut müzakere ettiğini söylüyor. İsimlerin çoğu zaman yanlış yazıl­mış olması bize bir dereceye kadar gösteriyor ki, Hayatî-zade oku­madan ziyade, o zaman İstanbul’da bulunan gayri Müslim hekim­lerle müzakere etmiştir. Ama dönme olduğu için, bir yabancı dil bil­mesi de ihtimalden uzak değildir (3). Bu zatın Ali Emirî Efendi kü­tüphanesinde (tıp, No. 29) bir Akrabadin kitabı da vardır.

İşte bu devirde bazen Batı eserlerinden, ya ağızdan toplama veya aktarma suretiyle, meydana getirilen bu çeşit eserler, artık Tür­kiye’de, bir Batı tıbbı bulunduğundan haber alınmış olduğunu gös­termekle birlikte, hiç birisinde ne bir sistem ve ne de bir senteze rastlanmadığı gibi, XVII. yüzyılda Avrupa’da tıbbın ilerlemelerin­den hiçbir habere rast gelinmez; hatta bu eserlerde, Batı yazarla­rından yapılan aktarmalara rağmen, başlıca hâkim olan düşünceler Galenos ve İbni Sina’nın düşünceleridir. Mesela yine bu devirde Mehmed bin Ahmed bin İbrahim adında, hayatını bilemediğimiz bir zat da Budin=Budapeşte’de vali Hüseyin Mustafa Paşanın em­riyle İbn-ül-Baytar’ın Ki.tdb-ikl-mu.gni fi’l-edviyet-il-müfrede adındaki ünlü eserini Türkçeye hem çevirmiş, hem de açıklamış ve çeviriye Mualecat-i Şeyh ibn-ül-Baytar, Levazim-ül-hikme adını vermiştir.

Halbuki, Sakızlı bir Rum aileye mensup olan Alexander Mavrocordato (1), İtalya’nın Padua üniversitesinde tıp tahsilini ikmal ederek, kan dolaşımında akciğerlerin rolü üzerine, Latince bir tez neşretmiştir (Pneumaticon instrumentum circulandi sanguinis, Bologne, 1664; bkz. Paris, Bibi. Nat, 8 tb., 3629). 150 sayfa kadar tutan bu küçük eserde, yazar büyük bir yetkiyle, önce Hippokrates, Gale­nos ve Vesalius’un kan dolaşımı üzerine düşüncelerini özetledikten sonra, W. Harvey’nin kan dolaşımını buluşunu açıklayan meşhur De motu cordis adındaki kitabını tartışmaktadır. Yazar Alexander Mavrocordato, Divan-ı hümayun tercümanlığında önemli bir itibar ve nüfuz kazanmış, Karlofça Antlaşmasının müzakerelerine katılmış ve Sadrazam Köprülü Hüseyin Paşa ve reis-ül-küttab Rami Efendi­nin yanında üçüncü kişi olarak, devletin en nüfuzlu adamlarından biri kesilmiştir. Buna karşılık, hekim olarak, Türkler arasında hiç­bir şöhrete erişememiş, hatta, meslektaşları üzerinde, hiçbir ilmi etki yapamamıştır. Bu ciheti, onun zamanında yazılan eserlerde ye­ni kan dolaşımı teorisine dair bir tek söze bile rast gelememekle, pekala anlayabiliriz. [Ek-39], (Ayrıca bkz. Ek 3 ve 15).

İşte XVII. yüzyılın son senelerine kadar, Türkiye'de tıp ilmi için söyleyeceğimiz sözler özet olarak yukarıki sayfalardadır. Fakat, eğer Kâtip Çelebi bu devirde yaşamamış olsaydı, öteki ilimler için de büyük bir şey söyleyemezdik. Ama çok derin ve üstün bir araş­tırıcı ve inceleyici olan, Kâtip Çelebi’nin, hayatı ve o zamanki ilim üzerine etkisini anlatmaya başlamadan önce, birkaç eserden bahse­debiliriz. Bu eserlerden biri, yukarıda adı geçen Kazvinî’nin Acaib-ül -mahlûkat’ının Sürurî tarafından başlanan çevirisinin (yukarı bkz.) Mehmed bin Mehmed Radosî-zade tarafından tamamlanan kısmı­dır. ilk kısmiyle bu kısım karşılaştırılırsa, Rodosî çevirisinin duru­mu, Sürurî’den Rodosî'ye gelinceye kadar, Osmanlı Türklerinde ilim çöküntüsünü bize pekala gösterir. Hele mütercimin kendiliğinden kattığı parçalar oldukça böncedir; mesela dağların, nehirlerin nasıl meydana geldikleri üzerine ileri sürdüğü şeyler hep finaliste (erekçi) bir görüşle yazılmış, manasız şeylerdir. Mehmet IV.'e sunulan (1685) bu eserin Paris'te milli kütüphanedeki nüshası (Blochet, Cat. F.T. 1063) pek süslü ve resimli bir nüshadır. Burada Topkapı Sa­rayı Revan Köşkü kütüphanesindeki nüshayı görmek, ne yazık ki kısmet olmadı. Paris nüshasındaki resimler, bir mutaassıbın eliyle kazınmış olduğu için, bunlara dair bir şey söyleyemiyoruz. Radosîzade, Ayasluk'ta doğmuş ve 1113 hicri yılında İstanbul'da vefat et­miştir. Kendisinin Ibn Hallikân çevirisinden başka Arapçadan diğer çevirileri de vardır.

Bundan başka, Viyana kütüphanesinde (Flügel, Kat. No. 1459) Mecmuat-üs-sanayi namıyle çeviri bir esere rastlanır ki, Bitlis hanı Abdal Hanın emriyle, adı bilinmeyen bir zat tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilmiştir. Bu kitabın Farsça bir nüshası British Museum’da (Rieu, Cat. II, 489, add. 1796) bulunmaktadır; yazarı Hint -Türk imparatoru Evreng Zib'in zamanında yetişmiş Zeynelabidin adında bir zattır. Eserde değerli taşların yapılması, birçok maden­lerin eritilmesi, panzehirlerin hazırlanması, özellikle altının minya­türlerde kullanılmak üzere varak haline getirilmesi, fildişinin boyan­ması, kaş ve tırnak boyası, kıhç ve hançere su verme ve zehirli maddelerin bunların üzerine sürülmesi ve rugan-i üsküdarî dedik­leri feu gregeois'nın (1) yapımı, bağdadî kağıdın yapılması, özellik­le gizli mürekkep elde edilmesi üzerine gerçekten merak verici bilgi­ler vardır. Bu eserin, müspet ilimler açısından, özel bir değeri olma­sa bile, o zamanlar, Bitlis ve civarında İran ve Hindistan ilim ve sa­natının etkisini, hele ince sanatlara olan düşkünlüğü göstermesi ba­kımından önemlidir. Özellikle eserin son Bitlis hanı, ilim ve sanatın koruyucusu, Abdal Han tarafından Türkçeye çevirtilmiş olması dik­kate değer. Abdal Han 1655 yılında Osmanlılar tarafından mağlup ve esir edilerek İstanbul’a getirilmiş ve burada idam edilmiştir (bu zatın kitapları, hezarfenliği hakkında bkz. Evliya Çelebi, Seyahatna­me, IV, 100, 245). Bitlis’in nasıl bir ilim yuvası olduğuna ve oradaki medreselerin sayısına ve ilim erbabının faaliyetine dair Şeref bin Şemseddin'in Şeref name sinde (bkz. Üniversite kütüphanesi, Fars, yazma, 233, ves. 106-110, Türkçe çevirisi Topkapı Sarayı kitaplığı, R. 1469) önemli tafsilat vardır (bir de Journal Asiatique’in Avril-Juin 1937 nüshasında Armenag Sakiziyan’ın Evliya Çelebi Seyahatname' sinden özet bir makalesi vardır). Kısacası, Şeref name ve başka eser­ler okunursa, Bitlis hanlarının Anadolu’nun doğusunda ilme hürmet ettikleri ve orada bir hayli bilgin yetiştiği anlaşılıyor ki, Kâtip Çelebi’nin, son zamanlarda, Doğu Anadolu'nun ilimde kendini göster­diğini söylemesi de bunu doğrular.

Türkiye ilim tarihinde XVII. yüzyılın ilk yarısı, bizim Kâtip Çelebi, Avrupahların ve bazen bizim de Hacı Kalfa dediğimiz Mus­tafa bin Abdullah’la, oldukça dikkate değer bir devir halini almış­tır. Batıda Keşf-üz-zunun (1) adıl meşhur bibliyografyasıyle, pek ta­nınmış olan, Kâtip Çelebi çoğunluk tarafından yüksek bir bibli­yografya uzmanı ve her telden çalan bir yazar gibi sayıldığı halde, bazılarınca zamanın büyük bir bilgini gibi görülmüştür; biz bu say­falarda, hayat ve eserlerinden mümkün olduğu kadar kısa, fakat gerçeğe en yakın bir yolda bahsederek bu önemli simanın Türkiye ilim âlemindeki yerini belirtmeye çalışacağız.

Kâtip Çelebi’nin en iyi hayat hikayesi, ünlü kişilerin biyografi­lerini toplayan, Süllem-ül-vusul ilâ tabakat-il-fuhul (bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 1877) adlı kitabında kendi tarafından yazılmış kı­sımla sonradan Mizan-ül-hak'ta yazdığı son kısımdan alınarak mey­dana gelir ve başka biyografilere baş vurulmasına lüzum kalmaz.

Asıl adı Mustafa olan bu zat, annesinden işittiğine göre, İstan­bul’da, 1017=1608 yılında doğmuştur. İstanbul uleması arasında Kâ­tip Çelebi ve din mensuplarınca Hacı Halife=Hacı Kalfa diye anı­lırdı. Babası Abdullah (büyükbabasının adından bahis yoktur), En­derun'a girmiş ve oradan silahtarlık hizmetiyle çıkmıştır. Kendisi bilginler ve şeyhlerin toplantılarına devam eden bir zat olup, oğlu­nu hemen özel öğretmenlerden okutmaya başlamıştır. Kâtip Çelebi, çocukluğunda Kuranı yarısına kadar ezberlediğini ve on dört yaşın­da «Muhasebe-i Anadolu» denilen kaleme günde 10 dirhem ücretle atandığını hikaye ettikten sonra, 1033=1623 yılında, Abaza Paşa is­yanını bastırmaya giden kuvvetle, Kayseri civarındaki cezalandır­ma hareketine, babasının yanında, katılmış olduğunu ve 1035 = 1625' te Bağdat seferine gittiğini ilave eder. Aynı yılda Bağdat'tan umut­suzluk içinde dönerken, Musul’da babası vefat ediyor ve genç Kâtip Çelebi, amcasıyle kalıyor; o da Nusaybin dolaylarında ölünce, Diyar-ı Bekir’e ve orada, baba dostlarından birinin aracılığıyle, «Mukabele-i süvari» kalemine çırağ ediliyor. Erzurum seferine 10361037=1626-1627 sıralarında katıldıktan sonra, İstanbul’a dönünce, Kadı-zade Efendinin derslerine devam ediyor, fakat 1039=1629'da, Husrev Paşa maiyetinde, yeniden Bağdat ve Hemedan seferlerine katılıyor ve bu defa hayli sıkıntı çektiğini söylüyor (1).

1041 = 1631’de İstanbul'a dönünce, yeniden Kadızade Efendinin derslerine devam etmişse de 1043=1633’te Tabanı Yassı Mehmet Pa­şa kumandasındaki orduyla Halep'e gelmiş ve oradan Hicaz’a gide­rek hac vazifesini ifa etmiştir. Halep'ten DiyarıBekir'e dönüp orada yine ulema ile konuşma ve görüşmeye başlamışken bu defa Murat IV.’ın Revan=Erivan seferine katılmıştır. Bu seferden İstanbul'a ge­lince «artık yeniden cihad-ı as gar 'dan (yani savaştan) sonra cihad-ı ekber’e (yani bilgiye)» dönmüştür (bkz. Mizan-ül-hak). Halep’te kal­dığı sırada sahaf dükkanlarını dolaşıp, bir hayli kitap toplamış ve İstanbul’a dönüşünde bunları okumaya koyulmuştur.

Halep'te yalnız adlarını not ettiği kitaplardan birçoğunu da İs­tanbul’a gelince, zengin akrabasından birinden miras kalan parayla, satın almıştı. Paranın bir kısmiyle evini barkını ve geçimini yeni­den düzene koyan Kâtip Çelebi, artık sefere gitmeyerek, İstanbul'da kendini tamamıyle ilme vermiş bulunuyordu. Bu sırada Ârec Mustafa Efendiden tefsir ve başka dersler okumaya başlamış, bir yandan da Ayasofya’da müderris Kürt Abdullah Efendiyle Süleymaniye’de müderris Keçi Mehmet Efendiden ders dinlemeyi de ihmal etmemiştir. Akli ilimlerde Abdullah Efendiden faydalandığını söy­leyen Kâtip Çelebi, Keçi Mehmet Efendiden ancak Arapçada fayda­landığını da söyler. Sözün kısası, on yıl kadar, okumak ve hatta bazen mum ışığı önünde sabahlamak suretiyle, çalışmış ve on yıl kadar da kendisine gelen öğrencilere matematik ve astronomi okut­muştur. Nihayet, 1055=1645’te çıkan Girit seferi dolayısıyle, deniz­lerin durumlarını ve harita kullanmayı öğrenmiş ve «bu husustaki risaleleri tamamıyle» görmüş olduğunu söyleyen Kâtip Çelebi, men­sup olduğu divan kaleminde “halifeliğe” geçemediğinden umutsuz­luğa düşerek bir köşeye çekilmiş ve bu zamanda yine ilim, özel­likle coğrafya ile meşgul olduğu gibi, Ârec Mustafa Efendinin ders­lerine devamla geometri ve astronomide ilerlemeye çalışmıştır. Bir aralık hastalanan Kâtip Çelebi, bir süre de «ilm-i huruf ve esmâ ve havas (1) okumak sayesinde mizacına itidal» geldiğini de söyle­mektedir. İşte bundan sonra, Kâtip Çelebi kalemin ikinci halifeli­ğine atanmışsa da, «emr-i maaş için (geçim için) haftada bir iki gün kaleme varub» öteki zamanlarda eserlerini yazmakla meşgul olmuş, kısacası geniş, yorucu ve aralıksız bir çalışma içinde 26 eylül 1656= 1067'de, henüz 50 yaşını doldurmadan, Fatih camiinin kuzey tara­fında kendi malı olan evde, belki aşın çalışmanın şiddetinden bir beyin sektesi=ictus sonunda, ansızın vefat etmiştir (vefatı için bkz. Miyar-iid-diivel ve misbar-iil-milel, Üniversite kütüphanesi, Yıldız, hususi, No. 21; evi için bkz. Veliyüddin Efendi kütüphanesi, Keşf-ilz Zünün nüshasının sonundaki kayıt).

İşte, hayatını yukarıdaki satırlarda özetlediğimiz Kâtip Çelebi, muntazam bir medrese öğrenimi görmemiş, en ziyade hoşlandığı müspet ilimler üzerinde çalışmakla birlikte nakli ilimleri de ihmal etmemiş bir zattır. Olumluğunda kendisinin «hanefiy-ül-mezheb ve işrakıy-ül-meşreb» olduğunu söyler ki buradaki işrakî deyimi, üze­rinde durmaya değer. Bilindiği gibi, Batı dillerine philosophie illuminative diye çevrilen bu «işrakî mezhebi», Allahı bilmek için riya­zet ve nefisle savaş yolunu, bir peygamberin irşadına lüzum görme­den, takip edenlerin mezhebi olmak bakımından Kâtip Çelebi’nin bu anlamda işrakî olması asla akla gelemez; ancak Mizan-iil hak’ta ömrünün son zamanlarında rüyada Peygamber'i görüp onun, ken­disine akli ilimler yanında şer’i ilimler ve Peygamberin adiyle meşgul olmasını emretmiş olması, son zamanlarda Kâtip Çelebi'nin şer’iyatı ihmal ettiğine delalet edebilir. Medrese öğrenimini düzenli bir yolda tamamlamamış olduğundan, zamanını ulemay-i rüsumu (şekilci din bilginleri) ona itibar etmemişler ve âdeta yan gözle bak­mışlardır.

Kâtip Çelebi’nin müspet ilimler üzerine olan eserlerinden aşa­ğıda sırasıyle bahsetmeden önce, son eseri olan küçük Mizan-iil-hak risalesini kısaca anmak, onun müspet ilimler hakkındaki görüşlerini belirtmek bakımından, lazımdır (1). Bu küçük eser, Avrupah ya­zarlar tarafından, gereği gibi incelenmiş değildir. Mesela, İslâm An­siklopedi si’nde J.H. Mordtmann ve Geschichtschreiber der Osmanen yazarı Fr. Babinger bu risaleden «birkaç şer’i meseleyi tartışan bir eser» diye bahsederek geçmişler ve öte yandan bazı Türk yazarları da eserin değerini pek yüksek göstermek hevesine düşmüşlerdir. Gerçekten Mizan-iil-hak, müspet ilimler ve felsefenin bir savunması olduktan başka, yazarın bu ilimler ve bu ilimlerle dinin uzlaştırıl­ması üzerindeki düşüncelerini bize bildirmesi bakımından önemli­dir. Nitekim, eserin önsözünde yazar, devrinin taassubundan acı acı şikayet ederken, müspet ilimlerin lüzumunu savunduğu gibi, İslam âleminde ilim tarihinin kısa bir özetini de vermektedir. Mesela Abbasîler zamanında müspet ilimlerin kavuştuğu itibar ve rağbet mev­kiini bildirmeden önce İslamlığın ilk zamanlarında «kavaid-i îslâmiye rüsuh ve istihkâm bulmadan gayri ilimlere şuğlü tecviz etme­diler. Men’i babında azim şiddetler gösterdiler hatta Hazret-i Ömer, Mısır fethinde nice bin cilt Yunan kitapları yaktırdı» demek suretiy­le meşhur İskenderiye kütüphanesinin yakılmasını, yanlış olarak, Halife Ömer'e yüklüyor; fakat sonradan Abbasîler devrinde, «ehl-i Islâm hakayik-ı eşya ilmini (yani müspet ilimler) bilmek mühimdir» diye “evail” yani Yunan kitaplarını^ Arapçaya çevrildiğini söylüyor. Yukarıda da bir münasebetle söylediğimiz gibi, Kâtip Çelebi, felsefe ve müspet ilimlerin medreselerden kaldırıldığını, bu yüzden de «Rum’da suk-ı ilme kesad gelüb bazı kenarda ekrad diyarında çalı­şan talebe İstanbul'a gelüb» caka satar olduklarını açıkça söyler (bu kısım, Mizan-iil-hak, Şinasi baskısından, s. 5-9, özetlenmiştir), işte Kâtip Çelebi, böylece, müspet ilimlerin, felsefenin öğrenimi lü­zumunu ısrarla savunduktan sonra bu lüzumu ispat için, meşhur geometri bilen kadı ile bilmeyen kadı örneklerini tıpkı Molla Lütfi bahsinde gördüğümüz gibi tekrar eder; bundan sonra, müspet ilim­lerle çarpışan bazı şer’i meselelerde mesela altı ay gece, altı ay gün­düz olan yerlerde namaz ve oruç vakitlerinin tayini gibi şeylerden bahseder. Kısacası, Kâtip Çelebi bu küçük eserde taassup ehlinin takılıp kaldığı meseleleri, serbest bir fikirle, rasyonal bir surette çözümlemeye çabalamıştır.

Bu çok yazan ve her şeyden bahse kalkışan (polygraphe) yaza­rın belki yirmiden fazla eseri varsa da, bunların tarihe ve başka dallara ait olanları tabii bizi burada ilgilendirmez. Biz, önce coğ­rafya ve kozmografyaya ait olan Cihannüma adh baş eserinden bah­sedeceğiz:

Yazılmasına 1648=1058 yılında başlanan Cihannüma (1), ge­nel coğrafya olacağı önsözde söylenmiş olmasına rağmen, ancak bir önsöz girişle, Asya kıtasında, Türkiye’nin doğu sınırlarına (ku­zeyde Erzurum vilayeti ve güneyde Irak-Mezopotamya) kadar, olan memleketlerin nitelendirilmesidir, buna göre eksik kalmıştır. îki defa, iki şekilde yazılan Cihannüma nm birinci şeklini tamamıyle kapsayan nüshanın ortada mevcut olmadığını bütün müsteşrikler söylemektedir. Bu eserin yazmaları hakkında en toplu araştırmayı yapan Fr. Taeschner, Mitteilungen des Seminars für orient. Sprachen zıt Berlin XXIX. de Zur Geschichte des Djihannuma adh Makalede Avrupa ve İstanbul kütüphanelerindeki bütün Cihannü­ma nüshalarını incelemiş ve değerli bir makale yazmıştır (yalnız en güzel nüshalardan biri olan Paris nüshasını görmemiştir) (2). Bu makale okununca özetle edinilen fikir şudur ki Cihannüma yazmalarının çoğu, Kâtip Çelebi’nin vefatından sonra, o zamanlar artık moda olan coğrafyanın heveslileri tarafından oradan bura­dan kopya edilmiş, bazen eksikler ve bazen de ilavelerle dolu bir­takım nüshalardır. Yalnız Taeschner’in de dikkatini çektiği gibi bu nüshaların en önemlisi Viyana kütüphanesindekidir. Bu yaza­rın makalesinde ifrat derecede çoğaltılmış notlarla karışık, uzayıp giden açıklamalarından ve bir hayli hipotezlerinden çıkan sonuç şudur ki, bu Viyana nüshasının (Flügel, Kat. II, 3282), bir yandan Cihannüma’mn birinci şeklinin, öte yandan da ikinci şeklinin bir müsveddesi olması gerekmektedir. Çünkü birinci şekilde Batı eser­lerinden bahsedilmemiş olması lazım gelirken, kitabın kenarında Batı yazmalarından özellikle Ph. Cluverius’tan aktarılan birtakım bilgiler bulunması bunu göstermektedir. Öte yandan, Fr. Taesch­ner, Rumeli ve Bosna coğrafyası m ve Hammer’in Almancaya çe­virdiği (Viyana, 1812) kısmı da ilk şekil Cihannüma’mn tamamla­yıcı bir parçası gibi görmektedir. Bu uzun ve faydalı makaleyi me­raklı okuyuculara tavsiye ederek, bugün ikinci şekli mükemmel nüshalar halinde elimize kadar gelen bu eserin tertibi tarihi ve tarzı hakkında tartışmaya girmekten kaçınmayı tercih ediyor ve yalnız, bu hususta bizzat Kâtip Çelebi tarafından verilen bilgileri aktarmayı uygun buluyoruz:

Bir kere Kâtip Çelebi, Keşf-üz-zunun'da (1652'den önce) Cihan­nüma’mn iki bölümü bulunduğunu, birincisinin yalnız denizlerden, nehirlerden, adalardan ve ikinci bölümün de karalardan, alfabe sırasıyle, şehirlerden hicretin VII. yüzyılından sonra keşfolunan memleketlerden bahsettiğini yazar. Öte yandan, Cihannüma’ya da aldığı Atlas minör çevirisi önsözünde, girişi ve denizler üzerine olan kısmı yazarken, Büyük Britanya ve İzlanda adalarına gelince, bunların tanımlamalarının, Doğu eserlerinden pek eksik olması dolayısıyle, Avrupa eserlerine baş vurmadan kabil olamayacağını anladığını ilave eder. Bu sırada Kâtip Çelebi Abraham Ortelius’un Theatrum orbis terrarum ve Mercator’un Atlas major'umı (1) gö­rüyor ve bunlardan bilgi almak ve haritalarını aktarmak hevesine düşerek, Cihannüma'yı yazmakta, kendi deyimiyle, fütura (umut­suzluğa) uğruyor. Eğer, yazarın bu kendi sözlerine bakılırsa, ese­rin birinci kısmı ancak denizleri ve bir de bir girişi içerisine alı­yordu. İşte, Kâtip Çelebi bu umutsuz duruma düşmüşken A. Ortelius'un coğrafyasını Kara Çelebi-zade Mahmut Efendinin terkesinden tedarike çalıştığı bir sırada Atlas major’un muhtasarı

olan (?) Atlas minor'u bulduğunu söyler (1). Öte yandan, güzel bir tesadüf eseri olarak, «fenn-i coğrafya kavaidine vakıf ve lisan-ı Latin dekayikma arif sabıka Fransa diyarından şehrimize gelen» Şeyh Mehmet Efendi ile tanışır (2). Bu Şeyh Mehmet Efendi, az zamanda Türkçe öğrenmiş olup, Atlas minor’un çevirisini Kâtip Çelebi’ye ağızdan anlatmış, o da çeviriyi Levami-ün-nur fi zulumati Atlas minör adiyle kaleme almıştır (aşağı bkz.). îşte çeviri son bölüme kadar geldikten sonra, Kâtip Çelebi Cihannüma'yı Batı kaynaklarından faydalanarak yeniden yazmaya başlıyor. Bu kay­naklar arasında, A. Ortelius’un coğrafyasından başka, Ph. Cluverius’un Introductio geographica tam vetera quam nova ve Calabrialı Lorenzo adında başka bir yazarın Fabrica mundi adh eseri  Doğu kaynaklarından, Avzah-ül-mesalik ilâ marifet-il -billdan vel-memalik, Pirî Reis’in Bahriye'si (bu eserin nazım ve nesrinin kaba saba gemici dili olduğunu Kâtip Çelebi söylemekten kendini alamamıştır), Ebü’l-Fida’nm meşhur Takvim-ül-büldanı (bu esere atfen Kâtip Çelebi, Ptolemaios coğrafyasından, pek es­kimiş olduğu için, artık faydalanmak mümkün olmadığını söyle­yerek kendi çevirisi olan Atlas minörün değerini yükseltmek is­ter), Manaztr-ül-avalim (bu eserin Takvim-iil-biildan, Hayat-ül-hayvan ve Mir’at-üz-zaman dan toplanmış bir eser olduğunu ve ancak «vakıa mutabık faide-i zaideden» (olaylara uygun daha fazla bilgi veren başka yazılar) istifade olunduğunu söyler) (2) ve İdrisî ile Hamdullah-ül-Müstevfî’nin meşhur eserlerinin adları verilmek­tedir.

Cihannüma’nm uzun giriş yazısında, Ptolemaios sistemine gö­re astronomiden bahsederken, yeni astronomiye dair bir kelime bile yazılmamış olması, yazara yardım eden, hatta İbrahim Müteferrika’ya göre, onun coğrafya hocası ve ecnebi dillerden tercü­manı olan dönme Şeyh Mehmed Efendinin, bu devirde artık Av­rupa’da pekala bilinen Kopernik sistemini bilmesi pek tabii oldu­ğu için, dikkate değer. Belki Şeyh Mehmet Efendi, çifte, yani Müslüman ve Hıristiyan taassubundan dolayı bu sistemden bahsetme­miş olabilir. Gerçekten, papalıkça index'e (kara liste) konulan bu sistemin o zamanlar Müslümanlar arasında da pek makbul olma­dığını aşağıda göreceğiz. Yoksa, Kâtip Çelebi’nin hoşgörürlüğü, özellikle fikri cesareti düşünülürse, her şeye rağmen, bu yeni sis­temi eserine koyacağından asla şüphe edilemez. Halbuki Cihanniima’nın, yukarıda adı geçen, Batı kaynaklarından hiçbiri bu siste­mi içine almamakta bulunduğuna göre, Kâtip Çelebi’yi bu nokta­da şahsen mazur görmek gerekir.

Öte yandan, Kâtip Çelebi arzın yuvarlak olduğu hakkındaki bütün kanıtları, hatta bu hususta İmam Gazalî’nin Tehafiit'ünden aldığı fıkralar üzerine, uzun uzadıya sayar; arzın yuvarlaklığının İslam diniyle asla çelişmeyeceğini ispata çalışır. Tam bu sırada ya­zarın eleştirici düşüncesi, arzın yuvarlak oluşundan dolayı gündüz ve gece süreleri arasında büyük bir farklılık görülen kuzey mem­leketlerinde namaz ve oruç vakitlerinin tayini meselesini kurcala­maya kendisini yöneltiyor ve zamanın şeyhülislamı Baharî Efen­diden bunun için fetva istediğini, ama cevap almadığını yazıyor (1) (bkz. Cihanniima, s. 21-22).

Bundan sonra, gerek Atlas minör ve gerek Cluverius'ün eserin­den alarak, gök ve yer dairelerinden bahseder ve bu arada kozmografya deyimlerinin Yunanca ve Latincelerini türemleriyle birlikte yazmayı unutmaz, enlem dairelerinden bahsederken iklim bölüm­lerini ve bu bölümlerin lüzumlu şekillerini de vermektedir. Hatta bu sırada kopyacılardan ve bu resimleri yapacak olanlardan çok dikkat etmelerini, şekilleri, haritaları tamamı tamamına yapmala­rını rica ve aksi hareket ve hatta kitabı yazıp da şekilleri çıkara­caklara, «Hak belâ vire ve ömrü günü tay ola» şeklinde bir de bed­dua etmekte ve yanlışsız bir coğrafya kitabı meydana getirmenin, harita çizmenin zorluklarını da söylemektedir (bkz. Cihanniima, s. 66).

Bir de yazar, Doğu kaynaklarıyle Avrupa kaynaklarını karşı­laştırmada, birincilerin yanlışlarını düzeltmeye heves etmiş, özel­likle İslam yazarlarının, çoğu zaman resim ve haritayı bırakarak, «elfaz ve ibarata» (kelimeler ve cümlelere) rağbet etmesini, yanlış­lıklara sebep olarak göstermiştir. Ta, Mesudî’den başlayarak mü­verrih Âliye kadar coğrafya konulu eserlerin yanlışlarını sayarken, Amuderya=Ceyhun nehrinin Bahr-i Cürcan’a (Hazer denizi) aktığı halde tbn Havkal’in BahriHarezm’e (Aral gölü) aktığını, söylemesini, Amuderya’nm yatağını değiştirdiğini bilmediği için, bir yanlış gibi gösterir (bkz. İslâm Ansiklopedisi, Amuderya maddesi). Ama, Menaztr-iil-avalim yazarının Tunca ve Meriç nehirlerinin Karade­niz’e aktığı, Rodos’un Çeşme karşısında olduğu ve Âli’nin, Şerif İdrisî’nin meşhur Nüzhet-ül-miiştak adh kitabını İdris Peygambere isnat ettiği gibi yanlışlar yaptıklarını ve başka çeviri yanlışlarını bulup çıkarmıştır.

Başka bir bahiste, pusulayı tarif ettikten ve dünyanın büyük denizlerini anlattıktan, gelgit olayının eski bilginlere göre neden­lerini belirttikten sonra, eski zamanların deniz hayvanlarının ka­lıntıları bulunan taşların (fosiller) dağ tepelerinde bulunmasından dolayı, o zamanlar bugünkü karaların denizle örtülü olduğu dü­şüncesini, Zekeriya el-Razî’nin M ebahis-üş-şar kıy e'sine ve Tarih-i Hind-i Garbi yazarına rağmen, kabul etmez. Biraz sonra kısaca tu­fanlardan bahsederek, burada Aristo’dan bilgi aktarmakla birlikte, Kuranın bu husustaki ayetlerinin tefsir ve teviline kalkışır (bkz. Cihannüma, s. 86-87).

Bundan sonra, açık denizler, özellikle Okyanus'ta ulaştırma güçlüğünden ve büyük seyahatlerden bahsetmekte ve bu denizler­de savaşların da güç olduğunu söylerken, Tarih-i Hind-i Garbi ya­zarının Osmanlı padişahlarını Hindistan fethine teşvik yollu söz­lerine itirazla, Pirî ve Şeydi Ali Reislerin başına gelenlere ve böyle seferlerden kaçınmak lüzumuna değinir (bkz. aynı eser, s. 91-92), hatta bunları yeniden denemenin pişmanlığa sebep olacağını ihtar edip bunun en iyi örneğini, kendi zamanında çıkan Girit seferle­rinde bulacağımızı söyler (bkz. bir de, aynı müellif, Tuhfet-ül-kibar). Kâtip Çelebi, bu uzun başlangıç bölümünün ortasından an­latmak istediği memleket ve şehirlerin, alfabe sırasıyle, bir de fih­ristini verir ki, buna göre Cihannüma’nın gerçekten bir genel coğ­rafya kitabı olarak tasarlandığı anlaşılır. Yazar arzın 5 kıtasını 6’ya bölerek (Avrupa, Asya, Afrika, Amerika, Macellanika=Avustralya ve kutup bölgeleri) bu kıtalar hakkında genel bilgi verir. Amerika' ya bu arada en çok yer ayrılmış ve yazar Christophe Colomb’un se­yahatini tarihi ayrıntılarla yazmıştır. Eserin alt tarafı, yani asıl metni, Japonya adalarıyle başlayarak yukarıda söylediğimiz gibi Anadolu'nun doğu sınırlarındaki memleketlerin tasviriyle sona erer. Şunu da burada söylemek gerektir ki. Kâtip Çelebi bu mem­leketleri tarif ederken tarihlerini de anlatmayı unutmamıştır. Çün­kü ona göre tarihsiz coğrafya bir adlar listesinden ibaret kalır. Fa­kat, eleştirici bir düşünceye sahip olduğunda şüphe olmayan yaza­rın bu noktada kendinden öncekilerde gördüğü masalsı fıkraları, hikayeleri yazmaktan geri durmaması teessüfe şayandır.

Cihannüma’nm çeşitli yazmaları İstanbul’un birçok kütüpha­nelerinde bulunmaktadır: Mesela, Ayasofya 2604, Ragıp Paşa 1061, Nuruosmaniye 3006 ve 3275, Esat Efendi 2046 (Köprülü kütüpha­nesinde 171 ve 172 numaralarda Coğrafya-i berriye ve Coğrafya-i bahriye adları altında Kâtip Çelebi’ye ait gösterilen eserler Pirî Reis’in Bahriye’sidir). Yabancı dillere çevirilerine gelince; Latince bir cilt halinde kısaltılmış olarak Matthaus Norbreg tarafından çe­virisiyle, Liber mtmdum ostendensis adı altında O. Henfels-Gestrwind, Val. Hussard ve D. Stürmer taraflarından yine Latinceye beş cilt halinde yapılan başka bir çevirisi vardır ki, bu sonuncusu Viyana’da Mechitariste manastırında bulunmaktadır. Yalnız Anado­lu’ya ait kısımların Fransızcaya, Armain tarafından, yapılan çevi­risi Vivien de St. Martin’in Histoire des decouvertes geographiques des nations europeennes adh eserinin üçüncü cildine Reinaud’nun Kâtip Çelebi’nin hayatı üzerine yazdığı bir notla birlikte eksik bir surette geçmiştir. Öte yandan Charmoy, Şeref namenin giriş kısmına, Cihannüma’nm bazı parçalarını aktarmıştır. Almancaya da, bazı parçaları Hammer tarafından, Jahrbücher des Litteratur’ ün XIII. ve XIV. ciltlerinde çevrilmiştir. Bir de bu eserin bir kıs­mı gibi sayılması mutat olan Rumeli ve Bosna coğrafyası diye bir kısım vardır ki o da eksik bir yazmadan yine Hammer tarafından, Almancaya 1812 yılında çevrilmiştir. Bu kısım yazmanın Galata Mevlevihanesi kütüphanesinde ve diğer bir nüshanın Fuat Köprülü’ nün hususi kütüphanesinde ve üçüncü bir nüshanın da Beyazıt Umumi kütüphanesinde, 4966 numarada, bulunduğunu biliyo­ruz (1). Burada merak edilecek bir nokta var; acaba İbrahim Mü­teferrika, zamanı için büyük bir nefasetle bastığı ve önemli zeyil­lerle süslediği Cihannüma’ya neden dolayı bu Rumeli ve Bosna kısmını eklememiş ve hatta kitabın sonsözünde, «eğer irade-i hüsrevanî cilve-nüma olursa» İstanbuldan başlayarak, Avrupa, Afrika ve Amerika kıtalarının da bir ikinci cilt olarak ilavesi «dergâh-i vahib-ül-amelden müstedadır» demekle yetinmiştir? Bu, olsa olsa, o vakit elde bulunan nüshaların hangisinin Kâtip Çelebi’ye ait ve en doğru nüsha olduğunu tespit edememiş olmaktan ileri gelebi­lir. Zaten Hammer de Rumeli ve Bosna kısmını ayrı bir eser ola­rak saydığını söylemektedir (bkz. Hammer, Geschichte des Osman, Reiclıes, III, 495).

Kâtip Çelebi’nin ikinci önemli coğrafya eseri, adı yukarıda ge­çen Levami-iin-nur fi zulumat-i Atlas minör adh çevirisidir (bkz.Üniversite kütüphanesi, T. 2350). İncelediğimiz bu nüsha pek iyi yazılmış ve Latince adlar, mümkün olduğu kadar, doğru okunabil­mek için harekelenmiş ve hatta, Latin alfabesi sırasıyle, harf baş­lan yerine Latin harfleri yazılmıştı. Atlas minör çevirisinin nede­nini ve tarzını, yukarıda Cihanniima'dan bahsederken, yazmış ve bu kitaba olduğu gibi geçen önsözünden bahsetmiştik. Kitabın as­lında, ilk yaprağındaki bir frontispice’deki (kapak resmi) sembo­lik Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika timsalleri açıklandıktan son­ra, metnin çevirisi başlar. Bu dört kıta hakkında kısa kısa genel bilgi verildiği gibi, bunların bir de yazısız haritası ilave olunmuş­tur. Eserin kuzey kutup bölgesinden ve İzlanda adasından başla­yarak Avrupa memleketleri kısmı, birer birer nehirleri, dağları, şe­hirleriyle, tavsifi bir coğrafya şeklindedir; ama tarihi bilgiler ve memleketlerin idari durumu da ihmal edilmeyerek, tarif olunmak­tadır. Avrupa kısmı pek mufassal olan bu eserin Asya, Afrika ve Amerika kısmı o kadar mufassal değildir; bununla birlikte, çevi­renin bazı yerleri kısalttığı da kolaylıkla anlaşılıyor. Kitaba, Abraham Ortelius’un Theatrum orbis terrarum adh eserinden alınarak, o zamana kadar harita yapanların ve coğrafya yazanların güzel bir bibliyografyası eklenmiştir.

«îhtilâf-i edyan» (dinlerin ayrılığı) başlığı altında, 158. bölümde Hıristiyanlığın tarihi ve mezhepleri yazılmış olduğu gibi, son bir bölümde de Büyük İskender’in seferlerinin kısaca ve oldukça ka­rışık bir yolda anlatılmış olduğunu söylemek lazımdır. Gördüğü­müz bu nüshanın sahibi veya kopya edeni sayfa kenarlarına şerh­ler düşmüş ve bu şerhleri, yazarın hattından yani müellif nüsha­sından aldığını kaydetmeyi de unutmamıştır. Bu bakımdan, bu nüsha oldukça değerli bir yazmadır. Eserin gayet süslü bir nüs­hası da Nuruosmaniye kütüphanesinde 2998 numarada bulunmak­tadır.

Kâtip Çelebi’nin ifrat derecede zeki olduğunu söylediği oğlu ve başka bir öğrencisine matematik öğretirken, Ali Kuşçu’nun yu­karıda adı geçen aritmetiğe dair Muhammediye risalesini açıkladı­ğı, fakat bu iki çocuğun vakitsiz ölümleri üzerine tamamlamadığı, Mizan-iil-hak’ta yazılıdır. Tamamlanmamış bir şerhten burada bizi bahse sevk eden sebep XVII. yüzyılda yetişmiş bir bilgin ve Batı ilminin şiddetle takdirkarı olan Kâtip Çelebi’nin hâlâ Ali Kuşçu’ nun hesap kitabını şerhle uğraştığını göstermektir.

Yazarın büyük eseri Keşf-iiz-zunun’dan yukarıda bir münase­betle bahsetmiştik; bu eserin önsözünde Arap dilindeki ilim ve fel­sefenin kısa, fakat faydalı bir tarihi bulunduğunu söylemek gerek­tir (1). Bu bakımdan Kâtip Çelebi, Türkler arasında, ilim tarihine dair ilk özet yapmaya teşebbüs eden yazardır.

Kâtip Çelebi’nin, yukarıda gördüğümüz gibi, bir de bilginlerin hayat hikayelerini toplayan Süllem-ül-vusul ilâ tabakat-il-fuhul’ü vardır ki, bu biyografinin öteki Osmanlı-Türk tezkere ve tabakalın­dan farkı Türk bilginleri yanında Yunan ve Arap bilginlerinin ha­yatlarını ve onlara ait fıkraları ve meşhur ilmi tartışmaları da al­mış olmasıdır (yazarın el yazısıyle olan nüsha için bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 1877). Yazarın İlham-ül-mukaddes fi'l-feyz-il-akdes adlı eserine gelince, bunda Takyeddin’in Sidret-ül-münteha smdan alınan bazı astronomi bilgileri verildikten sonra, 90° kuzey en­lemdeki memleketlerin hallerinden bahsedilmiş ve evvelce söyle­diğimiz gibi şeyhülislam Bahaî Efendiye sorduğu üç sorunun ceva­bı ve meselelerin açıklanmasına girişilmiştir. Üç soru şunlardır: 1. Kuzey memleketlerinde namaz ve oruç vakitlerinin belirtilmesi; 2. Güneşin aynı yönden doğma ve batmasının, dünyanın bir noktasın­da mümkün olup olmadığı; 3. Her ne tarafa dönülürse dönülsün kıble olabilecek Mekke’den başka bir memleket bulunup bulunma­dığı. îşte bu soruların açıklanmasına ve bir dereceye kadar, cevap­larına «tasaddi» ederken (kalkışırken) sonradan Şeyhülislam Efen­diden aldığı cevaplara tariz ve ona, dolayısıyle cahillik isnat etmek­tedir. Bu eserin bir nüshası, Nuruosmaniye kütüphanesinde 4075 numaralı mecmua içindedir ki, bu mecmuada yine Kâtip Çelebi’nin Diistur-ül-amel fi tslah-il-halel adh layihası da bulunmaktadır. 23 küçük sayfadan ibaret olan bu layiha, Şinasi merhum tarafından, Tasvir-i Efkâr gazetesinin 125. numarasından itibaren, dörder say­falık formalar halinde tefrika edilmiştir. Osmanlı devleti hâzine­sindeki darlık ve yönetimindeki bozukluğun müzakeresi için, 1063 tarihinde kurulan bir «meclis-i meşveret »e çağrılan Kâtip Çelebi, bu layihayı yazmış ve ancak şeyhülislam Hüsameddin Efendiye bir nüshasını vermiştir. Naima, bu layihayı gördüğünü ve tarihinin ön­sözünü yazarken, ondan faydalandığını söyler (bkz. Naima, Tarih, V, 281-183). İstanbul’da 1280 yılında ayrıca basılan bu küçük eser gerçekten okunmaya değer.

Kâtip Çelebi’nin yukarıda bir münasebetle bahsettiğimiz Tuhfet-ül-kibar fi efsar-il-bihar adh eseri, 1141'de İbrahim Müteferrika tarafından basılmıştır ki, bunda büyük deniz savaşlarının tarihin­den bahsedildiği gibi, başta Venedik, Arnavutluk ve başka Avrupa kıyıları hakkında da coğrafi bilgiler vardır.

Yazarın bunlardan başka, yalnız tarihe dair Takvim-üt-tevarih, Revnak-us-saltana=Tarih-i Kostantiniye, Fezleke ve Tarih-i Frengi adları ile eserleri varsa da bunlar bizi burada alakadar etmez. Yalnız Tarih-i Frengî’nin, İslâm Ansiklopedisi'nin Leyden baskısında J.H. Mordtmann’ın, Geschichtsschreiber der Osmanende Fr. Babinger’in dedikleri gibi Chalcondyle tarihinin değil, Johann Carion’un Chronik adh eserinin çevirisi olduğunu söylemek lazımdır (1).

İşte, hayatını ve eserlerini yukarıda kısaca özetlemeye çalıştı­ğımız, Kâtip Çelebi’nin gerçek ilmi değeri, kişiliği ve zamanının il­mi düşüncesi üzerine etkisi hakkında bir iki söz katmak istiyoruz. Evvela yukarıda işaret ettiğimiz gibi. Kâtip Çelebi, muntazam bir medrese öğrenimi yapamamış bir zat olduğundan, çağdaşları olan medrese ulemasından yüz bulmamış ve kendisi daima «ketebeden» (yazıcılardan) deyimiyle sıfatlandırılmışım Çok çalışkan ve ilmi bir tecessüse sahip olan bu zeki zat, etrafına bakıp hep iskolastik ilim deryası içinde boğulup kalanları gördükçe, kendi zekası ve kısmen de dostlarının yardımıyle Batı ilmiyle temasa geldikçe eleş­tirici fikri büsbütün açılmış, fakat bu sırada, belki de zorunlu ola­rak, kendini fazla beğenmek illetine tutulmuş ve kaba sofularla «ulema-i rüsum »a her fırsatta hücum etmeye başlamıştır. Ama Kâ­tip Çelebi, Batiyle vasıtalı olarak temasına rağmen. Doğunun gele­neksel felsefesinden kendini kurtaramamış, bu yüzden de, "Büyük Yüzyıl" denilen XVII. yüzyılın, hatta XVI. yüzyılın muhteşem il­minden ziyade, hep Aristo ilim ve felsefesine bağlı kalmıştır. Hat­ta, Mizan-ül-hak’ta görüldüğü üzere, bir gün şeyhülislam Abdürrahim Efendiyle bir görüşmesinde «şerh ve haşiye mütalaa edilmeyüb "cüz’iyattan ziyade külliyata ragıb" (tikellerden fazla tümel­leri isteyen) olduğunu ve “her kesrete canib-i vahdetten duhul" (her çokluğa birlikten girmek) usulünü (yani tümdengelimli bir usul) kullandığını söylemişti. Fakat herhalde Kâtip Çelebi, tetebbudaki genişliği ve eserlerinin çokluğu dikkate alınırsa, «çeşitli ilimlerden payı olan ve bütün tarihte tetebbuunun zenginliğiyle meşhur bir bilgin» (2) gibi sayılabilir. Batı ve Doğudaki emsaliyle kıyaslanabilir. Şurası muhakkaktır ki, Osmanlı Türkiyesinde Kâtip Çelebi, ilk defa olarak Batı ilmiyle sıkı temasa girmeye başlayan ve özellikle o ilmin değerini ve önemini takdir eden ve Batı ilmiyle Doğu ilmi arasındaki şeddi yıkmaya kalkışan zat olmak dolayısıyle, kendisini «Türkiye’nin ilim devrimcisi» diye anmasak bile, Tür­kiye’de ilim rönesansının müjdecisi gibi sayabiliriz.

Öte yandan şunu da söylemeliyiz ki. Kâtip Çelebi’yi herhalde XVII. yüzyılın ilim dahileri arasında saymak kabil olmasa da, bu çalışkan bilginin o ilim devleri yanında ancak okur yazar bir adam mertebesinde kalacağını da iddia etmek doğru olamaz (1).

Belki Kâtip Çelebinin eserlerini çok okumak ve bu seçkin in­sana karşı bir sempati duymaktan ileri gelse gerektir ki, bu zatın kişiliği hakkında edindiğim fikirleri —tabiî tahmin ve varsayım alanını asla aşmamak şartıyle— yazmak istiyorum. Bir kere şura­sını biliyoruz ki, Kâtip Çelebi, babasının önayak olmasıyle girdiği kalem hayatına ısınamamış, onu kalem, muhasebe işleri tatmin et­memiş olduğu için her gittiği yerde sahaf dükkanlarını, kütüpha­neleri dolaşarak kitapları incelemeyi kaleme devam etmeye tercih etmiştir. Belki bundan dolayı, belki de eleştirici, kimseye benze­mez ruhunun zorlayışıyle herkesi küçümseyen tavrından dolayı, ka­lemde ilerleyememiş, öte yandan da yukarıda söylediğimiz gibi, medrese tahsilini ikmal edemediği için zamanın uleması tarafın­dan ancak «ketebeden Mustafa Çelebi» unvanından başka bir un­vana layık görülmemiştir. Mizan-ül-hak’ta söylediği gibi kalemde 20 yıl hizmetten sonra halifeliğe nöbet gelmişken kendisine veril­memiş ve başhalifeyle aralarında bir kavga çıkmıştır. Gerçi, şey­hülislam Abdürrahim Efendinin tavsiyesiyle nihayet ikinci halife­liğe geçmişse de (2), Kâtip Çelebi, bununla da tatmin edilemeyerek kendi deyişiyle «haftada bir iki gün emr-i maaş için kaleme varub baki evkatı mütalaa ve tahrire» vermiştir, işte böyle, yüksek res­mi bir makama erişememek. Kâtip Çelebi’nin ruhunda bir acılık  yaratmış, fakat bu başarısızlık Türkiye ilim âlemi için iyi bir talih olmuştur. Bundan doğan kırgınlık ve esasen yaradılışında yeniye karşı olan eğilim dolayısıyle, bir köşeye çekilip o köşeden didine didine öğrendiklerini dersle, yazıyla çevresine yaymaya çalışan bu eleştirici yazar, zamanında çok kimseleri memnun edememiştir. Fa­tih ve Beyazıt devirlerinde adı geçen şehit Molla Lütfi ile Kâtip Çelebi arasında hafif bir benzerlik varsa da Tokatlı Lütfi’nin acıklı sonundan. Kâtip Çelebi, kıvrak zekasıyle kurtulmuş olsa gerektir. Kâtip Çelebi’nin maddi varlığını ne vakit düşünsem, gözümün önünde, ince, orta boylu, istihzah tebessümlerle dudakları bükül­müş asabi bir zat belirir.

Kâtip Çelebi'den hemen 3 yıl sonra (1611 = 1020) doğmuş ve ondan 23 yıl sonra vefat etmiş olan «seyyah-ı âlem» Evliya Çelebi’ den, bazen Tarih-i Seyyah adiyle de anılan Seyahatnamesinden, Coğ­rafya ilmiyle olan ilişkisi dolayısıyle, kısaca bahsetmek lazımdır. Evliya Çelebi Seyahat name’sinin ilk altı cildi İkdam Matbaası ve öteki ciltleri de Türk Tarih Encümeni tarafından yayınlanırken, ya­zarın hayatına dair bir satır bile ilave edilmiş değildir. Gerçi şim­diye kadar Evliya Çelebi’nin muntazam bir hayat hikayesine eski eserlerde rastlanmamışsa da Islâm Ansiklopedisi Leyden baskısın­da J.H. Mordtmann’ın yaptığı gibi Seyahatname’sinden pekala kısa bir hayat hikayesi çıkarılabilir.

Evliya’nın babası, Derviş Mehmet Zilli adında bir zat olup, Ka­nunî Süleyman zamanında birçok savaşlara katılmış, Mehmet III. zamanında Eğri fethinde hazır bulunmuş ve o vakit serzerger-i dergâh-i âli (kuyumcubaşı) olup on padişaha hizmet ederek 1640= 1050’de ölmüştür. Evliya, büyükbabasının Demircioğlu Kara Ahmet adında biri olduğunu, İstanbul fethinde hazır bulunan bu zatın 147 yaşında öldüğünü Seyahatname'sinde yazar; bu münasebetle, 117 yıl yaşayan babasıyle bu büyükbabasının anıları sayesinde, 300 yıl­lık «sergüzeşt ve serencamlara» vâris olduğunu ilave eder (bkz. Seyahatname, III, 444). Sadrazam Melek Ahmet Paşa ise (1642­1643), Evliya Çelebi’nin dayısıdır. Bu yazar, önce Kur’anı hıfz ile tahsile başlamış ve sonradan, kendi rivayetine göre, sesinin güzel­liğinden ve musikiye vukufundan dolayı, Murat IV. onu muhasip­liğe almışsa da, iki yıl sonra sipahilikle saraydan çıkmıştır. Artık bundan sonra, gerek kendi başına ve gerek memuriyetle ve özellik­le dayısı Melek Ahmet Paşa maiyetinde, yer yer dolaşmıştır. Evliya’nın Anadolu’da, Azerbaycan’da ve Orta Avrupa'da birçok yerleri gezdiği muhakkak ise de, dediği gibi Danimarka ve Hollanda'ya git­tiği doğrulanmış değildir. Hulasa bu yazar gezdiği, gördüğü ve ba­zen de ağızdan işittiği yerleri kendine mahsus tatlı, fakat mübalağah üslubuyle 10 ciltte yazmıştır. Bu ciltlerin bugün, şehirlerin ve memleketlerin tarihi coğrafyası ve etnografyası bakımından, belki önemi vardır; fakat verdiği ayrıntıların hepsini doğru saymaya kal­kışmak hata olur. Herhalde Fr. Taeschner'in dediği gibi (bkz. Tür­kiyat Mecmuası, II 297) «Doğunun büyük coğrafyacısı» unvanına, Kâtip Çelebi’nin yanında, asla layık değildir. Tarihe dair verdiği bilgilerin, ne dereceye kadar, güvenilir olduğunu tarihçilerimiz meydana çıkaracaklardır. Yazarın, okumaktan ziyade gördüklerini ve ağızdan işittiklerini yazmaya ve yazarken mübalağa etmeye, na­diren okuduğu eserlerden de hep efsaneleri nakletmeye düşkünlü­ğü olduğu muhakkaktır. Coğrafyaya dair gördüğü biricik eserler Atlas minör çevirisiyle papa monta (mappa inonda) dediği bir düzlemküre haritasıdır. Tarihe dair ancak bir Latin tarihi, bir de Yu­nan tarihinden bahseder ki, bunların Kâtip Çelebinin Johann Carion çevirisi olması muhtemeldir (mesela bkz. Seyahaname, III, 392-393). Evliya Çelebi’nin bu Seyahatname’sine Batıda bazı yazar­lar büyük önem verdikleri halde bazıları da pek büyük ihtiyatla okunmasını tavsiye ederler. Fakat ne olursa olsun Evliya, Batının «le grand voyageur» dediği tiplerden biridir. Seyahatname'nin iki cildi Hammer tarafından Narrative of Travels in Europe, Asia and Af rica, by Evliya Efendi (London, 1834-1850) adiyle İngilizceye çev­rilmiş olduğu gibi, Macaristan’a ait olan ciltler de Karâcson tara­fından Macarcaya çevrilmiştir.

Başka coğrafya yazarları ve çeviricilerine geçmeden önce. Kâ­tip Çelebi’nin coğrafyaya dair eserlerinin, Türkiye'de bu ilim üze­rinde, bir ilgi uyandırdığını söylemek lazımdır. Mesela o zamanlar (1672-1673) İstanbul’da Fransa sefareti ataşesi bulunan müsteşrik A. Galland, anılarında, birçok coğrafya haritaları ve bir de dünya haritası gördüğünü ve hatta bu arada, Boğaziçi'nin ve İstanbul’un gayet güzel bir planının Mehmet Çelebi adında bir zat tarafından yapılmış olduğunu söylemektedir.

Yüzyılın son dörtte birinde Şamlı Ebu Bekir bin Behram-üd -Dimışkî adında bir zat da, coğrafya üzerinde çalışarak, bize büyük bir çeviri eseri bırakmıştır. İstanbul’da bir medrese müderrisiyken, sonradan Halep kadılığına atanan Ebu Bekir Efendi, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşanın himaye ve güvenini kazanmış bir zattı. Müspet ilimlere ne yoldan bağladığını, daha önce ne suretle coğrafyayla ilgilendiğini, yabancı dillerdeki bilgisinin derecesini bi­lemediğimiz bu zat, bize Coğrafya-i kebir (bazen Coğrafya-i umumî, bkz. Evkaf müzesi kataloğu) ve çoğu zaman Tercüme-i atlas mayor adlarıyle anılan ve fakat tam adı Nusret-ül-İslâm ve'l-sürur fi terceme-i atlas nıayor olan 9 ciltlik bir eser bırakmıştır. Latincesinin tam adı Atlas majör seu cosmographia blaeuiana qua solum, salem, coleum accuratissime describuntur olan bu eserin yazarı, veya ya­zarları, Wilhelm ve Joan Blaeu (yahut Blaeuv) adında bir baba oğuldur. Eser, Amsterdam’da 1662’de yayınlanmıştır (1). İşte 11 ciltlik bu eser, 14 ağustos 1668’de Hollanda’nın (Staaten-General) İstanbul’da elçisi bulunan Justin Colier (Justinus Coljer) tarafın­dan, devleti adına, Mehmet IV.’e takdim edilmiştir. Gerçekten pek mükemmel bir şekilde basılmış olan eserin Türkçeye çevirisini pa­dişah 1675’te emretmiş ve bu iş o zaman/Divan-ı hümayun tercü­manı, adı yukarıda geçen Alexander Mavrocordato’ya havale olun­muştur. Fakat o, bu işin içinden çıkamamış, hatta kendisine Sa­kızlı bir Fransız cizvit papazı yardımcı olarak verilmişse de bu zatların eseri çevirmeye başladıklarına dair hiçbir kayıt bulunama­mış olduğu halde Ebu Bekir Efendinin çeviriyi yaptığı elimizdeki birçok nüshalarla sabittir (2).

Bu zat, 1675=1085’te başladığı çeviriyi 1685 yılında tamamla­mış olduğunu, şimdiye kadar bu ilmi kimsenin bilmediğini ve «ha­rice çıkarmadığını ve ancak Kâtip Çelebi’nin mübaşeret ve fakat bir kitap itmam edemediğini» eserin önsözünde yazıyor (bkz. Nuruosmaniye kütüphanesi, 2996). Çevirinin ash, 6 cilt halinde hazır­lanmış ve sonradan iki cilt ve bazen de, büyük bir cilt halinde (bkz. Selim Ağa kütüphanesi, 725) çeviren tarafından kısaltılmış­tır. Eserin olduğu gibi çevrilmediği asliyle karşılaştırılınca anlaşı­lıyor. Bu, Latince asim, biri tarafından okunulup Ebu Bekir Efen­diye anlatılmış ve onun da mümkün olduğu kadar yazıya dökmüş  olduğunu gösterebilir. Esasen Türkiye ve Arabistan coğrafyası, Do­ğu kaynaklarına göre yazılayarak, ilave edilmiştir ki, bu kısım, son­radan İbrahim Müteferrika tarafından, basılı Cihannüma’ya katıl­mıştır. Bu kısımda bol bol tarihi bilgiler ve İsrailî efsaneler var­dır. Bu büyük eserin özetlenmesi burada kabil değilse de, Türki­ye ilim tarihi için önemli bir noktadan bahsetmek lazımdır: Ese­rin aslında Kopernik’in evren sistemi hakkında kısaca bilgi bulun­duğu gibi, çeviren de âlemin merkezini güneş sayıp arzın güneşin etrafında döndüğünü kabul eden böyle bir sistemin bulunduğunu iki satırla bildiriyor. Ama, bu türlü öğretiler hakkında, kendisinin Cevelân-iil-efkâr fi avalim-il-aktar adh eserinde «semahat üzere» (bol bol) bilgi verildiği söylenmekteyse de bu eseri bütün İstanbul kütüphaneleri fihristlerinde bulamadık. Kitabın aslında da bu Ko­pernik’in öğretisi anlatılmakla birlikte eski Ptolemaios’un öğreti­sinin, yani, bütün yıldızların ve güneşin arzın etrafında döndüğünü kabul eden öğretinin daha ihtimale yakın ve anlaşılması daha ko­lay olduğu da ifade olunuyor. Kısacası Türkiye’de Kopernik siste­minden, ilk defa olarak, bu eserde bahsedilmiş olduğundan (1685), sistemin ortaya konuluşundan tam 142 yıl sonra Türkiye’nin bun­dan haberdar olduğu anlaşılıyor.

Terciimeiatlas mayor’u doğrudan doğruya bir çeviri saymak­tan ziyade bir derleme (compilation) saymak galiba daha doğ­rudur. Gerçekten, çeviren esere kendi düşünce ve gözlemlerini koy­maktan geri durmamıştır. Mesela, Edirne’de Selimiye camiinin mi­naresinde yaptığı bir deney vardır ki, bu deneyin amacı, Doğu ki­taplarında daima bahis konusu olan arzın merkezinden uzaklaştık­ça daire yaylarının dışbükeyliklerinin azaldığına dair olan, iddia­nın ispatıdır. Ebu Bekir Efendi bu deneyi padişahın, sadrazamın, şeyhülislamın tayin ettiği bilirkişiler (?) huzurunda tekrar etmiş­tir. Şöyle ki, bir kuyunun dibinde bir kaba su doldurarak 340 dir­hem olduğunu tespit etmiş ve sonra Selimiye minaresine çıkınca aynı kabın ancak 335 dirhem su aldığını göstermiştir. Deneyin ne kadar doğru ve ne kadar davayı ispata medar olduğu cihetini bir tarafa bırakırsak, herhalde Kâtip Çelebi’nin kozmografya ve coğ­rafyasının kendisinden sonra gelenlerde ilmi bir tecessüs uyandır­dığını ve bir dereceye kadar, deney yoluna girildiğini bize göstere­bilir.

Ash gerçekten mükemmel resimler ve haritalarla süslenmiş olan ve özellikle Tycho Brahe’nin Kopenhag’daki meşhur rasatha­nesinin aletlerinin fevkalade güzel resimlerini ihtiva eden, bu ese­rin Türkçeye çevirisi, İstanbul kütüphanelerinde vardır. En mü­kemmel çeviri nüshası, Topkapı Sarayında B. 322 B. 333 numara­larda kayıtlı 9 ciltlik nüshasıdır. Bu nüshada yazarın adı «Küli Palmo Blavo» ve «Yuanis Blavo» şeklinde yazılmıştır ki Wilhelm adı­nın karşılığı olan Guiliamo’dan bozma olacaktır. Bu nüshanın baş­lıkları, cetvelleri ve haritaları pek süslüdür. I. cilt, giriş niteliğin­de yukarıda bahsettiğimiz genel kozmografya bilgisinden, deniz­ler, adalar ve başlıca kutuplar civarından, özellikle Magellan ve Kolomb’un seyahatlerinden, nihayet Avrupa'nın genel coğrafyasından bahseder. II. cilt, İsveç, Rusya, Lehistan ve Macaristan'ı ahr; 29 kadar harita vardır. III. cilt Almanya, Avusturya ve civarındaki memleketlerden bahseder. IV; cilt Felemenk ve Belçika’dan, V. cilt Afrika kıtası, VII. cilt İtalya, VIII. cilt Çin, IX. cilt Amerika ve adalardan bahseder. Bu, 9 ciltlik ve padişaha takdim edilmiş olma­sı pek muhtemel olan, nüshayı bizzat görmek bize nasip olmamış­tır. Şu fihrist bilgisini onu gören. Edebiyat Fakültesi mezunların­dan Macit Karakurum’un bir tezinden aldık. Bu büyük çevirinin 6 ciltlik bir nüshası, Nuruosmaniye (No. 2996), 4 Ğiltlik bir nüshası, Üniversite (No, 1541-1545) ve 2 ciltlik kısaltılmış bir nüshası da, TerciimeiAtlas fi coğrafya-i kebir adiyle, Köprülü kütüphanesinde (No. 173-174) ve gayet kısa olarak Arapça 1 ciltlik bir nüshası da aynı kütüphanede (No. 176) bulunmakta olduğu gibi bizim gördü­ğümüz başka bir nüshası da Askeri Müze kütüphanesinde bulun­maktadır.

Dresden kütüphanesinde Almanya ve Macaristan coğrafyasına dair, yazarının adı bulunmayan bir yazma (Fleischer, Kat. No. 370) vardır ki, önsözüne göre Kanunî Süleyman zamanında Osmanlı im­paratorluğunun erişmiş olduğu sınırlar haritalar üzerinde kırmızı kalemle işaret olunacakken, işaret edilmemiştir. Bu eseri Fr. Taeschner yukarıki büyük Ebu Bekir çevirisinin bir parçası sayı­yorsa da, yazmanın üzerindeki tarih 1683=1094 olduğuna göre an­cak 1685’te tamamlandığını kesinlikle bildiğimiz o büyük eserin parçası olması biraz uzak ihtimal gözüküyorsa da, yine önsözde çe­virenin, kendisinin Kitab-ı atlas çevirisiyle meşgulken, aldığı emir üzerine bunu yazdığını söylemesi, kendisinden el-mütercim diye bahsetmesi, bir dereceye kadar, Taeschner’in iddiasını kuvvetlen­dirir. Öte yandan, bu yazar Viyana kütüphanesinde (Flügel, Kat. 1285) bulunan Eflak, Boğdan, Kırım coğrafyasına dair bir yazma parçasını da Cihannüma’yı tamamlamak üzere Ebu Bekir Efendi tarafından yazılmış gibi sayar.

Öteki ilimler üzerine eserlere geçmeden önce, buracıkta ansik­lopedik bilginlerden ve oldukça meşhur bir tarihçi olan Hezarfen Hüseyin Efendiden bahsetmek isteriz. Antoine Galland’ın Journal’ ine göre, 1671-1673 yıllarında, İstanbul'da Fransa sefiri bulunan Marquis de Nointel’e meşhur Tarih’ini hediye ederek, kendisiyle ilişki kuran ve birçok defalar sefarette yemeğe davet edilen Hüse­yin Efendi, bir hayli Avrupah seyyahlarla temasa gelmiş ve bun­lara kütüphanesini açmış olduğundan, batıhların bazı seyahatna­melerinde adı «pek iyi tahsil görmüş bir zat» diye geçmiştir. Tari­he dair en meşhur esrei olan Tenkıh-üt-tevarih-i mülûk (Nuruosmaniye kütüphanesi, 3264-3265), Batı kaynaklarına da baş vurula­rak yazılmış bir umumi tarihtir. Öyle sanılmaktadır ki, Yunan, Ro­ma ve Bizans tarihleri, Batı kaynaklarına dayanılarak Türkçede ilk defa bu eserde yazılmıştır. Eser 1083=1673 yıh olaylanyle sona erer. Telhis-Ül-beyân fi kavânîn-i-âl-i Osman adh, devlet teşkilatı­na dair olan, eseri de pek meşhur olmuş, Fransızcaya Petis de la Croix ve îtalyancaya G.B. Donado tarafından çevrildiği gibi ikmal edilmemiş bir de Almanca çevirisi vardır. Hezarfen lakabına layık görülen bu Hüseyin Efendinin hayatı hakkında hiçbir şey bilmi­yoruz. Yalnız kendisinin Lisan-iil-etıbba ve fihris-iil-ervâm adh bir tıp lügatinden burada, konumuzu ilgilendirdiği için, bahsetmek la­zımdır (bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 2086). Bu lügatin birinci kısmı Arapçadan Türkçeye, ikinci kısmı Türkçeden Arapçaya tıp maddelerini ahr; hastalıkların, mizaçların, bünyelerin kısaca tarif­lerini havi olan birinci kısımdan sonra Arap, Acem, Rum (Ervam) hazik hekimlerinin güvendikleri ve tavsiye ettikleri basit ilaçlan sayar, ilaçların Yunanca adlarına da rastlanırsa da, Osmanlı Müel­liflerinin söylediği gibi Ibranîce, Berberce deyimlere tesadüf ede­medik (1).

Bu devirde Mehmed bin Ahmed bin İbrahim adında bir heki­min, Edirne ve İstanbul'da tahsil ettikten sonra Hindistan’a gide­rek, Hint-Türk imparatoru Şah-i Cihan’ın hususi hekimliğine geç­tiğini ve oradan dönüşünde, Kamus’Ül-etıbba ve namus-ül-elibba adiyle büyük bir tıp lügati yazdığını görüyoruz (bkz. Şehit Ali Pa­şa kütüphanesi, 2012). Gördüğüm nüsha, ne yazık ki F-T harflerine kadar olduğu için fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Fakat yazar, önsözünde Zekeriya el-Razî’nin ve İbni Baytarın eserlerini de Türk­çeye çevirdiğini söylemesine göre, herhalde Doğu tıbbim oldukça incelemiş bir hekim olacaktır. Kitabın tarihi 1080=1678’dir.

Sultan İbrahim zamanında dört defa hekimbaşıhğa getirilen Sakızlı Ali Efendi-zade İsa Efendinin (ölm. 1649) Deva-ül-emraz, Nizam-ül-edviye ve Müfredat adlarıyle üç eseri vardır (bkz. Hamidiye kütüphanesi, 1023).

Bu devrin sonunda Kâtip Çelebi’nin öğrencilerinden Mustafa bin Yusuf adında birinin Ma’den-ül-esrar adh bir aritmetik kitabı vardır. Eski usul aritmetik işlemlerinden, siyakat rakamlarından ve bazı problemlerin çözümlerinden bahseden bu eseri, Kâtip Çelebi'nin öğrencilerinden birine ait görebildiğimiz tek eser olduğu için, kaydediyoruz.


Bölüm VI

XVIII. YÜZYIL VE MATBAA

Müspet ilimler alanında değilse bile, genel kültür alanında ol­dukça parlak bir devrin hikayesine başlamadan önce, bu devirden hemen önce geçen zamanın düşünce durumunu gösteren, fakat ilk bakışta önemsiz gibi görünen bir olayı anlatmak uygun olacaktır: AvusturyalIlarla aramızda geçen bir savaşta, Petervaradin'de şehit düşen (1716) Sadrazam Damat Ali Paşanın, yalnız kataloğu 4 cilt tutan, kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine, bunlar ara­sında bulunan felsefe, tarih ve astronomi kitaplarının kütüphane­lere vakfı caiz olamayacağına dair şeyhülislam Ebu îshak İsmail Efendinin fetva verdiğini görüyoruz (bkz. Ahmet Refik, On İkinci Asırda İstanbul Hayatı, s. 59, 1129 tarihli hükm-i şerif sureti). Bu bize gösteriyor ki, felsefe, astronomi, hatta tarihe ait eserleri mak­bul ve muteber tutmak şöyle dursun, onların genel bir kütüphane­ye vakfına bile razı olmayan bir zihniyet, XVIII. yüzyıl başında hâ­lâ yaşıyordu. Fakat, bu karanlık taassup olayından bir yıl sonra, Ahmet III. zamanında (1703-1730) sadrazamlığa gelen (1717) meş­hur Damat İbrahim Paşa, oldukça barış içinde geçen devrinde bil­gin ve aydınları himaye etmiş ve bu sayede kütüphanelerimizde bu­lunan kitapların sayısı bu sadrazam zamanında epeyce artmıştır. Damat İbrahim Paşa, 25 kişilik bir komisyon kurarak Bedreddin Aynî’nin Ikd-ül-cüman adındaki muazzam tarihiyle Handmir’in Habib-iis-siyer'inin ve başka bazı eserlerin Türkçeye çevrilmesini emretmiştir (ayrıntılar ve adlar için bkz. Çelebi-zade Asım, Tarih, s. 358). Aralarında meşhur şair Nedim’in bulunduğu bu çeviri ku­rulu içinde bizi eseri ve şahsiyle ilgilendiren zat, Yanyah Esad bin Ali bin Osman Efendidir. Önce kendi memleketinin, sonra da İs­tanbul’un medreselerinde öğrenim gördükten sonra, Eyüp medre­sesi müderrisliğine, daha sonra Galata kadılığına ve ilk matbaanın açıhşında,musahhihliğe atanmıştır. Esat Efendi, İbrahim Paşanın emriyle Aristo’nun Fizik kitabını Kiitüb-üs-semaniye fi sima-üt-ta­biî (1) adı altında Arapçaya çevirmeye başlamıştır. Elimize kadar gelen çeviri, ancak Fizik'in ilk üç kitabıdır (bkz. Ragıp Paşa kü­tüphanesi, 824). Bu eseri sadece bir çeviri sayacak yerde, çeviri ve açıklama saymak daha doğrudur. Esasen çeviren de çevirme sıra­sında Karaferye’li îoannis Kuttinius’un Aristo Fizik’i açıklamasın­dan faydalandığını söyler (2). Bundan başka Esat Efendi, önsözde Islami hikmet prensiplerinden, bu ilmin şeref ve yüksekliğinden ve bu hususta Sokrat’ın «her karşımıza çıkan, bilge olduğunu söy­ler, halbuki bilge ancak Tanrıdır; ve bilgelik ancak yokluktan yük­seğe çıkmak için bir merdivendir» sözünü ve Eflatun’un «Tanrı vergilerinin en büyüğü bilgeliktir, bunu bilmeyiş ruhun ölümüdür» dediğini ve Aristo'nun bilgelik sahibi olmayan şahsın daima hata edeceğine dair hükmünü söyler. Bundan sonra, yine aynı önsözde Aristo'nun Batılı açıklayıcılarından Albertus Magnus, Scotus Erigena ve St. Thomas d’Aquinas'tan bahsetmekte ve Doğuda Farabî ve Ibni Sina’nın, Aristo felsefesi üzerine, açıklama ve sözlerini eleştirdiği sırada, îbn-ür-Rüşd’ün açıklamasını takdir ve nihayet bu son filozof gibi «eğer Aristo'nun Fizik’i olmasaydı, bu ilme başla­mak bile mümkün olamazdı» diyerek çevirmeyi üzerine aldığı ese­ri metheder. Esat Efendi, yukarıda söylediğimiz gibi, yalnız çevi­riyle yetinmemiş, açıklamalar yaparak bazı fazla bilgileri katmıştır (hatta bir münasebet getirerek, meşhur, bir daireyi kareye çevirme davasından bile bahsetmiştir). Bu ilaveler arasında, çeviride teles­kop ve mikroskop bile bahis konusu olmuştur ki, Osmanlı Türkiyesinde, belki bütün Doğuda, yeni ilmin bu iki en mühim aletinden Arap dilinde ilk defa bahseden Yanyah Esat Efendi olacaktır. Bu çeviri, çevirenin Yunancayı kendi ana dili olarak öğrenmiş olma­sından dolayı, Türkiye’de doğrudan doğruya Yunanca metin ve açıklamalardan yapılmış ilk çeviridir.

Bu devirde birkaç hekim bize dikkate değer bir iki eser bırak­mışlardır. Bunlardan burada kısaca bahsettikten sonra sözü, dev­rin en önemli olayı olan ilk matbaanın kurulmasına ve bu kurulu­şun müspet ilimler alanındaki etkisine getireceğiz.

Süleymaniye Tıp medresesi müderrisliğinde de bulunan Ayaşlı Şaban Şifaî (bkz. Vakıflar dergisi, II, 203-204) adındaki zatın (ölm. 1116), doğum ve yeni doğan çocukların tedavi ve beslenmesine dair, iki eseri vardır. Bunlardan Tedbir-ül-mevlıîd adlı olan birin­cisi (kaleme alınış tarihi 1112) Sadrazam Hüseyin Paşa ve reisülküttap Rami Efendiye ithaf edilmiş olup Zekeriya el-Razî, İbni Si­na ve Hacı Paşadan alınıp, açık Türkçeyle, yazılmış bir derleme eserdir. Bunda üreme, gebelik, yalancı gebelik (reca), fötüsün te­şekkülü, gebeliğin süresi, gebelere ve yeni doğan çocuklara mah­sus tedbirler, beşiğin ve sütün nitelikleri üzerine birçok bilgilerden sonra, meme hastalıkları, kızamık, çiçek ve suçiçeğinden bahseder. Ayrıçtı bir bölümde çocukların dövülmemesi lazım geldiği noktasın­da ısrar eder (bkz. Beşir Ağa kütüphanesi, 501).

Bu yazardan sonra, yine Mustafa II. ve Ahmet III. zamanla­rında yaşayan ve 1155=1742’de Bursa'da vefat eden Ömer Şifaî adında başka bir yazar-hekim vardır ki, takma adlarının birbirine benzemesine rağmen, bundan önceki hekimle hiçbir ilişiği yoktur. Bu zat hakkında, mezar taşında kazıh olan vefat tarihinden ve me­zarının, güya kendisini takdir eden yabancı bir hekim tarafından, yaptırıldığından başka bilgimiz yoktur. Bur sah Tahir Bey, hep yap­tığı gibi, onun büyük bir bilgin olduğunu ve kitaplarının adlarını yazmakla yetinir. Mürşid-ül-mııhtar adh eserinin önsözünde, ken­disinin Sinoplu Şeyh Haşan adında birinin oğlu olup pek küçük yaşta anadan ve babadan yetim kaldığını, erginlik yaşına varınca Konya'ya giderek Mevlevi tarikatına girdiğini, oradan Kahire’ye git­mişse de Mısır’dan hoşlanmadığını ve yine Türkiye'ye döndüğünü, bu sırada Şeyh Hasan-ül-Halvetî’ye rast gelerek onun ısrarıyle, se­yahatten vazgeçip kitap yazmaya başladığını yazıyor. Bursa’da otu­rup orada hekimlik eden Ömer Şifaî, daha ziyade Bursah diye şöh­ret almıştır. Velhasıl, bütün eserlerinde hayatta eriştiği mevkiden memnuniyetsizliğini açıklayan bu hekim, Minhac-üş-Şifaî adh ese­rinde, kendisinden bahsederken, «seyyah-ı bi-sabr-ü karat namurad ve feramuş-gerde-i ruzigâr (sabırsız ve bir yerde durmaz, iste­ğine erişememiş ve zamanın unuttuğu gezgin) diye talihinden şika­yet eder. Gördüğümüz başlıca eseri Minhac-üş-Şifaî fi tıbb-ı kimyaî'dir. Bu eser, Mustafa II. zamanında yazılmaya başlanmışsa da Ahmet III.'in ilk yıllarında (1116) tamamlanmıştır. Manasız ve uzun bir önsözde, bu eseri, Bursah Fazlullahzade Lütfullah Ağanın zorlamasıyle, Parakelsus'tan (Paracelsus) çevirdiğini söyler. Fakat Paracelsus'un hangi eserinden çevirdiğini ve Paracelsus’un kim ol­duğunu bile söylemez. Kimyayı, elkimya usulüyle tarif eder. Ese­rin Paracelsus’tan ilham aldığını gösteren tek tarafı, bu yazarın, hastalıkların tedavisinde madensel maddelere önem verdiğinden bahsetmesi ve bu maddelerle yapılan sıvı ve yağlarla tedavi müm­kün olduğunu söylemesidir. Bu sırada, başka bazı Batı hekimleri­nin, mesela Senartus’un (Sennert), yalnız madensel maddelerle te­davi mümkün olmayıp bitkisel ve hayvansal maddelerin de tedavi­de kullanılması gerekliliğini ileri sürdüklerini söyledikten sonra, bazı bilgin hekimlerin, madensel maddelerin asla kullanılmamasını tavsiye ettiklerini ve bunların kullanıldığı «dâr-üş-şifalardan, can­larını kurtararak, çıkanların parmakla gösterilecek kadar az» ol­duğunu iddia ettiklerini yazar. Kısacası, Paracelsus çeviricisi Ömer Şifaî’ye göre, kimya ilmini tam olarak bilmeyenler için yine Galenos tıbbiyle yetinmek zorunludur. Bundan sonra eser, suların, uçu­cu gazların, ruhların, civanın damıtılmasından, balsamlar, panze­hirlerden bahseder. Bu eser Salih Nasrullah’ın Arapça Paracelsus çevirisinden alınıp, bazı lüzumsuz ve yanlış bilgiler eklenerek mey­dana getirilmiştir. Kitapta, Senartus ve Nikolaus gibi Batı yazar­larının olarak gösterilen sözler geçerse de, bunlar o yazarların ki­taplarından değil, ikinci elden aktarılmış şeylerdir.

Bu yazarın bir de Mürşid-ül-muhtar fi ilm-il-esrar adh bir ese­ri daha vardır ki, başta Arapça, Farsça karışık ifadeler ve anlaşıl­ması güç, fena bir Türkçeyle yazılmış güya bir elkimya kitabıdır. Bu kitabı yukarıda adı geçen şeyhle buluşmasından sonra yazmış­tır. Bunda, yine Paracelsus’tan bahsedilmekte (bkz. Üniversite kü­tüphanesi, Yıldız, tıp, 197) olduğu gibi, hadid-üz-zeybak'ı (1) anla­tırken demirden civa çıkarmaya muvaffak olamadığını ve bu hu­susta 1000 (?) cilt kitap okuduğunu, safdilane bir surette, yazar. Eser, boyuna esrardan, sırr-ı mektumdan bahsetmek bakımından, elkimyaya benzerse de araya madeni kimyaya dair bazı bahisler ilave olunmuştur. Kısacası, bu Ömer Şifaî, derviş olması dolayısıyle elkimyaya kaçan bir eğilime kapılmışken, nasılsa Paracelsus’un eserlerinden orada burada gördüğü bazı bilgilerle «tıbb-ı cedid-i kimyaî» diye de tutturmuştur. İtiraf etmeliyim ki, bu zatın göre­bildiğim eserleri, bana, dünyaya dargın, çok şey bildiğine inanan, ama yazılarında hiçbir orijinallik olmayan bir yazar olduğu kanı­sını vermiştir. İşte, bütün bu eserlerde adı geçen Paracelsus sis­teminin, Osmanlı-Türk hekimliğinde aldığı yer ve önemli belirtmekbiraz güçtür. Ama, aşağıda bir iki çeviriyi daha anlatırken gene bu bahse döneceğiz.

Ahmet III.’in zamanında hekimbaşılığa kadar yükselen Nuh bin Abdülmennan (ölm. 1119=1707) adında Giritli bir Rum dön­mesi vardır ki, Resmo’nun fethinden sonra Müslüman olmuş ve bi­ze, Akrabadin adiyle ilaçları anlatan, bir eser bırakmıştır (bkz. Şe­hit Ali Paşa kütüphanesi, 2012) (1). Bu eser, kim olduğunu tespit edemediğimiz Melkios=Melchios adında bir Yunanlının eserinden, önce Nuh Çelebi’nin oğlu Ömer tarafından, Türkçeye çevrilmeye başlanmışsa da, bu gencin vefatından sonra babası tarafından ta­mamlanmıştır. Eserin içinde birçok Rum hekimlerin adı geçtiği gi­bi, kendi ilaveleri de vardır.

İşte bu zatın hekimbaşılığı zamanında bazı cahil hekimlerin «tıbb-ı cedit»ten menedilmelerine dair İstanbul kadısına hitaben şu hükm-i şerif çıkarılmıştır:

«Asitane kaimmakamına ve mollasına ve sekbanbaşıya hüküm ki

Frenk taifesinden bazı mütetabbib etibba-i kadime tarikim terk ve tıbb-ı cedid namıyle ecza-i âde istimaliyle ilâç eyledikleri kimseler mutazarrır olmalarıyle ol makule frenk tabiblerinden Edirne’de dükkân açan mühtedi Mehmed ile şeriki ve bir frenk tabibi dahi Edirne’den iclâ olunub İstanbul ve etrafı dahi yoklanub bu makule frenk tabibleri var ise men ü ref’ olmak babında hatt-ı hümayun-i saadet makrunum sadır olmağın imdi emr-i şeri­fim vusulünde bu husus gereği gibi takayyüd ve ihtimam ile teftiş ve tefahhus ve bundan akdem devlet-i aliyem İstanbul’da iken eğer mahmiye-i mezburede eğer etrafında olan etibba zümresi bir defa yoklanub naehil olanları ref’ ve dükkânları kapattırılub hazakat ve istihkakı zahir olanlar a’lem-ül-ulema-il-mütebahhirin Rumeli kadıaskerliği payesiyle hekimbaşı olan Nuh tarafından memhur temessük verilmekle vech-i meşruh üzere mevlânay-i müşarünileyhin ta­rafından yoklanub yedlerine memhur temessük verilenlerden maa­da bu makule frenk taifesinden gelüb bir tarih ile hekim dükkânı açmış var ise dükkânları kapattırılub men ü ref' mukaddema yok­lanub yedlerine temessük verilenler dahi dükkânlarında kimesne olmamak üzere tenbih ve tekid ve bu veçhile nizam verdikten son­ra keyfiyeti der-i devlet-medarına ilâm eylemeniz babında hattı hümayun-i şevketmakrunumla ferman-ı âlişanım sâdır olmuştur. Bu yurdum ki fi evahir-i m 1116» (bkz. Ahmet Refik, Hicrî on ikinci asırda İstanbul hayatı, s. 37).

Bu padişahın bu buyruğundan anlaşılıyor ki, bu sırada Türki­ye'de yeni tıp adiyle, madeni maddelerle tedavi usulü, özellikle frenk hekimleri arasında, pek yayılmış ve bundan ürken hükümet yasaklama yoluna gitmiştir. Esasen, Paracelsus'un ortaya attığı bu kimyai tıp, Avrupa'da birçok hekimlerin itirazına sebep olmuş ve müthiş hücumlara uğramıştı. Kaldı ki, Türkiye’de bu tedavi usu­lü, yarım yamalak bir surette kitaplara geçtiği gibi kim bilir mem­leketlerinden, sergüzeşt peşinde koşup, memleketimize gelen cahil hekimler elinde ne kadar kötü sonuçlar vermiştir.

Yine Ahmet III.'in son yıllarında bu cahil hekimler hakkında bir hükm-i şerifi daha çıkıyor:

Edirne payesiyle ser-etibba-i hassa olan mevlânaya hüküm ki

Etıbbadan olanlar kanun-i tıbba riayet ve iktisab-i mümaresat ile merzay-i ibadullaha müdavat ve muktezay-i tıb üzere mualecat etmek lâzım ve lâbüd iken biraz müdetten beru mahmiyet-i İstan­bul’da dükkân-nişin olub tababet iddiasında olanların ekseri fenn-i tıbbın ilmi ve amelîsinden bihaber ve tahsiline adem-i sây ile zat­larında istidaddan eser olmayub bazı kimesnelerin reca ve şefaat­leriyle murad eyledikleri mahallerde birer dükkân açub muraza-i ibadullahın illetlerine mugayir mualecat ile nice kimesneleri helâk ve fütade-i mehak-i hâk eylediklerinden maada ehil ile naehil olan­lar temyiz-ü tefrik olunmayub ehil olanlar dahi fenn-i tıbda kemal tahsiline iştigal eylemeyüb hin-i iktizada müdavata kadir tabib te­dariki müteasir olmağla bundan böyle bir müddet dahi bu tavır üzere güzeran eder ise âb-ı ruy-i bilâd-ü emsar ve aktar-ü diyar olan İstanbul gibi bir sevad-i âzamda tıbba inkıraz tatarruku za­hir ve aşikâr olmağla fenn-i tıbda maharet ve iktisab-i hazakat edenler mümtaz ve beynel akran serfiraz olmaları tıbbın yevmen feyevmen rağbet ve itibar ve kemal-i iştiharına bais ve bâdi olub fenn-i tıb erbabının dahi sây-ü ikdamlarına medar-i akvay-i vesail-i müstahsenet-ül-âsar olacağı vâzıh olduğu cihetten nizam-i halleri­ne intizam ile hüsnü hitam verilmek âmmeiibadullaha mahzı men­faat olmağın İstanbul ve Haslar ve Galata ve Üsküdar ve muzafatında zümre-i etıbbadan dükkân-nişin olan Müslim ve muvazi ve mahallâtı ile tahrir ve defter ve ferd-i vahide gadir ve himayeden hazer olunmak üzere imtihan eyleyüb ilm-i tıbdan bibehre olup illet-i redie misillû ifsad-i mizac-i ibad eden hodfuruş ve naehil olan­lar dem-i fasid gibi ecsam-i helâkiyeden izale ve red ve dükkânları sedd-ü bend olunub mademki fenn-i tıbbı gereği gibi tahsil ile kesb-i istihkak edüb ilâmın ile yedlerine mülâzemet ruusu verilüb tariki ile gediğe dühul eylemedikçe muraza-i ibadullahtan bir fer­de mualece kaydında olacak olur ise ahz ve tertib-i ceza olunmak üzere meni’leri içün başka defter ve tertibde mümareset ve kesb-i hazakat eyleyüb ehliyeti zâhil olanların dükkânları gedik itibar olu­nub ziyade ve noksan kabul etmemek için had tayin ve kemakân iktiza eden mahallerde ibka ve bunlardan biri bihikmetillâhi taâlâ vefat eder ise gediği ecnebiye verilmemek üzere mastur olanlardan beş nefer mülâzim tahrir ve mahlûl gedik vukuunda el'akdem fel'akdem fehvası üzere mülâzim-i evvele verilüb anın dahi mülâzemeti fenn-i tıbba saî müstehıkına verilmek ve reca ve şefaat ile naehil olanlara mülâzemet verilmekten begayet tevakki ve mücanebet olunmak ve fimabaad gediklû ve mülâzimlerden biri vefat eyledikte arzın ile tevcih ve yerine ruus-i hümayun verilmek üzere başka tertib ve defter ve bundan böyle hekimbaşı olanlar işbu şurutu düstur-ül-amel tutub hilâfına hareketten ittika ve hin-i ik­tizada müracaat eylemeleri için ruus kalemine kayıd ve yedlerine başka ruus-i hümayun verilmek üzere arz eylemen babında fermın-ı âlişanım sâdır olmuştur. Buyurdum ki fi evahir-i 1, 1142 emr-i şerifim mucibince amel olunub hilâfında begayet hazer oluna deyu hatt-ı hümayun-i şevket-makrun keşide kılınmıştır sene 1142. .Ah­met Refik, Hicrî On İkinci Asırda İstanbul Hayatı, s. 106; bu hü­küm suretinin yeni harflerle basılmış bir kitaptan alındığını ve bundan dolayı, tashihe rağmen, bazı yanlışlar kalmış olabileceğini hatırlatmak isteriz).

Bu ikinci emirde tutulan yol, daha akla uygun ve kesip gözü­küyor; hekimler âdeta bir çeşit "devlet imtihanı"na tabi tutulup ellerine bir temessük, yani diploma verilmedikçe hekimliğe mü­saade olunmuyor; fakat bu defa artık «tıbb-ı cedit»ten bahsedilmemektedir.

Bundan başka, hüküm dikkatle okunursa, XVIII. yüzyıl baş­larında, tıbbın genellikle, muntazam bir medrese veya hastane tah­siline bağlı olmadığı, tersine usta-çırak usulüyle ve dükkanlarda parasız çalışma yoluyle, öğrenildiği anlaşılıyor. Ama, bu ustalar ve çıraklar arasında Arapçayı öğrenmiş olanlardan yetişmiş yazarlar ve çeviriciler hiç de az değildir. Mesela, yukarıda adı geçen Ömer Şifaî’nin böyle hekimlerden olması muhtemel olduğu gibi, onun öğrencisi, yani çırağı olan saray hekimlerinden Bursah Ali Efendi de aynı sınıftan olsa gerektir. Bu son zatın Bidaet-ül-mübtedi adh bir Akrabadin, yani bileşik ilaçlar kitabını biliyoruz (bkz. Üniver­site kütüphanesi, Yıldız, tıp, 361, 405). [Ek-41], Mahmut I. zama­nında 1144=1731 yılında kaleme alınan bu eserde Mynsicht adın­da bir Batıh yazarın ismi çok geçtiği gibi, yine Ali Efendi Kitab-ı Mynsicht Tercümesi adiyle daha ziyade formulaire şeklinde bir ki­tap daha yazmıştır (bkz. Üniversite kütüphanesi. Yıldız, tıp, 29). Çok gariptir ki, her iki eserinde de adını verdiği, hatta bir eserini onun adiyle yazdığı Batılı yazar, yani Adrian Mynsicht, tartre emetique denilen meşhur ilacı bulduğu halde, Türkçe iki ilaç kitabın­da da bu ilacın adı bile geçmez (1). Bundan başka Bur sah Ali Efen­dinin, Dârüsaade ağası Beşir Ağa adına, Cerrahname adh bir eseri daha vardır (bkz. Halet Efendi kütüphanesi. No. 751). Bu eserde şişlerden bahsederken anevrizma'ları da bu arada sayar; sonunda, o vakitler pek moda olan Paracelsus adı da yalan yanlış bazı bil­giler arasında anılır. Hekim Ali Efendi herhalde 1160=1747'den sonra vefat etmiş olsa gerektir.

Bu devirde, Halil Faiz adında bir zat, daha ziyade astroloji he­sapları üzerine erkam-i cümel, yani ebced harfleriyle ve sexagesimal=altmışhk usulda, Fezleket-ül-hisab adiyle, bir eser yazdığı gi­bi, Es-savlet-ül-hezberiye fi mesail-il-cebriye adında cebir problem­lerinin çözümlenmesi üzerine, bir eser daha bırakmıştır. Yazar, Şakaik zeyli Şeyhî’ye göre, şair olup öteki ilimlere dair de birçok eserler yazmış ve tahminen 1729 yılında cinnet getirerek intihar etmiştir. Fezleket-ül-hisab, Üniversite kütüphanesinin T. 5890 nu­marasında mevcut olduğu gibi öteki eserlerinden bir kısmı da Be­yazıt’ta Veliyüddin Efendi kütüphanesinde bulunmaktadır.

«

Artık Osmanlı Türkiyesinde, ilk Türk matbaasının kurulmasıyle kendini belirten, dikkate değer bir devre erişiyoruz. Bu ilk         matbaanın kuruluşu hikayesini, burada uzun uzadıya, anlatacak değiliz. Çünkü, bu hususta tarihlerde ve özellikle Selim Nüzhet Gerçek’in Türk Matbaacılığı (İstanbul, 1939) adh küçük eserinde, yeteri kadar ve faydalı bilgiler vardır. [Ek-42], Ancak, burada «ilk Türk matbaası» diye belirtmemizin nedenini söylemek lazımdır. Gerçi İstanbul’da ve Türkiye'de ilk matbaa Musevîler tarafından açılmıştır. 1429 yılında Ispanya'dan hicret eden Musevîler, 1493 yı­lında, yani Türk matbaasından 233 yıl önce, İstanbul'da, birkaç yıl sonra da Selanik’te ilk matbaayı açmışlardır (Avram Galanti, Türkler, Yahudiler, İstanbul, s. 7). Bu matbaalarda birçok kitaplar basılmıştır. Öte yandan, Sivaslı Apkar adında bir Ermeni de, Ve­nedik’te basımcılık sanatını öğrendikten sonra, İstanbul’da 1567 yılında bir matbaa açtığı gibi, 1627 yılında da Nicodimus Metaxas adında bir Rum papazı da bir matbaa kurmuştur. Bu matbaanın ilk bastığı eser «Yahudiler Aleyhinde Küçük Risale» adh bir ki­taptır.

Bilindiği gibi, Ahmet IIL'in sadrazamı Damat İbrahim Paşa, Yirmisekiz Mehmet Çelebi’yi Fransa kralı Louis XV.’ye elçi olarak göndermişti. Bu münasebetle babasıyle Paris’e giden Sait Çelebi (bazen Sait Ağa), oradayken matbaanın önemi hakkında bir fikir edinerek dönmüştü. Beri yandan, 1674 yılında, Macaristan'ın Colojvar kasabasında doğan ve Protestan papazlığı kolejinde tahsil eden, bir genç de Osmanlılara esir düşmüş ve İslamlığı kabul ederek İbrahim adını almıştı (bu İbrahim’in hayat hikayesi için bkz. Caraczon, İbrahim Müteferrika, Tarih-i Osmanî Mecmuası, sene 1, s. 178). Bundan sonra, İslamlığı iyice inceleyen bu zat, Risale-i İslâmiye diye bir eser yazmış ve bununla Sadrazam İbrahim Paşanın dikkatini çekmişti. 1716=1128 yılında, Belgrat’ta toplanan Macar yüksek subayları için İbrahim Efendi tercüman olarak kullanıldı. Bu yıl, Osmanlı diyarına, mülteci olarak, gelen meşhur Macar yurt­severi Racoczi’nin yanma tercüman verildi. Latince ve başka Avru­pa dillerini kolejde öğrenmiş olan İbrahim Efendi, bir süre sonra, müteferrikalık hizmetine atanmış oldluğu için, bundan sonra adı hep İbrahim Müteferrika diye geçmeye başlamıştır. [Ek t 43],

İbrahim Müteferrika, 1726 tarihlerinde matbaacılığın gerekli­liği, önemi ve faydası üzerine, Vesilet-üt-tabâa adiyle bir risale ya­zarak, Damat İbrahim Paşaya takdim ettiği, Yirmisekiz Çelebi’nin oğlu Sait Çelebi’yle uyuştuktan sonra bir dilekçeyle, matbaa açmak ruhsatını ve bunun için şeyhülislam fetvasıyle birlikte padişahtan da bir ferman istemiştir. İbrahim Müteferrika’nm bu küçük risa­lesi, akla çok uygun, mantıklı ve özellikle gayet inandırıcı kanıt­larla yazılmıştır. Risalede yazar, tarihte birkaç kere istila yüzün­den birçok yazma kitapların nasıl mahvolduğunu ve sonraları doğru yazı yazacak hattatlar kalmadığından yazmaların çoğunun yan­lışlarla dolu olduğunu, halbuki, basma usulü kabul edilirse, yazı­ların okunaklı ve yanlışsız olacağını, birçok güzel kitapların yayın­lanacağını, kitapların başına ve sonuna mufassal fihristler konu­larak okuyanlar için kolaylık sağlanacağını ve kitaplar ucuzlaya­rak taşranın da bunlardan faydalanacağını, şehirlerdeyse büyük kütüphaneler kurulabileceğini (ki hâlâ kurulmamıştır), özellikle, Osmanlı devletinin, cihatla tslamın şerefini artırdığı gibi, kitap ya­yınlama suretiyle de İslam kültürüne hizmet edeceğini, halbuki Av­rupalIların Islami kitapları birtakım yanlışlarla çoktan basmaya ve bu suretle. Doğudan para çekmeye başladıklarını, eğer bizde matbaa kurulursa bu kârın memlekette kalacağını ifade etmekte­dir (bu risalenin özeti için bkz. İhsan Sungu, Hayat, No. 43, bu makalede, ruhsat isteme dilekçesi hakkında da faydalı bilgiler var­dır; dilekçenin tıpkı basımı için bkz. Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı, İstanbul, 1939, vesikalar).

İbrahim Efendinin bu sözleri kısaca tekrar eden dilekçesi üze­rine, bu arzusu, şeyhülislam Abdullah Efendinin bir fetvasına da­yanarak, çıkarılan 1139 zilkade tarihli bir hatt-ı hümayunla yerine getirilmişti (fetva ve hatt-ı hümayunun tıpkı basımları için bkz. Selim Nüzhet Gerçek, aynı eser, aynı yer). Fetvada ancak lügat, man­tık, felsefe ve astronomi kitapları bahis konusu olduğu gibi, hattıhümayunda fıkıh, kelam, tefsir ve hadis ilimlerinden başka ilim­lere dair kitaplar basılacağı da belirtilmiştir. İbrahim Efendi, esa­sen memlekete müspet ilimleri sokmak hevesine düşmüş hür fikirli bir zat olduğu için, bu kayıtlamaya okadar önem vermemiş olsa gerektir. Hatta kendisinin ilk yazdığı risalede, coğrafyanın büyük devlet memurları için lüzum ve faydası ve haritaların basılmasıyle, bütün Doğuda satılarak, menfaat sağlanacağı söz konusuydu. Bu risale Sandrazam Damat İbrahim Paşaya takdim için yazıldığı gibi sonradan, hükümet şekilleri ve özellikle ordu teşkilatı üzerine faz­la bilgi ilavesi ve artık matbaa kurulmuş olduğu için, harita bas­mak lüzumuna dair olan kısımların çıkarılmasıyle, Usul-iil-hikem fi nizam-il-iimem adı altında, oldukça cesurca bir üslupla kaleme alınarak, kendi matbaasında basılmıştı (1). İbrahim'in kendi evin­de kurulmuş olan matbaada basılan kitapların listesi incelenirse, müspet ilimler alanınd ancak 6 eserin bulunduğu görülür; ötekile­rin çoğu tarihe ve lügate ait eserlerdir (2).

İbrahim Müteferrika’nın bastığı ilmi eserler arasında en önemlisi Kâtip Çelebi’nin Cihanniima'sidir. Bu eserin asıl şeklini yukarıda tarif etmiştik. Burada basılı Cihanniima’yı gözden geçirir­sek, aradaki farkı ve bu hususta İbrahim Müteferrika’nın, zamanı­nın ilminden ne dereceye kadar faydalandığını göstermiş olacağız. Basma Cihanniima ya yayınlayanın Tezyil-iit-tabi dediği ilavelerle

Ebu Bekir bin Behram-üd-Dimışkî’nin Anadolu ve Arabistan coğraf­yası eklenmiştir. Eserin başına, İbrahim Müteferrika (kendi aldığı unvanla Ibrahim-ül-Coğrafî), geometri üzerine ilk bilgileri koyduktan sonra, evren sistemine dair çeşitli öğretileri, mesela Tycho Brahe ve Kopernik’in sistemlerini de zikretmiş, fakat bu son sistemi an­latırken, hayli ihtiyatlı bir dil kullanarak, bunun mutlaka kabul edilmesi lazım gelmediğini ve esasen bunu İslam, ulemasının ka­bul etmediklerini yazmıştır. İbrahim Müteferrika, bu bilgileri «Purkoçius» adını verdiği bir yazarın kitabının üçüncü bölümün­den ahnfÇ olduğunu söylemektedir (1). Asıl adı Edmond Pourchot olan bu yazar, Fransa’da ilk «Cartesien» profesörlerden olup birçok kolejlerde hocalık etmiş bir zattır. İşte bu eserden alarak, İbrahim o zaman için Türkiye’de yeni sayılabilecek, Descartes'ın «burgaç­lar» teorisinden bahsettiği gibi, Aristo’nun ağır cisimlerin arzın merkezine yaklaşmaya ve hafif cisimlerin merkezden uzaklaşmaya eğilimli oldukları teorisine karşı, Galilee’nin reddiyelerini zikre­derken, bir yandan da arzın güneş etrafındaki hareketine dair olan itirazlara karşı cevapları eserine almıştır (bkz. Cihannüma, basma nüsha, İstanbul, 1144, s. 34-48). Bu arada (s. 64) pusulanın İtalya’ da Napoli yakınlarında Amalfi şehrinde bir zat tarafından 1402 yı­lında icat edildiğini de söyler. Bu münasebetle mıknatısiyetten ve pusulanın ibresinin sapmasından ve bu sapmanın İtalya’da ba­tıya doğru 11,5° olduğunun, Bebek’te Kaptan Mustafa Paşa camiinin mihrabının yerinin belirtilmesi sırasında, 1140 yılında, tahkik olunduğunu ilave etmiştir.

İbrahim Müteferrika’nm daha birçok eklemeleriyle kitap, ger­çekten zamanına göre hayli yenilenmiştir. Kitabın baskısı büyük bir itinayla hazırlanmış olduğu gibi, haritalar ve şekiller de ilave olunmuştur. Bunlardan bir kısmı, Müteferrika tarafından yapıl­mış, bir kısmı da asıl eserden aktarılmıştır. Şekil ve haritaların bazısı Ahmed-ül-Kırımî, bazısı da Mıgırdiç Galatavi ve yalnız bir tek haritanın da Tophaneli İbrahim adında biri tarafından hakke­dilmiş olduğunu imzalarından anlıyoruz. İbrahim Müteferrika, şey­hülislam Damat-zade Ebülhayr Ahmet Efendinin, Kâtip Çelebi’nin yazısıyle olan, müsveddeleri kendisine verdiğini ve basılması için teşvik ettiğini önsözde şükranla kaydetmektedir. Bu ilk ve son basma Cihannüma nüshaları, İstanbul'da birçok kütüphanelerde ve özel ellerde bulunmaktaysa da, harita ve şekilleri her nüshada tamam değildir.

İbrahim Müteferrika’nın asıl kendi eserlerinden biri, bizi bura­da ilgilendirecek olan Fiiyuzat-ı Mıknatısiyle adlı eseridir ki, kendi matbaasında 1732=1144 yılında basılmıştır (bkz. Üniversite kütüp­hanesi, Yıldız, tabiiye, 237). Bu eserde pusulanın icadından ve bu aletin Çinlilerce, daha önceden bilindiğine dair olan hikayelerden bahsedildikten sonra mıknatısın özellikleri anlatılır. Bazı Avrupa hükümdarları tarafından, bir yerin enlem ve boylamını belirtecek bir alet veya bir usul (?) keşfedecek kimseye verilmek üzere, 20.000 altın ödül konulduğunu ve «bir hakim-i hey’et ve hikmet-aşina» ta­rafından bir risale yazılmış olduğunu söyleyen yazar, kendi eserini bu eserden özetle çevirdiğini ilave eder (1). Velhasıl bu risale, mıknatısiyetin pusulayla olan ilişkisini anlatan kısa bir eserdir ki, iki çeşit pusula ibresini gösterir resimleri de vardır [Ek-44]. Yine bu matbaada, yukarıda adı geçen, Tarih-i Hind-i Garbi de resimleriyle birlikte basıldığı gibi, Kâtip Çelebi’nin yukarıda biraz bahsettiğimiz Ttıhfet-ill-kibar fi esfar-il-bihar adh eseri de haritalarıyle birlikte basılmıştır.

İbrahim’in bize yazma olarak bıraktığı bir eser daha vardır; Mecmua-i hey’et-il-kadime ve cedide adındaki bu kitap, XVII. yüzyı­lın ortalarında eserler yazmış olan Hollandah coğrafyacı, matema­tikçi ve kozmografyacı Andreas Cellarius’un (Andrea Keller, ki Hol­landa'nın kuzey eyaletinde o vakit pek mamur olan Hoom şehrinin ünlü kolejinin rektörüydü) birinci baskısı 1665 ve ikinci baskısı 1708 yılında yayınlanan, Atlas coelestis yahut Harmonia macrocosmica, seu atlas ımiversalis et novus totius universi creati adh atla­sından, Ahmet Ill.’in emriyle, çevrilmiştir. Bu eser, Amsterdam’da Gerard Valk ve P. Schenk’in matbaasında, Joh. van Loon adında bir ressam tarafından basılmış olup, ilk sayfasında dünyanın o zamana kadar gelen meşhur astronom ve kozmograflarının resimleri, arzın, güneşin, ayın, başak ve terazi burçlarının sembolik tasvirleri, bir frontispice olarak bulunmaktadır. İbrahim Müteferrika, önsözde “Rasıtlar Meclisi” adını verdiği bu resmi açıklamaya kalkışarak yan­larında zat-ül-kürsî, usturlap ve rubu daire gibi aletler bulunan bir­kaç rasıttan birinin Ptolemaios, ötekinin Tycho Brahe ve üçüncüsüniin Kopernik olduğunu teşhis ettiği gibi bir başkasının da «feza-yi dilâram-ı meclisin canib-i yemininde bedr-i münir gibi cilveger-i sâha-i nazar olan şahs-ı hûb-manzar yani sâhib-i zîc-i hâkânî sul­tan Uluğ Bey İlhanî başına tâc ve sorguç giyip ittifaken bu gûna hey’ü zey-i ziynetnüma ile cümleden ziyade revnak-bahş-i mahal ve meclis-ârâ-yi şekil» olduğunu söyler. Bunlardan Uluğ Bey zannettiği tabii asla Uluğ Bey değildir; çünkü arkasındaki manto ve uzun saç­ları ve şapkasıyle bir Batılının resmi olmak lazım gelir. İşte İbra­him Müteferrika, bundan sonra önsözde, eserin resimleri ve hari­taları altında kısa kısa açıklamalardan başka bir şey olmadığı için, herkesin anlayabilmesi maksadıyle kendi tarafından açıklamalar ve­rildiğini ve bu suretle «ukde-i müşkil-bend keşif ve hal ve suver-i eşkâlin medlûl ve mefadı cem'i ve dere» (böylelikle kördüğümler çö­zülmüş ve şekillerin neleri anlattıkları toplanıp yazılmış) olunduğu­nu söyler. Gerçekten, çeviren, kitabın başına, Cihannüma’ya yazdığı eklerden astronomi ve kozmografyaya dair olanları aktarmış ve on­dan sonra, eserin 30 şekli üzerine, birer açıklama yapmıştır. İbra­him Müteferrika, yine önsözdç kitabın aslını mübalağayla överek, «bu ane gelince çeşm-i bidâr-i zamân bunun mislini görmemiş, bir pâdişâh-i zi-iktidârın hâzinesine girmemiş» demekte ve yazarın da «Horno nam mecma-i ulûm» da (kolej) «ulûm ve fünun-i hikemiyede muallim-i evvel» (rektör) olduğunu ve Amsterdam’da 1708’de (ki, bu halde ikinci baskı demek olacak), Platnos adında birinin yardımıyle, basıldığını söylemektedir. Bu eseri İbrahim Müteferrika’nın, Cihanniima'da verdiği astronomi ve kozmografya eklerini tamamla­mak için, pek faydalı bulmuş olduğu anlaşılıyor. Eserin aslı da, esa­sen, yukarıda sözü geçen Johan Blaeu’nun Atlas major’una ilave edilmişti. 1733=1145'te yapılan bu çevirinin bir yazma nüshası bu­gün İstanbul'da, Askeri Müze kütphanesinde, 5203 numarada kayıtlı bulunmaktadır. Abbe Toderini, De La Litterature des Turcs adh ki­tabında, «İbrahim Müteferrika’nın Latinceden çevirdiği bir coğrafya kitabını basmak üzere olduğunu» işittiğini söylüyorsa da, bu eseri İbrahim basmaya muvaffak olamamıştır.

İbrahim Müteferrika bahsini kapatmadan önce şunu söyleyelim ki, onun matbaasında ve bir süre tatile uğradıktan sonra yeniden açılan aynı matbaayla Üsküdar matbaasında, 1830 yılına kadar, ba­sılan eserlerin sayısı ancak 97 olup bunların bir listesi Hammer’in tarihinde bulunmaktadır (bkz. Fr. Çev. XIV, 492-507). Bu listede, 1743 yılına kadar Müteferrika’nın bizzat bastığı kitapların sayısı 17' dir. İşte okumak, yazmak, basmak işleriyle faal bir surette uğraşan bu İbrahim Müteferrika, hayatının son yıllarına kadar çalıştıktan sonra, 1158=1745 yılında vefat etmiş ve Aynahkavak mezarlığına defnedilmiştir. Mezarı şimdi Galata Mevlevîhanesi mezarlığına nak­ledilmiş bulunmaktadır.

Türk matbaasının kuruluşunda mevki ve nüfuzuyle işe katılan Şait Çelebi’nin yanında ilmi, sanatıyle onu meydana getirip basan, yayınlayan, yazan ve çeviren olarak görev alan İbrahim Müteferri­ka’nm hizmeti, görüldüğü gibi, yalnız matbaaya münhasır kalma­mış, belki bizim için pek yeni sayılacak ilimlerin temel bilgilerini verecek eserler, ekler yazmış ve ve bu suretle memleketimize Avru­pa Rönesansından ilk haberleri vermiştir. Bundan dolayı, bu ilk ta­biin adını burada saygıyla anmaya mecburuz.

Bu devirde, coğrafyaya karşı. Kâtip Çelebinin eserlerinin ve Atlas majör çevirisinin, uyandırdığı ilgi devam etmiş ve onlardan özetleme ve aktarma suretiyle, birtakım coğrafya eserleri yazılmış­tır. Mesela Şeyh Edib-ül-Hasan-ül-Cebeci adında bir zat Kâtip Çe­lebi’nin Arapça Fezleke adındaki tarihinin çevirisini yaparken sonu­na Osmanlı memleketinde yaptığı seyahatlerde topladığı coğrafi bil­gileri koymayı da ihmal etmemiş ve o zamana göre yapılmış bazı tabiye planları da koymuştur (bkz. Hekimoğlu Ali Paşa kütüpha­nesi, 803).

Hollanda elçiliği tercümanı Petros Baronian adında bir zat da 1733 yılında Jacques Robbs’un La Methode potır apprendre facilement la geographie adh eserini, Risale-i Coğrafya veya Fen-nümay-i cam-i cem ez fenn-i coğrafiya adiyle Mahmut I. zamanında Sadra­zam Ali Paşa için Türkçeye çevirmiştir. Baronian, bu eseri, Kâtip Çelebi’nin Cihannüma'sının "basılmış olmasından cesaret alarakçe­virdiğini söyler. Eserde o vakte kadar Türkçeye geçmemiş olan mo­dern matematik ve fizikî coğrafya bilgileri bulunduğu gibi, harita­nın tarifinden sonra düzlemküre, bir de Akdeniz haritası konulmuş ve bu haritaların ölçeği Arap, Fransız ve İtalyan milleri üzerine ter­tip edilerek, bir de güzel bir «rüzgar gülü» çizilmiştir. Akdeniz ve Karadeniz’de ulaştırma için deniz astronomisine dair bilgiler de bu­lunmaktadır. Fr. Taeschner (bkz. Fr. Taeschner, Zur Geschichte des Djihannuma, Mitteilungen des Seminars für orient. Sprachen Berlin, s. 110) bu eserin 1145’te yazılmış bir ikinci şekli daha oldu­ğunu ve bu defa Cihannüma fi fenn-i coğrafya adını aldığını söyler­se de, eser esasen 1145-1146 yılları arasında yazılmış olduğu için aynı yılda ikinci şeklinin hazırlanmış olmasına bir mana verilemez (bu ikinci şekil Taeschner’in özel kütühanesindeymiş). 1740 tarihin­de Şehrî-zade Sait adında bir müverrih tarafından Cihannüma’ya Ravzat-ül-enfüs adiyle bir ek yazıldığı söylenmekteyse de bu eseri görmedik.

Bu deviıde, variolisation denilen yani çiçekli bir adamdan alı­nan cerahatle yapılan çiçek aşısının, İstanbul'a 1716 tarihinde elçi tayin olunan E. Wortley Montagu'nün zevcesi Lady Mary Wortley Montagu (1690-1762) tarafından yazılan mektuplarla, Ingiltere'de bi­lindiğini söylemek lazımdır. Gerçekten, İngiliz edebiyatında yazdığı mektuplarla pek meşhur olan bu Lady'nin dostlarına Mrs. S.C.'ye yazdığı 31 numaralı mektupta, çiçek aşısının Türkiye’de pek eskideı^ beri yaplıdığım, hatta, kendisinin tören ve eğlencelerle yapılan böyle bir «aşı âleminde» hazır bulunduğunu ve aşının faydalarını bildirmiştir. Bu türlü çiçek aşısının uygulanmasının tarihini araş­tırma ve incelemeyi tıp tarihi uzmanlarına bırakarak şunu söyle­yelim ki, bazı Türk hekimliği tarihlerine geçtiği gibi, Lady Montagu’nün mektupları arasında, ineklerden alınan çiçek aşısının (vaccination) da Türkiye’de eskiden beri uygulandığına dair, bir ikinci mektup asla mevcut değildir. Bilindiği gibi, bu tarz aşı, yani bu­günkü çiçek aşısı, Edvvard Jenner tarafından İngiltere’de 1796 ta­rihinde keşfedilmiş ve bu zatın 1798 yılında yayınladığı Inquiry in to the Causes and Effects of the Variolae vaccinae adh eseriyle dün­yaya bildirilmiştir (1). [Ek-45],

Bu bölümü kapatmadan önce, Paris’te Bibliotheque Nationale’ de (bkz. Paris, Bibi. Nat. Blochet, Cat. F.T. suppl., 196) gördüğüm ve ne yazık ki İstanbul kütüphanelerinde rastlamadığım dikkate de­ğer bir yazmadan bahsetmek isterim. Yazar adı ve tarihi olmayan bu yazma, Fransa elçisi Marquis de Villeneuve'ün, İstanbul'da bu­lunduğu sırada (1728-1741), reis-ül-küttab Mustafa Efendiden rica etmesi üzerine, bu zatın damadının hocası olan biri tarafından Kevaik-i seb’a adiyle (bu isim katalogda mevcut değildir), Fransa elçi­sine Türkiye'de öğretim usulüne ve okutulan ilimlere dair bilgi ver­mek maksadıyle yazılmıştır. Yazar, önsözde, İslam ulemasının ilmi­ni Avrupahların gözleri önüne koymak için, böyle bir fırsatı bekle­diğini söyledikten ve Islamda ilmin kısa bir tarihini yaptıktan son­ra, ilimleri üçe ayırıyor: Faydalı ilimler, ne faydası ne zararı olan ilimler, zararlı ilimler. Birinci kısımda akait, fıkıh, Arap dil ve edebiyatı, mantık, matematik, astronomi, anatomi ve tıp; ikinci kısım­da şiir ve edebiyat, üçüncü kısımdaysa felsefe, sihir ve astroloji ilmi vardır.

Faydalı ilimler üç devre üzerine okutulur: 1. Pek muhtasar su­rette, yani yalnız dava başlan ve meseleler ispatsız olarak verilir ki, bu usule istiksar denilir; 2. Biraz daha mufassal surette bir me­tin üzerine bazı kanıtlar getirilerek okutulur, bu usule iktisat usulü denilir; 3. Bütün meseleler her türlü kanıt ve ispatlarıyle birlikte gösterilir, bu usule de istiksa adı verilir. Akli ilimlerden ancak arit­metik ve geometriden bahsedilmekte, fakat bunların kolay (?) ko­nular olduğu için ayrıca öğretilmeyerek, öteki dersler arasında, özel­likle gezintiler sırasında, müzakere edildiğini yazar ilave etmekte ve bu usulleri gereği gibi övmektedir.

Bundan başka bu yazmada o sıralarda medreselerde okutulan kitapların da bir listesi verildiği gibi, nihayet çeşitli milletlerin ilme karşı gösterdikleri ilgi incelenir ve karşılaştırılır. Yazar, Mısırlılar, Hindular, îranlılar, Keldanîler ve Yunanlıların ilme karşı büyük bir sevgi ve ilgileri olduğunu, halbuki Çinlilerle Türklerin (?) ilme pek rağbet etmediklerini ifade etmektedir. Bu yazmanın incelenmesin­de, medreselerimizde, XVIII. yüzyılda öğretimin aşağı yukarı Arap diliyle fıkha münhasır kaldığı anlaşılıyor. Gerçi, bu devirde med­rese öğretiminin dışında bazı müspet ilimlerin, yukarıda görüldüğü gibi, Batıdan, gayet çekingen ve korkak bir tarzda Türkiye'ye sokul­ması için bazı teşebbüsler yapılmışsa da bu teşebbüsler çoğu za­man medrese dışında yetişmiş bilginlerin eseridir.

Bu satırları yazarken, XVII. yüzyılda ve XVIII. yüzyıl başların­da Fransa’nın eğitim ve öğretim tarihine dair bazı yazarların dü­şüncelerini hatırlamamak kabil olmuyor. Bu düşünceleri Sorbonne Fransız edebiyatı profesörlerinden Daniel Mornet, 1933’te yayınla­dığı Les origines intellĞctuelles de la Revolution Française adh pek faydalı bir eserinde (s. 170-173) toplamıştır. Mesela L'Allemend, Fransa’da eski oratoire’ların öğretimi üzerine yazdığı bir tarihte, XVII. yüzyılın sonuna kadar, bu heyete mensup okullarda ancak La­tince ve Latincenin belagati ve iskolastik felsefeden başka bir $ey okutulmadığını söyler (1). Öte yandan kolejlerde fizik ve kimya oku­tulmasını isteyen diğer bir papaz, P. Long, mecaâî bir ifadeyle, bu

okullarda öğrencilerin, bazı bir torbaya konulup arkadan kırbaçla­narak yürütüldüğünü iddia etmektedir. Abbe Fleury ise kolejlerde okutulan Latincenin, bir kültür değil, ancak bir lisan olduğunu açıkça ifade etmiştir (1). Fransızların meşhur Encyclopedie, Dictionnaire raisonne des Sciences, des art s et des matiers'inin editeur’ü Diderot, Rollin’den bahsederken, «Rollin, ancak papaz, keşiş, şair ve hatip yetiştrimekten başka bir şey yapmamıştır» demektedir (2).

Coyer adında başka bir papaz, «öğretimin ve eğitimimiz ancak kelimeler içinde yuvarlanıp gitmektedir, kolejlerimizin mezunları bir mektup bile yazmayı bilmiyorlar» diye, zamanın öğretim usulün­den şikayet etmektedir (3).

Görülüyor ki, Fransa’nın resmi ve papaz mektepleri, tıpkı bizim medreselerde^ olduğu gibi, eski iskolastik usulden, o yüzyıllarda he­nüz ayrılamamıştı. Fakat, asıl dikkat edilecek nokta, bu öğretim usulünü eleştiren düşünürlerin hatta "papazlar içinden” çıkmış ol­masıdır. Öte yandan, şimdi görüleceği üzere, ilim tarihinde "Büyük Yüzyıl” denilen XVII. yüzyıl içinde Batıda birbiri peşi sıra yetişen dehalar, düşünce dünyasının devleri sayesinde Avrupa’da ilmi dü­şünüş büsbütün başka bir gidiş almış olduğu halde, bizde şimdi bahsettiğimiz Kevakib-i seb’a'da. eski ilim ve eski usul değil eleş­tirilmek, övülmekteydi.

* * •

Bundan önceki bölümün sonunda Batıdaki ilmin durumu üzeri­ne yaptığımız özetin sonunda XVII. yüzyılın ilk senesinde, sonsuz bir âlem içinde birçok evrenlerin var olduğunu, Kopernik sistemi­nin doğruluğunu ve dolayısıyle bizim arzın, âlemin merkezi olamayacağım iddia eden filozof G. Bruno'nun, Roma’da odunlar üzerin­de yakılmış olduğunu söylemiştik. İşte, bu zavallı düşünürün feci ölümüyle, başlayan bu yüzyıl, ilim ve düşünce tarihine haklı olarak “Büyük Yüzyıl” adiyle geçmiştir. Yüzyılın büyüklüğü şundandır ki, o zamana kadar her yerde hâkim olan Aristo felsefe ve ilmi, Ptolemaios sistemi ve Galenos-İbni Sina tıbbı, yüzyıllarca kurulup otur­duğu tahttan iniyor ve beşerin düşüncesi üzerine etkiden bir an ge­ri kalmayan eski çağların büyük adamları artık «arş-ü ferşleriyle» yıkılıyordu. Velhasıl, Bruno’nun yanan beyninden çıkan alevler için­de yükselen yeni düşünce bu yüzyılı aydınlatarak onu dünya tari­hinde hâlâ bir eşi görülmeyen bir düşünce devrimine sahne yap­mıştır.

Bu arada, matematik artık fizik araştırmalarında bir alet gibi kullanılmaya başlayarak, ortaya matematik-fizik bir sentez gibi çık­mış ve gökler yeni bştan incelenerek, yeni kanunlar, yeni görüşler meydan almış olduğu gibi, ilimde tümevarım usulü uygulanmaya başlamıştır. Fizyoloji büsbütün mekanik bir gidiş tutturuyor, fizik fizyolojiye ve öte yandan, kimyayla birlikte tıbba da uygulanıyor­du; insanların görme duyuları, teleskop, mikroskop sayesinde, büs­bütün yeni bir kuvvet kazanıyordu. Beş altı satır içinde, pek eksik ve pek kısa bir surette söylediğimiz, bu büyük ilim ve düşünce devriminin ayrıntılarına girişmek, bu eserin kadrosu dışında kalıyor; ama, Türkiye’nin ilim âleminin bu muazzam olaylara nasıl yabancı kaldığını belirtmek için, bu devrimin en önemli ana çizgilerinden ve en önemli simalarından kısaca bahsetmek zorundayız.

Johannes Kepler (1571-1630), daha XVII. yüzyıl başında Kopernik sistemini kabul etmiş ve 1609 yılında Prag’da Satürn gezegeni­nin hareketi üzerine yayınladığı Astronomla nova adh eserinde geze­genlerin «eliptik yörünge ve eşit yüzeyler» meselesine dair koyduğu iki kanunu ve 1618 yılında, çıkardığı Epitome astronomiae Copernicanae adh eserinde de üçüncü kanununu ilim âlemine bildirmişti. Fakat, bunların hepsinden de önemli olarak, bizim bugün Galile de­diğimiz Pisa'h Galileo Galilei'nin (1564-1642) fizikte, düşen cisim­leri idare eden kanunları, sarkaç kanunlarını keşif ve özellikle »is­min tabii halinin dinginlik olmayıp, bir düz hat üzerinde tekömek bir hareket olduğu gibi esas bir prensiple, yüzyıllardan beri ilim dünyasına hâkim olan Aristo fiziğini ve Kopemik sistemini müda­faayla, Ptolemaios astronomisini bir darbede yıkması, onun yaptığı önemli devrimler olmakla birlikte, gözlem ve deneylerden çıkan so­nuçları toplayarak, bu sonuçlardan değişmez tabiat kanunlarının bu­lunması için koyduğu usul, ilimde meydana getirdiği en büyük dev­rimdir; işte bundan dolayıdır ki, Galile, yeni ilmin asıl babası sayılir. Hollanda’dan gelen teleskopu ıslah ederek ayı gözlemleyen ve Jüpiter gezegeninin uydularını gören Galile, Inquisition zindanında, 1637 yılında artık tamamıyle kör olmuştu. 1638 yılında nezaret altı­na alındığı evde kendisini ziyaret eden başka bir “büyük kör", Milton, Pardies Lost adlı meşhur manzumesinde (bkz. aynı eser, book I., 284-288), Galile’yi imayla şu güzel sözleri söylüyor:

                                                                           

İngiltere’de Francis Bacon (1561-1621) ilmi usulü, yani birta­kım olayları toplayıp onların arasından en işe yarayanları seçmek ve onlar üzerine bir hipotez kurmak usulünü, savunmuştu. Fran­sa’daysa Descartes (1595-1650), bir yandan büyük felsefesini kurar­ken, öte yandan matematik, fizik, fizyoloji üzerinde yeni önemli ye­nilikler yapıyordu. Evren, onun gözünde, Allah tarafından yaratıl­mıştır; fakat bir kere yaratıldı mı, artık Allah da evreni tabiatın kanunlarına göre idare eder. Analitik geometri, yani cebrin geo­metriye uygulanması usulünü de Descartes keşfetmişti.

Nihayet Galile’nin öldüğü yıl Isaac Nevvton (1642-1727) doğmuş­tu; güya tabiat bu harikulade yüzyılı “büyüksüz" bırakmak istemi­yordu. Nevvton, çekim kanununu keşfetmiş, arza mahsus olan me­kaniği göklere uygulamıştı; Nevvton’un Principia adındaki en önem­li eseri 1687’de yayınlandı. Bu keşfin hesaplarını yapabilmek için bugün matematiğin en önemil ve en faydalı bir dalı olan entegral-diferansiyel hesabı, bir taraftan Nevvton İngiltere’de ve aynı zamanda da büyük filozof Leibniz, Almanya’da keşfetmişti. 1614 yılında John Napier, logaritma usulünü keşfederek ünlü eserini çıkarmıştır.

Evrenin böyle mekanik ve matematik açıklaması, her olayın ölçüye tabi tutulması usulü kuvvetlenirken, öte yandan da kimya İngiltere’de Boyle’un himmetiyle ilmi bir temel, yani «elemanlar» ve bir dereceye kadar atomlar üzerine kuruluyordu. Bu zat, 1661’de İn­giltere’nin bugün en başta gelen ilim kurumu olan Royal Society’ nin çekirdeği «göze görünmez kolej »in (Ihvısible College) ilk üyelerindendi. Bu suretle Böyle, kimyayı elkimyanm mistik esasların­dan kurtararak deney üzerine kurulmuş bir hale getirmeye başla­mıştır.

Padua üniversitesi tıp hocalarından Santorio (1561-1636), ilk olarak termometreyi hastalara uygularken, hissolunmaz terlemeleri keşfederek, metabolizmanın esaslarını kurmuş oluyordu. Bundan sonra, William Harvey (1578-1657), Galile'nin hoca olduğu Padua üniversitesinden yetişiyor ve kan dolaşımını bulup açıklayarak fizi­ği, fizyolojiye uyguluyordu. 1680 yılında G. Alphonso Borelli, hay­vanların hareketine dair yazdığı eserle hareketlerimizi fizik kanunlarıyle açıklamıştı. Nihayet Franciscus Sylvius, Leyden üniversite­sinde, ilk kimya laboratuvarmı açarak, kliniğe kimyanın uygulan­masına başlıyor ve bir yandan da, asitlerle alkalilerin bileşmesinden meydana gelen tuzları inceliyordu. Öte yandan Malpighi (1629-1694) Bologna’da, N. Grew (1641-1712) ve Robert Hook (1635-1703) Lon­dra’da, Jan Svvammerdam (1637-1680) Amsterdam’da mikroskopla biyoloji araştırmaları yapıyorlar, kan yuvarlarını keşfediyorlardı.

Yine bu yüzyılda, önce İngiltere’de 1662 yılında, Royal Society ve 1666’da Paris’te Academie des Science kurulmuş ve bu suretle bilginler arasında temas daha yakından sağlandığı gibi, serbestçe il­mi meseleler üzerinde tartışmalar başlamıştır.

Kısacası XVII. yüzyıl ve XVIII. yüzyılın başı, ilim âleminde sık sık buluşlar, açıklamalar, ilerlemeler kaydederek, ilim tarihinin en uzun sayfalarını doldurmuştur. Beri yandan, buluşların orijinal ve yepyeni yollar açar cinsten olmaları, bu yüzyıla en büyük değer ve önemini kazandırmıştır. Mesela, Dr. G. Sarton’un dediği gibi, eğer 1686 yılında Louis XIV. aleyhine meşhur Augsburg ittifakı yapılma­mış olsaydı bugünkü dünyanın pek başka bir dünya olacağı düşü­nülemezse de, eğer Nevvton 1687’de Principia sim yayınlamamış ol­saydı, bugünkü ilim ve medeniyet âlemini aynı durumda bulacağı­mız pek şüpheliydi.

İşte bu devrede başlayıp artık yeni yeni ilerlemelerle sürüp gi­den bu "yeni ilimden”, yukarıda görüldüğü gibi, Türkiye'nin pek haberi olmamıştı. Yalnız İbrahim Müteferrika, Kopernik, Galile ve Descartes’ın adlarını Cihannüma ya ilave ettiği eklerde bir iki sa­tırla vermiş, fakat memleketimizde yetişen Alexander Mavrocorda­to, Harvey’in kan dolaşımı gibi önemli buluşu üzerine Latince te­zinden Türkiye’de bahsetmeye bile lüzum görmemiştir. Hele yeni fi­zik ve matematiğin adı bile dillerde dolaşmıyor, tersine matematik adına hâlâ geometri mukaddimeleri, aritmetik adına da Risale-i behaiye şerhleri ellerde dolaşıyordu. Yani, Osmanlı Türkiyesi bu uzun yıllarda matematik, fizik, tabii ilimler ve tıpta hâlâ ortaçağın koyu dumanları içinde boğulmuş kalmıştı. Fakat, XVIII. yüzyılın sonuna doğru Batıdan esen bir rüzgar, yavaş yavaş, bu dumanları dağıtma­ya başlamıştır ki, bu hareketin hikayesi bundan sonraki bölümün konusunu teşkil edecektir.

Bölüm VII

XVIII. YÜZYIL SONU MATEMATİK VE TIP

Bundan önceki bölümde gördüğümüz gibi, Ahmet III.'in barış ve sükun taraflısı, zevk-u safa düşkünü, fakat aynı zamanda, ilim ve kültür koruyucusu sadrazamı ve damadı İbrahim Paşa zamanında yüz kadar şair ve yazar yetişmiş, bir çeviri heyeti kurulmuş, mat­baa açılmış ve Batının, hiç olmazsa, yüzyıl önceki ilmiyle temas hasıl olmaya başlamıştı. Yine bu zatın zamanında, 1716 yılında, Rochefort adında bir Fransız subayı, "Babıali hizmetinde bir ec­nebi (askerî mühendisleri kıtası teşkiline” dair on sayfalık bir rapor takdim etmiştir (bkz. Hammer, Geschichte der Osmanische Reiches, IV, 397; Fr. Çev. XV, 68) (1). Bu raporun, Viyana’da hazine-i evrak­ta, mevcut olduğunu Hammer ilave etmekte, fakat içindekilerden bahsetmemektedir. Bu müverrih, layihanın adı olan Projet pour 1'etablissement d’un troupe d’ingenieurs etrangers au service de la Porte sözündeki «ingenieur» kelimesini Almancaya çevirirken «feldmesser» yani, kadastro yapan, arazi ölçen uzmanlar anlamına almış ve tarihini Fransızcaya çeviren J.J. Hellert de bu kelimeyi aynı an­lamda olan «arpenteur» kelimesiyle karşılamışsa da buradaki «in­genieur» kelimesi XVIII. yüzyılda askeri inşaat işlerini bilen uzman ve usta matematikçiler anlamına gelmektedir (bkz. Trevoux, Dictionnaire üniversel français et latin). Bu halde. De Rochefort'un la­yihası Türkiye'de öğretmen sıfatiyle yabancı uzman ve fen işlerindebilgili istihkam subaylarına dair olması lazım gelir (1). Bunun için, bu kayıt bize pekala gönderiyor ki, Osmanlı devletinde ilk askeri ıslahat, daha doğrusu yüzyılın gereklerine göre fen bilgini subay kullanmak veya yetiştirmek isteği, XVIII. yüzyılın başlarında ken­dini göstermiştir. Fakat, harp ve darptan ziyade, barış ve sükun isteyen ve etrafında daima şair ve bilginler bulunmasını isteyen İb­rahim Paşa, pek muhtemeldir ki, bu projeyi bir tarafa atmış ol­sun. Ama, Ahmet III.'in halefi Mahmut I. zamanında, başka bir Fransız subayı Ahmet Boneval Paşa adiyle, güya Müslüman olarak, devlet hizmetine girmiştir. Fransız soylularından olan bu zatın asıl adı, Claude Alexandre, Comte de Bonneval (1675-1747) olup, asker olarak yetişmiş, Louis XIV. zamanında Ispanya veraset savaşların­da şöhret kazanmış ve Fransa kralıyle arası bozularak, Avusturya hizmetine girip Prens Eugen’in maiyetinde Osmanlılara karşı Petervaradin savaşında bulunduktan sonra, onunla da arası açılıp, niha­yet 1729’da Türkiye’ye iltica etmiş bir sergüzeştçidir. Devlet hizme­tine geçtikten sonra «Ulûfeci Kumbaracılar Bölüğü» adiyle kurulan bir bölüğün kumandanlığına tayin olunmuştur (bu zatın Türkiye’ deki hayatına dair bkz. İslâm Ansiklopedisi; Avrupa’daki hayatı için bkz. Memoires de Bonneval, Paris, 1806 (2). Tarihimizde, siyasi ve askeri, birçok işlere karışmış olan bu zat, Osmanlı ordusunun tek­nik ve ilim noktasından ıslahı için iki layiha vermiştir ki, bunlar­dan ancak ikinci layihanın yedinci fıkrasında topçuluktan kısa bir bahis vardır (bkz. Bonneval, Memoires, Paris, 1806, II, 511). İran'a karşı açılan savaş sırasında İstanbul’da kalan askere, Sultanahmet metdanında büyük şatafatlarla yeni talimler yaptırdığını da yine ha­tıratında okuyoruz. [Ek 46].         .

Öte yandan, Türk kaynaklarına göre, 1734 yılında Üsküdar’da

 “Hendesehâne" adiyle bir matematik okulu açılmış olduğunu biliyo­ruz (bkz. Suphi,*Tarih, İstanbul, 1189, varak 58; Ata; Ata, Tarih, s. 158). Yeniden kurulan ulûfeci kumbaracılara mahsus «Kumbaracı kışlası» dediğimiz bu müesseseye Avrupahlar, Corps des Mathematiciens diyorlar ki, Ahmet Bonneval Paşanın ölümünden sonra, bir müddet de evlatlığı Süleyman Ağa tarafından idare edilmişti. Üsküdar’da, Toptaşı’nda eski tımarhanedeki bu matematik ve geo­metri okulunun ömrü pek kısa olmuş ve kumbaracıların yeni talim­lerden sızlanmaları ve isyan çıkaracakları korkusundan, bu heyet dağılmıştır (bkz. Baron de Tott, Demoires, II, 178; L. Langles, Diatribe de l'Ingenieur, par Seid Mustafa, Üsküdar, 1803, mukaddime). Hendesehane’nin bu kumbaracı kışlasında çalışmış, veya ayrıca bir kuruluş halinde işlemiş olması ihtimalleri vardır. Tarihlerde bunu açıkça görmek kabil değildir. Ancak, Atâ tarihi bu Hendesehane’nin ilk hocası Yenişehir müftüsü-zade Mehmet Sait Efendinin adını ver­mektedir (Berlin kütüphanesi Pertsch Katalog’unun 166 numarasın­da kayıtlı risalenin üzerinde, Yenişehir değil, Beyşehir müftüsü Ha­cı Mahmut-zade diye yazılıdır). Bu zatın, iki şeyin arasındaki uzak­lığın, ölçü kullanılmadan, yani yanlarına gidilmeden, ölçülmesi için bir alet ihtira (?) etmiş olduğundan ve bu alete Rub-i milceyyib-i zülkavseyn adını verdiğinden, o 1149 tarihli risalede bahsedilmektedir. Bu aletle, bir üçgenin bir kenarı ve iki açısı bilinirse öteki kenar­ları ve açıları hesap etmek mümkün olduğunu söyleyen yazar, ale­tini şeyhülislam Piri-zade Mehmet Efendiye anlatıyor; şeyhülislam da aleti Mahmut I.’a takdim edince, güya padişahın teşvikiyle alet, bir üçgenin iki kenarıyle aralarındaki açı bilindiği halde, öteki ke­nar ve öteki iki açıyı bulacak yolda düzeltilmiş, tamamlanmış ve o risalede tarif olunmuştur. Bu risaleyi İstanbul kütüphanelerinde bulamadığımız için, ihtiram ne olduğunu açıkça anlamak mümkün olamadı. Ancak, Üniversite kütüphanesinde (Yıldız, tıp, 178) yazarı bilinmeyen bir küçük risale vardır ki, bunda «Atış cetveli» denilen alet ve bununla uzaklıkların tayini tarif olunmaktadır. Eserin cilt­lenirken bir kısmı kesilmiş olan kenarında —ki, bu hal yazmaların bazılarında ne yazık ki görülüyor—, bu aletin 1152 yılında Mevkufatî Mehmet Efendi başkanlığındaki sınır çizilmesi heyeti tarafın­dan kullanıldığı yazılıdır. Acaba bu küçük risale, Sait Efendinin ri­salesinden özetlenmiş bir eser midir?

Bu sırada yazılan eserlerden biri de, İlm-i kıyas-ı miisellesat ad­lı olup, Paris’te Bibliotheque Nationale’de Türkçe yazmalar katalo­gunda suppl. 227 numarada kayıtlıdır. Adı bilinmeyen yazarına gö­re, eser, Alain Manşon adh bir zatın Louis XV.'ye takdim ettiği Fran­sızca üç ciltlik bir eserden ve Latince Scotti'nin Cursus mathematicus ve Palermo’lu bir rahibin eserinden faydalanılarak, yazılmış, fa­kat sonunda, medreselerin o zamana kadar en önemli aritmetik ki­tabı olan Risale-i behaiye ve onun açıklamalarından da (yukarı bkz.) aktarmalar yapılmak unutulmamıştır. Yine aynı kütüphanenin suppl. 226 numarasında kayıtlı, AvusturyalI ünlü kumandan Graf von Montecuccoli’nin Commentarü bellicü adh, harp fennine dair, meşhur eserinin Türkçe çevirisi vardır. Paris kütüphanesinin Türk­çe yazmalar kataloğu yazarı E. Blochet, bu eserin İbrahim Müte­ferrika tarafından çevrildiğini söylerse de, bu çeviri dil bakımından daha çok yenidir ve Macar dönmesinin üslubuyle hiçbir münasebeti yoktur (1). Trigonometri üzerine olan birinci eser, Türkiye’de Batı dilinden çevrilmiş ilk modern matematik kitabı olmak ve askerlik fennine yardımcı bir kitap gibi yazılmış bulunmak bakımından önemlidir. [Ek 47].

Yukarıki sayfalarda görüldüğü ve aşağıda da görüleceği üzere, Osmanlı Türkiyesine modern matematiğin askerlik yoluyle girmeye başladığında asla şüphe yoktur. Bunu yazarken, Alman generallerin­den B. von Rathgen'in Das Geschütz im Mittelalter adh kitabında söylediği «Die Waffe in der Ausgangspunkt aller Kultur=bütün kül­türlerin çıkış noktası silahtır» sözüne Türkiye bakımından insanın hak vereceği geliyor. Gerçekten, bundan sonra da göreceğiz ki, mo­dem matematik ve fizik yavaş yavaş, fakat sırf askerlik sanatının çağa uyması için, memlekete girmeye başlamıştır.

Bu hafif modernleşme hareketleri sırasında eski usulde ansik­lopedik bir kitap, belki de bu cins eserlerin son turfandası olmak üzere, yayınlanmıştı: Siirt’te Tellu köyünde oturan Erzurumlu (Hasankale’li) İbrahim Hakkı kaleme aldığı Marifetname. Mısır'da, Bu­lak matbaasında önce 1251’de ve ikinci defa 1280 yılında basılan bu eseri, yazar, oğlu Ahmet Naimî için yazarak, bir önsözle üç fen, bir sonsöze bölmüş ve her fenni bölümlere, bölümleri fasıllara, fasılları da nevilere ayırmıştır. Önsöze girişmeden yazdığı sayfada, önce, âlem-i kebir (büyük âlem) dediği evrenin sırlarını ele aldıktan son­ra, âlem-i sağir (küçük âlem) olan insan vücudunu öğrenmek ve ondan sonra da Cenab-ı Hakkın birliğini kesin olarak görmek ve masivadan (Tanrıdan gayrı her şeyden) kurtulmak yoluna girmesini oğluna tavsiye eder. Önsözde, tslamda menkul ve muteber olan yolda âlemin yaradılışını, arşı, melekleri, cenneti ve cehennemi tarif eder ve açıklar. Birinci fende (yani konuda), Aristo fiziğinden Doğu âlemine geçen tarzda dört elemandan, cevherler ve uzuvlardan ve dokuz gökten bahsettikten sonra, dört elemanın birbiriyle birleşme­sinden başlangıçta madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hay­vanlar ve hayvandan insanın vücuda geldiğini söyler. Madenlerin başlangıcı bir çamurdur; ondan taşlar ve taşlardan da demir, gü­müş, altın ve kurşun gibi maden cevherleri çıkar; bunlar mercana vardıktan ve önce tohumsuz bitkiler, nihayet tohumlu bitkiler, ta hurmaya kadar yükseldikten sonra, hayvan zuhur eder; birçok yıl­lar bu mertebede kahp, nihayet nesnas ve maymun denilen hayvan, ondan da insan vücuda gelir. Bütün bu bilgilerin esası, tabii pek eski zamandan beri bilinen ve mesela, lonia’h filozof Anaksimandros’tan beri, birçok Yunan filozoflarının söylediği ve İhvan-üs-safa risalelerinden 50. risaleye, oradan da Nizamî-i Aruzî'nin Çahar ma­kalesine (birinci makalenin başlangıcına) geçen sözlerdir (bkz. Marifetname, s. 29 (1). Bundan sonra yazar, aritmetik ve geometriye. dair basit, fakat açık bilgler veriyor. Bu bahsin ikinci bölümünde, âlemin küre şeklinde olduğunun ispatiyle uğraşırken, Kâtip Çelebi' nin Cihannüma’smdan ilham alarak, İmam Gazalî’nin, Tehafüt adh kitabından bu bahse dair olan fıkraları olduğu gibi Türkçeye çevi­rerek almıştır. Hatta, imamın «bu gibi medreselerde tartışmayı di­nin gereklerinden sayan kimse, dini zayıf düşürerek, ona karşı cina­yet işlemiş olur» sözünü önemle zikrediyor. Göğün ve yerin küre bi­çiminde olduğunu ispat için, o zaman bilinen akli delilleri de yaz­dıktan sonra, yine Cihannüma’nm meşhur üç sorusuna (yukarı bkz.) girişir. Artık, yazar hep aynı kaynaktan alarak daha açık yolda eski Ptolemaios astronomisini tarif edip, dört elemanın açıklanmasına geçer ve burada sudan bahsederken, evvelce dünyanın suyla ör­tülü olduğuna «bazı taşlar kırılınca içinden deniz hayvanları parça­ları (fosil) çıkmasıyle, imam Fahreddin Razî’nin sözüne dayanarak inandığını söyler. Yine bu münasebetle, Magellan’ın seyahatinden bahseder. Toprak elemanına geçerek, o bahiste de arzın kıtalarını anlatır ve Tarih-i Hind-i Garbiden aldığı bilgiyle, Amerika’nın keş­fini nakleder. Bundan sonra kozmografyaya dair bazı bilgiler ver­dikten sonra, yeni astronomi yani Kopernik sistemine sözü getirir. Bu bilgileri de İbrahim Hakkı, Cihannüma’nm İbrahim Müteferrika eklemelerinden almış olmakla birlikte, ondan çok cesurca ve daha akla uygun delillerle bu yeni astronomiye taraftar olduğunu göster­miştir. Hatta bu teoriye göre, kabulü lazım gelen arzın güneş etra­fındaki hareketini, akla aykırı diye, kabul etmeyenlere karşı eski teorinin de «nice umuru istib'ad olunacak şeyler» (nice noktalannin ihtimal verilmeyecek şeyler) olduğunu ve tersine, «cirm-i sağir-i arzın, şems-i azim etrafını senede bir kere devretmesi» (küçük olan dünya cisminin çok büyük olan güneş cismi etrafında yılda bir ka­re dolanması) akl-ı selime daha uygun bulunduğunu söyler (bkz. Marifetname, s. 146-147). Arzın hareketi düşüncesi aleyhine getirilen kanıtlan birer birer reddederken, mesela arzın hareketini hissedemeyeceğimizi, çünkü arzın, etrafındaki «madde-i leyyine» (yumuşak madde) içinde, hepimizi birlikte sürüklediğini söyler.

Bundan sonra, «mevalid-i selâse» dediği maden, bitki ve hay­vanların bileşme ve meydana gelme suretinden bahsederken, yine eskilerin yedi cisim teorisini ele alarak, madenleri, madenlerden bitkileri ve onlardan hayvanları çıkarmak yoluna gider. «Hayvan­ların eşrefi» olan insana gelince, anatomi fash başlar. İbrahim Hak­kı, anatomi faslını, İbni Sina'nın Karun'undan, biraz kısaltarak he­men olduğu gibi, Türkçeye çevirmiştir. Anatomiden sonra vücuttaki organların işlerini ve nefisteki kuvvetleri açıklamaya» girişir, yani bir çeşit eski fizyoloji ve psikoloji bilgisi verir. Buradan ruhun nite­lendirilmesine ve ahlakın tarifine ve yine büyük âlem=macrocosmos’tan insan vücudu olan küçük âlem=mikrocosmos’a intikalle aralarındaki ilişkiden bahse başlar. Ayrıca bir fasılda, beden sağlı­ğının korunması hakkında bilgi verirken, tıptan ve ilaçlardan da kı­saca bahseder. Artık kitabın fenn-i salis diye ayrıldığı üçüncü bö­lümde dini meselelere geçer ki, bizi burada ilgilendirmeyen bu kı­sım, kitabın yarısından fazlasını teşkil etmektedir. Nihayet babası­nın ve kendisinin hayatlarını ve özellikle şeyhi olan Şeyh Ismail-i Telluvî'nin hikaye ve kerametlerini anlatır, sonra da adap, ahlak ve muaşeret kurallarını söyler. İbrahim Hakkı, bu eserinde galiba ez­berlenmesini kolaylaştırmak için, her faslın, hatta her nev’in sonun­da, o bahsin konusunu kısaca nazma da çekmiştir.

Bu cins ansiklopedilerin en mükemmellerinden biri ve sonun­cusu olduğu için Marifetname'den biraz uzunca bahsettik. Dinine ve tarikatına pek sadık olan bu zatın, herhalde müspet ilimler kar­şısında, mütecessis ve huzursuz bir ruhu olduğu meydandadır. [Ek-48].                                                                                     

Yazarın 564 büyük sayfa tutan bu eserinden başka daha birçok eserleri vardır. Bunlardan bizi burada ilgilendiren Âmal-i felekiye bi’l-rub’il-müceyyibe ve Istihrac-ı âmal-i felekiye adh, astronomiye dair iki eseridir; bunlar da öteki oğlu İsmail Fehim'e ithaf olunmuş­tur. Gerçekten bu İsmail Fehim, astronomiye meraklı olacak ki, kendisi de, Miyar-ül-evkat adh takvim usulüne ve yıl başlarına ta­yin ve ay yıllarını güneş yıllarına çevirme usullerini gösterir bir kü­çük risale yazmıştır (bkz. Üniversite kütüphanesi, T. 1836).

Astronomi kitaplarından bahsederken, büyük tıbbi eserini biraz aşağıda uzun uzadıya anlatacağımız Abbas Vesim’in, bu devre ait, Nehc-ül-bulûğ fi şerh-i zic-i Uluğ adh eserinden kısaca bahsetmek uygun olur. Bu kitap, hicri 1158 yılında kaleme alınmış olup İstan­bul’un ünlü bir hekimi olan yazar, Ahmed Mısrî adında birinden astronomi tahsil ettiğini ve ihtiyarlayıp sıhhati bozulduktan sonra bu açıklamayı yazmaya kalkıştığını söyler. Eser, metin, satır satır alınarak çevrilmiş ve açıklanmış olması bakımından faydalıysa da bu hekim-müneccim, Mirim Çelebi şerhinden faydalanarak ilaveleryapmaya da heves etmiştir. Bu eserden iki nüsha, İzmir Milli Kü­tüphanesinde 50/726 ve 21/672 numaralarda bulunmaktadır (1).

Yine bu devirde Hollandah Bemhard Varennius (1600-1676) adh ve aslında hekim olup, sonradan fiziğe, matematiğe ve tabii coğraf­yaya merak eden, cartesien felsefe okuluna mensup bir yazarın Geographia generalis in qua affectionnes generales telluris explicantur (1664) adiyle yazdığı fiziki coğrafya kitabı, 1166=1752 yılında Belgrat'ta ikinci tercüman Osman bin Abdülmennan tarafından, Belgrat valisi Seyit Abdi Paşanın teşvikiyle, Almancasından Türkçe­ye çevrilmiştir (bkz. Köprülü kütüphanesi, Ebülhayır Ahmet Paşa vakfı, 175; Topkapı Sarayı kütüphanesi, E.H. 1448). Bu eserin aslı, zamanında o kadar önem kazanmıştır ki, 1681 yılında, meşhur Newton tarafından, Cambridge'te yeniden bastırılmıştır. Arzın gökteki yeri ve özellikle astronomi bilgileriyle başlayan kısım muhtasar ola­rak çevrilmiş, yalnız sonsözde, 50 sayfalık bir fasılda, kısaca kozmografya bilgileri verilmiştir; anlaşılan mütercim, matematik, güç bahisleri anlamamış olacaktır. Gördüğümüz nüsha, açık Türkçeyle ve çevirenin yazısıyledir. Memleketlerin kısa kısa, sırayla anlatılış­ları vardır. İstanbul'dan bahsederken, fethin peşinden olan olayları bir yabancı ağzına yakışacak tarzda çevirmiş olmasına göre, çevire­nin, kısltarak da olsa, asla sadık kaldığı anlaşılıyor.

Bu devirde tıpta iki önemli eserden bahsetmeden önce, yazarını maalesef bulamadığım, Feraid-ül-müfredat adh bir eseri, bir keli­meyle zikretmek lazımdır. Kitabın yazılış tarihi Ecnas-i Feraid-ill -müfredat terkibinin gösterdiği 1166 senesidir. Bu eser, tıptan fazla güzel bir botanik ve zooloji lügatidir. Arapça, Farsça ve Yunanca otların, bazen de hayvanların adlarını ve bir dereceye kadar, tıbbi tesirlerini yazar ki, eski tıp ve botanik kitaplarını okumak isteyen­ler için pek faydalıdır (bkz. Üniversite kütüphanesi, T. 2702).

Tıpta iki önemli esere gelince, bunlardan biri, ibni Sina'nın Ka­nununun, Tokatlı Mustafa bin Ahmed bin Haşan adında bir hekim tarafından Mustafa III. zamanında Türkçeye çevrilen Tabhiz-ül-mathun adh çevirisidir. Nüsha-i sultaniye dediği basılı Kanun ve başka bir yazma karşılaştırılarak yapılan çeviri, beş yıl sürmüştür (çevi­renin yazısıyle nüsha için bkz. Ragıp Paşa kütüphanesi, 1542). Me­tinde anlaşılması güç olan yerler, şarih-i allâme adiyle tanınan Kutbeddin Şirazî’nin şerhinden faydalanılarak, açıklanmıştır. Başta Yu­nan filozoflarından, Malatiye (Milet) ve Asine’de (Atina) yetişenler­den Thales, Anaksimandros, Pythagoras, Sokrat, Bokrat=Hippokrates, Zimikratis=Demokrit adlarını zikretmektedir. Çeviri için biraz mübalağayla diyebiliriz ki, yalnız cümlelerdeki fiiller Türkçeye çev­rilmiş, öteki kelimelerin çoğu Arapça olarak bırakılmıştır. Çevire­nin, ara sıra, kendiliğinden ileri sürdüğü fikirler de vardır. Herhal­de, bu devre kadar gelen Osmanlı-Türk hekimlerinden Arapça bilen­lerin tıbba dair yayınladıkları eserlerin çoğu, sadece Kanunun öze­tiyken, Tokatlı Mustafa Efendinin asıl ana eseri dilimize çevirmeye teşebbüsü takdire, yüzyıllarca Türk-Osmanlı hekimliğine hâkim olan bu eserin, ancak modern tıbbın memlekete girmesinden pek az ön­ce dilimize çevriliniz olması da taassüfe layıktır. Çünkü, eğer Ka­nun önceden çevrilmiş olsaydı, faydasız hatta bazen zararlı birta­kım eserler yerine bu ana kaynak herkesin istifadesi önüne konul­muş olacaktı (1).

Bu devirde, tıpta yüksek bir mevki ve rağbet kazanmış bir si­maya rastlıyoruz; adı, biraz önce bir astronomi kitabı dolayısıyle geçen bu zat, Sultanselim civarında bir hekim dükkanı açmış olan Abbas Vesim bin Abdürrahman’dır ki, zamanında kendisine Kam­bur Vesim diye bir lakap verilmişti. O zamanın, saray hekimlerin­den Bursah Ali ile Bursah Ömer Şifaî'den tıp, adı yukarıda geçen Yanyalı Esat Efendiden felsefe tahsil ettiğini ve sonra da Ahmet Mısrî’den astronomi okuduğunu eserlerinde söylemektedir. Şiir söylemeye de heves eden bu hekimin bir de divanı olduğunu şeyhü­lislam Arif Hikmet Bey, Keşf-üz-zunun’a yazdığı zeyilde bize bildiri­yor. işte bu zatın, XVIII. yüzyıl Türkiye tıp âleminde hayli şöhret kazanmış olan Düstur-ul-Vesim fi tıbb-ill-cedid ve’l-kadim adh bü­yük kitabı da, üzerinde biraz uzun durulmaya layık ikinci önemli ese­ridir (bkz. Ragıp Paşa kütüphanesi, 946-947). iki cilt ve 2083 sayfa­dan ibaret olan bu büyük eser, tıpta bilinmesi lazım olan kanunları anlatan bir önsözle baştan ayağa kadar organların hastalıklarını an­latan birinci kadın ve çocuk hastalıklarından bahseden ikinci, şiş­ler ve ülserleri ele alan üçüncü, basit ve bileşik ilaçları anlatan dör­düncü kitapla hekimlere nasihatleri ihtiva eyleyen bir sonsözden mürekkeptir.

Yazar, önsözde Bursah Ömer Şifaî ve Ali’den istifade ettiğini söyledikten sonra, «nice terakib-i Bukratiye ve Calinusiye ki dest-i işkâl-peyvest-i lügat-i gamızada silsile-i zeban-i Latin ve Yunana ve lehçe-i salsala-i Afrik ve Tabyana giriftar» olduğunu gördüğü kitap­lardan da «sell-i seyf-i kalemle» aktardığını katar. Şu garip ifadeden anlaşılıyor ki, yazar, güzel yazmak hevesiyle, Afrika lisanından bile kitaplar okuduğunu söyleyecek derecede bir bilgiçlik satma yoluna sapmıştır. Fakat zeki, okuduğunu ve işittiğini anlar bir zat olduğu görülen Abbas Vesim, yine bu önsözde hastalıkların sebeplerinin gi­derilmesiyle tedavisine taraftar olduğunu, fakat bu sebepler her va­kit bilinmediği için, tıbbın gücünün sınırlı kaldığını söyler ve özel­likle «tecribat-i kimyaiye» ve «âmal-i mekanika» bilmek lazım oldu­ğunu ilave ederse de, bu son iki deyimi açıklamaz. O zaman, ilim âleminde herkesin bildiği bu deyimleri böyle müphem geçmesi de gösterir ki, yazar bunları ağızdan işitmiştir. (Gerçekten, yukarıda görüldüğü üzere, onun zamanından çok önce fizyolojiye kimya ve fi­ziğin uygulanması başlamış bulunuyordu). Hatta biraz aşağıda, XVII. yüzyılın ünlü Ingiliz bilgini Robert Boyle’dan bile bahsede­rek, vücudun dört unsurdan meydana geldiğini ispat etmenin kabil olmadığını, suyla ateşin kaynaşmayacağını, o yazara atfen söylediği gibi, biraz sonra vücudun birtakım küçük cisimlerden (ecza-yi mütesağıra=ecsam-ı sığar) mürekkep olup bunların ecsamm mebadîsi (başlangıcı) olduğunu ifade ederek, Boyle’un fikirlerinden bazılarını işitmiş olduğunu göstermektedir. Nihayet, Böyle devrine mahsus olan «insan bir alettir» düşüncesini de eserine koymuş ve eğer alet iş­lerse canh, işlemezse ölüdür, iyi işlerse sağhkh, fena işlerse hasta­dır diyerek, mekanik teoriyi de söylemek istemiştir. Yazar için ruh, tek bir şey değildir; eğer tek olsa «teferrüt ve kısmeti» (ayrışma ve bölünmeyi) kabul etmezdi; halbuki yılanda kabul ediyor, başı ve kuyruğu kesilirse o parçalar yaşıyor; o halde, nefis ve ruh denilen şey bir şey-i maddîdir. Bu da kandan ve başka besin maddelerinden, «bitarik-ul-inhilâl» (erime yoluyle) kalp civarında uçuşan küçük kü­çük latif (cisimsiz) cüz-ü fertlerdir (atomlar) ki, hekimler arasında ancak buna Ruh denilir. Bu ifadeyi, bugünkü ilim noktasından, tamamıyle açıklamak kabil değilse de, yazarın tek ve madde dışı bir ruhu inkarla, onun kimyasal bir karşılaşmadan ibaret olduğunu söy­lemek istediği sanılır.

Bundan sonra Dilstur-ül-Vesim, hastalıklara dair kitaplarda za­türreeden, nefs-üd-dem (kan tükürmek), akciğer veremi ve zatülcenpten bahsederken, zatürreeye halk arasında öygen, yani akciğer ağrısı denildiği söyleyip, sebepler ve belirtiler bahsinde pek sathi bilgiler verir; hatta kendinden önceki kitaplarda pekala yazılmış olan, krizden hemen hiç bahis yoktur. Kan tükürmenin, yani nefs -üd-demin (varak 147) rakı çok içenlerde olduğunu ve kanın özellik­le sabahları geldiğini, kendi gözlemlerine dayanarak söyler. Vereme gelince, bu hastalığın zatürree ve zatülcenpten sonra meydana gel­diğini kaydeden yazar, bunun sebebinin bir «madde-i maliha-i harife-i ekkâle» olup baştan akciğere indiğini veya bir «hılt-i hadd-i saf­ra vî» olup yine akciğere hücum ettiğini söyler ki, bu sebepler îbni Sina’nın Karun'undan alınmıştır. Bu madde-i harife yiyecek ve içe­ceklerle, ağızdan ağza müsahabetle (konuşma), hatta apteshaneler vasıtasıyle, insandan insana geçer. Bu bulaşma bahsinde yazarın, ar­tık kendinden yüzyıl önce yaşamış olan Fracastor’nun düşünceleri­ne inandığına hükmedilebilir. Mesela, dizanteri hastalığının böyle bir madde-i harifeden ileri gelip, bulaşıcı ve hatta bazen bütün bir memleket ahalisine yaygın olduğunu (epidemie) söyledikten sonra, uzun müddet üzüm, kiraz, kavun ve karpuz yemekten ve antimon bileşiklerinin ve civah ilaçların kullanılmasından da ileri geldiğini, aynı zamanda, söylemekten de çekinmez. Ama, ihtikan aletleriyle bu hastalığın bir hastadan ötekine geçtiğine de dikkat etmiştir. Fa­kat dizanteride, bağırsaklarda karhalar (yara) olmadığını ve eğer böyle karhalar olursa buna ilaç edilemeyeceğini söyledikten sonra, bu durumda tek ilacın, «bi-târik-ul-felâsife» terbiye edilmiş hayvan kemikleri ve özellikle insan kafa kemiklerinden ve hele "maktul insan” kafa kemiklerinden hazırlanan bir ilaç olduğunu bildirmek­ten de geri durmaz. Bu garip ilaç, Salih Nasrullah'ın Gayet-ül-itkan adiyle yukarıda bahsettiğimiz eserinden alınmışsa da, yazar, bu kay­nağı asla bildirmez. Ama, mide ve bağırsak hastalıklarından bahse­derken, pankreas ve pankreasın salgısını söyler ve dizanterinin bu salgı bezinden gelen lenf adan ileri geldiğini söyleyip, tedavide önce müshil ve sonra peklik verici ilaçlar verilmesini Hildanus adh bir Batı hekimine atfen söyler.

Bazı yazarlarımız tarafından, veremin mikroplarla vücuda gel­diğini keşfetmiş olmak şerefine layık görülen yazar, bağırsak solu­canlarının yemeklerin iyi sindirilmediğinden ileri geldiğini söyleye­rek, «kendiliğinden üremeye» inandığını dağöstermiştir (s. 292). Hum­ma bahsinde, iltihabın humması, humuzatın, kanın madde-i asliyesini tağyirden husul bulduğunu (ekşilerin kanın esas maddesini boz­duğunu), yani hummanın bir nevi mayalanma olduğunu söyleyerek, bu hüsusta kimyasal tıp teorisini işitmiş olduğunu gösterir. Ancak, bu bölümde eserinden pek çok istifade ettiği îbni Sina’dan «eski­ler» diye bahsettiği gibi, hummanın tedavisinde Sydenham adını da vermektedir (1). Gerek eski Doğu yazarlarında ve gerek Osmanlı -Türk yazarlarında, humma adı altında açılan bahislerde, verilen hastalıklar arasında bugün sıtma dediğimiz hastalık başta olmak üzere tifüs gibi dışta görünür bir odağı bulunmayan hummalı has­talıklar kastolunduğunu unutmamak lazımdır.

Abbas Vesim, kalp hastalığından bahsederken, kalbin anatomi ve fizyolojisini anlatır ki, burada kalbin üç buteyni (karıncığı) ol­duğunu söyleyerek Harvey’in keşfinden hâlâ haberdar olmadığını gösterecek surette Galenos’un fikirlerini tekrarlar.

İkinci kitapta dikkate değer taraf, çocuk sağlığından bahseder­ken, kaynak göstermeksizin, İbni Sina’dan birçok bilgiler aktardık­tan sonra, çocukları altı yaşından önce okula gönderilmemelerini, onlara lüzumlu lüzumsuz dayak atılmamasını ve istidatlarına göre iş yaptırılmasının uygun olduğunu söyleyip, çocukların paraya ta­mah ederek çalışmaları ve zengin çocuklarınızı miras bekleyerek oturmamaları gerektiğini, bir ahlakçı sosyolog gibi, tavsiye etmek­ten geri durmaz. Bütün bu makul sözler arasında, Kambur Vesim Efendi, astrolojinin tıpla olan ilgisi ve faydasını anlatmaktan ken­dini alamaz.

Sonsözde, Hippokrates’in meşhur yemininden ve tıp adabından (deontologie) uzun uzadıya bahisler vardır ki, bunları Sâid bin Ha­şan adında bir yazarın Teşvik adh eserinden aldığını söylemektedir.

Bu kitapta gayri Müslim hekimlere ait çok dikkate değer bir fıkra vardır. Abbas Vesim Efendi:

«Hak bu ki etıbbay-i îslâmiyeden gayrı etıbba bu diyarda taba­bet eylemiştir... İlmen ve amelen bazı umur-i tıbbiyede eslâf-i kudemaya galip olan etıbbay-i efrenciyenin nice zaman kuvvet-i mülûk ianetiyle sây-i beliğ ve sarf-ı mal-i firavan idüb husule getirdikleri mücerrebat etıbbay-i İslâmiyenin malumları olmamak iktiza ederdi zira ol taifenin kütübü ulemay-i İslâmiyenin aşina olmadığı lisan­lardan bir nice elsine-i muhtelife üzere olmağla ol mücerribata vu­sul müteazzirdir».

Dedikten sonra, «kafirlerin» tıp, anatomi ve astronomi ilmini, "diyanet kaydı olmadığı için”, daha iyi tahsil ettiklerini ve rasat­haneler açtıklarını söyleyerek, Avrupahların ne kadar güçlükle ve ne kadar geç diyanet kaydından kurtulduklarını bilmediğini göster­miştir. Velhasıl, Vesim Efendi, gayr-i Müslim ve ecnebi hekimlerden memlekete zarar gelmediğine kani olduğunu ve bunu kabul etme­yenlerin birtakım kıskanç kimselerden ibaret bulunduğunu «sözüm kerimedir, ehl-i hased-i leime değil» diye ifade eder.

Bu arada, Felemenk'te 1080=1668’de doğan bir zat gelerek, ana­tomi ve tıbbı yenileştirdiğini söyler ki, bundan maksadı aşağıda adı geçecek olan Felemenkli Boerhaave ile arkadaşı Bernard Siegfried Albinus olacaktır. Çünkü bu zat, Boerhaave’nin davetiyle, Leyden üniversitesine gelmiş ve orada meşhur Vesalius’un anatomi eserle­rini toplayarak, yeni baştan yayınlamıştır (1747); bu eser, kasların anatomisi noktasından bugün bile kullanılacak bir güzellik ve doğ­ruluktadır (Boerhaave için aşağı bkz.) Mamafih, Vesim’in kendisin­den yarım yüzyıl önce yayınlanmış olan bu eserlerden haberdar ol­maması, yeniliklerin o zamanlar Osmanlı Türkiyesine pek geç inti­kal ettiğini gösteriyor.

işte kısa bir surette, en canh yerlerini özetlediğimiz bu eserde en açık seçik görülen nitelik, eserin değişken (inegal), yani bazen pek akla uygun, bazen de son derece manasız ve eski hurafelerle dolu olmasıdır. Herhalde İstanbul'un bu ünlü hekimi —ki, bazı tercümeihal yazarlarına göre evi, Avrupah hekimlerle dolup boşalır­mış— zeki ve eleştirici bir kafaya sahip olduğu halde eskilerden öğ­rendiği, işittiği şeylerden de kendini kurtaramamıştır.

Yazar, eserinin sonunda, «Etrak» dediği taifeyi tedaviden asla hoşlanmadığını söyler ve hatta bu taifenin aleyhine, Celâleddin-i Rumî ve Âşık Çelebi’ye atfettiği, bazı beyitler bile nakleder. Bura­da ve bütün Osmanlı devri kitaplarında geçen bu «etrak» ve bazen de «Türk-i sütiirk» deyimleri, bilindiği gibi köylü anlamına kullanıl­maktaydı; belki Arapların, Arab'ın çoğulu olan Ârab kelimesini kü­çümseme için Bedevilere hasretmelerinden, bizde de Etrak lügati böyle küçümseme ve kınama anlamında kullanılmış olsa gerektir. İstanbul’un Sultanselim mahallesinde dükkan açıp, para kıran Ab­bas Vesim Efendi, memleketin başka taraflarını sevmeyen ve mem­leket halkına ahşamayan bu İstanbul efendisi, 1173 veya 1175 (1759, 1761) yılında vefat etmiştir.

Eserinde, kaynak diye gösterdiği birçok yabancı yazar adlarına rastlanır. Bunlardan kim olduklarını tespit edebildiklerimizden tıp tarihinde meşhur olanları yazıyoruz:

1.                  Helmonsiyus diye adlandırdığı Jean Baptiste van Helmont (1577-1644), Bruxelles’de doğan bir hekim-kimyacıdır ki eserlerinde bazen güzel düşünceleri ileri sürmekle birlikte, saçma sapan varsa­yımlar ve manasız düşüncelere sapmış bir zattı.

2.                  Lindanus diye bahsettiği de, Jean Antonides van der Linden’dir ki, Felemenkli olup Leyden üniversitesinde tahsil ve yine orada hocalık etmiş olan bu zat, hastalardan kan almaya pek mua­rızdı. Bizim Abbas Vesim Efendi, Felemenkli yazarın bu düşünce­sini bir münasebetle zikreder.

3.                  Artmanus dediği Philippe J. Hartmann (1628-1707), aslında, Pomerania’h olup Fransa’da tahsil ettikten sonra, Berlin'e dönmüş ve orada ölmüştür. Derin araştırmalarıyle meşhurdur.

4.                  Senartus ki, bu da, adı yukarıda geçen, Daniel Sennert’den (1572-1637) başka birisi değildir. Alman üniversitelerinde hocalık et­miş olan bu zat, Galenos tıbbiyle Paracelsus tıbbim uzlaştırmaya kalkışmıştır.

5.                  Benivienus ki, bu da, Antonio Benivieni adında bir İtalyan papazı olup 1502 yılında Floransa’da ölmüştür. Bu zat, tabiatın doğ­rudan doğruya gözlemine değer vermiş, gözlemleri kuvvetli bir he­kimdi.

6.                  Fonseca (bizim kitaplarda bazen Konseka şeklinde geçer), bu zattan yukarıda bahsetmiştik (1).

7.                  Borrelas; bu zat, kas hareketlerini fizik kanunlarıyle açık­layan meşhur Giovanni Alfonso Borelli’dir (1608-1679).

8.                 Bekius diye yazdığı Andrea Baccius’tur ki, Milano’da doğ­muş, 1600 yılında vefat etmiş ve Roma’da botanik ve akologie (ilaç­lar bilgisi) okutmuştur. Şarabın tarihiyle meşgul olmuş ve bir de Roma tarihinin acip ve garip fıkralarını toplamıştır.

9.                  Potirius dediği zat, Poterius Latin adiyle anılan Pierre de la Poterie adında bir Fransızdır ki, XVII. yüzyılın başında Para­celsus tıbbiyle meşgul olmuş ve Paris'ten bundan dolayı kovularak, İtalya’da Bologna'da hekimlik ederken, orada öldürülmüştür. Yeni kimya dediği Paracelsus tedavileri üzerine eserleri vardır.

10.               Etmulerius dediği zat da Michael Etmüller’dir ki, 1644'te Leipzig’de doğup 1683’te ölen meşhur bir kimyacı hekimdir. Leipzig’de chimiatrie’de pek ün almış ve birçok öğrenci yetiştirmiştir. Kendisi, Paracelsus’tan ziyade, Sylvius okuluna mensup, bu sebep­le daha çok modern bir kimyacı-hekimdi.

11.                Bartolinus diye bahsettiği hekim, meşhur DanimarkalI Bartholinus ailesine mensup olanlardan belki en meşhuru olan ThoinasBartholinus’tur ki, bu aile XVI. ve XVII. yüzyıllarda yalnız tıpta değil, ilahiyat, felsefe ve tabii ilimlerde de önemli kişiler yetiştir­miştir. Thomas, özellikle anatomide pek ileri gitmiş ve lenf damar­ları üzerinde çalışmıştır. İtalya üniversitelerinde hocalık eden bu zat, 1680 tarihinde vefat etmiştir.

12.                  Bartoltus diye yazdığı zat, Bologna'h Fabrizio Bartoletti olup 1576’da doğmuş ve 1620’de solunum güçlüğü üzerine eser ya­yınlamıştır; akciğer hastalıklarına dair eserleri meşhurdur.

13.                  Heldanus adını verdiği zat da, Fabricius Hildanus’tur ki, Düsseldorf civarında Hilden’de 1560’ta doğmuştur. Alman cerrah­ları arasında, zamanının en meşhuruydu. 1634’te vefat etmiştir.

İşte bunlar, Düstur-ül-Vesim’de rastladığımız birçok Batı hekim­lerinin isimlerinden ayırt edebildiklerimizdir. Ötekileri için, doğru­su, pek çalışmadık. Çünkü, esasen görüldüğü üzere, bu Avrupah he­kimlerin çoğu, XVII. yüzyılın adamlarıdır. Vesim Efendinin, kita­bını yazdığı zaman yüzyıldan fazla eskimiş ve bütün hipotezleri de­ğişmiş bilginlerdir; bu sebeple, üzerlerinde çok durmaya değmez. Ancak şunu söyleyelim ki, Vesim Efendinin, bu yazarların eserlerini bizzat görerek, onlardan kitabına aktarmalar yaptığına inanmak bi­raz saflık olur. Kitaplarının adlarını bile duymdığı bu bilginlerin düşüncelerini, ya kendisinden önce yine bu yolda yazılmış Türkçe, Arapça kitaplardan, yahut pek methettiği ve taraflısı olduğu gayri Müslim ve yabancı hekimlerden duyarak, kitabına koymuş olacak­tır. Zaten kendisi de Vesitle-ül-metâlib fi ilm-it-terâkip adiyle yazdığı Akrabadin, yani bileşik ilaçlara dair bir eseri Macarh Yorgios (?) adında birinin eserinden, Yunanlı hekim "Petro nam tabib-i feyle­sofun" yardımıyle aldığını söylüyor ki bu da Vesim Efendinin gayri Müslim hekimlerden faydalanarak büyük kitabını birtakım Avru­pah hekim adlarıyle doldurduğunu bize gösterebilir. Mamafih ken­di hocası Bursah hekim Ali Efendinin Kitab-ı Mynsicht (yukarı bkz.) adh Akrabadin kitabından da istifade ettiği anlaşılıyor.

Bu Abbas Vesim Efendi hakkında 40 yıl önce dikkati, «Hamidiye» Etfal Hastanesi (Şişli Çocuk Hastanesi) Başhekimi İbrahim Paşa, İkdam gazetesine 1901 yılında (No. 2601) İslâmların ve bilhas­sa Türk millet-i necibesinin tababete ettikleri hizmetler başhğıyle yazdığı makaleyle çekmiştir. Doktor İbrahim Paşa, yukarıda adı ge­çen Emir Çelebinin Enmuzec-üMıbb’ıyle Vesim Efendinin Düsturu­nu ele geçirmiş ve bunlardan bazı yerleri alarak, yukarıki makaley­le 1903=1321 yılında yayınlamış, Etfal hastanesi istatistiği adındaki salnameye yine Vesim’in verem tedavisi hakkında uzun bir başka makale yazmıştır ki, bu son makale de İkdam gazetesinin 4040 nu­maralı nüshasına ayen geçmiştir. İşte, bu makalelerde bu hekimi övmekte o kadar mübalağa olunmuştur ki, hastalık mikroplarını Av­rupalIlardan 300 yıl önce keşfettiği ve hele verem ve frengi hasta­lıklarının tedavisi hakkındaki düşüncelerinin XX. yüzyıl başında bi­le, daha iyi olamayacağı ve böyle eski hekimlerimiz varken, her şeyi Avrupa’dan beklemek abes olduğu bile yazılmıştır. “Bu makaleler, Abdülhamit II. devrinin dalkavuk ve aynı zamanda obscurantiste çevresinin mahsullerinden bir numunedir”, işte sonradan, hekim Vesim’e dair tıp tarihlerine geçen ve tıp tarihi kongrelerinde tebliğ edilen bilgiler, bu saray doktorunun yazılarından mülhem ve hatta aynen alınmış bilgilerden ibarettir. [Ek-49].

Yine bu devirde îranh Mehmed Mümin Hüseyin’in Tuhfet-ül müminin adh eseri, Ahmet Sanî adında bir zat tarafından Sadrazam Ali Paşa için, Gunyet-ül-muhassilin adiyle, Türkçeye çevrilmiştir. Ba­sit ve bileşik ilaçlardan bahseden bu eserin aslını, Ali Paşanın Iran seferinden getirmiş olduğunu önsözde okuyoruz. Eserin bir özelliği, içinde 54 kadar kaynak verilmiş olmasıdır, ilk bölümlerde ilaçların genel etkileri, üçüncü bölümdeyse elifba sırasıyle ilaçların nitelen­dirilmesi, Arabi, Farisî ve Sanskrit dillerinde isimleri ve Türkçeleri vardır ki birçok bitkilerin Türkçe adlarını bulmak için çok faydalı bir eserdir. Bundan sonra, eczacılığa ait usuller, mürekkep ilaçla­rın hazırlanması usulü, nihayette de dört ayaklı hayvanlarla kuşların tedavisi için ilaçlar, leke çıkaran maddelerden bahis vardır (bkz. Topkapı Sarayı kitaplığı, E.H. 1815).

Müverrih Suphi’nin oğlu Abdülaziz Efendi de, meşhur Boerhaave’nin aphorizma’lanm, bu devirde, Kttaat-i nekave fi tercilme-i kelimat Boerhave adiyle, Türkçeye çevirmiştir (1).

Çevirinin tarihi, Esat Efendi kütüphanesinde çevirenin düzelt­meleri bulunan 2462 numaralı bir nüshaya göre, 1185 = 1771 olmak lazım gelir. Mütercim, önsözde, «lisan-ı Latiniyeye vakıf bazı nükteşinasın inzimam-ı rey ve marifetiyle» bu eseri tercüme ettiğini söyleyerek, kendinden öncekilerin yapmadıkları bir gerçekseverliği   yapmış ve kendinin çevirici değil, düzenleyici olduğunu bize bildir­miştir. Kendisine çeviride yardım eden zatın o zamanın Avusturya elçiliği tercümanı Herbert olduğu tahmin edilir. Ne olursa olsun, eser en iyi çevrilmiş eserlerden biridir. Müverrih Suphi-zade Abdülaziz Efendi, birçok başka kitapları da Türkçeye çevirmeye me­mur edilmiş olduğu için, anlaşılan maiyetinde bazı mütercimler kul­lanmış olacaktır. Aphorisma'ları çevirirken Van Swieten'in açıkla­masından faydalandığını söylüyor ki, doğrudur; mesela, liflerin has­talıklarından bahsederken, insan bedeninin dokusu üzerine yazdığı satırlar asıl eserde yoktur. Sonra liflerin esnekliğini söylerken (ki buna elastihyas der), Loevenhook'un, yarasa kanatları üzerinde yap­tığı deneyle, kanın esnekliğini ispat ettiğini söyler. En önemlisi, çe­virenin bu eseriyle, Türkiye’de ve Türk dilinde ilk defa olarak, Harvey’in (Arveiyus) kan dolaşımını keşfinden tam açıklıkla bahsetmiş olmasıdır. Halbuki, kendisiyle aşağı yukarı aynı zamanda yaşamış olan Vesim'in bu önemli buluştan haberi bile olmadığı eserinden anlaşılıyor. Gördüğümüz nüshanın (Veliyüddin Efendi kütüphanesi, 2484) sonuna, gayet işlek bir kalemle aphorisma’larm Latincesi de kaydedilmiştir. Velhasıl bu eser, Avrupa tıbbmdan yapılan ilk ada­makıllı çeviridir.

Tıbbi eserler üzerine olan bu kısmı bitirmeden önce, Mustafa

III.     devrinin Türk hekimleri için, aralarında pek müstaitleri bulun­masına rağmen, zor durumda olduklarını da söylemek lazımdır. Me­sela Dârüssaade ağasının vefatı üzerine, onu tedavi eden hekim İs­tanbul’dan sürgün edildiği gibi, şair Abdi'nin (1) vefatına sebep olduğu bahanesiyle, bir ordu hekimi de azledilmiştir. Bu vesileyle, pa­dişah bir hükm-i şerif çıkararak, ruhsatnamesiz hekimlik edenlerin men’i ve aksi hareket edenlerin gayet şiddetli cezaya çarpılmalarını emretmiştir. İşte bu sırada, bu olaylardan faydalanan yabancı he­kimler yeniden, gerek pdişahm ve gerek devlet ricalinin gözüne gir­mişlerdir. Mesela Napoli’li Caro ve Alman doktoru Ghobis, hem he­kim ve hem casus olarak, bu devirde hayli şöhret edinmişlerdi (bkz. Von Hammer, Histoire de l’Empire Ottoman, XVI, 171-172).

* * *

Askeri fenlerin yardımcısı olmak üzere, matematik için Mustafa III. devrinde (1757-1774) özel bir ilginin belirmeye başladığını ve bu arada astronomiye karşı da bir heves uyandığını görüyoruz. Bu son ilme karşı ilgide, daha ziyade padişahın müneccimlerin sözle­rine verdiği önemin rolü besbellidir. Payitahttaki müneccimleri kâfi görmeyen bu hükümdar, astrolojide pek meşhur olan Fas'tan bir müneccim isterken, Fransa'dan da bu alanda en mükemmel bir ki­tap istemiştir. Çok şükür ki, Fransa İlimler Akademisi, bu isteğe karşılık, birkaç astronomi eseriyle bunların arasında Lalande’ın meş­hur eserini ve zzc'lerini göndermişti (1). Bu bilgiyi veren Montucla diyor ki: «M. de Voltaire’in hakaretine o kadar layık olmayan ve aksine, aydın ve meraklı olan Mustafa III., Avrupa astronomisine dair en yeni ve mükemmel kitapları İlimler Akademisinden iste­miştir» (bkz. Montucla, Histoire des Mathematiques, s. 400). Bu mü­nasebetle şunu da ilave edelim: Montucla, Osmanlı-Türk astronom­ları ve matematikçileri hakkında, dikkatli ve tarafsız bir yolda söz yürütmüş ve hatta tarihinde, bundan önce bahsettiğimiz, muvakkit Mustafa’nın eserlerinin ve Darende’li Mehmet Efendinin tükenmez takviminin, Augsburg'da Velchius tarafından yazılan bir önsözle, Türkçe olarak yayınlandığını yazmıştır.

Öte yandan biliyoruz ki, Dominique Cassini’nin zzc’leri, yazma halinde, Ahmet III. zamanında Paris'e elçilikle giden Yirmisekiz Mehmet Çelebi aracıhğıyle, İstanbul'a getirilmişti. Bu zzc'ler o za­mandan beri, yani yarım yüzyıl kütüphane raflarında durduktan sonra, astrolojiye meraklı olan Mustafa Ill.’nm dikkatini çekmiş ve Türkçeye çevirmeye Kalfa-zade İsmail Çinarî’yi memur etmiştir. Mukabele-i piyade kalemi başhalifesi, adı bilinmeyen bir zatın oğlu olan ve bu sebepten Kalfa-zade diye lakaplandırılan bu İsmail Efendiye, İstanbul’da, Sulumanastır civarında Sancaktar Hayrettin, ya­hut öteki adiyle Çınar mahallesinde oturduğu için, Çınarî de den­mişti. Kendisi de, aynı kaleme girerek, babası gibi mukabele-i piya­de başhalifesi olmuş ve orduyla seferlere katılmıştır. Gençliğinden beri matematik ilimlere ve astronomiye merak eden bu zat, Mustafa IIL’nın, şehzadeliği zamanından beri teveccühünü kazanmış ve 1181 yılında Lâleli camii muvakkitliğine de tayin edilmiş ve bu hizmet­ten 1203 tarihinde ayrılmıştır. Salih Zeki Beye göre, her bakımdan güvenilir bir matematikçiydi. İşte bu zat, Cassini’nin zzc’lerini Tuhfe-i behic-i rasini terceme-i zic-i Kasini (1186=1772) adiyle Türkçeye çevirdiği gibi, bu eserin başında Türkçeye ilk logaritma cetvelini çevirmiş ve logaritmanın yapılış tarzını açıklamıştır. Önsözde «ma­lum ola ki tâife-i efrenç teshil-i âmal için logaritm namıyle bir adetten on bin adede kadar reşide olunca bir cetvel ihtira ve icad eylemişlerdir... İmdi rasıd-i mefsur (Cassini) âmalini cedavel-i nisbiye ile icra edüb lâkin indlerinde maruf ve meşhur olmağla zzc’ine tahrir eylemediği ecilden bu abd-i fakir cedavel-i merkumeyi badettercüme sadr-i zic'e tahrir ve bu mahalde tarik-ı imal ve hesabı icmalen irad olundu» diyor. Çeviride önce logarithme, logarithme si­nüs, logarithme tangent deyimleri olduğu gibi kullanıldığı halde sonradan genellikle logaritmaya ensab ve ötekilere nisbet-i ceybiye ve nisbet-i zilliye demiş, bu suretle Doğu dillerinde logaritmaya en­sab terimini koymuştur (ayrıntılar için bkz. Salih Zeki, Kamus-i ri­yaziyat, I, 315-317). Salih Zeki Bey, bu eserin bir nüshasının Aşir Efendi kütühanesinin Hafit Efendi kısmında 178 numarada oldu­ğunu Resimli Gazeteye (1 aralık 1310, No. 193) yazdığı bir makale­de söylüyorsa da, bugün bu kütüphanenin fihristinde böyle bir eser yoktur; Gelenbevî İsmail Efendinin terceme-i haline dair mütalaa adh bu makalede logaritma cetvellerinin, Lalande’m eseriyle gelen Callet’nin cetvelleri olduğu da söylenmekteyse de, Callet cetvelleri­nin ilk olarak ancak 1783’te basılmış olması bakımından, Mustafa IH.’nın vefat tarihi olan 1774’ten önce gelen Lalande’m eseriyle gel­mesi ve İsmail Efendinin 1186=1772’de yazılmış olan eserine kay­nak olması mümkün değildir (1).

Bursah Tahir Bey (bkz. Osmanlı Müellifleri, III, 260), Lalande’ m 3 ciltlik (?) Astronomie’sinin birinci cildindeki zzc’lerin de Kalfa-zade İsmail tarafından çevrildiğini ve bu çeviride asıl eserde ra­kamların yerine ebced harflerinin konulduğunu ve bu çevirinin Ah­met Ziya Bey adında birinin elinde bulunduğunu söylerse de, bu söz-

(1) Bu eserin aslında (bkz. La Science chez Turcs Ottomans, s. 151). Salih Zeki Beyin bu ifadesinin Kamus-i riyaziyat’ta olduğu, yanlışlıkla, yazılmıştır. lere güvenmek caiz değildir. Çünkü Lalande’ın kitabının birinci cil­dinde zic’ler olmadığı gibi, İsmail Çinarî ayarında çağdaş astrono­miye merak etmiş bir zatın Hint rakamlarını (yani bugün kullanılan rakamları) ebced harflerine çevirmesi pek akla yakın görülmez. Ama, bizim göremediğimiz bu çevirinin Saray kütüphanesiyle Mü­hendis okulu kütüphanesinde bulunduğunu gerek Abbe Toderini (bkz. aynı eser, s. 164) gerek Montucla, bkz. aynı eser, s. 400) bize bildirmektedir (1). Süleyman Makamî adh bir zatın, D. Cassini zic'i çevirisi üzerinde çalışarak, eserdeki miladi yılları hicri yıllara ve Pa­ris meridyenini İstanbul meridyenine çevirip hesapları değiştirdiği­ni (1791) ve bu eserin Zic'i Cedid hulâsa-i garra adını taşıdığını bi­liyoruz.

«

Mustafa III. zamanında, Fransa’nın İstanbul elçisi De Vergennes’in damadı Macar soylularından Baron de Tott adında birinin, topçu öğretmen subay sıfatıyle, devlet hizmetine girdiğini görüyo­ruz (2). Bu zat Türkiye’den dönüşünden sonra yazdığı hatıratında diyor ki:

«Bu hükümdar (Mustafa III.), devlet idaresinin bütün dallarını berbat eden fenalıkları gidermek için bazı tedbir ve bilgilerin Av­rupa’dan alınmasıyle yetinmemiş, ilim ve marifetin yayılmasını dü­şünerek, bir matematik okulunun açılmasını ve yönetimini üzerime almamı beden istemiştir. Bunun üzerine Süleyman’ın (Bonneval'in evlatlığı) geometricilerinden geri kalanlar, böyle yeni bir kuruluşu kendi bilgisizliklerine ima farz ederek, itiraza kalkıştılar. Padişah büyük memurlardan seçilen iki mümeyyizin huzurunda, bu itiraz edenleri imtihan etmemi bana emretti. Aralarından altı kişi imtiha­na girip, eski kurumun şeref ve haysiyetini savunmak için, ayrıldı­lar. Bu imtihanda, kısaca, bir üçgenin üç açısırjın toplamının ne olduğunu sordum; içlerinden en cesuru bana "üçgenine göre” karşı­lığını verince imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıl­dı... Fakat şunu da söylemeliyim ki, bu mühendisler ilme rağbet gösterdiler, hemen hepsi yeni okula yazılmaya talip oldular. Artık yeni okulun kurulmasıyle meşgul olmaktan başka işimiz kal­madı» (1).

İşte bundan sonra, Baron de Tott’un yardımıyle Haliç’te Tersa­ne yakınında daha ziyade bahriye mühendisliğine mahsus olmak üzere, bir okul kuruldu (1773). De Tott, çoğu öğrencileri yaşlı başlı, sakallı kaptanlar olan bu okul hakkında tafsilat veriyorsa da bun­lar, Abbe Toderini'nin verdiği bilgilere uymuyor (2). Bu yazara gö­re,, bu okul, Kaptan-ı Derya Cezayirli Haşan Paşanın ilhamı ve De Tott’un yardımıyle açılmış gibi görünüyor; öte yandan Toderini bu okulun ilk baş hocasının, pek usta bir denizci ve aynı zamanda bir­kaç yabancı dil bilen Cezayirli Seyit Haşan Hoca adında biri oldu­ğunu açıkça yazmakta olduğu gibi, Baron de Tott, sonradan Ceza­yirli Haşan Paşa adiyle kaptan-ı derya olan ve ilim ve marifetten pay almamış, hâlâ gemilerde makara kullanmanın lüzumuna inanmayan ve yalnız cesaret ve fazilet sahibi bir Cezayirli Hasan'dan yine aynı yıllarda bahseder (bkz. De Tott, Memoire, part. III, s. 62-63). Ama, Toderini bu Seyit Haşan Hocanın ikinci amiralliğe tayin edildiğini yazar ki, bu suretle kendisinin meşhur Cezayirli Haşan Paşa olma­dığı anlaşılır.

Öte yandan Mehmet Esat Bey Mir'at-i Miihendishane (İstanbul, 1312, s. 349) adh eserinde bu Hoca Seyit Hasan’ın sonradan kaptan-ı derya olan meşhur Cezayirli Haşan Paşa olduğunu, kaynak göster­meksizin söylemektedir. Bununla birlikte, De Tott’un hatıratı dik­katle okunursa, Türkçe öğrenmek üzere İstanbul’a gelen bu Macar’ m konuştuğu, iş üzerinde kendileriyle sıkı temasta bulunduğu zatla­rın adlarını bile doğru söyleyemediği ve İstanbul’dan ayrılırken eski öğrencilerinin kendisine yaptıkları veda törenini hiç ihtimal veril­meyecek gülünç bir hale soktuğu görülünce, bütün öteki söyledikle­rine de pek güvenimiz kalmaz. Mehmet Esat Bey {aynı eser, aynı yer) Seyit Osman adında İstanbullu bir zatın baş hocalığa atandığını ya­zar ki, bundan Toderini de bahsetmekte ve bu zatın geometride ga­yet bilgili olduğunu ilave etmektedir.

Mustafa III. devrinin âlim ve şair sadrazamı Koca Ragıp Paşa­nın, bu okulun kurulmasından önce, Mahmut I. zamanında teşkil olunan okul ve kumbaracı ocağının kapanmasıyle ötede beride ka­lan ve ölen askerlerinin evlatlarının toplanarak, Sütlüce yakının­da, Karaağaç'ta bir özel evde gizlice aritmetik ve geometri okutul­masını emrettiği de bazı tarihlerde yazılmaktadır. Hatta, Toderini {aynı eser, I, 118) bu değerli sadrazamın Voltaire'in Nevvton fiziğine dair eserini Türkçeye çevirtmek istediğini yazmaktadır (1).

Kaynarca anlaşmasıyle başlayan Abdülhamit I. (1774-1789) dev­rinde ilk göze çarpan yenileşme hareketi, biraz önce bahsettiğimiz okulun, Mühendishane-i bahrî-i hümayun adiyle, yeniden düzenlen­mesidir (1784). Toderini'ye göre, bu okula Kasapbaşı-zade İbrahim adında biri öğretmen tayin edilmiştir. Bu okulun düzeltilip kurul­ması ünlü sadrazamlardan Halil Hamit Paşanın zamanına rastlar. Toderini, İbrahim Efendiden bahsederken, gayet aydın ve tavrı pek kibar bir kişi olduğunu ve kendisinden birçok yerlerde överek bah­sedeceğini ilave eder (bkz. aynı eser, s. 166). Rahip Toderini, okulu özel bir müsaadeyle uzun uzadıya gezmiş ve kitabında faydalı bilgi­ler vermiştir. Okul o vakit iki odadan ibaret olup, odanın biri ders­hanedir. Duvarlarına Türkçe ve Fransızca haritalar, gemi planları asılmış olduğu gibi, gemi işletmeye yarar aletler vardır. Rahip, an­cak 9 öğrenci gördüğünü, fakat okulun elli öğrencisi olduğunu da söylüyor. Bunların arasında Fransızca, İtalyanca, İspanyolca konu­şan bir ihtiyar Cezayirli bulunduğunu ve bu zatın Okyanus'u, Hin­distan'ı ve hatta Amerika'yı görmüş, iyi bir kaptan ve kılavuz oldu­ğunu ilave ediyor. Bu Cezayirli, denizcilik aletleri için Ingilizlerin en ileride olduğunu, haritaların en âlâsını da Fransızların yaptığını söylemiştir. Aynı gün okulda, Toderini’ye daha birçok aletler, pu­sulalar, , topçuluk cetvelleri, geometri aletleri gösterilmiştir. Aldığı bilgiye göre, Profesör Seyit Osman Efendi, günde dört saat ders ve­riyordu. Fakat öğrencilerden pek azı derslerine çalışıyordu. Rahi­bin rivayeti doğruysa, Seyit Osman Efendi, Cezayirli Haşan Paşa­nın ölümünde okulun kapatılmaması için söz aldıktan sonra, öğret­menliği kabul etmiş, gerçekte, okulun masrafları ve tahsisatı irade-i seniye ile onaylanmıştır.

Eski usul Türk matematikçilerinin sonu olan Gelenbevî İsmail Efendinin bu okulda hocalık ettiğini de kesin olarak biliyoruz. İs­mail Efendinin (1730-1791), hayatının sonuna doğru yazdığı Hisab -ül-küsur kitabiyle matematikteki kudret ve şöhretini ispat etmiş olduğunu Salih Zeki Bey, Asar-i bakiye’sinde, överek yazar. Bu za­tın eski fizik ve mantığa dair eserleri de vardır. Bu hocanın trigono­metrik çizgilerin çözümleri üzerine, Adla-i milsellesat adiyle meşhur olan eseri 1220’de basılmış olduğu gibi, eski felsefeden Celâl’e yaz­dığı haşiyesi, medrese uleması arasında ilmine kuvvetli bir kanıt teşkil etmiştir. Gelenbevî İsmail Efendi için Cevdet Tarihinde (IV, 210) geniş bilgi vardır. Orada Cevdet Paşa merhum, "ayaklı kütüp­hane” denmekle tanınan Mehmet Efendinin bu öğrencisinin, man­tıktan yazdığı Burhan adh eserini ve başka kitaplarını methederek, «eğer Gelenbevî hoca gelmeseydi, o asrın malumatına dair ortada hiçbir şey olmayacaktı» diyor.

Gelenbevî’nin bir de logaritma üzerine, 1203’te kaleme aldığı Şerh-i cedavil-ül-ensab adh bir eseri vardır ki, bu eser dolayısıyle, İsmail Efendi, Cevdet Tarihi’nin dediğine göre, logaritmayı yeniden icat etmiş gibi görünmekteyse de, bunun doğru olmadığı eserin adından ve içindekilerden anlaşılmaktadır. Aşağıda kendisinden bahsedeceğimiz Seyit Mustafa Efendi, Diatribe de l’Ingenieur adh kitabında, hocası İsmail Efendinin logaritma kurallarını bir Rumdan öğrendiğini söyler. Zaten yukarıda gördüğümüz gibi, logaritma cetvelleri Kalfa-zade İsmail Çinarî tarafından ilk defa olarak Türk­çeye çevrilmişti (bunun ayrıntıları için bkz. Salih Zeki, Âsar-i baki­ye, II, 298-299). Yine bu yazarın Kitab-ill-merasıd adlı Arapça ese­rinde, trigonometrik çizgileri toplama, çıkarma, çarpma ve bölme için «rubu tahtası» denilen aleti, tıpkı şimdiki hesap cetvelleri gibi kullanmak usulünü açıklamıştı. Yazar, mühendishane hocalığından sonra, Selim III. zamanında Yenişehir kadılığına tayin edilmiş ve oradayken şeyhülislamın azarlama yollu bir yazısından müteessir oradayken şeyhülislamın azarlama yollu bir yazısından müteessir ola­rak beyin sektesinden vefat etmiştir (1205 = 1790). [Bkz. Ek-24, s. 92],

Bu Mühandishane’nin hocalarından biri de, Fransa'dan getirilen Jean de Laffite Clave’dir (1750-1790). Bu zat, Fransa’da tahkimat genel müfettişliğinde bulunmuştur. Kendisi, İstanbul’da bulunduğu zaman Usul-iil-maarif fi tertib-il-ordu adiyle Türkçe bir eser kaleme almış ve eser, Fransa elçisi Choiseul Gouffier zamanında elçilik mat­baasında 1786 = 1201 yılında basılmıştır (bkz. Üniversite kütüphane­si kataloğu) (1).

Bu devri kapamadan önce şunu söyleyelim ki, adı yukarıda ge­çen Belgrat Dârülcihadı tercümanı Osman bin Abdülmennan yahutAbdürrahman, Belgrat’ta ele geçen Discorides’in Materia medica’sına (1) Mattioli tarafından yazılan açıklamayı. Köprülü Hafız Ahmet Paşanın emriyle Türkçeye 1196=1781 tarihinde çevirmiştir (bkz. Fa­tih kütüphanesi, 709) (2).

Bu zatın 1184 yılında geometri üzerine bir çeviri yapmaya baş­ladığını ve Rusya savaşı dolayısıyle bu çeviriyi tıp üzerine olandan önce ele aldığını, tedavi hakkındaki eserinin önsözünden anlıyoruz. Bu gayretli tercüman efendi, Belgrat’ta boş vakitlerini hep çevirilerere harcayarak bize üç eser bırakmıştır.

Bölüm VIII

XIX. YÜZYIL VE YENİLEŞME HAREKETLERİ

Bu son bölümün konusu olacak devirde, Batı dünyasının, daha esaslı ve daha devamlı kurumlar aracılığıyle, memlekete girmeye başladığını göreceğiz. Gerçekten, Avrupa ilim ve sanatı, özellikle o vakit Avrupa’yı sarsan Fransız büyük ihtilaliyle çok yakından ilgi­lenen Selim III. (1789-1807) önce çağdaş ilme ve tekniğe uygun ola­rak yetiştirilen Avrupa ordularına karşı koyabilecek bir ordu kur­mak için, Tophane’yi ıslahı düşünmüş, Fransa ve İsveç’ten mühen­disler getirterek fabrikalar tesis etmişti (1205=1790). Fakat, daima yabancı mühendislerin ilim ve tekniğine muhtaç olmanın doğru ol­madığını düşünen devlet, bilgi ve teknik alanında başarılı subaylar, askeri mühendisler yetiştirmek için, o zamana göre modern bir ma­tematikçi ve topçu okulu kurmaya karar vermişti. Zaten padişah, tahta çıkar çıkmaz, Eyüp’te Bahariye köşküne Enderun ağaların­dan ve eski okulun yetiştirdiği istidatlı öğrencilerinden bazılarını toplayarak, «Müherıdishane-i sultanî» adiyle bir okul kurdurmuştu. Bu okul, 1208=1793’te Halıcıoğlu'ndaki Kumbaracılar kışlasına ta­şınarak genişletilmiştir. O zamanlar bir dereceye kadar boş olan Haskoy cihetindeki arazi, tatbikat sahası olarak seçilmişti. Nihayet, yakın vakte kadar «Mühendishane-i herrî-i hümayun» adını taşıyan bina, 1210 yılında yapılmış ve o yıl Selim IIL'in bir fermanıyle oku­lun nizamları ve öğretimi düzenlenmiştir (bkz. Mehmet Esat, Mir’at-i Mühendishane-i berrî-i hümayun, İstanbul, 1312, s. 8-26).

Bu tarihte Tersane’deki Mühendishane-i bahrî-i hümayunun dersleri de Halıcıoğlu okuluyle birleştirilmiştir. Bu yeni okula ilk başhoca tayin olunan Kırımlı Hüseyin Rıfkı Efendi, geometriye dair eserler kaleme almış, bir de Arapça olarak İrtifa risalesi yazmıştır. Bu okula Batı dilleri bilen hocalar henüz bulunmadığından, tercü­manlar aracılığıyla Batı dillerinden eserler tercüme olunarak, hoca­ların ders yerinelerine yardım edilmekteydi. [Ek-50],

Beri yandan, Üsküdar’da bir ikinci matbaa kurularak, yönetimi okulun başhocasına verilmiştir. Bu matbaada, aşağıda görüleceği gi­bi, daha ziyade İlmi eserler basılmaktaydı. Bastığı ilk eserlerden, bi­ri, okulun ilk mezunlarından ve sonra öğretmenliğinde bulunmuş olan Seyit Mustafa adh bir zatın, Fransızca olarak yazdığı, Diatribe de l’ingenieur sur Vetat actuel de l’art militaire, du genie et des Sciences a Constantinople adh eseridir ki, 1803 yılında çıkmış ve sonradan, Fransız müsteşriklerinden L. Langles tarafından yazılan önsözle, Paris’te yeniden basılmıştır (1810). Bu dikkate değer risale­nin yazarı hakkında ne yazık ki tam bilgi yoktu. Yalnız, Selim Nüzhet Gerçek’in bana vermek lütfunda bulunduğu bir nota göre, Seyit Mustafa’nın o zamanlar devlet hizmetinde bulunan Fransız su­baylarından mühendis Brune'den ders okuduğu Henri Cordier ta­rafından Memoires de l’ Academie des Inscriptions et des Belles-letres, XXXVIII, 2. kısımda söylendiği gibi, bir de Pertusier, Promenades pittoresques dans Constantinople et sur les rives du Bosphore, Paris, 1915, adh eserinde Mühendishanenin, Kumbaracı kışlasının arkasında olduğunu, kütüphanesinde matematik ve müspet ilimle­re dair en iyi Batı eserlerini ve geometri ve astronomi aletlerini gör­düğünü, fakat o sırada ancak 40 öğrencisi bulunan bu okulda bir uyuşukluk göze çarptığını söyler. Okulun ilk müdürü diye yanlış olarak, Seyit Mustafa’dan ve kaynak olarak da kitabından bahset­mektedir (bkz. aynı eser, I, 303-304). Bundan başka yine Selim Nüzhet'in notuna göre, Başvekalet arşivinde, 1209 tarihli bir vesikada,Mühendishanede münhal olan bir hocalığa baş halife Seyit Mustafa' nın tayin-i inhası vardır.

Seyit Mustafa, bu küçük eserinde modern ilmin memlekete gir­meye başlaması üzerine o vaktin, yani XIX. yüzyıl başlarının genç­leri arasında doğan heyecanı pek güzel tasvir etmektedir. Langles, kitabın Paris baskısına yazdığı önsözde, Seyit Mustafa’dan büyük övgülerle bahsederek, «Türkiye’de yenişleme hareketlerinin en dik­kat ve saygıya değer "kurbanlarından” biridir» diyor. Bu hesapça, Seyit Mustafa, 1807’deki irtica hareketinde öldürülen gençler ara­sında olsa gerektir. Herhalde eser, o zaman matematik ve tabii ilim­lerin memleket gençleri arasında takdir ve ilgi uyandırdığını pekala göstermektedir. Ama, Mühendishane, bir yandan böyle yeni ilim­lerle uğraşırken, hocalarından Seyit Ali Paşa adındaki zatın, yuka­rıda söylediğimiz gibi, 1232 yılında bile bu modern ilim yuvasında hâlâ kendinden dört yüzyıl önce gelmiş bir yazarın astronomi kita­bını şerhle meşgul olacak zihniyette bulunması, en hayırlı bir ni­yetle kurulan bu okulda bile, hâlâ eski ilimden ayrılamayan adam­ların iş başına getirildiğini gösteriyor.

Okulda, Selim III.'in fermanı gereğince, Türkçe, Arapça, Fran­sızca dillerinden başka aritmetik, geometri, coğrafya, trigonometri, cebir, topografya, harp tarihi, entegral ve diferansiyel hesap, meka­nik, astronomi, istihkam ve balistik okutulmaktaydı. Bu okulun ilk binasının resmi şimdi kendisinden bahsedeceğimiz Raif Mahmut Efendinin Tableaux des nouveaux reglemeııts de l’Empire ottoman adlı eserinde bulunmaktadır.

İşte yine bu yenileşme devrinde beliren gençlerden biri olan ve sonradan reisülküttaplığa kadar çıkan ve nihayet Karadeniz Bo­ğazı istihkamları nazırlığına getirilerek, orada nizam-ı cedit elbisesi giydirilmek istenilen yamaklar elinde şehit edilen (1807) Raif Mah­mut Efendinin ilim tarihiyle ilgisi Fransızca olarak yazdığı bir coğ­rafya kitabı dolayısıyledir (1). Kendisi, 1208=1793 tarihinde sefaret kâtibi olarak, Londra’ya gitmiş ve o vakitler millelerarası genel dil Fransızca olduğu için, orada bu dili öğrenmiş, fakat lakabı, her na­sılsa, «İngiliz Mahmut Efendi» olarak kalmıştır.

Bu zat, Selim III. devrinin yenileşme hareketleri, nizam-ı cedit ve memleketin gelir kaynakları hakkında Avrupahlara doğru bilgi vermek üzere, adı yukarıda geçen Fransızca eseri kaleme almıştır zamanki gibi, Osmanlı müelliflerini kaynak almak bedbahtlığından ileri gelmiştir. (Üsküdar Matbaası baskısı, 1213=1797). Şimdi bulunması güç olan bu eserde, Mühendishanenin resminden başka, o zamanın tarihini ilgilendiren başka resimler de vardır (eseri anlatması hakkında bkz. İhsan (Sungu), Mahmut Raif Efendi ve Eserleri, Hayat mecmuası, No. 16, 1927).

İşte, Osmanlı devleti teşkilatı hakkında yabancılara bilgi ver­mek için, Fransızca eser yazan Raif Mahmut, bir de Fransızca coğ­rafya kitabı yazmıştır. Londra’dayken yazdığı bu eseri İstanbul'a dö­nüşünde Türkçeye çevirmeye vakit bulamamış ve bu işle Osmanlı devletinin Viyana maslahatgüzarı olan Yakovaki Efendiyi görevlen­dirmiştir; bu suretle bir Türk'ün İngiltere payitahtında yazdığı Fransızca bir eseri, bir Rum, Viyana'da Türkçeye çevirmiş ve adı tcalet-ül-coğrafiye konulmuştur. Eser, 1219. tarihinde Üsküdar mat­baasında basılmış ve sonuna 1218'de basılıp hazırlanan 24 haritadan ibaret Cedid Atlas tercümesi eklenmiştir. Raif Efendinin, Londra'da dört yıl oturduktan sonra, yazmaya kalkıştığı coğrafya kitabının ya­zılış tarihine göre modern bir eser olacağı sanılırsa da yazık ki ki­tabın «küre-i âlem» ve «küre-i arz»ı anlatan önsözü okunur okun­maz, hâlâ Ptolemaios sistemi üzerine, âlemin merkezi arz olup gü­neşin arzın etrafında dolaştığından bahsedildiği görülür. Eserin Fransa’nın siyasi coğrafyasına ait kısımları, o zamanın taksimatına uygun olmakla birlikte, şu anlaşılıyor ki, Raif Efendi Londra’day­ken eline geçirdiği bir XVI. yüzyıl kozmografya kitabından alarak ancak «meslek-i mütekaddimin üzere» (eskilerin yolunda) diye kü­çümsediği Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’sınm Müteferrika baskısı de­ğil, yazma nüsha ayarında bir giriş yazmıştır. Eseri Fransızca yazdı­ğı, bu kitap okununca bir kere daha belli oluyor; çünkü, başlangıç meridyeni Paris olarak alınmıştır. Müstakbel reisülküttabın bu eseri coğrafya hakkında yeni bilgiler vermekten ziyade bir dil alıştırması yapmak için, yazmış olduğu sanılabilir; yoksa ilmi bir eser meyda­na getirmek isteseydi elbette yeni kozmografya ve coğrafya kitapla­rına müracaat zorunluluğunu duyardı. Eserin Türkçesi gerek yazar ve gerek müverrih Vasıf tarafından düzeltilmiş ve başına bir de ön­söz yazılmıştır. Bu önsöz Raif Mahmut Efendinin idare ve siyasette yenilik taraflısı olsa bile dilde en koyu bir muhafazakâr olduğunu gösterecek bir üsluptadır.

Kitaba ekli olarak yayınlanan Atlas’ın hangi Atlas'tan çevrildiği söylenmemekte ve yalnız «Tabhane-i hümayunda Cedid atlas-ı kebir kıtaları tersim olunarak tabedildiği» yazılmaktadır. Yazık ki, bu ha­ritalar da zamanına uygun harita değildir. Memleketlerin adları bi-

le doğru düıiist çevrilmemiş ve mesela Buhara Bukra diye yazıl­mıştır.     .

işte, devrimin ateşli taraflısı olan bu iki zatın uğradığı akıbet gösteriyor ki, modern ilmin memlekete girmesi pek kolay olmadığı gibi,, bir yandan da eski usulde yetişmiş bilginler ve hekimler yine eski yoldan kitaplar yazmaya devam etmişlerdir. Mesela, Mustafa III. zamanında ordu başhekimliğine, Abdülhamit I. ve Selim III. zamanlarında hekimbaşılığa kadar yükselmiş olan Gevrek-zade Ha­şan adında bir hekim eski kaynaklardan, özellikle ibni Sina’nın Ka­nunundan alarak, Neticel-ill-fikriye ve velâdet-ül-bikriye adı altında, gebelerin ve çocukların hastalıklarından, süt verme, sütten kesme hallerinden bahseden oldukça ukalaca yazılmış bir eser kaleme al­mıştır. Eserin 1219 tarihinde yazılan bir nüshasında (bkz. Üniversi­te kütüphanesi, Yıldız, tıp, 282) çiçek hastalığından bahsedilirken aşıya dair bir kelime bile yoktur. Eser, kendisinden önceki Doğu kitaplarından derlenmiş olmakla birlikte, o zamanlar moda olduğu üzere Avrupa’nın XVI. ve XVII. yüzyıl hekimlerinin adları yalan yanlış öteye beriye serpiştirilmiştir.

Bu zat, Selim III. zamanında Miirşid-ül-etibba fi terceme-i ispagiriya (1) (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 234) adiyle, Paracelsus'tan (Parakelsus) çevrilmiş bir eser daha yazmıştır. Eseri Arapçadan çevirdiğini (Arapçası Salih Nasrullah'ın çevirisi olacak) samimiyetle söyleyen yazar, Paracelsus’un kitabının aslında Yunan dilinde yazıldığını söyleyerek, kendilerini Batı dillerinden müter­cim diye satan öteki arkadaşları gibi, bu Batılı yazarın eserlerinin yüzünü bile görmediğini meydana koymuştur. Çünkü, yukarıda söy­lediğimiz gibi, Paracelsus, eserlerini Almanca yazmış ve bunlar son­radan Latinceye çevrilmiştir (2).

Birçok kitaplar yazmış olan bu Gevrek-zade Haşan Efendi Ka' nun mütercimi Tokatlı Mustafa Efendinin öğrencisi olup bir de ibni Sina'dan önce gelen hekimlerden Ebu Mansur Haşan bin Nuh'un Gına ve nıena adındaki eserini Dürret-ül-mensuriye fi tercimet-il-mansuriye adiyle Türkçeye çevirerek, eskiye rağbetini bir kere da­ha ispat etmiştir (1). [Ek 51].

İşte tıp, hep bu eski yolda gidip dururken, Selim III.'in, bu il­min de yenileşmesi lüzumunu anlamış olduğunu gösteren bir belge buluyoruz (2). Muharrem 1220=1805 tarihli bu belgede «asakir-i İslâmiye ve umumen ibadullaha nefi' ve faide ve celb-i davat-i hay­riye edileceği» kaydıyle Dimitraşko Moroz Bey-zade (3) adında Rum ileri gelenlerinden bir zata esasen «İstanbul'da Kuruçeşme’de dil, edebiyat ve matematik okutmak üzere açılan yüksek okula (talimgâh), bir de tıp şubesi ilavesi için, müsaade ediliyordu (bkz. Osman Ergin, Maarif tarihi, II, 281). Bu belgede, o zamanki hekimlerin ve medrese tıbbının hali uzun uzadıya belirtildikten sonra, iyi hekim yetiştirmek için hastanelerde tatbikat görmek ve otopsi yapılmak lazım geldiğini ve Avrupa’dan gelen hekimlerle istenen faydanın sağ­lanması mümkün olmayıp «tehalüf-i emzice keyfiyet-i iklim ve mev­ki hasebiyle» mutlaka yerinde hekim yetiştirilmesi lazım olduğunu, halbuki «maslahat-i teşrih» ve Avrupa hastaneleri ve hekimleriyle haberleşmeyle deneylerin çoğaltılması için mevcut "tıp medreselerinin bu işe elveremeyeceği cihetle”, bu hususun Rum milletine tah­sisi Selim III. tarafından kabul edilmişti. Bu okulun Rumlar tara­fından açılıp açılmadığına ve hekim yetiştirip yetiştirmediğine dair açık bilgimiz yoksa da, bizi burada ilgilendiren taraf, gerçekten dev­rim ve yenileşme taraflısı olan Selim III.’in, yahut yanında bulunan­ların, o "zamanın tıbbının otopsisiz ve hastanesiz olamayacağını an­layarak”, fakat bunun devlet eliyle yapılmasına cesaret edemeyerek, Rumlara tahsisine razı olmasıdır. [Ek-52], Gerçekten, bin bir türlü zorluk içinde askeri ıslahata kalkışan devlet, bir de o zamana kadar asla müsade edilmeyen ölü teşrihi için başına bir bela daha çıkar­maktan çekinmiş olabilir.

Beri yandan Mahmut II. devrinde yetişen medrese ulemasından Kuyucakh-zade Atıf Efendi (1), Bahaeddin Amilî’nin meşhur Hulâsat-iil-hisab risalesini Nihayet-ül-elbab adiyle Türkçeye çevirmiş (bkz. Yahya Efendi kütüphanesi, 721) ve sonuna, güya «mühendisin-i ef­rencin ve müteahhirin ve mütekaddiminiriyaziyunun» eserlerinde bulunmayan bir kök alma usulünü ilave etmiştir.

İşte bütün bu eserler gösteriyor ki, bir yandan ordunun yeni­lenmesi ve ıslahı için matematik ve tabii ilimler memlekete sokul­mak istenilirken, öte yandan medrese uleması eski ilimlere dair te­liflerine ve tercümelerine devam etmekte ve bu suretle ilim âle­minde bir ikilik meydana gelmeye başlamaktaydı. Halbuki, Türk «ulemây-ı rüsum »u, değil müspet ilimlerde, doğrudan doğruya ken­di alanları olan meselelerde bile çok geri kalmışlardı. Mesela, bu ta­rihlerden 50-60 yıl önce Hicaz’da çıkan Vahabî mezhebi hakkında Hicaz ve Irak uleması taraflarından birçok kitaplar yazıldığı ve bir­çok tartışmalar sürüp gittiği halde, İstanbul ulemasının, bu mezhe­bin esası hakkında bile bilgisi yoktu (bkz. Cevdet, Tarih, 2. basım, VII, 195). Öte yandan zamanın reisülküttabı Atıf Efendi (tayini 1212), yazdığı bir takrirde Fransa ihtilalinden bahsederken, bu muaz­zam devrim hareketini, «Voltaire ve Rousseau gibi meşhur zındıkla­rın ve anlar misillû dehrîlerin eserleriyle husule gelmiş» bir fısk-u fücur cümbüşü gibi göstermekteydi. Atıf Efendi, Hukuk-ı beşer be­yannamesini, insanları hayvanlar derecesine indirmek için yazılmış bir beyanname sayıyordu (bkz. Cevdet, Tarih, VI, 394). Ama, reisülküttap efendinin bu takririne rağmen, Fransız ihtilali, zamanın gençlerini etkilemekten geri kalmıyordu. Hürriyet fikri, bazen mis­tik bir örtü altında, bazen laubalilik yolunda, gerek saray ve gerek Babıâli çevresinde yürüyordu (bkz. Cevdet, .Tarih, 2. basım, VIII, 147-148). Fakat, bu çekingen adımlarla yürümeye başlayan yenileş­me hareketleri, nihayet, 1807'deki isyan hareketinde Nizam-ı Cedidin lağvına ve Selim IIL’in katline rağmen, tamamıyle durmamış ve mühendishaneler kapanmak gibi bir akıbete uğramamıştır.

Bu devrin sonunda, daha ziyade Mahmut II. zamanında, yetiş­miş gerçekten modern bir hekimden bahsetmek lazımdır: "Şanî-zade Ataullah”. Tıptan başka konularda da eser yazan, mesela bize dört ciltlik bir de Tarih bırakan Ataullah Efendi, 1200=1786 yılında ilmiye mesleğine girmiş ve 1235=1820’de vakanüvis tayin olunmuş­tur. Şanî-zade, yalnız bir hekim değil, aynı zamanda ansiklopedik bir bilgindi. Aşağıda bahsedeceğimiz iki tıbbi eserinden başka, arit­metik, geometri, cebir ve hatta askerlik üzerine kitapları vardır. Kendisi, Mahmut II. zamanında «Bektaşîlerin pek meşhurlarından» olması dolayısıyle, «irade-i müstakille sudûrile» Tire’ye sürgün edilmiştir. Vakanüvis Lütfi’nin yazdığına göre (bkz. Lütfi, Tarih, I, 168-169), Şanî-zade, Ortaköy’de, aydın bilginlerden, Tefsir-i mevakib mütercimi İsmail Ferruh Efendinin yalısında, «etvar-i lâübaliyane», yani hür ve bağımsız düşünceleriyle, tanınmış olan zatlardan topla­nan bir ilim derneğine girmiş olmasından şüphelenilmiş ve yeniçe­rilerin ilgası üzerine ortayan çıkan Bektaşi aleyhtarlığından fayda­lanılarak sürgün cezasına çarptırılmıştır. Halbuki bu dernek, sade­ce felsefe, şiir, edebiyat ve modern ilimle uğraşan bir teşekküldü. Her ne hal ise, sonradan affolunmuşsa da, affını tebliğ eden ferma­nın Tire’ye erişmesi anında, katil fermanı zannıyle beyin sektesin­den fücceten vefat etmiştir (1242 = 1826). Kendisinin yabancı dilleri bildiği Tarih'inin önsözünde bazı çeviriler yaptığını söylemesiyle bi­liniyorsa da, hangi dilleri ve ne suretle öğrendiğini bilemiyoruz. [Ek-53],

Öte yandan 1235 yılında Matbaa-i Âmire’de basılan Miyar-ül -etıbba adındaki eserini, Viyanah Profesör Stoerk’ün kitabından ter­cüme ettiğini önsözde söyler (bkz. aynı eser, s. 3); fakat bütün eski mütercimlerin yaptığı gibi eserin adını vermez. Dr. Süssheim, yazdığı uzun uzun makalelerde {Tıp Tarihi Arşivi, No. 1-3) gerek yazar ve gerek eser hakkında bilgi verir; bu makalelerden öğrendiğimize göre, asıl eserin adı Medizinischpraktischer Unterricht für Feld und Landwundaerzte der österreichischen Staatendir. (Viyana, 1776, 1786, 1789). Bu eser, Istruzione medico-practica ad uso dei chirurghi çivili e militari adiyle İtalyancaya, Bartelomeo de Battisti di San Giorgis tarafından çevrilmiş ve Venedik'te 1778 yılında basılmıştır. Dr. Süssheim’m çevirinin karşılaştırılmasıyle vardığı sonuca göre, Şanî-zade Miyar-ül-etihba'svnı bu İtalyanca eserden çevirmiştir. Mü­tercimin hangi yabancı dilleri bildiğini bilemediğimiz için, ancak bu karşılaştırma sonunda, İtalyanca bildiğini kabul etmek bir de­receye kadar mümkün olabiliyor. Hekimlerin elinde her gün işe ya­rayacak, hastalıklar ve tedavilerine dair bir eser olan, bu kitabın iyi anlaşılması için, anatomi ve fizyoloji kitabına da ihtiyaç olduğunu takdir eden Şanî-zade, bundan sonra Mir’at-ül-ebdan fi teşrih-ill-âza -il-insan adiyle, bir »eser daha kaleme almış ve o da aynı cilt içinde, Mahmut H.’un emriyle, Matbaa-i Âmirede basılmıştır. Aynı eserde mütercimin bir de vaccination, yani inek çiçek aşısına dair Viyana'lı Ludvvig Karan (?) adh yazarla başka iki Avrupah hekimden aldığı uzun bir bahis vardır ki, Şanî-zadenin bu aşının memlekete sokul­masına ve faydasına akıl erdirmiş bir hekim olduğunu gösterir (1). Anatomi kitabı ise, nereden çevrildiği bilinmemekle birlikte, olduk­ça güzel resimlerle süslenmiştir. Bunun sonuna da «Usul-i tabiiye» adı verilen 39 sayfalık bir de fizyoloji bahsi ilave edilmiştir. Bu­gün, tabiatıyle ilmi bir değeri olmayan bu eserin, bir kıymeti varsa o da bize Şanî-zadenin, kafasını yeni tıbba açan ilk bilginimiz oldu­ğunu göstermesidir. Vefatından bir yıl sonra (1827), Tıbhane ve Cerrahhane kurulmuştu. Zavallı Şanî-zade, bir af fermanının kurbanı olarak, vefat etmemiş olsaydı, onun da bu okulda yer alacağı mu­hakkaktı. Kısacası, bir kelimeyle şunu söyleyebiliriz ki, Şanî-zade Ataullah, eski tıpla yeni tıp arasındaki zincirin bir halkasını teşkil etmekten fazla bir şey yaparak, doğrudan doğruya yeni tıbba geç­miştir.

Halbuki, Şanî-zadenin çağdaşı olan hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi ve onun kardeşi yine meşhur hekimbaşı Abdülhak Molla za­manlarında ve nezaretleri altında modern bir Tıbhane ve sonra mo­dern bir tıp okulu açılmış ve Avrupah hocalar getirilmiş olduğu halde, henüz eski tıptan ve onun efsanevi bilgilerinden kendilerini kurtarmış değildiler. Mesela, Jenner'in çiçek aşısına dair monogra­fisini ve başka bazı eserleri güya İtalyancadan Türkçeye çeviren (biz bu çeviriyi göremedik) Mustafa Behçet Efendi, bütün hayatı boyunca, Hezar esrar adı altında eskilerin birtakım saçma sapan ilaçlarını, deneylerini toplamış ve kardeşi Abdülhak Molla, bunları bine çıkarmaya çalışmışsa da, ömrü kâfi gelmeyince, onun oğlu ta­bip Hayrullah Efendi —Avrupa görmüş ve modern tıp tahsil etmiş olmasına rağmen— bu Esrarı bine ulaştırarak, 1279 yılında tamam­lamıştır. Bu eser sonradan, 1283 yılında İstanbul’da Muhip Efendi matbaasında basılmıştır (bkz. Üniversite kütüphanesi, 84483). [Ek 54]. Şimdi okuyuculara bu eserin bir iki strr'mın anlatacağım: Mesela, 11 numaralı sır’da, «beher sene cüz’î kısrak sütü içirilen sabi nihayetiseneye kadar çiçek çıkarmaya, çıkarsa da az çıkara» deniliyor (bunu mecmuasına özel surette kaydeden Mustafa Behçet Efendinin, yukarıda söylediğimiz gibi, bir yandan da Jenner aşı mo­nografisini tercüme ettiğini hatırlatalım). 295 numaralı sır, «hıçkı­rık tutan adamın ağzına kazın ağzı tutulsa hıçkırık kaza geçer ve kaz ölür ve böylece yedinci kaz ölünce hıçkırık insandan da geçer»; 61’inci sır, «suçlu bir kimseye bıldırcın kuşunun dili yedirilirse is­tintakta bütün suçlarını itiraf eder»; 327’nci sır, «karnabahar tohu­mu dört sene sonra dikilse bu tohumlardan şalgam ve şalgam tohu­mu dört sene sonra dikilse karnabahar çıkar». îşte bin sır’dan mü­rekkep bu kitap baştan aşağıya böyle ortaçağın ve nihayet XVI. yüzyılın manasız ilaçları ve inanışlarıyle doludur. Hele Hayrullah Efendi tarafından yazılan önsözü (1279) okunursa, bu muhterem za­tın, gerek mekteb-i tıbbiyede okuduğu ve gerek Avrupa okullarını gördüğü halde, bu eseri pek ziyade takdir ettiği ve hele «âsar-i ahirenin en mahmud ve azizi olan (1) asr-ı maarifhasr-i hazret-i padişahîde bu eser-i nayabın metruk-i zaviye-i nisyan...» kalmasına gön­lü razı olmadığı anlaşılır. Fakat doğrusunu söylemek için şunu ila­ve etmeliyim ki, Hayrullah Efendi, son numaralı sır’ları ilaveyle es­rar’ı bine çıkarırken, modern ilme göre bazı maddeleri yazmıştır ki bunlar XIX. yüzyılda haftalık mecmualarda görülen «fenni eğlen­celer» kabilinden şeylerdir. Bu kitaptan burada bahsetmeye bizi sevk eden sebep, bir yandan modern tıbbiye okulu açan bir padi­şahın hekimbaşıları olan iki kardeş ve sonradan bu modern mek­teb-i tıbbiyeden doktora yaparak çıkan bir mahdum efendinin bu gibi saçma sapan, kocakarı ilaçlarını ve ondan daha berbadı XVII. yüzyıldan beri kökleşmiş olan müspet ilimlere aykırı hükümlere (bkz. 327’nci sır) inanmış gibi ta 1279=1862 yılma kadar çalışıp or­taya böyle bir eser koymalarını belirtmek değildir. Maksadımız, hummalı bir surette her alanda yenileşme hareketleri başladığı sı­rada, başta olanların hâlâ Mathiole tıbbından ve Acaib-ül-mahlukat maddelerinden çıkarılan hükümlerle meşgul olduklarını, buna göre de, iş başında bulunan bu zatlarla başlayan yenileşmenin ne kadar güç ve çekingen adımlarla ilerlemek zorunda kaldığını göstermek­tir.

Mahmut II. devrinde, matematik ve başka müspet ilimler Mühendishane denilen okulda okutulmaya devam edilmekteydi. Bu mektebin ikinci başhocası, Hoca îshak Efendi (ölm. 1834), matema­tik ve tabii ilimler üzerine kaleme aldığı dört ciltlik Mecmua-i ulûm-i riyaziye adh eseriyle, gerçekten hoca lakabına hak kazanmıştır. Ken­disi Narda’h bir Musevî ailenin oğlu olup Müslüman olmuş ve Divan-ı hümayun tercümanlığında bulunurken sonradan öğretmenlik mesleğine girerek, Mühendishanede öğretime başlamıştır (1). Arap­ça ve Farsçadan başka Fransızca ve belki Latince de bilen bu zatın dört ciltlik eseri o zaman için gerçekten modern müspet ilimler me­cellesi sayılabilir. Bu ciltlerden birincisi, aritmetik, cebir, geometri; İkincisi düzlem trigonometrisi ve cebirin geometriye uygulanması, entegral ve diferansiyel hesabı ve koni kesitleri; üçüncüsü hikmet-i tabiiye (fizik), cerr-i eşkal (mekanik), ilm-i menazır (perspektif bil­gisi) ve küre-i nesimi (havaküre); dördüncüsüyse elektrik, küresel trigonometri ve nihayet «ilm-i hail ü terkib-i ecsam» adını verdiği kimyadan bahseder. Bu eser memleketimize ilk defa olarak Avru­pa'nın bir dereceye kadar yüksek matematiğini, modern fiziğini sok­muş olması bakımından önemlidir. Yalnız kimyadan son ciltte an­cak 25 sayfalık pek eksik bir bahis vardır; îshak Hocanın kimyaya verdiği ad da pek eski spagyria kelimesini hatırlatıyor. Zaten bizde kimya, ciddi bir surette, ancak Tıbbiye okulunda başlamıştır. [Ek 55], Herhalde İshak Hocanın en büyük hizmeti, modern ma­tematik, fizik ve mekaniğe ait eserleri, Batı dilinden, Türkçe terim­lerini koyarak, nakletmesidir. Bu başlıca eserinden başka askerliğe ve mühendisliğe ait olan eserleri vardır. Mühendishane başhocası, adı yukarıda geçen Seyit Ali Paşadan sonra başhocalığa tayin edil­mişken (1246) 1249’da, galiba selefinin entrikası eseri olarak, Medi­ne’deki binaların tamiri memuriyetiyle oraya gönderilmiş ve dönü­şünde Süveyş’te (1251) vefat edip orada gömülmüştür. Okulun bi­raz yukarısındaki mezarlığa bir taş dikilmiş ve üzerine "Elhâc Ha­fız İshak Efendi” diye adı ve vefat tarihi yazılmıştır. Mühendishane yakınında yapılan bu boş mezar (cenotaphe), manevi çocukları olan okul öğrencilerinin kalplerinde, bu değerli hocanın hatırasını ölüm­süzleştirecek bir anıttır. Velhasıl Hoca İshak, tıpkı Şanî-zade gibi eski ilimle yeni ilim arasında bir halka değil, belki yeni ilim zinci­rinin ilk halkasını teşkil eden saygı ve dikkate değer bir hocadır. [Ek-56],

îşte XIX. yüzyılın ilk yarısında ve Avrupa’nın çağdaş ilmini memleketimize sokmak için açılan Mâhendishane-i bahrî-i hümayun, Mühendishane-i berrî-i hümayun ve Mekteb-i tıbbî-i adlî-i şahane (1838) ve Mekteb-i harbiye (1250=1834) sayesinde, matematik ve tabii ilimlerle tıp, gitgide daha modern bir şekilde devam etmiş  tir (1); eserimizin eriştiği tarihten sonra, yani XIX. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de müspet ilimler gerek yüksek ve gerek orta­okullarda oktulmaya başlanmış ve hatta bir de üniversite (dârülfünun) taslağı açılmış ve ilmi dergiler çıkarılmış olduğu gibi, edebî dergilerde, hatta gündelik gazetelerde bile artık bu ilimler hakkın­da makalelere rastlanmaya başlanmıştır. Fakat, öte yandan medre­selerde, duraklama ve hatta çökme içinde bile olsa, öğretim devam ediyor ve hâlâ bu medrese mezunlarına «âlim», okudukları derslere «ilim» adı verildiği halde, okullardaki müspet ilme «fen» kelimesi yeter görülüyordu. Halbuki, bilindiği gibi, Fenn, Arapçada çeşit, sık dal anlamlarma geldiği gibi, mastar olarak, bir adamı aldatmak an­lamına da kullanılırken çağdaş Araplar, bu kelimeyi sanat=art ve teknik karşılığı kullanmayı tercih etmişlerdir. Bizdeyse Tanzimattan önce ve sonra «muhdes (sonradan çıkma) bilgi» sayılan ve fakat gerçeklerin hilafına bir şey söylemek, aldatmak asla şiarı olmayan müspet ilimlere, belki medrese ulemasının gönlünü hoş etmek için, fen deyimi layık görülmüş ve hatta hâlâ, cumhuriyet devrinde bile, Üniversitenin ilimler (yani müspet ilimler=les Sciences) fakültesi­nin adı «Fen Fakültesi» olarak kalmıştır. Yalnız Mekteb-i tıbbiye-i adliye'nin kurucuları bu noktada daha makul ve cesur davranarak Meşrutiyete kadar mektebin verdiği diplomalara «Dâr-ül-ulûm-i hikemiye olan Mekteb-i tıbbiye» deyimini koymaktan çekinmemişler­dir. [Ek-57],

• • »

İşte, XVIII. yüzyılda ve XIX. yüzyıl başında müspet ilimlerin Batıdaki durumuyle Türkiye'deki durumu arasında bir karşılaştır­ma imkanı olmasa bile, Batıda ilmin dev adımlarıyle giden ilerle­me ve gelişmesi hususunda kısa bir fikir vererek eseri bitirmek uy­gun olacaktır.

Fransa ve İngiltere'de XVIII. yüzyılda müspet ilimler parlak bir gelişmeye doğru giderken Almanya'da Berlin Akademisi de Bü­yük Friedrich zamanında kazandığı yabancı kuvvetler (İsviçre’li Euler, Fransız Lambert ve Lagrange) sayesinde matematikte çok de­ğerli ilerlemeler kaydetmiş olduğu gibi, özellikle İsviçre’nin Basel şehrinde yetişen Bernouilli kardeşlerin ve oğullarının çalışmalarıyle entegral diferansiyel hesabı, Leibniz’in bıraktığı noktadan ileriye doğru yürümüştü. Halbuki bu sırada İngiltere, hâlâ Nevvton’un bu hesaplarda kullandığı usul ve işaretleri sürdürmekte ısrar ediyor­du. Hatta İngiliz matematikçisi ve filozofu Bertrand Russel, bu usu­le kaba bir milliyetçilik duygusuyle yapışıp kalmış olmaktan dolayı, İngiltere’de matematiğin Almanya ve Fransa’ya göre o zamanlar yüzyıl geri kaldığını iddia eder ki bu geri kalmanın XVIII. yüzyıl sonunda ve XIX. yüzyıl başlangıcında pekala hissolunduğunu bili­yoruz. Gerçekten, Lagrange ve başka matematikçiler eserlerini Ber­lin’de ve Fransa'da yayınladıkları gibi, o zamanlar parlak ve pek etkili bir yolda işlemeye başlayan akademilerin, ilim kurumlarının bu gibi eserleri hemen yayınlamak ve yarışmalar düzenleyerek ödül­ler koymak suretiyle yaptığı yardımlar sayesinde yayılan bu eser­ler, ilmin ilerlemesini sağlıyordu. Mesela 1788 yılında, Lagrange kendisinin ün kazanmasına sebep olan meşhur Mecanique Analytique adh eserini Paris'te yayınlamıştır ki, bu ve bunun gibi eser­ler, Leibniz usulü analizin açtığı kaynakları kullanarak, yüksek ma­tematiği en derin mekanik ve fizik olaylarının hesap ve ispatında en kullanışlı bir alet haline getirmiştir.

Öte yandan, astronomide ilerleme hızla devam etmekteydi. Halley, kendi adına izafetle anılan kuyruklu yıldızın daha 1682 yılında yörünge ve şeklini hesap ettiği gibi, XVIII. yüzyılın başında (1705) bu yıldızın her 75 yılda bir kere geri gelerek arzın yakınından geçe­ceğini haber vermiş ve bu suretle, yüzyıllardan beri gerek Doğuda eve gerek Batıda, görülmesi türlü türlü afetlere işaret sanılan bu yıldızın öteki yıldızlar gibi muntazam ve zorunlu bir seyir takip et­tiğini, bunun için de bazı yıllar öyle rasgele ortaya çıkamayacağını haber vererek, batıl inançlardan huzuru kaçan birçok beyinlere ra­hat sağlamıştır.

Astronomi, artık rasat ve gözlem usulü yanında, yüksek mate­matiğin de bu ilme uygulanmasıyle ilerlemekteydi. Mesela, ayla arz arasındaki uzaklığın birbirinden çok uzak, fakat aynı meridyen üze­rinden ölçülmesi için, astronom Lalande Fransa’dan Berlin’e ve Lacaille, Capetown şehrine gönderilmişti. Lacaille, orada kurduğu ra­sathanede dört yıl çalışarak, ayla arz arasındaki uzaklığı tayin et­tiği gibi, öte yandan da güney yarımkürede 10.000 kadar durağan yıldızı gözlemlemiş ve incelemişti (1). Artık güneşin arzdan uzaklığı da, İngiltere, Fransa, Danimarka devletlerinin sırasıyle gönderdikle­ri ilmi heyetler tarafından, yeniden ölçülmüş olduğu gibi Oxford’da James Bradley (1693-1762), durağan yıldızların yerlerinin hafif de­ğişikliklere uğradığını ve bunlardan birinin ışığın aberration'u (sa­pıncı) dediğimiz olayla açıklanacağını ve ötekinin nedeni olarak da arzın mihverinin, nütasyon denilen, bir çeşit titreşim hareketini gös­termiştir.

Hannover'li Wilhelm Herschel, İngiltere'de yeni yaptığı teles­koplarla, Uranüs gezegenini (1781), uydularını (1787) ve Satürn'ün uydularını (1789) keşfetmiş, kısacası bu astronom göğü bir sık or­manda gezer gibi teleskopla gezerek birçok yenilikler ortaya koy­muştur.

Fransa’da XVIII. yüzyılın sonlarına doğru, Paris rasathanesinin muhafazakâr ve Kopernik sistemine aleyhtar olan Cassini ailesinden gelen müdürlerinin muhafazakârlığı azalarak, astronomi orada da yeni yolda ilerlemeye devam etmiştir ki, bu ilerlemeler nihayet Laplace’ın himmetiyle bir sentez halinde ortaya çıkmıştır. Lagrange'ın izinde yürüyerek yetişen Laplace, 1799 ve 1825 yılları arasında ya­yınladığı 5 ciltlik meşhur Mecanique Celeste adındaki eseriyle, arz üzerinde yürürlükte olan mekanik teorilerini göklere de uygulamış­tır. Bu kitabın asıl amacı, güneş sisteminin büyük mekanik prob­lemlerini çözümlemek ve özellikle ampirik denklemlere ihtiyaçtan kurtulmak üzere, teorileri rasat ve gözlemlerle incelemek olduğunu yazar önsözünde söyler. Bu eserin bir de, Exposition du systeme du monde (1796) adh, halka göre şekli vardır ki, bunda Laplace, ken­dinden daha önce Alman filozofu Kant’ın, evrenin teşekkül şeklini açıklamak için, koyduğu nebülöz (bulutsu) teorisini açıklar ve ge­nişletir. Nevvton, bu olayları kanunlara bağlayan kendi büyük bulu­şundan sonra bile, evren sisteminin tamamıyle yerleşmiş, değişmez bir düzen altında olmadığına ve arada sırada «özel bir müdahale» ile bu düzenin düzeltilmesi gerektiğine inanırken, Laplace’ın, Napoleon'un «eserlerinizde Allah adının geçmediğini söylüyorlar» diye bir tarizine karşı, «böyle bir özel müdahale» teorisine ihtiyaç gör­mediği cevabını vermesi, evrenin düzenini yalnız ve yalnız mekanik kanunlara bağlamak istediğini gösterir.

Bu devirde, fizik ilmi, artık mekanikten ayrı olarak, ses, ışık, ısı, magnetizma ve elektrik gibi belirli bahislere ayrılmış ve her ba­histe yeni yeni keşifler meydana gelmiş bulunuyordu. Özellikle ana­litik mekanik bahsi, daha yirmi dört yaşındayken Akademi'ye giren ve sonradan Encyclopedie’nin, bütün dünyanın meşhur önsözlerin­den biri olan girişini yazan D’Alembert’in Traite de dynamique’iy\e yepyeni bir yoldan ilerlemeye başlamış ve bu suretle matematik fi­ziğin temelleri atılmıştı. Yani, o vakte kadar sırf matematikle uğ­raşan bilginler, artık astronomi alanında olduğu gibi, fizik alanına da el atmışlardı.

Kısacası, şunu söyleyebiliriz ki, Böyle, Descartes, Gassendi'nin fizik olaylarını corpuscule’lerin (cisimciklerin) şekil ve hareketleriy­le açıklamak isteyen prensipleri XVIII. yüzyılda bırakılarak, bu ci­simciklerin şeklinden ve birbirleriyle vuruşup çarpışmalarından bahsolunmuyor ve aksine bunlar itici ve çekici kuvvetleri bulunan bir nokta haline irca olunuyordu. Mesela, ses bu madde parçacık­larının titreşimine, ışıksa Nevvton'un corpuscule teorisine karşı, Huygens’in (1625-1695) dalga teorisine bağlanıyor ve böylece, fiziğe tartılmaz ve ölçülmez bir ortam (esir) teorisi kendiliğinden girmiş bulunuyordu. Öte yandan, ısının ölçülmesi için yine matematik usul­lere müracaat olunuyor, türlü türlü termometreler ve yine ısıdan faydalanılarak buhar makineleri icat olunuyordu. Elektrik hakkın­da yepyeni deneyler yapılmış ve bu deneyleri ispat için makineler bulunmuştu. Fizik ve kimyanın sınır problemlerinden birini teşkil eden yanma teorisi, XVII. yüzyıl başlarında doktor ve kimyacı Stahl' in (1660-1740) ateşin farazi bir prensibi gibi saydığı phlogiston'a da­yanıyordu. Bu teori o zamanlar o kadar önem kazanmıştı ki, Alman­ya’nın büyük filozofu Immanuel Kant bile. Saf Aklın Eleştirisi adlı baş eserinde bu teoriyi Galilee’nin düşme kanunlarıyle bir tutuyor­du. Fakat bu teoriye, aşağıda görüleceği üzere Lavoisier’nin oksije­nin iş ve etkisini meydana koyan meşhur deneyleriyle, yıkıldı ve kimya ilmi, bu suretle yepyeni bir alana girdi. Bu alanda çalışan, başka yeni keşifler meydana koyan bilginlerin burada birer birer adlarını ve keşiflerini saymaya yer yoktur. Ancak, İngiltere’de gaz­lar üzerinde çalışarak, ilk defa Londra’da Royal Society’ye gönder­diği bir tebliğde «şiddetle yanan» bir gazı (hidrojen) bulduğunu 1784’te bu gazın oksijenle yanmasından «su» hâsıl olduğunu keşfet­tiğini bildiren Henry Cavendish’in (1731-1810), Joseph Priestley (1733­1804; bu zat oksijeni havadan ayırmıştı), İsveç’li Toben Olaf Bergman’ın (1735-1784) adlarını sayalım. Fransa’daysa, Antoine Laurant Lavoisier (1743-1794), meşhur Rien ne se perd, rien ne se cree (hiç­bir şey yok olmaz, hiçbir şey kendiliğinden türemez) düsturunu or­taya atıyor, yanmada ve oksitlenmede oksijenin rolünü pek açık bir şekilde belirterek, oksijeni asıl bulan mevkiini kazanıyordu. Öte yandan elemanları (basit cisimler) tarif ederek, yeni kimyanın teme­lini kurduktan sonra, mültezimlik memuriyeti dolayısıyle, Fransız ihtilalinin kurbanları arasında giyotin üzerinde can veriyordu.

İngiltere’deyse kimyada en önemli adım, John Dalton’un (1766­1844) sayesinde atomculuk teorisinin kimyaya uygulanmasıyle atıl­mış bulunuyordu. XVIII. yüzyıl, İngiltere’de kimyanın âdeta kibar cemiyetlerinde bile moda olduğu bir yüzyıldır. Bütün dünyada ilk kimya derneği Edimburg’da 1784 yılında ünlü İngiliz kimya bilgini Joseph Black tarafından Chemical Society adiyle kurulmuştu (bkz. J. Kendall, Endavour, 1942, 3). Bundan başka Londra’da ve Manchester’de de bu yolda dernekler kurulmuştu.

Fransa’da J. Louis Gay-Lussac, gazların genişleme kanunlarını bularak mekanik ısı teorisinin esaslarını kurmuştu.

Zooloji ve botanik ilimleri, bu devirde henüz tasviri nitelikten kurtulamamış olmakla birlikte, Buffon, Linne ve Jussieu gibi âlim­lerin sayesinde müspet ilimlerin, o vakitler tarih-i tabii (1) denilen bölümü modem bir şekilde kuruluyordu. Buffon ilave kısımları ile birlikte 22 cilt tutan meşhur L'Histoire naturelle’i yardımcılarının himmetiyle 1753-1767 yılları arasında yayınlamıştı. İsveç’li Linne ve Fransız Jussieu bitkilerde biri tabiî öteki suni tasnifler yapmışlar ve yeni yeni bitkiler keşfetmişlerdi.

XVII. yüzyıl sonlarında kliniği ve klinikte kimya laboratuvarım kuran Boerhaave'nin (yukarı bkz.) himmetiyle, tıp, Avrupa'da yeni bir devreye girmiş olduğu gibi Almanya'da kimyacı-hekim Stahl, kimyasal tıpla mekanist tıp yerine animiste, yani organizmadaki olayları maddi olmayan bir prensibin işe karışmasıyle açıklayan bir teori kurmuş ve bu teori, Fransa’da, özellikle Montpellier okulu buna benzer fakat ruhtan ayrı bir «hayati madde»nin etkisini ka­bul ederek, bir nevi vitalisme ortaya çıkarmıştır. Öte yandan İngil­tere'de îskoçya’h John Brovvn vitalisme'in esasını, vücudun incitability dediği bir özelliğinde bularak, bunun azalması veya çoğalmasıyle hastalık ve sağlığı tarif ediyordu. Bu özelliğin çokluğuna sthenism ve azlığına asthenism diyor, tedaviyi bu özelliğin çoğalıp azalmasını sağlamaktan ibaret sayıyordu. Fakat XIX. yüzyılın başlarında artık Viyana okulunda ve sonra Paris okulunda, tıbbın materyalist-mekanist bir temel üzerine kurulmaya başladığını görüyoruz.

XVIII. yüzyıl, yalnız ilim değil, düşünce noktasından en büyük değişmelere, ilerlemelere sahne olan bir yüzyıldır. Özellikle Fran­sa'da Voltaire bu yüzyılı hemen başkan başa doldurmuş, «İngiltere mektuplart»y\e Nevvton’u Fransızlara tanıtmış ve hatta dostu Madame du Châtelet'yi, bu büyük fizik bilgininin Principia sini Fransızcaya çevirmeye yöneltmiştir (yukarı bkz.). Bu yüzyılda Voltaire, Diderot, J.J. Rousseau gibi edebiyat ve felsefede şöhret almış kişi­ler, ilmi de ihmal etmeyerek, Diderot ve D'Alembert'in başkanlığı altında yayınlanan Encyclopedie, Dictionnaire raisonne des Sciences, des Arts et des Metiers’e katılmış ve yardım etmişlerdir. Bu büyük eser, gerçi ilimde bir «birlik» kurmaya doğru atılmış ilk büyük adım olarak nitelendirilmişse de, eserin ilmi ve felsefi bir birliğe doğru gitmekte tamamıyle başarı kazandığı iddia olunamaz. Mesela bazı makalelerde açıktan açığa dindarca bir eda görülürken, ötekilerde ya deiste veya büsbütün Tanrı inkârcısı, atheiste bir ifade vardı. Fa­kat, her ne olursa olsun, hepsi şu noktada birleşiyorlardı ki, "dü­şüncenin, vicdanın ve kalemin bağımsız olması ilmin ilerlemesi için elzemdir ve sosyal ilerlemeyi sağlayacak tek vasıta ilimdir”.

İşte Batının eriştiği bu önemli düstura Osmanlı Türkiyesinde ne zaman ve nasıl inanıldığını ve bu inancın verdiği eserler ve so­nuçların ne olduğunu göstermek, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhu­riyet devirleri için böyle bir araştırma yapacak yazarların ödevidir. Bizim aldığımız devirde Türkiye göklerinde, ara sıra görülen hafif parıltılara rağmen, bu aydınlatıcı düsturun, yol gösteren bir yıldız gibi, doğduğunu iddia etmek kabil değildir.

SÖZÜ BİTİRİRKEN

Bu eserin aslı, 1939 yılında Paris’te yayınlanmasının arkasın­dan, Türkiye, Amerika, İngiltere, Almanya ve Fransa dergilerinde oldukça iltifatlı eleştirilere erişmişti (1). Bu eleştirilerden yazarı en çok ilgilendiren, Harvard Üniversitesi ilim tarihi profesörü George Sarton’un yazdığı üç sayfalık bir yazıdır. Gıyaben tanıdığım, ilim ve irfanını ve özellikle nadir görülür çalışma kuvvetini takdir etti­ğim bu hoca, kitabım hakkında lütufkârane iltifatlarda bulunurken, özellikle iki noktaya takılır:

1.                  «Nasıl ki, bir biyograf, hayat hikayesini yazdığı zatın doğumuyle başlayacak yerde, dedelerini de sayar dökerse, ilim tarihinde de birdenbire belirli bir tarihten başlamak doğru değildir». Bu fikri, tarih duygusu olan bir kimsenin reddedemeyeceği muhakkaktır. An­cak, kitabın baş tarafında da söylediğim gibi, hiç işlenmemiş olan bu konuya girişirken, mümkün olduğu kadar sınırlı bir saha içinde kalmak istedim. Osmanlılardan önceki devirlerde, Anadolu Türk beylikleri ve devletleri içinde müspet ilimlerin durumunu ve bu hu­susta yazılmış eserleri ve yazarları tespit etmek için, yapılacak ha­zırlıklara, okunacak kitaplara ömrümün kâfi gelmeyeceğinden kork­tum. Memleketime dönünce de gördüm ki, bu hususta büyük bir hazırlık yapılmış değildir. Yalnız bu defa kitabı yeniden yazarken, Türk yazarlarının hangi eserlerden faydalandıklarını ve bu suret­le bir dereceye kadar, filiation’u (soy zincirini) belirtmeye çalıştım. Fakat G. Sarton’un istediği gibi, Arapçadaki ilmin Anadolu Türk­lerine intikalinin ilk safhalarını inceleyerek, zinciri tamamlamak görevini yine gençlere bırakıyorum.

2.                 G. Sarton, XIX. ve XX. yüzyıllarda Türkiye’de ilmin hal ve vaziyetinden bahsetmemeyi de bir eksik sayıyor, belki haklıdır. Fa­kat bunu Paris’te yapmak hayli müşküldü; İstanbul’a dönünce "Tanzimat”m yüzüncü yılı (1939) dolayısıyle bu yüzyılların siyasi ve me­deni tarihine dair monografiler yayınlanacağını duydum. Gerçek­ten, bir yıl sonra ortaya şişkin bir cilt çıktı; bunda, siyasi ve hukuki bahisler arasında, müspet ilimlere de küçük bir yer ayrılmıştı. Bu eseri çıkaran İstanbul Üniversitesi profesörleri, çeşitli ilimlerin Tan­zimat'tan hemen önceki ve hemen sonraki durumunu, yazılan eser­leri ve yapılan tesisatı yazmayı ihmal etmemişlerdir. Bilginlerimiz­de böyle tarihi duygunun uyanmış olduğunu görünce, pekala anla­dım ki, gerek XIX. ve gerekse XX. yüzyıl Türkiye ilim tarihinde, bu makaleler, başlangıç olabilecektir. Ancak şunu da söylemeliyim ki, pek azı müstesna olmak üzere alelacele yazılmış olduğu anla­şılan bu yazılar, G. Sarton’un istediği gibi, bu son iki yüzyılda Tür­kiye ilim hareketinin ne zaman hız aldığı ve ne zaman ağırlaştığı, en önemli Batı etkisinin nereden geldiği, ne gibi Batı eserlerinin çevrildiği, hangi büyük bilginlerin memlekete davet olunduğu ve bunların memleketin ilmi görüşü üzerine ne etkileri olduğu nokta­larına tam cevaplar vermemektedir. Hiç şüphesiz bu son devir daha canlı olarak ve kolaylıkla yazılabilir. Ümit ederim ki, bu noktaları açıklayacak araştırmalar yapılacaktır.

Eserimin bu ikinci baskısında da, XIX. yüzyılın başından daha ileri geçemeyecek muhterem eleştiricimin arzusunu yerine getire­mediğimden dolayı beni mazur görmelerini dilerim; zaten mazur göreceklerini eleştirilerinin başında:

«Bu küçük kitap, tevazuuna rağmen, yahut tevazuu sebebiyle bize derhal güven telkin etmiştir».

Ve sonunda:

«Dr. Adnan'ın bu mütevazı, fakat iyi özlü kitabı, bundan sonra yapılacak araştırmalar için sağlam bir esastır. Umuyorum ki, bu araştırmaların bir kısmı yine Dr. Adnan tarafından bizzat yapılır».

Demiş olmalarından anlıyorum. Muhterem bilginin gösterdiği arzuyu, bu ikinci baskı bir dereceye kadar tatmin ederse, bu benim için büyük bir haz olacaktır.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to