Bölüm V
XVII.-XVIII.
YÜZYILLAR VE KÂTİP ÇELEBİ
XVI. yüzyılda, ilim
öğretiminde ve ilmi eserlerin yazılışında görülen ağırlığın, XVII. yüzyılın
yarısında daha çok belirdiğini görüyoruz. Gerçekten bu yılların yazmalarında,
artık Avrupa’da beliren modern ilmi düşünüşün, Yunan ilmini temelinden sarsan
büyük düşünce hareketinden eser bile görülmez. Tercüme-i hâl kitapları ancak
yönetim veya yargı çevrelerinde şöhret almış kimselerin isimleriyle doludur.
Söylediğimiz gibi,
daha önceki yüzyıllarda tabii ve fiziki ilimlerin öğretim yeri olan
medreselerde birkaç ansiklopedik bilgin yetişmişti. Fakat XVII. yüzyıldan bu
yana, medreselerde yavaş yavaş akli ve müspet ilimler itibardan düşmüş ve
dersler daha ziyade fıkıh alanı içine kapanmıştı. Matematik, astronomi, felsefe
gibi dersler, her ne kadar, tamamıyle ortadan kalkmış değilse de, herhalde
ikinci planda kalmıştır. Hatta bu ilimlerden en ilkel bilgilere bile sahip
olmayanların en büyük medreseler müderrisliğine ve en büyük makamlara geçtiği
görülmüştür, ilim ve fikir âlemindeki bu gerilemeden, Murat IV.’e (1623-1640)
verdiği layihasıyle ün kazanan, Koçi Bey şöyle acı acı şikayet etmektedir:
«Halen tarik-ı ilim
dahi fevkalhad mütegayyir olmuştur ve aralarında cari olan kanun-i kadim
tenezzül bulmuştur. Mukaddema bir talib-i ilim danişmend olmak murad eylese
ulemadan birisi müteharrik olub evvelâ andan mahrac dersi okuyub istidad ve
liyakatini müşahede ettikten sonra müderrisinden birisine gönderirdi. Andan
birine böyle böyle haricde ve dahilde ve şahında nice müddet danişmend olub
badehu murad ettiği yerde karar edüb yolu geldikte mülâzim olub ruznâmçe-i
hümayuna namı yazılırdı. Hatta danişmendlerin eskileri ki muidlerdir, her
birine tetimme tayin olunub anda sakin olan suhtegân tayfasına ifade-i ulûm
ederlerdi. 1003 tarihine gelince şahın muidlerinin şimdiki müderrisler kadar
itibarı vardı... Tarik-ı ilim pek pak ve mazbut idi. Ol sebebden içlerinde
cahil ve ecnebi olmayub eğer kuzat eğer müderrisinden cümlesi ilm-u dini
mükemmel, ırz ve vekâr sâhibi adamlar olub müderrisliği halinde ilm-i şerife ve
mansıbı halinde din ü devlete istikamet ile hizmet edüb ibadullaha nef'i mahz olurdu...
Bu asırda da âlim ve cahil bir görülmeyüb erbab-ı ilm ü marifete imtiyaz
verilse zaman-ı kalilde yine evvelki mertebeye varırdı. "Menasıb-i ilmiye
şefaatle verilmek murad değildir. Âlim hangisi ise ana gerektir”» (bkz. Koçi
Bey Risalesi, Ebüzziya basımı, s. 39-43).
Öte yandan, aşağıda
kendisinden uzun uzadıya bahsedeceğimiz Kâtip Çelebi, Mizan-ül-hak fi
ihtiyar-il-ahak adh, küçük risalesinde îslamın ilk zamanlarında müspet
ilimlerin yasaklanması rivayetlerinden bahsederken, diyor ki:
«Fakat nice hali-yüz-zihin
kimseler sadr-ı evvelde vâki olan meni rivayetlerini hacer-i camid gibi
taklid-i mahaz ile tutub aslını tedbir ve mülâhaza etmeden red ve inkâr
eyledi. Felsefe ilimleri deyu zemme mübtelâ olub yeri göğü bilmez cahil iken
âlim geçindi. Evelem yenzuru fi melekûtilssemavati vel’ardı tehdidi
kulağına girmeyüb zemin ve eflâke nazar-ı bakar gibi göz ile bakmak sandı.
Devlet-i Osmaniye evailinden Sultan Süleyman zamanına gelince "Hikmet ile
şeriat ilimlerini cemeyleyen” muhakkikler iştiharda idi. Sonra ebü’l-fetih
Sultan Mehmed Han medaris-i semaniye bina edüb kanun üzere şuğl oluna deyu
vakfiyesine kayıd ve şerh-i mevakıf ve haşiye-i tecrid derslerini
tayin eylemişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diye kaldırub hidaye
ve ekmel dersleri okutmağı makul gördü. Yalnız ana iktisar, nâmakul
olmakla ne felsefiyat kaldı, ne hidaye ve ekmel kaldı ve bununla
suk-ı ilme kesad gelüb ehli inkıraza karib olmağla bazı kenarda Ekrad diyarında
yer yer kanun üzre şuğl eden talihlerin mübtedileri Rum’a gelip azim tafra
satar oldular» (bkz. Mizan-ül-hak fi ihtiyar-il-ahak, İstanbul, 1306, s.
10-11).
işte bu iki zatın
ifadelerinden anlaşılıyor ki, XVII. yüzyıl başında ve hatta daha XVI. yüzyılda
bile, Osmanlı Türk medreselerinde, akli ve nakli ilimler noktasından, bir
gerileme göze çarpmaktaydı.
Bu devirde
matematik üzerine, Hızır Halife Taberî adında bir zatın Cezire-i Erkam
adı altında, bir aritmetik kitabı ve Diyar-ı Bekirli Molla Mehmed Çelebi adh
başka bir yazarın geometri, astronomi ve başka ilimlerden bahseden eseriyle,
kendisinin koyduğu problemlere yine kendisinin verdiği cevaplardan meydana
gelme redd-ü kabul ve ecvibe adh bir eseri vardır. Murad IV.'m
müneccimbaşısı başka bir Mehmet Çelebi’nin de bazı ufak tefek astronomi
risalelerini biliyorsak da, bunlar kendilerinden ayrı ayrı bahse değer eserler
değildir.
Tıpta Larendeli
Siyahî-zade Derviş adında bir zat, Mısır’da uzun zaman gezip incelemeler
yaptıktan sonra ilaçların Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca ve Berberice adlarını
veren bir lügat kitabiyle Mecmuat-üt-tıb adlı manzum bir tıp kitabı
yazmıştır (bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 2039). Bu eserin ikinci adı da, Terceme-i
Molla Siydin müntahabat-i ihtiyarat-i şifa derbeyan-ı ilm-i tıb’dır. Eser
mevsimlerin tıbbi etkileriyle başlar. Kan alma, hacamat, nabız ve idrar bahisleri
iyice yazılmıştır. Sonra hastalıkları ve ilaçları tarif eder (tarihi 1615).
Yine
bu devir hekimlerinden Zeynelabidin bin Halil tarafından, Murat IV.'a takdim
edilmek üzere, Şifa-ül-fuad adında bir eser kaleme alınmıştır (bkz.
Üniversite kütühanesi, Yıldız, tıp, 260; Topkapı Sarayı kitaplığı, R. 1691, H.
577, E.H. 1818). Bu kitap daha ziyade yemek, içmek ve giyinmeğe ait sağlık
kurallarını anlatır. İlk dört bölüm bu işlerde kullanılan maddelerin
özelliklerinden ve etkilerinden genel olarak bahseder. Öteki bölümlerinde ayrı
ayrı her yemeğin, mesela hayvansal, bitkisel yemeklerin, yemişlerin
özelliklerinden, çiçeklerden, buhurlardan, mücevherlerden ve hatta saç uzatma
ve semirme ilacından da bahisler vardır. Eser XIX. yüzyılda, aynı yazarın çay
ve biber üzerine yazdığı risalelerle birlikte, Kahire'de basılmıştır. >
Bu devrin en önemil
tıbbi eseri, hiç şüphesiz, Murat IV.'ın başhekimi, bedbaht Emir Çelebi
tarafından yazılan Enmuzec-üt-tıb adh kitaptır. Bu eserin birçok nüshaları
İstanbul kütüphanelerinde bulunmaktadır. Emir Çelebi Mısır’da öğrenimini
tamamlamış, Kalavun-Mansuriye hastanesi hekimliğine atanmıştır (bkz. Enmuzec-üt
-tıb, Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 28, var. 2-3). Olumluğu için
büyük bir şey bilmiyoruz; o zaman ulemasının hayatlarını yazan Şakaik
zeyli Şihî'de adı bile geçmez. Daha önce yazdığı Neticet-ilt -tıb’da
söylediğine göre, İstanbul'da Unkapam'nda bir hekim dükkanı açtığını
bildiğimiz gibi, Kaptan Recep Paşaya mensup olup, tımar defterdarlığına ve
nihayet padişahın hekimbaşıhğına kadar yükseldiğini öğreniyoruz. Nihayet,
afyon kullandığı bahanesiyle ve düşmanlarının fitnelemesi üzerine, Nizip'te
Murat IV.'ın zorla yedirdiği çok miktarda afyondan zehirlenerek, 1048 hicri
yılında vefat etmiştir (o zamanın bütün vakayinamelerinde bu feci katlin
tafsilatı vardır). Herhalde eserlerinin incelenmesiyle, bu Emir Çelebi'nin
bilgili, özellikle zeki bir hekim olduğu anlaşılmaktadır. Enmüzec-üt-tıb,
bütün öteki tıp eserleri gibi, havanın, toprağın ve iklimin nitelikleri üzerine
bir sağlık bilgisi bölümüyle başlar; anatomiden kısaca bahsettik-
ten sonra,
hastalıkların ve ilaçların teker teker açıklanmasına geçer. Emir Çelebi,
kitabının önsözünde, yazarın, kendisinden önce yazılan eserlerden, hiçbir şey
katmadan, her şeyi almasının doğru olmadığını ve kendi deneylerinin
sonuçlarını da kaydetmesi gerektiğini söyler. Mesela sakomonya (mahmudiye otu)
denilen ilacın miktarı, gerek iklim ve gerek ilacın çıktığı yer yüzünden,
değişeceğini, onun için bu miktarı İbni Sina’nın Kanun undan olduğu gibi
alıp kullanmanın doğru olmayacağını, öte yandan Antakya sakomonyasınm
İstanbul’da Basra sakomonyası miktarında verilmesi yanlış sonuçlar vereceğini
sözlerine katar (bkz. Enmiizec-üt-tıb, var. 5-9). Kitabın son bahsi de
ilgi çekecek kadar önemlidir. Burada Emir Çelebi hekimlerin mutlaka anatomi
öğrenmelerinin pek gerekli olduğunu ve hele savaşta bulunan hekimlerin, ölen
askerlerin ölüleri üzerinde, anatomi bilgilerini genişletmelerini ve eğer bu
mümkün olmazsa, maymunlar, domuzlar üzerinde teşrih yapmalarını kuvvetle
tavsiye eder.
Bu devirde, dikkate
değer tıbbi bir eser daha vardır ki, o da Şirvanlı Şemseddin Itâkî adh bir
yazarın Teşrih-ill-ebdan ve terceman-ı kıbale-i feylesofan başhkh
kitabıdır (bkz. Üniversite kütüphanesi, T. 2662 ve Süleymaniye kütüphanesi,
Vehbi Efendi kısmı, 1476). Bu eser, önsözünde yazıh olduğu gibi, Murat IV.'ın
sadrazamı Recep Paşa zamanında kaleme alınmış olmasına göre, tarihinin
1629-1631 yılları arası olması gerekir. Yazarı bir zamanlar «dershane-i
İdris'te (yani tıp ilmini öğrenmede) izaa-i vakit» ettiğini (zamanını boşuna
harcadığını), fakat başka bazı ilimleri de öğrendiğini önsözde söyler;
sonsözde bir türlü bir baltaya sap olamayıp, açıkta kaldığından yanar yakılır
ve sonunda padişahın kendisine şeyh-ül-harem’lik hizmetini vermiş olduğundan
dolayı, dualar eder. Eser kısmen İbni Sina'nın Karun’undan, İbn Nefis’in Şerh-i
Teşrih-ül-Kanun’undan çevirme ve oldukça güzel resimlerle süslüdür. Önsöz
bitince, dört elemandan, mizaçlardan ve hıltlardan bahsettikten sonra, vücut organları
üzerine genel bilgi verip, anatomiye geçerek, baştan itibaren beden
bölgelerinin anatomisiyle uğraşır. Dölyatağının anatomisini yazarken, karşı
sayfaya bir kadın resmi yaparak, dölyatağının yerini ve fötüsün dölyatağında
duruşunu göstermeyi ihmal etmemiştir. Hatta bu bahsin arkasından embriologie’ye
dair bir fasıl bile vardır. Kalbin üç gözü olup bu organın asla hastalık kabul
etmediğini ve «buraya maraz tarî olursa helâkin mukarrer» olduğunu söyler. Yazar,
İbn Nefis’in, İbni Sina'nın Şerh-i Teşrih’te söylediğinin tersine
olarak, kalbin iki gözü olup, sağ taraftaki gözde karaciğerden gelen kanın
pişerek sol taraftaki göze geçtiğini ve oradan akciğere (öygen) gittiğini
söylediğini yazar ki, bu ifadeyle, İbn Nefis’in küçük kan dolaşımını en doğru
bir şekilde keşfettiğini anlayamamış olduğunu gösterir. Eğer İtakî bu noktayı
doğru anlamış olsa idi. Servetus’un keşfinden üç asır önceki, îbn Nefis’in bu
yüksek keşfi Türkiye tıp âlemine geçmiş olacaktı.
Fikrimizce kitabın
en önemli kaynağının, yazarın açıkça söylememesine rağmen, Mehmed Mansur bin
Ahmed’in Kitab teşrih-ill -beden (kaleme alınış tarihi IX. hicri yüzyıl)
adh ve resimli Farsça anatomi kitabı olduğu düşünülebilir; tertibi ve resimleri
tamamıyle ona benzer (bu eser için bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat. man. pers.,
15$5, s. 96). Bu son kitap, İslam tıp âleminde pek meşhur olmuş ve hatta 1265
yılında Hindistan’da Luknov’da Teşrih-i Mansurî adı altında basılmıştır.
[Ek-36].
Bu devirde,
1638-1639 yıllarında elkimya ile uğraşan iki kişi altın yapmak hevesine
düşerek, bu uğurda başlarını vermişlerdir. Bunlardan biri, Magripli, öteki de
Düruz eşrafından Muin-oğlunun kızıdır. Bu kız, altın yapacağı bahanesiyle,
Murat IV.’tan para sızdırmış ve bu parayı keyif ve sefahatine sarf ettikten
sonra, tabii, bir şey yapamamış ve idam olunmuştur (1).
Mehmet IV.
zamanında, iki saray hekimi, padişahın emriyle, birer tıp kitabı yazmış ve
bunlarda memleketimizde çıkan yeni hastalıkları tarif etmişlerdir. Bunlardan
biri hassa tabipleri başhekimi Halepli Salih bin Nasrullah bin Sellum’un (ölm.
1670) Gayet-ıd-beyan fi tedbir beden-il-insan başlığıyle, 1655’te
padişaha takdim olunan eserdir ki, padişah bu eserden memnun olarak, yazara
samur kürk giydirmiştir. Yazar, önsözünde, tıpta yeni yeni ilerlemeler olduğunu,
padişahın bunların memleketimizde de duyulmasını arzu ettiğini bildirmektedir.
îlk bölümde sağlığın altı elemanı olan hava, besinler, içecek şeyler, vücut
idmanları, ruhî idmanlardan (uyku, nefsin istekleri yönündeki hareketler)
bahsettikten sonra, tedavi usullerini söylerken, kan almanın o kadar lehinde
gözükmez ve bu noktada, Hippokrates’in «tabiat, hastalıkların seyri sırasında,
pekala etkili olur; bizim için onun işine yardım etmek yeter» düsturunu ileri
sürer, ilaçlar bahsinde hiç verilmemesi gereken ilaçları pek dikkatle bildirir.
Bileşik ilaçlar bölümünde, özellikle Batı yazarlarından Nikolaus adına
rastlıyoruz. Bu kitabın Fransızcasında bu yazarın kim olduğunu bulamadığımı
yazmıştım. Sonradan Isis ilim tarihi dergisinde Dr. Sarton, kitabın
eleştirisini yazdığı sırada, bu Nicolaus’un, eğer İskenderiyeli Nicolas
Myropsos değilse, Salernolu Nicolaus olacağını ihtar etmişti. Gerçekten,
Nicolaus Myrepsos, 1280 tarihinde bitirdiği meşhur Dynameron adh
kitabında, bileşik ilaçlar, özellikle merhemler hakkında önemli tafsilat verir.
Bu eserin bir de Latince kısa çevirisi vardır. Salih Nasrullah’ın bu kitabı,
yahut ondan alınma Arapça bir kitap görmüş olması muhtemeldir (bkz. G. Sarton,
Introduction to the History of Science, II, 239, 1094). Yeni ilaçlardan,
mesela ether’den (ruh-i zâc) bahsettiği gibi, yeni hastalıklardan frengi ve
plica polonica denilen, bit ve pislikten saçların birbirine yapışmasından
ibaret olan bir hastalık ve humma-i dakkî ile iskorbüt de anlatılmıştır (bu
yazma için bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 230). Halep’ten
İstanbul’a gelerek, İstanbul kadısı, sonradan «ser etibba-i hassa» (hekimbaşı)
olan yazarın Arapça birçok eserleri arasında Gayet-iil-itkan fi tedbir
beden-il-insan adh biri ve daha önemli olmak üzere, Gaye fi’t-tıb
adh başka bir kitabı daha vardır ki bunda iç ve dış hastalıkları, deri
hastalıklarıyle (bu bahiste kadınların kullanacağı kozmetikler de vardır)
madensel ve bitkisel zehirlerden bahsolunur (birinci eser için bkz. Köprülü
kütüphanesi, 975, Topkapı Sarayı kitaplığı, Y. 1011; ikinci için bkz. Berlin,
Staatsbibliothek, Kat. der arab. Handschriften, 6315).
Yine Berlin
kütüphanesinin Arapça yazmalar kataloğunda 6352/3 numarada, Tıbb-iil-cedid
ellezi ahtere’uhü Barakelsus adiyle Arapça başka bir eser de yine bu
yazarın adiyle kayıtlıdır. Gerçi Brockelmann bu eserin Gayet-Ül-itkan\n
bir parçası olduğunu söylemekteyse de, Sanartus ve Nicolaus’tan Süleyman bin
İbrahim adında birinin yardımıyle Arapçaya çevirdiğini ve bunu sonradan hekim
Ömer Şifaî’nin Türkçeye çevirdiğini göreceğiz. Yine aynı kütüphanede Osvvald
Croll’ün (ölm. 1609) Basilica Chymica adındaki eserinin Arapçaya Salih
Nasrullah tarafından çevirisi vardır. Bunlardan Paracelsus’tan yapılan
çevirinin bizim için dikkate değer tarafı Türk kitaplarında ilk defa olarak,
bu Alman bilgininin eserlerinden ikisinin (Paragranum, Paramirum)
adlarının verilmiş olması ve kimyaya dair bölümlerin çevrilmiş bulunmasıdır. Bu
eserin Salih Efendiden sonra gelen Paracelsus mütercimleri için daimi bir
kaynak olduğu anlaşılmaktadır. [Ek-37].
Salih Nasrullah’ın Gayte-ül-itkan’mvn
şeyhülislam Feyzullah Efendi emriyle Sultan Ahmet hastanesi başhekimi Mustafa
Feyzullah tarafından Nüzhet-ül-ebdan fi tercemet-il-itkan adiyle
Türkçeye çevrildiğini biliyoruz. Fakat mütercim, eseri temize çekmeden ölmüş ve
oğlu kazasker Yahya Efendi, Fatih hastanesi başhekimi Ahmed Ebül-es’ad adında
bir zata bu işi yaptırarak, adını da vermiştir. Yalnız eserde Paracelsus’un tıp
kimyası üzerine hiçbir bahis yoktur. Ancak mütercimin, daimi hummalar bahsinde
kınakınanın keşfi ve kabuğunun faydaları üzerine, ilgi çekecek ilaveleri
vardır (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 225).
Mehmet IV.'in
yazdırdığı ikinci eser de saray hekimlerinden Hayatî-zade Mustafa Feyzi’nin, Resail-ül-müşfiye
fi emraz-il-müşkile adlı beş risaleden meydana gelme —ki, buna Türkiye
hekimleri arasında Hamse-i hayatî adı verilmiştir— Türkçe bir tıp
kitabıdır (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 345; Topkapı Sarayı
kitaplığı, R. 1680, H. 550 ve A. 2126). Tam bir nüsha olan bu yazmada Risale-i
maraz-i efrenc, Risale-i merakiye, Risale-i sevday-i merakiye ve Ri sale-i hummay-i dakkî, Risale-i
maraz-i
pilika adh beş risale vardır (1). Birinci risale karında olan ve sevdayî
(atrabilaire) olmayan hastalıkları, yani, mide, karaciğer hastalıklarını
anlatır ve bu hususta «Latin etibbasından müzakeresi sebk eden» bilgileri de
yazmış, özellikle, çoğu zaman adını Senartus olarak yazdığı Breslau’h Daniel
Sennert'in (1572-1637) gözlemlerinden bazılarını vermiştir (2). Batı
hekimlerinden adını verdiği ikinci kişi de Frenelius=Jean Frenel’dir (3). Bir
de Rivierus adı geçer (4).
Sevday-i
merakıyeden bahseden ikinci risalede akıl hastalıkları tarif olunuyorsa da,
bunların da özel sebepleri yine karındaki organların bozulmasına ve hıltların
yanmasının şiddetine verildiği için, bu hastalıklara yan karın bölgesinin
adından alınarak, merakiye sıfatı verilmektedir. Bu risalede de yine
Sennert’in adına rastlanır. [Ek-38],
Frengiye ait olan
üçüncü risalede yazar, XVI. yüzyılın tanınmış bilgini, adı yukarıda geçen,
Girolamo Frocastro'nun (1483-1553) ünlü Syphilis manzumesinden ve başka
Batı hekimlerinden alarak, hastalığı gayet iyi bir şekilde anlatmakta ve
nitelemekte olduğu gibi, çeşitli tedavi usullerini, özellikle civa tedavisini
söylemektedir. Bu arada İspanyah Nicholas Monardes’in (ölm. 1578) Amerika
bitkilerihakkındaki görüşleri de kaydedilmiştir. Dördüncü risale, plica
polonica adh deri ve saç hastalığının Türkiye’de çok görülmediği, ama bunu
bilmenin gerektiğini söyleyerek, lüzumlu bilgiler verildiği gibi, beşinci
risalede fena tabiatlı (habis) hummalı hastalıklar üzerine bilgi verilmektedir.
Burada Luis Mercado, özellikle Rodrigue Fonseca adındaki Batı hekimlerinden
alınmış bilgilere rastlanır. Bunlardan Portekizli Fonseca, Latince bir eser
yazarak, XVI. yüzyılda Almanya’nın Aşağı Pfalz eyaletinde hüküm süren bir
ateşli hastalıktan bahsetmiştir. Yazar, bu hummaya maligna sıfatını
verdiği gibi, bizim Hayatî-zade de bu sıfatı, Latincesinin anlamı olan «habis»
kelimesiyle çevirdiğini söylemiştir (1). Bu hastalık hakkında İspanyah Luis
Mercado (1520-1606), 1574’te bir eser yazarak bu hummayı tarif etmiş ve tıp
tarihçileri bu hastalığı, bugün bildiğimiz, typhus hastalığına benzetmişlerdir
(2). Fakat Hayatî-zadenin eserinden bu hastalığa bugün ne dendiğini anlamak çok
zordur; çünkü, yeni bilgileri, eski bilgilerle karıştırarak, içinden çıkılmaz
bir hale getirmiştir.
İşte önemli tıp
eserlerinden bahsettiğimiz bu iki hekimden birincisi, yani Halepli Salih
Nasrullah bin Sellum’un dönme olduğu ve Latince veya Rumca bildiği söylenmekte
olduğu gibi, İkincisi, yani Hayatî-zade Mustafa Feyzi Efendi, Şakaik
zeylini yazan Şeyhîye göre, Musevîden dönme olup Mehmet IV. devrinde Halepli Salih'in
yerine 1080 yılında hekimbaşı olmuş ve 1103 yılında vefat etmiştir (sırayla
hekim yetiştiren bu aileden, Ahmet III. zamanında, aynı memuriyete geçen başka
bir Hayatî-zade Mustafa Feyzi Efendi daha vardır ki, bu zat evvelkinin
torunudur).
Şurası muhakkaktır
ki, bu dönme Türk hekimi, çoğu zaman Batı yazarlarından faydalanmıştır. Zaten
kendisi eserinin başında, «Latin etibbasının fudalâsından mütalaa ve müzakerem
sebk eden mahaller» diye karışık bir ifadeyle. Batı eserlerini okuduğunu yahut
müzakere ettiğini söylüyor. İsimlerin çoğu zaman yanlış yazılmış olması bize bir
dereceye kadar gösteriyor ki, Hayatî-zade okumadan ziyade, o zaman İstanbul’da
bulunan gayri Müslim hekimlerle müzakere etmiştir. Ama dönme olduğu için, bir
yabancı dil bilmesi de ihtimalden uzak değildir (3). Bu zatın Ali Emirî Efendi
kütüphanesinde (tıp, No. 29) bir Akrabadin kitabı da vardır.
İşte bu devirde
bazen Batı eserlerinden, ya ağızdan toplama veya aktarma suretiyle, meydana
getirilen bu çeşit eserler, artık Türkiye’de, bir Batı tıbbı bulunduğundan
haber alınmış olduğunu göstermekle birlikte, hiç birisinde ne bir sistem ve ne
de bir senteze rastlanmadığı gibi, XVII. yüzyılda Avrupa’da tıbbın
ilerlemelerinden hiçbir habere rast gelinmez; hatta bu eserlerde, Batı yazarlarından
yapılan aktarmalara rağmen, başlıca hâkim olan düşünceler Galenos ve İbni
Sina’nın düşünceleridir. Mesela yine bu devirde Mehmed bin Ahmed bin İbrahim
adında, hayatını bilemediğimiz bir zat da Budin=Budapeşte’de vali Hüseyin
Mustafa Paşanın emriyle İbn-ül-Baytar’ın Ki.tdb-ikl-mu.gni
fi’l-edviyet-il-müfrede adındaki ünlü eserini Türkçeye hem çevirmiş, hem de
açıklamış ve çeviriye Mualecat-i Şeyh ibn-ül-Baytar, Levazim-ül-hikme
adını vermiştir.
Halbuki, Sakızlı
bir Rum aileye mensup olan Alexander Mavrocordato (1), İtalya’nın Padua
üniversitesinde tıp tahsilini ikmal ederek, kan dolaşımında akciğerlerin rolü
üzerine, Latince bir tez neşretmiştir (Pneumaticon instrumentum circulandi
sanguinis, Bologne, 1664; bkz. Paris, Bibi. Nat, 8 tb., 3629). 150 sayfa
kadar tutan bu küçük eserde, yazar büyük bir yetkiyle, önce Hippokrates, Galenos
ve Vesalius’un kan dolaşımı üzerine düşüncelerini özetledikten sonra, W.
Harvey’nin kan dolaşımını buluşunu açıklayan meşhur De motu cordis
adındaki kitabını tartışmaktadır. Yazar Alexander Mavrocordato, Divan-ı hümayun
tercümanlığında önemli bir itibar ve nüfuz kazanmış, Karlofça Antlaşmasının
müzakerelerine katılmış ve Sadrazam Köprülü Hüseyin Paşa ve reis-ül-küttab Rami
Efendinin yanında üçüncü kişi olarak, devletin en nüfuzlu adamlarından biri
kesilmiştir. Buna karşılık, hekim olarak, Türkler arasında hiçbir şöhrete
erişememiş, hatta, meslektaşları üzerinde, hiçbir ilmi etki yapamamıştır. Bu
ciheti, onun zamanında yazılan eserlerde yeni kan dolaşımı teorisine dair bir
tek söze bile rast gelememekle, pekala anlayabiliriz. [Ek-39], (Ayrıca bkz. Ek
3 ve 15).
İşte XVII. yüzyılın
son senelerine kadar, Türkiye'de tıp ilmi için söyleyeceğimiz sözler özet
olarak yukarıki sayfalardadır. Fakat, eğer Kâtip Çelebi bu devirde yaşamamış
olsaydı, öteki ilimler için de büyük bir şey söyleyemezdik. Ama çok derin ve
üstün bir araştırıcı ve inceleyici olan, Kâtip Çelebi’nin, hayatı ve o zamanki
ilim üzerine etkisini anlatmaya başlamadan önce, birkaç eserden bahsedebiliriz.
Bu eserlerden biri, yukarıda adı geçen Kazvinî’nin Acaib-ül -mahlûkat’ının
Sürurî tarafından başlanan çevirisinin (yukarı bkz.) Mehmed bin Mehmed
Radosî-zade tarafından tamamlanan kısmıdır. ilk kısmiyle bu kısım karşılaştırılırsa,
Rodosî çevirisinin durumu, Sürurî’den Rodosî'ye gelinceye kadar, Osmanlı
Türklerinde ilim çöküntüsünü bize pekala gösterir. Hele mütercimin
kendiliğinden kattığı parçalar oldukça böncedir; mesela dağların, nehirlerin
nasıl meydana geldikleri üzerine ileri sürdüğü şeyler hep finaliste (erekçi)
bir görüşle yazılmış, manasız şeylerdir. Mehmet IV.'e sunulan (1685) bu eserin
Paris'te milli kütüphanedeki nüshası (Blochet, Cat. F.T. 1063) pek süslü
ve resimli bir nüshadır. Burada Topkapı Sarayı Revan Köşkü kütüphanesindeki
nüshayı görmek, ne yazık ki kısmet olmadı. Paris nüshasındaki resimler, bir
mutaassıbın eliyle kazınmış olduğu için, bunlara dair bir şey söyleyemiyoruz.
Radosîzade, Ayasluk'ta doğmuş ve 1113 hicri yılında İstanbul'da vefat etmiştir.
Kendisinin Ibn Hallikân çevirisinden başka Arapçadan diğer çevirileri de
vardır.
Bundan başka,
Viyana kütüphanesinde (Flügel, Kat. No. 1459) Mecmuat-üs-sanayi
namıyle çeviri bir esere rastlanır ki, Bitlis hanı Abdal Hanın emriyle, adı
bilinmeyen bir zat tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilmiştir. Bu kitabın
Farsça bir nüshası British Museum’da (Rieu, Cat. II, 489, add. 1796)
bulunmaktadır; yazarı Hint -Türk imparatoru Evreng Zib'in zamanında yetişmiş
Zeynelabidin adında bir zattır. Eserde değerli taşların yapılması, birçok madenlerin
eritilmesi, panzehirlerin hazırlanması, özellikle altının minyatürlerde
kullanılmak üzere varak haline getirilmesi, fildişinin boyanması, kaş ve
tırnak boyası, kıhç ve hançere su verme ve zehirli maddelerin bunların üzerine
sürülmesi ve rugan-i üsküdarî dedikleri feu gregeois'nın (1) yapımı,
bağdadî kağıdın yapılması, özellikle gizli mürekkep elde edilmesi
üzerine gerçekten merak verici bilgiler vardır. Bu eserin, müspet ilimler
açısından, özel bir değeri olmasa bile, o zamanlar, Bitlis ve civarında İran
ve Hindistan ilim ve sanatının etkisini, hele ince sanatlara olan düşkünlüğü
göstermesi bakımından önemlidir. Özellikle eserin son Bitlis hanı, ilim ve
sanatın koruyucusu, Abdal Han tarafından Türkçeye çevirtilmiş olması dikkate
değer. Abdal Han 1655 yılında Osmanlılar tarafından mağlup ve esir edilerek
İstanbul’a getirilmiş ve burada idam edilmiştir (bu zatın kitapları,
hezarfenliği hakkında bkz. Evliya Çelebi, Seyahatname, IV, 100, 245).
Bitlis’in nasıl bir ilim yuvası olduğuna ve oradaki medreselerin sayısına ve
ilim erbabının faaliyetine dair Şeref bin Şemseddin'in Şeref name sinde
(bkz. Üniversite kütüphanesi, Fars, yazma, 233, ves. 106-110, Türkçe çevirisi
Topkapı Sarayı kitaplığı, R. 1469) önemli tafsilat vardır (bir de Journal
Asiatique’in Avril-Juin 1937 nüshasında Armenag Sakiziyan’ın Evliya Çelebi Seyahatname'
sinden özet bir makalesi vardır). Kısacası, Şeref name ve başka eserler
okunursa, Bitlis hanlarının Anadolu’nun doğusunda ilme hürmet ettikleri ve
orada bir hayli bilgin yetiştiği anlaşılıyor ki, Kâtip Çelebi’nin, son
zamanlarda, Doğu Anadolu'nun ilimde kendini gösterdiğini söylemesi de bunu
doğrular.
♦ ♦ ♦
Türkiye ilim
tarihinde XVII. yüzyılın ilk yarısı, bizim Kâtip Çelebi, Avrupahların ve bazen
bizim de Hacı Kalfa dediğimiz Mustafa bin Abdullah’la, oldukça dikkate değer
bir devir halini almıştır. Batıda Keşf-üz-zunun (1) adıl meşhur
bibliyografyasıyle, pek tanınmış olan, Kâtip Çelebi çoğunluk tarafından yüksek
bir bibliyografya uzmanı ve her telden çalan bir yazar gibi sayıldığı halde,
bazılarınca zamanın büyük bir bilgini gibi görülmüştür; biz bu sayfalarda,
hayat ve eserlerinden mümkün olduğu kadar kısa, fakat gerçeğe en yakın bir
yolda bahsederek bu önemli simanın Türkiye ilim âlemindeki yerini belirtmeye
çalışacağız.
Kâtip Çelebi’nin en
iyi hayat hikayesi, ünlü kişilerin biyografilerini toplayan, Süllem-ül-vusul
ilâ tabakat-il-fuhul (bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 1877) adlı kitabında
kendi tarafından yazılmış kısımla sonradan Mizan-ül-hak'ta yazdığı son
kısımdan alınarak meydana gelir ve başka biyografilere baş vurulmasına lüzum
kalmaz.
Asıl adı Mustafa
olan bu zat, annesinden işittiğine göre, İstanbul’da, 1017=1608 yılında
doğmuştur. İstanbul uleması arasında Kâtip Çelebi ve din mensuplarınca Hacı
Halife=Hacı Kalfa diye anılırdı. Babası Abdullah (büyükbabasının adından bahis
yoktur), Enderun'a girmiş ve oradan silahtarlık hizmetiyle çıkmıştır. Kendisi
bilginler ve şeyhlerin toplantılarına devam eden bir zat olup, oğlunu hemen
özel öğretmenlerden okutmaya başlamıştır. Kâtip Çelebi, çocukluğunda Kuranı
yarısına kadar ezberlediğini ve on dört yaşında «Muhasebe-i Anadolu» denilen
kaleme günde 10 dirhem ücretle atandığını hikaye ettikten sonra, 1033=1623
yılında, Abaza Paşa isyanını bastırmaya giden kuvvetle, Kayseri civarındaki
cezalandırma hareketine, babasının yanında, katılmış olduğunu ve 1035 = 1625'
te Bağdat seferine gittiğini ilave eder. Aynı yılda Bağdat'tan umutsuzluk
içinde dönerken, Musul’da babası vefat ediyor ve genç Kâtip Çelebi, amcasıyle
kalıyor; o da Nusaybin dolaylarında ölünce, Diyar-ı Bekir’e ve orada, baba
dostlarından birinin aracılığıyle, «Mukabele-i süvari» kalemine çırağ ediliyor.
Erzurum seferine 10361037=1626-1627 sıralarında katıldıktan sonra, İstanbul’a
dönünce, Kadı-zade Efendinin derslerine devam ediyor, fakat 1039=1629'da,
Husrev Paşa maiyetinde, yeniden Bağdat ve Hemedan seferlerine katılıyor ve bu
defa hayli sıkıntı çektiğini söylüyor (1).
1041 = 1631’de
İstanbul'a dönünce, yeniden Kadızade Efendinin derslerine devam etmişse de
1043=1633’te Tabanı Yassı Mehmet Paşa kumandasındaki orduyla Halep'e gelmiş ve
oradan Hicaz’a giderek hac vazifesini ifa etmiştir. Halep'ten DiyarıBekir'e
dönüp orada yine ulema ile konuşma ve görüşmeye başlamışken bu defa Murat
IV.’ın Revan=Erivan seferine katılmıştır. Bu seferden İstanbul'a gelince
«artık yeniden cihad-ı as gar 'dan (yani savaştan) sonra cihad-ı
ekber’e (yani bilgiye)» dönmüştür (bkz. Mizan-ül-hak). Halep’te kaldığı
sırada sahaf dükkanlarını dolaşıp, bir hayli kitap toplamış ve İstanbul’a
dönüşünde bunları okumaya koyulmuştur.
Halep'te yalnız
adlarını not ettiği kitaplardan birçoğunu da İstanbul’a gelince, zengin
akrabasından birinden miras kalan parayla, satın almıştı. Paranın bir kısmiyle evini
barkını ve geçimini yeniden düzene koyan Kâtip Çelebi, artık sefere
gitmeyerek, İstanbul'da
kendini tamamıyle ilme vermiş bulunuyordu. Bu sırada Ârec Mustafa Efendiden
tefsir ve başka dersler okumaya başlamış, bir yandan da Ayasofya’da müderris
Kürt Abdullah Efendiyle Süleymaniye’de müderris Keçi Mehmet Efendiden ders
dinlemeyi de ihmal etmemiştir. Akli ilimlerde Abdullah Efendiden faydalandığını
söyleyen Kâtip Çelebi, Keçi Mehmet Efendiden ancak Arapçada faydalandığını da
söyler. Sözün kısası, on yıl kadar, okumak ve hatta bazen mum ışığı önünde
sabahlamak suretiyle, çalışmış ve on yıl kadar da kendisine gelen öğrencilere
matematik ve astronomi okutmuştur. Nihayet, 1055=1645’te çıkan Girit seferi
dolayısıyle, denizlerin durumlarını ve harita kullanmayı öğrenmiş ve «bu
husustaki risaleleri tamamıyle» görmüş olduğunu söyleyen Kâtip Çelebi, mensup
olduğu divan kaleminde “halifeliğe” geçemediğinden umutsuzluğa düşerek bir
köşeye çekilmiş ve bu zamanda yine ilim, özellikle coğrafya ile meşgul olduğu
gibi, Ârec Mustafa Efendinin derslerine devamla geometri ve astronomide
ilerlemeye çalışmıştır. Bir aralık hastalanan Kâtip Çelebi, bir süre de «ilm-i
huruf ve esmâ ve havas (1) okumak sayesinde mizacına itidal» geldiğini de söylemektedir.
İşte bundan sonra, Kâtip Çelebi kalemin ikinci halifeliğine atanmışsa da,
«emr-i maaş için (geçim için) haftada bir iki gün kaleme varub» öteki
zamanlarda eserlerini yazmakla meşgul olmuş, kısacası geniş, yorucu ve
aralıksız bir çalışma içinde 26 eylül 1656= 1067'de, henüz 50 yaşını
doldurmadan, Fatih camiinin kuzey tarafında kendi malı olan evde, belki aşın
çalışmanın şiddetinden bir beyin sektesi=ictus sonunda, ansızın vefat
etmiştir (vefatı için bkz. Miyar-iid-diivel ve misbar-iil-milel,
Üniversite kütüphanesi, Yıldız, hususi, No. 21; evi için bkz. Veliyüddin Efendi
kütüphanesi, Keşf-ilz ■Zünün
nüshasının sonundaki kayıt).
İşte, hayatını
yukarıdaki satırlarda özetlediğimiz Kâtip Çelebi, muntazam bir medrese öğrenimi
görmemiş, en ziyade hoşlandığı müspet ilimler üzerinde çalışmakla birlikte
nakli ilimleri de ihmal etmemiş bir zattır. Olumluğunda kendisinin
«hanefiy-ül-mezheb ve işrakıy-ül-meşreb» olduğunu söyler ki buradaki işrakî
deyimi, üzerinde durmaya değer. Bilindiği gibi, Batı dillerine philosophie
illuminative diye çevrilen bu «işrakî mezhebi», Allahı bilmek için riyazet
ve nefisle savaş yolunu, bir peygamberin irşadına lüzum görmeden, takip
edenlerin mezhebi olmak bakımından Kâtip Çelebi’nin bu anlamda işrakî olması
asla akla gelemez; ancak Mizan-iil hak’ta ömrünün son zamanlarında
rüyada Peygamber'i görüp onun, kendisine akli ilimler yanında şer’i ilimler ve
Peygamberin adiyle meşgul
olmasını emretmiş olması, son zamanlarda Kâtip Çelebi'nin şer’iyatı ihmal
ettiğine delalet edebilir. Medrese öğrenimini düzenli bir yolda tamamlamamış
olduğundan, zamanını ulemay-i rüsumu (şekilci din bilginleri) ona itibar
etmemişler ve âdeta yan gözle bakmışlardır.
Kâtip Çelebi’nin
müspet ilimler üzerine olan eserlerinden aşağıda sırasıyle bahsetmeden önce,
son eseri olan küçük Mizan-iil-hak risalesini kısaca anmak, onun müspet
ilimler hakkındaki görüşlerini belirtmek bakımından, lazımdır (1). Bu küçük
eser, Avrupah yazarlar tarafından, gereği gibi incelenmiş değildir. Mesela, İslâm
Ansiklopedi si’nde J.H. Mordtmann ve Geschichtschreiber der Osmanen yazarı
Fr. Babinger bu risaleden «birkaç şer’i meseleyi tartışan bir eser» diye
bahsederek geçmişler ve öte yandan bazı Türk yazarları da eserin değerini pek
yüksek göstermek hevesine düşmüşlerdir. Gerçekten Mizan-iil-hak, müspet
ilimler ve felsefenin bir savunması olduktan başka, yazarın bu ilimler ve bu
ilimlerle dinin uzlaştırılması üzerindeki düşüncelerini bize bildirmesi
bakımından önemlidir. Nitekim, eserin önsözünde yazar, devrinin taassubundan
acı acı şikayet ederken, müspet ilimlerin lüzumunu savunduğu gibi, İslam
âleminde ilim tarihinin kısa bir özetini de vermektedir. Mesela Abbasîler
zamanında müspet ilimlerin kavuştuğu itibar ve rağbet mevkiini bildirmeden
önce İslamlığın ilk zamanlarında «kavaid-i îslâmiye rüsuh ve istihkâm bulmadan
gayri ilimlere şuğlü tecviz etmediler. Men’i babında azim şiddetler
gösterdiler hatta Hazret-i Ömer, Mısır fethinde nice bin cilt Yunan kitapları
yaktırdı» demek suretiyle meşhur İskenderiye kütüphanesinin yakılmasını,
yanlış olarak, Halife Ömer'e yüklüyor; fakat sonradan Abbasîler devrinde,
«ehl-i Islâm hakayik-ı eşya ilmini (yani müspet ilimler) bilmek mühimdir» diye
“evail” yani Yunan kitaplarını^ Arapçaya çevrildiğini söylüyor. Yukarıda da bir
münasebetle söylediğimiz gibi, Kâtip Çelebi, felsefe ve müspet ilimlerin
medreselerden kaldırıldığını, bu yüzden de «Rum’da suk-ı ilme kesad gelüb bazı
kenarda ekrad diyarında çalışan talebe İstanbul'a gelüb» caka satar
olduklarını açıkça söyler (bu kısım, Mizan-iil-hak, Şinasi baskısından,
s. 5-9, özetlenmiştir), işte Kâtip Çelebi, böylece, müspet ilimlerin,
felsefenin öğrenimi lüzumunu ısrarla savunduktan sonra bu lüzumu ispat için,
meşhur geometri bilen kadı ile bilmeyen kadı örneklerini tıpkı Molla Lütfi bahsinde
gördüğümüz gibi tekrar eder; bundan sonra, müspet ilimlerle çarpışan bazı
şer’i meselelerde mesela altı ay gece, altı ay gündüz olan yerlerde namaz ve
oruç vakitlerinin tayini gibi şeylerden bahseder. Kısacası, Kâtip Çelebi bu
küçük eserde taassup ehlinin takılıp kaldığı meseleleri, serbest bir fikirle,
rasyonal bir surette çözümlemeye çabalamıştır.
Bu çok yazan ve her
şeyden bahse kalkışan (polygraphe) yazarın belki yirmiden fazla eseri varsa
da, bunların tarihe ve başka dallara ait olanları tabii bizi burada
ilgilendirmez. Biz, önce coğrafya ve kozmografyaya ait olan Cihannüma
adh baş eserinden bahsedeceğiz:
Yazılmasına
1648=1058 yılında başlanan Cihannüma (1), genel coğrafya olacağı
önsözde söylenmiş olmasına rağmen, ancak bir önsöz girişle, Asya kıtasında,
Türkiye’nin doğu sınırlarına (kuzeyde Erzurum vilayeti ve güneyde
Irak-Mezopotamya) kadar, olan memleketlerin nitelendirilmesidir, buna göre
eksik kalmıştır. îki defa, iki şekilde yazılan Cihannüma nm birinci
şeklini tamamıyle kapsayan nüshanın ortada mevcut olmadığını bütün müsteşrikler
söylemektedir. Bu eserin yazmaları hakkında en toplu araştırmayı yapan Fr.
Taeschner, Mitteilungen des Seminars für orient. Sprachen zıt Berlin XXIX.
de Zur Geschichte des Djihannuma adh Makalede Avrupa ve İstanbul
kütüphanelerindeki bütün Cihannüma nüshalarını incelemiş ve değerli bir
makale yazmıştır (yalnız en güzel nüshalardan biri olan Paris nüshasını
görmemiştir) (2). Bu makale okununca özetle edinilen fikir şudur ki Cihannüma
yazmalarının çoğu, Kâtip Çelebi’nin vefatından sonra, o zamanlar artık moda
olan coğrafyanın heveslileri tarafından oradan buradan kopya edilmiş, bazen
eksikler ve bazen de ilavelerle dolu birtakım nüshalardır. Yalnız Taeschner’in
de dikkatini çektiği gibi bu nüshaların en önemlisi Viyana kütüphanesindekidir.
Bu yazarın makalesinde ifrat derecede çoğaltılmış notlarla karışık, uzayıp
giden açıklamalarından ve bir hayli hipotezlerinden çıkan sonuç şudur ki, bu
Viyana nüshasının (Flügel, Kat. II, 3282), bir yandan Cihannüma’mn
birinci şeklinin, öte yandan da ikinci şeklinin bir müsveddesi olması
gerekmektedir. Çünkü birinci şekilde Batı eserlerinden bahsedilmemiş olması
lazım gelirken, kitabın kenarında Batı yazmalarından özellikle Ph.
Cluverius’tan aktarılan birtakım bilgiler bulunması bunu göstermektedir. Öte
yandan, Fr. Taeschner, Rumeli ve Bosna coğrafyası m ve Hammer’in
Almancaya çevirdiği (Viyana, 1812) kısmı da ilk şekil Cihannüma’mn
tamamlayıcı bir parçası gibi görmektedir. Bu uzun ve faydalı makaleyi meraklı
okuyuculara tavsiye ederek, bugün ikinci şekli mükemmel nüshalar halinde
elimize kadar gelen bu eserin tertibi tarihi ve tarzı hakkında tartışmaya
girmekten kaçınmayı tercih ediyor ve yalnız, bu hususta bizzat Kâtip Çelebi
tarafından verilen bilgileri aktarmayı uygun buluyoruz:
Bir kere Kâtip
Çelebi, Keşf-üz-zunun'da (1652'den önce) Cihannüma’mn iki bölümü
bulunduğunu, birincisinin yalnız denizlerden, nehirlerden, adalardan ve ikinci
bölümün de karalardan, alfabe sırasıyle, şehirlerden hicretin VII. yüzyılından
sonra keşfolunan memleketlerden bahsettiğini yazar. Öte yandan, Cihannüma’ya
da aldığı Atlas minör çevirisi önsözünde, girişi ve denizler üzerine
olan kısmı yazarken, Büyük Britanya ve İzlanda adalarına gelince, bunların
tanımlamalarının, Doğu eserlerinden pek eksik olması dolayısıyle, Avrupa
eserlerine baş vurmadan kabil olamayacağını anladığını ilave eder. Bu sırada
Kâtip Çelebi Abraham Ortelius’un Theatrum orbis terrarum ve Mercator’un Atlas
major'umı (1) görüyor ve bunlardan bilgi almak ve haritalarını aktarmak
hevesine düşerek, Cihannüma'yı yazmakta, kendi deyimiyle, fütura (umutsuzluğa)
uğruyor. Eğer, yazarın bu kendi sözlerine bakılırsa, eserin birinci kısmı
ancak denizleri ve bir de bir girişi içerisine alıyordu. İşte, Kâtip Çelebi bu
umutsuz duruma düşmüşken A. Ortelius'un coğrafyasını Kara Çelebi-zade Mahmut
Efendinin terkesinden tedarike çalıştığı bir sırada Atlas major’un
muhtasarı
olan (?) Atlas
minor'u bulduğunu söyler (1). Öte yandan, güzel bir tesadüf eseri olarak,
«fenn-i coğrafya kavaidine vakıf ve lisan-ı Latin dekayikma arif sabıka Fransa
diyarından şehrimize gelen» Şeyh Mehmet Efendi ile tanışır (2). Bu Şeyh Mehmet
Efendi, az zamanda Türkçe öğrenmiş olup, Atlas minor’un çevirisini Kâtip
Çelebi’ye ağızdan anlatmış, o da çeviriyi Levami-ün-nur fi zulumati Atlas
minör adiyle kaleme almıştır (aşağı bkz.). îşte çeviri son bölüme kadar
geldikten sonra, Kâtip Çelebi Cihannüma'yı Batı kaynaklarından
faydalanarak yeniden yazmaya başlıyor. Bu kaynaklar arasında, A. Ortelius’un
coğrafyasından başka, Ph. Cluverius’un Introductio geographica tam vetera
quam nova ve Calabrialı Lorenzo adında başka bir yazarın Fabrica mundi
adh eseri Doğu kaynaklarından, Avzah-ül-mesalik ilâ
marifet-il -billdan vel-memalik, Pirî Reis’in Bahriye'si (bu eserin
nazım ve nesrinin kaba saba gemici dili olduğunu Kâtip Çelebi söylemekten
kendini alamamıştır), Ebü’l-Fida’nm meşhur Takvim-ül-büldanı (bu esere
atfen Kâtip Çelebi, Ptolemaios coğrafyasından, pek eskimiş olduğu için, artık
faydalanmak mümkün olmadığını söyleyerek kendi çevirisi olan Atlas minörün
değerini yükseltmek ister), Manaztr-ül-avalim (bu eserin Takvim-iil-biildan,
Hayat-ül-hayvan ve Mir’at-üz-zaman dan toplanmış bir eser olduğunu
ve ancak «vakıa mutabık faide-i zaideden» (olaylara uygun daha fazla bilgi
veren başka yazılar) istifade olunduğunu söyler) (2) ve İdrisî ile
Hamdullah-ül-Müstevfî’nin meşhur eserlerinin adları verilmektedir.
Cihannüma’nm uzun giriş yazısında,
Ptolemaios sistemine göre astronomiden bahsederken, yeni astronomiye dair bir
kelime bile yazılmamış olması, yazara yardım eden, hatta İbrahim Müteferrika’ya
göre, onun coğrafya hocası ve ecnebi dillerden tercümanı olan dönme Şeyh
Mehmed Efendinin, bu devirde artık Avrupa’da pekala bilinen Kopernik sistemini
bilmesi pek tabii olduğu için, dikkate değer. Belki Şeyh Mehmet Efendi, çifte,
yani Müslüman
ve Hıristiyan taassubundan dolayı bu sistemden bahsetmemiş olabilir.
Gerçekten, papalıkça index'e (kara liste) konulan bu sistemin o zamanlar
Müslümanlar arasında da pek makbul olmadığını aşağıda göreceğiz. Yoksa, Kâtip
Çelebi’nin hoşgörürlüğü, özellikle fikri cesareti düşünülürse, her şeye rağmen,
bu yeni sistemi eserine koyacağından asla şüphe edilemez. Halbuki Cihanniima’nın,
yukarıda adı geçen, Batı kaynaklarından hiçbiri bu sistemi içine almamakta
bulunduğuna göre, Kâtip Çelebi’yi bu noktada şahsen mazur görmek gerekir.
Öte yandan, Kâtip
Çelebi arzın yuvarlak olduğu hakkındaki bütün kanıtları, hatta bu hususta İmam
Gazalî’nin Tehafiit'ünden aldığı fıkralar üzerine, uzun uzadıya sayar;
arzın yuvarlaklığının İslam diniyle asla çelişmeyeceğini ispata çalışır. Tam bu
sırada yazarın eleştirici düşüncesi, arzın yuvarlak oluşundan dolayı gündüz ve
gece süreleri arasında büyük bir farklılık görülen kuzey memleketlerinde namaz
ve oruç vakitlerinin tayini meselesini kurcalamaya kendisini yöneltiyor ve
zamanın şeyhülislamı Baharî Efendiden bunun için fetva istediğini, ama cevap
almadığını yazıyor (1) (bkz. Cihanniima, s. 21-22).
Bundan sonra, gerek
Atlas minör ve gerek Cluverius'ün eserinden alarak, gök ve yer
dairelerinden bahseder ve bu arada kozmografya deyimlerinin Yunanca ve
Latincelerini türemleriyle birlikte yazmayı unutmaz, enlem dairelerinden
bahsederken iklim bölümlerini ve bu bölümlerin lüzumlu şekillerini de
vermektedir. Hatta bu sırada kopyacılardan ve bu resimleri yapacak olanlardan
çok dikkat etmelerini, şekilleri, haritaları tamamı tamamına yapmalarını rica
ve aksi hareket ve hatta kitabı yazıp da şekilleri çıkaracaklara, «Hak belâ
vire ve ömrü günü tay ola» şeklinde bir de beddua etmekte ve yanlışsız bir
coğrafya kitabı meydana getirmenin, harita çizmenin zorluklarını da
söylemektedir (bkz. Cihanniima, s. 66).
Bir de yazar, Doğu
kaynaklarıyle Avrupa kaynaklarını karşılaştırmada, birincilerin yanlışlarını
düzeltmeye heves etmiş, özellikle İslam yazarlarının, çoğu zaman resim ve
haritayı bırakarak, «elfaz ve ibarata» (kelimeler ve cümlelere) rağbet
etmesini, yanlışlıklara sebep olarak göstermiştir. Ta, Mesudî’den başlayarak
müverrih Âliye kadar coğrafya konulu eserlerin yanlışlarını sayarken,
Amuderya=Ceyhun nehrinin Bahr-i Cürcan’a (Hazer denizi) aktığı halde tbn
Havkal’in BahriHarezm’e (Aral gölü) aktığını, söylemesini, Amuderya’nm yatağını
değiştirdiğini bilmediği için, bir yanlış gibi gösterir (bkz. İslâm
Ansiklopedisi, Amuderya maddesi). Ama, Menaztr-iil-avalim yazarının
Tunca ve Meriç nehirlerinin Karadeniz’e aktığı, Rodos’un Çeşme karşısında
olduğu ve Âli’nin, Şerif İdrisî’nin meşhur Nüzhet-ül-miiştak adh
kitabını İdris Peygambere isnat ettiği gibi yanlışlar yaptıklarını ve başka
çeviri yanlışlarını bulup çıkarmıştır.
Başka bir bahiste,
pusulayı tarif ettikten ve dünyanın büyük denizlerini anlattıktan, gelgit
olayının eski bilginlere göre nedenlerini belirttikten sonra, eski zamanların
deniz hayvanlarının kalıntıları bulunan taşların (fosiller) dağ tepelerinde
bulunmasından dolayı, o zamanlar bugünkü karaların denizle örtülü olduğu düşüncesini,
Zekeriya el-Razî’nin M ebahis-üş-şar kıy e'sine ve Tarih-i Hind-i
Garbi yazarına rağmen, kabul etmez. Biraz sonra kısaca tufanlardan
bahsederek, burada Aristo’dan bilgi aktarmakla birlikte, Kuranın bu
husustaki ayetlerinin tefsir ve teviline kalkışır (bkz. Cihannüma, s.
86-87).
Bundan sonra, açık
denizler, özellikle Okyanus'ta ulaştırma güçlüğünden ve büyük seyahatlerden
bahsetmekte ve bu denizlerde savaşların da güç olduğunu söylerken, Tarih-i
Hind-i Garbi yazarının Osmanlı padişahlarını Hindistan fethine teşvik
yollu sözlerine itirazla, Pirî ve Şeydi Ali Reislerin başına gelenlere ve
böyle seferlerden kaçınmak lüzumuna değinir (bkz. aynı eser, s. 91-92),
hatta bunları yeniden denemenin pişmanlığa sebep olacağını ihtar edip bunun en
iyi örneğini, kendi zamanında çıkan Girit seferlerinde bulacağımızı söyler
(bkz. bir de, aynı müellif, Tuhfet-ül-kibar). Kâtip Çelebi, bu uzun
başlangıç bölümünün ortasından anlatmak istediği memleket ve şehirlerin,
alfabe sırasıyle, bir de fihristini verir ki, buna göre Cihannüma’nın
gerçekten bir genel coğrafya kitabı olarak tasarlandığı anlaşılır. Yazar arzın
5 kıtasını 6’ya bölerek (Avrupa, Asya, Afrika, Amerika, Macellanika=Avustralya
ve kutup bölgeleri) bu kıtalar hakkında genel bilgi verir. Amerika' ya bu arada
en çok yer ayrılmış ve yazar Christophe Colomb’un seyahatini tarihi
ayrıntılarla yazmıştır. Eserin alt tarafı, yani asıl metni, Japonya adalarıyle
başlayarak yukarıda söylediğimiz gibi Anadolu'nun doğu sınırlarındaki
memleketlerin tasviriyle sona erer. Şunu da burada söylemek gerektir ki. Kâtip
Çelebi bu memleketleri tarif ederken tarihlerini de anlatmayı unutmamıştır.
Çünkü ona göre tarihsiz coğrafya bir adlar listesinden ibaret kalır. Fakat,
eleştirici bir düşünceye sahip olduğunda şüphe olmayan yazarın bu noktada
kendinden öncekilerde gördüğü masalsı fıkraları, hikayeleri yazmaktan geri
durmaması teessüfe şayandır.
Cihannüma’nm çeşitli yazmaları İstanbul’un
birçok kütüphanelerinde bulunmaktadır: Mesela, Ayasofya 2604, Ragıp Paşa 1061,
Nuruosmaniye 3006 ve 3275, Esat Efendi 2046 (Köprülü kütüphanesinde 171 ve 172
numaralarda Coğrafya-i berriye ve Coğrafya-i bahriye adları
altında Kâtip Çelebi’ye ait gösterilen eserler Pirî Reis’in Bahriye’sidir).
Yabancı dillere çevirilerine gelince; Latince bir cilt halinde kısaltılmış
olarak Matthaus Norbreg tarafından çevirisiyle, Liber mtmdum ostendensis
adı altında O. Henfels-Gestrwind, Val. Hussard ve D. Stürmer taraflarından yine
Latinceye beş cilt halinde yapılan başka bir çevirisi vardır ki, bu sonuncusu
Viyana’da Mechitariste manastırında bulunmaktadır. Yalnız Anadolu’ya ait
kısımların Fransızcaya, Armain tarafından, yapılan çevirisi Vivien de St.
Martin’in Histoire des decouvertes geographiques des nations europeennes
adh eserinin üçüncü cildine Reinaud’nun Kâtip Çelebi’nin hayatı üzerine yazdığı
bir notla birlikte eksik bir surette geçmiştir. Öte yandan Charmoy, Şeref
namenin giriş kısmına, Cihannüma’nm bazı parçalarını aktarmıştır.
Almancaya da, bazı parçaları Hammer tarafından, Jahrbücher des Litteratur’ ün
XIII. ve XIV. ciltlerinde çevrilmiştir. Bir de bu eserin bir kısmı gibi
sayılması mutat olan Rumeli ve Bosna coğrafyası diye bir kısım vardır ki
o da eksik bir yazmadan yine Hammer tarafından, Almancaya 1812 yılında
çevrilmiştir. Bu kısım yazmanın Galata Mevlevihanesi kütüphanesinde ve diğer
bir nüshanın Fuat Köprülü’ nün hususi kütüphanesinde ve üçüncü bir nüshanın da
Beyazıt Umumi kütüphanesinde, 4966 numarada, bulunduğunu biliyoruz (1). Burada
merak edilecek bir nokta var; acaba İbrahim Müteferrika, zamanı için büyük bir
nefasetle bastığı ve önemli zeyillerle süslediği Cihannüma’ya neden
dolayı bu Rumeli ve Bosna kısmını eklememiş ve hatta kitabın sonsözünde, «eğer
irade-i hüsrevanî cilve-nüma olursa» İstanbuldan başlayarak, Avrupa, Afrika ve
Amerika kıtalarının da bir ikinci cilt olarak ilavesi «dergâh-i
vahib-ül-amelden müstedadır» demekle yetinmiştir? Bu, olsa olsa, o vakit elde
bulunan nüshaların hangisinin Kâtip Çelebi’ye ait ve en doğru nüsha olduğunu
tespit edememiş olmaktan ileri gelebilir. Zaten Hammer de Rumeli ve Bosna
kısmını ayrı bir eser olarak saydığını söylemektedir (bkz. Hammer, Geschichte
des Osman, Reiclıes, III, 495).
Kâtip Çelebi’nin
ikinci önemli coğrafya eseri, adı yukarıda geçen Levami-iin-nur fi
zulumat-i Atlas minör adh çevirisidir (bkz.Üniversite kütüphanesi, T.
2350). İncelediğimiz bu nüsha pek iyi yazılmış ve Latince adlar, mümkün olduğu
kadar, doğru okunabilmek için harekelenmiş ve hatta, Latin alfabesi sırasıyle,
harf başlan yerine Latin harfleri yazılmıştı. Atlas minör çevirisinin
nedenini ve tarzını, yukarıda Cihanniima'dan bahsederken, yazmış ve bu
kitaba olduğu gibi geçen önsözünden bahsetmiştik. Kitabın aslında, ilk
yaprağındaki bir frontispice’deki (kapak resmi) sembolik Avrupa, Asya, Afrika
ve Amerika timsalleri açıklandıktan sonra, metnin çevirisi başlar. Bu dört
kıta hakkında kısa kısa genel bilgi verildiği gibi, bunların bir de yazısız
haritası ilave olunmuştur. Eserin kuzey kutup bölgesinden ve İzlanda adasından
başlayarak Avrupa memleketleri kısmı, birer birer nehirleri, dağları, şehirleriyle,
tavsifi bir coğrafya şeklindedir; ama tarihi bilgiler ve memleketlerin idari
durumu da ihmal edilmeyerek, tarif olunmaktadır. Avrupa kısmı pek mufassal
olan bu eserin Asya, Afrika ve Amerika kısmı o kadar mufassal değildir; bununla
birlikte, çevirenin bazı yerleri kısalttığı da kolaylıkla anlaşılıyor. Kitaba,
Abraham Ortelius’un Theatrum orbis terrarum adh eserinden alınarak, o
zamana kadar harita yapanların ve coğrafya yazanların güzel bir bibliyografyası
eklenmiştir.
«îhtilâf-i edyan»
(dinlerin ayrılığı) başlığı altında, 158. bölümde Hıristiyanlığın tarihi ve
mezhepleri yazılmış olduğu gibi, son bir bölümde de Büyük İskender’in
seferlerinin kısaca ve oldukça karışık bir yolda anlatılmış olduğunu söylemek
lazımdır. Gördüğümüz bu nüshanın sahibi veya kopya edeni sayfa kenarlarına
şerhler düşmüş ve bu şerhleri, yazarın hattından yani müellif nüshasından
aldığını kaydetmeyi de unutmamıştır. Bu bakımdan, bu nüsha oldukça değerli bir
yazmadır. Eserin gayet süslü bir nüshası da Nuruosmaniye kütüphanesinde 2998
numarada bulunmaktadır.
Kâtip Çelebi’nin
ifrat derecede zeki olduğunu söylediği oğlu ve başka bir öğrencisine matematik
öğretirken, Ali Kuşçu’nun yukarıda adı geçen aritmetiğe dair Muhammediye
risalesini açıkladığı, fakat bu iki çocuğun vakitsiz ölümleri üzerine
tamamlamadığı, Mizan-iil-hak’ta yazılıdır. Tamamlanmamış bir şerhten
burada bizi bahse sevk eden sebep XVII. yüzyılda yetişmiş bir bilgin ve Batı
ilminin şiddetle takdirkarı olan Kâtip Çelebi’nin hâlâ Ali Kuşçu’ nun hesap
kitabını şerhle uğraştığını göstermektir.
Yazarın büyük eseri
Keşf-iiz-zunun’dan yukarıda bir münasebetle bahsetmiştik; bu eserin
önsözünde Arap dilindeki ilim ve felsefenin kısa, fakat faydalı bir tarihi
bulunduğunu söylemek gerektir (1). Bu bakımdan Kâtip Çelebi, Türkler arasında,
ilim tarihine dair ilk özet yapmaya teşebbüs eden yazardır.
Kâtip Çelebi’nin,
yukarıda gördüğümüz gibi, bir de bilginlerin hayat hikayelerini toplayan Süllem-ül-vusul
ilâ tabakat-il-fuhul’ü vardır ki, bu biyografinin öteki Osmanlı-Türk
tezkere ve tabakalından farkı Türk bilginleri yanında Yunan ve Arap
bilginlerinin hayatlarını ve onlara ait fıkraları ve meşhur ilmi tartışmaları
da almış olmasıdır (yazarın el yazısıyle olan nüsha için bkz. Şehit Ali Paşa
kütüphanesi, 1877). Yazarın İlham-ül-mukaddes fi'l-feyz-il-akdes adlı
eserine gelince, bunda Takyeddin’in Sidret-ül-münteha smdan alınan bazı
astronomi bilgileri verildikten sonra, 90° kuzey enlemdeki memleketlerin
hallerinden bahsedilmiş ve evvelce söylediğimiz gibi şeyhülislam Bahaî
Efendiye sorduğu üç sorunun cevabı ve meselelerin açıklanmasına girişilmiştir.
Üç soru şunlardır: 1. Kuzey memleketlerinde namaz ve oruç vakitlerinin
belirtilmesi; 2. Güneşin aynı yönden doğma ve batmasının, dünyanın bir noktasında
mümkün olup olmadığı; 3. Her ne tarafa dönülürse dönülsün kıble olabilecek
Mekke’den başka bir memleket bulunup bulunmadığı. îşte bu soruların
açıklanmasına ve bir dereceye kadar, cevaplarına «tasaddi» ederken
(kalkışırken) sonradan Şeyhülislam Efendiden aldığı cevaplara tariz ve ona,
dolayısıyle cahillik isnat etmektedir. Bu eserin bir nüshası, Nuruosmaniye
kütüphanesinde 4075 numaralı mecmua içindedir ki, bu mecmuada yine Kâtip
Çelebi’nin Diistur-ül-amel fi tslah-il-halel adh layihası da bulunmaktadır.
23 küçük sayfadan ibaret olan bu layiha, Şinasi merhum tarafından, Tasvir-i
Efkâr gazetesinin 125. numarasından itibaren, dörder sayfalık formalar
halinde tefrika edilmiştir. Osmanlı devleti hâzinesindeki darlık ve
yönetimindeki bozukluğun müzakeresi için, 1063 tarihinde kurulan bir «meclis-i
meşveret »e çağrılan Kâtip Çelebi, bu layihayı yazmış ve ancak şeyhülislam
Hüsameddin Efendiye bir nüshasını vermiştir. Naima, bu layihayı gördüğünü ve
tarihinin önsözünü yazarken, ondan faydalandığını söyler (bkz. Naima, Tarih,
V, 281-183). İstanbul’da 1280 yılında ayrıca basılan bu küçük eser
gerçekten okunmaya değer.
Kâtip Çelebi’nin
yukarıda bir münasebetle bahsettiğimiz Tuhfet-ül-kibar fi efsar-il-bihar
adh eseri, 1141'de İbrahim Müteferrika tarafından basılmıştır ki, bunda büyük
deniz savaşlarının tarihinden bahsedildiği gibi, başta Venedik, Arnavutluk ve
başka Avrupa kıyıları hakkında da coğrafi bilgiler vardır.
Yazarın bunlardan
başka, yalnız tarihe dair Takvim-üt-tevarih, Revnak-us-saltana=Tarih-i
Kostantiniye, Fezleke ve Tarih-i Frengi adları ile eserleri varsa da
bunlar bizi burada alakadar etmez. Yalnız Tarih-i Frengî’nin, İslâm Ansiklopedisi'nin
Leyden baskısında J.H. Mordtmann’ın, Geschichtsschreiber der Osmanende
Fr. Babinger’in dedikleri gibi Chalcondyle tarihinin değil, Johann Carion’un Chronik
adh eserinin çevirisi olduğunu söylemek lazımdır (1).
İşte, hayatını ve
eserlerini yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız, Kâtip Çelebi’nin gerçek
ilmi değeri, kişiliği ve zamanının ilmi düşüncesi üzerine etkisi hakkında bir
iki söz katmak istiyoruz. Evvela yukarıda işaret ettiğimiz gibi. Kâtip Çelebi,
muntazam bir medrese öğrenimi yapamamış bir zat olduğundan, çağdaşları olan
medrese ulemasından yüz bulmamış ve kendisi daima «ketebeden» (yazıcılardan)
deyimiyle sıfatlandırılmışım Çok çalışkan ve ilmi bir tecessüse sahip olan bu
zeki zat, etrafına bakıp hep iskolastik ilim deryası içinde boğulup kalanları
gördükçe, kendi zekası ve kısmen de dostlarının yardımıyle Batı ilmiyle temasa
geldikçe eleştirici fikri büsbütün açılmış, fakat bu sırada, belki de zorunlu
olarak, kendini fazla beğenmek illetine tutulmuş ve kaba sofularla «ulema-i rüsum
»a her fırsatta hücum etmeye başlamıştır. Ama Kâtip Çelebi, Batiyle vasıtalı
olarak temasına rağmen. Doğunun geleneksel felsefesinden kendini kurtaramamış,
bu yüzden de, "Büyük Yüzyıl" denilen XVII. yüzyılın, hatta XVI.
yüzyılın muhteşem ilminden ziyade, hep Aristo ilim ve felsefesine bağlı
kalmıştır. Hatta, Mizan-ül-hak’ta görüldüğü üzere, bir gün şeyhülislam
Abdürrahim Efendiyle bir görüşmesinde «şerh ve haşiye mütalaa edilmeyüb
"cüz’iyattan ziyade külliyata ragıb" (tikellerden fazla tümelleri isteyen)
olduğunu ve “her kesrete canib-i vahdetten duhul" (her çokluğa birlikten
girmek) usulünü (yani tümdengelimli bir usul) kullandığını söylemişti. Fakat
herhalde Kâtip Çelebi, tetebbudaki genişliği ve eserlerinin çokluğu dikkate
alınırsa, «çeşitli ilimlerden payı olan ve bütün tarihte tetebbuunun
zenginliğiyle meşhur bir bilgin» (2) gibi sayılabilir. Batı ve Doğudaki
emsaliyle kıyaslanabilir. Şurası muhakkaktır ki, Osmanlı Türkiyesinde Kâtip Çelebi,
ilk defa olarak Batı ilmiyle sıkı temasa girmeye başlayan ve özellikle o ilmin
değerini ve önemini takdir eden ve Batı ilmiyle Doğu ilmi arasındaki şeddi
yıkmaya kalkışan zat olmak dolayısıyle, kendisini «Türkiye’nin ilim devrimcisi»
diye anmasak bile, Türkiye’de ilim rönesansının müjdecisi gibi sayabiliriz.
Öte yandan şunu da
söylemeliyiz ki. Kâtip Çelebi’yi herhalde XVII. yüzyılın ilim dahileri arasında
saymak kabil olmasa da, bu çalışkan bilginin o ilim devleri yanında ancak okur
yazar bir adam mertebesinde kalacağını da iddia etmek doğru olamaz (1).
Belki Kâtip
Çelebinin eserlerini çok okumak ve bu seçkin insana karşı bir sempati
duymaktan ileri gelse gerektir ki, bu zatın kişiliği hakkında edindiğim
fikirleri —tabiî tahmin ve varsayım alanını asla aşmamak şartıyle— yazmak
istiyorum. Bir kere şurasını biliyoruz ki, Kâtip Çelebi, babasının önayak
olmasıyle girdiği kalem hayatına ısınamamış, onu kalem, muhasebe işleri tatmin
etmemiş olduğu için her gittiği yerde sahaf dükkanlarını, kütüphaneleri
dolaşarak kitapları incelemeyi kaleme devam etmeye tercih etmiştir. Belki
bundan dolayı, belki de eleştirici, kimseye benzemez ruhunun zorlayışıyle
herkesi küçümseyen tavrından dolayı, kalemde ilerleyememiş, öte yandan da
yukarıda söylediğimiz gibi, medrese tahsilini ikmal edemediği için zamanın
uleması tarafından ancak «ketebeden Mustafa Çelebi» unvanından başka bir unvana
layık görülmemiştir. Mizan-ül-hak’ta söylediği gibi kalemde 20 yıl
hizmetten sonra halifeliğe nöbet gelmişken kendisine verilmemiş ve
başhalifeyle aralarında bir kavga çıkmıştır. Gerçi, şeyhülislam Abdürrahim
Efendinin tavsiyesiyle nihayet ikinci halifeliğe geçmişse de (2), Kâtip
Çelebi, bununla da tatmin edilemeyerek kendi deyişiyle «haftada bir iki gün
emr-i maaş için kaleme varub baki evkatı mütalaa ve tahrire» vermiştir, işte
böyle, yüksek resmi bir makama erişememek. Kâtip Çelebi’nin ruhunda bir acılık yaratmış, fakat bu başarısızlık Türkiye ilim
âlemi için iyi bir talih olmuştur. Bundan doğan kırgınlık ve esasen
yaradılışında yeniye karşı olan eğilim dolayısıyle, bir köşeye çekilip o
köşeden didine didine öğrendiklerini dersle, yazıyla çevresine yaymaya çalışan
bu eleştirici yazar, zamanında çok kimseleri memnun edememiştir. Fatih ve
Beyazıt devirlerinde adı geçen şehit Molla Lütfi ile Kâtip Çelebi arasında
hafif bir benzerlik varsa da Tokatlı Lütfi’nin acıklı sonundan. Kâtip Çelebi,
kıvrak zekasıyle kurtulmuş olsa gerektir. Kâtip Çelebi’nin maddi varlığını ne
vakit düşünsem, gözümün önünde, ince, orta boylu, istihzah tebessümlerle
dudakları bükülmüş asabi bir zat belirir.
Kâtip Çelebi'den
hemen 3 yıl sonra (1611 = 1020) doğmuş ve ondan 23 yıl sonra vefat etmiş olan
«seyyah-ı âlem» Evliya Çelebi’ den, bazen Tarih-i Seyyah adiyle de
anılan Seyahatnamesinden, Coğrafya ilmiyle olan ilişkisi dolayısıyle,
kısaca bahsetmek lazımdır. Evliya Çelebi Seyahat name’sinin ilk altı
cildi İkdam Matbaası ve öteki ciltleri de Türk Tarih Encümeni tarafından
yayınlanırken, yazarın hayatına dair bir satır bile ilave edilmiş değildir.
Gerçi şimdiye kadar Evliya Çelebi’nin muntazam bir hayat hikayesine eski
eserlerde rastlanmamışsa da Islâm Ansiklopedisi Leyden baskısında J.H.
Mordtmann’ın yaptığı gibi Seyahatname’sinden pekala kısa bir hayat
hikayesi çıkarılabilir.
Evliya’nın babası,
Derviş Mehmet Zilli adında bir zat olup, Kanunî Süleyman zamanında birçok
savaşlara katılmış, Mehmet III. zamanında Eğri fethinde hazır bulunmuş ve o
vakit serzerger-i dergâh-i âli (kuyumcubaşı) olup on padişaha hizmet ederek
1640= 1050’de ölmüştür. Evliya, büyükbabasının Demircioğlu Kara Ahmet adında
biri olduğunu, İstanbul fethinde hazır bulunan bu zatın 147 yaşında öldüğünü Seyahatname'sinde
yazar; bu münasebetle, 117 yıl yaşayan babasıyle bu büyükbabasının anıları
sayesinde, 300 yıllık «sergüzeşt ve serencamlara» vâris olduğunu ilave eder
(bkz. Seyahatname, III, 444). Sadrazam Melek Ahmet Paşa ise (16421643),
Evliya Çelebi’nin dayısıdır. Bu yazar, önce Kur’anı hıfz ile tahsile
başlamış ve sonradan, kendi rivayetine göre, sesinin güzelliğinden ve musikiye
vukufundan dolayı, Murat IV. onu muhasipliğe almışsa da, iki yıl sonra
sipahilikle saraydan çıkmıştır. Artık bundan sonra, gerek kendi başına ve gerek
memuriyetle ve özellikle dayısı Melek Ahmet Paşa maiyetinde, yer yer
dolaşmıştır. Evliya’nın Anadolu’da, Azerbaycan’da ve Orta Avrupa'da birçok
yerleri gezdiği muhakkak ise de, dediği gibi Danimarka ve Hollanda'ya gittiği
doğrulanmış değildir. Hulasa bu yazar gezdiği, gördüğü ve bazen de ağızdan
işittiği yerleri kendine mahsus tatlı, fakat mübalağah üslubuyle 10 ciltte
yazmıştır. Bu ciltlerin bugün, şehirlerin ve memleketlerin tarihi coğrafyası ve
etnografyası bakımından, belki önemi vardır; fakat verdiği ayrıntıların hepsini
doğru saymaya kalkışmak hata olur. Herhalde Fr. Taeschner'in dediği gibi (bkz.
Türkiyat Mecmuası, II 297) «Doğunun büyük coğrafyacısı» unvanına, Kâtip
Çelebi’nin yanında, asla layık değildir. Tarihe dair verdiği bilgilerin, ne
dereceye kadar, güvenilir olduğunu tarihçilerimiz meydana çıkaracaklardır.
Yazarın, okumaktan ziyade gördüklerini ve ağızdan işittiklerini yazmaya ve
yazarken mübalağa etmeye, nadiren okuduğu eserlerden de hep efsaneleri
nakletmeye düşkünlüğü olduğu muhakkaktır. Coğrafyaya dair gördüğü biricik
eserler Atlas minör çevirisiyle papa monta (mappa inonda) dediği
bir düzlemküre haritasıdır. Tarihe dair ancak bir Latin tarihi, bir de Yunan
tarihinden bahseder ki, bunların Kâtip Çelebinin Johann Carion çevirisi
olması muhtemeldir (mesela bkz. Seyahaname, III, 392-393). Evliya
Çelebi’nin bu Seyahatname’sine Batıda bazı yazarlar büyük önem
verdikleri halde bazıları da pek büyük ihtiyatla okunmasını tavsiye ederler.
Fakat ne olursa olsun Evliya, Batının «le grand voyageur» dediği tiplerden
biridir. Seyahatname'nin iki cildi Hammer tarafından Narrative of
Travels in Europe, Asia and Af rica, by Evliya Efendi (London, 1834-1850)
adiyle İngilizceye çevrilmiş olduğu gibi, Macaristan’a ait olan ciltler de
Karâcson tarafından Macarcaya çevrilmiştir.
Başka coğrafya
yazarları ve çeviricilerine geçmeden önce. Kâtip Çelebi’nin coğrafyaya dair
eserlerinin, Türkiye'de bu ilim üzerinde, bir ilgi uyandırdığını söylemek
lazımdır. Mesela o zamanlar (1672-1673) İstanbul’da Fransa sefareti ataşesi
bulunan müsteşrik A. Galland, anılarında, birçok coğrafya haritaları ve bir de
dünya haritası gördüğünü ve hatta bu arada, Boğaziçi'nin ve İstanbul’un gayet
güzel bir planının Mehmet Çelebi adında bir zat tarafından yapılmış olduğunu
söylemektedir.
♦ ♦ ♦
Yüzyılın son dörtte
birinde Şamlı Ebu Bekir bin Behram-üd -Dimışkî adında bir zat da, coğrafya
üzerinde çalışarak, bize büyük bir çeviri eseri bırakmıştır. İstanbul’da bir
medrese müderrisiyken, sonradan Halep kadılığına atanan Ebu Bekir Efendi,
Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşanın himaye ve güvenini kazanmış bir zattı.
Müspet ilimlere ne yoldan bağladığını, daha önce ne suretle coğrafyayla
ilgilendiğini, yabancı dillerdeki bilgisinin derecesini bilemediğimiz bu zat,
bize Coğrafya-i kebir (bazen Coğrafya-i umumî, bkz. Evkaf
müzesi kataloğu) ve çoğu zaman Tercüme-i atlas mayor adlarıyle
anılan ve fakat tam adı Nusret-ül-İslâm ve'l-sürur fi terceme-i atlas nıayor
olan 9 ciltlik bir eser bırakmıştır. Latincesinin tam adı Atlas majör seu
cosmographia blaeuiana qua solum, salem, coleum accuratissime describuntur
olan bu eserin yazarı, veya yazarları, Wilhelm ve Joan Blaeu (yahut Blaeuv)
adında bir baba oğuldur. Eser, Amsterdam’da 1662’de yayınlanmıştır (1). İşte 11
ciltlik bu eser, 14 ağustos 1668’de Hollanda’nın (Staaten-General) İstanbul’da
elçisi bulunan Justin Colier (Justinus Coljer) tarafından, devleti adına,
Mehmet IV.’e takdim edilmiştir. Gerçekten pek mükemmel bir şekilde basılmış
olan eserin Türkçeye çevirisini padişah 1675’te emretmiş ve bu iş o
zaman/Divan-ı hümayun tercümanı, adı yukarıda geçen Alexander Mavrocordato’ya
havale olunmuştur. Fakat o, bu işin içinden çıkamamış, hatta kendisine Sakızlı
bir Fransız cizvit papazı yardımcı olarak verilmişse de bu zatların eseri çevirmeye
başladıklarına dair hiçbir kayıt bulunamamış olduğu halde Ebu Bekir Efendinin
çeviriyi yaptığı elimizdeki birçok nüshalarla sabittir (2).
Bu zat,
1675=1085’te başladığı çeviriyi 1685 yılında tamamlamış olduğunu, şimdiye
kadar bu ilmi kimsenin bilmediğini ve «harice çıkarmadığını ve ancak Kâtip
Çelebi’nin mübaşeret ve fakat bir kitap itmam edemediğini» eserin önsözünde
yazıyor (bkz. Nuruosmaniye kütüphanesi, 2996). Çevirinin ash, 6 cilt halinde
hazırlanmış ve sonradan iki cilt ve bazen de, büyük bir cilt halinde (bkz.
Selim Ağa kütüphanesi, 725) çeviren tarafından kısaltılmıştır. Eserin olduğu
gibi çevrilmediği asliyle karşılaştırılınca anlaşılıyor. Bu, Latince asim,
biri tarafından okunulup Ebu Bekir Efendiye anlatılmış ve onun da mümkün olduğu
kadar yazıya dökmüş olduğunu gösterebilir. Esasen Türkiye ve
Arabistan coğrafyası, Doğu kaynaklarına göre yazılayarak, ilave edilmiştir ki,
bu kısım, sonradan İbrahim Müteferrika tarafından, basılı Cihannüma’ya
katılmıştır. Bu kısımda bol bol tarihi bilgiler ve İsrailî efsaneler vardır.
Bu büyük eserin özetlenmesi burada kabil değilse de, Türkiye ilim tarihi için
önemli bir noktadan bahsetmek lazımdır: Eserin aslında Kopernik’in evren
sistemi hakkında kısaca bilgi bulunduğu gibi, çeviren de âlemin merkezini
güneş sayıp arzın güneşin etrafında döndüğünü kabul eden böyle bir sistemin
bulunduğunu iki satırla bildiriyor. Ama, bu türlü öğretiler hakkında,
kendisinin Cevelân-iil-efkâr fi avalim-il-aktar adh eserinde «semahat
üzere» (bol bol) bilgi verildiği söylenmekteyse de bu eseri bütün İstanbul
kütüphaneleri fihristlerinde bulamadık. Kitabın aslında da bu Kopernik’in
öğretisi anlatılmakla birlikte eski Ptolemaios’un öğretisinin, yani, bütün
yıldızların ve güneşin arzın etrafında döndüğünü kabul eden öğretinin daha
ihtimale yakın ve anlaşılması daha kolay olduğu da ifade olunuyor. Kısacası
Türkiye’de Kopernik sisteminden, ilk defa olarak, bu eserde bahsedilmiş
olduğundan (1685), sistemin ortaya konuluşundan tam 142 yıl sonra Türkiye’nin
bundan haberdar olduğu anlaşılıyor.
Terciimeiatlas
mayor’u
doğrudan doğruya bir çeviri saymaktan ziyade bir derleme (compilation) saymak
galiba daha doğrudur. Gerçekten, çeviren esere kendi düşünce ve gözlemlerini
koymaktan geri durmamıştır. Mesela, Edirne’de Selimiye camiinin minaresinde
yaptığı bir deney vardır ki, bu deneyin amacı, Doğu kitaplarında daima bahis
konusu olan arzın merkezinden uzaklaştıkça daire yaylarının dışbükeyliklerinin
azaldığına dair olan, iddianın ispatıdır. Ebu Bekir Efendi bu deneyi
padişahın, sadrazamın, şeyhülislamın tayin ettiği bilirkişiler (?) huzurunda
tekrar etmiştir. Şöyle ki, bir kuyunun dibinde bir kaba su doldurarak 340 dirhem
olduğunu tespit etmiş ve sonra Selimiye minaresine çıkınca aynı kabın ancak 335
dirhem su aldığını göstermiştir. Deneyin ne kadar doğru ve ne kadar davayı
ispata medar olduğu cihetini bir tarafa bırakırsak, herhalde Kâtip Çelebi’nin
kozmografya ve coğrafyasının kendisinden sonra gelenlerde ilmi bir tecessüs
uyandırdığını ve bir dereceye kadar, deney yoluna girildiğini bize gösterebilir.
Ash gerçekten
mükemmel resimler ve haritalarla süslenmiş olan ve özellikle Tycho Brahe’nin
Kopenhag’daki meşhur rasathanesinin aletlerinin fevkalade güzel resimlerini
ihtiva eden, bu eserin Türkçeye çevirisi, İstanbul kütüphanelerinde vardır. En
mükemmel çeviri nüshası, Topkapı Sarayında B. 322 B. 333 numaralarda kayıtlı
9 ciltlik nüshasıdır. Bu nüshada yazarın adı «Küli Palmo Blavo» ve «Yuanis
Blavo» şeklinde yazılmıştır ki Wilhelm adının karşılığı olan Guiliamo’dan
bozma olacaktır. Bu nüshanın başlıkları, cetvelleri ve haritaları pek
süslüdür. I. cilt, giriş niteliğinde yukarıda bahsettiğimiz genel kozmografya
bilgisinden, denizler, adalar ve başlıca kutuplar civarından, özellikle
Magellan ve Kolomb’un seyahatlerinden, nihayet Avrupa'nın genel coğrafyasından
bahseder. II. cilt, İsveç, Rusya, Lehistan ve Macaristan'ı ahr; 29 kadar harita
vardır. III. cilt Almanya, Avusturya ve civarındaki memleketlerden bahseder.
IV; cilt Felemenk ve Belçika’dan, V. cilt Afrika kıtası, VII. cilt İtalya,
VIII. cilt Çin, IX. cilt Amerika ve adalardan bahseder. Bu, 9 ciltlik ve
padişaha takdim edilmiş olması pek muhtemel olan, nüshayı bizzat görmek bize nasip
olmamıştır. Şu fihrist bilgisini onu gören. Edebiyat Fakültesi mezunlarından Macit
Karakurum’un bir tezinden aldık. Bu büyük çevirinin 6 ciltlik bir nüshası,
Nuruosmaniye (No. 2996), 4 Ğiltlik bir nüshası, Üniversite (No, 1541-1545) ve 2
ciltlik kısaltılmış bir nüshası da, TerciimeiAtlas fi coğrafya-i kebir
adiyle, Köprülü kütüphanesinde (No. 173-174) ve gayet kısa olarak Arapça 1
ciltlik bir nüshası da aynı kütüphanede (No. 176) bulunmakta olduğu gibi bizim
gördüğümüz başka bir nüshası da Askeri Müze kütüphanesinde bulunmaktadır.
Dresden
kütüphanesinde Almanya ve Macaristan coğrafyasına dair, yazarının adı
bulunmayan bir yazma (Fleischer, Kat. No. 370) vardır ki, önsözüne göre
Kanunî Süleyman zamanında Osmanlı imparatorluğunun erişmiş olduğu sınırlar
haritalar üzerinde kırmızı kalemle işaret olunacakken, işaret edilmemiştir. Bu
eseri Fr. Taeschner yukarıki büyük Ebu Bekir çevirisinin bir parçası sayıyorsa
da, yazmanın üzerindeki tarih 1683=1094 olduğuna göre ancak 1685’te
tamamlandığını kesinlikle bildiğimiz o büyük eserin parçası olması biraz uzak
ihtimal gözüküyorsa da, yine önsözde çevirenin, kendisinin Kitab-ı atlas
çevirisiyle meşgulken, aldığı emir üzerine bunu yazdığını söylemesi,
kendisinden el-mütercim diye bahsetmesi, bir dereceye kadar, Taeschner’in
iddiasını kuvvetlendirir. Öte yandan, bu yazar Viyana kütüphanesinde (Flügel, Kat.
1285) bulunan Eflak, Boğdan, Kırım coğrafyasına dair bir yazma parçasını da
Cihannüma’yı tamamlamak üzere Ebu Bekir Efendi tarafından yazılmış gibi
sayar.
Öteki ilimler
üzerine eserlere geçmeden önce, buracıkta ansiklopedik bilginlerden ve oldukça
meşhur bir tarihçi olan Hezarfen Hüseyin Efendiden bahsetmek isteriz. Antoine
Galland’ın Journal’ ine göre, 1671-1673 yıllarında, İstanbul'da Fransa
sefiri bulunan Marquis de Nointel’e meşhur Tarih’ini hediye ederek,
kendisiyle ilişki kuran ve birçok defalar sefarette yemeğe davet edilen Hüseyin
Efendi, bir hayli Avrupah seyyahlarla temasa gelmiş ve bunlara kütüphanesini
açmış olduğundan, batıhların bazı seyahatnamelerinde adı «pek iyi tahsil
görmüş bir zat» diye geçmiştir. Tarihe dair en meşhur esrei olan Tenkıh-üt-tevarih-i
mülûk (Nuruosmaniye kütüphanesi, 3264-3265), Batı kaynaklarına da baş
vurularak yazılmış bir umumi tarihtir. Öyle sanılmaktadır ki, Yunan, Roma ve
Bizans tarihleri, Batı kaynaklarına dayanılarak Türkçede ilk defa bu eserde
yazılmıştır. Eser 1083=1673 yıh olaylanyle sona erer. Telhis-Ül-beyân fi
kavânîn-i-âl-i Osman adh, devlet teşkilatına dair olan, eseri de pek
meşhur olmuş, Fransızcaya Petis de la Croix ve îtalyancaya G.B. Donado
tarafından çevrildiği gibi ikmal edilmemiş bir de Almanca çevirisi vardır.
Hezarfen lakabına layık görülen bu Hüseyin Efendinin hayatı hakkında hiçbir şey
bilmiyoruz. Yalnız kendisinin Lisan-iil-etıbba ve fihris-iil-ervâm adh
bir tıp lügatinden burada, konumuzu ilgilendirdiği için, bahsetmek lazımdır
(bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 2086). Bu lügatin birinci kısmı Arapçadan
Türkçeye, ikinci kısmı Türkçeden Arapçaya tıp maddelerini ahr; hastalıkların,
mizaçların, bünyelerin kısaca tariflerini havi olan birinci kısımdan sonra
Arap, Acem, Rum (Ervam) hazik hekimlerinin güvendikleri ve tavsiye ettikleri
basit ilaçlan sayar, ilaçların Yunanca adlarına da rastlanırsa da, Osmanlı
Müelliflerinin söylediği gibi Ibranîce, Berberce deyimlere tesadüf edemedik
(1).
Bu devirde Mehmed
bin Ahmed bin İbrahim adında bir hekimin, Edirne ve İstanbul'da tahsil
ettikten sonra Hindistan’a giderek, Hint-Türk imparatoru Şah-i Cihan’ın hususi
hekimliğine geçtiğini ve oradan dönüşünde, Kamus’Ül-etıbba ve
namus-ül-elibba adiyle büyük bir tıp lügati yazdığını görüyoruz (bkz. Şehit
Ali Paşa kütüphanesi, 2012). Gördüğüm nüsha, ne yazık ki F-T harflerine kadar
olduğu için fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Fakat yazar, önsözünde
Zekeriya el-Razî’nin ve İbni Baytarın eserlerini de Türkçeye çevirdiğini
söylemesine göre, herhalde Doğu tıbbim oldukça incelemiş bir hekim olacaktır.
Kitabın tarihi 1080=1678’dir.
Sultan İbrahim
zamanında dört defa hekimbaşıhğa getirilen Sakızlı Ali Efendi-zade İsa
Efendinin (ölm. 1649) Deva-ül-emraz, Nizam-ül-edviye ve Müfredat
adlarıyle üç eseri vardır (bkz. Hamidiye kütüphanesi, 1023).
Bu devrin sonunda
Kâtip Çelebi’nin öğrencilerinden Mustafa bin Yusuf adında birinin Ma’den-ül-esrar
adh bir aritmetik kitabı vardır. Eski usul aritmetik işlemlerinden, siyakat
rakamlarından ve bazı problemlerin çözümlerinden bahseden bu eseri, Kâtip Çelebi'nin
öğrencilerinden birine ait görebildiğimiz tek eser olduğu için, kaydediyoruz.
Bölüm VI
XVIII. YÜZYIL VE
MATBAA
Müspet ilimler
alanında değilse bile, genel kültür alanında oldukça parlak bir devrin
hikayesine başlamadan önce, bu devirden hemen önce geçen zamanın düşünce
durumunu gösteren, fakat ilk bakışta önemsiz gibi görünen bir olayı anlatmak
uygun olacaktır: AvusturyalIlarla aramızda geçen bir savaşta, Petervaradin'de
şehit düşen (1716) Sadrazam Damat Ali Paşanın, yalnız kataloğu 4 cilt tutan,
kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine, bunlar arasında
bulunan felsefe, tarih ve astronomi kitaplarının kütüphanelere vakfı caiz
olamayacağına dair şeyhülislam Ebu îshak İsmail Efendinin fetva verdiğini
görüyoruz (bkz. Ahmet Refik, On İkinci Asırda İstanbul Hayatı, s. 59,
1129 tarihli hükm-i şerif sureti). Bu bize gösteriyor ki, felsefe, astronomi,
hatta tarihe ait eserleri makbul ve muteber tutmak şöyle dursun, onların genel
bir kütüphaneye vakfına bile razı olmayan bir zihniyet, XVIII. yüzyıl başında
hâlâ yaşıyordu. Fakat, bu karanlık taassup olayından bir yıl sonra, Ahmet III.
zamanında (1703-1730) sadrazamlığa gelen (1717) meşhur Damat İbrahim Paşa,
oldukça barış içinde geçen devrinde bilgin ve aydınları himaye etmiş ve bu
sayede kütüphanelerimizde bulunan kitapların sayısı bu sadrazam zamanında
epeyce artmıştır. Damat İbrahim Paşa, 25 kişilik bir komisyon kurarak Bedreddin
Aynî’nin Ikd-ül-cüman adındaki muazzam tarihiyle Handmir’in Habib-iis-siyer'inin
ve başka bazı eserlerin Türkçeye çevrilmesini emretmiştir (ayrıntılar ve adlar
için bkz. Çelebi-zade Asım, Tarih, s. 358). Aralarında meşhur şair
Nedim’in bulunduğu bu çeviri kurulu içinde bizi eseri ve şahsiyle ilgilendiren
zat, Yanyah Esad bin Ali bin Osman Efendidir. Önce kendi memleketinin, sonra da
İstanbul’un medreselerinde öğrenim gördükten sonra, Eyüp medresesi
müderrisliğine, daha sonra Galata kadılığına ve ilk matbaanın
açıhşında,musahhihliğe atanmıştır. Esat Efendi, İbrahim Paşanın emriyle
Aristo’nun Fizik kitabını Kiitüb-üs-semaniye fi sima-üt-tabiî
(1) adı altında Arapçaya çevirmeye başlamıştır. Elimize kadar gelen çeviri,
ancak Fizik'in ilk üç kitabıdır (bkz. Ragıp Paşa kütüphanesi, 824). Bu
eseri sadece bir çeviri sayacak yerde, çeviri ve açıklama saymak daha doğrudur.
Esasen çeviren de çevirme sırasında Karaferye’li îoannis Kuttinius’un Aristo
Fizik’i açıklamasından faydalandığını söyler (2). Bundan başka Esat Efendi,
önsözde Islami hikmet prensiplerinden, bu ilmin şeref ve yüksekliğinden ve bu
hususta Sokrat’ın «her karşımıza çıkan, bilge olduğunu söyler, halbuki bilge
ancak Tanrıdır; ve bilgelik ancak yokluktan yükseğe çıkmak için bir
merdivendir» sözünü ve Eflatun’un «Tanrı vergilerinin en büyüğü bilgeliktir,
bunu bilmeyiş ruhun ölümüdür» dediğini ve Aristo'nun bilgelik sahibi olmayan
şahsın daima hata edeceğine dair hükmünü söyler. Bundan sonra, yine aynı
önsözde Aristo'nun Batılı açıklayıcılarından Albertus Magnus, Scotus Erigena ve
St. Thomas d’Aquinas'tan bahsetmekte ve Doğuda Farabî ve Ibni Sina’nın, Aristo
felsefesi üzerine, açıklama ve sözlerini eleştirdiği sırada, îbn-ür-Rüşd’ün
açıklamasını takdir ve nihayet bu son filozof gibi «eğer Aristo'nun Fizik’i
olmasaydı, bu ilme başlamak bile mümkün olamazdı» diyerek çevirmeyi üzerine
aldığı eseri metheder. Esat Efendi, yukarıda söylediğimiz gibi, yalnız çeviriyle
yetinmemiş, açıklamalar yaparak bazı fazla bilgileri katmıştır (hatta bir
münasebet getirerek, meşhur, bir daireyi kareye çevirme davasından bile
bahsetmiştir). Bu ilaveler arasında, çeviride teleskop ve mikroskop bile bahis
konusu olmuştur ki, Osmanlı Türkiyesinde, belki bütün Doğuda, yeni ilmin
bu iki en mühim aletinden Arap dilinde ilk defa bahseden Yanyah Esat Efendi
olacaktır. Bu çeviri, çevirenin Yunancayı kendi ana dili olarak öğrenmiş olmasından
dolayı, Türkiye’de doğrudan doğruya Yunanca metin ve açıklamalardan yapılmış
ilk çeviridir.
Bu devirde birkaç
hekim bize dikkate değer bir iki eser bırakmışlardır. Bunlardan burada kısaca
bahsettikten sonra sözü, devrin en önemli olayı olan ilk matbaanın kurulmasına
ve bu kuruluşun müspet ilimler alanındaki etkisine getireceğiz.
Süleymaniye Tıp
medresesi müderrisliğinde de bulunan Ayaşlı Şaban Şifaî (bkz. Vakıflar
dergisi, II, 203-204) adındaki zatın (ölm. 1116), doğum ve yeni doğan
çocukların tedavi ve beslenmesine dair, iki eseri vardır. Bunlardan Tedbir-ül-mevlıîd
adlı olan birincisi (kaleme alınış tarihi 1112) Sadrazam Hüseyin Paşa ve
reisülküttap Rami Efendiye ithaf edilmiş olup Zekeriya el-Razî, İbni Sina ve
Hacı Paşadan alınıp, açık Türkçeyle, yazılmış bir derleme eserdir. Bunda üreme,
gebelik, yalancı gebelik (reca), fötüsün teşekkülü, gebeliğin süresi, gebelere
ve yeni doğan çocuklara mahsus tedbirler, beşiğin ve sütün nitelikleri üzerine
birçok bilgilerden sonra, meme hastalıkları, kızamık, çiçek ve suçiçeğinden
bahseder. Ayrıçtı bir bölümde çocukların dövülmemesi lazım geldiği noktasında
ısrar eder (bkz. Beşir Ağa kütüphanesi, 501).
Bu yazardan sonra,
yine Mustafa II. ve Ahmet III. zamanlarında yaşayan ve 1155=1742’de Bursa'da
vefat eden Ömer Şifaî adında başka bir yazar-hekim vardır ki, takma adlarının
birbirine benzemesine rağmen, bundan önceki hekimle hiçbir ilişiği yoktur. Bu
zat hakkında, mezar taşında kazıh olan vefat tarihinden ve mezarının, güya
kendisini takdir eden yabancı bir hekim tarafından, yaptırıldığından başka
bilgimiz yoktur. Bur sah Tahir Bey, hep yaptığı gibi, onun büyük bir bilgin
olduğunu ve kitaplarının adlarını yazmakla yetinir. Mürşid-ül-mııhtar
adh eserinin önsözünde, kendisinin Sinoplu Şeyh Haşan adında birinin oğlu olup
pek küçük yaşta anadan ve babadan yetim kaldığını, erginlik yaşına varınca
Konya'ya giderek Mevlevi tarikatına girdiğini, oradan Kahire’ye gitmişse de
Mısır’dan hoşlanmadığını ve yine Türkiye'ye döndüğünü, bu sırada Şeyh
Hasan-ül-Halvetî’ye rast gelerek onun ısrarıyle, seyahatten vazgeçip kitap
yazmaya başladığını yazıyor. Bursa’da oturup orada hekimlik eden Ömer Şifaî,
daha ziyade Bursah diye şöhret almıştır. Velhasıl, bütün eserlerinde hayatta
eriştiği mevkiden memnuniyetsizliğini açıklayan bu hekim, Minhac-üş-Şifaî
adh eserinde, kendisinden bahsederken, «seyyah-ı bi-sabr-ü karat namurad ve
feramuş-gerde-i ruzigâr (sabırsız ve bir yerde durmaz, isteğine erişememiş ve
zamanın unuttuğu gezgin) diye talihinden şikayet eder. Gördüğümüz başlıca
eseri Minhac-üş-Şifaî fi tıbb-ı kimyaî'dir. Bu eser, Mustafa II.
zamanında yazılmaya başlanmışsa da Ahmet III.'in ilk yıllarında (1116)
tamamlanmıştır. Manasız ve uzun bir önsözde, bu eseri, Bursah Fazlullahzade
Lütfullah Ağanın zorlamasıyle, Parakelsus'tan (Paracelsus) çevirdiğini söyler.
Fakat Paracelsus'un hangi eserinden çevirdiğini ve Paracelsus’un kim olduğunu
bile söylemez. Kimyayı, elkimya usulüyle tarif eder. Eserin Paracelsus’tan
ilham aldığını gösteren tek tarafı, bu yazarın, hastalıkların tedavisinde
madensel maddelere önem verdiğinden bahsetmesi ve bu maddelerle yapılan sıvı ve
yağlarla tedavi mümkün olduğunu söylemesidir. Bu sırada, başka bazı Batı
hekimlerinin, mesela Senartus’un (Sennert), yalnız madensel maddelerle tedavi
mümkün olmayıp bitkisel ve hayvansal maddelerin de tedavide kullanılması
gerekliliğini ileri sürdüklerini söyledikten sonra, bazı bilgin hekimlerin,
madensel maddelerin asla kullanılmamasını tavsiye ettiklerini ve bunların
kullanıldığı «dâr-üş-şifalardan, canlarını kurtararak, çıkanların parmakla
gösterilecek kadar az» olduğunu iddia ettiklerini yazar. Kısacası, Paracelsus
çeviricisi Ömer Şifaî’ye göre, kimya ilmini tam olarak bilmeyenler için yine
Galenos tıbbiyle yetinmek zorunludur. Bundan sonra eser, suların, uçucu
gazların, ruhların, civanın damıtılmasından, balsamlar, panzehirlerden
bahseder. Bu eser Salih Nasrullah’ın Arapça Paracelsus çevirisinden alınıp,
bazı lüzumsuz ve yanlış bilgiler eklenerek meydana getirilmiştir. Kitapta,
Senartus ve Nikolaus gibi Batı yazarlarının olarak gösterilen sözler geçerse
de, bunlar o yazarların kitaplarından değil, ikinci elden aktarılmış
şeylerdir.
Bu yazarın bir de Mürşid-ül-muhtar
fi ilm-il-esrar adh bir eseri daha vardır ki, başta Arapça, Farsça karışık
ifadeler ve anlaşılması güç, fena bir Türkçeyle yazılmış güya bir elkimya
kitabıdır. Bu kitabı yukarıda adı geçen şeyhle buluşmasından sonra yazmıştır.
Bunda, yine Paracelsus’tan bahsedilmekte (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız,
tıp, 197) olduğu gibi, hadid-üz-zeybak'ı (1) anlatırken demirden civa
çıkarmaya muvaffak olamadığını ve bu hususta 1000 (?) cilt kitap okuduğunu,
safdilane bir surette, yazar. Eser, boyuna esrardan, sırr-ı mektumdan bahsetmek
bakımından, elkimyaya benzerse de araya madeni kimyaya dair bazı bahisler ilave
olunmuştur. Kısacası, bu Ömer Şifaî, derviş olması dolayısıyle elkimyaya kaçan
bir eğilime kapılmışken, nasılsa Paracelsus’un eserlerinden orada burada
gördüğü bazı bilgilerle «tıbb-ı cedid-i kimyaî» diye de tutturmuştur. İtiraf
etmeliyim ki, bu zatın görebildiğim eserleri, bana, dünyaya dargın, çok şey
bildiğine inanan, ama yazılarında hiçbir orijinallik olmayan bir yazar olduğu
kanısını vermiştir. İşte, bütün bu eserlerde adı geçen Paracelsus sisteminin,
Osmanlı-Türk hekimliğinde aldığı yer ve önemli belirtmekbiraz güçtür. Ama,
aşağıda bir iki çeviriyi daha anlatırken gene bu bahse döneceğiz.
Ahmet III.’in
zamanında hekimbaşılığa kadar yükselen Nuh bin Abdülmennan (ölm. 1119=1707)
adında Giritli bir Rum dönmesi vardır ki, Resmo’nun fethinden sonra Müslüman
olmuş ve bize, Akrabadin adiyle ilaçları anlatan, bir eser bırakmıştır
(bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 2012) (1). Bu eser, kim olduğunu tespit
edemediğimiz Melkios=Melchios adında bir Yunanlının eserinden, önce Nuh
Çelebi’nin oğlu Ömer tarafından, Türkçeye çevrilmeye başlanmışsa da, bu gencin
vefatından sonra babası tarafından tamamlanmıştır. Eserin içinde birçok Rum
hekimlerin adı geçtiği gibi, kendi ilaveleri de vardır.
İşte bu zatın
hekimbaşılığı zamanında bazı cahil hekimlerin «tıbb-ı cedit»ten menedilmelerine
dair İstanbul kadısına hitaben şu hükm-i şerif çıkarılmıştır:
«Asitane
kaimmakamına ve mollasına ve sekbanbaşıya hüküm ki
Frenk taifesinden
bazı mütetabbib etibba-i kadime tarikim terk ve tıbb-ı cedid namıyle ecza-i âde
istimaliyle ilâç eyledikleri kimseler mutazarrır olmalarıyle ol makule frenk
tabiblerinden Edirne’de dükkân açan mühtedi Mehmed ile şeriki ve bir frenk
tabibi dahi Edirne’den iclâ olunub İstanbul ve etrafı dahi yoklanub bu makule
frenk tabibleri var ise men ü ref’ olmak babında hatt-ı hümayun-i saadet
makrunum sadır olmağın imdi emr-i şerifim vusulünde bu husus gereği gibi
takayyüd ve ihtimam ile teftiş ve tefahhus ve bundan akdem devlet-i aliyem
İstanbul’da iken eğer mahmiye-i mezburede eğer etrafında olan etibba zümresi
bir defa yoklanub naehil olanları ref’ ve dükkânları kapattırılub hazakat ve
istihkakı zahir olanlar a’lem-ül-ulema-il-mütebahhirin Rumeli kadıaskerliği
payesiyle hekimbaşı olan Nuh tarafından memhur temessük verilmekle vech-i
meşruh üzere mevlânay-i müşarünileyhin tarafından yoklanub yedlerine memhur
temessük verilenlerden maada bu makule frenk taifesinden gelüb bir tarih ile
hekim dükkânı açmış var ise dükkânları kapattırılub men ü ref' mukaddema yoklanub
yedlerine temessük verilenler dahi dükkânlarında kimesne olmamak üzere tenbih
ve tekid ve bu veçhile nizam verdikten sonra keyfiyeti der-i devlet-medarına
ilâm eylemeniz babında hattı hümayun-i şevketmakrunumla ferman-ı âlişanım sâdır
olmuştur. Bu yurdum ki fi evahir-i m 1116» (bkz. Ahmet Refik, Hicrî on
ikinci asırda İstanbul hayatı, s. 37).
Bu padişahın bu
buyruğundan anlaşılıyor ki, bu sırada Türkiye'de yeni tıp adiyle, madeni
maddelerle tedavi usulü, özellikle frenk hekimleri arasında, pek yayılmış ve
bundan ürken hükümet yasaklama yoluna gitmiştir. Esasen, Paracelsus'un ortaya
attığı bu kimyai tıp, Avrupa'da birçok hekimlerin itirazına sebep olmuş ve
müthiş hücumlara uğramıştı. Kaldı ki, Türkiye’de bu tedavi usulü, yarım
yamalak bir surette kitaplara geçtiği gibi kim bilir memleketlerinden,
sergüzeşt peşinde koşup, memleketimize gelen cahil hekimler elinde ne kadar
kötü sonuçlar vermiştir.
Yine Ahmet III.'in
son yıllarında bu cahil hekimler hakkında bir hükm-i şerifi daha çıkıyor:
Edirne payesiyle
ser-etibba-i hassa olan mevlânaya hüküm ki
Etıbbadan olanlar
kanun-i tıbba riayet ve iktisab-i mümaresat ile merzay-i ibadullaha müdavat ve
muktezay-i tıb üzere mualecat etmek lâzım ve lâbüd iken biraz müdetten beru
mahmiyet-i İstanbul’da dükkân-nişin olub tababet iddiasında olanların ekseri
fenn-i tıbbın ilmi ve amelîsinden bihaber ve tahsiline adem-i sây ile zatlarında
istidaddan eser olmayub bazı kimesnelerin reca ve şefaatleriyle murad
eyledikleri mahallerde birer dükkân açub muraza-i ibadullahın illetlerine
mugayir mualecat ile nice kimesneleri helâk ve fütade-i mehak-i hâk
eylediklerinden maada ehil ile naehil olanlar temyiz-ü tefrik olunmayub ehil
olanlar dahi fenn-i tıbda kemal tahsiline iştigal eylemeyüb hin-i iktizada
müdavata kadir tabib tedariki müteasir olmağla bundan böyle bir müddet dahi bu
tavır üzere güzeran eder ise âb-ı ruy-i bilâd-ü emsar ve aktar-ü diyar olan
İstanbul gibi bir sevad-i âzamda tıbba inkıraz tatarruku zahir ve aşikâr
olmağla fenn-i tıbda maharet ve iktisab-i hazakat edenler mümtaz ve beynel
akran serfiraz olmaları tıbbın yevmen feyevmen rağbet ve itibar ve kemal-i
iştiharına bais ve bâdi olub fenn-i tıb erbabının dahi sây-ü ikdamlarına
medar-i akvay-i vesail-i müstahsenet-ül-âsar olacağı vâzıh olduğu cihetten
nizam-i hallerine intizam ile hüsnü hitam verilmek âmmeiibadullaha mahzı menfaat
olmağın İstanbul ve Haslar ve Galata ve Üsküdar ve muzafatında zümre-i
etıbbadan dükkân-nişin olan Müslim ve muvazi ve mahallâtı ile tahrir ve defter
ve ferd-i vahide gadir ve himayeden hazer olunmak üzere imtihan eyleyüb ilm-i
tıbdan bibehre olup illet-i redie misillû ifsad-i mizac-i ibad eden hodfuruş ve
naehil olanlar dem-i fasid gibi ecsam-i helâkiyeden izale ve red ve dükkânları
sedd-ü bend olunub mademki fenn-i tıbbı gereği gibi tahsil ile kesb-i istihkak
edüb ilâmın ile yedlerine mülâzemet ruusu verilüb tariki ile gediğe dühul
eylemedikçe muraza-i ibadullahtan bir ferde mualece kaydında olacak olur ise
ahz ve tertib-i ceza olunmak üzere meni’leri içün başka defter ve tertibde
mümareset ve kesb-i hazakat eyleyüb ehliyeti zâhil olanların dükkânları gedik
itibar olunub ziyade ve noksan kabul etmemek için had tayin ve kemakân iktiza
eden mahallerde ibka ve bunlardan biri bihikmetillâhi taâlâ vefat eder ise
gediği ecnebiye verilmemek üzere mastur olanlardan beş nefer mülâzim tahrir ve
mahlûl gedik vukuunda el'akdem fel'akdem fehvası üzere mülâzim-i evvele verilüb
anın dahi mülâzemeti fenn-i tıbba saî müstehıkına verilmek ve reca ve şefaat
ile naehil olanlara mülâzemet verilmekten begayet tevakki ve mücanebet olunmak
ve fimabaad gediklû ve mülâzimlerden biri vefat eyledikte arzın ile tevcih ve
yerine ruus-i hümayun verilmek üzere başka tertib ve defter ve bundan böyle
hekimbaşı olanlar işbu şurutu düstur-ül-amel tutub hilâfına hareketten ittika
ve hin-i iktizada müracaat eylemeleri için ruus kalemine kayıd ve yedlerine
başka ruus-i hümayun verilmek üzere arz eylemen babında fermın-ı âlişanım sâdır
olmuştur. Buyurdum ki fi evahir-i 1, 1142 emr-i şerifim mucibince amel olunub
hilâfında begayet hazer oluna deyu hatt-ı hümayun-i şevket-makrun keşide
kılınmıştır sene 1142. .Ahmet Refik, Hicrî On İkinci Asırda İstanbul
Hayatı, s. 106; bu hüküm suretinin yeni harflerle basılmış bir kitaptan
alındığını ve bundan dolayı, tashihe rağmen, bazı yanlışlar kalmış
olabileceğini hatırlatmak isteriz).
Bu ikinci emirde
tutulan yol, daha akla uygun ve kesip gözüküyor; hekimler âdeta bir çeşit
"devlet imtihanı"na tabi tutulup ellerine bir temessük, yani diploma
verilmedikçe hekimliğe müsaade olunmuyor; fakat bu defa artık «tıbb-ı
cedit»ten bahsedilmemektedir.
Bundan başka, hüküm
dikkatle okunursa, XVIII. yüzyıl başlarında, tıbbın genellikle, muntazam bir
medrese veya hastane tahsiline bağlı olmadığı, tersine usta-çırak usulüyle ve
dükkanlarda parasız çalışma yoluyle, öğrenildiği anlaşılıyor. Ama, bu ustalar
ve çıraklar arasında Arapçayı öğrenmiş olanlardan yetişmiş yazarlar ve
çeviriciler hiç de az değildir. Mesela, yukarıda adı geçen Ömer Şifaî’nin böyle
hekimlerden olması muhtemel olduğu gibi, onun öğrencisi, yani çırağı olan saray
hekimlerinden Bursah Ali Efendi de aynı sınıftan olsa gerektir. Bu son zatın Bidaet-ül-mübtedi
adh bir Akrabadin, yani bileşik ilaçlar kitabını biliyoruz (bkz. Üniversite
kütüphanesi, Yıldız, tıp, 361, 405). [Ek-41], Mahmut I. zamanında 1144=1731
yılında kaleme alınan bu eserde Mynsicht adında bir Batıh yazarın ismi çok
geçtiği gibi, yine Ali Efendi Kitab-ı Mynsicht Tercümesi adiyle daha
ziyade formulaire şeklinde bir kitap daha yazmıştır (bkz. Üniversite
kütüphanesi. Yıldız, tıp, 29). Çok gariptir ki, her iki eserinde de adını
verdiği, hatta bir eserini onun adiyle yazdığı Batılı yazar, yani Adrian
Mynsicht, tartre emetique denilen meşhur ilacı bulduğu halde, Türkçe iki ilaç
kitabında da bu ilacın adı bile geçmez (1). Bundan başka Bur sah Ali Efendinin,
Dârüsaade ağası Beşir Ağa adına, Cerrahname adh bir eseri daha vardır
(bkz. Halet Efendi kütüphanesi. No. 751). Bu eserde şişlerden bahsederken
anevrizma'ları da bu arada sayar; sonunda, o vakitler pek moda olan Paracelsus
adı da yalan yanlış bazı bilgiler arasında anılır. Hekim Ali Efendi herhalde
1160=1747'den sonra vefat etmiş olsa gerektir.
Bu devirde, Halil
Faiz adında bir zat, daha ziyade astroloji hesapları üzerine erkam-i cümel,
yani ebced harfleriyle ve sexagesimal=altmışhk usulda, Fezleket-ül-hisab
adiyle, bir eser yazdığı gibi, Es-savlet-ül-hezberiye fi mesail-il-cebriye
adında cebir problemlerinin çözümlenmesi üzerine, bir eser daha bırakmıştır.
Yazar, Şakaik zeyli Şeyhî’ye göre, şair olup öteki ilimlere dair
de birçok eserler yazmış ve tahminen 1729 yılında cinnet getirerek intihar
etmiştir. Fezleket-ül-hisab, Üniversite kütüphanesinin T. 5890 numarasında
mevcut olduğu gibi öteki eserlerinden bir kısmı da Beyazıt’ta Veliyüddin
Efendi kütüphanesinde bulunmaktadır.
♦ « ♦
Artık Osmanlı
Türkiyesinde, ilk Türk matbaasının kurulmasıyle kendini belirten, dikkate değer
bir devre erişiyoruz. Bu ilk matbaanın
kuruluşu hikayesini, burada uzun uzadıya, anlatacak değiliz. Çünkü, bu hususta
tarihlerde ve özellikle Selim Nüzhet Gerçek’in Türk Matbaacılığı
(İstanbul, 1939) adh küçük eserinde, yeteri kadar ve faydalı bilgiler vardır.
[Ek-42], Ancak, burada «ilk Türk matbaası» diye belirtmemizin nedenini söylemek
lazımdır. Gerçi İstanbul’da ve Türkiye'de ilk matbaa Musevîler tarafından
açılmıştır. 1429 yılında Ispanya'dan hicret eden Musevîler, 1493 yılında, yani
Türk matbaasından 233 yıl önce, İstanbul'da, birkaç yıl sonra da Selanik’te ilk
matbaayı açmışlardır (Avram Galanti, Türkler, Yahudiler, İstanbul, s.
7). Bu matbaalarda birçok kitaplar basılmıştır. Öte yandan, Sivaslı Apkar
adında bir Ermeni de, Venedik’te basımcılık sanatını öğrendikten sonra,
İstanbul’da 1567 yılında bir matbaa açtığı gibi, 1627 yılında da Nicodimus
Metaxas adında bir Rum papazı da bir matbaa kurmuştur. Bu matbaanın ilk bastığı
eser «Yahudiler Aleyhinde Küçük Risale» adh bir kitaptır.
Bilindiği gibi,
Ahmet IIL'in sadrazamı Damat İbrahim Paşa, Yirmisekiz Mehmet Çelebi’yi Fransa
kralı Louis XV.’ye elçi olarak göndermişti. Bu münasebetle babasıyle Paris’e
giden Sait Çelebi (bazen Sait Ağa), oradayken matbaanın önemi hakkında bir
fikir edinerek dönmüştü. Beri yandan, 1674 yılında, Macaristan'ın Colojvar
kasabasında doğan ve Protestan papazlığı kolejinde tahsil eden, bir genç de
Osmanlılara esir düşmüş ve İslamlığı kabul ederek İbrahim adını almıştı (bu
İbrahim’in hayat hikayesi için bkz. Caraczon, İbrahim Müteferrika, Tarih-i
Osmanî Mecmuası, sene 1, s. 178). Bundan sonra, İslamlığı iyice inceleyen
bu zat, Risale-i İslâmiye diye bir eser yazmış ve bununla Sadrazam
İbrahim Paşanın dikkatini çekmişti. 1716=1128 yılında, Belgrat’ta toplanan
Macar yüksek subayları için İbrahim Efendi tercüman olarak kullanıldı. Bu yıl, Osmanlı
diyarına, mülteci olarak, gelen meşhur Macar yurtseveri Racoczi’nin yanma
tercüman verildi. Latince ve başka Avrupa dillerini kolejde öğrenmiş olan
İbrahim Efendi, bir süre sonra, müteferrikalık hizmetine atanmış oldluğu için,
bundan sonra adı hep İbrahim Müteferrika diye geçmeye başlamıştır. [Ek t 43],
İbrahim
Müteferrika, 1726 tarihlerinde matbaacılığın gerekliliği, önemi ve faydası
üzerine, Vesilet-üt-tabâa adiyle bir risale yazarak, Damat İbrahim
Paşaya takdim ettiği, Yirmisekiz Çelebi’nin oğlu Sait Çelebi’yle uyuştuktan
sonra bir dilekçeyle, matbaa açmak ruhsatını ve bunun için şeyhülislam fetvasıyle
birlikte padişahtan da bir ferman istemiştir. İbrahim Müteferrika’nm bu küçük
risalesi, akla çok uygun, mantıklı ve özellikle gayet inandırıcı kanıtlarla
yazılmıştır. Risalede yazar, tarihte birkaç kere istila yüzünden birçok yazma
kitapların nasıl mahvolduğunu ve sonraları doğru yazı yazacak hattatlar
kalmadığından yazmaların çoğunun yanlışlarla dolu olduğunu, halbuki, basma
usulü kabul edilirse, yazıların okunaklı ve yanlışsız olacağını, birçok güzel
kitapların yayınlanacağını, kitapların başına ve sonuna mufassal fihristler
konularak okuyanlar için kolaylık sağlanacağını ve kitaplar ucuzlayarak
taşranın da bunlardan faydalanacağını, şehirlerdeyse büyük kütüphaneler
kurulabileceğini (ki hâlâ kurulmamıştır), özellikle, Osmanlı devletinin,
cihatla tslamın şerefini artırdığı gibi, kitap yayınlama suretiyle de İslam
kültürüne hizmet edeceğini, halbuki AvrupalIların Islami kitapları birtakım
yanlışlarla çoktan basmaya ve bu suretle. Doğudan para çekmeye başladıklarını,
eğer bizde matbaa kurulursa bu kârın memlekette kalacağını ifade etmektedir
(bu risalenin özeti için bkz. İhsan Sungu, Hayat, No. 43, bu makalede,
ruhsat isteme dilekçesi hakkında da faydalı bilgiler vardır; dilekçenin tıpkı
basımı için bkz. Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı, İstanbul, 1939,
vesikalar).
İbrahim Efendinin
bu sözleri kısaca tekrar eden dilekçesi üzerine, bu arzusu, şeyhülislam Abdullah
Efendinin bir fetvasına dayanarak, çıkarılan 1139 zilkade tarihli bir hatt-ı
hümayunla yerine getirilmişti (fetva ve hatt-ı hümayunun tıpkı basımları için
bkz. Selim
Nüzhet Gerçek, aynı eser, aynı yer). Fetvada ancak lügat, mantık,
felsefe ve astronomi kitapları bahis konusu olduğu gibi, hattıhümayunda fıkıh,
kelam, tefsir ve hadis ilimlerinden başka ilimlere dair kitaplar basılacağı da
belirtilmiştir. İbrahim Efendi, esasen memlekete müspet ilimleri sokmak
hevesine düşmüş hür fikirli bir zat olduğu için, bu kayıtlamaya okadar önem
vermemiş olsa gerektir. Hatta kendisinin ilk yazdığı risalede, coğrafyanın
büyük devlet memurları için lüzum ve faydası ve haritaların basılmasıyle, bütün
Doğuda satılarak, menfaat sağlanacağı söz konusuydu. Bu risale Sandrazam Damat
İbrahim Paşaya takdim için yazıldığı gibi sonradan, hükümet şekilleri ve
özellikle ordu teşkilatı üzerine fazla bilgi ilavesi ve artık matbaa kurulmuş
olduğu için, harita basmak lüzumuna dair olan kısımların çıkarılmasıyle, Usul-iil-hikem
fi nizam-il-iimem adı altında, oldukça cesurca bir üslupla kaleme alınarak,
kendi matbaasında basılmıştı (1). İbrahim'in kendi evinde kurulmuş olan
matbaada basılan kitapların listesi incelenirse, müspet ilimler alanınd ancak 6
eserin bulunduğu görülür; ötekilerin çoğu tarihe ve lügate ait eserlerdir (2).
İbrahim
Müteferrika’nın bastığı ilmi eserler arasında en önemlisi Kâtip Çelebi’nin Cihanniima'sidir.
Bu eserin asıl şeklini yukarıda tarif etmiştik. Burada basılı Cihanniima’yı
gözden geçirirsek, aradaki farkı ve bu hususta İbrahim Müteferrika’nın, zamanının
ilminden ne dereceye kadar faydalandığını göstermiş olacağız. Basma Cihanniima
ya yayınlayanın Tezyil-iit-tabi dediği ilavelerle
Ebu
Bekir bin Behram-üd-Dimışkî’nin Anadolu ve Arabistan coğrafyası eklenmiştir.
Eserin başına, İbrahim Müteferrika (kendi aldığı unvanla Ibrahim-ül-Coğrafî),
geometri üzerine ilk bilgileri koyduktan sonra, evren sistemine dair çeşitli
öğretileri, mesela Tycho Brahe ve Kopernik’in sistemlerini de zikretmiş, fakat
bu son sistemi anlatırken, hayli ihtiyatlı bir dil kullanarak, bunun mutlaka
kabul edilmesi lazım gelmediğini ve esasen bunu İslam, ulemasının kabul
etmediklerini yazmıştır. İbrahim Müteferrika, bu bilgileri «Purkoçius» adını
verdiği bir yazarın kitabının üçüncü bölümünden ahnfÇ olduğunu söylemektedir
(1). Asıl adı Edmond Pourchot olan bu yazar, Fransa’da ilk «Cartesien»
profesörlerden olup birçok kolejlerde hocalık etmiş bir zattır. İşte bu eserden
alarak, İbrahim o zaman için Türkiye’de yeni sayılabilecek, Descartes'ın
«burgaçlar» teorisinden bahsettiği gibi, Aristo’nun ağır cisimlerin arzın
merkezine yaklaşmaya ve hafif cisimlerin merkezden uzaklaşmaya eğilimli
oldukları teorisine karşı, Galilee’nin reddiyelerini zikrederken, bir yandan
da arzın güneş etrafındaki hareketine dair olan itirazlara karşı cevapları
eserine almıştır (bkz. Cihannüma, basma nüsha, İstanbul, 1144, s.
34-48). Bu arada (s. 64) pusulanın İtalya’ da Napoli yakınlarında Amalfi
şehrinde bir zat tarafından 1402 yılında icat edildiğini de söyler. Bu
münasebetle mıknatısiyetten ve pusulanın ibresinin sapmasından ve bu sapmanın
İtalya’da batıya doğru 11,5° olduğunun, Bebek’te Kaptan Mustafa Paşa camiinin
mihrabının yerinin belirtilmesi sırasında, 1140 yılında, tahkik olunduğunu
ilave etmiştir.
İbrahim
Müteferrika’nm daha birçok eklemeleriyle kitap, gerçekten zamanına göre hayli
yenilenmiştir. Kitabın baskısı büyük bir itinayla hazırlanmış olduğu gibi,
haritalar ve şekiller de ilave olunmuştur. Bunlardan bir kısmı, Müteferrika
tarafından yapılmış, bir kısmı da asıl eserden aktarılmıştır. Şekil ve
haritaların bazısı Ahmed-ül-Kırımî, bazısı da Mıgırdiç Galatavi ve yalnız bir
tek haritanın da Tophaneli İbrahim adında biri tarafından hakkedilmiş olduğunu
imzalarından anlıyoruz. İbrahim Müteferrika, şeyhülislam Damat-zade Ebülhayr
Ahmet Efendinin, Kâtip Çelebi’nin yazısıyle olan, müsveddeleri kendisine
verdiğini ve basılması için teşvik ettiğini önsözde şükranla kaydetmektedir. Bu
ilk ve son basma Cihannüma nüshaları, İstanbul'da birçok kütüphanelerde
ve özel ellerde bulunmaktaysa da, harita ve şekilleri her nüshada tamam
değildir.
İbrahim
Müteferrika’nın asıl kendi eserlerinden biri, bizi burada ilgilendirecek olan Fiiyuzat-ı
Mıknatısiyle adlı eseridir ki, kendi matbaasında 1732=1144 yılında
basılmıştır (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tabiiye, 237). Bu eserde
pusulanın icadından ve bu aletin Çinlilerce, daha önceden bilindiğine dair olan
hikayelerden bahsedildikten sonra mıknatısın özellikleri anlatılır. Bazı Avrupa
hükümdarları tarafından, bir yerin enlem ve boylamını belirtecek bir alet veya
bir usul (?) keşfedecek kimseye verilmek üzere, 20.000 altın ödül konulduğunu
ve «bir hakim-i hey’et ve hikmet-aşina» tarafından bir risale yazılmış
olduğunu söyleyen yazar, kendi eserini bu eserden özetle çevirdiğini ilave eder
(1). Velhasıl bu risale, mıknatısiyetin pusulayla olan ilişkisini anlatan kısa
bir eserdir ki, iki çeşit pusula ibresini gösterir resimleri de vardır [Ek-44].
Yine bu matbaada, yukarıda adı geçen, Tarih-i Hind-i Garbi de
resimleriyle birlikte basıldığı gibi, Kâtip Çelebi’nin yukarıda biraz
bahsettiğimiz Ttıhfet-ill-kibar fi esfar-il-bihar adh eseri de
haritalarıyle birlikte basılmıştır.
İbrahim’in bize
yazma olarak bıraktığı bir eser daha vardır; Mecmua-i hey’et-il-kadime ve
cedide adındaki bu kitap, XVII. yüzyılın ortalarında eserler yazmış olan
Hollandah coğrafyacı, matematikçi ve kozmografyacı Andreas Cellarius’un
(Andrea Keller, ki Hollanda'nın kuzey eyaletinde o vakit pek mamur olan Hoom
şehrinin ünlü kolejinin rektörüydü) birinci baskısı 1665 ve ikinci baskısı 1708
yılında yayınlanan, Atlas coelestis yahut Harmonia macrocosmica, seu
atlas ımiversalis et novus totius universi creati adh atlasından, Ahmet
Ill.’in emriyle, çevrilmiştir. Bu eser, Amsterdam’da Gerard Valk ve P.
Schenk’in matbaasında, Joh. van Loon adında bir ressam tarafından basılmış
olup, ilk sayfasında dünyanın o zamana kadar gelen meşhur astronom ve
kozmograflarının resimleri, arzın, güneşin, ayın, başak ve terazi burçlarının
sembolik tasvirleri, bir frontispice olarak bulunmaktadır. İbrahim Müteferrika,
önsözde “Rasıtlar Meclisi” adını verdiği bu resmi açıklamaya kalkışarak yanlarında
zat-ül-kürsî, usturlap ve rubu daire gibi aletler bulunan birkaç rasıttan
birinin Ptolemaios, ötekinin Tycho Brahe ve üçüncüsüniin Kopernik olduğunu
teşhis ettiği gibi bir başkasının da «feza-yi dilâram-ı meclisin canib-i
yemininde bedr-i münir gibi cilveger-i sâha-i nazar olan şahs-ı hûb-manzar yani
sâhib-i zîc-i hâkânî sultan Uluğ Bey İlhanî başına tâc ve sorguç giyip
ittifaken bu gûna hey’ü zey-i ziynetnüma ile cümleden ziyade revnak-bahş-i
mahal ve meclis-ârâ-yi şekil» olduğunu söyler. Bunlardan Uluğ Bey zannettiği
tabii asla Uluğ Bey değildir; çünkü arkasındaki manto ve uzun saçları ve
şapkasıyle bir Batılının resmi olmak lazım gelir. İşte İbrahim Müteferrika,
bundan sonra önsözde, eserin resimleri ve haritaları altında kısa kısa
açıklamalardan başka bir şey olmadığı için, herkesin anlayabilmesi maksadıyle
kendi tarafından açıklamalar verildiğini ve bu suretle «ukde-i müşkil-bend
keşif ve hal ve suver-i eşkâlin medlûl ve mefadı cem'i ve dere» (böylelikle
kördüğümler çözülmüş ve şekillerin neleri anlattıkları toplanıp yazılmış)
olunduğunu söyler. Gerçekten, çeviren, kitabın başına, Cihannüma’ya
yazdığı eklerden astronomi ve kozmografyaya dair olanları aktarmış ve ondan
sonra, eserin 30 şekli üzerine, birer açıklama yapmıştır. İbrahim Müteferrika,
yine önsözdç kitabın aslını mübalağayla överek, «bu ane gelince çeşm-i bidâr-i
zamân bunun mislini görmemiş, bir pâdişâh-i zi-iktidârın hâzinesine girmemiş»
demekte ve yazarın da «Horno nam mecma-i ulûm» da (kolej) «ulûm ve fünun-i
hikemiyede muallim-i evvel» (rektör) olduğunu ve Amsterdam’da 1708’de (ki, bu
halde ikinci baskı demek olacak), Platnos adında birinin yardımıyle,
basıldığını söylemektedir. Bu eseri İbrahim Müteferrika’nın, Cihanniima'da
verdiği astronomi ve kozmografya eklerini tamamlamak için, pek faydalı bulmuş
olduğu anlaşılıyor. Eserin aslı da, esasen, yukarıda sözü geçen Johan
Blaeu’nun Atlas major’una ilave edilmişti. 1733=1145'te yapılan bu
çevirinin bir yazma nüshası bugün İstanbul'da, Askeri Müze kütphanesinde, 5203
numarada kayıtlı bulunmaktadır. Abbe Toderini, De La Litterature des Turcs
adh kitabında, «İbrahim Müteferrika’nın Latinceden çevirdiği bir coğrafya
kitabını basmak üzere olduğunu» işittiğini söylüyorsa da, bu eseri İbrahim
basmaya muvaffak olamamıştır.
İbrahim Müteferrika
bahsini kapatmadan önce şunu söyleyelim ki, onun matbaasında ve bir süre tatile
uğradıktan sonra yeniden açılan aynı matbaayla Üsküdar matbaasında, 1830 yılına
kadar, basılan eserlerin sayısı ancak 97 olup bunların bir listesi Hammer’in
tarihinde bulunmaktadır (bkz. Fr. Çev. XIV, 492-507). Bu listede, 1743 yılına
kadar Müteferrika’nın bizzat bastığı kitapların sayısı 17' dir. İşte okumak,
yazmak, basmak işleriyle faal bir surette uğraşan bu İbrahim Müteferrika,
hayatının son yıllarına kadar çalıştıktan sonra, 1158=1745 yılında vefat etmiş
ve Aynahkavak mezarlığına defnedilmiştir. Mezarı şimdi Galata Mevlevîhanesi
mezarlığına nakledilmiş bulunmaktadır.
Türk matbaasının
kuruluşunda mevki ve nüfuzuyle işe katılan Şait Çelebi’nin yanında ilmi,
sanatıyle onu meydana getirip basan, yayınlayan, yazan ve çeviren olarak görev
alan İbrahim Müteferrika’nm hizmeti, görüldüğü gibi, yalnız matbaaya münhasır
kalmamış, belki bizim için pek yeni sayılacak ilimlerin temel bilgilerini
verecek eserler, ekler yazmış ve ve bu suretle memleketimize Avrupa
Rönesansından ilk haberleri vermiştir. Bundan dolayı, bu ilk tabiin adını
burada saygıyla anmaya mecburuz.
Bu devirde,
coğrafyaya karşı. Kâtip Çelebinin eserlerinin ve Atlas majör
çevirisinin, uyandırdığı ilgi devam etmiş ve onlardan özetleme ve aktarma
suretiyle, birtakım coğrafya eserleri yazılmıştır. Mesela Şeyh
Edib-ül-Hasan-ül-Cebeci adında bir zat Kâtip Çelebi’nin Arapça Fezleke
adındaki tarihinin çevirisini yaparken sonuna Osmanlı memleketinde yaptığı
seyahatlerde topladığı coğrafi bilgileri koymayı da ihmal etmemiş ve o zamana
göre yapılmış bazı tabiye planları da koymuştur (bkz. Hekimoğlu Ali Paşa
kütüphanesi, 803).
Hollanda elçiliği
tercümanı Petros Baronian adında bir zat da 1733 yılında Jacques Robbs’un La
Methode potır apprendre facilement la geographie adh eserini, Risale-i
Coğrafya veya Fen-nümay-i cam-i cem ez fenn-i coğrafiya adiyle
Mahmut I. zamanında Sadrazam Ali Paşa için Türkçeye çevirmiştir. Baronian, bu
eseri, Kâtip Çelebi’nin Cihannüma'sının "basılmış olmasından
cesaret alarakçevirdiğini söyler. Eserde o vakte kadar Türkçeye geçmemiş olan
modern matematik ve fizikî coğrafya bilgileri bulunduğu gibi, haritanın
tarifinden sonra düzlemküre, bir de Akdeniz haritası konulmuş ve bu haritaların
ölçeği Arap, Fransız ve İtalyan milleri üzerine tertip edilerek, bir de güzel
bir «rüzgar gülü» çizilmiştir. Akdeniz ve Karadeniz’de ulaştırma için deniz
astronomisine dair bilgiler de bulunmaktadır. Fr. Taeschner (bkz. Fr.
Taeschner, Zur Geschichte des Djihannuma, Mitteilungen des Seminars für
orient. Sprachen Berlin, s. 110) bu eserin 1145’te yazılmış bir ikinci
şekli daha olduğunu ve bu defa Cihannüma fi fenn-i coğrafya adını
aldığını söylerse de, eser esasen 1145-1146 yılları arasında yazılmış olduğu
için aynı yılda ikinci şeklinin hazırlanmış olmasına bir mana verilemez (bu
ikinci şekil Taeschner’in özel kütühanesindeymiş). 1740 tarihinde Şehrî-zade
Sait adında bir müverrih tarafından Cihannüma’ya Ravzat-ül-enfüs adiyle
bir ek yazıldığı söylenmekteyse de bu eseri görmedik.
Bu deviıde,
variolisation denilen yani çiçekli bir adamdan alınan cerahatle yapılan çiçek
aşısının, İstanbul'a 1716 tarihinde elçi tayin olunan E. Wortley Montagu'nün
zevcesi Lady Mary Wortley Montagu (1690-1762) tarafından yazılan mektuplarla,
Ingiltere'de bilindiğini söylemek lazımdır. Gerçekten, İngiliz edebiyatında
yazdığı mektuplarla pek meşhur olan bu Lady'nin dostlarına Mrs. S.C.'ye yazdığı
31 numaralı mektupta, çiçek aşısının Türkiye’de pek eskideı^ beri yaplıdığım,
hatta, kendisinin tören ve eğlencelerle yapılan böyle bir «aşı âleminde» hazır
bulunduğunu ve aşının faydalarını bildirmiştir. Bu türlü çiçek aşısının
uygulanmasının tarihini araştırma ve incelemeyi tıp tarihi uzmanlarına
bırakarak şunu söyleyelim ki, bazı Türk hekimliği tarihlerine geçtiği gibi,
Lady Montagu’nün mektupları arasında, ineklerden alınan çiçek aşısının
(vaccination) da Türkiye’de eskiden beri uygulandığına dair, bir ikinci mektup
asla mevcut değildir. Bilindiği gibi, bu tarz aşı, yani bugünkü çiçek aşısı,
Edvvard Jenner tarafından İngiltere’de 1796 tarihinde keşfedilmiş ve bu zatın
1798 yılında yayınladığı Inquiry in to the Causes and Effects of the
Variolae vaccinae adh eseriyle dünyaya bildirilmiştir (1). [Ek-45],
Bu bölümü
kapatmadan önce, Paris’te Bibliotheque Nationale’ de (bkz. Paris, Bibi. Nat.
Blochet, Cat. F.T. suppl., 196) gördüğüm ve ne yazık ki İstanbul
kütüphanelerinde rastlamadığım dikkate değer bir yazmadan bahsetmek isterim.
Yazar adı ve tarihi olmayan bu yazma, Fransa elçisi Marquis de Villeneuve'ün,
İstanbul'da bulunduğu sırada (1728-1741), reis-ül-küttab Mustafa Efendiden
rica etmesi üzerine, bu zatın damadının hocası olan biri tarafından Kevaik-i
seb’a adiyle (bu isim katalogda mevcut değildir), Fransa elçisine
Türkiye'de öğretim usulüne ve okutulan ilimlere dair bilgi vermek maksadıyle
yazılmıştır. Yazar, önsözde, İslam ulemasının ilmini Avrupahların gözleri
önüne koymak için, böyle bir fırsatı beklediğini söyledikten ve Islamda ilmin
kısa bir tarihini yaptıktan sonra, ilimleri üçe ayırıyor: Faydalı ilimler,
ne faydası ne zararı olan ilimler, zararlı ilimler. Birinci kısımda
akait, fıkıh, Arap dil ve edebiyatı, mantık, matematik,
astronomi, anatomi ve tıp; ikinci kısımda şiir ve edebiyat, üçüncü kısımdaysa
felsefe, sihir ve astroloji ilmi vardır.
Faydalı ilimler üç
devre üzerine okutulur: 1. Pek muhtasar surette, yani yalnız dava başlan ve
meseleler ispatsız olarak verilir ki, bu usule istiksar denilir; 2.
Biraz daha mufassal surette bir metin üzerine bazı kanıtlar getirilerek
okutulur, bu usule iktisat usulü denilir; 3. Bütün meseleler her türlü
kanıt ve ispatlarıyle birlikte gösterilir, bu usule de istiksa adı
verilir. Akli ilimlerden ancak aritmetik ve geometriden bahsedilmekte, fakat
bunların kolay (?) konular olduğu için ayrıca öğretilmeyerek, öteki dersler
arasında, özellikle gezintiler sırasında, müzakere edildiğini yazar ilave
etmekte ve bu usulleri gereği gibi övmektedir.
Bundan başka bu
yazmada o sıralarda medreselerde okutulan kitapların da bir listesi verildiği
gibi, nihayet çeşitli milletlerin ilme karşı gösterdikleri ilgi incelenir ve
karşılaştırılır. Yazar, Mısırlılar, Hindular, îranlılar, Keldanîler ve
Yunanlıların ilme karşı büyük bir sevgi ve ilgileri olduğunu, halbuki
Çinlilerle Türklerin (?) ilme pek rağbet etmediklerini ifade etmektedir. Bu
yazmanın incelenmesinde, medreselerimizde, XVIII. yüzyılda öğretimin aşağı
yukarı Arap diliyle fıkha münhasır kaldığı anlaşılıyor. Gerçi, bu devirde medrese
öğretiminin dışında bazı müspet ilimlerin, yukarıda görüldüğü gibi, Batıdan,
gayet çekingen ve korkak bir tarzda Türkiye'ye sokulması için bazı teşebbüsler
yapılmışsa da bu teşebbüsler çoğu zaman medrese dışında yetişmiş bilginlerin
eseridir.
Bu satırları
yazarken, XVII. yüzyılda ve XVIII. yüzyıl başlarında Fransa’nın eğitim ve
öğretim tarihine dair bazı yazarların düşüncelerini hatırlamamak kabil
olmuyor. Bu düşünceleri Sorbonne Fransız edebiyatı profesörlerinden Daniel
Mornet, 1933’te yayınladığı Les origines intellĞctuelles de la Revolution
Française adh pek faydalı bir eserinde (s. 170-173) toplamıştır. Mesela
L'Allemend, Fransa’da eski oratoire’ların öğretimi üzerine yazdığı bir tarihte,
XVII. yüzyılın sonuna kadar, bu heyete mensup okullarda ancak Latince ve
Latincenin belagati ve iskolastik felsefeden başka bir $ey okutulmadığını
söyler (1). Öte yandan kolejlerde fizik ve kimya okutulmasını isteyen diğer
bir papaz, P. Long, mecaâî bir ifadeyle, bu
okullarda öğrencilerin, bazı bir
torbaya konulup arkadan kırbaçlanarak yürütüldüğünü iddia etmektedir. Abbe
Fleury ise kolejlerde okutulan Latincenin, bir kültür değil, ancak bir lisan
olduğunu açıkça ifade etmiştir (1). Fransızların meşhur Encyclopedie,
Dictionnaire raisonne des Sciences, des art s et des matiers'inin editeur’ü
Diderot, Rollin’den bahsederken, «Rollin, ancak papaz, keşiş, şair ve hatip
yetiştrimekten başka bir şey yapmamıştır» demektedir (2).
Coyer adında başka
bir papaz, «öğretimin ve eğitimimiz ancak kelimeler içinde yuvarlanıp
gitmektedir, kolejlerimizin mezunları bir mektup bile yazmayı bilmiyorlar»
diye, zamanın öğretim usulünden şikayet etmektedir (3).
Görülüyor ki,
Fransa’nın resmi ve papaz mektepleri, tıpkı bizim medreselerde^ olduğu gibi,
eski iskolastik usulden, o yüzyıllarda henüz ayrılamamıştı. Fakat, asıl dikkat
edilecek nokta, bu öğretim usulünü eleştiren düşünürlerin hatta "papazlar
içinden” çıkmış olmasıdır. Öte yandan, şimdi görüleceği üzere, ilim tarihinde
"Büyük Yüzyıl” denilen XVII. yüzyıl içinde Batıda birbiri peşi sıra
yetişen dehalar, düşünce dünyasının devleri sayesinde Avrupa’da ilmi düşünüş
büsbütün başka bir gidiş almış olduğu halde, bizde şimdi bahsettiğimiz Kevakib-i
seb’a'da. eski ilim ve eski usul değil eleştirilmek, övülmekteydi.
*
* •
Bundan önceki
bölümün sonunda Batıdaki ilmin durumu üzerine yaptığımız özetin sonunda XVII.
yüzyılın ilk senesinde, sonsuz bir âlem içinde birçok evrenlerin var olduğunu,
Kopernik sisteminin doğruluğunu ve dolayısıyle bizim arzın, âlemin merkezi olamayacağım
iddia eden filozof G. Bruno'nun, Roma’da odunlar üzerinde yakılmış olduğunu
söylemiştik. İşte, bu zavallı düşünürün feci ölümüyle, başlayan bu yüzyıl, ilim
ve düşünce tarihine haklı olarak “Büyük Yüzyıl” adiyle geçmiştir. Yüzyılın
büyüklüğü şundandır ki, o zamana kadar her yerde hâkim olan Aristo felsefe ve
ilmi, Ptolemaios sistemi ve Galenos-İbni Sina tıbbı, yüzyıllarca kurulup oturduğu
tahttan iniyor ve beşerin düşüncesi üzerine etkiden bir an geri kalmayan eski
çağların büyük adamları artık «arş-ü ferşleriyle» yıkılıyordu. Velhasıl,
Bruno’nun yanan beyninden çıkan alevler içinde yükselen yeni düşünce bu
yüzyılı aydınlatarak onu dünya tarihinde hâlâ bir eşi görülmeyen bir
düşünce devrimine sahne yapmıştır.
Bu arada, matematik
artık fizik araştırmalarında bir alet gibi kullanılmaya başlayarak, ortaya
matematik-fizik bir sentez gibi çıkmış ve gökler yeni bştan incelenerek, yeni
kanunlar, yeni görüşler meydan almış olduğu gibi, ilimde tümevarım usulü
uygulanmaya başlamıştır. Fizyoloji büsbütün mekanik bir gidiş tutturuyor, fizik
fizyolojiye ve öte yandan, kimyayla birlikte tıbba da uygulanıyordu;
insanların görme duyuları, teleskop, mikroskop sayesinde, büsbütün yeni bir
kuvvet kazanıyordu. Beş altı satır içinde, pek eksik ve pek kısa bir surette
söylediğimiz, bu büyük ilim ve düşünce devriminin ayrıntılarına girişmek, bu
eserin kadrosu dışında kalıyor; ama, Türkiye’nin ilim âleminin bu muazzam
olaylara nasıl yabancı kaldığını belirtmek için, bu devrimin en önemli ana
çizgilerinden ve en önemli simalarından kısaca bahsetmek zorundayız.
Johannes Kepler
(1571-1630), daha XVII. yüzyıl başında Kopernik sistemini kabul etmiş ve 1609
yılında Prag’da Satürn gezegeninin hareketi üzerine yayınladığı Astronomla
nova adh eserinde gezegenlerin «eliptik yörünge ve eşit yüzeyler»
meselesine dair koyduğu iki kanunu ve 1618 yılında, çıkardığı Epitome
astronomiae Copernicanae adh eserinde de üçüncü kanununu ilim âlemine
bildirmişti. Fakat, bunların hepsinden de önemli olarak, bizim bugün Galile dediğimiz
Pisa'h Galileo Galilei'nin (1564-1642) fizikte, düşen cisimleri idare eden
kanunları, sarkaç kanunlarını keşif ve özellikle »ismin tabii halinin
dinginlik olmayıp, bir düz hat üzerinde tekömek bir hareket olduğu gibi esas
bir prensiple, yüzyıllardan beri ilim dünyasına hâkim olan Aristo fiziğini ve
Kopemik sistemini müdafaayla, Ptolemaios astronomisini bir darbede yıkması,
onun yaptığı önemli devrimler olmakla birlikte, gözlem ve deneylerden çıkan sonuçları
toplayarak, bu sonuçlardan değişmez tabiat kanunlarının bulunması için koyduğu
usul, ilimde meydana getirdiği en büyük devrimdir; işte bundan dolayıdır ki,
Galile, yeni ilmin asıl babası sayılir. Hollanda’dan gelen teleskopu ıslah
ederek ayı gözlemleyen ve Jüpiter gezegeninin uydularını gören Galile,
Inquisition zindanında, 1637 yılında artık tamamıyle kör olmuştu. 1638 yılında
nezaret altına alındığı evde kendisini ziyaret eden başka bir “büyük
kör", Milton, Pardies Lost adlı meşhur manzumesinde (bkz. aynı
eser, book I., 284-288), Galile’yi imayla şu güzel sözleri söylüyor:
İngiltere’de
Francis Bacon (1561-1621) ilmi usulü, yani birtakım olayları toplayıp onların
arasından en işe yarayanları seçmek ve onlar üzerine bir hipotez kurmak
usulünü, savunmuştu. Fransa’daysa Descartes (1595-1650), bir yandan büyük
felsefesini kurarken, öte yandan matematik, fizik, fizyoloji üzerinde yeni
önemli yenilikler yapıyordu. Evren, onun gözünde, Allah tarafından yaratılmıştır;
fakat bir kere yaratıldı mı, artık Allah da evreni tabiatın kanunlarına göre
idare eder. Analitik geometri, yani cebrin geometriye uygulanması usulünü de
Descartes keşfetmişti.
Nihayet Galile’nin
öldüğü yıl Isaac Nevvton (1642-1727) doğmuştu; güya tabiat bu harikulade
yüzyılı “büyüksüz" bırakmak istemiyordu. Nevvton, çekim kanununu
keşfetmiş, arza mahsus olan mekaniği göklere uygulamıştı; Nevvton’un Principia
adındaki en önemli eseri 1687’de yayınlandı. Bu keşfin hesaplarını yapabilmek
için bugün matematiğin en önemil ve en faydalı bir dalı olan
entegral-diferansiyel hesabı, bir taraftan Nevvton İngiltere’de ve aynı zamanda
da büyük filozof Leibniz, Almanya’da keşfetmişti. 1614 yılında John Napier,
logaritma usulünü keşfederek ünlü eserini çıkarmıştır.
Evrenin böyle
mekanik ve matematik açıklaması, her olayın ölçüye tabi tutulması usulü
kuvvetlenirken, öte yandan da kimya İngiltere’de Boyle’un himmetiyle ilmi bir
temel, yani «elemanlar» ve bir dereceye kadar atomlar üzerine kuruluyordu. Bu
zat, 1661’de İngiltere’nin bugün en başta gelen ilim kurumu olan Royal
Society’ nin çekirdeği «göze görünmez kolej »in (Ihvısible College) ilk
üyelerindendi. Bu suretle Böyle, kimyayı elkimyanm mistik esaslarından
kurtararak deney üzerine kurulmuş bir hale getirmeye başlamıştır.
Padua üniversitesi
tıp hocalarından Santorio (1561-1636), ilk olarak termometreyi hastalara
uygularken, hissolunmaz terlemeleri keşfederek, metabolizmanın esaslarını
kurmuş oluyordu. Bundan sonra, William Harvey (1578-1657), Galile'nin hoca
olduğu Padua üniversitesinden yetişiyor ve kan dolaşımını bulup açıklayarak
fiziği, fizyolojiye uyguluyordu. 1680 yılında G. Alphonso Borelli, hayvanların
hareketine dair yazdığı eserle hareketlerimizi fizik kanunlarıyle açıklamıştı.
Nihayet Franciscus Sylvius, Leyden üniversitesinde, ilk kimya laboratuvarmı
açarak, kliniğe kimyanın uygulanmasına başlıyor ve bir yandan da, asitlerle
alkalilerin bileşmesinden meydana gelen tuzları inceliyordu. Öte yandan
Malpighi (1629-1694) Bologna’da, N. Grew (1641-1712) ve Robert Hook (1635-1703)
Londra’da, Jan Svvammerdam (1637-1680) Amsterdam’da mikroskopla biyoloji
araştırmaları yapıyorlar, kan yuvarlarını keşfediyorlardı.
Yine bu yüzyılda,
önce İngiltere’de 1662 yılında, Royal Society ve 1666’da Paris’te Academie des
Science kurulmuş ve bu suretle bilginler arasında temas daha yakından
sağlandığı gibi, serbestçe ilmi meseleler üzerinde tartışmalar başlamıştır.
Kısacası XVII.
yüzyıl ve XVIII. yüzyılın başı, ilim âleminde sık sık buluşlar, açıklamalar,
ilerlemeler kaydederek, ilim tarihinin en uzun sayfalarını doldurmuştur. Beri
yandan, buluşların orijinal ve yepyeni yollar açar cinsten olmaları, bu yüzyıla
en büyük değer ve önemini kazandırmıştır. Mesela, Dr. G. Sarton’un dediği gibi,
eğer 1686 yılında Louis XIV. aleyhine meşhur Augsburg ittifakı yapılmamış
olsaydı bugünkü dünyanın pek başka bir dünya olacağı düşünülemezse de, eğer
Nevvton 1687’de Principia sim yayınlamamış olsaydı, bugünkü ilim ve
medeniyet âlemini aynı durumda bulacağımız pek şüpheliydi.
İşte bu devrede
başlayıp artık yeni yeni ilerlemelerle sürüp giden bu "yeni ilimden”,
yukarıda görüldüğü gibi, Türkiye'nin pek haberi olmamıştı. Yalnız İbrahim
Müteferrika, Kopernik, Galile ve Descartes’ın adlarını Cihannüma ya ilave
ettiği eklerde bir iki satırla vermiş, fakat memleketimizde yetişen Alexander
Mavrocordato, Harvey’in kan dolaşımı gibi önemli buluşu üzerine Latince tezinden
Türkiye’de bahsetmeye bile lüzum görmemiştir. Hele yeni fizik ve matematiğin
adı bile dillerde dolaşmıyor, tersine matematik adına hâlâ geometri
mukaddimeleri, aritmetik adına da Risale-i behaiye şerhleri ellerde
dolaşıyordu. Yani, Osmanlı Türkiyesi bu uzun yıllarda matematik, fizik, tabii
ilimler ve tıpta hâlâ ortaçağın koyu dumanları içinde boğulmuş kalmıştı. Fakat,
XVIII. yüzyılın sonuna doğru Batıdan esen bir rüzgar, yavaş yavaş, bu dumanları
dağıtmaya başlamıştır ki, bu hareketin hikayesi bundan sonraki bölümün
konusunu teşkil edecektir.
Bölüm VII
XVIII. YÜZYIL SONU
MATEMATİK VE TIP
Bundan önceki
bölümde gördüğümüz gibi, Ahmet III.'in barış ve sükun taraflısı, zevk-u safa
düşkünü, fakat aynı zamanda, ilim ve kültür koruyucusu sadrazamı ve damadı
İbrahim Paşa zamanında yüz kadar şair ve yazar yetişmiş, bir çeviri heyeti
kurulmuş, matbaa açılmış ve Batının, hiç olmazsa, yüzyıl önceki ilmiyle temas
hasıl olmaya başlamıştı. Yine bu zatın zamanında, 1716 yılında, Rochefort
adında bir Fransız subayı, "Babıali hizmetinde bir ecnebi (askerî
mühendisleri kıtası teşkiline” dair on sayfalık bir rapor takdim etmiştir (bkz.
Hammer, Geschichte der Osmanische Reiches, IV, 397; Fr. Çev. XV, 68)
(1). Bu raporun, Viyana’da hazine-i evrakta, mevcut olduğunu Hammer ilave
etmekte, fakat içindekilerden bahsetmemektedir. Bu müverrih, layihanın adı olan
Projet pour 1'etablissement d’un troupe d’ingenieurs etrangers au service de
la Porte sözündeki «ingenieur» kelimesini Almancaya çevirirken «feldmesser»
yani, kadastro yapan, arazi ölçen uzmanlar anlamına almış ve tarihini
Fransızcaya çeviren J.J. Hellert de bu kelimeyi aynı anlamda olan «arpenteur»
kelimesiyle karşılamışsa da buradaki «ingenieur» kelimesi XVIII. yüzyılda
askeri inşaat işlerini bilen uzman ve usta matematikçiler anlamına gelmektedir
(bkz. Trevoux, Dictionnaire üniversel français et latin). Bu halde. De
Rochefort'un layihası Türkiye'de öğretmen sıfatiyle yabancı uzman ve fen
işlerindebilgili istihkam subaylarına dair olması lazım gelir (1). Bunun için,
bu kayıt bize pekala gönderiyor ki, Osmanlı devletinde ilk askeri ıslahat, daha
doğrusu yüzyılın gereklerine göre fen bilgini subay kullanmak veya yetiştirmek
isteği, XVIII. yüzyılın başlarında kendini göstermiştir. Fakat, harp ve
darptan ziyade, barış ve sükun isteyen ve etrafında daima şair ve bilginler
bulunmasını isteyen İbrahim Paşa, pek muhtemeldir ki, bu projeyi bir tarafa
atmış olsun. Ama, Ahmet III.'in halefi Mahmut I. zamanında, başka bir Fransız
subayı Ahmet Boneval Paşa adiyle, güya Müslüman olarak, devlet hizmetine
girmiştir. Fransız soylularından olan bu zatın asıl adı, Claude Alexandre,
Comte de Bonneval (1675-1747) olup, asker olarak yetişmiş, Louis XIV. zamanında
Ispanya veraset savaşlarında şöhret kazanmış ve Fransa kralıyle arası
bozularak, Avusturya hizmetine girip Prens Eugen’in maiyetinde Osmanlılara
karşı Petervaradin savaşında bulunduktan sonra, onunla da arası açılıp, nihayet
1729’da Türkiye’ye iltica etmiş bir sergüzeştçidir. Devlet hizmetine geçtikten
sonra «Ulûfeci Kumbaracılar Bölüğü» adiyle kurulan bir bölüğün kumandanlığına
tayin olunmuştur (bu zatın Türkiye’ deki hayatına dair bkz. İslâm
Ansiklopedisi; Avrupa’daki hayatı için bkz. Memoires de Bonneval,
Paris, 1806 (2). Tarihimizde, siyasi ve askeri, birçok işlere karışmış olan bu
zat, Osmanlı ordusunun teknik ve ilim noktasından ıslahı için iki layiha
vermiştir ki, bunlardan ancak ikinci layihanın yedinci fıkrasında topçuluktan
kısa bir bahis vardır (bkz. Bonneval, Memoires, Paris, 1806, II, 511).
İran'a karşı açılan savaş sırasında İstanbul’da kalan askere, Sultanahmet
metdanında büyük şatafatlarla yeni talimler yaptırdığını da yine hatıratında
okuyoruz. [Ek 46]. .
Öte yandan, Türk
kaynaklarına göre, 1734 yılında Üsküdar’da
“Hendesehâne" adiyle bir matematik okulu
açılmış olduğunu biliyoruz (bkz. Suphi,*Tarih, İstanbul, 1189, varak
58; Ata; Ata, Tarih, s. 158). Yeniden kurulan ulûfeci kumbaracılara
mahsus «Kumbaracı kışlası» dediğimiz bu müesseseye Avrupahlar, Corps des
Mathematiciens diyorlar ki, Ahmet Bonneval Paşanın ölümünden sonra, bir müddet
de evlatlığı Süleyman Ağa tarafından idare edilmişti. Üsküdar’da, Toptaşı’nda
eski tımarhanedeki bu matematik ve geometri okulunun ömrü pek kısa olmuş ve
kumbaracıların yeni talimlerden sızlanmaları ve isyan çıkaracakları
korkusundan, bu heyet dağılmıştır (bkz. Baron de Tott, Demoires, II,
178; L. Langles, Diatribe de l'Ingenieur, par Seid Mustafa, Üsküdar,
1803, mukaddime). Hendesehane’nin bu kumbaracı kışlasında çalışmış, veya ayrıca
bir kuruluş halinde işlemiş olması ihtimalleri vardır. Tarihlerde bunu açıkça
görmek kabil değildir. Ancak, Atâ tarihi bu Hendesehane’nin ilk hocası
Yenişehir müftüsü-zade Mehmet Sait Efendinin adını vermektedir (Berlin
kütüphanesi Pertsch Katalog’unun 166 numarasında kayıtlı risalenin
üzerinde, Yenişehir değil, Beyşehir müftüsü Hacı Mahmut-zade diye yazılıdır).
Bu zatın, iki şeyin arasındaki uzaklığın, ölçü kullanılmadan, yani yanlarına
gidilmeden, ölçülmesi için bir alet ihtira (?) etmiş olduğundan ve bu alete Rub-i
milceyyib-i zülkavseyn adını verdiğinden, o 1149 tarihli risalede
bahsedilmektedir. Bu aletle, bir üçgenin bir kenarı ve iki açısı bilinirse
öteki kenarları ve açıları hesap etmek mümkün olduğunu söyleyen yazar, aletini
şeyhülislam Piri-zade Mehmet Efendiye anlatıyor; şeyhülislam da aleti Mahmut
I.’a takdim edince, güya padişahın teşvikiyle alet, bir üçgenin iki kenarıyle
aralarındaki açı bilindiği halde, öteki kenar ve öteki iki açıyı bulacak yolda
düzeltilmiş, tamamlanmış ve o risalede tarif olunmuştur. Bu risaleyi İstanbul
kütüphanelerinde bulamadığımız için, ihtiram ne olduğunu açıkça anlamak mümkün
olamadı. Ancak, Üniversite kütüphanesinde (Yıldız, tıp, 178) yazarı bilinmeyen
bir küçük risale vardır ki, bunda «Atış cetveli» denilen alet ve bununla
uzaklıkların tayini tarif olunmaktadır. Eserin ciltlenirken bir kısmı kesilmiş
olan kenarında —ki, bu hal yazmaların bazılarında ne yazık ki görülüyor—, bu
aletin 1152 yılında Mevkufatî Mehmet Efendi başkanlığındaki sınır çizilmesi
heyeti tarafından kullanıldığı yazılıdır. Acaba bu küçük risale, Sait
Efendinin risalesinden özetlenmiş bir eser midir?
Bu sırada yazılan
eserlerden biri de, İlm-i kıyas-ı miisellesat adlı olup, Paris’te
Bibliotheque Nationale’de Türkçe yazmalar katalogunda suppl. 227 numarada
kayıtlıdır. Adı bilinmeyen yazarına göre, eser, Alain Manşon adh bir zatın
Louis XV.'ye takdim ettiği Fransızca üç ciltlik bir eserden ve Latince
Scotti'nin Cursus mathematicus ve Palermo’lu bir rahibin eserinden
faydalanılarak, yazılmış, fakat sonunda, medreselerin o zamana kadar en önemli
aritmetik kitabı olan Risale-i behaiye ve onun açıklamalarından da
(yukarı bkz.) aktarmalar yapılmak unutulmamıştır. Yine aynı kütüphanenin suppl.
226 numarasında kayıtlı, AvusturyalI ünlü kumandan Graf von Montecuccoli’nin Commentarü
bellicü adh, harp fennine dair, meşhur eserinin Türkçe çevirisi vardır.
Paris kütüphanesinin Türkçe yazmalar kataloğu yazarı E. Blochet, bu eserin
İbrahim Müteferrika tarafından çevrildiğini söylerse de, bu çeviri dil bakımından
daha çok yenidir ve Macar dönmesinin üslubuyle hiçbir münasebeti yoktur (1).
Trigonometri üzerine olan birinci eser, Türkiye’de Batı dilinden çevrilmiş ilk
modern matematik kitabı olmak ve askerlik fennine yardımcı bir kitap gibi
yazılmış bulunmak bakımından önemlidir. [Ek 47].
Yukarıki sayfalarda
görüldüğü ve aşağıda da görüleceği üzere, Osmanlı Türkiyesine modern
matematiğin askerlik yoluyle girmeye başladığında asla şüphe yoktur. Bunu
yazarken, Alman generallerinden B. von Rathgen'in Das Geschütz im
Mittelalter adh kitabında söylediği «Die Waffe in der Ausgangspunkt aller
Kultur=bütün kültürlerin çıkış noktası silahtır» sözüne Türkiye bakımından
insanın hak vereceği geliyor. Gerçekten, bundan sonra da göreceğiz ki, modem
matematik ve fizik yavaş yavaş, fakat sırf askerlik sanatının çağa uyması için,
memlekete girmeye başlamıştır.
Bu hafif
modernleşme hareketleri sırasında eski usulde ansiklopedik bir kitap, belki de
bu cins eserlerin son turfandası olmak üzere, yayınlanmıştı: Siirt’te Tellu
köyünde oturan Erzurumlu (Hasankale’li) İbrahim Hakkı kaleme aldığı Marifetname.
Mısır'da, Bulak matbaasında önce 1251’de ve ikinci defa 1280 yılında basılan
bu eseri, yazar, oğlu Ahmet Naimî için yazarak, bir önsözle üç fen, bir sonsöze
bölmüş ve her fenni bölümlere, bölümleri fasıllara, fasılları da nevilere
ayırmıştır. Önsöze girişmeden yazdığı sayfada, önce, âlem-i kebir (büyük âlem)
dediği evrenin sırlarını ele aldıktan sonra, âlem-i sağir (küçük âlem) olan
insan vücudunu öğrenmek ve ondan sonra da Cenab-ı Hakkın birliğini kesin olarak
görmek ve masivadan (Tanrıdan gayrı her şeyden) kurtulmak yoluna girmesini
oğluna tavsiye eder. Önsözde, tslamda menkul ve muteber olan yolda âlemin
yaradılışını, arşı, melekleri, cenneti ve cehennemi tarif eder ve açıklar.
Birinci fende (yani konuda), Aristo fiziğinden Doğu âlemine geçen tarzda dört
elemandan, cevherler ve uzuvlardan ve dokuz gökten bahsettikten sonra, dört
elemanın birbiriyle birleşmesinden başlangıçta madenler, madenlerden bitkiler,
bitkilerden hayvanlar ve hayvandan insanın vücuda geldiğini söyler. Madenlerin
başlangıcı bir çamurdur; ondan taşlar ve taşlardan da demir, gümüş, altın ve
kurşun gibi maden cevherleri çıkar; bunlar mercana vardıktan ve önce tohumsuz
bitkiler, nihayet tohumlu bitkiler, ta hurmaya kadar yükseldikten sonra, hayvan
zuhur eder; birçok yıllar bu mertebede kahp, nihayet nesnas ve maymun denilen
hayvan, ondan da insan vücuda gelir. Bütün bu bilgilerin esası, tabii pek eski
zamandan beri bilinen ve mesela, lonia’h filozof Anaksimandros’tan beri, birçok
Yunan filozoflarının söylediği ve İhvan-üs-safa risalelerinden 50.
risaleye, oradan da Nizamî-i Aruzî'nin Çahar makalesine (birinci
makalenin başlangıcına) geçen sözlerdir (bkz. Marifetname, s. 29 (1).
Bundan sonra yazar, aritmetik ve geometriye. dair basit,
fakat açık bilgler veriyor. Bu bahsin ikinci bölümünde, âlemin küre şeklinde
olduğunun ispatiyle uğraşırken, Kâtip Çelebi' nin Cihannüma’smdan ilham
alarak, İmam Gazalî’nin, Tehafüt adh kitabından bu bahse dair olan
fıkraları olduğu gibi Türkçeye çevirerek almıştır. Hatta, imamın «bu gibi
medreselerde tartışmayı dinin gereklerinden sayan kimse, dini zayıf düşürerek,
ona karşı cinayet işlemiş olur» sözünü önemle zikrediyor. Göğün ve yerin küre
biçiminde olduğunu ispat için, o zaman bilinen akli delilleri de yazdıktan
sonra, yine Cihannüma’nm meşhur üç sorusuna (yukarı bkz.) girişir.
Artık, yazar hep aynı kaynaktan alarak daha açık yolda eski Ptolemaios
astronomisini tarif edip, dört elemanın açıklanmasına geçer ve burada sudan
bahsederken, evvelce dünyanın suyla örtülü olduğuna «bazı taşlar kırılınca
içinden deniz hayvanları parçaları (fosil) çıkmasıyle, imam Fahreddin Razî’nin
sözüne dayanarak inandığını söyler. Yine bu münasebetle, Magellan’ın
seyahatinden bahseder. Toprak elemanına geçerek, o bahiste de arzın kıtalarını
anlatır ve Tarih-i Hind-i Garbiden aldığı bilgiyle, Amerika’nın keşfini
nakleder. Bundan sonra kozmografyaya dair bazı bilgiler verdikten sonra, yeni
astronomi yani Kopernik sistemine sözü getirir. Bu bilgileri de İbrahim Hakkı, Cihannüma’nm
İbrahim Müteferrika eklemelerinden almış olmakla birlikte, ondan çok cesurca ve
daha akla uygun delillerle bu yeni astronomiye taraftar olduğunu göstermiştir.
Hatta bu teoriye göre, kabulü lazım gelen arzın güneş etrafındaki hareketini,
akla aykırı diye, kabul etmeyenlere karşı eski teorinin de «nice umuru istib'ad
olunacak şeyler» (nice noktalannin ihtimal verilmeyecek şeyler) olduğunu ve
tersine, «cirm-i sağir-i arzın, şems-i azim etrafını senede bir kere
devretmesi» (küçük olan dünya cisminin çok büyük olan güneş cismi etrafında
yılda bir kare dolanması) akl-ı selime daha uygun bulunduğunu söyler (bkz. Marifetname,
s. 146-147). Arzın hareketi düşüncesi aleyhine getirilen kanıtlan birer birer
reddederken, mesela arzın hareketini hissedemeyeceğimizi, çünkü arzın,
etrafındaki «madde-i leyyine» (yumuşak madde) içinde, hepimizi birlikte
sürüklediğini söyler.
Bundan sonra,
«mevalid-i selâse» dediği maden, bitki ve hayvanların bileşme ve meydana gelme
suretinden bahsederken, yine eskilerin yedi cisim teorisini ele alarak,
madenleri, madenlerden bitkileri ve onlardan hayvanları çıkarmak yoluna gider.
«Hayvanların eşrefi» olan insana gelince, anatomi fash başlar. İbrahim Hakkı,
anatomi faslını, İbni Sina'nın Karun'undan, biraz kısaltarak hemen olduğu
gibi, Türkçeye çevirmiştir. Anatomiden sonra vücuttaki organların işlerini ve
nefisteki kuvvetleri açıklamaya» girişir, yani bir çeşit eski fizyoloji ve
psikoloji bilgisi verir. Buradan ruhun nitelendirilmesine ve ahlakın tarifine
ve yine büyük âlem=macrocosmos’tan insan vücudu olan küçük âlem=mikrocosmos’a
intikalle aralarındaki ilişkiden bahse başlar. Ayrıca bir fasılda, beden sağlığının
korunması hakkında bilgi verirken, tıptan ve ilaçlardan da kısaca bahseder.
Artık kitabın fenn-i salis diye ayrıldığı üçüncü bölümde dini meselelere geçer
ki, bizi burada ilgilendirmeyen bu kısım, kitabın yarısından fazlasını teşkil
etmektedir. Nihayet babasının ve kendisinin hayatlarını ve özellikle şeyhi
olan Şeyh Ismail-i Telluvî'nin hikaye ve kerametlerini anlatır, sonra da adap,
ahlak ve muaşeret kurallarını söyler. İbrahim Hakkı, bu eserinde galiba ezberlenmesini
kolaylaştırmak için, her faslın, hatta her nev’in sonunda, o bahsin konusunu
kısaca nazma da çekmiştir.
Bu
cins ansiklopedilerin en mükemmellerinden biri ve sonuncusu olduğu için Marifetname'den
biraz uzunca bahsettik. Dinine ve tarikatına pek sadık olan bu zatın, herhalde
müspet ilimler karşısında, mütecessis ve huzursuz bir ruhu olduğu meydandadır.
[Ek-48]. „
Yazarın 564 büyük
sayfa tutan bu eserinden başka daha birçok eserleri vardır. Bunlardan bizi
burada ilgilendiren Âmal-i felekiye bi’l-rub’il-müceyyibe ve Istihrac-ı
âmal-i felekiye adh, astronomiye dair iki eseridir; bunlar da öteki oğlu
İsmail Fehim'e ithaf olunmuştur. Gerçekten bu İsmail Fehim, astronomiye
meraklı olacak ki, kendisi de, Miyar-ül-evkat adh takvim usulüne ve yıl
başlarına tayin ve ay yıllarını güneş yıllarına çevirme usullerini gösterir
bir küçük risale yazmıştır (bkz. Üniversite kütüphanesi, T. 1836).
Astronomi kitaplarından
bahsederken, büyük tıbbi eserini biraz aşağıda uzun uzadıya anlatacağımız Abbas
Vesim’in, bu devre ait, Nehc-ül-bulûğ fi şerh-i zic-i Uluğ adh eserinden
kısaca bahsetmek uygun olur. Bu kitap, hicri 1158 yılında kaleme alınmış olup
İstanbul’un ünlü bir hekimi olan yazar, Ahmed Mısrî adında birinden astronomi
tahsil ettiğini ve ihtiyarlayıp sıhhati bozulduktan sonra bu açıklamayı yazmaya
kalkıştığını söyler. Eser, metin, satır satır alınarak çevrilmiş ve açıklanmış
olması bakımından faydalıysa da bu hekim-müneccim, Mirim Çelebi şerhinden
faydalanarak ilaveleryapmaya
da heves etmiştir. Bu eserden iki nüsha, İzmir Milli Kütüphanesinde 50/726 ve
21/672 numaralarda bulunmaktadır (1).
Yine bu devirde
Hollandah Bemhard Varennius (1600-1676) adh ve aslında hekim olup, sonradan
fiziğe, matematiğe ve tabii coğrafyaya merak eden, cartesien felsefe okuluna
mensup bir yazarın Geographia generalis in qua affectionnes generales
telluris explicantur (1664) adiyle yazdığı fiziki coğrafya kitabı,
1166=1752 yılında Belgrat'ta ikinci tercüman Osman bin Abdülmennan tarafından,
Belgrat valisi Seyit Abdi Paşanın teşvikiyle, Almancasından Türkçeye
çevrilmiştir (bkz. Köprülü kütüphanesi, Ebülhayır Ahmet Paşa vakfı, 175;
Topkapı Sarayı kütüphanesi, E.H. 1448). Bu eserin aslı, zamanında o kadar önem
kazanmıştır ki, 1681 yılında, meşhur Newton tarafından, Cambridge'te yeniden
bastırılmıştır. Arzın gökteki yeri ve özellikle astronomi bilgileriyle başlayan
kısım muhtasar olarak çevrilmiş, yalnız sonsözde, 50 sayfalık bir fasılda,
kısaca kozmografya bilgileri verilmiştir; anlaşılan mütercim, matematik, güç
bahisleri anlamamış olacaktır. Gördüğümüz nüsha, açık Türkçeyle ve çevirenin
yazısıyledir. Memleketlerin kısa kısa, sırayla anlatılışları vardır.
İstanbul'dan bahsederken, fethin peşinden olan olayları bir yabancı ağzına
yakışacak tarzda çevirmiş olmasına göre, çevirenin, kısltarak da olsa, asla
sadık kaldığı anlaşılıyor.
Bu devirde tıpta
iki önemli eserden bahsetmeden önce, yazarını maalesef bulamadığım, Feraid-ül-müfredat
adh bir eseri, bir kelimeyle zikretmek lazımdır. Kitabın yazılış tarihi Ecnas-i
Feraid-ill -müfredat terkibinin gösterdiği 1166 senesidir. Bu eser, tıptan
fazla güzel bir botanik ve zooloji lügatidir. Arapça, Farsça ve Yunanca
otların, bazen de hayvanların adlarını ve bir dereceye kadar, tıbbi tesirlerini
yazar ki, eski tıp ve botanik kitaplarını okumak isteyenler için pek
faydalıdır (bkz. Üniversite kütüphanesi, T. 2702).
Tıpta iki önemli
esere gelince, bunlardan biri, ibni Sina'nın Kanununun, Tokatlı Mustafa
bin Ahmed bin Haşan adında bir hekim tarafından Mustafa III. zamanında Türkçeye
çevrilen Tabhiz-ül-mathun adh çevirisidir. Nüsha-i sultaniye
dediği basılı Kanun ve başka bir yazma karşılaştırılarak yapılan çeviri,
beş yıl sürmüştür (çevirenin yazısıyle nüsha için bkz. Ragıp Paşa kütüphanesi,
1542). Metinde anlaşılması güç olan yerler, şarih-i allâme adiyle tanınan Kutbeddin
Şirazî’nin şerhinden faydalanılarak, açıklanmıştır. Başta Yunan
filozoflarından, Malatiye (Milet) ve Asine’de (Atina) yetişenlerden Thales, Anaksimandros,
Pythagoras, Sokrat, Bokrat=Hippokrates, Zimikratis=Demokrit adlarını
zikretmektedir. Çeviri için biraz mübalağayla diyebiliriz ki, yalnız
cümlelerdeki fiiller Türkçeye çevrilmiş, öteki kelimelerin çoğu Arapça olarak
bırakılmıştır. Çevirenin, ara sıra, kendiliğinden ileri sürdüğü fikirler de
vardır. Herhalde, bu devre kadar gelen Osmanlı-Türk hekimlerinden Arapça bilenlerin
tıbba dair yayınladıkları eserlerin çoğu, sadece Kanunun özetiyken,
Tokatlı Mustafa Efendinin asıl ana eseri dilimize çevirmeye teşebbüsü takdire,
yüzyıllarca Türk-Osmanlı hekimliğine hâkim olan bu eserin, ancak modern tıbbın
memlekete girmesinden pek az önce dilimize çevriliniz olması da taassüfe
layıktır. Çünkü, eğer Kanun önceden çevrilmiş olsaydı, faydasız hatta
bazen zararlı birtakım eserler yerine bu ana kaynak herkesin istifadesi önüne
konulmuş olacaktı (1).
Bu devirde, tıpta
yüksek bir mevki ve rağbet kazanmış bir simaya rastlıyoruz; adı, biraz önce
bir astronomi kitabı dolayısıyle geçen bu zat, Sultanselim civarında bir hekim
dükkanı açmış olan Abbas Vesim bin Abdürrahman’dır ki, zamanında kendisine Kambur
Vesim diye bir lakap verilmişti. O zamanın, saray hekimlerinden Bursah Ali ile
Bursah Ömer Şifaî'den tıp, adı yukarıda geçen Yanyalı Esat Efendiden felsefe
tahsil ettiğini ve sonra da Ahmet Mısrî’den astronomi okuduğunu eserlerinde
söylemektedir. Şiir söylemeye de heves eden bu hekimin bir de divanı olduğunu
şeyhülislam Arif Hikmet Bey, Keşf-üz-zunun’a yazdığı zeyilde bize
bildiriyor. işte bu zatın, XVIII. yüzyıl Türkiye tıp âleminde hayli şöhret
kazanmış olan Düstur-ul-Vesim fi tıbb-ill-cedid ve’l-kadim adh büyük
kitabı da, üzerinde biraz uzun durulmaya layık ikinci önemli eseridir (bkz.
Ragıp Paşa kütüphanesi, 946-947). iki cilt ve 2083 sayfadan ibaret olan bu
büyük eser, tıpta bilinmesi lazım olan kanunları anlatan bir önsözle baştan
ayağa kadar organların hastalıklarını anlatan birinci kadın ve çocuk
hastalıklarından bahseden ikinci, şişler ve ülserleri ele alan üçüncü, basit
ve bileşik ilaçları anlatan dördüncü kitapla hekimlere nasihatleri ihtiva
eyleyen bir sonsözden mürekkeptir.
Yazar, önsözde
Bursah Ömer Şifaî ve Ali’den istifade ettiğini söyledikten sonra, «nice
terakib-i Bukratiye ve Calinusiye ki dest-i işkâl-peyvest-i lügat-i gamızada
silsile-i zeban-i Latin ve Yunana ve lehçe-i salsala-i Afrik ve Tabyana
giriftar» olduğunu gördüğü kitaplardan da «sell-i seyf-i kalemle» aktardığını
katar. Şu garip ifadeden anlaşılıyor ki, yazar, güzel yazmak hevesiyle, Afrika
lisanından bile kitaplar okuduğunu söyleyecek derecede bir bilgiçlik satma
yoluna sapmıştır. Fakat zeki, okuduğunu ve işittiğini anlar bir zat olduğu
görülen Abbas Vesim, yine bu önsözde hastalıkların sebeplerinin giderilmesiyle
tedavisine taraftar olduğunu, fakat bu sebepler her vakit bilinmediği için,
tıbbın gücünün sınırlı kaldığını söyler ve özellikle «tecribat-i kimyaiye» ve
«âmal-i mekanika» bilmek lazım olduğunu ilave ederse de, bu son iki deyimi
açıklamaz. O zaman, ilim âleminde herkesin bildiği bu deyimleri böyle müphem
geçmesi de gösterir ki, yazar bunları ağızdan işitmiştir. (Gerçekten, yukarıda
görüldüğü üzere, onun zamanından çok önce fizyolojiye kimya ve fiziğin
uygulanması başlamış bulunuyordu). Hatta biraz aşağıda, XVII. yüzyılın ünlü
Ingiliz bilgini Robert Boyle’dan bile bahsederek, vücudun dört unsurdan
meydana geldiğini ispat etmenin kabil olmadığını, suyla ateşin
kaynaşmayacağını, o yazara atfen söylediği gibi, biraz sonra vücudun birtakım
küçük cisimlerden (ecza-yi mütesağıra=ecsam-ı sığar) mürekkep olup bunların
ecsamm mebadîsi (başlangıcı) olduğunu ifade ederek, Boyle’un fikirlerinden
bazılarını işitmiş olduğunu göstermektedir. Nihayet, Böyle devrine mahsus olan
«insan bir alettir» düşüncesini de eserine koymuş ve eğer alet işlerse canh,
işlemezse ölüdür, iyi işlerse sağhkh, fena işlerse hastadır diyerek, mekanik
teoriyi de söylemek istemiştir. Yazar için ruh, tek bir şey değildir; eğer tek
olsa «teferrüt ve kısmeti» (ayrışma ve bölünmeyi) kabul etmezdi; halbuki
yılanda kabul ediyor, başı ve kuyruğu kesilirse o parçalar yaşıyor; o halde,
nefis ve ruh denilen şey bir şey-i maddîdir. Bu da kandan ve başka besin
maddelerinden, «bitarik-ul-inhilâl» (erime yoluyle) kalp civarında uçuşan küçük
küçük latif (cisimsiz) cüz-ü fertlerdir (atomlar) ki, hekimler arasında ancak
buna Ruh denilir. Bu ifadeyi, bugünkü ilim noktasından, tamamıyle
açıklamak kabil değilse de, yazarın tek ve madde dışı bir ruhu inkarla, onun
kimyasal bir karşılaşmadan ibaret olduğunu söylemek istediği sanılır.
Bundan sonra Dilstur-ül-Vesim,
hastalıklara dair kitaplarda zatürreeden, nefs-üd-dem (kan tükürmek), akciğer
veremi ve zatülcenpten bahsederken, zatürreeye halk arasında öygen, yani
akciğer ağrısı denildiği söyleyip, sebepler ve belirtiler bahsinde pek sathi
bilgiler verir; hatta kendinden önceki kitaplarda pekala yazılmış olan, krizden
hemen hiç bahis yoktur. Kan tükürmenin, yani nefs -üd-demin (varak 147) rakı
çok içenlerde olduğunu ve kanın özellikle sabahları geldiğini, kendi
gözlemlerine dayanarak söyler. Vereme gelince, bu hastalığın zatürree ve
zatülcenpten sonra meydana geldiğini kaydeden yazar, bunun sebebinin bir
«madde-i maliha-i harife-i ekkâle» olup baştan akciğere indiğini veya bir
«hılt-i hadd-i safra vî» olup yine akciğere hücum ettiğini söyler ki, bu
sebepler îbni Sina’nın Karun'undan alınmıştır. Bu madde-i harife yiyecek ve içeceklerle,
ağızdan ağza müsahabetle (konuşma), hatta apteshaneler vasıtasıyle, insandan
insana geçer. Bu bulaşma bahsinde yazarın, artık kendinden yüzyıl önce yaşamış
olan Fracastor’nun düşüncelerine inandığına hükmedilebilir. Mesela, dizanteri
hastalığının böyle bir madde-i harifeden ileri gelip, bulaşıcı ve hatta bazen
bütün bir memleket ahalisine yaygın olduğunu (epidemie) söyledikten sonra, uzun
müddet üzüm, kiraz, kavun ve karpuz yemekten ve antimon bileşiklerinin ve civah
ilaçların kullanılmasından da ileri geldiğini, aynı zamanda, söylemekten de
çekinmez. Ama, ihtikan aletleriyle bu hastalığın bir hastadan ötekine geçtiğine
de dikkat etmiştir. Fakat dizanteride, bağırsaklarda karhalar (yara)
olmadığını ve eğer böyle karhalar olursa buna ilaç edilemeyeceğini söyledikten
sonra, bu durumda tek ilacın, «bi-târik-ul-felâsife» terbiye edilmiş hayvan
kemikleri ve özellikle insan kafa kemiklerinden ve hele "maktul insan”
kafa kemiklerinden hazırlanan bir ilaç olduğunu bildirmekten de geri durmaz.
Bu garip ilaç, Salih Nasrullah'ın Gayet-ül-itkan adiyle yukarıda
bahsettiğimiz eserinden alınmışsa da, yazar, bu kaynağı asla bildirmez. Ama,
mide ve bağırsak hastalıklarından bahsederken, pankreas ve pankreasın
salgısını söyler ve dizanterinin bu salgı bezinden gelen lenf adan ileri
geldiğini söyleyip, tedavide önce müshil ve sonra peklik verici ilaçlar
verilmesini Hildanus adh bir Batı hekimine atfen söyler.
Bazı yazarlarımız
tarafından, veremin mikroplarla vücuda geldiğini keşfetmiş olmak şerefine
layık görülen yazar, bağırsak solucanlarının yemeklerin iyi sindirilmediğinden
ileri geldiğini söyleyerek, «kendiliğinden üremeye» inandığını
dağöstermiştir (s. 292). Humma bahsinde, iltihabın humması, humuzatın, kanın
madde-i asliyesini tağyirden husul bulduğunu (ekşilerin kanın esas maddesini
bozduğunu), yani hummanın bir nevi mayalanma olduğunu söyleyerek, bu hüsusta
kimyasal tıp teorisini işitmiş olduğunu gösterir. Ancak, bu bölümde eserinden
pek çok istifade ettiği îbni Sina’dan «eskiler» diye bahsettiği gibi, hummanın
tedavisinde Sydenham adını da vermektedir (1). Gerek eski Doğu yazarlarında ve
gerek Osmanlı -Türk yazarlarında, humma adı altında açılan bahislerde, verilen
hastalıklar arasında bugün sıtma dediğimiz hastalık başta olmak üzere tifüs
gibi dışta görünür bir odağı bulunmayan hummalı hastalıklar kastolunduğunu
unutmamak lazımdır.
Abbas Vesim, kalp
hastalığından bahsederken, kalbin anatomi ve fizyolojisini anlatır ki, burada
kalbin üç buteyni (karıncığı) olduğunu söyleyerek Harvey’in keşfinden hâlâ
haberdar olmadığını gösterecek surette Galenos’un fikirlerini tekrarlar.
İkinci kitapta
dikkate değer taraf, çocuk sağlığından bahsederken, kaynak göstermeksizin,
İbni Sina’dan birçok bilgiler aktardıktan sonra, çocukları altı yaşından önce
okula gönderilmemelerini, onlara lüzumlu lüzumsuz dayak atılmamasını ve
istidatlarına göre iş yaptırılmasının uygun olduğunu söyleyip, çocukların
paraya tamah ederek çalışmaları ve zengin çocuklarınızı miras bekleyerek
oturmamaları gerektiğini, bir ahlakçı sosyolog gibi, tavsiye etmekten geri
durmaz. Bütün bu makul sözler arasında, Kambur Vesim Efendi, astrolojinin tıpla
olan ilgisi ve faydasını anlatmaktan kendini alamaz.
Sonsözde,
Hippokrates’in meşhur yemininden ve tıp adabından (deontologie) uzun uzadıya
bahisler vardır ki, bunları Sâid bin Haşan adında bir yazarın Teşvik
adh eserinden aldığını söylemektedir.
Bu kitapta gayri
Müslim hekimlere ait çok dikkate değer bir fıkra vardır. Abbas Vesim Efendi:
«Hak bu ki
etıbbay-i îslâmiyeden gayrı etıbba bu diyarda tababet eylemiştir... İlmen ve
amelen bazı umur-i tıbbiyede eslâf-i kudemaya galip olan etıbbay-i efrenciyenin
nice zaman kuvvet-i mülûk ianetiyle sây-i beliğ ve sarf-ı mal-i firavan idüb
husule getirdikleri mücerrebat etıbbay-i İslâmiyenin malumları olmamak iktiza
ederdi zira ol taifenin kütübü ulemay-i İslâmiyenin aşina olmadığı lisanlardan
bir nice elsine-i muhtelife üzere olmağla ol mücerribata vusul müteazzirdir».
Dedikten sonra,
«kafirlerin» tıp, anatomi ve astronomi ilmini, "diyanet kaydı olmadığı
için”, daha iyi tahsil ettiklerini ve rasathaneler açtıklarını söyleyerek,
Avrupahların ne kadar güçlükle ve ne kadar geç diyanet kaydından
kurtulduklarını bilmediğini göstermiştir. Velhasıl, Vesim Efendi, gayr-i
Müslim ve ecnebi hekimlerden memlekete zarar gelmediğine kani olduğunu ve bunu
kabul etmeyenlerin birtakım kıskanç kimselerden ibaret bulunduğunu «sözüm
kerimedir, ehl-i hased-i leime değil» diye ifade eder.
Bu arada, Felemenk'te
1080=1668’de doğan bir zat gelerek, anatomi ve tıbbı yenileştirdiğini söyler
ki, bundan maksadı aşağıda adı geçecek olan Felemenkli Boerhaave ile arkadaşı
Bernard Siegfried Albinus olacaktır. Çünkü bu zat, Boerhaave’nin davetiyle,
Leyden üniversitesine gelmiş ve orada meşhur Vesalius’un anatomi eserlerini
toplayarak, yeni baştan yayınlamıştır (1747); bu eser, kasların anatomisi
noktasından bugün bile kullanılacak bir güzellik ve doğruluktadır (Boerhaave
için aşağı bkz.) Mamafih, Vesim’in kendisinden yarım yüzyıl önce yayınlanmış
olan bu eserlerden haberdar olmaması, yeniliklerin o zamanlar Osmanlı
Türkiyesine pek geç intikal ettiğini gösteriyor.
işte kısa bir
surette, en canh yerlerini özetlediğimiz bu eserde en açık seçik görülen
nitelik, eserin değişken (inegal), yani bazen pek akla uygun, bazen de son
derece manasız ve eski hurafelerle dolu olmasıdır. Herhalde İstanbul'un bu ünlü
hekimi —ki, bazı tercümeihal yazarlarına göre evi, Avrupah hekimlerle dolup
boşalırmış— zeki ve eleştirici bir kafaya sahip olduğu halde eskilerden öğrendiği,
işittiği şeylerden de kendini kurtaramamıştır.
Yazar, eserinin
sonunda, «Etrak» dediği taifeyi tedaviden asla hoşlanmadığını söyler ve
hatta bu taifenin aleyhine, Celâleddin-i Rumî ve Âşık Çelebi’ye atfettiği, bazı
beyitler bile nakleder. Burada ve bütün Osmanlı devri kitaplarında geçen bu «etrak»
ve bazen de «Türk-i sütiirk» deyimleri, bilindiği gibi köylü anlamına
kullanılmaktaydı; belki Arapların, Arab'ın çoğulu olan Ârab
kelimesini küçümseme için Bedevilere hasretmelerinden, bizde de Etrak
lügati böyle küçümseme ve kınama anlamında kullanılmış olsa gerektir.
İstanbul’un Sultanselim mahallesinde dükkan açıp, para kıran Abbas Vesim
Efendi, memleketin başka taraflarını sevmeyen ve memleket halkına ahşamayan bu
İstanbul efendisi, 1173 veya 1175 (1759, 1761) yılında vefat etmiştir.
Eserinde, kaynak
diye gösterdiği birçok yabancı yazar adlarına rastlanır. Bunlardan kim
olduklarını tespit edebildiklerimizden tıp tarihinde meşhur olanları yazıyoruz:
1.
Helmonsiyus diye adlandırdığı Jean Baptiste van
Helmont (1577-1644), Bruxelles’de doğan bir hekim-kimyacıdır ki eserlerinde
bazen güzel düşünceleri ileri sürmekle birlikte, saçma sapan varsayımlar ve
manasız düşüncelere sapmış bir zattı.
2.
Lindanus diye bahsettiği de, Jean Antonides van
der Linden’dir ki, Felemenkli olup Leyden üniversitesinde tahsil ve yine orada
hocalık etmiş olan bu zat, hastalardan kan almaya pek muarızdı. Bizim Abbas
Vesim Efendi, Felemenkli yazarın bu düşüncesini bir münasebetle zikreder.
3.
Artmanus dediği Philippe J. Hartmann (1628-1707),
aslında, Pomerania’h olup Fransa’da tahsil ettikten sonra, Berlin'e dönmüş ve
orada ölmüştür. Derin araştırmalarıyle meşhurdur.
4.
Senartus ki, bu da, adı yukarıda geçen, Daniel
Sennert’den (1572-1637) başka birisi değildir. Alman üniversitelerinde hocalık
etmiş olan bu zat, Galenos tıbbiyle Paracelsus tıbbim uzlaştırmaya
kalkışmıştır.
5.
Benivienus ki, bu da, Antonio Benivieni adında bir
İtalyan papazı olup 1502 yılında Floransa’da ölmüştür. Bu zat, tabiatın doğrudan
doğruya gözlemine değer vermiş, gözlemleri kuvvetli bir hekimdi.
6.
Fonseca (bizim kitaplarda bazen Konseka şeklinde
geçer), bu zattan yukarıda bahsetmiştik (1).
7.
Borrelas; bu zat, kas hareketlerini fizik
kanunlarıyle açıklayan meşhur Giovanni Alfonso Borelli’dir (1608-1679).
8.
Bekius diye yazdığı Andrea Baccius’tur ki,
Milano’da doğmuş, 1600 yılında vefat etmiş ve Roma’da botanik ve akologie
(ilaçlar bilgisi) okutmuştur. Şarabın tarihiyle meşgul olmuş ve bir de Roma
tarihinin acip ve garip fıkralarını toplamıştır.
9.
Potirius dediği zat, Poterius Latin adiyle anılan
Pierre de la Poterie adında bir Fransızdır ki, XVII. yüzyılın başında Paracelsus
tıbbiyle meşgul olmuş ve Paris'ten bundan dolayı kovularak, İtalya’da
Bologna'da hekimlik ederken, orada öldürülmüştür. Yeni kimya dediği Paracelsus
tedavileri üzerine eserleri vardır.
10.
Etmulerius dediği zat da Michael Etmüller’dir ki,
1644'te Leipzig’de doğup 1683’te ölen meşhur bir kimyacı hekimdir. Leipzig’de
chimiatrie’de pek ün almış ve birçok öğrenci yetiştirmiştir. Kendisi,
Paracelsus’tan ziyade, Sylvius okuluna mensup, bu sebeple daha çok modern bir
kimyacı-hekimdi.
11.
Bartolinus diye bahsettiği hekim, meşhur
DanimarkalI Bartholinus ailesine mensup olanlardan belki en meşhuru olan
ThoinasBartholinus’tur ki, bu aile XVI. ve XVII. yüzyıllarda yalnız tıpta
değil, ilahiyat, felsefe ve tabii ilimlerde de önemli kişiler yetiştirmiştir.
Thomas, özellikle anatomide pek ileri gitmiş ve lenf damarları üzerinde
çalışmıştır. İtalya üniversitelerinde hocalık eden bu zat, 1680 tarihinde vefat
etmiştir.
12.
Bartoltus diye yazdığı zat, Bologna'h Fabrizio
Bartoletti olup 1576’da doğmuş ve 1620’de solunum güçlüğü üzerine eser yayınlamıştır;
akciğer hastalıklarına dair eserleri meşhurdur.
13.
Heldanus adını verdiği zat da, Fabricius
Hildanus’tur ki, Düsseldorf civarında Hilden’de 1560’ta doğmuştur. Alman cerrahları
arasında, zamanının en meşhuruydu. 1634’te vefat etmiştir.
İşte bunlar, Düstur-ül-Vesim’de
rastladığımız birçok Batı hekimlerinin isimlerinden ayırt edebildiklerimizdir.
Ötekileri için, doğrusu, pek çalışmadık. Çünkü, esasen görüldüğü üzere, bu
Avrupah hekimlerin çoğu, XVII. yüzyılın adamlarıdır. Vesim Efendinin, kitabını
yazdığı zaman yüzyıldan fazla eskimiş ve bütün hipotezleri değişmiş
bilginlerdir; bu sebeple, üzerlerinde çok durmaya değmez. Ancak şunu söyleyelim
ki, Vesim Efendinin, bu yazarların eserlerini bizzat görerek, onlardan kitabına
aktarmalar yaptığına inanmak biraz saflık olur. Kitaplarının adlarını bile
duymdığı bu bilginlerin düşüncelerini, ya kendisinden önce yine bu yolda
yazılmış Türkçe, Arapça kitaplardan, yahut pek methettiği ve taraflısı olduğu
gayri Müslim ve yabancı hekimlerden duyarak, kitabına koymuş olacaktır. Zaten
kendisi de Vesitle-ül-metâlib fi ilm-it-terâkip adiyle yazdığı Akrabadin,
yani bileşik ilaçlara dair bir eseri Macarh Yorgios (?) adında birinin
eserinden, Yunanlı hekim "Petro nam tabib-i feylesofun" yardımıyle
aldığını söylüyor ki bu da Vesim Efendinin gayri Müslim hekimlerden faydalanarak
büyük kitabını birtakım Avrupah hekim adlarıyle doldurduğunu bize
gösterebilir. Mamafih kendi hocası Bursah hekim Ali Efendinin Kitab-ı
Mynsicht (yukarı bkz.) adh Akrabadin kitabından da istifade ettiği
anlaşılıyor.
Bu Abbas Vesim
Efendi hakkında 40 yıl önce dikkati, «Hamidiye» Etfal Hastanesi (Şişli Çocuk
Hastanesi) Başhekimi İbrahim Paşa, İkdam gazetesine 1901 yılında (No.
2601) İslâmların ve bilhassa Türk millet-i necibesinin tababete ettikleri
hizmetler başhğıyle yazdığı makaleyle çekmiştir. Doktor İbrahim Paşa,
yukarıda adı geçen Emir Çelebinin Enmuzec-üMıbb’ıyle Vesim Efendinin Düsturunu
ele geçirmiş ve bunlardan bazı yerleri alarak, yukarıki makaleyle 1903=1321
yılında yayınlamış, Etfal hastanesi istatistiği adındaki salnameye yine
Vesim’in verem tedavisi hakkında uzun bir başka makale yazmıştır ki, bu son
makale de İkdam gazetesinin 4040 numaralı nüshasına ayen geçmiştir.
İşte, bu makalelerde bu hekimi övmekte o kadar mübalağa olunmuştur ki, hastalık
mikroplarını AvrupalIlardan 300 yıl önce keşfettiği ve hele verem ve frengi
hastalıklarının tedavisi hakkındaki düşüncelerinin XX. yüzyıl başında bile,
daha iyi olamayacağı ve böyle eski hekimlerimiz varken, her şeyi Avrupa’dan
beklemek abes olduğu bile yazılmıştır. “Bu makaleler, Abdülhamit II. devrinin
dalkavuk ve aynı zamanda obscurantiste çevresinin mahsullerinden bir
numunedir”, işte sonradan, hekim Vesim’e dair tıp tarihlerine geçen ve tıp
tarihi kongrelerinde tebliğ edilen bilgiler, bu saray doktorunun yazılarından
mülhem ve hatta aynen alınmış bilgilerden ibarettir. [Ek-49].
Yine bu devirde
îranh Mehmed Mümin Hüseyin’in Tuhfet-ül müminin adh eseri, Ahmet Sanî
adında bir zat tarafından Sadrazam Ali Paşa için, Gunyet-ül-muhassilin
adiyle, Türkçeye çevrilmiştir. Basit ve bileşik ilaçlardan bahseden bu eserin
aslını, Ali Paşanın Iran seferinden getirmiş olduğunu önsözde okuyoruz. Eserin
bir özelliği, içinde 54 kadar kaynak verilmiş olmasıdır, ilk bölümlerde
ilaçların genel etkileri, üçüncü bölümdeyse elifba sırasıyle ilaçların nitelendirilmesi,
Arabi, Farisî ve Sanskrit dillerinde isimleri ve Türkçeleri vardır ki birçok
bitkilerin Türkçe adlarını bulmak için çok faydalı bir eserdir. Bundan sonra,
eczacılığa ait usuller, mürekkep ilaçların hazırlanması usulü, nihayette de
dört ayaklı hayvanlarla kuşların tedavisi için ilaçlar, leke çıkaran
maddelerden bahis vardır (bkz. Topkapı Sarayı kitaplığı, E.H. 1815).
Müverrih Suphi’nin
oğlu Abdülaziz Efendi de, meşhur Boerhaave’nin aphorizma’lanm, bu
devirde, Kttaat-i nekave fi tercilme-i kelimat Boerhave adiyle, Türkçeye
çevirmiştir (1).
Çevirinin tarihi,
Esat Efendi kütüphanesinde çevirenin düzeltmeleri bulunan 2462 numaralı bir
nüshaya göre, 1185 = 1771 olmak lazım gelir. Mütercim, önsözde, «lisan-ı
Latiniyeye vakıf bazı nükteşinasın inzimam-ı rey ve marifetiyle» bu eseri
tercüme ettiğini söyleyerek, kendinden öncekilerin yapmadıkları bir
gerçekseverliği yapmış ve kendinin
çevirici değil, düzenleyici olduğunu bize bildirmiştir. Kendisine çeviride
yardım eden zatın o zamanın Avusturya elçiliği tercümanı Herbert olduğu tahmin
edilir. Ne olursa olsun, eser en iyi çevrilmiş eserlerden biridir. Müverrih
Suphi-zade Abdülaziz Efendi, birçok başka kitapları da Türkçeye çevirmeye memur
edilmiş olduğu için, anlaşılan maiyetinde bazı mütercimler kullanmış
olacaktır. Aphorisma'ları çevirirken Van Swieten'in açıklamasından
faydalandığını söylüyor ki, doğrudur; mesela, liflerin hastalıklarından
bahsederken, insan bedeninin dokusu üzerine yazdığı satırlar asıl eserde
yoktur. Sonra liflerin esnekliğini söylerken (ki buna elastihyas der),
Loevenhook'un, yarasa kanatları üzerinde yaptığı deneyle, kanın esnekliğini
ispat ettiğini söyler. En önemlisi, çevirenin bu eseriyle, Türkiye’de ve Türk
dilinde ilk defa olarak, Harvey’in (Arveiyus) kan dolaşımını keşfinden tam
açıklıkla bahsetmiş olmasıdır. Halbuki, kendisiyle aşağı yukarı aynı zamanda
yaşamış olan Vesim'in bu önemli buluştan haberi bile olmadığı eserinden
anlaşılıyor. Gördüğümüz nüshanın (Veliyüddin Efendi kütüphanesi, 2484) sonuna,
gayet işlek bir kalemle aphorisma’larm Latincesi de kaydedilmiştir. Velhasıl
bu eser, Avrupa tıbbmdan yapılan ilk adamakıllı çeviridir.
Tıbbi
eserler üzerine olan bu kısmı bitirmeden önce, Mustafa
III.
devrinin Türk hekimleri için, aralarında pek
müstaitleri bulunmasına rağmen, zor durumda olduklarını da söylemek lazımdır.
Mesela Dârüssaade ağasının vefatı üzerine, onu tedavi eden hekim İstanbul’dan
sürgün edildiği gibi, şair Abdi'nin (1) vefatına sebep olduğu bahanesiyle, bir ordu
hekimi de azledilmiştir. Bu vesileyle, padişah bir hükm-i şerif çıkararak,
ruhsatnamesiz hekimlik edenlerin men’i ve aksi hareket edenlerin gayet şiddetli
cezaya çarpılmalarını emretmiştir. İşte bu sırada, bu olaylardan faydalanan
yabancı hekimler yeniden, gerek pdişahm ve gerek devlet ricalinin gözüne girmişlerdir.
Mesela Napoli’li Caro ve Alman doktoru Ghobis, hem hekim ve hem casus olarak,
bu devirde hayli şöhret edinmişlerdi (bkz. Von Hammer, Histoire de l’Empire
Ottoman, XVI, 171-172).
* * *
Askeri fenlerin
yardımcısı olmak üzere, matematik için Mustafa III. devrinde (1757-1774) özel
bir ilginin belirmeye başladığını ve bu arada astronomiye karşı da bir heves
uyandığını görüyoruz. Bu son ilme karşı ilgide, daha ziyade padişahın
müneccimlerin sözlerine verdiği önemin rolü besbellidir. Payitahttaki
müneccimleri kâfi görmeyen bu hükümdar, astrolojide pek meşhur olan Fas'tan bir
müneccim isterken, Fransa'dan da bu alanda en mükemmel bir kitap istemiştir.
Çok şükür ki, Fransa İlimler Akademisi, bu isteğe karşılık, birkaç astronomi
eseriyle bunların arasında Lalande’ın meşhur eserini ve zzc'lerini göndermişti
(1). Bu bilgiyi veren Montucla diyor ki: «M. de Voltaire’in hakaretine o kadar
layık olmayan ve aksine, aydın ve meraklı olan Mustafa III., Avrupa astronomisine
dair en yeni ve mükemmel kitapları İlimler Akademisinden istemiştir» (bkz.
Montucla, Histoire des Mathematiques, s. 400). Bu münasebetle şunu da
ilave edelim: Montucla, Osmanlı-Türk astronomları ve matematikçileri hakkında,
dikkatli ve tarafsız bir yolda söz yürütmüş ve hatta tarihinde, bundan önce
bahsettiğimiz, muvakkit Mustafa’nın eserlerinin ve Darende’li Mehmet Efendinin
tükenmez takviminin, Augsburg'da Velchius tarafından yazılan bir önsözle,
Türkçe olarak yayınlandığını yazmıştır.
Öte yandan
biliyoruz ki, Dominique Cassini’nin zzc’leri, yazma halinde, Ahmet III.
zamanında Paris'e elçilikle giden Yirmisekiz Mehmet Çelebi aracıhğıyle,
İstanbul'a getirilmişti. Bu zzc'ler o zamandan beri, yani yarım yüzyıl
kütüphane raflarında durduktan sonra, astrolojiye meraklı olan Mustafa Ill.’nm
dikkatini çekmiş ve Türkçeye çevirmeye Kalfa-zade İsmail Çinarî’yi memur
etmiştir. Mukabele-i piyade kalemi başhalifesi, adı bilinmeyen bir zatın oğlu
olan ve bu sebepten Kalfa-zade diye lakaplandırılan bu İsmail Efendiye,
İstanbul’da, Sulumanastır civarında Sancaktar Hayrettin, yahut öteki adiyle
Çınar mahallesinde oturduğu için, Çınarî de denmişti. Kendisi de, aynı kaleme
girerek, babası gibi mukabele-i piyade başhalifesi olmuş ve orduyla seferlere
katılmıştır. Gençliğinden beri matematik ilimlere ve astronomiye merak eden bu
zat, Mustafa IIL’nın, şehzadeliği zamanından beri teveccühünü kazanmış ve 1181
yılında Lâleli camii muvakkitliğine de tayin edilmiş ve bu hizmetten 1203
tarihinde ayrılmıştır. Salih Zeki Beye göre, her bakımdan güvenilir bir
matematikçiydi. İşte bu zat, Cassini’nin zzc’lerini Tuhfe-i behic-i rasini
terceme-i zic-i Kasini (1186=1772) adiyle Türkçeye çevirdiği gibi, bu
eserin başında Türkçeye ilk logaritma cetvelini çevirmiş ve logaritmanın
yapılış tarzını açıklamıştır. Önsözde «malum ola ki tâife-i efrenç teshil-i
âmal için logaritm namıyle bir adetten on bin adede kadar reşide olunca bir
cetvel ihtira ve icad eylemişlerdir... İmdi rasıd-i mefsur (Cassini) âmalini
cedavel-i nisbiye ile icra edüb lâkin indlerinde maruf ve meşhur olmağla
zzc’ine tahrir eylemediği ecilden bu abd-i fakir cedavel-i merkumeyi
badettercüme sadr-i zic'e tahrir ve bu mahalde tarik-ı imal ve hesabı
icmalen irad olundu» diyor. Çeviride önce logarithme, logarithme sinüs,
logarithme tangent deyimleri olduğu gibi kullanıldığı halde sonradan genellikle
logaritmaya ensab ve ötekilere nisbet-i ceybiye ve nisbet-i
zilliye demiş, bu suretle Doğu dillerinde logaritmaya ensab terimini
koymuştur (ayrıntılar için bkz. Salih Zeki, Kamus-i riyaziyat, I,
315-317). Salih Zeki Bey, bu eserin bir nüshasının Aşir Efendi kütühanesinin
Hafit Efendi kısmında 178 numarada olduğunu Resimli Gazeteye (1 aralık
1310, No. 193) yazdığı bir makalede söylüyorsa da, bugün bu kütüphanenin
fihristinde böyle bir eser yoktur; Gelenbevî İsmail Efendinin terceme-i
haline dair mütalaa adh bu makalede logaritma cetvellerinin, Lalande’m
eseriyle gelen Callet’nin cetvelleri olduğu da söylenmekteyse de, Callet
cetvellerinin ilk olarak ancak 1783’te basılmış olması bakımından, Mustafa
IH.’nın vefat tarihi olan 1774’ten önce gelen Lalande’m eseriyle gelmesi ve
İsmail Efendinin 1186=1772’de yazılmış olan eserine kaynak olması mümkün
değildir (1).
Bursah Tahir Bey
(bkz. Osmanlı Müellifleri, III, 260), Lalande’ m 3 ciltlik (?) Astronomie’sinin
birinci cildindeki zzc’lerin de Kalfa-zade İsmail tarafından çevrildiğini ve bu
çeviride asıl eserde rakamların yerine ebced harflerinin konulduğunu ve bu
çevirinin Ahmet Ziya Bey adında birinin elinde bulunduğunu söylerse de, bu
söz-
(1)
Bu eserin aslında (bkz. La Science chez Turcs Ottomans, s. 151). Salih
Zeki Beyin bu ifadesinin Kamus-i riyaziyat’ta olduğu, yanlışlıkla,
yazılmıştır. lere güvenmek caiz
değildir. Çünkü Lalande’ın kitabının birinci cildinde zic’ler olmadığı gibi,
İsmail Çinarî ayarında çağdaş astronomiye merak etmiş bir zatın Hint
rakamlarını (yani bugün kullanılan rakamları) ebced harflerine çevirmesi pek
akla yakın görülmez. Ama, bizim göremediğimiz bu çevirinin Saray kütüphanesiyle
Mühendis okulu kütüphanesinde bulunduğunu gerek Abbe Toderini (bkz. aynı
eser, s. 164) gerek Montucla, bkz. aynı eser, s. 400) bize
bildirmektedir (1). Süleyman Makamî adh bir zatın, D. Cassini zic'i çevirisi
üzerinde çalışarak, eserdeki miladi yılları hicri yıllara ve Paris meridyenini
İstanbul meridyenine çevirip hesapları değiştirdiğini (1791) ve bu eserin Zic'i
Cedid hulâsa-i garra adını taşıdığını biliyoruz.
♦ « ♦
Mustafa III.
zamanında, Fransa’nın İstanbul elçisi De Vergennes’in damadı Macar
soylularından Baron de Tott adında birinin, topçu öğretmen subay sıfatıyle,
devlet hizmetine girdiğini görüyoruz (2). Bu zat Türkiye’den dönüşünden sonra
yazdığı hatıratında diyor ki:
«Bu hükümdar
(Mustafa III.), devlet idaresinin bütün dallarını berbat eden fenalıkları
gidermek için bazı tedbir ve bilgilerin Avrupa’dan alınmasıyle yetinmemiş,
ilim ve marifetin yayılmasını düşünerek, bir matematik okulunun açılmasını ve
yönetimini üzerime almamı beden istemiştir. Bunun üzerine Süleyman’ın
(Bonneval'in evlatlığı) geometricilerinden geri kalanlar, böyle yeni bir
kuruluşu kendi bilgisizliklerine ima farz ederek, itiraza kalkıştılar. Padişah
büyük memurlardan seçilen iki mümeyyizin huzurunda, bu itiraz edenleri imtihan
etmemi bana emretti. Aralarından altı kişi imtihana girip, eski kurumun şeref
ve haysiyetini savunmak için, ayrıldılar. Bu imtihanda, kısaca, bir üçgenin üç
açısırjın toplamının ne olduğunu
sordum; içlerinden en cesuru bana "üçgenine göre” karşılığını verince
imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı... Fakat şunu da
söylemeliyim ki, bu mühendisler ilme rağbet gösterdiler, hemen hepsi yeni okula
yazılmaya talip oldular. Artık yeni okulun kurulmasıyle meşgul olmaktan başka
işimiz kalmadı» (1).
İşte bundan sonra,
Baron de Tott’un yardımıyle Haliç’te Tersane yakınında daha ziyade bahriye
mühendisliğine mahsus olmak üzere, bir okul kuruldu (1773). De Tott, çoğu
öğrencileri yaşlı başlı, sakallı kaptanlar olan bu okul hakkında tafsilat
veriyorsa da bunlar, Abbe Toderini'nin verdiği bilgilere uymuyor (2). Bu
yazara göre,, bu okul, Kaptan-ı Derya Cezayirli Haşan Paşanın ilhamı ve De
Tott’un yardımıyle açılmış gibi görünüyor; öte yandan Toderini bu okulun ilk
baş hocasının, pek usta bir denizci ve aynı zamanda birkaç yabancı dil bilen
Cezayirli Seyit Haşan Hoca adında biri olduğunu açıkça yazmakta olduğu gibi,
Baron de Tott, sonradan Cezayirli Haşan Paşa adiyle kaptan-ı derya olan ve
ilim ve marifetten pay almamış, hâlâ gemilerde makara kullanmanın lüzumuna
inanmayan ve yalnız cesaret ve fazilet sahibi bir Cezayirli Hasan'dan yine aynı
yıllarda bahseder (bkz. De Tott, Memoire, part. III, s. 62-63). Ama,
Toderini bu Seyit Haşan Hocanın ikinci amiralliğe tayin edildiğini yazar ki, bu
suretle kendisinin meşhur Cezayirli Haşan Paşa olmadığı anlaşılır.
Öte yandan Mehmet
Esat Bey Mir'at-i Miihendishane (İstanbul, 1312, s. 349) adh eserinde bu
Hoca Seyit Hasan’ın sonradan kaptan-ı derya olan meşhur Cezayirli Haşan Paşa
olduğunu, kaynak göstermeksizin söylemektedir. Bununla birlikte, De Tott’un
hatıratı dikkatle okunursa, Türkçe öğrenmek üzere İstanbul’a gelen bu Macar’ m
konuştuğu, iş üzerinde kendileriyle sıkı temasta bulunduğu zatların adlarını
bile doğru söyleyemediği ve İstanbul’dan ayrılırken eski öğrencilerinin
kendisine yaptıkları veda törenini hiç ihtimal verilmeyecek gülünç bir hale
soktuğu görülünce, bütün öteki söylediklerine de pek güvenimiz kalmaz. Mehmet
Esat Bey {aynı eser, aynı yer) Seyit Osman adında İstanbullu bir zatın
baş hocalığa atandığını yazar ki, bundan Toderini de bahsetmekte ve bu zatın
geometride gayet bilgili olduğunu ilave etmektedir.
Mustafa III.
devrinin âlim ve şair sadrazamı Koca Ragıp Paşanın, bu okulun kurulmasından
önce, Mahmut I. zamanında teşkil olunan okul ve kumbaracı ocağının kapanmasıyle
ötede beride kalan
ve ölen askerlerinin evlatlarının toplanarak, Sütlüce yakınında, Karaağaç'ta
bir özel evde gizlice aritmetik ve geometri okutulmasını emrettiği de bazı
tarihlerde yazılmaktadır. Hatta, Toderini {aynı eser, I, 118) bu değerli
sadrazamın Voltaire'in Nevvton fiziğine dair eserini Türkçeye çevirtmek
istediğini yazmaktadır (1).
Kaynarca
anlaşmasıyle başlayan Abdülhamit I. (1774-1789) devrinde ilk göze çarpan
yenileşme hareketi, biraz önce bahsettiğimiz okulun, Mühendishane-i bahrî-i
hümayun adiyle, yeniden düzenlenmesidir (1784). Toderini'ye göre, bu okula
Kasapbaşı-zade İbrahim adında biri öğretmen tayin edilmiştir. Bu okulun
düzeltilip kurulması ünlü sadrazamlardan Halil Hamit Paşanın zamanına rastlar.
Toderini, İbrahim Efendiden bahsederken, gayet aydın ve tavrı pek kibar bir
kişi olduğunu ve kendisinden birçok yerlerde överek bahsedeceğini ilave eder
(bkz. aynı eser, s. 166). Rahip Toderini, okulu özel bir müsaadeyle uzun
uzadıya gezmiş ve kitabında faydalı bilgiler vermiştir. Okul o vakit iki
odadan ibaret olup, odanın biri dershanedir. Duvarlarına Türkçe ve Fransızca
haritalar, gemi planları asılmış olduğu gibi, gemi işletmeye yarar aletler
vardır. Rahip, ancak 9 öğrenci gördüğünü, fakat okulun elli öğrencisi olduğunu
da söylüyor. Bunların arasında Fransızca, İtalyanca, İspanyolca konuşan bir
ihtiyar Cezayirli bulunduğunu ve bu zatın Okyanus'u, Hindistan'ı ve hatta
Amerika'yı görmüş, iyi bir kaptan ve kılavuz olduğunu ilave ediyor. Bu
Cezayirli, denizcilik aletleri için Ingilizlerin en ileride olduğunu, haritaların
en âlâsını da Fransızların yaptığını söylemiştir. Aynı gün okulda, Toderini’ye
daha birçok aletler, pusulalar, , topçuluk cetvelleri, geometri aletleri
gösterilmiştir. Aldığı bilgiye göre, Profesör Seyit Osman Efendi, günde dört
saat ders veriyordu. Fakat öğrencilerden pek azı derslerine çalışıyordu. Rahibin
rivayeti doğruysa, Seyit Osman Efendi, Cezayirli Haşan Paşanın ölümünde okulun
kapatılmaması için söz aldıktan sonra, öğretmenliği kabul etmiş, gerçekte,
okulun masrafları ve tahsisatı irade-i seniye ile onaylanmıştır.
Eski usul Türk
matematikçilerinin sonu olan Gelenbevî İsmail Efendinin bu okulda hocalık
ettiğini de kesin olarak biliyoruz. İsmail Efendinin (1730-1791), hayatının
sonuna doğru yazdığı Hisab -ül-küsur kitabiyle matematikteki kudret ve
şöhretini ispat etmiş olduğunu Salih Zeki Bey, Asar-i bakiye’sinde,
överek yazar. Bu zatın eski fizik ve mantığa dair eserleri de vardır. Bu
hocanın trigonometrik çizgilerin çözümleri üzerine, Adla-i milsellesat
adiyle meşhur olan eseri 1220’de basılmış olduğu gibi, eski felsefeden Celâl’e
yazdığı haşiyesi, medrese uleması arasında ilmine kuvvetli bir kanıt teşkil
etmiştir. Gelenbevî İsmail Efendi için Cevdet Tarihinde (IV, 210) geniş
bilgi vardır. Orada Cevdet Paşa merhum, "ayaklı kütüphane” denmekle
tanınan Mehmet Efendinin bu öğrencisinin, mantıktan yazdığı Burhan adh
eserini ve başka kitaplarını methederek, «eğer Gelenbevî hoca gelmeseydi, o asrın
malumatına dair ortada hiçbir şey olmayacaktı» diyor.
Gelenbevî’nin bir
de logaritma üzerine, 1203’te kaleme aldığı Şerh-i cedavil-ül-ensab adh
bir eseri vardır ki, bu eser dolayısıyle, İsmail Efendi, Cevdet Tarihi’nin
dediğine göre, logaritmayı yeniden icat etmiş gibi görünmekteyse de, bunun
doğru olmadığı eserin adından ve içindekilerden anlaşılmaktadır. Aşağıda
kendisinden bahsedeceğimiz Seyit Mustafa Efendi, Diatribe de l’Ingenieur
adh kitabında, hocası İsmail Efendinin logaritma kurallarını bir Rumdan
öğrendiğini söyler. Zaten yukarıda gördüğümüz gibi, logaritma cetvelleri
Kalfa-zade İsmail Çinarî tarafından ilk defa olarak Türkçeye çevrilmişti
(bunun ayrıntıları için bkz. Salih Zeki, Âsar-i bakiye, II, 298-299).
Yine bu yazarın Kitab-ill-merasıd adlı Arapça eserinde, trigonometrik
çizgileri toplama, çıkarma, çarpma ve bölme için «rubu tahtası» denilen aleti,
tıpkı şimdiki hesap cetvelleri gibi kullanmak usulünü açıklamıştı. Yazar,
mühendishane hocalığından sonra, Selim III. zamanında Yenişehir kadılığına
tayin edilmiş ve oradayken şeyhülislamın azarlama yollu bir yazısından
müteessir oradayken şeyhülislamın azarlama yollu bir yazısından müteessir olarak
beyin sektesinden vefat etmiştir (1205 = 1790). [Bkz. Ek-24, s. 92],
Bu Mühandishane’nin
hocalarından biri de, Fransa'dan getirilen Jean de Laffite Clave’dir
(1750-1790). Bu zat, Fransa’da tahkimat genel müfettişliğinde bulunmuştur.
Kendisi, İstanbul’da bulunduğu zaman Usul-iil-maarif fi tertib-il-ordu
adiyle Türkçe bir eser kaleme almış ve eser, Fransa elçisi Choiseul Gouffier
zamanında elçilik matbaasında 1786 = 1201 yılında basılmıştır (bkz. Üniversite
kütüphanesi kataloğu) (1).
Bu devri kapamadan
önce şunu söyleyelim ki, adı yukarıda geçen Belgrat Dârülcihadı tercümanı
Osman bin Abdülmennan yahutAbdürrahman,
Belgrat’ta ele geçen Discorides’in Materia medica’sına (1) Mattioli
tarafından yazılan açıklamayı. Köprülü Hafız Ahmet Paşanın emriyle Türkçeye
1196=1781 tarihinde çevirmiştir (bkz. Fatih kütüphanesi, 709) (2).
Bu zatın 1184
yılında geometri üzerine bir çeviri yapmaya başladığını ve Rusya savaşı
dolayısıyle bu çeviriyi tıp üzerine olandan önce ele aldığını, tedavi
hakkındaki eserinin önsözünden anlıyoruz. Bu gayretli tercüman efendi,
Belgrat’ta boş vakitlerini hep çevirilerere harcayarak bize üç eser
bırakmıştır.
XIX. YÜZYIL VE
YENİLEŞME HAREKETLERİ
Bu son bölümün
konusu olacak devirde, Batı dünyasının, daha esaslı ve daha devamlı kurumlar
aracılığıyle, memlekete girmeye başladığını göreceğiz. Gerçekten, Avrupa ilim
ve sanatı, özellikle o vakit Avrupa’yı sarsan Fransız büyük ihtilaliyle çok
yakından ilgilenen Selim III. (1789-1807) önce çağdaş ilme ve tekniğe uygun
olarak yetiştirilen Avrupa ordularına karşı koyabilecek bir ordu kurmak için,
Tophane’yi ıslahı düşünmüş, Fransa ve İsveç’ten mühendisler getirterek
fabrikalar tesis etmişti (1205=1790). Fakat, daima yabancı mühendislerin ilim
ve tekniğine muhtaç olmanın doğru olmadığını düşünen devlet, bilgi ve teknik
alanında başarılı subaylar, askeri mühendisler yetiştirmek için, o zamana göre
modern bir matematikçi ve topçu okulu kurmaya karar vermişti. Zaten padişah,
tahta çıkar çıkmaz, Eyüp’te Bahariye köşküne Enderun ağalarından ve eski
okulun yetiştirdiği istidatlı öğrencilerinden bazılarını toplayarak, «Müherıdishane-i
sultanî» adiyle bir okul kurdurmuştu. Bu okul, 1208=1793’te
Halıcıoğlu'ndaki Kumbaracılar kışlasına taşınarak genişletilmiştir. O zamanlar
bir dereceye kadar boş olan Haskoy cihetindeki arazi, tatbikat sahası olarak
seçilmişti. Nihayet, yakın vakte kadar «Mühendishane-i herrî-i hümayun»
adını taşıyan bina, 1210 yılında yapılmış ve o yıl Selim IIL'in bir fermanıyle
okulun nizamları ve öğretimi düzenlenmiştir (bkz. Mehmet Esat, Mir’at-i
Mühendishane-i berrî-i hümayun, İstanbul, 1312, s. 8-26).
Bu tarihte
Tersane’deki Mühendishane-i bahrî-i hümayunun dersleri de Halıcıoğlu
okuluyle birleştirilmiştir. Bu yeni okula ilk başhoca tayin olunan Kırımlı
Hüseyin Rıfkı Efendi, geometriye dair eserler kaleme almış, bir de Arapça
olarak İrtifa risalesi yazmıştır. Bu okula Batı dilleri bilen hocalar
henüz bulunmadığından, tercümanlar aracılığıyla Batı dillerinden eserler
tercüme olunarak, hocaların ders yerinelerine yardım edilmekteydi. [Ek-50],
Beri yandan,
Üsküdar’da bir ikinci matbaa kurularak, yönetimi okulun başhocasına
verilmiştir. Bu matbaada, aşağıda görüleceği gibi, daha ziyade İlmi eserler
basılmaktaydı. Bastığı ilk eserlerden, biri, okulun ilk mezunlarından ve sonra
öğretmenliğinde bulunmuş olan Seyit Mustafa adh bir zatın, Fransızca olarak
yazdığı, Diatribe de l’ingenieur sur Vetat actuel de l’art militaire, du
genie et des Sciences a Constantinople adh eseridir ki, 1803 yılında çıkmış
ve sonradan, Fransız müsteşriklerinden L. Langles tarafından yazılan önsözle,
Paris’te yeniden basılmıştır (1810). Bu dikkate değer risalenin yazarı
hakkında ne yazık ki tam bilgi yoktu. Yalnız, Selim Nüzhet Gerçek’in bana
vermek lütfunda bulunduğu bir nota göre, Seyit Mustafa’nın o zamanlar
devlet hizmetinde bulunan Fransız subaylarından mühendis Brune'den ders
okuduğu Henri Cordier tarafından Memoires de l’ Academie des Inscriptions
et des Belles-letres, XXXVIII, 2. kısımda söylendiği gibi, bir de
Pertusier, Promenades pittoresques dans Constantinople et sur les rives du
Bosphore, Paris, 1915, adh eserinde Mühendishanenin, Kumbaracı kışlasının
arkasında olduğunu, kütüphanesinde matematik ve müspet ilimlere dair en iyi
Batı eserlerini ve geometri ve astronomi aletlerini gördüğünü, fakat o sırada
ancak 40 öğrencisi bulunan bu okulda bir uyuşukluk göze çarptığını söyler.
Okulun ilk müdürü diye yanlış olarak, Seyit Mustafa’dan ve kaynak olarak da
kitabından bahsetmektedir (bkz. aynı eser, I, 303-304). Bundan başka
yine Selim Nüzhet'in notuna göre, Başvekalet arşivinde, 1209 tarihli bir
vesikada,Mühendishanede münhal olan bir hocalığa baş halife Seyit
Mustafa' nın tayin-i inhası vardır.
Seyit Mustafa, bu
küçük eserinde modern ilmin memlekete girmeye başlaması üzerine o vaktin, yani
XIX. yüzyıl başlarının gençleri arasında doğan heyecanı pek güzel tasvir
etmektedir. Langles, kitabın Paris baskısına yazdığı önsözde, Seyit Mustafa’dan
büyük övgülerle bahsederek, «Türkiye’de yenişleme hareketlerinin en dikkat ve
saygıya değer "kurbanlarından” biridir» diyor. Bu hesapça, Seyit Mustafa,
1807’deki irtica hareketinde öldürülen gençler arasında olsa gerektir.
Herhalde eser, o zaman matematik ve tabii ilimlerin memleket gençleri arasında
takdir ve ilgi uyandırdığını pekala göstermektedir. Ama, Mühendishane, bir
yandan böyle yeni ilimlerle uğraşırken, hocalarından Seyit Ali Paşa adındaki
zatın, yukarıda söylediğimiz gibi, 1232 yılında bile bu modern ilim yuvasında
hâlâ kendinden dört yüzyıl önce gelmiş bir yazarın astronomi kitabını şerhle
meşgul olacak zihniyette bulunması, en hayırlı bir niyetle kurulan bu okulda
bile, hâlâ eski ilimden ayrılamayan adamların iş başına getirildiğini
gösteriyor.
Okulda, Selim
III.'in fermanı gereğince, Türkçe, Arapça, Fransızca dillerinden başka
aritmetik, geometri, coğrafya, trigonometri, cebir, topografya, harp tarihi,
entegral ve diferansiyel hesap, mekanik, astronomi, istihkam ve balistik
okutulmaktaydı. Bu okulun ilk binasının resmi şimdi kendisinden bahsedeceğimiz
Raif Mahmut Efendinin Tableaux des nouveaux reglemeııts de l’Empire ottoman adlı
eserinde bulunmaktadır.
İşte yine bu
yenileşme devrinde beliren gençlerden biri olan ve sonradan reisülküttaplığa
kadar çıkan ve nihayet Karadeniz Boğazı istihkamları nazırlığına getirilerek,
orada nizam-ı cedit elbisesi giydirilmek istenilen yamaklar elinde şehit edilen
(1807) Raif Mahmut Efendinin ilim tarihiyle ilgisi Fransızca olarak yazdığı
bir coğrafya kitabı dolayısıyledir (1). Kendisi, 1208=1793 tarihinde sefaret
kâtibi olarak, Londra’ya gitmiş ve o vakitler millelerarası genel dil Fransızca
olduğu için, orada bu dili öğrenmiş, fakat lakabı, her nasılsa, «İngiliz
Mahmut Efendi» olarak kalmıştır.
Bu zat, Selim III.
devrinin yenileşme hareketleri, nizam-ı cedit ve memleketin gelir kaynakları
hakkında Avrupahlara doğru bilgi vermek üzere, adı yukarıda geçen Fransızca
eseri kaleme almıştır zamanki gibi, Osmanlı müelliflerini kaynak almak
bedbahtlığından ileri gelmiştir. (Üsküdar Matbaası baskısı, 1213=1797). Şimdi
bulunması güç olan bu eserde, Mühendishanenin resminden başka, o zamanın tarihini
ilgilendiren başka resimler de vardır (eseri anlatması hakkında bkz. İhsan
(Sungu), Mahmut Raif Efendi ve Eserleri, Hayat mecmuası, No. 16, 1927).
İşte, Osmanlı
devleti teşkilatı hakkında yabancılara bilgi vermek için, Fransızca eser yazan
Raif Mahmut, bir de Fransızca coğrafya kitabı yazmıştır. Londra’dayken yazdığı
bu eseri İstanbul'a dönüşünde Türkçeye çevirmeye vakit bulamamış ve bu işle Osmanlı
devletinin Viyana maslahatgüzarı olan Yakovaki Efendiyi görevlendirmiştir; bu
suretle bir Türk'ün İngiltere payitahtında yazdığı Fransızca bir eseri, bir
Rum, Viyana'da Türkçeye çevirmiş ve adı tcalet-ül-coğrafiye konulmuştur.
Eser, 1219. tarihinde Üsküdar matbaasında basılmış ve sonuna 1218'de basılıp
hazırlanan 24 haritadan ibaret Cedid Atlas tercümesi eklenmiştir. Raif
Efendinin, Londra'da dört yıl oturduktan sonra, yazmaya kalkıştığı coğrafya
kitabının yazılış tarihine göre modern bir eser olacağı sanılırsa da yazık ki
kitabın «küre-i âlem» ve «küre-i arz»ı anlatan önsözü okunur okunmaz, hâlâ
Ptolemaios sistemi üzerine, âlemin merkezi arz olup güneşin arzın etrafında
dolaştığından bahsedildiği görülür. Eserin Fransa’nın siyasi coğrafyasına ait
kısımları, o zamanın taksimatına uygun olmakla birlikte, şu anlaşılıyor ki,
Raif Efendi Londra’dayken eline geçirdiği bir XVI. yüzyıl kozmografya
kitabından alarak ancak «meslek-i mütekaddimin üzere» (eskilerin yolunda) diye
küçümsediği Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’sınm Müteferrika baskısı değil,
yazma nüsha ayarında bir giriş yazmıştır. Eseri Fransızca yazdığı, bu kitap
okununca bir kere daha belli oluyor; çünkü, başlangıç meridyeni Paris olarak
alınmıştır. Müstakbel reisülküttabın bu eseri coğrafya hakkında yeni bilgiler
vermekten ziyade bir dil alıştırması yapmak için, yazmış olduğu sanılabilir;
yoksa ilmi bir eser meydana getirmek isteseydi elbette yeni kozmografya ve
coğrafya kitaplarına müracaat zorunluluğunu duyardı. Eserin Türkçesi gerek
yazar ve gerek müverrih Vasıf tarafından düzeltilmiş ve başına bir de önsöz
yazılmıştır. Bu önsöz Raif Mahmut Efendinin idare ve siyasette yenilik
taraflısı olsa bile dilde en koyu bir muhafazakâr olduğunu gösterecek bir
üsluptadır.
Kitaba ekli olarak
yayınlanan Atlas’ın hangi Atlas'tan çevrildiği söylenmemekte ve
yalnız «Tabhane-i hümayunda Cedid atlas-ı kebir kıtaları tersim olunarak
tabedildiği» yazılmaktadır. Yazık ki, bu haritalar da zamanına uygun harita
değildir. Memleketlerin adları bi-
le
doğru düıiist çevrilmemiş ve mesela Buhara Bukra diye yazılmıştır. .
işte, devrimin
ateşli taraflısı olan bu iki zatın uğradığı akıbet gösteriyor ki, modern ilmin
memlekete girmesi pek kolay olmadığı gibi,, bir yandan da eski usulde yetişmiş
bilginler ve hekimler yine eski yoldan kitaplar yazmaya devam etmişlerdir.
Mesela, Mustafa III. zamanında ordu başhekimliğine, Abdülhamit I. ve Selim III.
zamanlarında hekimbaşılığa kadar yükselmiş olan Gevrek-zade Haşan adında bir
hekim eski kaynaklardan, özellikle ibni Sina’nın Kanunundan alarak, Neticel-ill-fikriye
ve velâdet-ül-bikriye adı altında, gebelerin ve çocukların hastalıklarından,
süt verme, sütten kesme hallerinden bahseden oldukça ukalaca yazılmış bir eser
kaleme almıştır. Eserin 1219 tarihinde yazılan bir nüshasında (bkz. Üniversite
kütüphanesi, Yıldız, tıp, 282) çiçek hastalığından bahsedilirken aşıya dair bir
kelime bile yoktur. Eser, kendisinden önceki Doğu kitaplarından derlenmiş
olmakla birlikte, o zamanlar moda olduğu üzere Avrupa’nın XVI. ve XVII. yüzyıl
hekimlerinin adları yalan yanlış öteye beriye serpiştirilmiştir.
Bu zat, Selim III.
zamanında Miirşid-ül-etibba fi terceme-i ispagiriya (1) (bkz. Üniversite
kütüphanesi, Yıldız, tıp, 234) adiyle, Paracelsus'tan (Parakelsus) çevrilmiş
bir eser daha yazmıştır. Eseri Arapçadan çevirdiğini (Arapçası Salih
Nasrullah'ın çevirisi olacak) samimiyetle söyleyen yazar, Paracelsus’un
kitabının aslında Yunan dilinde yazıldığını söyleyerek, kendilerini Batı
dillerinden mütercim diye satan öteki arkadaşları gibi, bu Batılı yazarın
eserlerinin yüzünü bile görmediğini meydana koymuştur. Çünkü, yukarıda söylediğimiz
gibi, Paracelsus, eserlerini Almanca yazmış ve bunlar sonradan Latinceye
çevrilmiştir (2).
Birçok kitaplar
yazmış olan bu Gevrek-zade Haşan Efendi Ka' nun mütercimi Tokatlı
Mustafa Efendinin öğrencisi olup bir de ibni Sina'dan önce gelen hekimlerden
Ebu Mansur Haşan bin Nuh'un Gına ve nıena adındaki eserini Dürret-ül-mensuriye
fi tercimet-il-mansuriye adiyle Türkçeye çevirerek, eskiye rağbetini bir
kere daha ispat etmiştir (1). [Ek 51].
İşte tıp, hep bu
eski yolda gidip dururken, Selim III.'in, bu ilmin de yenileşmesi lüzumunu
anlamış olduğunu gösteren bir belge buluyoruz (2). Muharrem 1220=1805 tarihli
bu belgede «asakir-i İslâmiye ve umumen ibadullaha nefi' ve faide ve celb-i
davat-i hayriye edileceği» kaydıyle Dimitraşko Moroz Bey-zade (3) adında Rum
ileri gelenlerinden bir zata esasen «İstanbul'da Kuruçeşme’de dil, edebiyat ve
matematik okutmak üzere açılan yüksek okula (talimgâh), bir de tıp şubesi
ilavesi için, müsaade ediliyordu (bkz. Osman Ergin, Maarif tarihi, II,
281). Bu belgede, o zamanki hekimlerin ve medrese tıbbının hali uzun uzadıya
belirtildikten sonra, iyi hekim yetiştirmek için hastanelerde tatbikat görmek
ve otopsi yapılmak lazım geldiğini ve Avrupa’dan gelen hekimlerle istenen
faydanın sağlanması mümkün olmayıp «tehalüf-i emzice keyfiyet-i iklim ve mevki
hasebiyle» mutlaka yerinde hekim yetiştirilmesi lazım olduğunu, halbuki
«maslahat-i teşrih» ve Avrupa hastaneleri ve hekimleriyle haberleşmeyle
deneylerin çoğaltılması için mevcut "tıp medreselerinin bu işe elveremeyeceği
cihetle”, bu hususun Rum milletine tahsisi Selim III. tarafından kabul
edilmişti. Bu okulun Rumlar tarafından açılıp açılmadığına ve hekim yetiştirip
yetiştirmediğine dair açık bilgimiz yoksa da, bizi burada ilgilendiren taraf,
gerçekten devrim ve yenileşme taraflısı olan Selim III.’in, yahut yanında
bulunanların, o "zamanın tıbbının otopsisiz ve hastanesiz olamayacağını
anlayarak”, fakat bunun devlet eliyle yapılmasına cesaret edemeyerek, Rumlara
tahsisine razı olmasıdır. [Ek-52], Gerçekten, bin bir türlü zorluk içinde
askeri ıslahata kalkışan devlet, bir de o zamana kadar asla müsade edilmeyen
ölü teşrihi için başına bir bela daha çıkarmaktan çekinmiş olabilir.
Beri yandan Mahmut
II. devrinde yetişen medrese ulemasından Kuyucakh-zade Atıf Efendi (1),
Bahaeddin Amilî’nin meşhur Hulâsat-iil-hisab risalesini Nihayet-ül-elbab
adiyle Türkçeye çevirmiş (bkz. Yahya Efendi kütüphanesi, 721) ve sonuna, güya «mühendisin-i
efrencin
ve müteahhirin ve mütekaddiminiriyaziyunun» eserlerinde bulunmayan bir kök alma
usulünü ilave etmiştir.
İşte bütün bu
eserler gösteriyor ki, bir yandan ordunun yenilenmesi ve ıslahı için matematik
ve tabii ilimler memlekete sokulmak istenilirken, öte yandan medrese uleması
eski ilimlere dair teliflerine ve tercümelerine devam etmekte ve bu suretle
ilim âleminde bir ikilik meydana gelmeye başlamaktaydı. Halbuki, Türk
«ulemây-ı rüsum »u, değil müspet ilimlerde, doğrudan doğruya kendi alanları
olan meselelerde bile çok geri kalmışlardı. Mesela, bu tarihlerden 50-60 yıl
önce Hicaz’da çıkan Vahabî mezhebi hakkında Hicaz ve Irak uleması taraflarından
birçok kitaplar yazıldığı ve birçok tartışmalar sürüp gittiği halde, İstanbul
ulemasının, bu mezhebin esası hakkında bile bilgisi yoktu (bkz. Cevdet, Tarih,
2. basım, VII, 195). Öte yandan zamanın reisülküttabı Atıf Efendi (tayini
1212), yazdığı bir takrirde Fransa ihtilalinden bahsederken, bu muazzam devrim
hareketini, «Voltaire ve Rousseau gibi meşhur zındıkların ve anlar misillû
dehrîlerin eserleriyle husule gelmiş» bir fısk-u fücur cümbüşü gibi
göstermekteydi. Atıf Efendi, Hukuk-ı beşer beyannamesini, insanları
hayvanlar derecesine indirmek için yazılmış bir beyanname sayıyordu (bkz.
Cevdet, Tarih, VI, 394). Ama, reisülküttap efendinin bu takririne rağmen,
Fransız ihtilali, zamanın gençlerini etkilemekten geri kalmıyordu. Hürriyet
fikri, bazen mistik bir örtü altında, bazen laubalilik yolunda, gerek saray ve
gerek Babıâli çevresinde yürüyordu (bkz. Cevdet, .Tarih, 2. basım, VIII,
147-148). Fakat, bu çekingen adımlarla yürümeye başlayan yenileşme
hareketleri, nihayet, 1807'deki isyan hareketinde Nizam-ı Cedidin lağvına ve
Selim IIL’in katline rağmen, tamamıyle durmamış ve mühendishaneler kapanmak
gibi bir akıbete uğramamıştır.
Bu devrin sonunda,
daha ziyade Mahmut II. zamanında, yetişmiş gerçekten modern bir hekimden
bahsetmek lazımdır: "Şanî-zade Ataullah”. Tıptan başka konularda da eser
yazan, mesela bize dört ciltlik bir de Tarih bırakan Ataullah Efendi,
1200=1786 yılında ilmiye mesleğine girmiş ve 1235=1820’de vakanüvis tayin
olunmuştur. Şanî-zade, yalnız bir hekim değil, aynı zamanda ansiklopedik bir
bilgindi. Aşağıda bahsedeceğimiz iki tıbbi eserinden başka, aritmetik,
geometri, cebir ve hatta askerlik üzerine kitapları vardır. Kendisi, Mahmut II.
zamanında «Bektaşîlerin pek meşhurlarından» olması dolayısıyle, «irade-i
müstakille sudûrile» Tire’ye sürgün edilmiştir. Vakanüvis Lütfi’nin yazdığına
göre (bkz. Lütfi, Tarih, I, 168-169), Şanî-zade, Ortaköy’de, aydın
bilginlerden, Tefsir-i mevakib mütercimi İsmail Ferruh Efendinin
yalısında, «etvar-i lâübaliyane», yani hür ve bağımsız düşünceleriyle, tanınmış
olan zatlardan toplanan bir ilim derneğine girmiş olmasından şüphelenilmiş ve
yeniçerilerin ilgası üzerine ortayan çıkan Bektaşi aleyhtarlığından faydalanılarak
sürgün cezasına çarptırılmıştır. Halbuki bu dernek, sadece felsefe, şiir,
edebiyat ve modern ilimle uğraşan bir teşekküldü. Her ne hal ise, sonradan
affolunmuşsa da, affını tebliğ eden fermanın Tire’ye erişmesi anında, katil
fermanı zannıyle beyin sektesinden fücceten vefat etmiştir (1242 = 1826).
Kendisinin yabancı dilleri bildiği Tarih'inin önsözünde bazı çeviriler
yaptığını söylemesiyle biliniyorsa da, hangi dilleri ve ne suretle öğrendiğini
bilemiyoruz. [Ek-53],
Öte yandan 1235 yılında
Matbaa-i Âmire’de basılan Miyar-ül -etıbba adındaki eserini, Viyanah
Profesör Stoerk’ün kitabından tercüme ettiğini önsözde söyler (bkz. aynı
eser, s. 3); fakat bütün eski mütercimlerin yaptığı gibi eserin adını
vermez. Dr. Süssheim, yazdığı
uzun uzun makalelerde {Tıp Tarihi Arşivi, No. 1-3) gerek yazar ve gerek
eser hakkında bilgi verir; bu makalelerden öğrendiğimize göre, asıl eserin adı Medizinischpraktischer
Unterricht für Feld und Landwundaerzte der österreichischen Staatendir.
(Viyana, 1776, 1786, 1789). Bu eser, Istruzione medico-practica ad uso dei
chirurghi çivili e militari adiyle İtalyancaya, Bartelomeo de Battisti di
San Giorgis tarafından çevrilmiş ve Venedik'te 1778 yılında basılmıştır. Dr.
Süssheim’m çevirinin karşılaştırılmasıyle vardığı sonuca göre, Şanî-zade Miyar-ül-etihba'svnı
bu İtalyanca eserden çevirmiştir. Mütercimin hangi yabancı dilleri bildiğini
bilemediğimiz için, ancak bu karşılaştırma sonunda, İtalyanca bildiğini kabul
etmek bir dereceye kadar mümkün olabiliyor. Hekimlerin elinde her gün işe yarayacak,
hastalıklar ve tedavilerine dair bir eser olan, bu kitabın iyi anlaşılması
için, anatomi ve fizyoloji kitabına da ihtiyaç olduğunu takdir eden Şanî-zade,
bundan sonra Mir’at-ül-ebdan fi teşrih-ill-âza -il-insan adiyle, bir
»eser daha kaleme almış ve o da aynı cilt içinde, Mahmut H.’un emriyle,
Matbaa-i Âmirede basılmıştır. Aynı eserde mütercimin bir de vaccination, yani
inek çiçek aşısına dair Viyana'lı Ludvvig Karan (?) adh yazarla başka iki
Avrupah hekimden aldığı uzun bir bahis vardır ki, Şanî-zadenin bu aşının
memlekete sokulmasına ve faydasına akıl erdirmiş bir hekim olduğunu gösterir
(1). Anatomi kitabı ise, nereden çevrildiği bilinmemekle birlikte, oldukça
güzel resimlerle süslenmiştir. Bunun sonuna da «Usul-i tabiiye» adı verilen 39
sayfalık bir de fizyoloji bahsi ilave edilmiştir. Bugün, tabiatıyle ilmi bir
değeri olmayan bu eserin, bir kıymeti varsa o da bize Şanî-zadenin, kafasını
yeni tıbba açan ilk bilginimiz olduğunu göstermesidir. Vefatından bir yıl
sonra (1827), Tıbhane ve Cerrahhane kurulmuştu. Zavallı
Şanî-zade, bir af fermanının kurbanı olarak, vefat etmemiş olsaydı, onun da bu
okulda yer alacağı muhakkaktı. Kısacası, bir kelimeyle şunu söyleyebiliriz ki,
Şanî-zade Ataullah, eski tıpla yeni tıp arasındaki zincirin bir halkasını
teşkil etmekten fazla bir şey yaparak, doğrudan doğruya yeni tıbba geçmiştir.
Halbuki,
Şanî-zadenin çağdaşı olan hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi ve onun kardeşi yine
meşhur hekimbaşı Abdülhak Molla zamanlarında ve nezaretleri altında modern bir
Tıbhane ve sonra modern bir tıp okulu açılmış ve Avrupah hocalar getirilmiş
olduğu halde, henüz eski tıptan ve onun efsanevi bilgilerinden kendilerini
kurtarmış değildiler. Mesela, Jenner'in çiçek aşısına dair monografisini ve
başka bazı eserleri güya İtalyancadan Türkçeye çeviren (biz bu çeviriyi
göremedik) Mustafa Behçet Efendi, bütün hayatı boyunca, Hezar esrar adı
altında eskilerin birtakım saçma sapan ilaçlarını, deneylerini toplamış ve
kardeşi Abdülhak Molla, bunları bine çıkarmaya çalışmışsa da, ömrü kâfi
gelmeyince, onun oğlu tabip Hayrullah Efendi —Avrupa görmüş ve modern tıp
tahsil etmiş olmasına rağmen— bu Esrarı bine ulaştırarak, 1279 yılında
tamamlamıştır. Bu eser sonradan, 1283 yılında İstanbul’da Muhip Efendi
matbaasında basılmıştır (bkz. Üniversite kütüphanesi, 84483). [Ek 54]. Şimdi
okuyuculara bu eserin bir iki strr'mın anlatacağım: Mesela,
11 numaralı sır’da, «beher sene cüz’î kısrak sütü içirilen sabi
nihayetiseneye kadar çiçek çıkarmaya, çıkarsa da az çıkara» deniliyor (bunu
mecmuasına özel surette kaydeden Mustafa Behçet Efendinin, yukarıda söylediğimiz
gibi, bir yandan da Jenner aşı monografisini tercüme ettiğini hatırlatalım).
295 numaralı sır, «hıçkırık tutan adamın ağzına kazın ağzı tutulsa
hıçkırık kaza geçer ve kaz ölür ve böylece yedinci kaz ölünce hıçkırık insandan
da geçer»; 61’inci sır, «suçlu bir kimseye bıldırcın kuşunun dili
yedirilirse istintakta bütün suçlarını itiraf eder»; 327’nci sır,
«karnabahar tohumu dört sene sonra dikilse bu tohumlardan şalgam ve şalgam
tohumu dört sene sonra dikilse karnabahar çıkar». îşte bin sır’dan mürekkep
bu kitap baştan aşağıya böyle ortaçağın ve nihayet XVI. yüzyılın manasız
ilaçları ve inanışlarıyle doludur. Hele Hayrullah Efendi tarafından yazılan
önsözü (1279) okunursa, bu muhterem zatın, gerek mekteb-i tıbbiyede okuduğu ve
gerek Avrupa okullarını gördüğü halde, bu eseri pek ziyade takdir ettiği ve
hele «âsar-i ahirenin en mahmud ve azizi olan (1) asr-ı maarifhasr-i hazret-i
padişahîde bu eser-i nayabın metruk-i zaviye-i nisyan...» kalmasına gönlü razı
olmadığı anlaşılır. Fakat doğrusunu söylemek için şunu ilave etmeliyim ki,
Hayrullah Efendi, son numaralı sır’ları ilaveyle esrar’ı
bine çıkarırken, modern ilme göre bazı maddeleri yazmıştır ki bunlar XIX.
yüzyılda haftalık mecmualarda görülen «fenni eğlenceler» kabilinden şeylerdir.
Bu kitaptan burada bahsetmeye bizi sevk eden sebep, bir yandan modern tıbbiye
okulu açan bir padişahın hekimbaşıları olan iki kardeş ve sonradan bu modern
mekteb-i tıbbiyeden doktora yaparak çıkan bir mahdum efendinin bu gibi saçma
sapan, kocakarı ilaçlarını ve ondan daha berbadı XVII. yüzyıldan beri kökleşmiş
olan müspet ilimlere aykırı hükümlere (bkz. 327’nci sır) inanmış gibi ta
1279=1862 yılma kadar çalışıp ortaya böyle bir eser koymalarını belirtmek
değildir. Maksadımız, hummalı bir surette her alanda yenileşme hareketleri başladığı
sırada, başta olanların hâlâ Mathiole tıbbından ve Acaib-ül-mahlukat maddelerinden
çıkarılan hükümlerle meşgul olduklarını, buna göre de, iş başında bulunan bu
zatlarla başlayan yenileşmenin ne kadar güç ve çekingen adımlarla ilerlemek
zorunda kaldığını göstermektir.
Mahmut II.
devrinde, matematik ve başka müspet ilimler Mühendishane denilen okulda
okutulmaya devam edilmekteydi. Bu mektebin ikinci başhocası, Hoca îshak Efendi
(ölm. 1834), matematik ve tabii ilimler üzerine kaleme aldığı dört ciltlik Mecmua-i
ulûm-i riyaziye adh eseriyle, gerçekten hoca lakabına hak kazanmıştır. Kendisi
Narda’h bir Musevî ailenin oğlu olup Müslüman olmuş ve Divan-ı hümayun
tercümanlığında bulunurken sonradan öğretmenlik mesleğine girerek,
Mühendishanede öğretime başlamıştır (1). Arapça ve Farsçadan başka Fransızca
ve belki Latince de bilen bu zatın dört ciltlik eseri o zaman için gerçekten
modern müspet ilimler mecellesi sayılabilir. Bu ciltlerden birincisi,
aritmetik, cebir, geometri; İkincisi düzlem trigonometrisi ve cebirin
geometriye uygulanması, entegral ve diferansiyel hesabı ve koni kesitleri;
üçüncüsü hikmet-i tabiiye (fizik), cerr-i eşkal (mekanik), ilm-i menazır
(perspektif bilgisi) ve küre-i nesimi (havaküre); dördüncüsüyse elektrik,
küresel trigonometri ve nihayet «ilm-i hail ü terkib-i ecsam» adını verdiği
kimyadan bahseder. Bu eser memleketimize ilk defa olarak Avrupa'nın bir
dereceye kadar yüksek matematiğini, modern fiziğini sokmuş olması bakımından
önemlidir. Yalnız kimyadan son ciltte ancak 25 sayfalık pek eksik bir bahis
vardır; îshak Hocanın kimyaya verdiği ad da pek eski spagyria kelimesini
hatırlatıyor. Zaten bizde
kimya, ciddi bir surette, ancak Tıbbiye okulunda başlamıştır. [Ek 55], Herhalde
İshak Hocanın en büyük hizmeti, modern matematik, fizik ve mekaniğe ait
eserleri, Batı dilinden, Türkçe terimlerini koyarak, nakletmesidir. Bu başlıca
eserinden başka askerliğe ve mühendisliğe ait olan eserleri vardır.
Mühendishane başhocası, adı yukarıda geçen Seyit Ali Paşadan sonra başhocalığa
tayin edilmişken (1246) 1249’da, galiba selefinin entrikası eseri olarak, Medine’deki
binaların tamiri memuriyetiyle oraya gönderilmiş ve dönüşünde Süveyş’te (1251)
vefat edip orada gömülmüştür. Okulun biraz yukarısındaki mezarlığa bir taş
dikilmiş ve üzerine "Elhâc Hafız İshak Efendi” diye adı ve vefat tarihi
yazılmıştır. Mühendishane yakınında yapılan bu boş mezar (cenotaphe), manevi
çocukları olan okul öğrencilerinin kalplerinde, bu değerli hocanın hatırasını
ölümsüzleştirecek bir anıttır. Velhasıl Hoca İshak, tıpkı Şanî-zade gibi
eski ilimle yeni ilim arasında bir halka değil, belki yeni ilim zincirinin ilk
halkasını teşkil eden saygı ve dikkate değer bir hocadır. [Ek-56],
îşte XIX. yüzyılın
ilk yarısında ve Avrupa’nın çağdaş ilmini memleketimize sokmak için açılan
Mâhendishane-i bahrî-i hümayun, Mühendishane-i berrî-i hümayun ve Mekteb-i
tıbbî-i adlî-i şahane (1838) ve Mekteb-i harbiye (1250=1834) sayesinde,
matematik ve tabii ilimlerle tıp, gitgide daha modern bir şekilde devam etmiş tir (1); eserimizin eriştiği tarihten sonra, yani
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de müspet ilimler gerek yüksek ve gerek
ortaokullarda oktulmaya başlanmış ve hatta bir de üniversite (dârülfünun)
taslağı açılmış ve ilmi dergiler çıkarılmış olduğu gibi, edebî dergilerde,
hatta gündelik gazetelerde bile artık bu ilimler hakkında makalelere
rastlanmaya başlanmıştır. Fakat, öte yandan medreselerde, duraklama ve hatta
çökme içinde bile olsa, öğretim devam ediyor ve hâlâ bu medrese mezunlarına
«âlim», okudukları derslere «ilim» adı verildiği halde, okullardaki müspet ilme
«fen» kelimesi yeter görülüyordu. Halbuki, bilindiği gibi, Fenn,
Arapçada çeşit, sık dal anlamlarma geldiği gibi, mastar olarak, bir adamı
aldatmak anlamına da kullanılırken çağdaş Araplar, bu kelimeyi sanat=art ve
teknik karşılığı kullanmayı tercih etmişlerdir. Bizdeyse Tanzimattan önce ve
sonra «muhdes (sonradan çıkma) bilgi» sayılan ve fakat gerçeklerin hilafına bir
şey söylemek, aldatmak asla şiarı olmayan müspet ilimlere, belki medrese
ulemasının gönlünü hoş etmek için, fen deyimi layık görülmüş ve hatta hâlâ,
cumhuriyet devrinde bile, Üniversitenin ilimler (yani müspet ilimler=les
Sciences) fakültesinin adı «Fen Fakültesi» olarak kalmıştır. Yalnız Mekteb-i
tıbbiye-i adliye'nin kurucuları bu noktada daha makul ve cesur davranarak
Meşrutiyete kadar mektebin verdiği diplomalara «Dâr-ül-ulûm-i hikemiye olan
Mekteb-i tıbbiye» deyimini koymaktan çekinmemişlerdir. [Ek-57],
•
• »
İşte, XVIII.
yüzyılda ve XIX. yüzyıl başında müspet ilimlerin Batıdaki durumuyle
Türkiye'deki durumu arasında bir karşılaştırma imkanı olmasa bile, Batıda
ilmin dev adımlarıyle giden ilerleme ve gelişmesi hususunda kısa
bir fikir vererek eseri bitirmek uygun olacaktır.
Fransa ve
İngiltere'de XVIII. yüzyılda müspet ilimler parlak bir gelişmeye doğru giderken
Almanya'da Berlin Akademisi de Büyük Friedrich zamanında kazandığı yabancı
kuvvetler (İsviçre’li Euler, Fransız Lambert ve Lagrange) sayesinde matematikte
çok değerli ilerlemeler kaydetmiş olduğu gibi, özellikle İsviçre’nin Basel
şehrinde yetişen Bernouilli kardeşlerin ve oğullarının çalışmalarıyle entegral
diferansiyel hesabı, Leibniz’in bıraktığı noktadan ileriye doğru yürümüştü.
Halbuki bu sırada İngiltere, hâlâ Nevvton’un bu hesaplarda kullandığı usul ve
işaretleri sürdürmekte ısrar ediyordu. Hatta İngiliz matematikçisi ve filozofu
Bertrand Russel, bu usule kaba bir milliyetçilik duygusuyle yapışıp kalmış
olmaktan dolayı, İngiltere’de matematiğin Almanya ve Fransa’ya göre o zamanlar
yüzyıl geri kaldığını iddia eder ki bu geri kalmanın XVIII. yüzyıl sonunda ve
XIX. yüzyıl başlangıcında pekala hissolunduğunu biliyoruz. Gerçekten, Lagrange
ve başka matematikçiler eserlerini Berlin’de ve Fransa'da yayınladıkları gibi,
o zamanlar parlak ve pek etkili bir yolda işlemeye başlayan akademilerin, ilim
kurumlarının bu gibi eserleri hemen yayınlamak ve yarışmalar düzenleyerek ödüller
koymak suretiyle yaptığı yardımlar sayesinde yayılan bu eserler, ilmin
ilerlemesini sağlıyordu. Mesela 1788 yılında, Lagrange kendisinin ün
kazanmasına sebep olan meşhur Mecanique Analytique adh eserini Paris'te
yayınlamıştır ki, bu ve bunun gibi eserler, Leibniz usulü analizin açtığı
kaynakları kullanarak, yüksek matematiği en derin mekanik ve fizik olaylarının
hesap ve ispatında en kullanışlı bir alet haline getirmiştir.
Öte yandan,
astronomide ilerleme hızla devam etmekteydi. Halley, kendi adına izafetle
anılan kuyruklu yıldızın daha 1682 yılında yörünge ve şeklini hesap ettiği
gibi, XVIII. yüzyılın başında (1705) bu yıldızın her 75 yılda bir kere geri
gelerek arzın yakınından geçeceğini haber vermiş ve bu suretle, yüzyıllardan
beri gerek Doğuda eve gerek Batıda, görülmesi türlü türlü afetlere işaret
sanılan bu yıldızın öteki yıldızlar gibi muntazam ve zorunlu bir seyir takip ettiğini,
bunun için de bazı yıllar öyle rasgele ortaya çıkamayacağını haber vererek,
batıl inançlardan huzuru kaçan birçok beyinlere rahat sağlamıştır.
Astronomi, artık
rasat ve gözlem usulü yanında, yüksek matematiğin de bu ilme uygulanmasıyle
ilerlemekteydi. Mesela, ayla arz arasındaki uzaklığın birbirinden çok uzak,
fakat aynı meridyen üzerinden ölçülmesi için, astronom Lalande Fransa’dan
Berlin’e ve Lacaille, Capetown şehrine gönderilmişti. Lacaille, orada kurduğu
rasathanede dört yıl çalışarak, ayla arz arasındaki uzaklığı tayin ettiği
gibi, öte yandan da güney yarımkürede 10.000 kadar durağan yıldızı gözlemlemiş
ve incelemişti (1). Artık güneşin arzdan uzaklığı da, İngiltere, Fransa,
Danimarka devletlerinin sırasıyle gönderdikleri ilmi heyetler tarafından,
yeniden ölçülmüş olduğu gibi Oxford’da James Bradley (1693-1762), durağan
yıldızların yerlerinin hafif değişikliklere uğradığını ve bunlardan birinin
ışığın aberration'u (sapıncı) dediğimiz olayla açıklanacağını ve ötekinin
nedeni olarak da arzın mihverinin, nütasyon denilen, bir çeşit titreşim
hareketini göstermiştir.
Hannover'li Wilhelm
Herschel, İngiltere'de yeni yaptığı teleskoplarla, Uranüs gezegenini (1781),
uydularını (1787) ve Satürn'ün uydularını (1789) keşfetmiş, kısacası bu
astronom göğü bir sık ormanda gezer gibi teleskopla gezerek birçok yenilikler
ortaya koymuştur.
Fransa’da XVIII.
yüzyılın sonlarına doğru, Paris rasathanesinin muhafazakâr ve Kopernik
sistemine aleyhtar olan Cassini ailesinden gelen müdürlerinin muhafazakârlığı
azalarak, astronomi orada da yeni yolda ilerlemeye devam etmiştir ki, bu
ilerlemeler nihayet Laplace’ın himmetiyle bir sentez halinde ortaya çıkmıştır.
Lagrange'ın izinde yürüyerek yetişen Laplace, 1799 ve 1825 yılları arasında yayınladığı
5 ciltlik meşhur Mecanique Celeste adındaki eseriyle, arz üzerinde
yürürlükte olan mekanik teorilerini göklere de uygulamıştır. Bu kitabın asıl
amacı, güneş sisteminin büyük mekanik problemlerini çözümlemek ve özellikle
ampirik denklemlere ihtiyaçtan kurtulmak üzere, teorileri rasat ve gözlemlerle
incelemek olduğunu yazar önsözünde söyler. Bu eserin bir de, Exposition du
systeme du monde (1796) adh, halka göre şekli vardır ki, bunda Laplace, kendinden
daha önce Alman filozofu Kant’ın, evrenin teşekkül şeklini açıklamak için,
koyduğu nebülöz (bulutsu) teorisini açıklar ve genişletir. Nevvton, bu
olayları kanunlara bağlayan kendi büyük buluşundan sonra bile, evren
sisteminin tamamıyle yerleşmiş, değişmez bir düzen altında olmadığına ve arada
sırada «özel bir müdahale» ile bu düzenin düzeltilmesi gerektiğine inanırken,
Laplace’ın, Napoleon'un «eserlerinizde Allah adının geçmediğini söylüyorlar»
diye bir tarizine karşı, «böyle bir özel müdahale» teorisine ihtiyaç görmediği
cevabını vermesi, evrenin düzenini yalnız ve yalnız mekanik kanunlara bağlamak
istediğini gösterir.
Bu devirde, fizik
ilmi, artık mekanikten ayrı olarak, ses, ışık, ısı, magnetizma ve elektrik gibi
belirli bahislere ayrılmış ve her bahiste yeni yeni keşifler meydana gelmiş
bulunuyordu. Özellikle analitik mekanik bahsi, daha yirmi dört yaşındayken
Akademi'ye giren ve sonradan Encyclopedie’nin, bütün dünyanın meşhur
önsözlerinden biri olan girişini yazan D’Alembert’in Traite de
dynamique’iy\e yepyeni bir yoldan ilerlemeye başlamış ve bu suretle
matematik fiziğin temelleri atılmıştı. Yani, o vakte kadar sırf matematikle uğraşan
bilginler, artık astronomi alanında olduğu gibi, fizik alanına da el
atmışlardı.
Kısacası, şunu
söyleyebiliriz ki, Böyle, Descartes, Gassendi'nin fizik olaylarını
corpuscule’lerin (cisimciklerin) şekil ve hareketleriyle açıklamak isteyen
prensipleri XVIII. yüzyılda bırakılarak, bu cisimciklerin şeklinden ve
birbirleriyle vuruşup çarpışmalarından bahsolunmuyor ve aksine bunlar itici ve
çekici kuvvetleri bulunan bir nokta haline irca olunuyordu. Mesela, ses bu
madde parçacıklarının titreşimine, ışıksa Nevvton'un corpuscule teorisine
karşı, Huygens’in (1625-1695) dalga teorisine bağlanıyor ve böylece, fiziğe
tartılmaz ve ölçülmez bir ortam (esir) teorisi kendiliğinden girmiş
bulunuyordu. Öte yandan, ısının ölçülmesi için yine matematik usullere
müracaat olunuyor, türlü türlü termometreler ve yine ısıdan faydalanılarak
buhar makineleri icat olunuyordu. Elektrik hakkında yepyeni deneyler yapılmış
ve bu deneyleri ispat için makineler bulunmuştu. Fizik ve kimyanın sınır
problemlerinden birini teşkil eden yanma teorisi, XVII. yüzyıl başlarında
doktor ve kimyacı Stahl' in (1660-1740) ateşin farazi bir prensibi gibi saydığı
phlogiston'a dayanıyordu. Bu teori o zamanlar o kadar önem kazanmıştı
ki, Almanya’nın büyük filozofu Immanuel Kant bile. Saf Aklın Eleştirisi
adlı baş eserinde bu teoriyi Galilee’nin düşme kanunlarıyle bir tutuyordu.
Fakat bu teoriye, aşağıda görüleceği üzere Lavoisier’nin oksijenin iş ve
etkisini meydana koyan meşhur deneyleriyle, yıkıldı ve kimya ilmi, bu suretle
yepyeni bir alana girdi. Bu alanda çalışan, başka yeni keşifler meydana koyan
bilginlerin burada birer birer adlarını ve keşiflerini saymaya yer yoktur.
Ancak, İngiltere’de gazlar üzerinde çalışarak, ilk defa Londra’da Royal
Society’ye gönderdiği bir tebliğde «şiddetle yanan» bir gazı (hidrojen) bulduğunu
1784’te bu gazın oksijenle yanmasından «su» hâsıl olduğunu keşfettiğini
bildiren Henry Cavendish’in (1731-1810), Joseph Priestley (17331804; bu zat
oksijeni havadan ayırmıştı), İsveç’li Toben Olaf Bergman’ın (1735-1784)
adlarını sayalım. Fransa’daysa, Antoine Laurant Lavoisier (1743-1794), meşhur Rien
ne se perd, rien ne se cree (hiçbir şey yok olmaz, hiçbir şey
kendiliğinden türemez) düsturunu ortaya atıyor, yanmada ve oksitlenmede
oksijenin rolünü pek açık bir şekilde belirterek, oksijeni asıl bulan mevkiini
kazanıyordu. Öte yandan elemanları (basit cisimler) tarif ederek, yeni kimyanın
temelini kurduktan sonra, mültezimlik memuriyeti dolayısıyle, Fransız
ihtilalinin kurbanları arasında giyotin üzerinde can veriyordu.
İngiltere’deyse
kimyada en önemli adım, John Dalton’un (17661844) sayesinde atomculuk
teorisinin kimyaya uygulanmasıyle atılmış bulunuyordu. XVIII. yüzyıl,
İngiltere’de kimyanın âdeta kibar cemiyetlerinde bile moda olduğu bir
yüzyıldır. Bütün dünyada ilk kimya derneği Edimburg’da 1784 yılında ünlü
İngiliz kimya bilgini Joseph Black tarafından Chemical Society adiyle
kurulmuştu (bkz. J. Kendall, Endavour, 1942, 3). Bundan başka Londra’da
ve Manchester’de de bu yolda dernekler kurulmuştu.
Fransa’da J. Louis
Gay-Lussac, gazların genişleme kanunlarını bularak mekanik ısı teorisinin
esaslarını kurmuştu.
Zooloji ve botanik
ilimleri, bu devirde henüz tasviri nitelikten kurtulamamış olmakla birlikte,
Buffon, Linne ve Jussieu gibi âlimlerin sayesinde müspet ilimlerin, o vakitler
tarih-i tabii (1) denilen bölümü modem bir şekilde kuruluyordu. Buffon
ilave kısımları ile birlikte 22 cilt tutan meşhur L'Histoire naturelle’i
yardımcılarının himmetiyle 1753-1767 yılları arasında yayınlamıştı. İsveç’li
Linne ve Fransız Jussieu bitkilerde biri tabiî öteki suni tasnifler yapmışlar
ve yeni yeni bitkiler keşfetmişlerdi.
XVII. yüzyıl
sonlarında kliniği ve klinikte kimya laboratuvarım kuran Boerhaave'nin (yukarı
bkz.) himmetiyle, tıp, Avrupa'da yeni bir devreye girmiş olduğu gibi Almanya'da
kimyacı-hekim Stahl, kimyasal tıpla mekanist tıp yerine animiste, yani
organizmadaki olayları maddi olmayan bir prensibin işe karışmasıyle açıklayan
bir teori kurmuş ve bu teori, Fransa’da, özellikle Montpellier okulu buna
benzer fakat ruhtan ayrı bir «hayati madde»nin etkisini kabul ederek, bir nevi
vitalisme ortaya çıkarmıştır. Öte yandan İngiltere'de îskoçya’h John Brovvn
vitalisme'in esasını, vücudun incitability dediği bir özelliğinde
bularak, bunun azalması veya çoğalmasıyle hastalık ve sağlığı tarif ediyordu.
Bu özelliğin çokluğuna sthenism ve azlığına asthenism diyor,
tedaviyi bu özelliğin çoğalıp azalmasını sağlamaktan ibaret sayıyordu. Fakat
XIX. yüzyılın başlarında artık Viyana okulunda ve sonra Paris okulunda, tıbbın
materyalist-mekanist bir temel üzerine kurulmaya başladığını görüyoruz.
XVIII. yüzyıl,
yalnız ilim değil, düşünce noktasından en büyük değişmelere, ilerlemelere sahne
olan bir yüzyıldır. Özellikle Fransa'da Voltaire bu yüzyılı hemen başkan başa
doldurmuş, «İngiltere mektuplart»y\e Nevvton’u Fransızlara tanıtmış ve
hatta dostu Madame du Châtelet'yi, bu büyük fizik bilgininin Principia sini
Fransızcaya çevirmeye yöneltmiştir (yukarı bkz.). Bu yüzyılda Voltaire,
Diderot, J.J. Rousseau gibi edebiyat ve felsefede şöhret almış kişiler, ilmi
de ihmal etmeyerek, Diderot ve D'Alembert'in başkanlığı altında yayınlanan Encyclopedie,
Dictionnaire raisonne des Sciences, des Arts et des Metiers’e katılmış ve
yardım etmişlerdir. Bu büyük eser, gerçi ilimde bir «birlik» kurmaya doğru
atılmış ilk büyük adım olarak nitelendirilmişse de, eserin ilmi ve felsefi bir
birliğe doğru gitmekte tamamıyle başarı kazandığı iddia olunamaz. Mesela bazı
makalelerde açıktan açığa dindarca bir eda görülürken, ötekilerde ya deiste
veya büsbütün Tanrı inkârcısı, atheiste bir ifade vardı. Fakat, her ne olursa
olsun, hepsi şu noktada birleşiyorlardı ki, "düşüncenin, vicdanın ve
kalemin bağımsız olması ilmin ilerlemesi için elzemdir ve sosyal ilerlemeyi
sağlayacak tek vasıta ilimdir”.
İşte Batının eriştiği
bu önemli düstura Osmanlı Türkiyesinde ne zaman ve nasıl inanıldığını ve bu
inancın verdiği eserler ve sonuçların ne olduğunu göstermek, Tanzimat,
Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirleri için böyle bir araştırma yapacak yazarların
ödevidir. Bizim aldığımız devirde Türkiye göklerinde, ara sıra görülen hafif
parıltılara rağmen, bu aydınlatıcı düsturun, yol gösteren bir yıldız gibi,
doğduğunu iddia etmek kabil değildir.
SÖZÜ BİTİRİRKEN
Bu eserin aslı,
1939 yılında Paris’te yayınlanmasının arkasından, Türkiye, Amerika, İngiltere,
Almanya ve Fransa dergilerinde oldukça iltifatlı eleştirilere erişmişti (1). Bu
eleştirilerden yazarı en çok ilgilendiren, Harvard Üniversitesi ilim tarihi
profesörü George Sarton’un yazdığı üç sayfalık bir yazıdır. Gıyaben tanıdığım,
ilim ve irfanını ve özellikle nadir görülür çalışma kuvvetini takdir ettiğim
bu hoca, kitabım hakkında lütufkârane iltifatlarda bulunurken, özellikle iki
noktaya takılır:
1.
«Nasıl ki, bir biyograf, hayat hikayesini yazdığı
zatın doğumuyle başlayacak yerde, dedelerini de sayar dökerse, ilim tarihinde
de birdenbire belirli bir tarihten başlamak doğru değildir». Bu fikri, tarih
duygusu olan bir kimsenin reddedemeyeceği muhakkaktır. Ancak, kitabın baş
tarafında da söylediğim gibi, hiç işlenmemiş olan bu konuya girişirken, mümkün
olduğu kadar sınırlı bir saha içinde kalmak istedim. Osmanlılardan önceki
devirlerde, Anadolu Türk beylikleri ve devletleri içinde müspet ilimlerin
durumunu ve bu hususta yazılmış eserleri ve yazarları tespit etmek için,
yapılacak hazırlıklara, okunacak kitaplara ömrümün kâfi gelmeyeceğinden korktum.
Memleketime dönünce de gördüm ki, bu hususta büyük bir hazırlık yapılmış
değildir. Yalnız bu defa kitabı yeniden yazarken, Türk yazarlarının hangi
eserlerden faydalandıklarını ve bu suretle bir dereceye kadar, filiation’u
(soy zincirini) belirtmeye çalıştım. Fakat G. Sarton’un istediği gibi,
Arapçadaki ilmin Anadolu Türklerine intikalinin ilk safhalarını inceleyerek,
zinciri tamamlamak görevini yine gençlere bırakıyorum.
2.
G. Sarton, XIX. ve XX. yüzyıllarda Türkiye’de
ilmin hal ve vaziyetinden bahsetmemeyi de bir eksik sayıyor, belki haklıdır. Fakat
bunu Paris’te yapmak hayli müşküldü; İstanbul’a dönünce "Tanzimat”m
yüzüncü yılı (1939) dolayısıyle bu yüzyılların siyasi ve medeni tarihine dair
monografiler yayınlanacağını duydum. Gerçekten, bir yıl sonra ortaya şişkin
bir cilt çıktı; bunda, siyasi ve hukuki bahisler arasında, müspet ilimlere de
küçük bir yer ayrılmıştı. Bu eseri çıkaran İstanbul Üniversitesi profesörleri,
çeşitli ilimlerin Tanzimat'tan hemen önceki ve hemen sonraki durumunu, yazılan
eserleri ve yapılan tesisatı yazmayı ihmal etmemişlerdir. Bilginlerimizde
böyle tarihi duygunun uyanmış olduğunu görünce, pekala anladım ki, gerek XIX.
ve gerekse XX. yüzyıl Türkiye ilim tarihinde, bu makaleler, başlangıç
olabilecektir. Ancak şunu da söylemeliyim ki, pek azı müstesna olmak üzere
alelacele yazılmış olduğu anlaşılan bu yazılar, G. Sarton’un istediği gibi, bu
son iki yüzyılda Türkiye ilim hareketinin ne zaman hız aldığı ve ne zaman
ağırlaştığı, en önemli Batı etkisinin nereden geldiği, ne gibi Batı eserlerinin
çevrildiği, hangi büyük bilginlerin memlekete davet olunduğu ve bunların
memleketin ilmi görüşü üzerine ne etkileri olduğu noktalarına tam cevaplar
vermemektedir. Hiç şüphesiz bu son devir daha canlı olarak ve kolaylıkla
yazılabilir. Ümit ederim ki, bu noktaları açıklayacak araştırmalar
yapılacaktır.
Eserimin bu ikinci
baskısında da, XIX. yüzyılın başından daha ileri geçemeyecek muhterem
eleştiricimin arzusunu yerine getiremediğimden dolayı beni mazur görmelerini
dilerim; zaten mazur göreceklerini eleştirilerinin başında:
«Bu küçük kitap,
tevazuuna rağmen, yahut tevazuu sebebiyle bize derhal güven telkin etmiştir».
Ve sonunda:
«Dr. Adnan'ın bu
mütevazı, fakat iyi özlü kitabı, bundan sonra yapılacak araştırmalar için
sağlam bir esastır. Umuyorum ki, bu araştırmaların bir kısmı yine Dr. Adnan
tarafından bizzat yapılır».
Demiş olmalarından
anlıyorum. Muhterem bilginin gösterdiği arzuyu, bu ikinci baskı bir dereceye
kadar tatmin ederse, bu benim için büyük bir haz olacaktır.