Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

en-nezir el-uryan(Çıplak Uyarıcı) Mezhebi 1



Uryanilerin İtikatları ve Görüşleri

"Hak, Rabbinden gelir; sakın bunda kuşkuya düşenlerden olma!"
(Kur'an)

  Yaşar Nuri ÖZTÜRK


ÖNSÖZ

İnsanlık, çıplak uyarıcılara hasret... Biz de çıplak uyarıcı özlemi içindeyiz.

Kimdir çıplak uyarıcı?

Kozmik sorumluluğu tanıtan mesajın zamanüstü peygamberi Hz. Muhammed, ‘‘Ben, çıplak uyarıcıyım’’ diyor. O halde, ne demek çıplak uyarıcı?..

Çıplak uyarıcı (en-nezir el-uryán) deyimini Araplar, vereceği haberin çok önemli oluşu yüzünden elbisesini bile giymeye vakit bulamadan dışarı fırlayıp halkı uyaran kişi için kullanırlar. Bu deyim hem haberin önemine hem habercinin ciddiyet ve yüceliğine dikkat çeker. Çıplak uyarıcı, ölüm-kalım noktasında konuşan, uçuruma gidip gitmeme kararını etkilemek üzere konuşan habercedir. Dinleyeni aydınlığa, dinlemeyeni hüsrana götüren sözün sahibidir çıplak uyarıcı...

Kuran, kozmik sorumluluğun taşıyıcısı insana eskimez ve pörsümez mesajı ileten peygamberlerin iki niteliği üzerinde ısrarla durur: Beşir (müjdeleyici) ve nezir (uyarıcı). Her peygamber aynı anda hem beşirdir, hem nezir.

Büyük iman ve heyecanların habercileri hitap edecekleri insanı önce omuzundan tutup silkelerler. Ve bu silkeleme her peygamberde önce kendi aile bireylerinden başlar, yakın akrabayı ikinci sıraya alır ve devam eder. Gök mesajının son peygambere ilk aksiyon emri şu olmuştur: ‘‘Kalk ve uyar’’ (Müddessir, 2). Bu emir: ‘‘Yakın akrabanı uyar’’ (Şuara, 214) şeklinde detaylandırılmıştır.

Çıplak uyarıcı, Kuran'ın ifadesiyle mübin olmalıdır. Yani gerçeği yalın, apaçık, net, yansız-yönsüz, ıvazsız, eğmeden, bükmeden, geciktirmeden ortaya koymak onun varoluş hikmeti, işi-gücü, onurudur.

Kendisi için değil, eseri için yaşayan iman ve ışık devidir çıplak uyarıcı. İnsanlık ne bulmuşsa bu çıplak uyarıcıların sözünde bulmuş, neye ermişse yine onların izinde ermiştir.

İnsanlığın her devirde yıkım sebeplerinin başında çıplak uyarıcılardan yoksun kalmak vardır. Bu yoksunluk riyakárlığa, ikiyüzlülüğe, çıkarcılığa palazlanma imkánı hazırlar ve bu illetlerin egemenliği, iyi ve güzel adına ne varsa alıp götürür. En kötüsü lideri, aydını götürür, güveni götürür. Büyük oluşları mayalandıracak ruh böyle bir toplumda vücut bulamaz. En büyük başarı, en ileri derecede ikiyüzlü, en ileri derecede düzenbaz olmaya bağlanmıştır. Gafleti, aldanışı, aldatışı delen yoktur.

Genelde İslam dünyasının, özel olarak da bizim ülkemizin temel dertlerinden biri, çıplak uyarıcılardan yoksunluktur. Bu yoksunluk bizi, gelişme adına magazin taklitçiliğine, din adına yedek ilah sömürüsüne, demokrasi adına da hulûs çıkarmaya ve dalkavukluğa yenik düşürmüştür. Demokrasinin, bir çıplak uyarıcılar rejimi olması gerektiğini unutmuş durumdayız. Bunun içindir ki, ne sanatta, ne ekonomide, ne dinde, ne de politikada yaratıcı ruhun göğüslemek zorunda olduğu risklere girme noktasına gelemiyoruz. Çünkü insanımız, çıplak uyarıcılarla hizaya getirilmeyen bir riya saltanatının pençesinde kıvranmaktadır. Hep vaat dinleyen, fakat hep hayal kırıklığıyla karşılaşan aldatılmış, uyutulmuş kitlelerin yüzyıllık iniltileri duyulmaktadır her yanda...

İnsanımız ikiyüzlülüğe teslim edilmiştir. Takiyye düzenbazlığı ruh ve iman dünyamızı çürütüyor. Bundan daha zehirli bir kahır ise düzenbazlığın sürmesi için kitlenin, çıplak uyarıcılara düşman olma noktasına getirilmesidir.

Kısacası, insanımız ziraatten bilime, teknolojiden felsefeye, dinden sanata, ekonomiden politikaya kadar her alanda çıplak uyarıcılara muhtaçtır. Birkaç sandıktan daha çıkabilmek için ülkenin ve kitlenin yarınlarını karartan gaflet ve yalanın maskesini cilalamayı bilmişlik ve ermişlik sananların nasır tutmuş kabuklarını delecek keskin bakışlı, gür sesli çıplak uyarıcıların hasreti içindeyiz.

Çıplak uyarıcıya, havadan ve sudan daha çok muhtacız.

***********

Bu eser, Kur'an'ın verileriyle ve Kur'an de­netiminde, "İslam tarihi" olarak anılan süre­cin eleştirisini amaçlayan bir denemedir.

"Deneme" dememizin iki amacı var: Birincisi, bi­zim tespitlerimizin birer hüküm olmadığını, onların da eleştiriye açık olduğunu kabul ettiğimizi göstermektir. İkincisi, İslam tarihinin daha birçok konuda, daha bir­çok açıdan eleştirilebileceğine dikkat çekmektir.

Eser, bir Giriş ile iki ana bölümden oluşmaktadır. Giriş'te, bid'at ve hurafe konusunda gerekli titizliği gös­termemiş olmanın Müslümanlara hangi kayıplara mâl olduğunu gözler önüne koyan ve Türk dinsel düşünce ta­rihi kadar Türk hukuk ve siyaset tarihinde de devrim sayılan bir konuşmanın önemli bölümleriyle o konuş­manın sahibinin iki makalesinden seçilen bazı parçalar verilmiştir. Bid'atlarla hurafe ve saptırmaların Müslü­man dünyaya hangi zararları verdiği ve saptırmaların hangi maksatlarla hâlâ korunmaya çalışıldığı, bu ko­nuşmada büyük bir derinlik ve isabetle gözler önüne konmaktadır. Bu konuşma, Cumhuriyet Türkiyesinin ilk adalet bakanı ve İslam fıkhının müçtehit isimlerin­den biri olan Seyit Bey'in Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı tarihsel konuşmadır.

Birinci bölümde, dinde yozlaşmaya vücut veren bid'at, hurafe, siyaset, rableştirme gibi temel yoz­laşma sebepleri bağımsız başlıklar altında tanıtılmıştır.

İkinci bölümde, bid' at, hurafe ve saptırmaların özellikle kümelendiği 64 kavram, alfabetik sırayla ele alınmıştır. Birinci bölümdeki 4 kavramı da eklersek başlık atılarak incelenen kavram sayısı 68 ol­maktadır. Ancak bu kavramlar incelenirken dolaylı olarak daha birçok konunun bid'at ve hurafe yanına de­ğinilmiştir. Bu bakımdan, okuyucularımızdan şunu önemle rica ediyoruz: Konular listesinde bulamadığınız kavramların kitapta yer almadığına hükmetmeden önce, kitabın sonuna eklenmiş bulunan "Alfabetik İndeks'' kısmına lütfen bakınız. Konu başlıklarına göre düzen­lenen baş taraftaki "İçindekiler" kısmında adına rast­lamadığınız birçok konu ve kavramın anılan indekste yer aldığını göreceksiniz.

Ana başlıklar altına giren bid'at ve hurafelerin ilk bakışta rahatlıkla fark edilmesini sağlamak için bunlar siyah harfle yazılmış ve başlarına birer yıldız işareti (*) konmuştur. Bu işaretle başlayan her satır bir bid'at veya hurafeyi göstermektedir. Yıldız (*) işaretli satırla­rın toplamı, eserin küçük bir özeti olarak kabul edilebilir.

Sayfa sayısını sınırlı tutmak için, bahse konu edilen ayetlerin büyük bir kısmının sadece adresleri verilmiş­tir. Bunun içindir ki, bu eserden gereğince yararlanmak isteyen okuyucularımızın, yanlarında bir Kur'an Me­ali bulundurmaları önem taşıyacaktır.

Çalışmamızın insanlığa, İslam dünyasına ve mille­timize yararlı olmasını umuyor, dinimizin bid'at ve hu­rafelerden arınmasında niyet ve gayret sergileyenlerin ölenlerine Allah'tan rahmet, yaşayanlarına sağlık ve esenlik diliyorum.

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk GIRIŞ


BU SESİ DİNLESEYDİK!..

BU SESİ DİNLESEYDİK!..

(SEYÎT BEYÎN AZÎZ HATIRASINA)

76 yıl önce, yeni kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyetinin Büyük Millet Meclisinde yankılanan bu sesi dinleseydik bugün içinde kıvrandığımız bid'at, hurafe ve bilgisizlik kaynaklı sıkıntıların hiçbiriyle boğuşmak zo­runda kalmazdık. Dahası, bu sesi dinlemiş ol­saydık, bugün insanlık ve İslam dünyasına gerçek Kur'an dininin güzelliklerini göster­mek gibi büyük ve onurlu bir misyonun biricik temsilcisi konumunda olurduk...

Dinlemedik. Dinlememekle kalmadık, o sesi, dine tümden karşı olan inkâr yobazlarıyla dinin gerçeğine karşı olan dinci yobazların oluşturduğu ortak koroya boğdurduk.

Ve başımız dertten kurtulmadı. Şimdilerde, uygar dünya uzayda koloniler kurmanın hazırlıklarını yapar­ken biz, o sesin tüm çıplaklığıyla tanıttığı bid'at, hurafe, uydurma hadis ve bunlarla beslenen din sömürüsü ve sahte din tahribi belalarının çukurlarında debeleniyoruz.

Umarız, 76 yıllık gecikmenin faturasını ödemekle yetinir ve artık aklımızı başımıza alırız. Bu kitap, işte bu ümitle yazıldı. O ses, Anadolu topraklarının yetiştirdiği bir büyük bilim ve düşünce yüreğinin, Seyit Bey 'in sesidir.

Cumhuriyet devriminin önemli düşünce burçların­dan biri olan ve ilk Cumhuriyet hükümetlerinde adalet bakanı olarak da görev yapmış bulunan İslam hukuku profesörü ve İzmir Mebusu Mehmed Seyit Bey 'in, İslam düşünce tarihinin hurafeler ve akıldışılıklarla mücadele eden ekolleri açısından son derece önemli gör­düğümüz konuşmalarından bazı bölümleri buraya ak­tarmak istiyoruz.

Bunu yapmakla hem bir büyük Müslüman düşünürün bid'atlar, hurafeler konusundaki görüşlerinden yarar­lanmayı hem de İslam'ın yozlaştırılmasıyla mücâdelede en büyük ümit ve imkân olarak gördüğümüz modern Türkiye'nin konumuna ve taşıdığı potansiyele dikkat çekmeyi amaçlıyoruz.

Seyit Bey, kl asik medrese eğitimine ilaveten Da­rülfünun Hukuk Fakültesi'ni de bitirdi. Daha sonra bu fakültede müderris (profesör) olarak görev yaptı. İkinci Meşrutiyet 'ten sonra kurulan Meclis-i Mebusan'da İzmir mebusu olarak yer aldı. Cumhuriyet'in ilanından sonra da yeni meclise İzmir mebusu olarak katıldı. Fethi Okyar ve I. İsmet İn önü kabinelerinde adliye vekilliği (Adalet bakanlığı) yaptı. İlk Teşkilât­ı Esâsiye Kanunu (birinci anayasa)nun hazırlanma­sında da rol alan Seyit Bey, daha sonra, siyasal hayatı bırakıp eski mesleği olan öğretim üyeliğine, İstanbul'a döndü. Kısa bir süre sonra da (9 Mart 1925) hayata gözle­rini kapadı. Allah makamını cennet eylesin!

Seyit B ey, sadece bir devlet adamı, bir siyasetçi de­ğildir; o niteliklerine ek olarak, belki onlardan da önce bir bilim adamı, müçtehit bir din bilginidir. Cumhur iyet Türkiy esi'nin Kur'an'a bağlı bilim ve dü­şünce yolcuları ondan çok şey öğrenmişlerdir ve öğrenmeye devam edeceklerdir. O yolcular­dan biri olarak ben Seyit Bey'e minnet ve şük­ranlarımı arz etmekten onur duyuyorum.

Seyit Bey, Kur'an diyalektiğini çok iyi kav­ramış devrimci bir düşünürdür. Hilafetin kaldı­rılması tartışılırken yaptığı konuşma, kendisinin İslam din bilimlerine, kaynaklara ne kadar vakıf olduğunu, düşünsel sentezler yapmadaki gücünü ortaya koymakta­dır. 1924 yılında yapılan bu konuşma, daha sonra "Hilafetin Mahiyet-i Şer'iyesi" adıyla kitap halin­de yayınlandı. Hilafetin din meselesi değil siyaset mese­lesi olduğunu, esası bakımından, halkın kendisini yöne­tecek kişiyi veya kişileri seçmekten ibaret bulunduğunu, ama hurafeci çevrelerin halkı kandırmak için hilafeti bir vahyî-uhrevî-dinî mesele haline getirdiklerini, bu an­layışı ayakta tutmak için sayısız saptırmaya gittiklerini kanıtlarıyla anlattığı bu tarihsel konuşmada, dolaylı olarak bid'at ve hurafelerin İslam'a verdiği zararları da göstermiştir. Konuşmanın tarihselliği de buradan gel­mektedir.

Giriş bölümümüzde, İslam'ı kuşatma altına almış bulunan bid'at, hurafe, siyasal sömürü, hadis uydurmacı­lığı gibi yıkıcı belaların insanlığın yakasından atılma­sında en büyük imkân ve potansiyele sahip ülke olarak gördüğümüz Cumhuriyet Türkiyesi'nin fikir mimarla­rından biri olan Seyit Bey'in sadece üç eserinden seç­meler yapacağız: Hilafetin Şer'î Mah iyeti, İçtihat ve Taklit, Mezhepler Üzerine Düşünceler. Bunla­rın ilki, daha sonra kitaplaşmış olan uzun Meclis ko­nuşmasıdır. İkincisi, "İslam Mecmuası "nda çıkan bir makalesi, üçüncüsü de ünlü eseri "Usûl-i FıkhMedhal"ın bir bölümüdür. (Kısmen sadeleştirerek ve parantez içi açıklamalarla ara başlıklar ekleyerek alacağımız parçalara esas olan metin için bk. İ. Kara; Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi, İst. 1997, s. 259-319)

Hilafet Meselesi:

"Hilafet meselesi dinî olmaktan çok dünyevî bir me­seledir. İtikadî (inançla ilgili) meselelerden değil, mil­lete ait haklar ve kamu menfaatlarındandır; itikadla il­gisi yoktur. Gerçi akaidle (inançla) ilgili telif edilen İslamî eserlerde de bu meseleden uzun uzadıya bahsedil­mektedir. Fakat bu, hilafet meselesinin İslamî akideler­den sayıldığı için değildir. Belki bu mesele etrafında sonradan oluşan birtakım hurafe ve bâtıl fikirleri iptal etmek ve reddetmek içindir. Bu noktayı İslam âlimleri kitaplarında beyan ederler."

Fırkalar Meselesi:

"Bilirsiniz ki İslam âleminde Asr-ı saadetten sonra muhtelif fırkalar ve itikadî mezhepler çıkmıştır. Onlar­dan biri de Şia fırkasıdır. Bu Şia fırkası sonradan çeşit­li kollara ve fırkalara ayrılmıştır. Bunların bir kısmı­na îsmailiye denir. Bu fırkaya Bâtıniye, Ta'limiye, Seb'iye adları da verilir. Bunlar imam adını ver­dikleri halifelerinin ulûhiyet (ilahlık)ine inanırlar. İmam, ilimleri ve bilgileri doğrudan doğruya Allah'tan alır, derler. İmamdan sonra hüccet (kanıt) denilen zat gelir, ondan sonra bab (kapı), ondan sonra da mümin (iman eden) gelir. Allah imama, imam hüccete, hüccet baba, bab da mümine öğretir derler. Onun için bunlara Ta'limiye (hiyerarşik öğretimi esas alan­lar) fırkası adı da verilir. "

"Bunlarca Kur'an-ı Kerim'in hem zahir (dış), hem de bâtın (iç) mânası vardır. 'Kastedilen, Kur'an-ı Ke­rim'in bâtını mânâsıdır', dedikleri için bunlara Bâtı­niye de denir."

"Bunların itikatları baştan başa hurafelerden ibaret­tir."

"İran'da bugün yürürlükte olan İmamiye fırkası da Mehdî'nin varlığına inanır. Bunlara göre mehdi hayattadır ve yaşamaktadır. Münasip bir zamanda ortaya çıkacak (zuhur), bütün dünyayı hak ve adaletle dolduracaktır."

"Îşte bunlar ve bu gibi fırkalar hilafet meselesi hak­kında türlü türlü hurafelere inanmışlardır. Onun için Ehl-i sünnet âlimleri kendi akait kitaplarında "İmamet" başlığı altında hilafet meselesini söz konusu etmişlerdir. Maksatları bu mesele etrafında dönen hu­rafeleri ret ve iptal etmektir. Yoksa hilafet meselesi­ni bir itikat meselesi olarak açıklamak değildir. "

Kur'an'a Göre Yönetim:

"Kur'an-ı Kerim hükümet ve memleketin idaresi ko­nusunda bize iki düstur gösteriyor: Biri bugün medeniyet âleminde yürürlükte olan meşveret (şûra) kaidesidir ki, bunu Kur'an bin üç yüz sene evvel ortaya koymuştur. O da: 'Onların işleri kendi aralarında şûra ile­dir' (Şûra, 38), düsturudur. Demek ki memleket idaresi hususunda şûra yöntemi, Allah'ın takdirine mazhar olan güzel bir usuldür."

"Zikredilen ayet, doğrudan doğruya Müslümanların memleket idaresinde almaları lâzım gelen tavır ve ha­reketlerini gösteriyor. Şüphe yoktur ki ilahî övgüye layık olan olan bir tavır ve hareket Müslümanlar için uyul­ması gereken bir harekettir."

"Bugün medeniyet âleminin şûra yöntemini kabul et­tiği gibi biz de -ona uyarakkarar alıyoruz: Fertlerin haklarını, memleketin selâmetini en çok üstlenen idare şekli de budur. "

"Kur'an'da zikredilen ikinci ilke de ulu'l-emre (devleti yönetenlere) itaattir. Kur'an-ı Kerim'de, 'Allah'a, Peygamber'e ve içinizden (sizin seçi­minizle başa gelen) yöneticilere itaat ediniz.' (Nisa, 59) buyrulmaktadır. işte bu, ikinci ilkedir. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ortadan kaldırmak ve uzaklaş­tırmak içindir. Asayiş, emniyet ve düzen memleketin güvenliği içindir, dolayısıyla hükümetin emirlerine itaat etmenin dinen kaçınılmaz olduğunu beyan etmek­tedir. Bu ayet, fertlere, yetkili olan devlet adamlarının emirlerine itaat hususunda bir dinî vazife yüklemekte­dir."

"Her ne kadar emanetleri yani memuriyetleri, hü­kümetle ilgili vazifeleri ehline vermek, hak ve adalete riayet etmek gibi hususlarda ayetler varsa da bunlar doğrudan doğruya idare tarzı ile ilgili değildir, bu konu ile ikinci dereceden ilgilidir. "

Devlet Başkanlığının Şartları:

"Halife nasıl tayin edilir, hilafetin şartları nelerdir, her hal ve şartta ve her zamanda halife tayin etmek mil­let üzerine farz mıdır... gibi meseleler hakkında ne Kur'an-ı Kerim'de, ne de hadislerde bir açıklık vardır. "

"Dikkatinizi çekerim: Tırnak kesmek, sakal bı­rakmak gibi en ayrıntı konularda, edep, âdet ve sıhhî konularla ilgili birçok hadis mevcut ol­duğu halde; halifenin nasıl tayin edileceği, hi­lafetin şartlarının neden ibaret olduğu, her zamanda halife tayin etmenin dinen gerekli olup olmadığı konusunda açık ve kesin hiçbir hadis yoktur. Bunun hikmeti nedir? Ahlaksal davra­nış kuralları ve geleneklerle ilgili birçok hadis mevcut olsun da niçin hilafet meseleleri hakkında açık bir ha­dis mevcut olmasın. Bu dikkat çeken bir durum değil midir?"

Hilafetin Esası:

"Bunun sebebi şudur: Hilafet (devlet başkanlığı, devlet yönetimi) meselesi öyle zannedildiği gibi esas dinî meselelerden değildir, siyasî bir meseledir; zaman, örf ve âdete göre değişir, zamanın gerektirdiği şeylere tâbidir. Onun için Hz. Peygamber -demin söylediğim gibihi­lafet meseleleri hakkında susmayı tercih bu­yurmuşlardır."

"Hz. Peygamber, hilafet işini tamamen üm­mete bırakmıştır. Vefatları sırasında bir halife tayin etmedikleri gibi, bu hususta hiçbir tavsi­yede de bulunmamışlardır. Her ne kadar Şiîler Hz. İmam Ali hakkında, bazı Ehl-i sünnet de Hz. Ebu Bekir hakkında şer'i nasların olduğu­nu iddia ediyorlarsa da Ehl-i sünnetin büyük çoğunluğuna göre bu iddialar doğru değildir. Ashaptan hiçbiri hakkında yeterli derecede ne açıktan ne de gizlice bir nas mevcut değildir. Eğer mevcut olsaydı sahabîler kimin halife olacağı konusunda kendi aralarında ihtilafa düşmezlerdi. Halbuki Hz. Peygamber'in vefa­tından sonra, içlerinden birini halife seçme konusunda ihtilaf ettiler."

Sahabîler ve Hilafet:

"Görülüyor ki sahabîler de hilafet meselesini açık bir şekilde izah etmemişlerdir. Demek oluyor ki Kur'an-ı Kerim'de, hadislerde, sahabîlerin sözlerinde hilafet me­selesi hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri bize anlatacak açık ve kesin şekilde izah ede­cek bir şey yoktur. "

"Bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin ittifak halinde açık­ladıkları bir hakikattir ki, Emevî ve Abbasî halife­lerinin halifelikleri halkın arzu ve seçimiyle meydana gelmemiş, kahr (öldürme ve sindir­me), istila, zorlama ve despotluk yoluyla elde edilmiştir."

"İslam tarihine âşinâ olanlar bilirler ki, Emevî hali­felerinin yapmadıkları zulüm ve sefihlik, peygamber ev­latlarına (Ehl-i beyt) reva görmedikleri zulüm ve alçak­lık kalmamıştır. Abbasî Devleti ise tamamen zulüm, yolsuzluk, kahır ve galebe üzerine kurulmuştur. Yalnız meşhur Ebu Müslim Horasanı (ölm. 138/755)nin,

Emevî hükümeti taraftarlarından öldürdüğü ve telef etti­ği insanların sayısı altı yüzbine ulaşmaktadır. Abbasi halifelerinin ilki olan Ebul-Abbas Seffâh (ölm. 136/754)ın amcası Abdullah b. Ali, Şam'ı istila et­tiği zaman ahaliyi öldürmüştü. Birlikte yemek yemeye davet ettiği şehrin ileri gelenlerinden doksan kişiyi sopalarla öldürttü. Bazıları he­nüz can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekte iken üzerlerine sofra kurdurarak üzülmeden ve sıkılmadan yemek yedi. Şam'da Emevî halife­lerinin kabirlerini açtırarak, bulduğu naaşları ve kemikleri yaktırdı."

"Bu Abdullah b. Ali'nin kardeşi Süleyman b. Ali de Basra'da Emevîlerden eline geçenleri öl­dürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttürdü. Sonra da meydanda bırakarak köpeklere yedir­di. En muteber İslam tarihlerinde bu olaylar bu şekilde kayıtlıdır."

Osmanlılar ve Hilafet:

"Osmanlı halifelerinin ise, saltanata olan hırs ve tamahlarından dolayı nice masum ve günahsız şehzade kanı döktükleri bilinmekte­dir. İlk halifeler beytülmale (hazineye) ait olan devlet ve milletin malına 'ınalullah' (Allah'ın malı), halkın haklarına da 'hakkullah' (Al­lah'ın hakkı) derlerdi. Dolayısıyla bütün hak­ların güzel ve uygun bir şekilde muhafazası ko­nusunda son derece titizlik ve gayret gösterir­lerdi. Bunlar ise (Osmanlı padişahları) Müs­lümanların haklarına (ve mallarına) el koyar­lar ve devletin sahip olduğu mal ve mülkleri şuna buna peşkeş çekerlerdi."

"Şimdi insaf edelim, böyle bir zulüm ve halka galebe çalmaya hilafet denilebilir mi? İslamiyet gibi yüce bir din, böyle ezici ve kahredici bir saltanatı kabul eder mi? Mutlak adalet sahibi olan Cenab-ı Hak, 'Benim ahdim zalimlere ulaşmaz.' (Bakara, 124) buyuruyor. Böyle ezici ve istibdat sahibi bir hükümeti İslam dinine nispet ederek adına İslam hilafeti' demek, dost ve düşmana karşı İslamiyet'i aşağılamak olur.

"Özetleyecek olursak, gerek Emevî halifeleri ve gerekse Abbasi halifeleri hakikatte Halife de­ğildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife denmesi insanlar arasında böyle bir örfün olmasından­dır. Zemahşerî (ölm. 538/1143)nin tefsiri el~Keşşafta az önce zikredilen ayetin tefsirinde Abbasi ve Emevî ha­lifeleri hakkında, 'Gâsıp ve mütegallibedirler, kendi kendilerine halife ismini takmışlardır.' şeklinde bir açıklama yer almaktadır. Hanefî mezhebi­nin ileri gelenlerinden bir kısmı Muaviye'ye bile hali­fe demiyorlar, kral ve sultan diyorlar."

"Hilafet meselesinin siyasi yönünü ben de çok dü­şündüm. Geçen seneden beri bazı yayın organları da bundan bahsetti. Zannediliyor ki biz hilafeti lağvedersek Mısır'da, Hindistan'da ve diğer İslam memleketlerinde kötü tesir yapacak. Bu bence çok boş bir fikirdir. Emin olun, bunun İslam dünyasında hiçbir tesiri olmaz. Önce de söylediğim gibi İslam dünyasının âlimleri kimin ha­life olacağını ve nasıl halife olmak lazım geleceğini bizden iyi bilirler. İslam dünyasının bize olan yardımı bilmiyorum, gerçekten var mıdır? Beş on lira vermekle ona yardım denmez."

Vaktiyle İstanbul'da 'Cihad fetvası' yayımlandı­ğı zaman islam dünyasından hiçbir kabul ve katılma sesi çıkmadı. Irak'ı, Suriye'yi ve hatta hilafet merkezi sayılan İstanbul'u işgal eden ordular Hindistan'ın Müslüman askerlerinden meydana gelmekte idi. Beni Arabyan Hanı'nda bir odaya kapayarak başımda nöbet bekleyen, Müslüman bir Hint askeri idi. Hanımım ve ço­cuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla be­nim arama girerek elinde hançerle nöbet bek­leyen Müslüman Hint askeri idi. İçimizde şeyhulislamlık yapmış olan kişiyle beraber Malta'da esir yaşadığımız zaman İslam dünyası­nın hiçbir tarafından bize yardım eli uzatıl­mamıştı.1'

"Kendimizi aldatmayalım, gerçeği olduğu gibi göre­lim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet islam dünya­sının bize ve bizim onlara yardım etmemiz lâ­zımdır. Fakat bu hilafet meselesi değil, hilafet­ten dolayı değil, din kardeşliği meselesidir. Müslümanlar birbirlerinin kardeşi olduğun­dandır. Kur'an-ı Kerim 'ınüminler ancak kar­deştirler.' (Hucurât, 10) buyuruyor. İşte İslam

dünyasının üzerine bize yardım etmek bu din kardeşliğinden dolayı gereklidir. Yoksa bir ki­şinin halife adıyla heyula gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. İslam'da insan­lar hakkında kutsallık sözkonusu değildir. İs­lam'da öyle Hristiyanlık'ta olduğu gibi ruhbaniyet yani ruhanî hükümet yoktur. Aynı şekilde İslam'da ne dinî teşkilât, ne de idarî teşkilât vardır."

İslamiyet mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki o da "hak"tır. Mukaddes olan yalnız haklardır. Cenab-ı Hakk'ın ismi de Hakk'tır. Kutsallık da O'ndadır. Bazı dinlerin bazı şey­lere verdiği kutsallığı İslamiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsallık vermemiştir, zer­re kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kut­sallık vermemiştir. Hz. Peygamber'in en büyük duası 'Ey Rabbim! Eşya (varlıklar)yı bana ol­duğu gibi göster.' idi. Diğer bir duası da, 'Alla­hım! Kabrimi, tapılan bir puta dönüştürme!' idi."

"Şimdi size sorarım, böyle yüce bir din, birta­kım şahısları halifedir diye başınıza oturtmayı ve ona taparcasına birtakım kutsallıklar ver­meyi kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İsla­miyet bundan münezzehtir, yücedir. Bu, birta­kım iğfallerden, istibdat devrinde saltanatla­rın yapmış oldukları zulümleri örtmek için, despot hükümdarların etrafında bulunan ikiy üzlü-dalkavuk şahısların bilerek yaptıkları telkinlerden doğmuş ve giderek genel bir fikir haline gelmiş bir hurafedir."

İbnü'l-Hümâm Ne Diyor:

"Kemal İbnül-Hümâm (861/1457) adında bir kişi vardır ki, müçtehit derecesinde büyük bir fıkıhçıdır. Si­vas 'ta doğup İskenderiye'de yetişmiştir ve orada talebe okutarak gayet bereketli ve feyizli eserler meydana ge­tirmiştir. Hicri dokuzuncu asrın ileri gelenlerindendir. Bunun kelam ilmine, yani itikada ait el-Müsâyere adında bir kitabı vardır ki basılmıştır. İşte o kitapta, imameti, yani hilafeti, 'ınüslümanlar üzerinde kamu tasarrufuna hak kazanmaktır' diye tarif etmiştir. İşte hilafetin fıkıh yani, hukuk ilmi açısından tarifi budur. "

"Akaid ilmi kitaplarında hilafet, daha doğrusu imamet başka şekilde tarif edilir: 'Din ve dünya işlerin­de Hz. Peygamber'den halef olarak Müslümanlar üze­rinde rei sliktir.' diye tarif edilir. İbn Hümâm büyük fakıh olduğundan imameti fıkıh ve hukuk açısından ta­rif etmek istemiş, onun için, İmamet, müslümanlar üze­rine kamu tasarrufuna hak kazanmaktır' demiştir. İmametin, diğer tâbirle hilafetin en güzel ve en doğru ta­rifi budur. 'Kamu tasarrufuna hak kazanmaktır' diyor. Kamu tasarrufu demek, bütün Müslümanlara şa­mil olmak üzere onların umumî ve ortak işlerinde ta­sarrufta bulunmak demektir. Buna fıkıh dilinde kamu velayeti (velâyet-i amme) denir."

"İslam hukukçuları, 'halife milletin vekilidir' derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu velayetine sahip olamazdı. Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir ve aslıdır. Kamu işlerinde tasarruf kendisine aittir. Fakat millet kendi işlerini biz­zat kendisi icra etmeyip o icrayı seçim ve bîat yoluyla halifeye devretmiş. İşte bu şekilde halife kamu velayeti­ne İbn Hümâm 'ın dediği gibi kamu tasarrufuna hak kazanmıştır. Ondan dolayıdır ki ümmetin fertleri üze­rinde tasarruf hakkına sahip olmuştur ve yine ondan do­layıdır ki, halife milletin vekili olmuştur. "

Cumhuriyet ve Seçim:

"Şu halde bu kural hilafette de geçerlidir. Millet di­lerse halifeyi mutlak bir şekilde seçer, onun hiçbir tasarrufunu kayıt altına almaz. Bu, mut­lak anlamda hükmetmek demektir. Dilerse millet halifenin tasarruflarını bazı kayıt ve şartlara tâbi tutar. Bu da şartlı biçimde hük­metmek olur. İşte meşruti hükümet denilen hükâmet bu tür bir hükümettir. Millet hiçbir ki­şiye vekâlet vermez, yani bir halife, bir imam seçmezse hilâfet yok demektir. O vakit de cum­huriyet olur. Buna ne mâni vardır? Millet kendi işimi ben yapacağım, neden bana başkası zorla yaptırsın derse niçin caiz olmasın? Millet diyor ki kendi işimi ben göreceğim, ne zaman aciz olursam o vakit halife veya imam adıyla başkasını vekil tayin ederim. Fakat şimdi ben elhamdülillah âciz değilim, rüştümü elime ge­çirdim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için e n faydal ı hüküme t şekli olan cumhuriye t v e şûra yöntemiyle kendi işimi kendim görece­ğim. O halde buna kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Çünkü hak milletindir."

"Bakınız mesele ne kadar basitleşti. Döndü dolaştı basit bir hukukî mesele oldu. Çocukların bile anlayacağı bir mesele oldu. Bunu büyütmek ve buna başka türlü mâ­nalar vermek, hurafe ve masallara kadar gitmek ve korkunç bir hale koymakta ne mâna vardır? Evet, bunun bir mânası vardır, o da görenektir. Kafalar alışmış, göz­ler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil. "

"Maalesef her türlü zulümlerine katlanarak alışmışız. Memleketi malikânelerine çevirmiş­ler. Milleti uşak gibi kullanmışlarr, bir şey de­memişiz. Bilirsiniz vaktiyle herhangi bir kişi­nin mallarını müsadere ederlerdi. Şuna -buna istedikleri malları, araziyi peşkeş çekerlerdi. Avrupa'dan utandıkları için meşhur Gülhane Hatt-ı Hümayunu yayımlandığı zaman müsade­re kaldırılmıştır."

Hutbeler Nasıl Okunmalı?

"Hutbelerde halifelerin, padişahların isimlerinin anılması büsbütün sonradan ortaya atılmış bir durum­dur. Katiyen hutbenin şartlarından değildir ve hutbe ile dini bakımdan hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen idarî ve siyasî bir durumdur. Raşit halifeler devrinde hut­belerde hiçbir kimsenin ismi anılmazdı. Hutbe nutuk demektir. Onda anılması gereken şeyler siyasî, içtimaî, iktisadî, ahlakî nasihatlar, me­selelerdir. Hutbe, halkı ikaz ve irşat için oku­nur. Bir kişinin ismini anmak için okunmaz. Emevî Devleti zamanında hatipler hutbelerde Hz. imam Ali'ye lanet ediyorlardı. Bunu sırf bir propaganda olmak, halkı Hz. Ali'den so­ğutmak için Muaviye çıkarmıştı. Hz. Ali'nin kabul gördüğü yerlerde de hatipler, Emevî ha­tiplerine karşılık olarak Hz. Ali'ye dua ediyor­lardı. Daha sonraları her yerde hatip o yere ha­kim olan sultanın ismini anar oldu."

Taklitçilik:

"Hadis ve ayet, taklitçiliği, ötekinin berikinin mu­kallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne her­kesin -ulemadan olsa bila-mücerret sözlerine uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin akıl ve mantık ile, delillere dayanan aklî muhakemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir ayette de: 'Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getiriniz.' (Bakara, 111) buyuruluyor. Diğer bir ayette de: 'timinin ulaşmadığı şey üze­rinde durma.' (İsra, 36) buyuruluyor."

"Hilafet, hilafet diye diye çökmüş gitmişiz, harap ve türap (toprak) olmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış, bütün mem­leket yoksulluk içinde kalmış. Bu mu hilafetin iyilik ve faydaları!.."

Kur'an'ın Örfe Bakışı:

"Kur'an 'Örf ile emret.' (Araf, 199) diyor."

"Fakat acaba bu ayetteki örf kelimesi bugün dilimiz­de kullanılan örf ve âdet mânasına mıdır? Bu ayet, hakkıyle tetkik edilmemiş, mânası işlenememiştir. Tefsir­lere bakarsanız birbirine zıt başka başka mânalar veril­diğini görürsünüz. 'Bu ayetteki örf, mâruf (iyi) manası­nadır, münkerin (kötü) zıddıdır. Halkın dilinde kulla­nılan örf ve âdet mânasına değildir' derler. Halbuki, bu yanlıştır. Ben bu meseleyi senelerce tetkik ettim. Mesele­de Eş'arilerle, yani Şafiî ulemasıyla Maturîdîlerin, yani Hanefî ulemasının fikirleri birbirine karşıdır. Bunu ayırt etmek lazımdır. Şafiî uleması tarafından yazılan tefsirlere, mesela Kadı Beydâvî (ölm. 791/1388) tefsi­rine bakarsanız, örfün, 'şeriat tarafından güzel ve iyi olduğu bildirilen şeydir' diye tefsir edildiğini görürsünüz. Halbuki Hanefîler tarafından yazılan tef­sirlere, mesela Hanefîlerin en büyük âlimlerinden ve fıkıh usulü imamlarından olan Ebu Bekir el-Cassâs (ölm. 370/980)m Ahkâmu'l-Kur'an adındaki tefsirine bakarsanız, örfü, 'aklın güzel ve iyi olarak belir­lediği şeydir' diye tefsir ettiğini görürsünüz. "

Örf ve Adet:

"Örf, irfandan türemedir. Maturidîlere göre, yani Hanefî fakıhlarma göre akıl ve irfanın caiz gördüğü şey demektir. Adetle arasında şu kadar bir fark var­dır ki, âdet bâtıl üzerine de kurulabilir, bâtıl ve kötü­lenmiş şeyler de âdet olabilir. Nitekim bir çok kötü şe­yin, insanlar arasında âdet olduğu gibi. Fakat örf, irfan üzerine kuruludur, bâtıl üzerine kurulmaz, reddedilmiş ve kötülenmiş şeylere örf denmez. Örf daha özel, âdet daha geneldir. Yani her örf âdettir ama her âdet örf değildir. Bazı âdetler akıl tarafından kabul edildiği için örftür, fakat bazı âdetler de akıl tarafından reddedildiği için örf değildir. İşte örf ile âdet arasında bu fark vardır, başka bir fark yoktur. Evet mâruf da örf demektir, fakat o da bu mânadadır."

Bid'atlar, Uydurmalar ve Fırkalar Nasıl ve Niçin Doğdu?

"Vaktiyle hilafet ve imamet kavgalarının neticesi olarak türlü türlü mezhepler, fırkalar ortaya çıkmış, bunların bağlıları siyasi maksatlarını revaçta tutmak, yardakçılarını ve izleyicilerini artırmak gayesiyle İs­lamiyet'te olmayan bid'atlar, bir takım bâtıl fikirler icat etmişler, hatta Hz. Peygamber adına binlerce yalan hadis uydurmak cüretinde bile bulunmuşlardır ki, bu ya­lan hadisler için hadis âlimleri ciltlerle kitaplar neşretmişlerdir. Giderek bâtıl dinlerden de bir kısım hura­feler bunlara eklenmiş, cehalet ve taklit kötülüğüyle bunların hepsi İslamî hakikatlara karışarak inançla il­gili öyle karmaşalar vücut bulmuştur ki, asıl dinsel ger­çekler âdeta örtülü ve gizli bir halde kalmıştır."

Türbeperestlik ve Ötesi:

"İslam dini bu bâtıl fikirleri, bu hurafeleri pek şiddet­li ve kesin bir şekilde reddettiği halde bunlar sırf cehalet ve taklit, alışkanlık ve görenek sebebiyle ümmetin kal­binde derin kökler salmıştır. Bunları onların kalplerin­den bütünüyle çıkarıp atmak çok müşküldür. Mesela kabirlere, türbelere mumlar, kurbanlar ada­mak, onların başında huşu ile dualar etmek, onlardan hacet dilemek, hastaları şifa için tür­belerde yatırmak, oralarda bulunan sulardan içirmek gibi benzer davranış ve fikirler bu cümledendir. Bunlar hep sonradan özel bir maksada dayalı olarak ortaya çıkan bâtıl mez­heplerin taraftarları tarafından bir gaye için ihdas edilmiş, bir kısmı da diğer dinlerden alınmıştır ve islamiyet'in esasına, gerçeğine bütünüyle aykırıdır. Kim ne derse desin Kur'an-ı Kerim meydandadır. Bunlar islamiyet'te şirkten sayılır, dinsel gerçeklere uygun düş­mesi asla mümkün değildir. İslam 'ın ilk dö­nemlerinde böyle şeyler ne görülmüş ne de işitilmiştir. İslam dini bu gibi bâtıl fikirlerden insanlığı kurtarmak için gelmiştir."

"İslam dininde Cenab-ı Hak'tan başka hiçbir kimseden, hatta Hz. Peygamber'den bile hiçbir hacet istenemez. Onun içindir ki Hz. Peygamber'in kabrinde ziyaret esnasında dua edilir­ken kıbleye dönmek, Peygamberdin kabrini ar­kaya almak lâzımdır. Din imamları bu hususta ittifak halindedir. Zira İslamiyet'te şirke ben­zer her tür davranış ve fikir kesin olarak ya­saklanmıştır. Bu hakikat dolayısıyladır ki Hz. Peygamber'in en meşhur dualarından biri de 'Ya Rab! Benim kabrimi ibadet edilir put haline koyma' mealindeki duasıdır."

Hurafe Hastalığı:

"Bu bâtıl inançlar İslam âleminin hemen her tarafını istila etmiştir. Bu hurafelerin her tarafta başka başka şekillerine tesadüf edilir. Uzaklara gitmeye gerek yok; hilafet merkezi­miz ve şeyhülislamlık makamının oturduğu yer olan İstanbul'da bu hurafelerin pek yaygın ve çeşitli örnekleri ve şekilleri vardır. Bu genel bir hastalıktır ve bence en tehlikeli ve öldürücü hastalığımız da budur. Aklımızı, ruhumuzu, temiz inançlarımızı öldüren, milleti uyuşuklu­ğa, tembelliğe iten tek hastalık budur. Bu hasta­lık yalnız halka mahsus değil, seçkinlerimiz de bu hastalığın pençesindedir. Bu uydurma şeylerin nereden çıktığını, ne maksatlarla icat edildiğini, hangi yollarla hangi bâtıl dinlerden intikal ettiğini bilmeyen zavallılar bunlara büyük bir saflıkla gönül bağlamışlardır."

"Bugün bu gibi şeyler engellenecek, bunların İslamiyet'in ruhuna bütünüyle ters inanç sapık­lıkları olduğu söylenecek olsa Allah korusun bir itiraz tufanı kopar, insanı dinsizlik ve Vahhabîlikle itham ederler. Vahhabîlik nedir denilse onu da asla bilmezler. Halk bu konuda mazurdur. Onlar böyle bulmuşlar, böyle gör­müşler, böyle işitmişlerdir. Onları ciddi şekil­de aydınlatan, dinsel gerçekleri hakkıyla bil­diren olmamıştır. Despotluğun, geçmiş dönemin bu konuda tartışılmaz bir rolü vardır."

Bu Yol Nereye Gider?

"Şimdi insaf edelim, bu ruh hali ile bizim için ilerleme imkânı var mıdır? Biz bu cehalet ve taklit kötülüğüyle şimdiki medeniyetin güçlü akımlarına karşı dinimizi, milletimizi nasıl koruruz? Millet bu saçma geleneklerden kurtarılıp İslam'ın esas gerçekleri bütün temiz­lik ve berraklığıyla meydana çıkarılmadıkça ben bunun imkânını göremiyorum, ilerleme ve yükselmenin esası cehaletten ilme, taklitten tahkike (işin gerçeğini araştırmaya) geçmedir. Cehaletle, taklitle, hiçbir zaman yükselemeyiz, dinimizi de milletimizi de koruyanlayız."

Günah Gençlerin mi?

"Gençlerimiz dinsiz oluyor diye her gün şi­kâyet ediyoruz. Elbette olurlar. Bizim şikâyete hakkımız yoktur. Bugünkü medeniyetin ilim ve fenlerinden az çok nasibini almış beyinler, ar­tık hurafe dinleyemez. Onları İslam'ın gerçek­leriyle aydınlatmak gerekir. Onların karşı­sında İslam'ın gerçekleri ve erdemleri yerine saçma fikirler ileri sürülecek olursa şüphesiz İslamiy et'ten uzaklaşırlar."

"Dinsel gerçekleri içeren eserler Arapça ya­zılmış olduğundan gençlerimiz o gerçeklerden habersiz bulunuyorlar. Bu sebeple bugün bizde görülen halleri İslamiyet gereği zannediyorlar. Tabii olarak bunun neticesi olmak üzere de İs­lamiyet'ten uzaklaşıyorlar. Onların gerçeği bilmemeleri cehaletlerinden ileri geliyorsa, İs­lamiyet'ten uzaklaşmaları da bizdeki ruh ha­linden ileri geliyor."

"Bizde bu hal, bu zihniyet devam ettikçe dinsizliğe doğru meydana gelen bu akışın genişlik ve yaygınlık kazanacağından şüphe edilmemelidir. Onlar İslam'ın güzelliklerini bilmedikleri için nasıl her erdemi Avrupa medeniyetinde arıyorlarsa, biz de dinsel gerçekleri esa­sıyla bilmediğimizden şimdiki medeniyetin her iyisine kötü diyoruz, her türlü yükseliş sebebine hemen bir ka­lemde 'şer'an caiz değildir' hükmünü veriyoruz. On­lar takdirsizlik sebebiyle büsbütün dini terk etmek veya mutlak müctehit kesilerek keyfe göre ahkâm çıkarmak arzusuna kapılıyorlarsa, biz de taklit kötülüğü yüzünden medeniyetin bu asrında insanların ihtiyaçlarıyla asla uyuşmayan ve uygun düşmeyen ve hakkında değil vahiysel kanıt, tek kişinin rivayeti bile olmayan içtihat­lara Kur'an hükmü imiş gibi bağlanarak ondan ayrıl­mamakta aşırılık gösteriyoruz."

Mezhep Saplantısı Mahvediyor:

"Fıkıh mezheplerini küçümsemeksizin sırf kolaylık maksadıyla her mezhebin hafif ve ko­lay hükümlerini almak, tercih etmek kötü bir şey değildir. Zira Buharî'nin Kitabu'l-edeb'inde yazılı olduğu üzere Peygamberimiz Hazretleri her ne vakit iki şey arasında serbest bırakıl­mış olsa onların kolayını seçer ve ümmeti hak­kında kolaylığı ve hafifletmeyi severdi. Asha­bından, etrafa gönderdiği vali ve kadılara da kolaylık göstermelerini, nefrete yol açacak zor­luklardan kaçınmalarını tavsiye buyururdu. 'Allah sizin için kolaylık ister, güçlük iste­mez.' (Bakara, 185) ve 'Allah sizden hafifletmek ister.' (Nisa, 28) ayetleriyle, 'Dininizin en hayır­lısı en kolay olanıdır.' ve 'Hoşgörü ve dürüst­lük üzere gönderildim.' hadisi şerifleri gibi birçok kanıttan anlaşılır ki, dinsel hükümleri küçük görme maksadıyla olmayıp sırf kolaylık maksadıyla her mezhebin hafif ve kolay hü­kümlerini almak ve tercih etmek caizdir, kötü­lenmiş ve yasaklanmış değildir."

"Mademki fakıhların ihtilafları meşrudur, onun neticesi olan değişik görüşlerle amel et­mek de meşrudur. Meşru olmasaydı din koyucu onu bize bildirirdi. Halbuki bildirmemiştir."

"Bir mezhepten diğer bir mezhebe geçen kişi günahkârdır, cezalandırılması gerekir gibi sözler sırf mezheplerin hafif ve kolay yönlerini araştırmaktan halkı menetmek için ortaya atılmış, fakıhların dayatmacı sözlerinden iba­rettir. Halbuki ben her meselede hangi müçtehidin görüşü daha hafif ve kolay ise sıradan vatandaşın onu almasını, tercih etmesini ya­saklayacak nakli veya aklî bir delil bilmiyo­rum. Bunu bilmediğim gibi bir insanın, içtiha­dı dince caiz görülen bir müçtehidin en hafif ve en kolay görüşüne tâbi olmasını dinin kötü gördüğünü de bilmiyorum. Cenab-ı Peygamber, ümmetinden şiddet ve tazyiki kaldıran, onlar üzerine hafif ve kolay gelen hükümleri severdi."

Mezheplerden Seçmeler Yapabiliriz:

"Her mezhebin hafif ve kolay hükümlerini seçmek ve tercih etmek maksadıyla bir mezhep­ten diğer mezhebe geçmek, başkasının hakkını ihlal ederse o zaman caiz olmaz. Fakat bunda da gerçekte caiz olmayan geçmenin kendisi de­ğildir, belki hakkı ihlal etmek ve başkasına zarar vermek keyfiyetidir. Çünkü İslamiyet'te zarar vermek ve zararla mukabelede bulunmak yoktur. Lakin tartışma bunda değildir. Burada söz konusu olan mesele, başkasına zarar ver­memek şartıyla her mezhebin hafif ve kolay hükümleriyle amel etmektir ki, açıklandığı üzere buna dinsel bir engel yoktur."

"İşte bu araştırmalardan ve hüküm yürütme­lerden açıkça anlaşıldığı üzere henüz belirli bir mezhebi benimsemeyen ve ona bağlanmayan bir mukallit (dinde birini taklit etme ihtiyacı duyan) için bazı meselelerde bir mezhebin hü­kümleriyle, diğer bazı meselelerde diğer mez­hebin hükümleriyle amel etmek caiz olduğu gibi, belirli bir mezhebi benimseyip ona bağla­nan mukallit için de kısmen veya tamamen o mezhebi terk ederek diğer bir mezhebe geçmek caizdir. İsterse bu mezheplerin ruhsatlarını araştırıp bulma maksadıyla olsun." Birinci Bölüm

YOZLAŞMAYI TAŞIYAN TEMEL KAVRAMLAR
(Hurafe, Bid'at, Siyaset, Rableştirme)

HURAFE

Tüm belaların anası olan cehaletin sosyal bir belirişi olan hurafe, dinde yozlaşmanın besleyici zemi­nini oluşturan sinsi ve zehirli bir musibettir. Halk kitle­lerini perişan eden bulaşıcı bir hastalık olmasına rağ­men asırlardır hiç kimse onu etkisiz kılma başarısını gösterememiştir.

Ocakları batıran ama yine de peşinden gidi­len rezil bir yosmaya benzer hurafe... Yıkıcı ama cazibeli, zehirleyici ama tatlı...

Hurafenin ana ocağı Yahudiliktir. Onu Hristiyanlık izler. Ehlikitap geleneği, bir anlam­da hurafeler geleneği gibidir. Bu gelenek nazardan muskacılığa, falcılıktan cinciliğe, melek kanadı say­maktan şeytan çıkarmaya... kadar, akla gelebilecek tüm hurafe çeşitleriyle doludur.

Ehlikitap hurafeciliğini (buna genel adıyla Israiliyât denir) özellikle Yahudilik yoluyla bünyesine akta­ran Müslüman kültür daha sonra buna Hristiyan, Sasanî, Hint, Eski Yunan ve nihayet Türk-Şaman kabullerini de ekleyerek iyice hurafe okyanusuna dö­nüşmüştür. Şamanizm gibi yarı pagan, yarı mistik bir dinin oluşturduğu kollektif bir şuuraltına sahip bulunan Türk insanı İslam'ı kabul ettiğinde, bu sayılan hurafelerin ilk dördünü, girdiği yeni dinle birlikte sineye çek­mekle kalmadı, ona kendi Şaman kaynaklı hurafelerini de, ufak kılık değiştirmelerle ekledi. Ve bir zaman geldi ki, Türk insanı için din hayatı bir tür hurafeler hayatı oluverdi.

İsrailiyât tahribi, hurafe tahribinin omurga­sını oluşturmaktadır. Çünkü bu tahrip, uydurma ha­disler yoluyla kendisine bizzat İslam Peygamberini araç yapmıştır. Denebilir ki hadis adı altında İslam diye sahnelenen kabullerin büyük bir kısmı doğrudan veya dolaylı hurafe kaynağıdır. Bun­lar, Kur'an'ın dinine âdeta rakip bir din kurmakta ve müminler topluluğunu dünyanın önünde akıl almaz zor­luklarla yüz yüze getirmektedir.

Üzerinde olduğumuz tahribin İslam tarihi için­de en büyük ustası tarihin en eski siyonisti olan ve İslam'ı en taze çağında bağrından han­çerleyen Yahudi kâhin-haham Ka'b el-Ahbâr (ölm. 33/653) dır. O, Hristiyanlık'ta tevhidi tahri­bin sembolü olan ırkdaşı Pavlos'un İslam içi belirişidir. Ne ilginçtir ki bunların ikisi de tevhit dinine, sağlığında her türlü kötülüğü re­va gördükleri iki peygamberin ölümünden son­ra "girmişlerdir."

Biz inanıyoruz ki Hristiyanlık Pavlos'un soktuğu hurafelerden, İslamiyet de Ka'b el-Ahbâr'ın soktuğu İsrailiyât yalanlarından temizlenmedikçe nebilerinin tebliğ ettiği saf yapıyla insan hayatına giremezler. Hristiyanlık'ta durumun ne noktada olduğunu bilemem ama bizim dünyamızda bu temizleme işinin önünde en büyük engel, hurafeyi bir saltanat aracı olarak kullanan din is­tismarcısı siyasetçiler ile bunların güdümüne giren ca­hilyobaz gruplardır.

Bu oluşumu besleyen ve pekiştiren iki numa­ralı tahrip, siyaset ve cehalete köprü yapılmış tarikat tahribidir.

Nedir hurafe ve ne demektir hurafecilik?

Arapçadaki noktalı Ha (Hı) ile hurafe, bunamak anlamındaki (hurafe de kitleleri bunamaya iten bir has­talıktır) haref kökünden türemiş bir kelime olup "akla, gerçeğe ters düşen aldatıcı ama çekici söz" de­mektir. Arap dilinin büyük ustası Ibn Manzûr (ölm. 711/1311), hurafeyi, "Yalan sözün tatlı geleni" diye tanıtmıştır, (bk. Lisânü'l-Arab, Hı. R. F mad.)

Demek oluyor ki hurafede, tüm tutarsızlığa rağmen, dinleyene tatlı ve çekici gelen bir yan bulunmaktadır. Belki de hurafeyi yaşatan işte budur. Şöyle de denebilir: Hurafeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı söze aldanma şeklinde tecelli eden akıl almaz ahmaklıktır.

Batı dillerinde, Latince bir kök olan superstitio'dan türeyen superstition kelimesiyle karşılanan hurafe, bu dillerdeki ortak kabule göre de mantık dışı, temel­siz, boş, aldatmaca, büyü türünden inanç ve ka­bul demektir. Bu sözcük aynı zamanda ataların kabulle­rinden gelen akıldışı anlayışları da ifade eder. (bk. Webster's International Dictionary, anılan mad.) Larousse'a göre, hurafede, "mesnetsiz, saçma yü­kümlülük", belirgin niteliklerden biridir.

Kelimenin kökünde, eski halk inançları an­lamı da vardır. Bu demektir ki hurafecilikte, eski ka­bullerin yeni anlayışlar içinde sürdürülmesi önemli noktalardan biridir. Tam burada, Kur'an'ın ecdat kabul­lerini dokunulmaz kılmayı putperestliğin bir belirişi olarak gösteren 50 civarındaki ayetini anımsayalım...

Hurafeyi, bilimsel anlamıyla "tanım" sayılacak bir tarifle tanıtmak imkânsız denecek kadar zordur. Çünkü hurafe, göreceliği çok olan kavramlardan biri­dir. O, devirlere, toplumlara, renklere, ırklara, hatta ki­şilere göre çok değişik çehreler kazanabilmektedir. Or­tak omurga; bilim, mantık ve akıldışılıktır. Ama şu da bir gerçek ki, biraz karıştırıldığında bilim ve mantık adına d a hurafelerin sergilendiği görülür.

Bu demektir ki hurafecilik, insan denen varlı­ğın değişmez zaaflarından biridir.

Biz bu görecelik alanında dolaşıp durmak yerine ko­nuyu Kur'an çerçevesine çekerek sınırlayacak ve kita­bımızın temel amacına yönelik bir konuma getireceğiz.

Hurafe kelimesi Kur'an'da geçmez. Hadis ola­rak rivayet edilen sözler içinde bir tek yerde geçmekte­dir. Bu rivayete göre, bir kadın Hz. Peygamber'e: 'Bu anlattığınız şey Hurafe'nin dediklerine benzi­yor' demiş, Hz. Peygamber de ona: 'Hurafenin ne ol­duğunu biliyor musun?' dedikten sonra sözünü şöyle sürdürmüş: "Hurafe, Benu Uzre veya Benu Cuheyne kabilesinden bir adamdı; Cahiliye döne­minde cinler tarafından tutsak edildi, onlarla uzun bir süre yaşadıktan sonra serbest bırakıl­dı. Bu adam, cinler arasında tanık olduğu olay­ları her anlattığında insanlar kendisini yalan­lamıştı. Daha sonra asılsız her söze Hurafe'nin sözü demek âdet oldu." (Bu rivayet için bk. Ibn Hanbel, 6/157; Ibnül-Esîr; Nihaye, ilgili mad.; Taberânî, 7/4041; Ibn Manzûr, ilgili mad.)

Biz, böyle bir sözün Hz. Peygamber'in ağzından çık­tığına inanmıyoruz. Kaldı ki hadis uleması da bu riva­yetin sağlamlığında ittifak etmemiştir.

Kur'an'da hurafe kavramıyla filolojik açı­dan aynı anlamda olan veya anlam yakınlığı bulunan, pr atik-kavramsal açıdan ise onunla aynı anlamı taşıyan kelimeler vardır. Bunlar, genel kabule göre şöyle sıralanır:

1.    Esatir: Gerçek dışı, uydurulmuş söz anlamındaki ustûre sözcüğünün çoğuludur. Kur'an'da 9 yerde (6/25, 8/31, 16/24, 23/83, 25/5, 27/68, 46/17, 68/15, 83/13) geçen bu kelime, müşrikler tarafından Kur'an'ı kötülemek için ve daima "esâtîru'l-evvelîn: öncekilerin uydurmala­rı" şeklinde kullanılmıştır. Onlara göre Kur'an bir hu­rafe ürünüydü; onu, "önceki toplumların hurafele­rinin, mitolojilerinin bir benzeri" olarak görüyor­lardı.

Bu kullanım bize göstermektedir ki, hurafenin omurga noktalarından birini eskilerin doku­nulmaz kılınmış kabulleri oluşturmaktadır. Kur'an kendisinin böyle bir kelam olmadığını ısrarla dile getirmektedir.

2.   Halak: Yalan uydurmak anlamına gelen bu ke­lime, Kur'an'da iftira anlamındaki ifk sözcüğü ile bir­likte, müşrikleri, iftira etmek, yalan üretmekle suçla­mak için kullanılmaktadır, (bk. Ankebût, 17)

3. Huluk: Noktalı Ha (Hı) ile huluk; huy, âdet, boşu boşuna izlenen görenekler, yalan ve uydurma an­lamındaki halak sözcüğünün çoğuludur. İbn Manzûr bu sözcüğe "hurafeler" anlamı vermiştir, (bk. Hı. R. F. mad.) Müşrikler Kur'an'ı bu kelimeyi kullanarak da küçümsüyorlardı. Onlara göre Kur'an: "Önceki toplumlarda görülen uydurmalardan, görenekler­den başka bir şey değildi." (Şuara, 137)

4.    Ihtilak: Halak kelimesinin iftial kalıbına ak­tarılmasıyla oluşan ıhtilak da yalan söz üretmek de­mektir. Müşrikler Kur'an'ı bu sözcüğü kullanarak da suçlamışlardır, (bk. Sâd, 7)

5.    Takavvül: Söz anlamındaki kavi kelimesinden türeyen bu kelime söz uydurmak demektir. Kur'an bunu kendisinin bulaşmadığı noksanlıklardan biri olarak göstermektedir, (bk. Hakka, 44)

6.    Akavîl: Bu da söz anlamındaki kavi kökünden türemiştir. Dedikodu, dolaşıp duran anlamsız, saçma sözler demektir. Kur'an bunu da kendisinin bulaşmadığı noksanlıkları tanıtırken kullanmaktadır, (bk. Hakka, 44)

Bize göre, bu sayılanlar, hurafe kavramının Kur'an'daki dayanaklarını açıklamak için kullanılabilecek tâ­birlerin sadece bir kısmıdır ve ekleyelim ki ikinci dere­cede önemli olan tâbirlerdir.

Hurafeye Kur'an adına yüklenebilecek an­lamı gereğince kavramak için listemizin baş­ına koymamız gereken esas kavramlar şunlar­dır:

1.    İftira: Türkçe'deki anlamıyla aynıdır. Kur'an bunu Allah'a iftira yoluyla dinsel buyruk icat etme suçu­nu tanıtmak için genellikle kizb (yalan) sözcüğüyle pe­kiştirerek kullanmaktadır. (Geniş bilgi için bk. KTK. İftir a mad. )

2.    İfk: iftira, yalan, düzmece söz demektir ki, Kur'an bunu daha çok Allah'a iftira ederek buyruk icat etme su­çunu tanıtmak için kullanmaktadır. (Geniş bilgi için bk. KTK. İfk mad.)

3.     H ars: Hı. R. Sad harfleriyle hars yalan söyle­mek, laf uydurmak demektir. Kur'an bu kökten sözcük­leri dördü fiil olmak üzere 5 yerde kullanmaktadır. Bu yalancılığı yapanlara Kur'an'ın ilenci vardır. "Kahrol­sun o uydurmacı yalancılar. Ki onlar ne yap­tıklarından habersiz bir sersemlik içindedir­ler." (Zâriyât, 10-11)

Lügat bilginlerinin hars ile ilgili verdikleri bilgiler Kur'an'ın bu sözcüğü kullandığı ayetlerdeki yaklaşımla tam uyuşmaktadır. Harsın temelinde sanıya, gözlemsizliğe, kulaktan dolmaya teslimiyet yatar. Bunun sonu­cu ise harsa sapanların sınırsız bir yalancılığa, ilimsizliğe, beyinsizliğe teslim olmalarıdır, (bk. En'am, 116, 148; Yûnus, 66; Zühruf, 20)

4.      Kizb: Yalan demektir. Her türlü yalan için, ama aynı zamanda Allah adına yalanlar düzüp din uydurma suçu işleyenlerin günahını tanıtmak için kullanılır, (bk. KTK. Kizb mad.)

5.      H adisün Yuftera: Uydurma hadis anlamın­daki bu tâbir Yûsuf Suresi son ayette Kur'an'ın arınmış bulunduğu noksanlardan birini tanıtmak için kullanıl­maktadır. Kur'an böylece hem kendisinin uydurul­muş hadislerden olmadığını göstermekte hem de uydurma hadislerin yarattığı hurafe alanı­nın Kur'an dinindeki tahribine dikkat çekmek­tedir.

6.     Ecdadın (ataların) kabullerini tartışma üstü kanıt saymak: Hurafenin omurga noktaların­dan birinin de eski ecdat kabullerini yeni zamanlarda yaşatmak olduğunu görmüştük. Kur'an, 50 civarında ayetle şirkin bir belirişi olarak gösterdiği ecdat örflerini kutsallaştırmayı hurafe yaratan kaynaklardan biri ola­rak ortaya koymuştur. Ecdatperestliğin temel sloganı, nebilerin temel kanıtına bir karşılık olarak gösterilmiş­tir: Nebiler diyor ki: "Eğer doğru sözlüler iseniz kanıtınızı getirin!" (Bakara, 111) Ve diyor ki: "Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilimle haber verin!" (En'am, 143; Ahkaf, 4) Şunu da söylüyor nebiler: "Eğer doğru sözlüler iseniz hadi kitabınızı getirin!" (Saffât, 157) Bu isteğe, hurafeci şirkin verdiği cevap şudur: "Eğer doğru sözlüler iseniz bize ata­larımızdan kanıt getirin!" (Dühân, 36; Câsiye, 25) Veya şöyle söylüyorlar: "Şu dediğinizi biz, önceki atalarımızdan duymadık." (Müminûn, 24; Kasas, 36)

Hurafe zehirinin kimliğiyle onun panzehirinin kim­liğini birer cümlede böylesine ihtişamla anlatmak an­cak Kur'an kelamının başaracağı bir harika olabilirdi. Bu kelam harikasından biz şunu öğreniyoruz: Hurafecilik, bir ilimsizlik, kitapsızlık, kanıtsızlık illetidir ki insanı kör ve sersem ederek atala­rının fosillerine, ete-kemiğe tutsak hale geti­r ir.

7. Ümniye: Çoğulu emânî olan bu kelime bir yerde tekil (Hac, 52) beş yerde çoğul olarak geçmektedir. Fiil halinde kullanımı ise bunun iki katından fazladır.

Kur'an bu kavramı, kitap kavramına karşı bir olum­suzluğu ifade için kullanmaktadır. Karşıtlık şöyle ve­rilmektedir: Kitabı bilmezler, sadece emânî bilir­ler... (Bakara, 78) Ehlikitap dediğimiz Yahudi ve Hristiyanlarla Müslüman kitlelerin emânîsinden şikâyet edilmekte, meselelerin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözü­lemeyeceği belirtilmektedir. Çözüm, kitap-bilgi ve eylem ile olacaktır. (Nisa, 123)

Hurafeyi Kur'ansal bakış açısı itibariyle en doyurucu biçimde anlatan kavram olan emânîyi biz "Kur'an Uyarıyor" adlı eserimizin "Kitap ve Emânî" adını taşıyan bölümünde anlattık. Burada bilgi verirken o bölümden yararlanacağız.

Kitap'a (yani bilgi ve kanıta) karşı konmuş bulunan emânî, aslı-esası olmayan şey, yalan, sanı, ne dediğini anlamadan okumak anlamlarındaki ümniye kelimesinin çoğuludur. Ümniye, takdir etmek (ölçü tutturmak) anlamındaki meny kökünden türemiştir. Meny sözcüğündeki takdir, daha çok sanı, hayal ve kuruntuya dayanarak yapılan tahminler için kullanılır. Bu yüzdendir ki meny, genellikle gerçeğe dayanmayan-hayalî tasavvurlar ve tasarımları ifade eder. Bu kökten gelen temenna fiili, "yalan söyledi" anlamındadır. ilk müfessirlerden biri olan Mücahit b. Cebr (ölm. 103/721), buradan hareketle, emânî kelimesi­ni "yalanlar" diye anlamlandırmıştır. (bk. Râgıb; Müfredat, meny mad.)

Kur'an'ın kitaba, bu demektir ki bilgi-düşünce-aydınlık üçlüsüne karşıt gösterdiği emânî, bizim "hurafe, anlamadan okumak" dediğimiz illetlerin ta kendisi­dir. Emânî hakkında bilgiler veren ölümsüz dil ustası Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108) şunu da söylüyor: "Şeytan, peygamberlerin ümniyelerine bir şey­ler karıştırır mealindeki ayet (Hac, 52) bünye­sinde kullanılan ümniye, okuyuş demektir. Kendini iyice vermeden okumak bu tehlikeyi taşıdığındandır ki, Hz. Peygamber'e Kur'an okuyuşunda aceleden kaçınması emredilmiş­tir." (bk. Tâhâ, 114; Kıyame, 16)

Şeytanın insanı saptırışının esası da ümniyeye it­mektir. Şeytan, tüm vaatlerinde ümniye kulla­nır. Yani, insanı, anlamını bilmeden sırf üfürük olsun diye okumaya ve aslı-esası olmayan şeylere inanıp bel bağlamaya iter. (bk. Nisa, 120) Daha ilginci, şeytan, insanoğlunu ümniyeler (hurafeler, uydurmalar, anlamsız okuyuşlar) kullanarak saptıracağını Allah önünde açıkça beyan etmiştir: "Yemin ol­sun, onları hurafelere-yalanlara/anlamını bil­meden okuma tutkusuna iteceğim...11 (Nisa, 119)

Zafer, mutluluk, ölümsüzlük bir emânî işi değildir, bir eylem ve üretim işidir, (bk. Nisa, 123)

Cennete gidiş de din mensuplarının ürettik­leri ve kendilerini öne çıkarmak için kullan­dıkları emânî sloganlarıyla değil, üretilen de­ğerlerle olacaktır, (bk. Bakara, 111)

İn sanoğlunun yolunu vuran, başına bin türlü bela açan da ümniyelerdir. İnsan bu ümniyelere aldanır, sapar ve iyi şeyler yapıyorum sana

sana batıp gider. Bu batışın en kahırlısı, insa­

nın Allah ile aldatılmasıdır. Kur'an bu aldanı­şın altını özellikle çiziyor, (bk. Fâtır, 5; Hadîd, 14)

Bu gerçeği gösteren ayet, ümniyelerle ayağına çalı dolandırılan kitlelerin, Allah'ı paravan yapanlarca al­datılıp perişan edileceğini de mucize bir biçimde gösteri­yor.

Özetlersek: Kitap (bilgi, düşünce, aydınlık, kanıt) yerine anlamadan okuyup üfürme, asıl­sız gelenek ve kabullerin peşinden gitme, hura­felere saplanma gibi olumsuzluklara kucak açanlar şeytanın vaatlarından başka hiçbir şeyle ödüllendirilmeyeceklerdir. Böyle bir so­nuçla karşılaşmamak için dini-imanı, hurafe­lerle bilimdışılıklar dan temizlemek ve dinin tanrısal kaynağını, anladığı dilde okumak ka­çınılmazdır. Bunu yapmayanlar, kitabın yerine emânîyi (uydurmaları, anlamsız üfürükleri, hurafeleri) geçirerek bunların işletilmesiyle saltanat sürenlere teslim olur, yedek ilahlara kul-köle haline gelirler.

Buraya kadar verdiğimiz bilgileri dikkate alarak Kur'an açısından hurafeyi şöyle bir tanıma kavuşturabiliriz kanısındayım:

Hurafe, sünnetullaha (tabiat kanunlarına), bilime, akla, vahyin verilerine ters düşen ve çoğunluğu ataların eski kabullerinden oluşan inançların, yaklaşımların, kabullerin, iddi­aların, uygulamaların, tavırların ortak adıdır. BİD'AT

VAHYİN DİLİYLE BİD'AT

Bid'at kelimesinin kökü olan "bed' bir nesneyi yeniden peyda eylemek manasınadır." (Âsim Efendi; Kamus Tercümesi, B.D. Ayn maddesi) Kökün, Arapça'daki ifal kalıbına aktarılmasıyla vücut bulan ibda' yine Kamus Müterciminin ifadesiyle "örneği ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, üret­mek demektir." Güzel sanatlardaki özgün üretimlere, özellikle şiir üretimine işte bunun içindir ki ibda' et­mek denmiştir. Güzel sanatlara bedi'iyyât denmesi de bundandır. Eskiden güzel sanatlar eğitiminin yapıldığı kuruma Dârul Bedai' (güzel sanatlar okulu veya aka­demisi) denirdi.

Bed' kökünün ifti'al kalıbına aktarılmasıyla elde edilen ibtid a' sözcüğü de yeni bir şey vücuda getirmek anlamında kullanılmakla birlikte daha çok, hoşa git­meyen şeylerin ortaya çıkarılmasını ifade eder. Kur'an, ibtida' sözcüğünü bu anlamda Hadîd Suresi 27. ayette kullanmıştır.

Yeniden vücuda getirmenin olumsuz yönlerini ifade için bid' sözcüğü de kullanılmaktadır. Türkçemizdeki "türedi" sözcüğü bunun tam karşılığıdır. Biraz daha ağır konuşursak bid' kelimesini "zıp çıktı" diye de tercüme edebiliriz.

Kur'an, bid'at kökünden sözcükleri dört yerde kullanmıştır. Bunların ikisi olumlu değer ifadesi için, diğer ikisi ise istenmeyen değerlerin ifadesi için­dir. Olumlu kullanım, el-bida' kökünden gelen ve Al­lah'ın sıfatlarından biri olan el-Bedî' sözcüğüdür ki, biri Bakara 117, ötekisi En'am 101. ayettedir. Ve ikisinde de el-Bedî' kelimesi Allah'ı tanımlamak için şu tam­lamada kullanılmaktadır: "Yerlerin ve göklerin Bedî'i O'dur."

Bir sıfat olarak Bedi', daha önce aynısı veya benzeri olmayan şeyi veya şeyleri yaratan, vü­cuda getiren anlamındadır. Allah, göklerin ve yerin Bedî'idir ki bir şeye "Ol!" dediğinde o şey hemen oluverir.

İstenmeyen değerleri ifade için kullanımın biri isim, biri fiildir. Îsim kullanım, Ahkaf 9. ayette, Hz. Peygamber'in ne olmadığını ifade eden bir beyyine halinde­dir. Fiil kullanım ise kökün Arapça'daki ifti'al kalıbı­na aktarılmasıyla elde edilen ihtida' kelimesidir, (bk. Hadîd, 27)

Üzerinde olduğumuz bid'at kavramının ruhu, Ahkaf Suresi 9 ile Hadîd Suresi 27. ayette verilmiştir. Birinci ayette Kur'an, bid'at açısından Hz. Peygamber'in durumunu değerlendiriyor. O, türedi bir peygamber ola­rak ortaya çıkmamıştır. O, tanrısal iradenin planı ve faaliyeti üzere gönderilen ışık ve aydınlık rehberi pey­gamberlerden biridir.

Îkinci ayet olan Hadîd 27'de ise bid'at, kavramsal ve kurumsal açıdan ele alınmakta ve peygamberler tari­hinde bu türediliğe örnek olarak Hristiyan ruhban sınıfinin icat ettiği (ve sonra da ilkelerine saygılı olmadık­ları) ruhbaniyet (monastisizm) gösterilmektedir.

Bid'atın omurgasını tanımamızı sağlayan Hadîd 27 gösteriyor ki bid'atlar:

1.    İyi niyetle, Hak rızası kazanmak gayesiy­le icat edilebilirler; bu onların bid'at olmasını engellemez.

2.    Bid'at olarak ortaya çıkarılan şeye bir süre sonra bizzat onu icat edenler bile uyamazl ar.

Böylece, Kur'an dini açısından dikkatler şu iki nok­taya çekilmektedir: Bu dinin ne Peygamberi bir türedi­dir, ne de kavramları ve kurumları... Bu bir dindir ki, Yaratıcı onu ilk insanla başlatmış ve asır­lar boyunca insanı onun değişmez, zaman üstü ilkeleriyle eğitmiştir. Bu ilkeler tüm peygam­berlerin mesajında aynıdır. Kur'an bu mesaj­ları toplayan kitaptır. Kur'an'ın din dediğine eklemeler yapan, türedilik yapar ve türedi bir din icat eder. Tamamlanan, kemale eren ve adına İs­lam denen bir dinin (bk. Mâide, 3) türedi kişi, kurum ve kavramlara ihtiyacı yoktur. Niyet ne olursa olsun, bu dine ekleme yapmaya kalkan türedilik yapmış olur.

Kamus Mütercimi Âsim Efendi (ölm. 1819)nin, eserinde verdiği bid'at tanımı, bu Kur'ansal inceliklerle bid'atın filolojik yapısını kucaklaştıran bir güzellikte­dir. Şöyle tanımlıyor bid'atı Âsim Efendi: "Kemale er­dirildikten sonra dinde ortaya çıkan nesneye denir. Bir deyişe göre ise dinde, Peygamber Aleyhisselam'dan sonra ortaya çıkan tutkulara ve davranışlara denir. Daha çok, dinde ortaya çıkan eksiltme veya artırmalar için kullanılir." Bid'atı tanıtırken dinin kemale ermesi esprisini omurgaya oturtan bu tanım, Arap dilinin anıt bilginle­rinden biri olan tbn Manzûr (ölm. 711/1311) tarafından da verilmiştir. Ona göre de "Bid'at, dinde, kemale erdirilişten sonra ortaya çıkan, icat edilen şey­dir." (bk. Lisânü'l-Arab, ilgili mad.)

Kur'an'ın verileri ışığında lügat bilginlerinin yap­tıkları açıklamalar dikkate alındığında bid'at, dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine yapılan ekleme veya bunlarda vücuda getirilen eksilt­medir. Buna göre, bid'at, din bünyesinde söz konu­su olur. Hayatın diğer alanlarındaki yeniliklerin bid'at kavramıyla irtibatlandırılması tam bir saptırma­dır. Hatta, diyanet denen ve dine getirilen beşerî yo­rumları içeren alandaki yenilikler de bid'at kavramı içine girmez. Bid'atin söz konusu edilebilmesi için "din" bünyesinde yeni icatların olması gerekir. Başka bir deyişle, bid'at, tanrısal alana müdahale ile ortaya çıkan bir olumsuzluktur. Dinin insana bı­raktığı beşerî alandaki yenileşmeler, bu yenileşme adı­na yapılan müdahaleler yanlış dahi olsa bid'at adını almaz.

Bid'at, Allah'ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektir.

Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Bid'at, vahyin oluşturduğu tevhit geleneğine aykırı kabuller icat etmektir. Bunun içindir ki biz, tevhit gele­neğini, putperest Arap gelenekleriyle kirleten Emevîleri bid'at üretiminin babası saymak­tayız. Hz. Ali (ölm. 41/661), tevhidi tahrip eden Benu Üm eyye'nin bu yanına değinirken şöyle diyor: "Onlar fitne denizlerine daldıkça daldılar ve resuller yolunu bırakarak bid'atları aldılar." (Nehcü'lBelâğa, hutbe 154)

Tevhit geleneğini yıkan Emevîlerin bu tahrip­lerinin açtığı yaranın acısı sahabî nesli tarafından de­ğişik vesilelerle gündeme getirilmiştir. Bid'at konusu­nun ilk eserlerinden birini yazmış olan Turtûşî (ölm. 520/1126)den birkaç satır alalım: Peygamberimizin hiz­metinde bulunan Enes b. Mâlik (ölm. 90/708) birgün ağlayarak şöyle diyordu: "Resul'den öğrendikleri­miz içinde bozulmayan tek şey şu namaz kal­mıştı; onu da tanınmaz hale soktular."

"Sahabî Ebud Derda (ölm. 32/652)ya sordular: 'Re­sul, bugünkü uygulamalarımıza baksa beğen­meyeceği bir şeyimizi görür müydü?' Cevap verdi: 'Beğeneceği bir şeyimizi görür müydü diye sorsana!' Tâbiûn neslinin en büyüğü kabul edilen Hasan el-Basri (ölm. 110/728 ) şöyle diyor: 'Resul şu mescit­lerinizin önünde durup baksa kıble dışında de­ğişmeyen bir şey bulamazdı...!' (Turtûşî; KitâbulHavâdis vel-Bida', 112-113)

Din olmayan geleneklerin kabullerine ters, yeni ka­buller oluşturmak bid'at olmaz. Bunun içindir ki bid'at konusunu en iyi anlatanlardan biri olan Bâkırî, bid'atı "dinde olmayan şeyi dine sokmaktır" şeklinde tanımladıktan sonra şu yolda konuşmuştur: Bid'at, di­nin tevkifi (içtihada kapalı) meselelerinde söz konusu olur; âdetlerde ve mubahlarda olmaz. Eskiden yazı divitle yazılırdı, şimdi bilgisa­yarla yazılıyor. Bunun bid'atla bir ilgisi yok... (bk. Bâkırî, 69)

Bundan şunu da anlarız: Bid'atı, bid'at-i hasene (güzel bid'at) ve bid'at-i kabîha (çirkin bid'at) olarak ikiye ayırıp sonra da güzel-çirkin kav­gası yapmak temelden yanlıştır. "Güzel bid'at" tâbiri, birçok olumsuzluğun gözden kaçmasına yol açan bir maske tâbirdir.

Ortaya getirilen bir yenilik (veya yeni) dinde olma­yan bir şeyi icat etmektedir; bunun güzeli olmaz. Dine ekleme yapmanın güzeli olacağını söylemenin kendisi bid'attır. Bir bid'atı ölçüt yaparak başka bir bid'atı tanımlayanlayız. Ortaya getirilen yenilik, dinle ilgili değil de hayatın başka alanlarıyla ilgili ise onun bid'at kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin, "Yemeği parmakla değil de çatal kul­lanarak yemek bid'attır ama güzel bid'attır" sözü bir bühtandır. Çünkü dinin yemeğin nasıl yenece­ğine, hele hele parmaklarla yeneceğine ilişkin bir hük­mü yoktur ki, çatal ve bıçak kullanarak yediğimizde di­ne bir yenilik sokmuş olalım.

Ve örneğin, "Dişleri fırça ve macunla temiz­lemek bid'attır ama, güzel bir bid'attır" demek de yanlıştır. Çünkü din, diş temizliğinin şekline ilişkin bir kural getirmemiştir. Dişlerinizi temizleyin diyen Hz. Peygamberin amacı da "dişlerin temizlenmesidir, ağza filan veya falan ağaç dalının sokulması değil. Bi­risi çıkıp diş temizliği yapmayın derse işte bu bir bid'attır ama dişleri şu veya bu âletle temizlemenin bid'atla bir ilgisi yoktur. Diş temizliğini dal parçası fetişizmine dönüştürmek bir talihsizliktir.

Bid'at, eski örflerin yerine yeni örfler koy­manın adı değildir; dinin tespitlerinin yerine eski veya yeni herhangi bir örfü koymanın adıdır. Bazıları ne hikmetse eski örflere bağlı­lığı bid'at saymazken yeni örflere en küçük bir itibarı hemen bid'at ilan eder. Oysaki örfün dinleştirilmesi her hal ve şartta bid'attır. Bu­nun bir kısmı günah bid'atı olur, bir kısmı şirk bid'atı... Ama "güzel bid'at" asla ve asla olmaz...

O halde Müslüman için bid'atın göstergesi, Kur'an'da yer almamaktır. Çünkü Allah'ın di­ninin kaynağı Kur'an'dır. Onun dışındaki kaynaklar dinin değil, diyanetin kaynağıdır. Ve diyanet beşerî bir kurum olduğu için o alan­daki yenilikler bid'at değildir.

Ne yazık ki bid'atla ilgili yüzyıllardır yazıp çizenle­rin birçoğu, bu kavramı, beşerî-ilahî alan ayrımı yap­madan, "öncekilerin kabullerine ters düşen şey" olarak değerlendirdiler ve sonuçta bid'atla mücadele adı altında yeni ve daha yıkıcı bid'atlar ürettiler. Bunların birçoğu, başkalarını bid'atla itham ederken kendi mez­hebinin kabullerini bile esas alabilmişlerdir. Örneğin, bid'at konusunda yazanların en ünlülerinden olan Muhammed b. Vaddâh el-Kurtubî (ölm. 287/900) ve Turtûşî, mezhepleri olan Maliki fıkhını esas almış, bu fıkhın kabullerine ters düşen şeyleri bid'at olarak görme yönüne gitmişlerdir.

Eskiye ters düşmenin bid'at olarak nitelendirilmesi­nin getirdiği yıkım, özellikle sünnet diye önümüze çı­karılan örflerin dinleştirilmesinde belirginleşir. Bu noktada en dirayetli kalemlerin bile zaafa düştüklerini, bazan kendi ölçülerine ters düşmeyi göze alacak kadar eskiye bağlılık gösterdiklerini görüyoruz. Örneğin, bid'at konusunun en ünlü isimlerinden olan Şâtıbî (öl m. 790/1388), değil uydurma hadislere, zayıf hadislere bile karşı olduğu halde bid'atlarla mücadele için yazdığı eseri el-I'tısam'da birçok zayıf hadisi kullanmıştır. (Bu konuda bk. Atıyye, 9-12)

Çağdaş yazar Atıyye, Şâtıbî ile ilgili bu saptamayı yapıyor, ama arkasından aynı yola kendisi sapıyor. Ba­kın ne yapıyor: İmamın (devlet başkanının) Kureyş kabilesi dışından da olabileceğini iddia etmeyi bid'ata örnek olarak gösteriyor, (bk. Atıyye, 347 vd.) Gerçekten şaşırtıcıdır!

Atıyye, bid'atla savaşayım derken şirke yelken açı­yor. Çünkü devlet başkanının Kureyş kabilesi dışından olamayacağını söylemek İslam'ın evrenselliğini yıkıp onu Şintoist bir hanedan dinine döndürmek olur ki, bu­nun adı şirktir.

Aynı zât, Mutezile mezhebinin akılcı yorumlarının tümünü bid'at kabul etmektedir.

Türk din hayatında bid'ata karşı çıkmak adına orta­ya çıkıp en yıkıcı bid'atları üreten kişi ve zümreler epeycedir., Bunlara göre bid'at, öncelikle eski kabullere aykı­rılıktır. Daha net bir çerçevede bakılınca bid'at bu insan­ların mensup oldukları fırkanın kabullerine ters her şeydir. Bunlar için olay, "biz ve ötekiler" olayıdır; din bunun sadece dokunulmazlığını sağlayan bir araçtır.

Bu fırka zihniyeti, dinde bölücülük (bk. Müminûn Suresi, 52-54) esprisinden hareket ettiği için onun bu yak­laşımı kendi içinde "anlaşılabilir" bir yaklaşımdır. Bizi esas üzen, ilim ve içtenliğinden kuşku duymadığımız bazı kişilerin, andığımız fırkacılara destek olabilecek yorumlar üretmesi, kanaatler sergilemesidir.

Böylesi yorum ve kabullerle değerli bilgiler içeren eserlerini bir tür "hurafe kuyusu"na çeviren rahmetli Ömer Nasuhi Bilmen (ölm. 1971), bid'atı bakın nasıl tanımlıyor: "Din hususunda sahabe-i kiram ile tâbiûnun iltizam ve delil-i şer'ınin iktiza et­mediği muhdes şeylerdir." Bu talihsiz tanımın gü­nümüz Türçsiyle ifadesi şu: "Bid'at, din konusunda yüce sahabîlerle onları izleyen kuşağın esas almadığı ve dinsel kanıtların gerektirmediği sonradan ortaya çıkmış şeylerdir." (Bilmen; Istılâhât-ı Fıkhıye Kamusu, 2/9)

Bu tanıma göre, vahyin kanıtlarıyla, sahabe ve onla­rı izleyen neslin tavır ve kabulleri aynı değerdedir. Peki, o zaman Allah ve Peygamber diye diretmemizin anlamı nedir? Sözün burasında Allah ile aldatma ustalı­ğının: "O insanların kabul ve tavırları Kur'an ve sünnete zaten aykırı olmaz ki..." şeklindeki malum sloganı devreye sokuluyor. Akıl ve izan da he­men şunu söylüyor: Peki, madem onların dedikleriyle Kur'an ve sünnet arasında bir fark yoktur, Kur'an gibi tartışmasız bir kanıt-kaynak ortada dururken o kişilerin söz ve kabullerini neden devreye sokuyorsunuz? Ve onla­rın kabulleri Kur'an ve Peygamber'e böylesine uygun idiyse tutuştukları kavga ve savaşlarda binlercesi neden katledildi? "O, içtihat farkıydı" diyorlar. Peki, böylesi facialara sebep olabilen o içtihatları nasıl ve neden dokunulmaz kılıyorsunuz?

Ömer Nasuhi merhum, biraz önceki İslam dışı ta­nımıyla da hızını alamıyor. Kur'an-Peygamber ikilisine eklediği sahabe-tâbiûn ikilisine ilaveten mezhepler pan­teonunu da devreye sokarak şöyle diyor: "Mezâhib-i islamiyeden birine intisap iddiasında olup Ehlisünnet vel cemaatin akidelerine muhalif itikadda bulunan şahsa da mübtedi' denir." (aynı yer) Yani, İslam mezheplerinden birine bağlı olduğunu söyleyip ehlisünnet velcemaat (her ne demekse)ın inanç­larına aykırı inançlar taşıyan kişiye de bid'atçı denir. "

Kısacası, Bilmen'e göre, elimizdeki fıkıh kitapla­rında din olarak önümüze konan şeylerin herhangi bi­riyle ilgili olarak "acaba" dediğiniz anda bid'atçı olur­sunuz.

Böyle bir anlayışı Kur'an vahyi ve onun dini adına kabul etmek Kur'an'a saygısızlık olur. Eğer bu söylenen­ler din ise o zaman Kur'an'a ihtiyaç kalmaz. Zaten bu zihniyetin din meselesinde işi fiilen getirdiği nokta da budur. Bunların din dediğine din dediğimiz andan itiba­ren, hâşâ, Kur'an olsa da olur, olmasa da...

Sözün özü şudur: Bid'at aleyhinde yazanların çoğu, vahyin verilerini değil, kendi mezhep, ırk veya bölgelerinin örflerini esas alarak başkalarını bid'atla itham ettiler. Bid'atı Kur'an'a aykırılık olarak asla tanıtmadılar. Yani bid'atla müca­dele adı altında bir tür yozlaştırma yaptılar. Bunu ya­parken de en yıkıcı bid'atların babası olan Arap-Emevî kodamanlarının kabullerini öne çıkardılar. Bu öne çı­karmayı "ashabın görüşleri, selefin yolu" yaftala­rıyla gerçekleştirdiler. Örneğin, bid'at konusunun en ünlülerinden biri olan Türkmanî tam bir Arap örfleri me ddah ı görünü m ü arz etmekte dir . Tüm e s ki örfleri din saymakta ve bunlara karşı çıkışları bid'at olarak dam­galamaktadır.

Bu mantığa göre, günümüzün bid'atlara karşı çıkışta en güvenilir zihniyeti Afgan Taliban zihniyeti olacak­tır... Çünkü eski kabulleri en büyük titizlikle koruyan zihniyet odur.

Bid'atın belirlenmesinde Kur'an'ı esas almamanın sonuçları çok kötü olmaktadır. Bilmekteyiz ki, gelenek­sel kabul, "Bid'atın küfrü gerektirenini sergile­yen mürted olup katledilir; küfrü gerektirme­yenini sergileyen ise ta'zîr ile cezalandırılır." demektedir, (bk. Âmir; et-Ta'zîr, 321-324) Şimdi bu belir­leme neye göre yapılacaktır? Eğer siz, bir mezhebin ka­bullerini küfür-iman konusunda ölçü alırsanız, işe bir miktar da siyaset katan herkes hoşuna gitmeyen herkesi "Küfrü mucip bid'at sergilemiştir" diye suçlayıp mürted ilan edebilir. Bunun örnekleri yüzlercedir. Sün­nete bağlılığı, herkes tarafından kabul edilen Ömer b. Abdülazîz (ölm. 101/720), minberlerden Ehlibeyt'e lanet okunması geleneğini kaldırdığında "sünnete aykırı davranmakla suçlanmıştı. Bu suçlamayı yapan zih­niyete göre, sünnet, Emevîlerin yerleştirdikleri âdetler­di; bid'at ise bu âdetlere aykırı hareket etmekti.

Günümüzde, din üzerinden siyaset yapan zihniyetle­rin siyasal hasımlarını yıpratmada kullandıkları yön­tem, Ömer b. Abdülaziz'e uygulanan suçlama yönte­minin aynıdır. Bu zihniyet, her gün birkaç siyasal raki­bini mürted ilan etmektedir.

İşte İslam dünyasının rahat yüzü görmemesinin se­beplerinden biri de budur. Ve birçok sebep gibi bunun ar­kasında da dinin Kur'an dışında yapılandırılması var­dır.

Allah'ın dininde eksiltme veya artırma yoluyla de­ğiştirme olarak ortaya çıkan bid'atın en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir. Bu iyi niyet zemini, bid'atın toplumda revaç bulması­na sebep olmakta, bunun sonucunda da sapma sessizce yerleşmekte ve dine eklenen âdet ve alı şkanlıklar dinleşmektedir.

Bid'at konusunda yazanların en ünlülerinden biri olan Süyûtî (ölm. 911/1505 ) bu konuda yakınışını şöyle dile getiriyor: "Bid'atların bir kısmını, halkın ibadet ve Allah'a yaklaşma zannıyla yaptıkları oluşturmaktadır. Oysaki esasında bunların terk edilmesi ibadettir.... Cahiller bunların gö­rüntüsünün ibadeti andırmasına aldanarak esasında yasak olan fiilleri ibadet yerine koy­maktadır. Burada aldatıcı olan, 'daha çok iba­det etme' hırsıdır. İşte bu hırs, insanları, ibadet görüntüsü veren bu yasakları icraya itmekte­dir "

...

"Bu tür ibadetlerin haram olanı vardır, mek­ruh olanı vardır... Hz. Ömer (ölm. 23/643), Cuma namazının ardından iki rekât ilave namaz kı­lan bir adamı engelleyip mescitten uzaklaştırmıştır..." (Süyûtî; Bid'atlar, 55-57)

Acaba Ömer, günümüzde Cuma'ya ilaveten on dört rekât namaz kılınan camileri görseydi ne yapardı?!

"Daha çok ibade t" tutkusu nereden kaynaklanı­yor? Daha çok ibadet arzusu başkadır, daha çok ibadet tutkusu başkadır. Daha çok ibadet arzu­su, samimi bir arzudur ve o arzunun bizzat kendisi, sahibini ibadet şovu yapmaktan alıkoyar. İbadet tutkusu ise marazî bir haldir ve sahibine şov yaptırır.

Bu şova engel olmak ve şovcuların açtıkları yaradan ibadet arzusu taşıyanların zarar görmesini engellemek için tek yol vardır: İba detin, özellikle "d aha çok ibadef'in, insanlar nezdinde bir seçkinlik ve itibar aracı olmasını engellemek... Bu yapılırsa şovcu şov yapamaz, gerçek dindar ise rahat eder. Ve iba­det, kendisinden beklenen sonucu verir.

Bunun aksi yapılır, ibadet bir yükselme ve itibar görme aracı haline getirilirse riya din hayatını kaplar. Bunun sonucu, yapay ibadetler icat edilmesi veya bilinen ibadetlerin ilaveler, zorlaştırmalarla "daha çok itibar sağlayıcı" hale getirilmesidir. Şâtıbî bu noktayı ona yakışır bir ferasetle yakalamış ve çok güzel de ifade et­miştir. Diyor ki: "Birçok mendup (zorunlu olma­yan, edep tavrına uymak için yapılan) ısrar yüzünden vacip (yapılması zorunlu)e dönüşmüş­tür..." (Muvafakat, 3/332)

Haftada iki yüz rekât "teşbih namazı" (!) kılmak bir tür velilik göstergesi yapılırsa teşbih namazcılığı ba­şını alır gider ve bir süre sonra da teşbih namazı İslam'­ın bir şartı gibi algılanır hale gelir.

Bunun varacağı yer, birçok vacibin terk yüzünden mubahlaşması yani serbest hale gelmesidir. Çare, aşırı ibadeti kullar arasında bir üstünlük ve seçkinlik belgesi olmaktan çıkarmaktır, ibadetin belirleyeceği üs­tünlük Allah ile kul arasında kalmalıdır. Bizler, insanları kamuya, insan haklarına ilişkin tavırlarına bakarak değerlendirmeliyiz. Çünkü o alanda riyakârlık ve bedavacılık işlemez. Bir değer ya vardır, ya yoktur. Bir adam imzaladı­ğı çekleri ya ödüyordur, yahut ödemiyordur. Bu ödemenin sahtesi, şov aracı yapılanı olmaz. Ama bir adam namazı gerçekte kılmadığı halde kılıyor görünebilir, orucu gerçekte tutmadığı halde tutuyor görünebilir. Ağzıyla "Allah" der­ken zihniyle şeytan diyebilir.

Bu hal önce âdetleşir sonra da dinleşir. Adetler dinleştikçe din de âdetleşir. Bunun so­nu dinin tahribi ve saygınlığının yok olması­dır.

Bid'atı ortaya sürenin iyi niyeti Allah katında onu kurtarır mı, kurtarmaz mı? Bunu tartışabilirsiniz ama bid'at yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşama­ya kalkışanların vücut verdikleri günahların yükünün bid'atı icat edenlerin boynuna bineceğini tartışamazsı­nız. Çünkü Kur'an, ilimsizlik yüzünden insanların sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insanların gü­nahlarına ortak olacaklarını çok açık bir biçimde bil­dirmiştir: "Onlar, kıyamet günü, kendi günahla­rını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir. Bakın, ne kötü şey yükleniyorlar." (Nahl, 25)

Metodolojist Ebu İshak İbrahim b. Muhammed eş-Şâtıbî, bid'atlar konusunun temel eserlerinden biri sayılan el-Ftısam'ında bid'atı, En'am 140. ayette tanı­tılan Allah'a iftira çerçevesi içine sokmuş, hatta daha da ileri giderek En'am 137. ayetle irtibatlandırıp bir tür şirk gibi algılamıştır. Şâtıbî'ye göre bid'atın esası En­'am 137, 140 ve Zümer Suresi 3. ayette kristalleşmekte­dir. Yani Şâtıbî'ye göre, bid'at, bir şirk kurumudur ve esası da Allah'a iftira ederek dine haramhelal, iyi-kötü eklemektir. Bu ilave kabuller onları uyduranlar tarafından süslenip püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar tarafından benim­senip hayata geçirilmektedir, (bk. Şâtıbî; el-I'tısam, 1/126139)

Şâtıbî işin burasında şunu da belirtiyor: Bid'atçılık, lanetlenmeyi gerektiren istisnaî cürümler­den biridir, (bk. el-I'tısam, 117)

Şâtıbî 'ye Ehlibeyt imamlarından destek vardır: İmam Ebu Cafer Muhammed b. Ali el-Bâkır (ölm. 101/720), bid'atçıların yaptıklarını Kehf Suresi 103-104. ayetlerde anılan zümrenin yaptıklarıyla irtibatlandırarak bid'atın bir tür şirk olduğunu ima etmek­tedir, (bk. Bâkırî; Bid'at, 21)

Bu yaklaşım, bid'atçılara hak ettiklerinden fazla yüklenmek değil midir? Şâtıbî buna olumsuz cevap ve­riyor. Çünkü, bid'atçı, dinde olmayan şeyi dine sokarak ulûhiyetin hakkına tecavüz etmekte, eklediği kabulleri dinleştirerek bir tür sâri (dinde kural koyucu) sıfatı kullanmaktadır. Şâtıbî burada din konusunun en müthiş tespitlerinden birini yapıyor. Diyor ki: "Ma'sıyet yani günah ma'sıyet olarak kaldıkça Allah'a iftira değildir; ama ma'sıyet teşrî (dinde kural koyma) aracı yapılırsa Allah'a iftira olur. " (bk. el-I'tısam, 2/41)

Böyle olunca da elbette ki şirk olur.

Şâtıbî'nin bu ölümsüz sözleri bizi bir noktanın daha altını çizmeye götürmektedir: Dini, Allah ile aldata­rak halkı sömürme aracı yapanlar ma'sıyet (günah) ehlini dinsizlikle suçlarlarken Allah'a iftira demek olan bid'at üretimini dine hizmet gibi göstererek insanlık dünyasının en yıkıcı zulmünü sergilemektedirler.

Şâtıbî'ye göre bid'atın kök salarak dirileş­mesini kolaylaştıran illetlerden biri de taklit­çiliktir.

Şâtıbî bu tespitinde Hz. Ali'den esinlenmiş görü­nüyor. Hz. Ali, bid'atçılıkla taklitçilik arasında kop­maz bir ilişki olduğuna yüzyıllar önce dikkat çekmiştir. Diyor ki: "Ey insanlar! Fitnenin doğuşu, izlenen boş ve iğreti arzularla icat edilen hükümler yüzündendir. Bu hükümlerde Allah'ın kitabına aykırılık vardır; bunlarda kişiler kişileri tak­lit eder." (bk. Bâkırî, 20)

Şâtıbî, az önce anılan yerde şunu da ileri sürmekte­dir: Bid'at, genellikle iyi niyetle ortaya sürül­düğü için, icat edene önceleri toplumda itibar sağlar ama işin sonu rezillikle noktalanır. B u son aşamada bid'atçılar sıkışır ve takıyye (ikiyüzlü­lük) yoluna giderler. Yani bid'atçılar aynı zaman­da en yaman takıyyecilerdir.

ÖRFÜN DİLİYLE BİD'AT

İslam din bilimleriyle uğraşanların, özellikle fakıh ve muhaddislerin hemen hepsi bid'at konusuyla da ilgi­lenmişlerdir. Kimisi bağımsız eser yazarak, kimisi ese­rinde bir bölüm ayırarak, kimisi de konuya birkaç cüm­leyle değinerek.

Bid'at konusuna eğilenlerin hemen tamamı kendi anlayışlarına göre bir bid'at tanımı vermiş, sonra da o tanıma uygun bid'at sınıflamaları yapmıştır. Ama he­men hepsinin ortak kabulü, bid'atin "sonradan ihdas ve icat edilen şey" olduğu merkezindedir. Biz burada üç tanıma yer verecek, bu tanımların sonuncusunu eleş­tireceğiz.

1-   Şâtıbî: "Bid'at, dinde kendisi hakkında

kanıt bulunmayan davranıştır." (el-I'tısam, 1/36)

2-   İbn Receb el-Hanbelî (ölm. 795/1392): "Bid'at, sonradan ortaya çıkan ve dinde kendisine ka­nıt olacak bir esasa dayanmayan şeydir." (Câmiu'l-Ulûm ve'l-Hikem, 160) İbn Receb şöyle devam ediyor: "Kendisine dayanak olacak bir aslın dinde bulunduğu şey, lügat açısından bid'at olsa da dinen bid'at değildir."

3-   Kal'aci: "Bid'at; Allah'tan, Resul'den ve fakıh sahabîlerden gelmeyen şeydir." (Kal'aci; Fıkhu'n-Nehaî, 1/315. Aynı yazarın benzer bir tanımı için bk. Fıkhu'l-Hasan el-Basrî; 1/177)

Günümüz araştırıcılarından biri olan Kal'aci 'nin bu tanımı, ne yazık ki eski meslektaşlarından çok geri­lerde kalmış ve geleneksel kabulleri okşamak pahasına Islam'ın ruhuna ters düşmüştür.

Bid'atın Allah ve Resul'de olmayan şeyin ortaya çı­karılması olduğunu kabulde hiçbir zorluk çekmeyiz. Ama sahabîlerin sözlerinde olmayan şeyin bid'at kabul edilmesini olumlu bulmuyoruz. Yani, dinin Allah ve Peygamber'e ilaveten üçüncü bir dokunulmazı daha mı vardır? Sahabî, beşer değil midir? Beşerse, beşerin tespit­leriyle Allah'ın tespitleri aynı değer ve bağlayıcılıkta nasıl tutuluyor?

Şunu açıkça söylemek zorundayız ki bu anlayış, bid'atları eleştireyim derken, tevhidi şirke bulaştıran bir an­layıştır. Çünkü ulûhiyetin şanından olan bazı vasıfları insana vermektedir.

O halde her "yeni" ve her "sonradan ortaya çı­kan şey" bid'at değildir. Bid'at, din koyucunun "din" olarak gönderdiklerinin içinde olmayan şeydir. Din koyucunun akla, bilime, örfe... bı­raktığı alanlarda ortaya çıkan hiçbir "yeni", bid'at değildir. Şâtıbî örneklendiriyor: "Din mese­lelerinde oluşturulan tarza ve tavra da bid'at denmez. Yeni sanayi kolları, yeni yerleşim bi­rimleri oluşturmak gibi..." (el-I'tısam, 1/37)

Bid'at konusunu en iyi açıklayanlardan biri olan Iranlı yazar Bâkırî, yenileşmede iki alanı birbirinden ayırıyor:

1-    Cânib-i şer'î (dinsel yan),

2-    Cânib-i örfî (geleneksel yan).

Bunların İkincisindeki değişmelerin hiçbirisi bid'at olarak tanıtılamaz. Çünkü örf değişkendir ve örf din de­ğildir. (Bâkırî, 90-91) O halde, "icma' (söz birliği), müftabih kavil (fetvad a esas alman söz), cumhur (ço­ğunluk) görüşü" vs. adlarıyla değişmez ve dokunulmaz ilan edilen şeylere ters görüş ileri sürenlerin bu yaptık­ları bid'atçılık değildir. Çünkü dokunulmaz ilan edilen bu görüşlerin hiçbiri Allah'ın gönderdiği değildir, hepsi beşerin yorumu ve içtihadıdır. Beşerî olanda yenileşme, bid'at olamaz. Aksi düşünülürse insanlık ilkel kabile standartlarının üstüne çıkamaz.

Esasında, "icma', fetvaya esas olan söz..." baş­lıklarıyla değişmezler yaratanlar ve bunlara uymayan görüşleri bid'at olarak damgalayanlar esas bid'atı bu ka­bulleriyle ortaya çıkarmışlardır. Yani beşerî âdet ve yo­rumu dinleştirmişlerdir. Bunlara uymayan yeni şeyler söylemek nasıl olur da bid'at sayılır?

Bid'at sadece nesneler veya ibadetler icat etmekle ol­maz. Dinde dayanağı olmayan dinsel tavırlar da bid'attır. Örneğin, Bâkırî, tebliğde veya ibadet ha­yatında ikraha (zorlama, baskı ve manipülasyona) gi­dilmesini bid'at olarak kaydetmiştir. (Bâkırî, 22-26)

Demek olur ki, bir şey din içinde ise onun uygulama şeklinin de din içinde belirlenen tarz olması gerekir. Aksi halde bid'at ortaya çıkar. Bu, özellikle ibadet ala­nında işleyen bir kuraldır. Bid'atlarla mücadelenin âdeta sembol ismi olan Ebu Şâme (ölm. 665/1266) bu noktaya parmak basarken Gazâlî (ölm. 505/llll)nin şu satırlarının altını çiziyor: "Yapılan işin Allah'a itaat türünden olması kişiyi itaatkâr yapmaz.

Allah'a itaatten söz etmek için vakit, şartlar ve tertibin de din tarafından belirlenmiş olması gerekir." (Ebu Şâme, 108)

Bugün Türkiye'de insanımıza kıldırılan 16 rekâtlık Cuma namazının İslam'da yeri nedir sorusunu, yukarıki tespitten sonra bir kez daha düşünmek gerekir! Şâtıbî, az önce sözünü ettiğimiz titizliğin hangi gerekçe­lere dayandığını gösterirken şu yolda konuşuyor: Bir şey, esası bakımından dinsel olmakla birlikte uygulaması yeni bir kural yaratıyorsa onun terki din olur. (bk. Şâtıbî; el-I'tısam, 2/32-34)

Şu halde, âdetin âdet olarak kalması halinde, ekle­nen ve değiştirilen ne olursa olsun, bid'attan söz edeme­yiz. Bizi bid'attan konuşmak zorunda bırakan olumsuzluk, âdetin dinleşmesidir.

Din olarak gönderilende bulunmayan şey olan bid'at, iki şekilde ortaya çıkar: 1Dinde eksiltme yaparak, 2Dinde artırma yaparak.

Şunu ekleyelim ki, bid'atlara baktığımızda daha çok dinde artırma (Şâtıbî'nin deyimiyle 'tezeyyüd') ifade eden bid'atlarla karşılaşıyoruz. Bunların çoğu da ibadet alanındadır. Şâtıbî , bu alandaki artırımın uzun vadede ibadetten uzaklaşma getireceğinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor, (aynı eser, 1/22, 40)

Bid'atlar çeşitli ölçütlere göre sınıflandırılmıştır. Bunların pratik bir önemi yoktur. Bir-iki örnek vermek­le yetineceğiz.

Bir sınıflamaya göre bid'atlar dört kısımdır:

1. Açıkça küfür olanlar: Cahiliye âdetlerinin dinleştirilmesi gibi.

2.    Büyük günah ile küfür arasında gidip ge­lenler: Çeşitli fırkaların mezhep saplantıları gibi...

3.       Büyük günah (kebîre) sayılanlar: Cinsel perhiz, iğdişleşme, kızgın güneş altında namaz kılma, sürekli oruç tutma gibi...

4.    Mekruh olanlar: Ramazan orucu biter bit­mez hiç ara vermeden Şevval orucuna başla­mak, hutbelerde padişahlara dua etmek, Kur'an'dan belli bir yeri vird (her gün belirli saat­lerde okunan dua) edinmek gibi... (bk. Şâtıbî; elFtısam, 2/36-39)

Bir başka sınıflamaya göre bid'atlar iki kı­sımdır: 1. Terkî olanlar, 2. Gayrî terkî olanlar. Birinci kısımda bid'at dinde olan bir şeyin terk edilmesiyle sergilenir; ikinci kısımda ise di­nin terk edilmesini istediği bir şeyin yaşatılmasıyla sergilenir, (bk. Şâtıbî; el-Ftısam, 1/42-45) SİYASET

Sadece İslam'ın değil, tüm dinlerin yozlaşmasında temel etkenlerden, daha doğrusu temel belalardan biri de siyasettir. Yani dinin siyasal başarı ve çıkar aracı ya­pılması... Biz bunu, siyaset ve saltanat dinciliği olarak anmaktayız.

Bu konu üzerinde burada uzun uzadıya duracak deği­liz. işin bu yanını biz, bu konuya ayırdığımız "Allah ile Aldatma" adlı çalışmamızda incelemiş bulunuyo­ruz. Burada söyleyeceklerimiz çok kısa olacaktır.

Tarihin en acımasız sektörü, dini siyasal amaçlar için kullanan sektördür. Bu sektör, insan kitlelerine yaptığı akıl almaz zulümlerle kalmamış, insanlığın birçok büyük evladının dinden soğumasına, dine ve Tanrı'ya karşı çıkmasına da yol açmıştır. Çünkü bu sektörün sergilediği kahırlara bakan insanlar "Din bu ise olmaz olsun!" hükmüne varmak durumunda kalmış ve bu olgu dinin tarih içindeki en büyük kaybı ol­muştur.

Bu sektör önce en zalim sektördür, çünkü insanlı­ğın rahmet, kardeşlik ve paylaşım kurumu olan dini do­yumsuz iştahların aracı yaparak insanın temel mutlu­luk yolunu dikenlemektedir. Bu sektör, aynı zamanda en namert sektördür, çünkü hiçbir savunma ihtiyacı duymadan gönülden güvenip teslim olmuş insanları al­datma üzerine oturmaktadır. Bu sektör, aynı zamanda tarihin en nankör sektörüdür. Güvenilmezdir, ve­fa nedir bilmez; nankördür, peygamberinin evladını bile hançerlemekten çekinmemiştir; arkadan vurur. Dahası, yürüttüğü ve yaşattığı zulümlerin harcamalarını o zul­mün mağdurlarına yaptırmaktadır. Aldatılan kitleler, Allah ile aldatıldıkları için işin farkına varmamakta, böyle olunca da tüm imkânlarını aldatanların önüne sermekte, üstelik bunu bir ibadet coşkusuyla yapmakta­dırlar.

Îşte bunun içindir ki, hiçbir insanlık suçu ve hiçbir vahşet bu sektörün yaptıkları kadar za­lim ve yıkıcı olamaz.

Siyaset dinciliğinin dini yozlaştırması nasıl oluyor? Bu sorunun en iyi cevabı, Emevî krallığının tarihi içinde yatmaktadır. Biraz açalım:

Siyaset dinciliğinin başarılı olması için di­nin omurgasındaki tanrısal iradenin yerine beşerî iradenin konması gerekir. Bu yapılma­dıkça sergilenen hiçbir günah, hiçbir hata dini yozlaştıramaz; dindarı da batırmaz. Hata niha­yet günaha vücut verir, günah ise tövbe ile sili­nir gider. Tanrısal iradenin yerine insan ira­desinin konması ise dinin rotasını değiştiren bir felakettir. Din, Allah'ın rahmetine doğru yol almaktan ve aldırmaktan çıkar, insan nef­sinin ve ihtirasların kaosuna doğru yelken aç­tırmaya başlar. Bunun sonu, Allah'ın erdirici iradesiyle insan nefsinin öldürücü arzularının yer değiştirmesidir.

Siyaset dinciliği bilir ki, bu yer değiştirme ger­çekleştirilmeden dini siyasal çıkarların aracı yapmak olanaksızdır.

Dinde bu irade değişikliği, her şeyden önce peygam­berlerin ahlaksal etkilerinin kırılmasını gerektirir. Peygamber, izlenebilecek bir ahlaksal model olmaktan çıkarılıp bulutlar üzerinde kutsallık ve heyecan dağıtan bir dünya ötesi varlığa dönüştürülür. Miraçla ilgili uy­durmalar, Peygamberimizin sakalı olduğunu iddia ettik­leri kılların kutsallaştırılıp tavaf nesnesi yapılması vs. hep bu dönüştürmenin İsrailiyât kaynaklı dayanakları­dır. Unutulmasın ki, Hz. Resul'ün evladından Hz. Hasan (ölm. 50/670)ı zehirleterek ortadan kaldıran ve Hz. Hüseyin (ölm. 61/680)in boynunu vuracak Yezid-i Mel'un'u atama yoluyla Müslümanların başına getiren Emevî kralı Muaviye, Hasan el-Basrî'nin ölüm­süz ifadesiyle "İslam'ın can damarlarını bir bir kestikten sonra" baş ucunda ölmesini bekleyenlere, Peygamber'in atık tırnaklarından sakladığı birkaç par­çayı kefeninin arasına koymalarını, bu sayede mahşer günü kurtulmayı umduğunu söyleyebilmiştir.

İşte siyaset dinciliğinin dinden, Resul'den, âhiret he­sabından anladığı budur!

Bulutların üstüne gönderilen nebinin bu yeryüzünde izlenecek tek şeyi bırakılır: Yaşadığı devrin fotoğrafı, yani içinden çıktığı toplumun giysisi, oturup kalkma şekli vs. Bu noktaya gelindiğinde peygamber artık bir ahlaksal model olmaktan çıkmış, bir artistik şekil ön­cüsü olmuştur. Sadece romantizm ve heyecan dağıtır ama yaratıcı atılım ve uğraşların ilham kaynağı olmaz.

Peygamber, ahlak ve sorumluluğun simgesi yapılmaz ama fetişizmin ve yapay kutsallıkların bir tür ilahı ko­numuna getirilir. Bu yapılmıştır ve öylesine tevhit dışı bir üslûpla yapılmıştır ki Kur'an'dan nasipli bir insan bunları gördüğünde bütün zerreleri ürperir. Kur'an'ın de­falarca "beşer" diye niteleyerek yaşayan ve izlenebilen bir model haline getirmek istediği Peygamber öylesine insan üstü bir konuma getirilmiştir ki sakalını, tırna­ğını, giysisini fetişleştirmenin de ötesine geçilmiş, dış­kısı fetişleştirilmiştir. Onun yüceliğini anlatacağını söyleyenlerden bazılarının onun dışkısına "gâita-i şe­rife" diyebildiklerine tanık olmaktayız. Dışkısı "şe­rif" diye anılan bir insan, kitleler tarafından model alınamaz, sadece uzaktan kutsanır. Çünkü o, Kur'an'ın "insan nebi"si olmaktan çıkarılmış, şirkin "melek nebi"si haline getirilmiştir. (Bu noktada Kur'an'ın şikâyetini görmek için Furkan Suresi 7-9. ayetlere bakınız)

Peygamber, melek-nebi konumuna yükseltilip izlene­bilir model olmaktan çıkarılınca, peygamber yetkile­riyle donatılmış izlenebilir modeller üretme aşamasına geçilir. Bunlar din adına tartışıl­maz, eleştirilmez, dokunulmaz, hata yapmaz kabul edilen kişilerdir: Mezhep imamları, şeyhler, seyyidler, efendiler, üstadlar...

Bu yapılandırma ulema-i ızâm (yüce ulema), fukaha-i benâm (ünlü fakıhlar), müçtehidîn-i kiram (soylu müçtehitler), cumhur (çoğunluk), eimme (imamlar) vs. övgü yaftalarıyla donatılan kişilere (on­lar farkında olur veya olmaz) yaptırılır; arkasından da onların kabullerine karşı çıkanlar dindışı ilan edilerek işe yarar kurallar serisi tabulaştırılır. Bu yaftalar on­lara, kıymetleri bilindiği için değil, dokunulmaz kılınıp putlaştırılmaları için verilir. Aksi olsa, yani bu yaftalar ilme ve âlime saygıdan doğsa, âlimin yaşayanına zu­lüm, öleninin fosiline övgü söz konusu olur muydu?

îstenen tespitler yaptırılan kişilerin ve o tespitlerin dokunulmaz kılınması için bir slogana ihtiyaç kalmış­tır. Slogan bulunmuştur: "Büyük imamlar devri bit­miş, din konusunda söylenecekler söylenmiş­tir." Kimse sormamıştır: "Vahyin son ayeti olan Mâide 3, dinin o gün kemale erdirilip tamam­landığını insanlığa ilan ederken sürç-i lisan mı etti de siz bu kemale erdirme işinin 'büyük imamlar' tarafından gerçekleştirildiğini söy­lüyorsunuz!?"

"İçtihat kapısı kapanmıştır" şeklinde ifadeye konan ve bugün îslam dünyası tarafından lanetlenen şirk sloganı işte bu devrenin ve zihniyetin ürünüdür. Bu sloganın esas anlamı düşünen ve düşündüğü için de iti­raz etmesi mümkün olan kişiler devri kapatılmıştır de­mektir. Kur'an ise öteki taraftan çağırıp duruyor: Ey iman edenler, sakın raiyyeleşmeyin, davar sü­rüsüne dönüşmeyin!., (bk. Bakara, 104)

Emevî işte bu "davarlaşma"y a giden çığırı açmıştır. Onun tahrik ve afsunuyla vücut bul­muş fıkıh ve hadis kitaplarının yanında, iman esaslarıyla ilgili akaid kitaplarında bile Kur'an'la taban tabana zıt yüzlerce kabul ve kural vardır. Adeta, karşı bir devrim yapılmış da İslam'a rakip başka bir din kurulmuş gibidir...

Ne ilginçtir ki Emevî'nin, tam bir şeytanet ile (bu deyim, 148/765'te ölen îmam Cafer es-Sadık tarafından Emevî krallarının siyasetlerini tanımlamak için kul­lanılmıştır) vücut verdiği Kur'an dışı tespitler tüm za­
manların siyaset dinciliğine azık ve dayanak olmakta­dır. Ve işte bu yüzden, günümüzün siyaset dincileri bu sahte dini tüm kavram ve kurumlarıyla yaşatmayı bir tür varoluş gayesi bilmektedir. Bu sahte dine karşı çıkanlar, dindışılık, zındıklık, reformculuk, hatta ajanlık ve din yıkıcılıkla suçlanmakta­dır.

Sonucun tam alınması için, kuşku yaratanların iyice tasfiyesi de sağlanmıştır.

Ta'zîr (kelime anlamı terbiye etme, dikkatli olmaya zorlama, tedbir alma) denen kavram ve kurum işletile­rek devlet başkanına, sakıncalı gördüğü konularda sa­kıncalı gördüğü kişileri hizaya getirmek için tedbir yet­kisi verilmiştir. Bu yetki ilk zamanlar, dayak ve ha­pis gibi cezalar öngörüyordu. Daha sonra, uygulanan si­yasetlere karşı çıkışlar artınca yetki sürgün ve öl­dürmeye kadar uzatılmıştır. Ve bir gün gelmiştir ki, devlet başkanı (imam, halife veya sultan) saltanatı için sakıncalı gördüğü kişi veya kişileri hiçbir sorgulama ve araştırma yapmadan bir emirle katlettirebilmiştir. Os­manlı düzenindeki "siyaseten katil" kurumu da işte bu ta'zîr kurumunun bir uzantısıdır.

Bu ta'zîr         (Osmanlı'daki

katil) kurumu, tarihin hukuk yapılandırılan ve işletilen en zulüm kurumlarından biridir. ne zararlı

 

binlerce insan dak bebeği de "suçları" sultan saltanat için

 

kaygı yüzünden bazan katledilmiştir.

 

olabilirler gerekçesiyle
(bunların içinde
vardır) ası lıp
veya halifenin
kaygı yaratıcı
analar,

 

Siyaseten

 

şekliyle        siyaseten

ve düzen adına büyük cinayet ve Devlete ve düze- yüzlerce,

 

onlarca kun- kesilmiştir. Tek onları devlet ve bulmasıdır. Bu evlatlar, babalar

 

katledilen devlet

 

adamlarından vezir-i âzam mevkiinde olanla­rın sayısı 43'tür: 23 tanesi azledilmeden, 20 ta­nesi azledildikten sonra katledilmiştir. Katle­dilen şeyhülislamlar da vardır. Bu ölümler içinde devletin varlığı ve halkın huzuru için gerekli olanlar elbette vardı; bizim eleştirimiz, bunun din adına yapılmış olmasına yöneliktir.

Biliyoruz ki siyaseten katil, önce suçluların katli idi, daha sonra potansiyel suçluların, ve nihayet hayalî suçluların katli haline geldi... Gerekçe şudur: Hikmet-i hükümet... Sultan öyle görmüş, öyle uygulamışsa bir hikmeti vardır, soru so­rulmaz... (Hikmet-i hükümetin nasıl işlediği hususunda bk. Mumcu, 93 vd.)

Kur'an, sadece şu iki halde ölüm cezası vermektedir: Taammüden cinayet, terör. Bir adı da "sünnet-i Ömer" (Ömer'in sünneti) olan recm ile bir adı da "sünnet-i Ebu Bekir (Ebu Bekir'in sünneti) olan mürtedlerin katli İslam dışıdır, (bk. Ahmet Mumcu, 45-46) Mürtedler, genellikle devlet aleyhine çalışan casuslar olarak yakalanmış ve öldürülmüşlerdir. Keşke gerekçe böyle gösterilse ve siyasetin işini kolaylaştırmak için din paravan yapılmasaydı.

Sünnet-i Ömer deyimini ilk kullanan ve yerleştiren, Muaviye'dir. Bu deyimi, ilk kez, ölen zenginlerin mallarına yönetim adına el koymak için kullandı, (bk. Mumcu, 13) Bu "sünnet-i Ömer"ler zaman­la sünnet-i Muhammed gibi algılandı ve daha sonra da sünnetullaha dönüştürülüp din haline getirildi. Olaya buradan baktığınızda şu tespite katılmamanız mümkün değildir: "İslam hukuku diye andığımız bütün içinde Kur'an ve sünnetin yeri ancak yüzde bir­dir." (Kremer'in bu tespiti için bk. Mumcu, 29)

Tüm bunları bildikten sonra ta'zîr kurumunun, adı konmamış bir engizisyon olduğunu söyle­mek acaba abartma olur mu?

İslam hukukçusu Abdülkadir Udeh, "Nassız (ayetsiz) suç ve ceza olmaz ilkesi dinin temel ilkelerindendir ama kamu yararı bu ilkenin esnetilmesini bazan gerekli kılar." diyor. (bk. Udeh; et-Teşrî'u'l-Cinâî el-Îslamî, 1/126) Bunu biz de ka­bul ederiz ama tarihe binlerce masumun katlinin da­yandırıldığı bir kavram olarak geçen ta'zîrin, hukukun normal sayacağı esnemelerle vücut bulup işletildiğini söylemek inandırıcı değildir.

Hurafe ve siyaset dinciliği çok iyi bilmektedir ki o eski kural ve kabuller yıkılırsa bugünün dünyasında onların yerini alacak yeni kabuller üretmek mümkün olmaz. O halde onların yaşatılması lâzımdır. Bunun için onların, onlara vücut verenlerin dokunulmaz, kut­sal, zaman üstü, aşılmaz ilan edilmesi kaçınılmazdır.

Dinin siyasete âlet edilmesi konusunda birkaç nok­tanın daha altını çizeceğiz. Bunların ilki, müminin siyasetle meşgul olmasıyla dinin siyaset aracı yapılmasının farklı olduğu gerçeğidir. Siyaset dinciliğine karşı çıkış, müminlerin siyasetten uzak durmaları anlamına alınamaz. Îkisi farklı şeylerdir.

Îşi bu şekilde algılamak ve "Dindarsan siyaset­ten uzak dur, o işi bize bırak!" anlamında tavırlar sergilemek ayrı bir din sömürüşüdür, bir insanlık suçu­dur; insana ve insan haklarına hakarettir.

Dine gönül vermiş insanlar, kendi değerleriyle prangalanarak sivil toplum hayatının dışına itilemez.

Mümin siyasetle uğraşacak ama "Dini benden başkası temsil edemez, benim hizmetimde ve emrimde olmayanların dindar olmaları müm­kün değildir! " mantığıyla mukaddesler üzerinde he­gemonya kurmaya kalkanların dinin başına bela aça­cağını da bilecek.

Ikincisi, müminin siyaset anlayışında, siya­sal çıkar için şer ve kötülükle beraberliğe git­mek yoktur. Çünkü Kur'an, yardımlaşma ve beraberli­ğin iyilik, güzellik ve hayırda olmasını istemiştir; kötü­lük, zarar ve serde yardımlaşma ve anlaşmaya gitmek temelden din dışıdır. Bu dindışılıkla ne dine hizmet edi­lebilir ne de insana...

Üçüncüsü, dine yalan söyleterek din hizmeti yapılamaz. Oysaki siyaset dincileri sınırsız ve aman­sız bir biçimde yalan söylemektedirler. Yalan ve iftira bunların sermayesi, hatta dini-imanı gibidir. Din; yala­nı, iftirayı, vefasızlığı, küstahlığı, düzenbazlığı, aldat­mayı, kamu malı yemeyi, ikiyüzlülüğü... yasaklarken siyaset yapanları istisna etmemiştir. Bu değerleri çiğneyenlerin "Dine hizmet gayesiyle yaptık" yolunda Makyavelist bir savunmaya gitmeleri, işledikleri günahlardan daha beter bir suçtur; Kur'an açısından bir talihsizliktir, din tahri­bidir.

Fitne ve fesat "fi sebîlillah" (Allah yolunda) olmaz. Siyaset dinciliği, tarih boyunca sergilediği ser­leri, fitne ve fesatları hep "Fi sebîlillah yaptık, onun için mazuruz!" diyerek yapmıştır. Eğer bir din bu ge­rekçeyi onaylıyorsa onun insanlığın vicdanında yer bulması imkân ve ihtimal dışıdır. Böyle bir din Allah'ın rahmeti olan din olamaz; o, birilerinin uydurduğu bir si­yasal çıkar felsefesidir.

"Böyle davranmaz isek başarılı olamayız!" diyenler varsa onlara şunu söylemek gerekir: Hiçbir mümin, siyasal başarı uğruna dininin yara al­masına seyirci kalamaz. Seyirci kalabilen, mü­min olamaz.

Mümin siyaset yapacaktır ve yapmalıdır; çünkü si­yaset bir hizmet mesleğidir. İnsana hizmet ise ibadettir. Dinin siyasete âlet edilmesine gelince, o, siyasette başa­rılı olmayı dinin mukaddeslerini araç yapmaya bağla­mak, dinin, tüm insanlığın ortak malı olan değerlerini bir siyasal ekibin öne çıkarılmasına araç yapmaktır. Siyaset dinciliğinde başarı, siyasal muhalifleri saf dışı etmek ve kendini öne çıkarmak için dinin baskı, manipülasyon, susturma aracı olarak sömürülmesine daya­nır. Siyaset dinciliğinde salt ve saf siyasal ba­şarı yoktur, dinin değerlerini başkalarının aleyhine kullanarak onları susturma vardır. Bunun içindir ki siyaset dinciliğinin en değer­li sermayesi hasımlarını tekfir (kâfir ilan et­me) ve onlara din adına iftiradır.

Böyle bir siyaset müminin siyaseti olmaz, düpedüz dinsizlik olur. Dinin yağmalanması, din değerlerinin insana açtığı kredilerin belli bir grubun çıkarı için te­kele alınması olur.

Son olarak şunu da söyleyelim: Siyaset dinciliği, poli­tik çıkarları uğruna din ve iman değerlerinin zedelen­mesinden, hatta telef edilmesinden rahatsız olmamakta­dır. Siyaset dincisi, siyasal çıkarı için dinle imanla zerre kadar ilgisi olmayanlarla sarmaş-dolaş olabildiği, kader birliğine gidebildiği halde dini adına en seçkin değerleri üreten ama kendisine politik destek vermeyen insanlara amansız biçimde düşman olabilmektedir.

Siyaset dincisinin hayatında ve davranı­şında belirleyici unsur. Allah'ın rızası ve di­nin saygınlığı değil, siyasal hesap ve çıkardır.

Burada bir gözlemimizi anlatmak istiyoruz: Türki­ye'nin değişik yörelerinde yıllarca Alevî-Şiî düşmanlığı yapmış, hatta Ali adından bile rahatsız olduğunu ifade etmiş "hocaefendiler" tanıdık. Bunlar günün birinde koyu Alici-Şiîci kesildiler ve bazı siyasal odakların gön­lünü almak için eskiden neredeyse ilahlaştırdıkları Ömer'e, Ebubekir'e dil uzatmaya başladılar. Neden?

Çünkü İran'da bir Şiî ihtilal oldu ve Türkiye'de bu "hocaefendiler"in bağlı olduğu siyaset odakları o Şiî ihtilalin öncüleriyle siyaset birliğine girdi. Şimdi bu efendilerin din hassasiyetleri ne oldu? Pek çok insan sormak ihtiyacı duymuştur: Bunların din nutukları Al­lah için mi, siyasal hesaplar için mi?

Aynı tutarsızlık, devrim sonrasında İran tarafından sergilenmiştir. Islamî devrimi hararetle destekleyenler­den olarak biz, bu tutarsızlıkları görerek korkunç hayal kırıklıklarına uğradık.

Ne yazık ki İran. siyasal rant uğruna dün­yanın her tarafında, o arada Türkiye'de en hızlı Yezitçilerle işbirliği yapmaktan çekinme­yen bir tavır izlemektedir. Nerede kaldı Ehlibeyt davası, nerede kaldı Emevî'nin İslam'ı perişan ettiğin­den asırlardır yakman anlayış!..

Gaye dinse, bu tavrın izahı mümkün değildir; gaye siyasal çıkarsa o zaman da bu tavra din demek mümkün değildir.

Demek oluyor ki dinin siyasal çıkar aracı yapılması din adına hayal kırıklığı, yozlaştırma ve hüsrandan başka bir şey getirmemektedir. Bunun böyle olduğunu, tüm dünya ile birlikte biz de izlemekteyiz... RABLEŞTİRME

Rableştirme, Allah'ın sıfatlarından biri olan Rab sı­fatını ismen veya fiilen birilerine vermek, birilerini rab haline getirmek demektir. Kur'an bunu "Allah'ın be­risinden rabler edinme" şeklinde ifadeye koymak­tadır. Rableştirme, Hz. Yûsufun ağzından eleştirilir­ken şu ürpertici soru sorulmaktadır: "Fırkalar oluş­turmuş rabler mi hayırlıdır, yoksa Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı?" (bk. Yûsuf, 39)

Bu beyyine (tanrısal kanıt), dolaylı olarak şunu da göstermektedir: Rableştirme ve rableştirenler mutlaka ve muhakkak fırkalar oluşturur, parçalanma ve bölünme getirir, tevhit gerçeğinden uzaklaştırır... Bir kanserojen bölünmedir ki o, Allah'tan başka hiçbir güç önüne geçe­mez.

Şirkin bir belirişi olan rableştirme, şirki en büyük zulüm olarak gören Kur'an'ın insan hayatından kov­mak istediği temel olumsuzluklardan biridir. Üç temel görünüm arz eder:

1.    Melekleri rableştirme (Âli İmran, 80),

2.    Peygamberleri rableştirme (Âli İmran, 80),

3.    Diğer insanları rableştirme.

Diğer insanları rableştirme de iki türlüdür: a) Din adamlarını, din sınıfını rableştirme (Tevbe, 31),

b)        Kişilerin birbirlerini rableştirmesi (Âli İmran, 64).

Rableştirmenin dini yozlaştırmaya sebep olanları, peygamberleri rableştirmeyle din sınıfını rableştirmedir. Çünkü bu rableştirmeler inkarcılar tarafından de­ğil, inananlar tarafından kutsal adına yapılır. Bu yüz­den en büyük yıkımı dinedir ve bu yüzden en tehlikeli rableştirme türüdür.

Peygamberlerin rableştirilmesi, dinler tarihi­nin en acılı dramlarından biri olarak karşımıza çıkı­yor. Peygamberler, habercisi ve elçisi oldukları Yaratıcı ile ortak konumuna getirilerek hizmet ettikleri davanın tam tersi bir amaca araç yapılmışlardır. Kur'an'ın bun­dan şikâyeti çok ağır ve ısrarlıdır.

Allah'ın elçilerinin Allah'ın ortakları ko­numuna getirilmesi ve bunun din adına yapılması Cenabı Hakk'ı öfkelendiren temel sapmalardan biridir.

Peygamberlerin rableştirilmesi dinde tevhidin omur­gasını zedeler, şirke kapı açar. Yozlaşmanın ana kana­lı budur. Bu kanal, ne yazık ki peygamberlere saygı ve onları yüceltme adı altında yapılmıştır ve yapılmakta­dır.

Kur'an'ın ana şikâyetlerinden biri olan bu sapma, Muhammed ümmetinin de temel sürçmelerinden biri olmuştur. Kur'an'ın bütün uyarısına, Cenabı Peygamber'in tüm engellemelerine rağmen...

Bunun nasıl yapıldığı, bu eserin "Peygamberlik ve Peygamberlerle ilgili Sapmalar" bölümünde ince­lenmiştir.

Din adamlarının veya din sınıfının rableştirilmesi de Kur'an'ın şikâyetlerinden biridir. Kur'an, nebileri rableştirmenin giderek din büyüklerini rableştirmeye varacağına dikkat çekmiştir. Hz. İsa'yı, Hz. Uzeyr'i "övüyoruz, yüceltiyoruz" teranesiyle rableştirenler (bk. Tevbe, 30), bir adım sonra da hahamlarını, ruhbanlarını rableştirmişlerdir. Bu bir süreçtir ki bir kez girdiniz mi şeytan size onu mutlaka tamamlatır. Yani nebilerin rableştirilmeleri, kaçınılmaz bir biçimde din temsilcilerinin rableştirilmesiyle sonuçlanır. İsa ve Uzeyr'in hemen arkasından hahamlar ve rahipler rableştirilmiştir. (bk. Tevbe, 31)

Kur'an âdeta şunu ilan ediyor: Peygamberleri rableştiren hasta şuuraltı onlardan boşalan yere birilerini oturtmak istemektedir. O birileri din sınıfının önde gelenleridir. Onun içindir ki Kur'an, Tevbe Suresi'nin 30. ayetinde nebile­rin rableştirilmesinden, 31. ayetinde de din sı­nıfının rableştirilmesinden söz etmiştir.

Ne yazık ki Kur'an'ın tanıttığı ve yıktığı bu bela, sonraki zamanlarda İslam'ın bünyesine de sokulmuş ve önce İsrailiyât uydurmalarıyla Hz. Peygamber rableştirilmiş, onun ardından da-süreç işleyerek-din adına yüce bilinen kişiler (sahabîler, tabiîler, şeyhler, mezhep imamları, seyyidler, şerifler vs.) rableşti­rilmiştir. İslam dünyası bu rableştirmenin zehirli kahır­ları altında asırlarca inim inim inlemiştir ve ne yazık ki inlemeye devam etmektedir. Yüzlerce örtülü ye­dek ilah, binlerce maskeli sahte peygamber, di­risi veya ölüsüyle, ümmetin kaderine hükmet­mektedir.

Dinde yozlaşmanın belirginleşmesi, başka bir deyiş­le bid'atların dini kuşatması din adamlarının rableştirilmesiyle gerçekleşir. Dinde yozlaşmanın son aşaması, bu aşamadır. Dinde sahte hüküm makam­larının doğması, yapay yasakların ve sevapların vücut bulması bu aşamadadır. Çünkü din adamlarının hoş gördüklerinin helal, çirkin gördüklerinin haram ilan edilmesi de bu aşamadadır.

Hahamların ve rahiplerin rableştirilmesinden yakı­nan Tevbe 31. ayet indiği zaman Peygamber Aleyhisselam'a sordular: "Hahamların ve rahiplerin rableştirilmesi nasıl olur?" Buyurdu ki: "Bu rableştirme halkın onlara ibadet etmeleri, tapmalarıyla olmaz; onların helal ilan ettiğini helal bilmek, haram dediklerini de haram bilmekle olur." (bk. Tirmizî, tefsîru Suretü't-Tevbe: hadis no: 3095))

Şimdi biz soralım: Onların haram dediğinin haram, helal dediğinin helal kabul edilmesi nasıl olur? işte reçe­te bu sorunun cevabındadır.

Hiç kimse inkâr edemez ki, bugünün insanı için, din büyüklerinin az önce değindiğimiz yolla rableştirilmeleri ashabın, tâbiûnun, mezhep imamlarının tarikat li­derlerinin, hatta b az ı siyasal şeflerin sözlerin i buyru k kabul etmek şeklinde vücut bulmaktadır. Onlar ne de­mişse doğrusu odur; içtihadın şaşmazını onlar yapmış, ilhamın sapmazını onlar yakalamıştır. Din, onların de­diği ve yazdığıdır...

işte bu anlayış ve kabul, Kur'an'ın Tevbe 31. ayeti­nin getirdiği ve o ayetle ilgili olarak Resul'ün gösterdiği beyyinenin dikkat çektiği felaketin ta kendisidir.

Bu felaket bugün Müslümanların nefesini kesmekte, bilime, akla, mutluluğa, onura, huzura ve nihayet Al­lah'ın dinine giden yolları dikenlemektedir. Müslüman­ların tüm gayretlerini sonuçsuz bırakan, dökülen terleri işe yaramaz hale getiren bela bu beladır. Bu bela, insanı insan yapan üstünlükleri çürütmekte, özgürlük, irade, yaratıcılık ve üreticilik gibi yüceltici değerleri köreltmektedir. "Sakın raiyyeleşmeyin!" diyen bir kitabın iman çocukları böyle bir belanın girdabında kıvranır­ken nasıl olur da insanlık kervanının önüne geçebilir­ler!? Bu, her şeyden önce o kitabın ilkelerine aykırıdır. Varlık ve hayatın kanunlarına zaten aykırıdır...

Kısacası, İslam dünyası, Allah'ın berisinden rabler edinmeyi sürdürdüğü sürece sürünmeyi de sürdürecektir... İkinci Bölüm

ALFABETİK SIRAYLA KONULAR ABDEST

Türkçe'ye Farsça'dan geçen abdest, ab (su) ve dest (el) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur.

Arapça'da abdest anlamında kullanılan vudu' keli­mesi Kur'an'da geçmez. Kur'an, abdestin adını anmaz ama onun ne için ve nasıl alınacağını anlatır. Nasıl ve neden bozulacağını da anlatır.

Abdest sadece ve sadece namaz kılmak için gereklidir. Kur'an, namaz dışında herhangi bir ibadet veya davranış için abdest almanın gerektiğine ilişkin bir ima bile taşımamaktadır.

Tüm bu söylediklerimize yer verilen ayet M aide Suresi 6. ayettir: "Ey iman sahipleri! Namaza du­racağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere ka­dar ellerinizi yıkayın; başlarınızı mesh edin ve topuklara kadar ayaklarınızı mesh edin/yıkayın."

Abdestin nasıl alınacağını düzenleyen ayet, ayakla­rın durumunu iki anlama gelebilecek bir cümle yapısıy­la vermiştir. Yani cümle o şekilde kurulmuştur ki ilk ve açık ifadesinden ayakların mesh edileceği, ikincil bir anlam olarak da ayakların yıkanacağı anlaşılmakta­dır. (Bu konuda fıkıh ve tefsir tekniği açısından geniş açıklamalar için bk. Öztürk; "Kur'andaki İslam", il­gili ayetin açıklaması)

Bu tarz, Kur'an'ın daha başka konularda da baş vur­duğu "kolaylık sağlayıcı esnekliklerdendir. Abdest o şekilde düzenlenmiştir ki isteyen ayak­larını yıkayarak, isteyen de mesh ederek abdest alabilecektir. Nitekim Asrısaadet Müslü­manları da böyle yapmışlardır. Abdest aldıkla­rında kimi ayağını yıkamış, kimi mesh etmiş­tir. Aynı kişi bir seferinde yıkamış, öteki sefe­rinde mesh etmiştir. Allah bu işi kuluna bıra­kıyor.

Kul, durumuna, şartlara, mevsime vs. baka­rak ayağını mesh etmek veya yıkamak yolla­rından birini tercih eder. Karar kendisinindir.

Ayağın meshi için herhangi bir şekil şartı yoktur. Yani ayak çıplak olabileceği gibi, ço­raplı, ayakkabılı veya çizmeli olabilir. Asrısaadet'teki uygulama da bu şekildedir.

* Abdesti, namaz dışında bazı ibadet ve davranışlar için de gerekli göstermek:

Abdestin, namaz dışında bazı ibadet ve davranışlar için de gerekli olduğunu söylemek Kur'an ve sünnete aykırıdır. Sonraki zamanlarda, yapay kutsallıklar ve buyruklar üreten bazı kişilerin dayatmasıdır.

İşin esası budur. Bunun dışına çıkarak namazdan başka ibadetler için abdest şartı koymak, özellikle Kur'an'ın tutulup okunmasını abdestli olma şartına bağlamak Kur'an dışıdır, saptırmadır.

(Bu konunun ayrıntıları, Kur'an ile ilgili bid'atlar bah­sinde verilmiştir. Geniş bilgi için ayrıca "Kur'andaki İslam" adlı eserimize bakılabilir.)

* Ayakların yıkanmasını farz göstermek:

Bu da Kur'an dışı bir iddiadır. Ayakların öncelikle mesh edilmesi emrediliyor. Ama kullanılan ifade, dile­yenin ayaklarını yıkayabilceğini de göstermektedir. Hal böyle iken, ayakların yıkanmasını farz gösterip mesh edebilmek için çorap türü bazı deri giysilerin (mest) gi­yilmesini şart koşmak Kur'an ve sünnette yeri olmayan bir dayatmadır.

Ayaklar her hal ve şartta mesh edilebilir: Çıplak, ço­rap üstüne, ayakkabılı, çizmeli, takunyalı vs. (Bu konu­daki Asrısaadet uygulamaları için bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 1/199-201)

Fıkıh kitaplarında "huff" (mest) diye geçen ve uzun uzun anlatılan şey, bir tür deri ayakkabıdır. Sıcak ikli­min bir tür ayakkabısıdır. Bugün bunu çorap yerine ko­yarak enine boyuna anlatıyorlar ve bunun dışındaki ço­rap veya ayakkabılar üstüne mesh edilemeyeceğini hükme bağlıyorlar ki, tam bir saptırmadır. Dinde zor­laştırma ve ziyadeleştirmenin açık örneklerinden biridir.

O halde abdestin farzları (mutlaka yerine ge­tirilmesi gerekenleri) ilmihal kitaplarının yazdıkları gibi 4 değil, 3'tür. Bunlar: 1. Yüzü yı­kamak, 2. Elleri dirseklere kadar yıkamak, 3. Başı ve ayakları mesh etmek (ayakları yıkamak tercihe bıra­kılmıştır, mesh etmek ise farzdır).

Kur'an ve sünnetin istediği abdest budur. Bu abdest, İbn Hemmâm (ölm. 211/826)ın, sahabî ve tâbiûn (sahabîlerden sonra gelenler) nesline dayanarak verdiği tanı­ma göre, "iki organın (eller-kollar ve yüz) yı­kanmasıyla, iki organın (baş ve ayaklar) mesh edilmesinden ibarettir." (Ibn Hemmâm, 1/17-21) Zo­runlu hallerde abdestin yerine geçen teyemmümde bu iki çift organın yıkananlarına mesh uygulanır, mesh edilmesi gerekenleri (baş ve ayaklar) tamamen devre dışı bırakılır.

Şunu da ekleyelim ki, abdestte işleme tâbi tutu­lan organların tümü, az veya çok açık hava şartlarına maruz kalan organlardır. Böyle ol­duğu içindir ki bu organlar, örneğin, örtünme emrinde buyruk kapsamına sokulamazlar.

Abdest uzuvları tesettüre tâbi değildir.

Bunlar da yüz, dirseklere kadar eller, saçlar ve ayaklardır. Asrısaadet'te uygulamanın böyle olduğunu görüyoruz. Tüm hadis kaynakları, o devirde Müslümanların kadın-erkek aynı yer­den, hatta aynı kaptan birlikte abdest aldıkla­rını açıkça göstermektedir. Bunun açık anla­mı, abdest uzuvlarının tesettüre tâbi olmadığı­dır.

Bunu söylediğimizde bir cehalet sergilenmekte ve şöyle denmektedir: O uygulama, mahrem kadm-erkekler arasında veya Peygamberimizle eşleri arasında idi. Bu tam bir yalandır ve kaynaklara açıkça terstir. Kadınerkek tüm Müslümanların bir arada ve aynı kaplardan abdest almalarıyla, mahrem kadın-erkeklerin veya pey­gamberimizle eşlerinin aynı kaptan yıkanmalarına-abdest almalarına ilişkin haberler ayrı ayrı başlıklar al­tında verilmiştir. Hatta Hz. Ömer, bu durumdan rahat­sız olmuş ve sert tavrını bir kez daha konuşturarak ka­dın ve erkekler için ayrı kaplar hazırlanmasını öner­miştir, (bk. Ibn Hemmâm, 1/75) Eğer durum mahremler arası bir beraberlik olsaydı Ömer'in müdahalesinin bir anlamı kalır mıydı?

Ömer'in müdahalesinin bir sonuç vermediği ve uygu­lamanın öylece devam ettiği tartışmasızdır.

Kısacası, Asrısaadet'te, kadınlarla erkekle­rin aynı yerde ve aynı kaplardan abdest aldık­larında hiçbir kuşku, hiçbir tereddüt yoktur. Böyle olunca da hiçbir tevil söz konusu olma­malıdır.

Bu konunun anlatıldığı yerlerde "Bu uygulama tesettür hükmünün gelişinden önce idi" şeklinde bir kayıt da konmamıştır. Eğer böyle bir şey olsaydı o kayıt mutlaka konurdu. Sadece son yıllarda bazı yayın­cılar, hadis kaynaklarında metnin tamamen dışına (yayıncının notu olarak) şu kaydı koymuşlardır: "Bu uygulama tesettür emrinden önce olabilir!"

Olabilir ama, her ne hikmetse olmamış. Ve şu, ke­sin bir sünnet uygulaması olarak bize ulaşmış­tır: Abdest uzuvları için tesettür kaydı aranm a z.

Abdest alınırken organların bir veya birkaç kez yıkanması, kişinin o andaki durumuna ve kendi takdirine kalmıştır. "Abdestin sünnetleri" diye bir başlık atarak organların üç kez yıkanmasının sünnet olduğu yolunda beyanlarda bulunup rakamlar sıralamak doğru değildir. Yapay buyruk icadıdır. Hz. Peygamber, içinde bulunduğu çevre, iklim ve vücut şartlarına göre, abdest sırasında yıkanan organlarını bazan bir kez, bazan iki-üç kez, bazan da dört kez yıkamıştır, (bk. Ibn Hemmâm, 1/40-42) Başının bazan yarısını, bazan tümü­nü mesh etmiştir. Meshederken bazan kulaklarını da meshe tâbi tutmuştur. Bazan kulaklarının sadece dışını, bazan içlerini de mesh etmiştir, (bk. Ibn Hemmâm, 1/612) Bundan doğal ne olabilir? Kişi yüzünü, elini, kolunu kaç kez yıkayacağına içinde bulunduğu değişik şartları dikkate alarak kendisi karar verir.

Dinin istediği, abdest alanın, biraz önce be­lirttiğimiz uzuvlarını birer kez yıkamasıdır. Ayette sayılandan daha fazla organın (örneğin ağzın içinin, burnun) yıkanması, tıpkı zorunlu organların birden çok yıkanması gibi, tercihe bırakılmıştır. İsteyen, abdest alırken, örneğin, ayakları yanında dizlerini de yıkayabilir. Ama bunlar kişinin o andaki durumuna ve sonuçta kendi isteğine bağlıdır.

* Organları yıkamayı sıraya bağlamak:

Abdest organlarının yıkanması veya mesh edilmesi için herhangi bir sıra şartı yoktur. Ancak, yıkanması emredilen organlar dikkate alındığında kendiliğinden doğan bir sıralama ortaya çıkar: Bir insan önce ellerinikollarını, sonra yüzünü yıkar, daha sonra da başını ve ayaklarını mesh eder.

Ama bir kişi, bu sıraya uymasa veya bu sırayı unuta­rak bozsa unuttuğu organı yıkar ve abdesti geçerli olur. (İbn Hemmâm, 1/34-37) Kişi isterse kendine özel bir yı­kama sırası da belirleyebilir. Bu ona bırakılmıştır. Ge­leneksel ilmihaller bu konuda Allah'ın emri gibi sıra­lar, sayılar belirlemekte, bu sıralamanın bozulması ha­linde nelerin gerektiğine (1) ilişkin uzun uzun yazıp durmaktadırlar.

Doğrusu, bu tarz, bir-iki paragrafta, birkaç cümlede anlatılabilecek abdesti bir akrobasi anlatımı haline geti­rerek içinden çıkılmaz bir kaosa dönüştürmekte, Al­lah'ın kullarında hiç yoktan, bıkkın bir şuuraltı uyan­dırmaktadır. Kur'an'ın kolaylık ve sadelik dini olarak tanıttığı İslam adına böyle bir zorlaştırma yaratmaya kimsenin hakkı olamaz...

Bunun yerine, Müslüman'a: "Şu, şu organlarını yıkayacaksın, gerisi sana kalmıştır" diyerek iş birkaç cümlede bitirilseydi sonuç, Allah'ın muradına ve Hz. Peygamber'in uygulamasına çok daha yakın olurdu.

* Abdesti bozan şeyleri yerel-kişisel tercihlere göre belirlemek:

Abdest ile ilgili bid'at ve sapmalardan biri de budur. Fıkıh kitapları, özellikle ilmihaller okunduğunda görü­lür ki tarih boyunca birilerinin abdestli kabul ettiği kişi­leri bir başka zümre abdestsiz kabul etmektedir.

Böyle bir şeyi onaylamak mümkün değildir. Abdest, namazın olmazsa olmaz şartıdır. Bir insan namaz kılacaksa bunun ilk şartı abdest almaktır.

Bir insan ya abdestlidir, ya abdestsiz. İslam bir tanedir, onun namazı bir tanedir ve o na­maz için ön görülen şartlardan biri olan abdest de bir tanedir. O halde bir insan birine göre abdestli, bir ötekine göre abdestsiz nasıl olur? Bu işin İslam'a ve onu gönderen Allah'a göre olanı hangisidir?

Hz. Peygamber'in abdest tazelemesinin se­bepleri nelerdir? Birine göre şu, birine göre bu. Bir peygamber ümmetini hem de temel ibadet­lerden biri konusunda böyle bir karmaşaya sü­rükler mi?

Elbette ki hayır!

O halde ne yapacağız? Çare bellidir ve tektir. Kur'an'ın, abdestin bozulmasına ilişkin beyan­larını esas alarak abdesti nelerin bozduğunu belirleyeceğiz, onun ötesini kişinin tercihine bırakacağız.

Zaten bir mesele mezhep meselesi haline gel­mişse artık kişisel tercih konusu olmuş demek­tir. Adı üstünde: Mezhep. Mezhep kişilerce izlenen yol, yöntem, ekol ve tavır demektir. İsteyen iste­diği mezhebi izler veya hiçbir mezhebi izlemez. Allah bizi mezheplerden değil, tek ve biricik olan di­ninden sorumlu tutacaktır.

Allah'ın gönderdiği ve Peygamberin gösterdiği açık beyyinelerde mezhep tercihi ve kişi ihtilafı olmaz. Olursa bu Allah'ın dini olmaz. Allah'ın dininde ihtilafın başladığı yerde kişisel tercih başlamış demek­tir. Bu noktadan itibaren dileyen dilediğini se­çer ama bu seçimlerin hiçbiri dinle eşitleneme z.

Kur'an'ın Mâide Suresi 6. ayeti abdestin hangi hallerde bozulacağını da göstermiştir. Bunlar: 1. Tuvalete gitmek (yani önden ve arkadan bir şeyin çıkması hali) ile, 2. Kadınlarla cinsel temastır.

Tuvalete gitmek, bu adı taşıyan bir mekânda ihtiyaç gidermekten ibaret değildir. Bu anlama gelecek her hal abdesti bozar. Buna fıkıhta, isa­betli bir ifadeyle "iki yoldan birinden bir şeyin çıkması" denmiştir ki dışkı, sidik, meni, mezi, yellenme, el veya parmağı öne ve arkaya sok­ma (çünkü bu durumda önden ve arkadan bir şeylerin çıkmaması söz konusu olamaz) bu de­yimin içine girer.

Cinsel organlara (ve makata) dokunmanın abdesti bozup bozmadığı tartışılmıştır, (bk. Ibn Hemmâm, 1/110114) Biz, bu noktada Mâide 6. ayetin beyanını dikkatle okumanın işi çözeceğine inanmaktayız. Cinsel or­ganları (ve makatı) okşama, eğer onlardan bir şeyin dı­şarı çıkmasına yol açıyorsa abdest bozulur; böyle bir so­nuca yol açmıyorsa bozulmaz.. Yani bu durumda da be­lirleyici ölçüt, önden veya arkadan bir şeyin çıkmasıdır.

Ilmihal kitaplarında abdesti bozan şeyler arasında gösterilen bayılmak, delirmek, uyumak, sarhoş­luk ... gibi hallerin tümü önden veya arkadan bir şeyle­rin çıkması halinin değişik ifadeleridir.

Vücuttan kan çıkışının abdesti bozacağına ilişkin rivayetlerin tümü uydurmadır, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/279-2819

Kadınlarla cinsel temasın abdesti bozmaması düşü­nülemez, çünkü bu hal sadece abdesti değil, guslü de ge­rektirir.

Mâide 6'da abdesti bozan hallerden biri olarak göste­rilen sebep "kadınlara dokunmuşsanız" şeklinde bir ifadedir. Ancak bunun elle dokunma veya tokalaşma şeklinde anlaşılması mümkün değildir. Çünkü bunun sonucunda gusül emredilmiştir. Gusül ise cinsel temas için gerekir. O halde buradaki "dokunursanız: lâmestüm" ifadesi aynı ayette Kur'an tarafından tefsir edilmiştir. Yani "dokunursanız" sözü, bizzat Kur'an tarafından, iki anlamından biri olan cinsel temasa tahsis edilmiştir.

Ama kişi tercihini elle dokunmanın da abdesti boz­duğu şeklinde bir anlayış yönünde kullanır ve kadın­lara dokunduğunda abdestini tazelerse bu onun kişisel beğenisi olur ve bu kadarla kaldığı sürece saygıyla kar­şılanır. Ama dinin emri budur diyemez.

Uyku da abdesti bozar, çünkü uyku halinde de önden veya arkadan bir şey veya bir şeyler çıkabilir. En azından yellenme vücut bulabilir.

* Abdest sırasında okunması gereken dualar olduğunu söylemek:

Bu anlamdaki tüm rivayetler uydurmadır. Abdest bir temizliktir; onu yerine getirirken bir şeyler okumak ne­den gerekli olsun! İsteyen, istediğini elbette okur, ama bunu kendi tercihi olarak yapar, din diye gösteremez. Abdest sırasında Kadir Suresinin okunması duru­munda büyük sevap kazanılacağına ilişkin "hadis" unvanlı bir uydurma da vardır. (Bu uydurma için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/157)

ALKOL

Geleneksel tefsir ve fıkıh anlayışı, Kur'an'daki "içki" yasağını sadece alkol içme yasağı olarak anlar. Bu yasağın konusu olarak geçen "hamr" sözcüğünü de geleneksel anlamıyla şarap olarak değerlendirdiği için diğer alkollü içkileri, "kıyas" yöntemiyle yasak gös­terme yoluna gider. Bu mantık şu şekilde işlemektedir: Şarap, içinde alkol olduğu için yasaklanmıştır. Diğer alkollü içkilerde de alkol vardır. O halde onlar da yasaklanmıştır.

Biz bu fıkıh mantığına iki sebepten karşıyız: Birin­cisi, Kur'an'da kıyas diye bir şer'î dayanak yok­tur. Tam aksine, kıyası ilk kullananın İblis olduğunu bize haber veren Kur'an'dır.

Tüm alkollü içkilerin haramlığını tespit için böyle bir yola gitmeye lüzum da yoktur. Çünkü yasağı getiren Mâide 90. ayetin kullandığı hamr kelimesi aklı örten, bürüyen ve sonuç olarak da çalışmasını sekteye uğratan şey demektir. Yasaklanan, işte bunu yapan şeylerdir. Adı ne olursa olsun, fark etmez.

Buna göre, sadece alkollü içkiler değil, tüm uyuşturu­cular haramdır. Sıvı, katı... Kur'an öyle bir kelime kul­lanmıştır ki o kelime, yasağın geldiği günün toplumundaki tek alkollü içki olan şarapla birlikte tüm uyuşturu­cuların haramlığını sağlamaya yetmektedir. Bu kelam harikası dururken, iblis tarafından kullanılmış ve Kur'an'da yerilmiş bir yönteme baş vurmaya ne gerek var!

Kaldı ki bu yönteme baş vuran fukaha, bu yüzden kendi başlarına art arda sıkıntılar da açmışlardır. Kı­yas metodunun babası sayılan imamı Azam (ölm. 150/767), hamr kelimesinin örfî anlamı şarap olduğu için mutlak haramlığı sadece onun için işletmiş, diğer alkollülerin haramlığını Nisa Suresi 43. ayetteki sar­hoşluk kaydına bağlamıştır. Bunun içindir ki İmamı Azam'a göre, şarap dışında içki içen kişiye, sarhoş olmayacak kadar içmişse hadd-i şirb (içki içme cezası) uygulanmaz.

Osmanlı şeyhülislamlığı da bu yönde fetva ver­miştir.

Tam burada, tarihin ve okuyucularımın huzurunda bir olaya dikkat çekmeyi, insan haklarına saygının bir gereği sayıyoruz: ilk b askısı 1992'de yayınlanan "Kur'andaki İslam" kitabımızda Mâide 90. ayetle ilgili açıklama yaparken, şurada arz ettiğimiz bakış açısını aynen ortaya koymuş ve Hanefî ekolün fakıhlarını da nazikçe eleştirmiştik. Ne yazık ki Müslümanlık adı al­tında sömürü, iftira ve onursuzluk sergileyen bazı hurafe çapulcuları, halk arasında yaydıkları bir boşürde, söyle­diğimizin tam tersini bize isnat ederek "Kur'an da ki İslam yazarı, sarhoş olmayacak kadar içilebi­lir diye fetva veriyor" iddiasında bulundular.

Eşi-menendi az görülmüş bu iftirayı göstermek için yazdığımız "Bir Fetva ve Bir İftira" adlı yazımızın bazı bölümlerini buraya aktarmak istiyorum. Yazının tamamı için bizim "Kur'an Uyarıyor" adlı kitabı­mıza bakılabilir.

Alkollü içkileri yasaklayan ayette kullanılan hamr kelimesinin örfî anlamını alan bazı fakıhlar, o arada imamı Azam, kelimeyi şarap anlamında değerlen­dirmiş, diğer alkollü içkileri içenlere "içme cezası" uygulanmasını sarhoş edecek kadar içme şartına bağ­lamıştır. imamı Azam'ın bağlı olduğu Irak fıkıh eko­lünün babası ve İmamı Âzam'ın hocası Hammâd b. Ebî Süleyman (ölm. 120/737)ın üstadı olan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) de aynı görüştedir. Bu, fıkıhla ilgilenen herkesin bildiği bir gerçektir.

İmamı Âzam'ın hocasının hocası Nehaî'nin görüş­lerini, ünlü araştırmacı Muhammed Revvâs Kal'aci'nin "Mevsûatü Fıkhı İbrahim en-Nehaî" adlı eserinden özetleyelim:

Nehaî, alkollü içkileri ikiye ayırır:

1. Hamr (şarap), 2. Diğer sarhoş ediciler (müskirat). Nehaî'ye göre, şarap üzüm suyunun kaynatılması suretiyle elde edilen içkidir. Aynı yolla hurmadan elde edilen içki de şaraba benzemekle birlikte onun içilmesi sadece mekruhtur.

Hurmadan yapılan içki ile benzeri alkollüleri (şarap dışındakileri) içenlere, Nehaî fetvasına göre, ancak sarhoş olmuşlarsa had uygulanır. "Her sarhoş eden, haramdır" şeklindeki kuralı (ki hadis diye rivayet edi­lir) kabul etmeyen Nehaî'ye göre, şarap dışındaki içkileri sarhoş olmayacak kadar içenler sadece ta'zîr edilir, yani azarlanıp uyarılır.

Nehaî'nin bizzat kendisi bir tür likör olan nebizi içer, konuklarına da ikram ederdi. Nebiz; üzüm, hurma, elma, susam, arpa, buğday vs. gibi meyve ve ta-

hıllardan yapılır. Bazılarının nebizi "şıra" diye ta­nıtma gayretkeşliğine girmeleri bir saptırmadır, yalan­dır. Nebi z, esasında alkollü içkilerden bir serinin ge­nel adıdır. Nebizin çoğulu olan enbize kelimesi bunlara cins adı olmuştur. Nebizgiller demektir.

Arap dilinin ünlü lügatlerinden el-Müncid, nebizi "Hurma ve üzümden yapılan sarhoş edici içki" diye tanımlıyor ve nasıl yapıldığını da anlatıyor.

Nehaî ekolünün, sahabîler kuşağındaki temsilcisi tbn Mes'ud (ölm. 32/652) ve onun bilgilerini nakleden tabiî kuşağı fakıhı Alkame (ölm. 62/681) de nebiz içen­ler arasındadır, (bk. Kal'aci; Nehaî, 1/287)

Araştırmacı-otorite Kal'aci, Sevrî fıkhı üzerine yazdığı eserinde, bu fıkhın babası olan ve aynı zamanda sufî-muhaddis diye bilinen Süfyan es-Sevrî (ölm. 161/777)nin de nebiz içtiğini bildiriyor. Sevrî'ye göre, nebizgilleri, sarhoş olmayacak kadar içmekte dinen bir sakınca yoktur. Kal'aci bu bilgiyi verdik­ten sonra şunu da ekliyor: "Bu tür alkollü içkiler konusunda Irak fukahasının tavrı budur." (bk. Kal'aci; Fıkhu's-Sevrî, 162-163)

İslam din ilimlerinde, özellikle fıkıhta tartışmasız otoriteler olan Nehaî ve Sevrî'den naklettiğimiz bu an­layış ve fetva, İmamı Azam adına, onun öğrencisi ve fetvalarının toplayıcısı olan İmam Muhammed eşŞeybanî (ölm. 189/804)nin eserlerinde aynen tekrar­lanmıştır, (bk. Şeybanî; el-Câmiu's-Sağîr (Eşribe bahsi), 385-386)

Hanefî fıkhının en ünlü bilginlerinden biri olan müfessir-fakıh el-Cassâs (ölm. 370/980), fıkhî bir tefsir olan "Ahkâmu'l-Kur'an" adlı eserinde, Kur'an'ın ya­sakladığı hamrın şarap dışındaki içkilerin adı olarak kullanılamayacağını uzun uzun savunur, (bk. Ahkâmu'l-Kur'an, 1/447-451) Cassâs, Peygamberimizin, Ve­da Haccı sırasında söylediği şu sözü de altını çize çize gündeme getirmektedir: "Şarap aynıyla haramdır; onun dışındaki içkiler ise sarhoş olacak kadar içilmeleri şartıyla haramdır." (bk. Cassâs; Ahkâmu'l-Kur'an, 1/444)

Cassâs'a göre, bu demektir ki Hanefî fıkhının bü­yük otoritelerinden birine göre, aynıyla (az veya çok, sarhoş edecek kadar veya daha az) haramlık sadece ve sadece üzümden yapılan şarap içindir. Kur'an'da geçen hamr adı şarap dışında hiçbir alkollü içkiye verilemez. Onlar ancak sarhoş edecek kadar içilmeleri halinde ha­ram hükmü altına girerler, (bk. Cassâs, aynı eser, 1/444446, 2/648-653)

Osmanlı meşihetinin bu konuya bakışı da aynen Irak ekolününkü gibidir. Hanefî ekolünün, sonraki yo­bazlarca saklanan bu anlayışı, Osmanlı Imparatorluğu'nun en uzun hizmetli şeyhülislamı olarak bilinen Çatalcalı Ali Efendi (ölm. 1692)nin "Fetâva "sında aynen tekrarlanmış ve Imparatorluğun fetva makamı adına yeniden fetvaya bağlanmıştır. Aynı zamanda Nakşî ve Halveti şeyhi olan babasından dersler aldığı için M e cm au' l-B ahr e y n (iki denizi birleştiren) diye anılan Çatalcal ı Al i Efendi , ünlü fetvasını "vişnab" diye bilinen vişne likörü ile ilgili olarak sorulan bir soru münasebetiyle vermiştir. Otuzdan fazla baskı yapan ve Arapça kaynakları ayrı bir eser olarak basılan "Fetâva"sında Şeyhülislam Ali Efendi aynen şöyle diyor: "Vişnab dimekle maruf olup müskir olan şerbetin sekir virmeyecek miktarın telehhî kasdınsız içmek helal midir? Elcevap: İmamı Âzam ve İmam Ebu Yûsuf katlarında helaldir.

İmam Muhammed katında haramdır. Fî zamanina, İmam Muhammed kavliyle fetva ihtiyar olunmuştur." (bk. Fetâva, İstanbul, 1305 baskısı, 2/326)

Ali Efendinin meşihet makamı adına verdiği fetva­nın, günümüz Türkçesiyle ifadesi şu: "Vişnab diye bilinen sarhoş edici içkinin, sarhoş etmeyecek kadarını, eğlence kastı olmaksızın içmek ha­ram mıdır? Cevap: İmamı Âzam ve İmam Ebu Yûsuf'a göre haram değildir. İmam Muhammed'e göre haramdır. Zamanımızda, İmam Muhammed'in görüşüyle fetva vermek tercih edilm i ş t i r."

Fıkıh otoritelerinin söylediği bu... Biz bunu, bilim adamı ciddiyetiyle dile getirdik; ama bu fikre katılma­dığımızı da belirttik. Bundan çıkarılacak sonuç şu idi: Kur'an'daki İslam yazarı, şarap dışındaki al­kollü içkilerin sarhoş etmeyecek kadar içilebileceğini söyleyen fıkıhçıları eleştiriyor. Ona göre, tüm alkollü içkiler, ne kadar içilirse içil­sin, haramdır.

Ne yazık ki, insanlara iftira ve haksızlıkta dinsizlerin bile tenezzül etmedikleri alçaklık­lara tenezzül eden din tüccarı yobazlar, bizim aleyhimizde bunun tam tersini propaganda ede­rek, halkı ifsada çalıştılar.

Sonuç ne oldu? Kur'an'daki İslam kitabını alıp oku­yan halkın, yalan ve iftira dincilerini bir kez daha ta­nıması oldu.

Sapma ve saptırmaların bir kısmını gördük. Diğerle­rini de şöyle özetleyebiliriz:

*   Kaynatılmış alkollü içkinin haram olduğunu söylemek:

Alkol ve alkollü içkiler, keyif verici, uyuşturucu ola­rak içildikleri takdirde haramdır. Bunlar kaynatılır, pi­şirilen yemeklere katılır ve içki olmaktan çıkarılır­larsa normal gıdaya döner, haram listesinden çıkarlar. Hz. Ömer, kaynatılmış şarabı içmiş, içmek istemeyen Ubâde b. Sâmit (ölm. 34/654) adlı sahabîye şöyle çıkışmıştır: "Ey ahmak! O kaynadı, şaraplığı kal­madı. Sen, sirkeyi içmiyor musun? O da bu su­dan..." (bk. Ebu Zehra; Ebu Hanife, 299)

O halde, alkolün pişmekte olan yemeklere, lezzet verici olarak katılmasının (et ve balığa bir miktar şarap ekleyerek pişirmek gibi) di­nen hiçbir sakıncası yoktur.

*   Alkolün içme dışındaki kullanımlarını haram göstermek:

Bunun en tipik örneği "alkolsüz kolonya" söyle­midir. Alkol en iyi temizleyicilerden biri ve en ideal mikrop öldürücüdür. İslam bunun keyif verici olarak içilmesini yasaklamıştır. Yasağın başka alan­lara taşırılması dine ekleme yapmaktır. Alkol; temizlik, parfüm, ilaç vs. gibi alanlarda rahatlıkla kullanılabilir. Alkolsüz kolonya tâbiri İslam ve akıl dışı ti­carî bir slogandır. Din üzerinden bedava reklam yapmak isteyenlerin "Allah ile aldatma" oyunların­dan biridir. Dindar insanları, kutsal kavramları kulla­narak kendi ticarî ürünlerini almaya zorlamaktır.

Kolonyanın alkollü veya alkolsüz olmasının İslam diniyle hiçbir ilgisi yoktur.

* Kadeh kaldırmayı içki içmekle bir tutmak:

Yıllardan beri bize yoğun biçimde sorulan sorulardan biri de şudur: "İşimiz, konumumuz gereği, bazı resmî toplantılarda uygulanan kadeh kaldır­maya, içinde su veya meşrubat olan kadehleri­mizle biz de katılıyoruz. Bunu yapmakla içki içmiş oluyor muyuz?" Cevap nettir ve bir tektir: Ha­yır!

Hayatları protokol ve resmiyetle geçen, devleti, kurumları temsil durumunda olan bazı insanlar, dünyanın şurasmda-burasında çeşitli toplantılara katılmakta, bu münasebetle çok ayrı inançlardan insanlarla birlikte olmaktadırlar. Bu birlikteliklerde imza veya müzakere törenleri sonunda memnuniyet genellikle kadeh kaldırı­larak ifade edilmektedir. Her nasılsa bu, uluslararası bir ortak gelenek olmuştur.

Alkollü içki kullanmayan bir insan, bu top­lantılarda topluluğun sevincini paylaşmak için içinde su veya mevye suyu, kola vs. bulunan kadehini kaldırabilir. İslam'da bardağı kaldırmak diye bir günah yoktur, alkollü içki içmek diye bir günah vardır. Onun da nasıl anlaşıldığını, İslam fıkhının en büyük otoritelerinden naklen, yukarıda gösterdik.

Yani iş, kendisi gibi düşünmeyenleri cehenneme göndermek için bahane arayanların anlattığı gibi değil­dir. Herkese iftira atmayı temel ibadet haline getiren si­yaset ve fesat ekipleri bu durumlarda siyasal rakiplerini yıpratmak için kendilerine özgü kötü niyet tutkusunu iş­leterek yaygarayı basmaktadırlar: "Filanca, falan yerde kadeh kaldırdı..."

Bu iftira zihniyeti, kalkan bardağın içinde ne olduğunu söylememekte, şaibe yaratarak ağ­zına alkol koymamış insanları bir tür "içkici" gibi gösterme namertliğine tenezzül etmektedir.

İnsanların sevinçlerine, özellikle devletler ve kurumlar arası toplantılarda ortak olmak bir insanlık ve uygarlık görevi olmanın ya­nında bir diplomatik (bazan ekonomik, askerî) zorunluluktur. Önemli olan, bu mekânlarda da Al­lah'ın yasaklarını çiğnememeye dikkat etmektir. Eğer ulusal, kitlesel menfaatler söz konusu ise, zorunluluğun gerektirdiği ölçüde yasakları çiğnemeye bile izin vardır. Saltanat ve fesat dincileri, kendileri söz konusu oldu­ğunda bu zorunlulukların din içi dayanaklarını rahat­lıkla bulmakta ve ortaya koymaktadırlar. Hatta bu du­rumlarda, yasak çiğnemeyi bir tür "siyasal zafer" veya "cihat" bile ilan edebilmektedirler. Ama başkaları söz konusu oldu mu, nasıl bir insanlıktır ki, içinde por­takal suyu bulunan kadehi kaldıran adamlar "içkici, kafa çekici" olmaktadırlar.

İslam'ın değerlerini çarpıtmayan gerçek müminler bilirler ki, özel konum sahibi insanların, toplumdan ayrı düşmemek için sadece bardaklarını kaldırıp ortak sevince katılmalarını "içki içmek" olarak göstermek en büyük yasaklardan birini çiğnemenin ta kendisidir; bir insanlık suçudur. Tam bu noktada, Kur'an'ın, "Fit­ne çıkarmak can almaktan daha ağır bir suç­tur." (Bakara, 217) ve Hz. Peygamber'in, "İnsanların gıybetini etmek, zina işlemekten daha kötü bir günahtır." dediğini anımsayalım. İftira ve fesat odaklarının az önce değindiğimiz davranışları, din açısından bakıldığında, gıybet, suizan, iftira, ya­lan... gibi birkaç günahın aynı anda işlenmesidir ki, failini çok ağır bir vebal altına sokar.

ARAPÇA VE ARAPÇACILIK

Kur'an'a göre, insanların dillerinin farklı oluşu, tıpkı renklerinin farklılığı gibi, Allah'ın ayetlerindendir: "Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dilleri­nizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için el­bette ibretler vardır." (Rûm, 22)

Renk ve dil farklılığının, tıpkı yerlerin ve göklerin yaratılması gibi bir ayet olarak tanıtılması, dil ve renk farkının Allah'ın varlığa koyduğu kanunlardan oldu­ğunu ve tüm doğal oluşlar gibi normal karşılanması ge­rektiğini gösterir.

Kur'an'ın hiçbir yerinde, herhangi bir dilin, örneğin Arapça'nın, üstün olduğu, farklı bir tanrısal ayet olduğu yolunda ne bir açıklık, hatta ne de bir ima vardır. Tüm insanlık dillerinin ve renklerinin farklılığı bir tanrısal ayet olarak gösterilmiş, bilgi ve düşünce sahiplerinin bu konuyu incelemeleri istenmiştir. Çünkü bu farklılıkta bilgi sahipleri için dikkat çekecek noktalar (ibretler) vardır.

Dil veya diller meselesinde altı çizilecek noktalar­dan biri de şudur: Kur'an'a göre, her peygamber, getirdi­ği mesaj rahat anlaşılsın diye, içinden çıktığı toplumun diliyle vahiy almıştır. Tanrısal vahyi, peygamberin hi­tap ettiği toplumun diliyle indirmek, böylece mesajı an­laşılır, peygamberi de meramını iyi anlatır kılmak sünnetullah (Allah'ın tavır ve tarzı)ın bir gereğidir: "Biz hiçbir peygamberi, kendi toplumunun kin­den başka bir dille göndermedik ki onlara açık-seçik beyanda bulunsun..." (İbrahim, 4)

Öte yandan, Kur'an'da bildiriliyor ki, istisnasız tüm toplumlara bir peygamber gelmiştir, (bk. Fâtır, 24) Çünkü Allah, insanı sorumlu tutmayı, ona tebliğde bulunan bir peygamber gönderilmiş olması şartına bağlamıştır. Pey­gamberle tebliğde bulunmadan hesaba çekmemek, azap etmemek de sünnetullahtandır: "Biz, bir resul gön­dermedikçe azap edici değiliz." (İsra, 15)

O halde, Kur'an'a dayanarak şunu rahatlıkla söyle­yebiliriz: Peygamberliğin bittiği güne kadar ya­şamış ve konuşulmuş dillerin tümüyle vahiy gelmiştir. Bir dille vahiy gelmesi o dili kutsal yapı­yorsa tüm diller kutsaldır. Herhangi bir dilin bu açıdan herhangi bir özelliği veya farkı yoktur.

* Arap dilini kutsal sanmak:

Yukarda da söylediğimiz gibi, kutsal olan, vah­yin getirdiğidir, vahyin indirildiği dil değil. Çünkü tüm dillerle vahiy gelmiştir. Ve hiçbir dilin kut­sallığı yoktur. Eğer varsa o zaman tüm diller kutsaldır. Çünkü Kur'an tüm dilleri Allah'ın ayetleri içinde gös­termektedir. Bir dil için herhangi bir özellikten, ayrım­dan söz edilmemiştir.

Ne yazık ki, İslam tarihi boyunca, bu temel Kur'ansal bakış açısını saptırmak ve Arapça'yı kutsal ilan etmek için akıl almaz iddialar sergilenmiştir. işte bir tanesi: Süfyan es-Sevrî (ölm. 161/777) diyor ki: "Vahiy yal­nız Arapça ile indirildi; sonra tüm nebiler, in­dirilen vahyi kendi toplumlarının diline ter­cüme ettiler." (Süyûtî; el-İtkan, 1/130) Bu söz, her şey­den önce tarihe, varlık yasalarına, sünnetullaha aykırı­dır. Yüzlerce, belki binlerce peygamber Arapça biliyor olamaz, bilmesi için de hiçbir zorunluluk yoktur. Arap dilinin vücut bulmadığı devirlerde de peygamber gelmiş­tir; onlar bu işi nasıl çözüyordu?

Kısacası, Arapçacılık ve Arapçılık adına ser­gilenen tutarsızlık ve saçmalık hayret verici boyutlardadır. Arapçacılık adına uydurulan yalanla­rın akıl ve idrakle açıklanması mümkün değildir. Bu saçmalıklar, vahyin, peygamberliğin ve dinin ruhuna da aykırıdır. Kur'an hiçbir yerde, peygamberlerin, Allah tarafından gönderilen vahiyleri Arapça'ya çeviren mü­tercimler olduğunu (hâşa!) söylememiş, bunu akla geti­recek herhangi bir işarette bile bulunmamıştır.

Arapçacılık saptırmasının istismar ettiği bir numa­ralı olgu, Kur'an'ın Arapça indirildiğini beyan eden ayetlerin varlığıdır. "Kur'anen Arabiyyen: Arapça Kur'an" deyimi kullanılarak temiz niyetli ama bilgisiz halk yığınları asırlarca aldatılmıştır. Oysaki bu ayet­lerdeki ifade, Arapçacılık avukatlarına değil, aksini dü­şünenlere kanıt olmaktadır.

Bu ayetlerde, Kur'an'ın Arapça indirilişinin gerek­çesi olarak şunlar gösterilmektedir:

a) İnzâr yani uyarma (bk. Şuara, 195; Şûra, 7; Ahkaf, 12), b) Taakkul yani aklı çalıştırma-düşünme (bk. Yûsuf, 2; Zühruf, 3), c) Takva yani sa­kınma (bk. Tâhâ, 113; Zümer, 28; )

Bu üç gerekçenin amacına ulaşması için Kur'an'ın anlaşılması şarttır. Anlamak için, okuyanın, okuduğu metnin dilini bilmesi gerekmektedir. Arapça bilmeyen­ler için böyle bir imkân ise ancak Kur'an'ın çevirisini okumakla elde edilir.

Biraz yukarıda, her nebinin, getirdiği mesajı iyi an­latmak için hitap ettiği toplumun diliyle vahiy aldığını bildiren Kur'an ayetini görmüştük. Kur'an'ın Arapça indirilişinin hikmeti işte bu gördüğümüz ayetle bağlantılı­dır. Onun içindir ki Arapça indirilişin hikmeti, akl e tme-dü şü nm e ve uy ar m a-s akınma olarak göste­rilmekte, başka bir gerekçe uydurulması engellenmekte­dir.

Ve anlatılmaktadır ki Arapça indirilişin hik­metleri, Arapça bilmeyenler için ancak, bildik­leri dildeki tercümeyi okumakla elde edilir. Yani ayetler, Arapçacıların iddia ettiklerinin tam ak­sine delil olmaktadır.

Şunu da ekleyelim: Arapçacılığın delil olarak kul­landığı "Kur'anen Arabiyyen" ifadesi filolojik açı­dan da Arapçacılığın tam aksi kanaate delildir. Şöyle ki bu tamlama bir sıfat tamlamasıdır ve bu tamlamada "Kur'anen" kelimesi mevsuf (nitelenen), "Arabiyyen" kelimesi ise sıfat (niteleyen)tır. Arap dilinin ha­kim kurallarından birine göre, sıfat mevsufun (nite­lenenin) aynı değil, gayrıdır. Bu kurala göre, "Kur'anen Arabiyyen" ifadesi, Kur'an olmakla Arapça olmanın apayrı şeyler olduğunu gösterir, aynı şeyler olduğunu değil. Yani Arapça olmak Kur'an'ın ay­rılmaz bir niteliği değildir. O halde Kur'an'ın kutsallığı Arapça'nın kutsallığını göstermez.

Arapça'yı kutsal gösterme oyun ve tutkusunun bir gö­rüntüsü de Arapça konuşmayı kutsal sanmaktır. Gerçek­ten de Arapçı ve Arapçacı çevrelere göre, Arapça konuş­mak sadece bir seçkinlik göstergesi değil, dinen de bir üstünlük ve erdem göstergesidir. Bu konuda en çirkin yalan, hadis adı altında ortaya sürülmüş şu iki uydur­madır: 1. "İçinizden biri Arapçayı iyi konuşabi­lirse Farsça ile asla konuşmasın. Çünkü böyle bir şey yapması münafıklık üretir." (bk. Elbânî; Silsiletu'l-Ahâdîs ez-Zaîfa, 2/12) 2. "Cebrail bana

geldi de ceddim İsmail'in dilini (Arapçayı) telkin etti." (bk. Elbânî, adı geçen eser, 3/341)

Bu saptırma, sonraki zamanlarda çok daha ileri gö­türülecek ve Arapça konuşmak bir tür "İslam şartı" gibi sunulacaktır. Örneğin, İhvanul-Müslimîn toplu­luğunun lideri Hasan el-Benna (ölm. 1949)ya göre,

"Bir Müslümanın, temiz ve güzel bir Arapça ile konuşması da İslam'ın şartlarındandır."

işte bu zihniyetin içimizdeki uzantıları yüzünden Türk dili yüzyıllar boyu, Arapça (ona bağlı olarak da Farsça) hegemonyası altında ezildi ve gerçekleştirmesi gereken gelişmeyi bir türlü gerçekleştiremedi. Sebep, Arapça ve Araplarla ilgili hurafelerle bunların pazarla­yıcılarıdır.

Şu bir tarihsel gerçektir ki biz Türkler, Allah ile aldatılmanın bir sonucu olarak, asırlarca ken­di dilimize emperyalizm uyguladık. Bu self-emperyalizm, tarihte eşi az görülmüş bir zulüm ol­du bizim için. Güzel dinimiz, hayatımıza bir benlik ve özgürlük enerjisi halinde sokulmak yerine dilimizi ve benliğimizi yok etmenin aracı halinde sokuldu. Ve bu zulmün faturasını da malımızla canımızla yine biz ödedik. Ana­dolu çocukları bu gerçeği fark edip gereğini yapmadıkça bizim özgür ve güzel yarınlarımı­zın olabileceğini düşünemiyoruz.

Arap, Batılılar söz konusu olduğunda ken­dini bunların tutsağı yapmayı, biz söz konusu olduğumuzda ise bizi kendi kültürünün tutsağı yapmayı hüner saymakta ve bunun dokunulmaz-tartışılmaz yolunu da keşfetmiş bulunmak­tadır: İçimizdeki Arapçılık ve Arapçacılık pa­zarının çalıştırılması... Arap diline ve değer­lerine dokunmayı, bizim değerlerimizin ko­runmasını gündeme getirmeyi bir tür "dinden çıkma" gibi algılayan zihniyetlerin habire poh­pohlanması ve dinin biricik temsilcisi gibi gös­terilmesi boşuna değildir.

Biz şuna inanıyoruz: Anadolu insanının, Allah ile aldatma oyununu bozup asırlardır kendine uyguladığı self-emperyalizm boyunduruğundan kurtulması, çocuklarının geleceği bakımından çok hayatî bir zorunluluktur.

* Arapça'yı cennet dili sanmak:

Arapçacılık adına yalan uyduranların düzmecele­rinden biri de Arapça'yı cennet dili olarak göstermeleri­dir. Güya, cennet ehlinin konuşacağı dil Arapça ola­cakmış! Bu konuda bir de uydurma hadis devreye sokar­lar. Bu uydurmaya göre, "Cennet ehlinin cennette konuşacağı dil Arapça'dır." (bk. Elbânî; Silsiletü'lAhâdîs ez-Zaîfa, 1/293)

* Arap Alfabesi'ni İslam alfabesi sanmak:

Arapçılık ve Arapçacılık adına uydurulan yalanlar­dan biri de budur. Bu yalanın pazarlamacıları, Arap Al­fabesinin adını "İslam alfabesi" koymuştur.

Her şeydan önce sormak lazım: Evrensel bir di­nin alfabesi olur mu? insan toplulukları kadar alfa­benin olduğu, bir varlık ve hayat gerçeği iken böyle bir iddia nasıl ileri sürülür! islam bir kabile ideolojisi veya b ir bölge fe lsefe si midir ki bir alfabe si olsun?

ikincisi, bu alfabe, İslam öncesi Arapların da alfabesidir. Asırlarca öyle olmuştur... Onu İs­lam getirmemiştir ki adını İslam'a nispet de­lim...

Üçüncüsü, bu alfabe, İran Sâ sânî imparatorluğu gibi putperest bir ülkenin de alfabesi idi. İs­lam'ın olan bir şey putperest bir kitlenin temel değerlerinden biri nasıl olur?

Dördüncüsü, bu alfabe islam alfabesi ise dünyanın yüzlerce dil konuşan ve yüzlerce alfabe kullanan kitlele­ri, alfabelerini değiştirmedikçe Müslüman olamazlar mı, onlara tebliğ yükümlülüğümüz yok mudur?

Neresinden bakarsanız bakın, bu iddia bir Arap da­yatmasıdır. Bu dayatmanın en büyük kahrını da biz Türkler çektik. Bu dayatmalar yüzünden kendi dilimize uyguladığımız self-emperyalizm, kültür ve düşünce hayatımıza büyük darbeler indirdi; bizi dilsiznutuksuz Arap papağanlarına çevirdi.

Bu yanlışımızın ceremesini, Atatürk'ün işe el koyduğu güne kadar ödemeye devam ettik.

Pazar elemanları bu konuda duydukları sıkıntıyı ifade ederken, Arapçılık yaptıklarını söyleyemezler; onun yerine Arap Alfabesi'ne akıl almaz hurafe­lerle kutsallıklar, kerametler izafe ederler, işi o noktaya getirirler ki eğer o alfabe değişmeseydi biz şimdi sadece Ay'a değil, Merih'e bile gitmiş olacaktık...

Peki, bizim imkânlarımıza ilaveten bir de tonlarla hazır petrol parasına konan Arap ülke­ler neden Ay'a veya Merih'e gitmediler? Bu al­fabe kerameti onlara hiç mi yaramadı? Yoksa Arapçılık'ın tüm kerametleri Arap olmayanla­ra mı yarar sağlıyor?..

Bunların cevabı yoktur. Çünkü İslam Alfabesi uy­durmasının tutarlı yanı yoktur...

* Arapça'yı ibadet dili sanmak:

Arapçılık ve Arapçacılık pazarının en büyük oyunu, ibadetin Arapça olması gerektiği yolundaki aldatmaca­dır. Asırlarca sergilenen ve kitlelere benliklerini inkâr ettiren bu oyunun günümüz Türkiyesinde en güçlü tem­silcisi, ne yazık ki Türkiye Cumhuriyetinin anayasal din kurumu Diyanet İşleri Teşkilâtı oldu. Bu teşki­lât, meseleye, bırakın akıl ve Kur'an değerleriyle çözüm aramayı, ülkemizin bağlı olduğu Hanefî fıkhının bu ko­nudaki bin küsur yıllık fetvalarının getirdiği çözümlere dayanarak "Her insan kendi ana diliyle ibadet edebilir, Kur'an'ın kendi dilindeki çevirile­rinden okuyarak namazını kılabilir" dediği­mizde bize şiddetle karşı çıktı.

Aradan zaman geçti. Dünya ve Türkiye, bizim yıllar önce söylediklerimizin gerçekliğine, geçerliliğine hak verdirecek olaylara, gelişmelere tanık oldu. Kısacası, zaman bizi doğruladı.

Dil meselesinde gerçek son derece açıktır: Her in­san kendi ana diliyle ibadetini yapabilir, dua­sını edebilir, namazını kılabilir. Bunu isterse Kur'an'ın herhangi bir dildeki tercümesini okuyarak yapar, isterse içinden gelen duaları okuyarak yapar. Bu ruhsat, bizzat Peygamberi­miz tarafından hem de ana dili Arapça olan sahabîlere bile verilmiştir. Arap olmayan Müslümanlar bu hakkı öncelikle kullanabilirler.

Bunun aksini söylemenin İslam açısından hiçbir tu­tar yanının olmadığını Kur'an, sünnet ve fıkhın verile­rine dayanarak "Yeniden Yapılanmak" adlı kitabı­mızda delilleriyle göstermiş bulunuyoruz. Konu çok önemli olduğu için kısaltma yaparak alıntılama yoluna gitmeyecek, anılan kitabımızın "Ana dilde ibadet" bö­lümünün okunmasını önemle önereceğiz.

ARAPLAR

Araplar Kur'an'da sadece "a'rab" (bedevi-göçebe Araplar) kelimesiyle ifadeye konmaktadır. Ne ilginçtir ki Kur'an Arap ırkını veya Arap toplumunu ifade için başka bir kelime kullanmıyor.

Daha ilginci, a'rab kelimesinin, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun, kötülüğün, ikiyüzlülüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak kullanılması­dır. Şimdi bu kullanımlara bir göz atalım:

1.   Tevbe 90: Bazılarının seferden kaçmak için ya­lan söyleyerek yerlerinde oturdukları, bazılarının da birtakım özürler ileri sürerek izin alıp sefere katılma­mak için uğraştığı anlatılıyor: "Göçebe Arapların özür bahane edenleri kendilerine izin veril­mesi için geldiler; Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenleri ise yerlerinde oturdular. Onların küfre sapanlarına korkunç bir azap erişecek­tir."

2.   Tevbe 97: Küfür, nifak (bölücülük, ikiyüzlülük) ve Allah'ın indirdiğini tanımama bakımından en şid­detli insanlar oldukları gösteriliyor: "Çöl Arapları; küfür, parçalanma/ikiyüzlülük yönünden daha şiddetli; Allah'ın, Resulüne indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar..."

3.   Tevbe 98: Bağışta bulunmayı, paylaşımı bir an­garya saymakla, iman sahiplerinin başına belalar gel­mesini istemekle suçlanarak en büyük belaların onların başına geleceği bildiriliyor: "Çöl Araplarından öyle­si vardır ki infak ettiğini bir angarya/bir ceza ödeme sayar ve sizin başınıza belaların gelme­sini bekler durur. En kötü bela onların başına olsun! Allah, çok iyi işitir, çok iyi bilir."

4.   Tevbe 101: ikiyüzlülük içinde oldukları belirtili­yor: "Çevrenizdeki bedevi Araplardan münafık­lar var. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar var. Sen bilmezsin onla­rı. Ama biz biliriz. İki kez azap edeceğiz onla­ra, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler."

5.   Tevbe 120: Allah Elçisi'ni bir başına bırakmaları kınanıyor: "Medine halkına ve çevrelerindeki bedevi Araplara, Allah Resulü'nden geri kal­maları ve onu bırakıp da kendi canlarının der­dine düşmeleri yakışmaz..."

6.   Fetih 11-12: İkiyüzlülük, yalancılık, isabetsiz tahmin, korkaklık gibi olumsuzluklarla suçlanarak mahvolmuş bir topluluk diye nitelendiriliyorlar: "Bede­vilerden, geri bırakılmış olanlar sana şöyle diyecekler: 'Bizleri, mallarımız ve ailelerimiz oyaladı. O halde bizim için Allah'tan af dile.' Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söy­lüyorlar. De ki: 'Allah size bir zarar dilerse yahut bir yarar murat ederse O'nun sizin için dilediğine kim engel olabilir?' Doğrusu şu ki Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır. Siz sanmıştınız ki Resul de müminler de ailelerine bir daha asla dönemeyecekler. Bu düşünce kalp­lerinizde süslendi de çirkin bir sanıya saplandınız ve mahvolmuş bir topluluk haline geldiniz."

7.   Fetih 16: Yakın bir gelecekte zorlu ve güçlü bir kavimle karşılaşacakları, bu karşılaşmada korkaklık, döneklik ve ürkeklik göstermeleri halinde perişan ola­cakları ihtar ediliyor: "Bedevi Araplardan, geri bı­rakılmış olanlara de ki: 'Siz yakında çok zorlu savaş veren bir kavimle çarpışmaya çağrıla­caksınız. Ya onlarla çarpışırsınız, yahut da on­lar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz Al­lah size güzel bir ödül verecektir. Yok eğer ön­ceden döndüğünüz gibi yüz çevirirseniz Allah sizi acıklı bir azapla cezalandırır."

8.   Hucurât 14: Sadece dilleriyle Müslüman olduk dedikleri, imanın bunların kalplerine asla girmediği bildiriliyor: "Bedevi Araplar, 'İman ettik!1 dedi­ler. De ki: 'Siz iman etmediniz. Ancak 'ınüslü­man olduk' deyin. İman sizin kalplerinize gir­memiştir. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat eder­seniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."

Anıldıkları tam 10 yerin sekizinde işte bu olumsuz­lukların sahibi olarak gösterilen bedevi Arapların bir yerde, bazılarının iman edip paylaşıma gideceği söy­lenmekte, bir yerde ise haklarında kuşkuya yol açan ifadeler kullanılmaktadır. Şimdi bu ayetleri görelim:

9.   Tevbe 99: Içl erinden bazılarının iman ve payla­şıma katılabileceği söylenmektedir: "Çöl Araplarından bazıları, Allah'a ve âhiret gününe inanır, harcadıklarını, Allah yanında yakınlıklara ve Resulün dualarına vesile edinir..."

10.   Ahzâb 20: Birlikte yaşadıkları kişilere ihanet edebileceklerine işaret vardır: "Düşman hizipler ge­lecek olsalar, isterler ki bedevi Arapların için­de bulunsunlar da sizinle ilgili haberleri sor­sunlar..." (Kur'an'ın Araplara bakışı konusunda ayrı­ca bk. Öztürk; KTK, A'rab maddesi)

* Arap ırkının üstün ırk olduğuna inanmak:

Bu Kur'an dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamberi­miz âlet edilerek sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, madem ki Hz. Peygamber en son ve en büyük pey­gamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.

Bu iddia içinde birkaç yalan ve birkaç Kur'andışılık iç içedir.

Bir kere, Hz. Muhammed'in "en büyük" peygamber olduğu yolunda vahye dayalı bir beyan yoktur. O, en son peygamber olarak nitelendiriliyor ama "en büyük peygamber" olarak nitelendirilmiyor. Daha doğrusu, tevhidin ölçülerine göre, hiçbir peygamber "en büyük" değildir. Peygamberler arasında böyle bir sıralama yapmak Kur'an'ın verilerine tamamen aykırıdır. Kur'an, mensuplarına şunu söyletiyor: "Bizler, Al­lah'ın resullerinden biri-öbürü arasında fark görmeyiz/resulleri tefrika konusu yapmayız." (Bakara, 286)

Hiç kimsenin hiçbir peygamber için "o en büyük peygamberdir" demeye hakkı yoktur. Çünkü vahyin böyle bir beyanı yoktur.

Hz. Peygamber'in böyle bir söyleme açılan kapıları kapatan beyanları da az değildir. O, resuller arasında ayrıma, derece yarışı yaptırmaya, üstünlük-önderlik id­dialarına açıkça karşı çıkmış, peygamberleri sadece "kardeşler" olarak göstermiştir. Bu gerçekler ortada dururken, Hz. Muhammed'i, bizzat kendisinin karşı çık­tığı bir yanlışla yüceltmeye kalkmak bir bid'attır.

Ikincisi, tevhit ölçüleri, herhangi bir ırkın üs­tünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz. Üs tünlük, niyet ve gayret iledir.

Üçüncüsü, Kur'an'ın beyanlarına göre, için­den nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Allah, en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında adil bir biçimde paylaştırmıştır. Eğer bir ırktan nebi gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinme­lidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.

Dördüncüsü, tevhit ölçüleri, peygamberleri şu veya bu ırka mâl etmeye olanak tanımaz. Pey­gamberlerin ırkı, boyu-soyu, coğrafyası, iklimi, rengi ve bölgesi hiçbir önem taşımaz. Çünkü peygamberlik kesbî (kazanılarak elde edilen) bir kurum değildir ki, madde ölçüleri ile değer veya mertebe kazansın. Peygamber­lik Allah'ın verdiği bir imkân ve bir unvandır. Allah bunu verirken maddenin, rengin, desenin, kanın olanaklarından-hâşâmedet ummak zorunda değildir.

Kısacası, bu anlayış, her haliyle ve her yönden vah­yin ruhuna ve tevhit inancına aykırıdır.

* Arapları sevmenin bir din emri olduğunu iddia etmek:

Arapları sevmeyi bir din emri haline getirmek Kur'an'dan hareketle mümkün olmadığına göre Arapçılık pazarının başka bir çare bulması gerekiyordu. Bulmuş­tur. Benzeri durumlarda baş vurduğu "hadis uydurma yolu"na gitmiştir. işte birkaç tanesi:

"Arapları ve onların İslam içindeki devam­lılık ve barış severliklerini sevin. Çünkü onla­rın barış severliği İslam için bir ışıktır; bozu­luşları ise İslam için karanlık olur." (bk. Elbânî; Silsiletu'l-Ahâdîs ez-Zaîfa, 4/317)

"Ey Selman! Bana kin tutma ki dininden kopmayasın." Selman dedi: "Sana nasıl kin tu­tarım ben, Allah beni senin elinle doğruya ve güzele ulaştırdı!" Resul dedi: "Araplara kin tu­tarsan bana kin tutmuş olursun."

"Kim bu dine girerse o Arap olmuş demek­tir." (bk. Elbânî, aynı eser, 5/44, 71)

"Şu üç şey yüzünden Arapları sevin: Ben Arap'ım, Kur'an Arapça'dır, cennet ehlinin dili Arapça'dır."

"Araplar zelil olursa İslam da zelil olur." (bk. Elbânî, aynı eser, 1/293, 298, 301)

Bu son uydurma, öylesine raydan çıkmıştır ki, iddi­asının açık bir küfür olduğunun farkında olamamıştır. Allah'ın fıtrat dini nasıl olur da bir kavmin zelil olmasıyla zillete mahkûm hale gelir! Kur'an bunun tam tersini söylemektedir. Kur'an'a göre, eğer bir topluluk islam emanetini layıkıyla taşıyıp ya­şamaz ise Allah o emaneti onlardan alır, başka bir toplu­luğa verir. (Bu konuda örnek olarak bk. Mâide Suresi, 54) Bunun aksini söylemek Allah'a acziyet ve beceriksiz­lik isnat etmek olur.

Uydurmaları sıralamaya devam ediyoruz:

"Araplara yamuk yapan, benim şefaatimin çemberi içine giremez, sevgime layık olamaz."

"Kureyş kabilesini sevin. Çünkü o kabileyi seveni Allah sever."

"Arapların çokluğu ve imanları benim için göz nuru değerindedir. Kim benim göz nurumu öne alırsa ben de onu öne alırım." (bk. Elbânî; aynı eser, 2/24, 46, 163, 201, 162)

İşte bir uydurma daha: "Zaman değişip düşünce­ler çekiştiğinde size bedevi Arapların din an­layışını öneririm." (bk. Elbânî; aynı eser, 5/229)

Allah'ın Resulü sıfatını taşıyan bir benliğin bu söz­leri söylemesini akıl ve idrak mümkün görmez. İslam'a ve Hz. Muhammed'e bundan daha büyük bir iftira ola­maz. Allah Elçisi elbette ki bu sıfatlardan da bu sözler­den de arınmıştır.

ResuTün arınmış olduğu uydurmaların en çirkinlerinden biri de şudur:

"Ümmetimden ilk şefaat edeceklerim, beni görüp bana iman ederek beni tasdikleyen Araplardır. Onların ardından da Arapların beni görmeden bana iman edip beni görmek arzusu taşıyanlarına şefaat edeceğim."

Görüldüğü gibi, bu şefaat dağıtımında Araplardan başkasına bir şey vaat edilmemiştir. Resulü göreni-görmeyeni ile ne varsa Araplarındır.

"Kureyş kabilesini sevmek iman, ona kin tutmak küfürdür. Arapları sevmek iman, onla­ra kin tutmak küfürdür. Arapları seven beni sevmiş, Araplara kin tutan bana kin tutmuş olur."

"Araplara, münafıktan başkası kin tutmaz.11 (bk. Elbânî; aynı eser, 3/339-341)

AYLAR

Kur'an'da adı anılan tek ay Ramazanadır. Bu anısın bağlamı ise Kur'an'ın bu ayda inmiş olmasıdır, (bk. Bakara, 185) Yani amaç Ramazan ayının kutsallığını anlatmak filan değildir; Kur'an'ın o ayda inmeye başladığını gös­termektir. Bu münasebetle kutsallık vurgusu Kur'an'a yapılmıştır, Ramazan'a değil. Kutsal­lık vurgusunu Ramazan'a yapan ve o ayı bir tür piyango yoluyla bedavadan kurtuluş ayı gibi gösteren "hadis" patentli sözlerin tümü uydurmadır. Bu uydurmaların en ünlüleri şu sözdür: "Ramazan ayının başı rahmet, ortası bağışlanma, sonu da cehennemden kurtu­luştur." (Elbânî'nin uydurma demekle yetinmeyip "münker" diye tanıttığı bu söz için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/70)

Kur'an başka hiçbir ayın adını anmaz. Arapların çarpışma ve çapulculuğu dudurmak üzere kutsal ilan et­tikleri Eşhuru'l-Hurum (haram aylar) tâbiri ile hac aylarını amaçlayan Eşhur Malûmat (bilinen aylar) tâbiri ay adı anılmadan kaydedilir. Bunların birinci­sinde, Araplardan, kutsallığını ilan ettikleri bu yasak ayların gereğine uymaları, yani hiç değilse bu aylarda kan akıtmayı ve çapulculuğu durdurmaları istenir. On­lar eğer bu taahhütlerine bağlı kalırlarsa Müslümanlar da her türlü saldırı ve eylemi durduracaklardır. Çünkü o aylara izafe edilmiş kutsallık eğer kan dökülmesine, haksızlıklara engel olucu bir rol oynuyorsa onu destek­lemek ve o uygulamanın amacına varmasına yardımcı olmak Kur'an müminlerinin herkesten önce hakkı ve ödevidir, (bk. Mâide, 2, 97)

Hac aylarının da herhangi bir kutsallığından söz edilmez; kutsallık Hac ibadetine verilir. Burada unutul­maması gereken şudur:

Kur'an zamanı değil, eylemi kutsar... Hiçbir ayın hiçbir kutsallığı yoktur. iyilik yapmanın özel za­man ı olmadığı gibi kötülüğü n hafife alınmasın ı sağla yacak özel zamanlar da yoktur.

* Üç aylar diye bir kutsal mevsim ilan etmek:

Aylarla ilgili bid'at ve hurafelerin en dikkat çekeni "üç aylar diye bir özel ibadet mevsimi ilan et­mektir.

Üç aylar hurafesi çok yerleşik ve yıkıcı bid'atlara vücut vermiş ve âdeta kurumlaşmış bulunuyor. Bu ku­rumlaşma bu ayları bir tür "cennet için piyango ve toto çekilişi mevsimi "ne dönüştürerek tevhit dininin en nefret ettiği "mevsimlik dindarlık" illetine yol açmıştır.

Recep, Şaban, Ramazan ayları bir tür ibadet mev­simi ilan edilmiştir. Bu mevsimde piyangodan cennet çıkarmayı bekler gibi kurtuluş bekleyen milyonlarca in­san vardır. Hocalar, bu ayların gelişini "ibadet mev­simi, kurtuluş ayları geldi" edasıyla duyurmakta­dırlar. Bir uydurmaya göre, Peygamberimiz Recep ayı­nın yüceliğini anlatırken cennette "Recep" adlı bir ne­hir olduğunu, bu nehrin, Recep ayını ibadetle geçiren­leri günahlardan arındırmakla görevlendirildiğini (hâşâ) söylemiştir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/371) Hint pa­ganizminin Ganj Nehri anlayışının İslam'a aktarıl­masını ifade eden bu hezeyanı Hak Elçisi'ne yakıştır­maktan Allah'a sığınırız. Bu tam bir pagan yaklaşım­dır. Kur'an böyle ibadet mevsimleri, kurtarıcı mekânlar, nehirler, dağlar, ovalar vs. asla belirlemez. Hz. Peygamber'e isnat edilen üç aylarla ilgili hadis patentli sözlerin hiçbirinin güvenilir yanı yoktur. Hepsi sonraki zaman­larda "ter ğîb" yani özendirme için uydurulmuştur.

Ne var ki bu terğîb tutkusu, giderek, "Uç aylar dışında ne yaparsan yap o kadar önemli değil" zihniyeti yaratmış ve müminin yükümlülüğünü, hatta Allah'la beraberliğini mevsimlik bir totoya dönüştürmüş­tür.

Uydurmacılığın ünlü terğîbi, Mehmet Akif (ölm. 1936)in ölümsüz ifadesiyle başa bela olmuştur. Sahabî kuşağının büyükleri (Ebu Bekir, Ömer dahil) ve bid'ata bulaşmamış ulema bu Recep-Şaban piyangoculuğuna karşı çıkmak için bu aylarda oruç tutmamışlardır. Bunu nakleden Ebu Şâme (ölm. 665/1266) şunu da eklemiştir: Recep ayını oruçlu geçirenler Hz. Ömer tarafından en­gellenmiştir. Hatta Ömer'in bu bid'atçı piyangoculara dayak attırdığı da bilinmektedir. Ömer şöyle diyordu: "Bu ay, Cahiliye toplumunun kutsadığı bir ay­dır, onu kutsamayı durdurun." Müfessir sahabî İbn Abbas (ölm. 68/687) da bu Recep bid'atiyle mücadele edenlerden biridir, (bk Ebu Şâme, 168-170)

Anlaşılan o ki durum, "üç aylar vâizleri"nin söy­lediğinin tam tersidir. Yani esas ibadet, bu ayları "özel ibadet mevsimine dönüştürme bid'atı "mn dış­lanmasıdır.

*   İki bayram arasında nikâh kıymanın uğursuz olduğunu söylemek.

İki bay ram arasında ölenin durumunun iyi olmadığını söylemek. Cennet kavramı ve İslam'ın cennet anlayışıyla ilgili bilgiler vermek bu eserin amacı dışındadır. Esasen cen­net bizim üç boyutlu dünyamızın şartları ve imkânlarıy­la ancak benzetmeler yapılarak anlatılabilir. Kur'an buna, benzetmeler yaparak konuşmak (teşâbüh) diyor. Cennet bizim için bir anlatım ve tanıtım konusu değil, bir teşâbüh konusu olabilir, (bk. Bakara, 25) Şunu da söyleyelim:

Cennet sonsuzluğun, sonsuzluk nimetlerinin sembol adıdır. O halde biz onunla ilgili inançlardan söz edebiliriz ama onu tanımlama, tanıtma imkânına sahip olamayız. Turistik otel tasvir eder gibi cennet anla­tanlar ya kendi kafalarındaki hurafeleri, ya da nefisle­rinin hayal ettiği şehvetleri dile getirirler.

Burada şu kadarını söyleyeceğiz: Kur'an, cenneti bir patent işi olarak görmez, bir eylem konusu olarak değerlendirir. Eylem ise patenti değil, kişiyi ve niyeti izler. Bunun içindir ki Kur'an, cenneti kendi dininin mensuplarının doğal hakkı gibi gören zihniyet­leri ümniyecilik (hurafe, hayal, anlamadan okuma tutkusu, yalan ve sanı) psikozuna tutulmakla suçlar.

Cennet konusunda tekelciliğin en büyük temsilcileri, Kur'an'a göre, Yahudiler ve Hristiyanlardır: "Onlar şöyle dediler: 'Yahudi veya Hristiyan olandan başkası cennete asla gire­mez.' Bu onların kur untular ı/hur afeleri/anlamını bilmeden okuyuşlarıdır. De ki onlara: 'Eğer doğru sözlüler iseniz hadi getirin kanıtı­nızı!" (Bakara, 111) Ehlikitap'ın bu konuda kanıt ola­rak öne sürdükleri de ayrı bir egoizm sergilemektedir. "Yahudi olanlarla Hristiyanlar şöyle dediler: 'Biz, Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz.' De ki onlara: 'Peki, öyleyse günahlarınız yüzün­den neden azaba uğratılıyorsunuz?' Hayır, siz, Allah'ın yarattıklarından bir insan topluluğu­sunuz..." (Mâide, 18)

Kur'an böylece, Judeo-Kretyen geleneğin, özellikle Hristiyan kilisesinin asırlarca bayrak yaptığı: "Kilise dışında kurtuluş yoktur!" sloganını yerle bir etmek­te ve insanlığın önünde iyi niyet ve eylemin erdirici yo­lunu açmaktadır.

Kur'an'a göre, cennet sadece ve sadece eyle­min karşılığıdır, (bk. Nisa, 123; Ğafır, 40; Zühruf, 72) Bu eylemin iyi niyete dayalı, barışa ve güzelliğe yönelik yaratıcı eylem olması gerektiğinde kuşku yoktur. Çünkü bunun aksi olan eylemlerin götüreceği yer başka bir yer­dir: Cehennem...

* Cenneti bir din veya anlayışın patentiyle kayıtlı görmek:

Cennet, sonsuz kurtuluşun sembolü, sonsuzluk ve ölümsüzlüğü hak edenlerin ödülüdür. Bu ödülün asgarî şartları (biz buna sonsuzluğun yeterlilik şartları diyoruz) Kur'an'ın açık beyanına göre, üç tanedir:

1.    Allah'a iman,

2.    Âhirete yani ölümden sonra bir hayatın var olduğuna, o hayata geçildiğinde dünya ha­yatından hesap verileceğine inanmak,

3.    Salih ameller sergilemek, yani barış, iyi­lik ve güzelliğe yönelik değer üretmek.

Kur'an'ın bu kabulü, Bakara Suresi 62. ayetle, Mâide Suresi 69. ayette son derece açık bir biçimde ifadeye konmuştur. Bir tanesini verelim: "Şu bir gerçek ki iman edenlerden, Yahudilerden, Hristiy anlar­dan, Sabitlerden Allah'a ve âhiret gününe ina­nıp barışa ve hayra yönelik işler yapanların, Rableri katında ödülleri olacaktır. Korku yok­tur onlar için, tasalanmayacaklar dır onlar." (Bakara, 62)

Dikkat edilirse ayet, sadece Ehlikitap kitlelerin bu üç şartı yerine getirenlerini değil, diğer inanç mensupları­nın aynı şartları taşıyanlarını da sonsuz kurtuluşu elde edenler arasında göstermiştir. Bu demektir ki cennet sadece Semitik din mensuplarının tekelinde de değildir. îstenen eylemleri gerçekleştiren her insan o ödülü hak etmiş olacaktır.

Bunun, Kur'an terminolojisi içinde başka bir ifade şekli de şudur: Şirke batmamış olarak yani Al­lah'ın varlığını kabul etmiş ve ona ortak koş­mamış olarak bu dünyadan ayrılan herkes so­nunda kurtulur ve cennete gider. Bu gerçek Kur'an tarafından çok açık şekilde tekrarlanmıştır: "Şu bir gerçek ki Allah kendisine şirk koşul­masını affetmez. Bunun dışında kalan günah­ları, dilediğinden affeder." (Nisa, 48, 116)

Şirke batık olarak ölüp gidene gelince "Allah cen­neti ona haram kılmıştır; onun varacağı yer ateştir." (Mâide, 72)

* Allah dışında herhangi bir insanın cennet belgesi imzalayabileceğim iddia etmek:

Kur'an'ın yıktığı sapıklıklardan biri de budur. Kur'an, peygamberler de dahil, hiçbir insana cennete gidiş belgesine imza atma hak ve yet­kisi vermemektedir. Eğer verseydi, Kur'an adına bi­raz önce söylediklerimizin anlamı kalmazdı. Kur'an, cennet veya ebedî kurtuluş meselesinde insanın kendi eylemi dışında hiçbir gücü devreye sokmamaktadır. Bu yüzdendir ki biz, Kur'an'ın sonsuz kurtuluşu garantile­yen yeterlilik şartları içinde şu veya bu peygambere iman kaydının olmadığını söyleriz. Tevhidin formül cümlesi "La ilahe illellah"tır. O formüle pey­gamber adı ekleyen, dinsel geleneklerdir. Her gelenek, kurtuluşun iman formülüne kendi pey­gamberinin adını eklemiştir. Kur'an bu anlayışa karşıdır.

Peygambere iman ve günlük kurallar dünyasında bir peygamberi izlemek tercih meselesidir ve bize göre, bir mükemmellik şartı olarak algılanabilir. Ama bir ye­terlilik şartı ilan edilemez. Yeterlilik şartları, Bakara 62 ve Mâide 69'daki şartlardır.

Ne yazık ki, tarih boyunca tüm ümmetler, o arada Müslümanlar, cennet konusunda sadece kendilerini öne çıkarmakla kalmamış, muazzez Hak elçilerini de bu yarışa âlet etmişlerdir. Bizim kültürümüzde bu yarıştır­ma, öncelikle, uydurma hadislere dayandırılır. Peygam­berliğin şanına asla yakışmayan ve bir cennet hege-

monyası kuran şu uydurmaya bakın: "Cennet, ben oraya girinceye kadar tüm diğer peygamberlere haram kılınmıştır. Yine cennet, benim ümme­tim oraya girinceye kadar tüm diğer ümmetlere haram kılınmıştır." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/354)

* Cenneti bir tür yiyip içip yatılan turistik otel gibi algılamak:

Cennet egoizminin bulaştığı en çirkin dindışılıklardan biri de budur. Orayı bir tür, seks tutkunu tembellerin barınağına çeviren zihniyetler vardır. Kendileri dışında kimsenin cennete gitmesini istememelerinin esas sebebi de bu olsa gerek...

Bu zihniyetler, eğer Kur'an'dan bir şey öğrenmeye değer veriyorlarsa şunları bellemek zorundadırlar:

Bir kere cennetteki zevciyetin (eşliliğin) cinsellik anlamında olduğu kesin değildir. (Bu konuda geniş bilgi için bk. KÎ, 470)

İkincisi, cennetin öyle kapalı-mekân bir yer olduğu iddiası Kur'an dışıdır. Kur'an, cennetin eninin yerlerle gökler kadar olduğunu söylüyor ki (bk. Âli İmran, 133; Hadîd, 21) bu mecazî kullanımın anlamı cennetin sınır­sızlığı, yani mekândan çok bir tür ruhsal algılama olduğu merkezindedir. Nitekim, İslam düşüncesinin 20. yüzyılda en büyük temsilcisi sayılan Muhammed İk­bal (ölm. 1938) "Cennet mekânlar değil, haller­dir." diyerek bu Kur'ansal gerçeğin altını çizmiştir. Cihad (özgün şekli D ile), Kur'an'daki "cehd" kavramının görünümlerinden biridir. Yani cihad, tek başına bir kavram değil, esası olan cehd kavramının yine Kur'an tarafından çerçevelenmiş beliriş alanlarının bir tanesidir.

Kavramın esası olan cehd, bir amaca varmak için tüm gayretini seferber etmek demektir. Fîrûzâbâdî (ölm. 817/1414)nin anıt lügati el-Kamus el-Muhît'in büyük çevirmeni Âsim Efendi (ölm. 1819) nin tatlı Türkçesiyle "cehd, gayret-i makdürünü sarf idüp çalışabildiği kadar çalışmak" demektir. Bugünkü dille verirsek cehd, olabilecek tüm gayretini har­cayarak çalışabileceği kadar çalışmak demek­tir.

Cehdin, Kur'an dünyasında sırasıyla üç görünümü vardır ve bu görünümlerin adları da cehd kökünden sözcüklerden oluşmuştur. Bunlar:

Mücâhede: Cehdin, insanın iç dünyasını temiz­lemeye yönelik gayretlerini ifade eder. Terim olarak iç dünyayı temizlemeye yönelik gayret demektir. Tasav­vufta bu gayrete "bâtınî cihad", "tezkiye-i nefs" veya "cihad-ı ekbe r" yani en büyük cihad denmektedir ki, hepsi insanın iç dünyasının temizlenmesini ifade eder. Yine tasavvufa göre, insanı insan yapan ve amacı­na ulaştıran savaş işte bu iç dünyayı temizlemeye yöne­lik savaştır. Tarikatlarla yozlaşma döneminden önceki zamanın, yani klasik tasavvufun bu anlayışı tamamen Kur'ansaldır. Çünkü Kur'an, bireyin iç dünyasında gereken temizlenme ve değişme sağlanmadıkça toplumsal plânda beklenen yere gelmenin mümkün olmadığını açıkça ifade et­mektedir, (bk. Enfâl, 53; Ra'd, 11)

Birey, toplumun, dünyanın ve evrenin çekir­değidir. O çekirdekte gerekli noktaya ulaşıl­madıkça diğer alanlarda sonuç elde edilemez.

O halde tüm diğer gayretlerin (cehdlerin) hareket noktası ve belirleyici ölçüsü bireyin iç dünyasındaki cehdin yani mücahedenin başarısına bağlı bulunuyor. Mücahedede başarıyı elde edememiş gayretler, insana, aldanış ve hüsrandan başka bir şey kazandıramaz.

1.    İçtihadı Cehdin bilimsel, düşünsel alandaki gö­rünümüdür. Tüm gayretini seferber ederek bilim ve dü­şünce üretmek demektir. Bu üretimi yapan bilim ve düşünce adamına müçtehid denir. Bu üretim, iç dünyası arınmış bireyin faal olduğu değerler alanında vücut bulur. Bunun içindir ki, mücahede gerçekleşme­mişse içtihad da gerçekleşemez.

İçtihad Kur'an dininin ruhu, beyni, hayat kaynağıdır. Bu kaynak kurutulduğunda veya kurudu­ğunda Kur'an'ın dini göklere çekilir. Yeryüzünde, insan kitlelerine yön veren ise o din olmaz, onun adına uydu­rulmuş bulunan bir anonim şirket dini, bir panteon dini olur. Nitekim asırlardır İslam dünyasında "İslam" adı altında yaşanan din de, bize göre bu ikinci türdendir. İbn Teymiye (ölm. 728/1327) buna, asırların gerisinden şu adı vermiştir: "İndirilen dine karşı oluşturulan uydurulmuş din."

Dini, politik çıkarlarına âlet eden saltanat odakla­rıyla onların güdümüne girmiş veya sokulmuş ulema çevreleri, içtihad gerçeğini işletmemek için, şeytanî bir solgan geliştirmiş ve ne yazık ki bu sloganı Müslüman kitlelere asırlarca benimsetmişlerdir. Slogan şudur: İçtihad kapısı kapanmıştır; artık eski imamlara ilaveten müçtehid gelmez.

Bunun açık anlamının şu olduğu, asırlık kahırlar­dan sonra bugün artık anlaşılmıştır: "Bizim saltanat ve çıkar hesaplarımıza uygun hale getirdiğimiz dini rahatsız edecek bilim ve fikir uğraşlarına izin verilemez. O kapıyı kapatmamız gerekirdi ve kapatmışızdır..."

Biz, günümüz Müslümanlarını, bu despot saptırmaya karşı savaşa, onun tabulaşmış, fo­silleşmiş temsilcilerine isyana çağırıyoruz. Kur'an müminlerinin en erdirici ibadetleri bu kutsal isyan olacaktır. Bu isyan hedefine var­madıkça bizim Allah'a teslimiyet gerçeğini ya­kalamamız mümkün değildir.

2.    Cihad: Cehdin bu üçüncü belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Sıradışı bir aşamadır; ama eğer gerekiyorsa bu sıradışı aşamada cehd sarfetmekten kaçılmaz..

Kur'ana göre, savaş, makbul değildir ama meşrudur. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'ansal ruha uygun bi­çimde ayarlanmasıdır. Çok ince, çok tanrısal bir iştir bu... (Bu konuda geniş bilgi için bk. KTK. Kıtal mad.)

Cihad, yine Kur'an'ın belirttiğine göre, mal, can veya dil ile olacaktır. Hangisinin tek başına veya hangilerinin birlikte yürütüleceği zaman ve yer şartla­rına bağlıdır.

* Cehdin ilk iki boyutunu görmezlikten gelerek onu sadece savaşa indirgemek:

Hz. Peygamber'den kısa bir süre sonra Müslümanla­rın yönetimine el koyan Arap-Emevî saltanatçılığı, cehdin ilk iki anlamımın üstünü örterek sadece cihad boyutunu işletti. İlk iki boyutun hakkı verilmediği için de bu üçüncü boyutta Kur'an'ın amaçladığı değerlerin bu­lunması söz konusu olamazdı. Bunun içindir ki ArapEmevî savaşları, "Allah için" vs. methiyeleri ile tanıtılsalar da esasında birer saltanat ve toprak savaşı idi. İslam'ın tarih önünde yüzünü karartan ilk olumsuz­luklar tablosuna bu savaşlar vücut vermiştir. Büyük Türk sufi düşünürü ibrahim Kuşadalı (ölm. 1845) bu savaşları "gaza adı altında ülke fethetme kavga­sı" olarak isimlendirmekte ve Hz. Peygamber'in yolun­dan bir sapma olarak görmektedir. (Bu konuda bk. Öztürk; Kuşadalı İbrahim Halveti, özellikle Sülük bölümü)

Kuşadalı, bu düşüncesinde yalnız değildir. Desteği de doğrudan doğruya sahabî kuşağından yani ArapEmevî saptırmasının tüm kahrını bizzat yaşamış çekir­dek nesilden gelmektedir. "Tasavvuf ve Tarikatlar" adlı çalışmamızda kanıtları ve kaynaklarıyla gösterdik ki Arap-Emevî saltanatçılarının "Allah yolunda cihad" yaftasıyla açtıkları toprak kapma ve egemenlik savaşlarına katılmamak, sahabî neslinin temel tavrı idi. Onlar, bu savaşlarla fethedilecek ülkelerin kendi dinleri içinde kalmalarını, Allah'ın iradesine ve Kur'an'ın isteklerine yakınlık bakımından, Arap-Emevî zorbalarının getireceği sözde Müslümanlık'tan daha uy­gun bulmuşlardır.

Arap-Emevî saltanatçılığı, cehdi sadece cihada indir­gemekle kalmadı, cihadı da kendi saltanatının aracı yaptı. Bunun sonucu, saltanatının önüne çıkan tüm en­gelleri yıkmak ve aşmak oldu. Bu engellerin birincisi, elbette ki zulmün karşısına ilk anda dikilme durumun­da olan Peygamber evladı Ehlibeyt idi. Arap-Emevî zorbalığı, öncelikle işte bu temel engele saldırdı. Resul evladını, tarihte eşi görülmemiş zulümlerle zehirledi, hançerledi, yok etti. Bununla da tatmin bulmadı. Resul evladına, hem de Îslam'ın mabedinden yaklaşık bir asır boyunca lanet okuttu.

* Cihadı, politik amaçlarla kullanmak:

Arap-Emevî zorbalığının İslam'a soktuğu salta­nat dinciliği, tarih boyunca tüm saltanat hırslarına rehberlik ve yardımcılık etmiştir. Günümüzde de durum aynıdır. Bugün dünyanın hemen her coğrafyasında bu saltanat dinciliği İslam'ın ve Müslümanların değerleri­ni "Allah için cihad" yaftasıyla sömürmekte ve kitle­lerin dine saygılarını saptırarak politik çıkarlara âlet etmektedir.

Cihad kavramı bugün, "Allah ile aldatma" oyunun temel aracı halinde kullanılmaktadır. Dini kullanarak Müslüman kitleleri parçala­yan saltanat dinciliği, politik hasımlarını yıpratmak ve etkisiz kılmak için kendi çıkar sa­vaşlarına "Allah için cihad" adını vermekte ve Emevî zorbalığının başlattığı bu büyük zulmü, Kur'an'ın dini adına sürekli işletmektedir. Sa­dece gruplar-hizipler çapında değil, devletler, bölgeler çapında da...

Kısacası, savaş, cehdin sadece bir boyutudur ve son boyutudur. Ve bu boyutta savaş zulme uğrayanların hu­kukunu savunma niyet ve amacıyla olacaktır. Aksi halde bizzat kendisi zulüm olur. (bk. Nisa Suresi, 75; Hac, 39-41)

CİNLER

Kur'an'da yaklaşık 30 yerde geçen cin sözcüğü bir cins ismi olup (tekili, cinnî) gözle görülemeyen varlık anlamındadır.

Bu kökten tüm isim ve fillerin ortak yanı, duyu or­ganlarından gizli kalmak ifade etmeleridir. Bundan da anlaşılır ki cin türü varlıklardaki görülmeme veya görülememe bunları ontolojik varlık olma özelliğinden yoksun kılmaz. Bu anlamıyla cin kelimesi bizim melek, şeytan ve cin diye andı­ğımız tüm varlıkların ortak adıdır. Ve bu şekliyle cin kelimesi ins (insan denen varlık) karşıtı olarak kullanılır.

Cennet sözcüğü de cin kökündendir. Ağaçları-dalları ve gölgesinin yoğunluğu yüzünden toprağı âdeta görünemez hale gelmiş bol yeşilli bahçe demektir

Kur'an'ın cin kavramı ile ilgili beyanlarınıki bun­ların büyük kısmı Cin adlı surede toplanmıştır-incelediğimizde şu saptamaları yapabiliyoruz:

1.     Cinler (melek, şeytan ve peri anlamlarıy­la), tarih boyunca, Allah'a ortak koşmada kul­lanılmıştır. Kur'an'ın indiği ilk muhatap toplumda da durum buydu. (bk. En'am, 100)

2.     Cinler erdirici, yüksek değerler ilham edici, yüksek değerler yaratan kişileri koruyup kollayıcı, onlara destek gönderici kuvvetler olarak da düşünülmüşlerdir. Tarih boyunca birçok toplumda, deha da bir tür cin erdiriciliği olarak düşünülmüştür. Müşrik Mekke Arapları da şairleriyle kâhinlerini cinlerin koruma ve ilhamıyla iş gören farklı kişiler olarak görürlerdi.

3.     Cinler de tıpkı insanlar gibi değişik top­lumlar oluşturan varlıklardır. Kur'an bu noktada cinler için hem ümmet tâbirini kullanmaktadır (bk. Araf, 38; Fussılet, 25; Ahkaf, 18)) hem de ma'şer (topluluk, toplum) sözcüğünü, (bk. En'am, 128, 130; Rah­man, 33) Cin ümmet-toplumunun iyileri de vardır, kötü­leri de...

4.     Cin toplumlarına da, tıpkı insan toplam­ları gibi peygamberler gönderilmiştir, (bk. En'­am, 130) Cinler son peygamber Hz. Muhammed'e vahyedilen Kur'an'ı da dinlemişlerdir. (Ahkaf, 29; Cin, 1) Bu dinleyiş, Hz. Peygamber'e vahiy ile bildirilmiştir; Hz. Peygamber cinleri bizzat gözüyle görmemiştir. (Cin, 1)

5.     Cinler insanoğlu tarafından, iş ve değer üretmek için çalıştırılmıştır, (bk. Nemi, 17, 39; Sebe', 12) Esasında, Kur'an'a göre tüm insan ve cin toplumları Allah için iş yapıp değer üretmek üzere yaratılmış­lardır. Görevleri budur. Bu bilgiyi veren Zâriyât Suresi 56. ayette kullanılan fiil "ya'bu dûn" fiilidir, ibadet kökünden türeyen bu fiil hem bugün kullandığımız an­lamda ibadeti hem de iş yapıp değer üretmeyi ifade et­mektedir. Çünkü ibadet sözcüğü esası bakımından Ibranice'deki "aboda"dır ki iş yapmak, değer üretmek, ça­lışmak demektir. Bundan da anlaşılır ki Kur'an'ın ibadetle amaçladığı, sadece yakarış hali değil, yaratıcı-üretici tüm faaliyetlerdir. İns ve cinnin çalışmaları içinde göklerin ve yerin köşe-bucağını araştırma, delip geçme faaliyetleri de olacaktır, (bk. Rahman, 33)

Şöyle veya böyle, cinler bazı nebiler tarafından iş ya­pıp değer üretmek üzere çalıştırılmışlardır. Bu çalışma­lar içinde bazı cisimleri çok uzak mesafelere anında gönderme faaliyeti de vardır. Tam bu noktada cevabının ne olacağını bilemediğimiz şu ilginç soru akla gelebilir: Acaba Kur'an-ı Kerim'de cin, başka gezegenler­den dünyaya gelen veya gelecek olan varlıkla­rın ortak adı olarak da kullanılıyor mu?Hz. Süleyman 'ın hizmetinde çalışan ve bir tür ışınlama gerçekleştiren "cin ifriti" ile Süleyman Peygamber arasındaki konuşma (Nemi, 39) bu bakımdan çok dikkat çekicidir.

*     Cinlerin gaybı bildiğini sanmak:

Cinlerin gaybı bilmedikleri Kur'an'da açıkça ifade edilmiştir, (bk. Sebe', 14; Cin, 10)

*   Cinlerin insana doğrudan musallat olabileceğine inanmak:

Cinlerin insana tasallutları, yine bir insan aracılığı iledir. Allah'a inanan insanın cinlerin hiçbir kötülü­ğünden korkmaması gerekir. (Cin, 13) Cin tasallutu diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu ba­hane ederek insanları cin hayalleriyle perişan­lığa iten insan şerirlerinin işidir. Bu hayallere kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım insanlara sığınanlar, başlarına sarılmış belayı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, (bk. Cin, 6)

Yani, cin tasallutu yoktur ama cinleri bahane ederek insanları sömürenlerin tasallutu var­dır. Kur'an işte bu ikinci tasalluttan korun­mamızı istiyor.

Tanrı elçilerinin bile her devirde hem insan şeytan­larından hem de cin şeytanlarından düşmanları olmuş­tur, (bk. En'am, 112) Bunlar, o elçiler aleyhine birbirle­rine yaldızlı sözlerle destek verirler. Ama bunu kendi aralarında yaparlar, insana musallat olamazlar.

Cinler her türden insana vesvese verirler, (bk. Nâs, 6)Yani insanın içine kötü fikirler sokabilirler. Peygam­berler bu vesveselerden, Allah'ın gönderdiği vahiyle kur­tulurlar. Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu ise peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy ürünleri sa­yesinde olacaktır.

Yani cin hezeyanlarıyla rahatsız olup denge­yi bozmaktan kurtulmanın en güvenli yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan geçer. Bu yo­lun yerine üfürük, muska ve tılsım yolunu se­çenlerse beladan kurtulamazlar...

CUMA GÜNÜ VE CUMA NAMAZI

Cuma (cum'a veya cumu'a) toplamak anlamın­daki cem* kökünden türemiş bir isimdir. İslam'dan ön­ceki devirde "Arube" diye anılan 6. güne İslam devrin­de verilen addır. Müslümanların toplu halde ve bir mekânda kıldıkları namazı veya namaz kıl­malarını ifade ettiği için bu adı almıştır,

Kur'an bu kelimeyi bu anlamda olmak üzere, aynı adı taşıyan surenin (Cumua Suresi) 9. ayetinde kullan­makta ve aynı ayetle devamı olan ayet, tüm Müslüman­ları Cuma namazıyla yükümlü tutarak bu namazla ilgili düzenleme getirmektedir: "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, Allah'ı anmaya/ Allah'ın zikrine koşun. Alışverişi bı­rakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayır­lıdır. Namaz kılınınca hemen yeryüzüne dağı­lın ve Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın..."

Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Kur'an Cuma'yı bir tatil günü olarak değil, bir ibadet vakti olarak düzenlemektedir. O halde Kur'an'a dayanarak bir "Cuma namazı paydo­sumdan söz edilebilirse de bir "Cuma günü tatili"nden söz edilemez. Uydurma bazı rivayetlerle yüklenen yapay bazı yükümlülükler Cuma gününü bir tür tatil gibi algılamaya yol açmaktadır. Örneğin, Cuma günü yıkanmanın sevabından söz eden uydurma hadis­ler vardır. Bir tanesinde şöyle deniyor: "Cuma günü, bardağını bir dinara su satın alma pahasına da olsa yıkanınız." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/290)

Bizzat Peygamberimizin uygulaması göstermektedir ki, Cuma namazı Hicret sırasında farz kılınmıştır. Hicret sırasında Medine'ye bir saat uzaklıktaki Kuba semtine ulaşan Peygamberimiz burada kaldığı dört gün içinde arkadaşlarıyla sıkı bir biçimde çalışarak ilk mescit olan Kuba Mescidi'ni inşa etmiştir. Küba 'dan Cuma günü hareket etmiş ve Salim b. Avf kabilesinin yerleştiği Ranûna vadisine inip orada misafir kalmış­tı. İşte bu sırada Cuma vakti girmiş ve Hz. Peygamber ashabıyla birlikte İslam'ın ilk farz Cumasını oradaki bir namazgahta kılmıştır.

"Farz Cuma" dememiz sebepsiz değildir. Çünkü Hi cret'ten önceki dönemde Medine'ye gelmiş bulunan Müslümanlar, Ehlikitap toplumun haftalık bir ibadetinin bulunduğunu dikkate alarak kendileri için de böyle bir ibadet olsun istemişler ve sonradan adı Cuma olarak be­lirlenen Arube gününü haftalık toplu ibadet günü olarak seçmişlerdi. Bu ibadete Es'ad b. Zürâre (ölm. 1/623) adlı sahabî imamlık ediyordu. Ancak bu ibadet bir farz ibadet değil, bir tatavvu' (sevap kazanmaya yönelik) ibadet idi. Daha doğrusu bu haftalık toplantı idi. Na­maz, bu toplantıyı sağlayan vesîle olarak değerlendiril­miştir. Nitekim "ilk Cuma imamı" diyebileceğimiz Es'ad b. Zürâre, o gün toplananlara bir küçükbaş hay­van kesip yemek vermekte idi. (bk. İbn Hemmâm; elMusannef, 3/159 vd.)

Kur'an, Cuma namazının nasıl kılınacağından söz etmez. Bunun anlamı, bu namazın diğer namazlarla aynı olduğu, ancak adından da anlaşıldığı gibi bir top­lantı namazı olduğu için cemaatle kılınması gerektiği­dir. Cuma namazında okunan ve fıkıh kitaplarında "farz" olarak gösterilen hutbe Kur'an'da anılmamaktadır. Buna dayanarak şunu söylemek durumundayız: Hutbe, Cuma'nın farzlarından biri değildir. Hutbe, Peygamberimiz tarafından halka öğüt vermek için başlatılmış bir uygulamadır ve bu haliyle sünnettir.

* Cuma namazını iki rekâtın üstüne çıkarmak:

Cuma namazı bahsinde en büyük ve en tehlikeli bid'at budur. Çünkü bu bid'at dinde ziyadeciliğin bir görü­nümüdür ve dinde ziyadecilik örtülü bir şirktir. Hz. Peygamber dinde ziyadeciliği "şirretlik" ola­rak nitelendirmiştir.

Kur'an tarafından rekât sayısı belirtilme­miş bulunan Cuma namazı Hz. Peygamber tara­fından iki rekât olarak kılınmıştır. Bunun önüne ve sonuna çeşitli adlar ve gerekçelerle eklenen diğer rekâtların tümü bid'attır. Allah'ın iki rekât farz kıldığı namazı on katına çıkarmak gibi bir cürettir. Bu günah işlenirken ileri sürülen gerekçe ise daha ürkütü­cüdür.

Şimdi bu ekleme namazları görelim:

1.     Cuma'nın farzından önce kılınan iki veya dört rekât: Bunu, Cuma'nın ön sünneti diye tanıtanlar vardır. Tamamen yanlıştır, uydurmadır. Bir defa, Hz. Peygamber'in böyle bir namazı mescit içinde kılmadığı kesindir. Evinde kılıp kılmadığı ise tartışmalıdır. Biz burada, evinde kıldığını değil, mescitte kılıp kılmadığı­nı konuşuyoruz. İbnü'l-Kay yım el-Cevziyye (ölm. 751/1350), eseri Zâdü'l-Me'âd'da Hz. Peygamberin mes­cide girer girmez doğruca mihraba geçtiğini ve Cuma namazından önce herhangi bir namaz kılmadığını, bunun aksini söyleyenlerin yalan söylediğini bildiriyor. Hadis alanının büyük üstadı Elbânî (ölm. 1999), Hz. Peygamberin Cuma'dan önce iki veya dört rekât kıldığı yolundaki rivayetlerin uydurma olduğunu ispatlamıştır, (bk. Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 3/45-47, 82-84)

Biz de Elbânî ile aynı kanıdayız. Çünkü Hz. Pey­gamber, tatavvu' namazların tümünü mescit dışında, evinde kılmıştır. Cuma namazında bunun aksini yap­ması söz konusu olamaz.

Muvahhit (tevhit ilkelerini esas alan) bilgin IbnülCevzî (ölm. 597/1200), farz dışında herhangi bir namazı cami içinde kılmanın, ibadet ehline, iblis tarafından bu­laştırılan bir saptırma olduğunu bildirmektedir. Ona göre, böyle bir şey riyayı meşrulaştırmaktır, (bk. Telbîsü iblis, 164)

Kaldı ki Peygamberimizin, Cuma'dan önce iki veya dört rekâtlık bir ön namaz kıldığını söyleyenler de bu­nun Cuma'nın sünneti olduğunu falan söylemiyorlar; sadece tatavvu' bir namaz kıldığını bildiriyorlar. Tatavvu' her zaman ve her şartta kılınabilir. Bunun Cuma ile kayıtlı gösterilmesi yanlıştır. O halde Peygamberimiz böyle bir ön namaz kılmış olsa bile bu, Cuma'nın ön sünneti diye anılamaz ve Cuma'nın bir parçası gibi gös­terilemez. Adı üstündedir: Tatavvu'...

Tatavvu' kılan kılar. Ve istediği kadar kılar. Bu bize, ilmihal kitaplarına Cuma'nın ön sünneti diye uy­durma ve ilave bir namaz ekleme hakkını vermez. Tatavvu' bir nafile namazdır; kendi başlığı altında anla­tılır.

Bu böyle yapılmamış, hileli ifadelerle Cuma'nın ön sünneti, son sünneti denerek iki rekâtlık namaz on altı rekâta çıkarılmıştır. Bu hile ve fesatlar yüzündendir ki Allah'ın hakkı iki rekât iken, bid'atların hakkı on dört rekâta çıkmıştır...

Bugün bize düşen, bu hile ve artırmaya karşı çıkmak için bu ekleme rekâtları kılmamaktır. Bunu kılmamak, bid'ata karşı çıkış olduğu için sevap kazandırır. Aksini yapmak, bu eklemeyi Cuma'nın bir parçası olarak gösteren bid'atçılığı desteklemek olduğu için bizi günaha sokar.

b)     Cuma'nın farzından sonra kılınan on re­kât: Bunun ilk dördü, Cuma'nın son sünneti diye bir uydurma adla kılınmaktadır. Ondan sonraki dört rekât zuhr-i âhir adıyla kılınmakta, son iki rekât ise vak­tin sünneti uydurma adıyla eda edilmektedir.

Bu ekleme namazları savunanlar şöyle de­mektedirler: "Eğer Cuma'nın edasında bir bo­zukluk, bir sıhhatsizlik varsa bu son kılınan on rekât o günkü öğle namazının yerine geçer. Çünkü Cuma'yı kılamamış olanlar öğle nama­zını kılmakla yükümlüdür. Biz işi garantiye alalım; Cuma'nın durumunda bir kuşku varsa öğle namazını kılmamış duruma düşmeyelim."

Bu savunma-gerekçe, yapılan eklemeden daha büyük bir hatadır. Bir kere, Cuma'nın sıhhatinde kuşku varsa onun iadesi gerekir. Ve sorulması gere­kir: Sıhhat şartları vücut bulmamış bir namaz nasıl kılınabilir? Cuma namazı, ya sıhhat şartları doğmuş ve kılınmıştır, yahut o şartlar doğmadığı için kılınmamıştır. Kılınmışsa öğle namazı gerekmez, kı­lınmamışsa (ki kuşku duyulması halinde kılınmamış sayılır) o zaman doğrudan öğle namazı kılmak gerekir. Öğle namazı ise on rekât değil, dört rekâttır. Yani hem yedek bir öğle namazı icat ediliyor hem de ona altı rekâtlık bir ekleme yapılıyor. Kısacası, uydurmacılık zamlarının sonu bir türlü gelmiyor.

Biz şunu bileceğiz: Zuhr-i âhir, vaktin sünneti filan gibi uydurma adlarla namaz olmaz.

Esasen, bu ekleme namazları kılan sade Müslüman vatandaş bu fıkıh oyunlarını ne bilir ne de anlar. O, kıl­dığı ilave on rekâtı Cuma'nın bir devamı gibi görmekte ve kılmaktadır. Bunun anlamı, bu sade Müslümanların aldatıldıkları ve dinlerinin emri olan iki rekâtlık na­maz yerine on altı rekâtlık uydurma bir namaz kıldık­larıdır.

Bu insanlara işin gerçeği anlatılsa ve eğer istiyor­larsa Cuma'dan sonra evlerinde tatavvu'an (sevap ka­zanmak için) namaz kılabilecekleri söylense kim ne kaybeder? Kılan kılar, kılmayan kılmaz. Ama hiç kim­senin içinde Cuma'yı kıldım mı, kılmadım mı kuşkusu uyanmaz. Dinin istediği, Hz. Resul'ün yaptığı da budur.

Bid'atlara karşı verdiği etkili mücadele ile de tanı­nan Şafiî fakıhı Ebu Şâme, ünlü eseri el-Bâis 'de bu inceliğe şöyle dikkat çekiyor: Cuma'nın sünneti diye bir şey yoktur. Hz. Peygamber Cuma'nın önünden ve sonunda n bir namaz kıl mış sa bu sırada n nafile nam az dır. Bunu Cuma'ya eklemenin haklı yanı olamaz, (bk. Ebu Şâme; el-Bâis alâ inkârilBide'i vel-Havâdis, 287, 294)

İşin özeti şudur: Hz. Peygamber, sadece Cuma'da de­ğil, diğer zamanlarda da farz dışındaki namazları ca­miye sokmamış, evinde kılmıştır. Bunu naklederken "evinde" sözcüğünü atlayarak Hz. Peygamber farzdan önce şu kadar, farzdan sonra da şu kadar kıldı diye bir oyun sergileniyor. Evet kıldı ama, evinde kıldı. Bu ikisi çok farklıdır. Evinde kıldı kaydını çıkardığınızda o tatavvu' namazlar birer farz gibi esas namaza ekleniyor ve ilmihal kitaplarına giriyor.

Konu, taklit ve ekleme devrinin kitapları yerine esas kaynaklardan verilse olay çözüme ulaşacak ve her şey yerli yerine oturacaktır. Ama taklitçi zümreler buna asla yaklaşmıyor.

Şimdi biz, o esas kaynakların bazılarından işin özünü nakleden bazı tespitleri aktaralım: Hadis ve fık­hın en önemli ilk kaynaklarından olan İbn Hemmâm (ölm. 211/826), eseri el-Musannefin "Cuma'dan Önce ve Sonra Namaz kılmak" adıyla açtığı bölümünde şunu bildiriyor: Hz. Peygamber'in Cuma'dan önce veya sonra cami içinde kıldığı bir namaz yok­tur. Cuma'dan önce evinde iki rekât kıldığı ri­vayeti var ki bu da ortaklaşa kabul edilen bir rivayet değildir, (bk. İbn Hemmâm, 3/ 65, 246-248)

Daha geriye gidelim ve tevhidin tüm boyutlarında ti­tizliğini bildiğimiz Hz. Ömer 'i dinleyelim: "Cuma namazı, bayram namazları, sefer halinde farz namazlar hep iki rekâttır. Peygamberiniz böyle kılmıştır. Bunun aksini yapıp iftira yoluna gi­denler hüsrana uğramıştır." (bk. İbn Hanbel, 1/38; Nesaî, taksîru's-salât; İbn Mâce, ikamet; Beyhakî, 3/199; Şîrâzî; el-Mühezzeb, 1/370)

Hz. Ömer'in bu beyanı ardından şunu da bildirelim: Normal zamanlarda dört rekât kılınan farz namazlar yolculuk halinde zorunlu olarak (azîmeten) mecburen iki rekât kılınır. Normal zamanlarda iki rekât kılınan Cuma ise yolculuk halinde kılınmaz, (bk. İbn Hemmâm, 3/172-174) Bu, oruçtaki ruhsat durumu­nun aksine, bir azimet yani zorunluluktur. Yani sefer halinde olanlar Cuma namazı kılmazlar. Kılarlars a bu , farz ola n Cum a olmaz , sırada n bi r tatavvu' namaz olur. Böyle yapanlar, öğle na­mazını kılmak zorunda kalırlar.

* Cuma kılmak için Kur'an ve sünnet dışı şartlar koymak:

Cuma namazı kılmak için fıkıh kitaplarında değişik mezheplerin görüşleri olarak şu şartların biri veya bir­kaçı öne sürülür: Devletçe izin verilmiş bir cami olacak, şehir veya kasaba camii olacak, on, yirmi, otuz, kırk vs. sayıda cemaat olacak...

Bu şartların tümü uydurmadır, fakıhların kendi ta­sarruflarıdır. Üstel ik birinin gerekli gördüğünü öteki gereksiz görür, çekişir dururlar. Yani bu şartlarla büyük bir kaos yaratılmıştır. Bu kaosa işaret eden müfessir Sıddîk b. Hasan Han (ölm. 1307/1889) diyor ki:M Cu­ma namazı için varlığı öne sürülen devlet reisi izni, şehirde bulunmak şartı, belirli sayıda cemaat, tek ve büyük cami vs. nin tümü Kur'an ve sünnet dışıdır, hiçbirinin bir dayanağı yok­tur." (Sıddîk Hasan; Ravdatü'n-Nediyye, 1/134-136)

Şimdi bu uydurma şartları bir bir gözden geçirelim:

1. izinli cami şartı: Siyasetçilerin, halkı kontrol için koydukları bir şarttır. Bırakın izinli camiyi Cuma kılmak için herhangi bir cami, hatta belirli bir mekân şartı bile yoktur.

Aklı başında herkes biliyor ki, Cuma kılmak için izinli cami ve belgeli imam kaydı, yöneticilerin topluluk haline gelmiş insanları kontrol altında tutmalarına yö­nelik siyasal-yönetsel denetim kaygısının bir zorlama­sıdır. Buna, yine siyasal-yönetsel mantık içinde olumlu bakılabilir. Ama bunu din emri haline getirip ilmihal kitaplarına yazarsanız o zaman buna uymak değil, karşı çıkmak din olur. Özellikle günümüzün özgür­lükçü dünyasında bunu yaşatmaya kalkmak, İslam'a kötülüktür. Yapılması gereken, herkesin istediği yerde Cuma namazını kılabileceğini halka duyurup göster­mektir.

Cuma, adından da anlaşıldığı gibi, cemaatle kılınan bir namazdır. O halde cemaat nerede bir araya ge­lirse (camide, evde, iş yerinde, kırda-bayırda, deniz kenarında, garajda vs.) Cuma orada kı­lınır. Hatırlayalım ki Hz. Resul ilk Cuma'yı, hem de yaptırdığı ilk camiyi bitirdiği Cuma günü, camide değil, camiden uzaklardaki bir vadide kılmış-kıldırmıştır. Cuma kılmak için belirli ve devletten izinli bir cami gerekir di­yenler her şeyden önce Hz. Peygamber'e ters düşmüş olurlar.

Cemaat kaç kişidir? Cemaat şartının doğması için fıkhın genel kuralı olan üç kişinin varlığı yeterlidir. On, yirmi, kırk vs. gibi rakamlar fıkıhçıların kendi görüşleridir, dinden hiçbir dayanağı yoktur.

2. Görevli imam şartı: Böyle bir şart da yoktur. İslam, ibadette lider fikrine karşıdır. Toplanan Müslümanlar, eğer namazlarını cemaatle kılmak isterlerse iç­lerinden en uygun gördükleri birini imamlık için öne geçirirler. Eğer içlerindekilerden biri bilgili, iyi Kur'an okuyan vs. gibi meziyetlere sahipse elbette onu yeğleye­ceklerdir. Ama bu da bir "olmaz ise olmaz" şart değildir.

Cuma'da da durum aynıdır. Cuma kılmak için toplanmış cemaatten biri imam olur. İmamlık yapmak için görevli olmak, mektepli-medreseli olmak, bilgin olmak gibi şartlar yoktur. Mevcut kişilerin içinden biri imam olur.

Burada sorun gibi gösterilen bir konu da hut­benin okunmasıdır. Şunu hemen belirtelim ki, hutbe okumak Cuma'nın farzı değildir. Fakıhların, itti­fak ettikleri bir konudur ama bu, hutbenin Allah tarafın­dan konmuş bir Cuma şartı gibi gösterilmesi için yeterli olamaz.

Hutbe sünnettir. Çünkü Peygamberimiz okumuş­tur. Hutbenin mutlaka yerine getirilmesi gere­keni ise Allah'a hamd etmekten ibarettir. Nasi­hat ve öğüt kısmı olmasa da olur. Gerekli olan, Al­lah'a hamd kısmını ise namazı kıldıran kişi hiçbir sı­kıntıya düşmeden yerine getirir. Bugün hutbe okuyanla­rın sergiledikleri merasim, inişler-çıkışlar, dönüşler, dualar vs. tümden Emevî uydurmasıdır. Bu uydurma merasimlere bakarak hutbe okumanın bir ihtisas işi gibi algılanması yanlıştır.

Hutbenin dinsel hikmeti, Cuma vesilesiyle toplanan kişilerin yüzyüze konuşup görüşmelerine imkân sağla­maktır. Bunu yapmak için onların bir kısmının âlim olması gerekmiyor. Hutbenin namaza bağlı kısmını Al­lah'a hamd ile bitirip namaz sonrasında (eğer vakitleri ve niyetleri varsa) oturup sohbet ederler, fikir alış-verişinde bulunurlar, birbirlerinin dertlerini dinlerler. İşte esas İslamî hikmet buradadır. Birilerinin nutuk atıp öte­kilerin kös kös dinlemesinde değildir.

O halde Müslümanlar, kadın-erkek, bulun­dukları her yerde üç kişilik bir cemaate ulaş­maları halinde Cuma namazı kılabilirler. O yana-bu yana dolaşmaya, cami aramaya, belirli bir camide toplanıp yollarıgeçitleri tıkamaya ihtiyaç yoktur.

Biz, gerçek anlamda Cuma namazının zamanla bu Kur'ansalMuhammedi yapısına ulaşacağından, çünkü bunun bir hayatî zorunluluk haline gelmiş bulunduğun­dan eminiz. Elverir ki, Müslüman kitleler, uydurmacı devirlerin uydurma ilmihal kitaplarından yakalarını kurtarma bilinç ve cesaretine ulaşabilsinler.

3. İç ezan okumak: Bu konuda bilgi için bu eserin Ezan maddesine bakınız.

* Hutbe ile ilgili bid'atlar ve saptırmalar:

Cuma namazı bahsinde sergilenen bid'at ve saptırma­ların oldukça büyük bir kısmı hutbe konusu etrafında kümelenmektedir. Bunları şu şekilde verebiliriz:

1.    Hutbeyi Cuma'nın farzı olarak göstermek: Yukarıda başka bir vesile ile de söylediğimiz gibi, hutbe Cuma'nın farzlarından biri değildir, Peygamberimizin bir sünnetidir. (Hasan el-Basrî'nin aynı görüşü için bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/379-380) Cuma nama­zını düzenleyen Kur'an ayetleri hutbe diye bir yükümlü­lüğe değinmemektedir.

2.    Hutbeyi, cemaatin anlamayacağı bir dille okumak: Hutbe, bir topluluk namazı olan Cuma için toplananlarla bir anlamda bir sohbettir. Bu sohbetin, ce­maatin bildiği dille olması aklın ve dinin bir gereğidir. Bunun aksini yapmak akıl ve din dışı bir uygulamayı kutsallaştırarak cemaatin hakkını ihlal etmektir.

Hutbeler, Allah'a hamd ve Peygamberimize salât ve selâm kısmı da dahil, cemaatin bildiği dille yapılmalıdır.

3.    Hutbeyi minber, kürsü gibi yüksek bir yerden okumak, bu çıkış sırasında dualar okumak, hutbe bitince ayrı bir dua etmek: Bu da peygamberimizin sünnetine aykırıdır, (bk. Ebu Şâme, 265-270) Din görevlisini, özel ve farklı bir adam duru­muna getiren bu uygulama, tevhit mabedinin ahengini bozmaktadır. Hz. Peygamber, hutbelerini cemaat içinde ayağa kalkarak okumuştur. Yaşlandığı dönemde, hutbe okurken yorulduğu için bir hurma kütü­ğüne yaslanıyordu. Daha sonra bunun yerine, yaslan­ması için marangozlar tarafından yapılan sandığa ben­zer ahşap bir dayanak kondu.

Hutbeyi oturarak okuyan ilk kişi, Emevî kralı Muaviye b. Ebu Süfyan (ölm. 60/679) olmuştur. Çok yağ­landığı ve feci şekilde göbek bağladığı için ayakta du­ramadığı ve hutbeyi oturarak okuduğu belirtiliyor, (bk. Süyûtî; Târîhu'l-Hulefa, 227)

Ne ilginçtir ki Muaviye'nin göbeğinden duyduğu sıkıntı yüzünden başlatılan bu uygulama o günden sonra İslamîleşmiş ve Hz. Peygamberin sünnetinin yerini almıştır. Bugün mabetlerimizde bu Muaviye sün­neti esas alınmaktadır.

4.    Hutbeyi uzatmak: Hz. Peygamberin hutbesi sa­dece birkaç cümleden ibaretti, (bk. Ebu Davûd; Sünen)

5.    Hutbede öğüt olarak Kur'an dışında bir şeyler okumak: Hutbede eğer cemaate öğüt verilecekse bunların Kur'an ayetlerinden seçilmesi Peygamberimi­zin açık uygulamasıdır, (bk. Müslim, Nesaî, İbn Hanbel) Allah'tan daha iyi ve güzel kim öğüt verebilir? Ve Kur'an, tanrısal öğütlerle doludur. Esasen Kur'an'ın ad­larından biri de Tezkire yani öğüt veren kitaptır.

Yıllardan beri Türkiye Cumhuriy eti'nin anayasal din kurumu olan Diyanet İşleri'ne uyarıda bulunuyoruz: Hutbelerde Peygamberi­mizin sünnetini işletip öğüt olarak Kur'an ayetleri okutun. Bunun hiçbir zorluğu yoktur. Hatipler, temiz bir Türkçe ile yapılmış Kur'an tercümesinden seçtikleri öğüt yüklü bir veya birkaç ayeti cemaate okuyup hutbeyi bitirsinler. Onun-bunun yazdığı sözleri cemaate dinletme­yin. Böyle devam ederse her hatip kendi işine gelen şeyleri söylemeye başlar ve bir zaman ge­lir ki camiler politik nutukların atıldığı parti lokallerine döner.

Ne yazık ki bu uyarımız dinlenmedi ve Peygambe­rimizin açık bir sünneti dışlandı.

6.     Hutbeyi Cuma namazından önce okumak: Sünnete uygun olan, Cuma hutbesinin, tıpkı bayram hut­beleri gibi, namazdan sonra okunmasıdır. Hutbenin namazdan önce okunması bir Emevî bid'atıdır ve ne yazık ki kurallaşmış, dinleşmiştir. (Bu bid'atı ilk başla­tanın kimliği hakkındaki tartışma için bk. ibn Hemmâm; el-Musannef, 283-285) Ünlü Hanefî fakıhı Serahsî'nin eseri el-Mebsût'tan izleyelim: "Resul ve dört halife döneminde hutbe namazdan sonra oku­nurdu. Emevîler bunu namazdan önceye aldı­lar. Çünkü onlar hutbelerinde helal olmayan şeyler söylerlerdi. Halk bunları dinlememek için namazdan sonra camiyi terk ederdi. Hut­beyi, farz olan namazdan önceye aldılar ki, halk onları mecburen dinlesin." (Serahsî; elMebsût, 2/37. Bu konuda fıkıh profesörü Yunus Vehbi Yavuz 'un bir makalesi için bk. "Kur'an Mesajı Dergi­si", yıl: 1998, sayı: 6)

Serahs î'nin bu beyanı bize şunu da göstermektedir: Hutbe, Cuma'nın farzı değildir. Olsaydı, sahabîler farzı kılar kılmaz camiyi terk edemez­lerdi ve Emevî kodamanları da hutbenin yerini değiştirme ihtiyacı duymazlardı.

Halkın kendilerini bir sürü gibi dinlemelerini sağ­lamak ve sağlamlaştırmak için "Hutbeyi Kur'an dinler gibi dinlemek gerekir" dayatmasını ilmi­hallere soktular. İşi iyice sağlama bağlamak için bir de şöyle bir hadis uydurdular: "Hatip minbere çıktığın­da artık ne namaz kılınır ne de kelam edilir." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/199)

Uydurmacılar öylesine şaşırmışlar ki, uydurdukları hadis içine kendilerini ele verecek kanıtı koyduklarının farkında bile olmamışlar: Hz. Peygamber hatibin min­bere çıkmasından nasıl söz eder? Onun minbere çıkıp hutbe okuması şöyle dursun, mescidinde minber diye bir şey yoktu. Hutbelerini hep cemaatin içinde ayağa kalka­rak, ileriki yaşlarında ise bir hurma kütüğüne dayana­rak okumuştur.

7.    Hutbeden önce müezzinlerin ezan (iç ezan) ve bazı ayetler okumaları, salât ve selâm ge­tirmeleri: Bunlar da Emevî bid'atlarmdandır. (Bu ko­nuda geniş bilgi için bk. Ebu Şâme, 265-270; Ali Mahfuz, 168; bu eser, Ezan maddesi)

Bayram hutbelerinden önce tekbir getiril­mesi de aynen böyle bir bid'attır. (bk. Ali Mah­fuz, 179)

Bu hutbe meselesi, Emevî yozlaştırmasının en tipik göstergelerinden biridir. Adliye Nazırı ve din bilgini İzmir Mebusu Mehmed Seyit Bey (ölm. 1925)in bu yozlaştırmayla ilgili tarihsel bir konuşmasının bir öze­tini eserimizin Giriş kısmına koymuş bulunuyoruz.

* Cuma'nın sadece erkeklere farz olduğunu söyleyerek kadınların Cuma kılmasını engellemek:

Bu uygulama da İslam dışı bir uygulamadır. Kur'an, Cuma namazı emrini herkes için eşit vermiştir. Diğer ibadetleri veren buyruklarda hangi ifadeler, hangi kipler kullanılmışsa, Cuma namazını emreden ayetlerde de aynı ifade ve kipler kullanılmıştır. Kadının Cuma na­mazı emrinden hariç tutulduğunu gösteren bir Kur'an beyanı varsa "Cuma kadına farz değildir." diyenle­rin onu ortaya getirmeleri gerekir.

Böyle bir beyan yoktur. Ama tam tersini gösteren ayetler ve Peygamber uygulamaları vardır.

Kadınların Asrısaadet'te erkeklerle aynı yerde, hatta aynı kaptan abdest alıp aynı yerde Cuma ve bayram namazlarını kıldıkları tüm kaynakların ortak bey anlarındandır. (Örnek olarak bk. İbn Hemmâm, 3/302)

Sonraki zamanların kadını dışlayan anlayışları yüzündendir ki "Kadınlar fitne çıkarır" gerekçesiyle kadınların Cuma ve bayram namazlarına katılmaları önlenmiştir.

Şimdilerde şu da söyleniyor: "Camiler erkeklere bile yetmiyor, bir de kadınlar Cuma ve bayram namazı kılmaya kalkarsa halimiz nice olur?"

Bu, İslam dışı uygulamalara İslam dışı gerekçe bul­manın tipik örneklerinden biridir. Cuma, Kur'an ve sünnetin verilerine göre kılınsa yani belli camiler, belli görevliler şart koşulmasa bu sözlere lüzum kalmaz. Çünkü herkes Cuma'sını, cemaatin oluştuğu herhangi bir mekânda (evde, iş yerinde, kırda, çayırda) kılar. Ama isteyen kadınlar da gidip büyük veya küçük camilerde kılarlar.

DÂRÜLHARP

Dârülharp (karşıtı, dârülislam) harp yurdu, harp alanı demek. Geleneksel fıkıhın bununla kastettiği, "topraklarında küfür yönetiminin egemen oldu­ğu ülke" veya "kâfir liderin emir ve yönetimi­nin yürürlükte olduğu ülke"dir.

Klasik fıkıh, eski dünyanın şartlarının da itişiyle dârülharp kavramını, zaman zaman günümüz hukuk sistemlerindeki "yabancı ülke" anlamında kullan­mıştır. Dünya onlar için ikiye ayrılmıştır: Dârülislam yani Müslümanların egemen olduğu parça, dârülharp yani küfrün egemen olduğu parça... Burada omurga nokta, Müslümanların kahır ve zulüm altında inleme­leri ve dinlerine ait hükümlerin hiçbir yürürlük imkânı bulmamasıdır. Klasik fukaha bu noktada ilginç bir yak­laşımla dârülharp toprakları "dârü'l-kahr" (bk. Serahsî; el-Mebsût, 30/33) veya "dârü'l-kahr ve'l-galebe" (bk. Cürcânî; Şerhu's-Siraciye, Kahire, tarihsiz, s. 82) olarak adlandırmışlardır ki, zulüm ve despotizmin ege­men olduğu ülke demektir. Hükümlerin eksik uygu­lanması veya belli bir anlayışın yorumlarına uygun olarak uygulanmaması bir ülkeyi dârülharp yapmaz.

Buna karşılık, dârülislam yerine "dârü'l-ahkâm" (kuralların egemen olduğu ülke, hukuk ülkesi) tâbiri kullanılmıştır. İslam ahkâmı denmeyip sadece ahkâm denmesi dikkat çekicidir.

Dârü'l-ahkâm; kuralların, normların işle­diği ülke demektir. Karşıtı olan "dârü'l-kahr" ise keyfîliğin, adaletsizlik ve kuralsızlığın egemen olduğu despotik yönetim demek olur. Bu incelik unutulmaz ve Serahs î 'nin bu deyimle dikkat çektiği hususlar göz önünde bulundurulursa bunun günümüzde "hukuk dev­leti" kavramının tam karşılığı olduğu anlaşılır. Böyle olunca da "dârü'l-kahr" deyiminin karşılığı da huku­kun üstünlüğünün bulunmadığı yönetim olacaktır..

İslam'ın evrenselliği, zaman ve mekânüstülüğü, adının ve esasının barış olduğu da dikkate alınırsa şu sonuca varmakta tereddüt kalmaz kanısındayız: Dârülislam, bugünkü Müslümanlar için "hukuk dev­leti" niteliği taşıyan her yönetimdir. Dârülharp ise hukuk devleti olmayan, hukukun üstünlüğüne yer vermeyen yönetimlerin yürürlükte olduğu coğrafyalar­dır. Bu noktadan hareket eden Prof. Dr. Ahmet Yük­sel Özemre, bize göre de isabetli bir yaklaşımla, Hristiyan Batı ülkelerinin dârülharp sayılamayacağını sa­vunmaktadır, (bk. Özemre; İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 181-185)

Esasen, günümüz İslam dünyasının diğer ülkelerle ilişkileri dârülharp ve dârülislam kavramlarını, Özemre 'nin dediği noktaya getirmiş ve Müslümanlar arasında da uygulamada bir oy birliği doğmuştur. Aksi olsaydı, Almanya başta olmak üzere Batı ülkelerinde çalışan üç milyonu aşkın Müslüman insan Cuma kıla­maz, oruç tutamaz, nikâh kıyamaz, hatta kelime-i şehadet getiremezdi.

Özetlersek, dârülharp-dârülislam deyimlerini Kur'an ve sünnet kaynaklı olmadıkları için yok sayabileceği­miz gibi, günümüz şartlarına uygun olarak ulaşılan itti­faklara göre yeniden tanımlama imkânına da sahibiz. Unutulmaması gereken nokta şudur: İslam'ın değerleri açısından "günah işleyen yönetim" dârülharp ad­landırması için gerekçe olmaz. Bunun aksine bir yol tu­tarak, siyasal hasımlarını zor durumda bırakmak veya Müslüman kitleleri saflarına çekmek için dârülharp kavramını "İslam açısından günahları ve eksik­leri olan yönetim" şeklinde tanımlamak Müslüman­ları fitne ve fesada sürüklemek ve bu fikri savunanları dünyanın önünde rezil etmekten başka bir işe yaramaz.

Eğer bugün bir dârülharp tanımı yapacaksak şu iki noktanın kaçınılmazlığını unutmayacağız:

1.     İnkâr, yani İslam'ın inkâr edilmesi: Al­lah'ın, Kur'an'ın ve Peygamberin reddi,

2.     İslam değerlerine ve Müslümanlara karşı savaş, baskı ve zulüm uygulanması.

Başkalarına dayatılmayan inkâr ve hükümlerin uy­gulanmaması, rahmetli Elbânî'nin tabiriyle bir "küfri inkârî" yaratmayıp sadece "küfr-i amelî" olarak kalıyorsa, genişliği ve sayısı ne olursa olsun, ülkenin dârülharp ilan edilmesi için yeterli değildir. Şafiîlere göre, dârülislam haline gelmiş bir ülke daha sonra istila edilse ve bu istila altında uzun yıl­lar da kalsa artık dârülharp olarak anılamaz.

Türkiye söz konusu olduğunda ise dârülharp için söz konusu edilen noktaların hiçbiri yoktur. Dârülharbin saptanmasında yönetim ve egemenliğin kimlerin elinde bulunduğuna bakmak ilk adımdır. Böyle baktığınızda yönetimin eksik-

leri ve günahlarının olması, hüküm vermek için yetmez. Yönetimin küfür, hatta Hanefî fakıhlarına göre, şirk üzere olması gerekir, (bk. Serahsî; el-Mebsût, 10/114) Hanefî fıkhının temel kayna­ğı sayılan el-Mebsût'ta Serahsî (ölm. 483/1090) şunu söy­lüyor: "İmamı Âzam'a göre, Müslüman yurdunun darülharbe dönüşmesi için şu üç şartın varlığı kaçınılmazdır: 1. Müslümanların yurtlarına bitişik bir Müslüman yurdu bulunmamak,

2.Kendi imanına uygun olarak iman eden bir tek Müslüman ve kendi imanına göre iman eden bir tek Ehlikitap kalmamak, 3. Ülkede şirk ah­kâmı geçerli olmak." (Serahsî; el-Mebsût, anılan yer.)

Türkiye'de yönetim Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i inkâr edenlerin elinde değildir. İslam açısından ihmal­lere gelince, bu ihmallerin olmadığı bir yönetim Hz. Peygamber'den sonra hiçbir İslam ülkesine nasip olma­mıştır ve olmayacaktır. Bu böyle olduğundandır ki, İs­lam'ı siyaset aracı yapanlar dârülharp sömürü­sünde başarılı olmak için önce devleti, yöneti­mi, sonra da hesaplarına uymayan Müslüman­ları kâfir-zındık ilan etmekte, böylece yapay bir dârülharp yaratarak sergileyecekleri kin ve şiddet siyasetine dayanak hazırlamaktadırlar.

Öte yandan ittifak noktalarından bir i olarak şunu da görüyoruz: Bir ülkenin dârülharplığı ile dâr ülislamlığına hükmetmede tartışma çıksa, yani ülke, dârülislam olmaya ilişkin özelliklerle dârülharp sayılmaya ilişkin özel­likleri aynı anda taşıyor olsa hüküm, dârülislam kabul etme yönünde olacaktır. Bunun mas­lahata (kamu yararına) ve ihtiyata daha uygun olduğu düşünülmüştür.

Biz, öncelikle şunu bilmeliyiz: Bu deyimlerin hiç­biri Kur'an ve hadislerde yer almaz. Bunun tar­tışmasız sonucu şudur: Bu deyimler siy asal-yönetsel deyimlerdir; dolayısıyla devirden devire, coğrafyadan coğrafyaya, şartların değişmesine göre değişir. Zaten İslam hukukçularının bu kavram­larla ilgili meselelerin büyük çoğunluğunda ittifak ede­mediklerini görüyoruz..

Kavramın, siyasal istismara son derece müsait ol­duğunu da düşünürsek, günümüz dünyasında her­hangi bir Müslüman ülkeyi, fıkıhtaki içtihat farklarından yararlanarak dârülharp göster­mek hiç de zor değildir. Ve İslami siyaset ve şiddet aracı yapanların yolu-yöntemi de budur.

Bu yöntemin uygulandığı ülkelerden biri de Türki­ye'dir. Bu neden yapılmaktadır? Cevap, dârülharp olan bir toprakta İslam hükümlerinden rahat­lıkla kaçma imkânının bulunduğunu bilmekte yatıyor. Bir ülkeyi dârülharp ilan ederseniz ceza huhukukundan ibadetlere kadar, tüm alan­larda dinsel yükümlülük kalkmaktadır. Türki­ye'ye bakalım: Yüz bin civarında caminin ibadete açık olduğu ve devletin din işleri için yüzlerce trilyon harca­dığı bir ülkeyi dârülharp ilan ettiğinizde faiz yemekten zina yapmaya, Cuma namazı kılmamaktan cinayet iş­lemeye kadar her fiil ve davranışınız yaptırım dışı ka­lacaktır. Bu olgu, din üzerinden siyaset yapanlara sınır­sız bir imkân ve rahatlık getirmektedir. Onlar, dârülharp teranesiyle bir yandan istediklerini din dışı ilan edip devlete ve ülkeye karşı mücade­leyi meşru!aştırırken öte yandan adına konuştukları dinin tüm hükümlerinden sıyrılmak gibi bir şansa sahip oluyorlar...

Bütün bunlardan sonra da kendilerini dârülislam için mücadele eden cihat erleri olarak tanıtarak Müslümanlar nezdinde seçkinlik kazanma gayreti içine gire­biliyorlar.

Oysaki dârülharp kavramıyla ilgili meselelerin ço­ğunda tartışan klasik fıkıhçıların çok az yakaladıkları ittifak noktalarından biri şudur: Dârülharp olan bir toprak, Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve üzerinde İslam hükümlerinin uygulanma­sıyla dârülislam haline gelir.

Kur'an ve sünnet dışı olmakla birlikte eski Müslü­man toplumların siyasal ve yönetsel şartların itişiyle kullandıkları dârülharp kavramını Türkiye'yi tahrip etme misyonlarının zaferi için istismar eden zihniyetle­rin, iddia, inat ve ithamları dışında hiçbir bilimsel ve aklî dayanakları yoktur. Onlarla ilgili olarak söylemek istediklerimizi, Ahmet Yüksel Özemr e'nin dârülharp kavramını açıklayan sayfalarından birkaç satırla veri­yoruz:

"Türkiye'yi dârülharp ilan edip Cuma na­mazı kılmayan, Kur'an'ın faizle ilgili haram­laştırıcı ayetlerine rağmen apaçık faizle iş gö­ren ve Müslümanlığı da kimseye bırakmayan bazı cemaatler var ki onlara Allah hidayet et­sin, cehalet ve sapıklıklarından bir an önce id­rake gelsinler derim. Türkiye asla bir dârülharp değildir. Camiler açıktır. Kimsenin ibade­tine kanunî bir engel yoktur. Cuma namazını engelleyen de yoktur. Türkiye'yi bir dârülharp olarak görmek aklın, temkinin, temyizin, ada­letin işi değil, olsa olsa bazı kayıtlardan kur­tulmak için nefs-i emmâre (sürekli kötülüğü emreden insan egosu)nin telkin ettiği kuruntu­nun bir sapıklığıdır, o kadar!.."

"Fransa'yı veya Türkiye'yi dârülharp ilan edenler ya Kur'an ve sünneti dikkate alamaya­cak kadar cehalet içinde bulunmaktadırlar, ya da düpedüz vehimlerinin esiridirler. Yahut da bunu, Cuma namazından kurtulmak, rahat ra­hat % 130 faiz almak, dinî yaptırımlardan kur­tulmak için bahane etmektedirler." (Özemre, İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 11184-185)

DOĞUM KONTROLÜ

Konunun genel bilgiler kısmında iki noktaya dikkat çekeceğiz:

1.    Kur'an. nüfusu bol toplum değil, nüfuzu kuvvetli toplum istemektedir. Yani Kur'an, in­san meselesinde kemiyete (sayıya) değil, key­fiyete (niteliğe) önem vermektedir.

Bunun da ötesinde Kur'an, nüfusun sayısını öne çı­karmayı, bununla övünmeyi, bunu yarış konusu yap­mayı yani tekâsürü putperestliğin bir görünümü olarak tanıtmakta ve açıkça kötülemektedir. insan meselesinde önemli ve güvenilir olan, değerli, üretken insana sahip olmaktır, kelle çokluğuna değil. Kelle çokluğuyla övünmek (tekâsür) ilkel bir iddiacılık ve böbürlen­medir ki, sonucu perişanlık olur.

Bu perişanlığa ne yazık ki Müslümanların çekirdek kuşakları bile zaman zaman yenik düşmüşlerdir. Oysa­ki Kur'an çok açık konuşmaktadır: "Cemaatiniz çok da olsa size zerre kadar yarar sağlayamaz. Al­lah inananlarla beraberdir." (Enfâl, 19)

Burada sayısal çoğunluğa karşı nitelik öne çıkarıl­mıştır. iman bir nitelik-değerdir, sayısal değer değil.

Kur'an daha açık ve tarihsel bir örnek de vermekte­dir: "Huneyn gününde çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bu hiçbir işinize yaramamıştı. Tüm genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Sonra da sırtınızı dönüp kaçmıştınız." (Tevbe, 25)

Tekâsür ve kevser sözcükleri Kur'ansal sözcük­lerdir ve ikisi de çokluk anlamındaki "kesret" kökün­den türemiştir. Bunların birisi (tekâsür), kelle sayısı ve madde ile övünmeyi, ikincisi (kevser) sonsuzluk değerlerinin bolluğuyla yücelmeyi ifade etmektedir. Çıp­lak kökten yani kesretten bakarsak Kur'an'ın, kesreti yani sayı çokluğunu öncülük ölçüsü sayan anlayışa eleş­tirisi çok ağırdır: "Pisle temiz eşit olmaz. Pisin çokluğu seni şaşırtsa bile bu böyledir..." (Mâide, 100)

Tekâsürü putperest bir tutku sayan Kur'an, kevseri yüceltmektedir. Kevser, ölümsüz değerlerin bol bol verileni veya verilmesidir. Putperestler, Hz. Peygamber'i, çocuğu öldüğü için ebter (soyu kesik) olarak nitelemişlerdi. Buna yanıt olarak Cenabı Hak, kevseri öne çıkarmış, Hz. Peygamber'in kevserle yüceltildiğini belirtmiştir, (bk. Kevser Suresi)

Bu demektir ki Kur'an'ın insanı, tekâsür ile değil, kevser ile mutluluk ve onur arayacaktır. Kevser Suresi bize göstermektedir ki kelle sayısı ba­kımından öne çıkamayan insanlar, kevser değerleriyle yücelebilmektedirler. Kur'an işte bu ikinci yolu, kevser yolunu önermektedir. Bununla kastedilen, kevserin elde edilmesi için nüfus artışını durdurmak gerekir şeklinde bir saçmalık değildir. Maksat, kevser değerlerinde gerilemeye sebep olan bir nüfus artışının, bir tekâsür sergilemeye başladığının bilinmesidir.

Kur'an bu noktada bir uyarı yapmaktadır. Bu uyarıyı görmezlikten gelemeyiz.

Kur'an, insanı en büyük emaneti taşıyan varlık ola­rak gördüğünden yetenekli, üretken, yapıp-eden insan aramaktadır. Sadece fotoğraf ve nüfûs kağıdıyla "in­san" olan yığınların Kur'an'ın idealindeki "emanet taşıyıcı" sorumlu varlık olmaları söz konusu edilemez. Böyle yığınları üretmenin Allah'ın iradesine ve insan­lığa hizmet olduğunu iddia etmek de Kur'an'a fatura edi­lerek savunulamaz. Bu böyle olduğu içindir ki Kur'an, kelle çokluğu ile övünmek ve kelle çokluğu yarışı açmak anlamındaki tekâsürü, şirkin bir görünümü rak değerlendirmiştir.   Kur'an'da tekâsürle ilgili beyyineler, ayet. biri de sure olmak üzere iki tanedir. Biri

 "Bilin ki iğreti-sefil hayat, bir oyun ve eğlenceden, bir süsten, aranızda bir övünme den, mallarda ve evlatlarda çoğalma yarışından başka bir şey değildir..." (Hadîd, 20) "Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri; öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri. Hayır, hayır! İş öyle değil, yakında bileceksiniz!" (Tekâsür Suresi, 1-4)

Tekâsür ve kesrete karşı Yaratıcı tarafından öneri­len ölümsüzlük değeri kevser de bir sure ile gündeme getirilmiştir: Kevser Suresi...

Sözün özü şudur: Esas olan, nitelikli insandır. En ba­sit araç-gereçten en kompleks jeopolitik unsurlara kadar tüm değerlerin yaratıcısı nitelikli insandır. Günümüz dünyasının kaderini belirleyen teknolojinin yaratıcısı da nitelikli insandır. Kelle çokluğu, nitelikli insanda eksiler vücuda getirdiği için insana ve tekâmüle zarar vermektedir.

2.      Nüfusun niteliğini dikkate almadan sayı­yı artırma hatası insanlığı çok zor durumda bı­rakmıştır: Biz, konuya Malthusçü (Malthusianist) bir yaklaşımla bakmıyoruz. "Nüfus artarsa aç­lıktan helak oluruz veya zevklerimizin tatmin oranı düşer" mantığına taraftar değiliz. Bizim söyle­mimiz şudur: Açlık ve mesken problemini çözmüş olmak. Yaratıcı'nın idealindeki insan olmak için yeterli değildir. Başka bir deyişle, bizim hare­ket noktamız, et ve ekmeğin üstünde ve ötesindeki değer­lere bağlıdır. Kaldı ki tekâsür illetine tutulmuş olanlar, et ve ekmek, iş ve aş meselesini de çözebilmiş değiller­dir. Yani tekâsür (nüfus çokluğunu bir değer sayma) sadece ruhta ve değerlerde değil, maddede ve karın do­yurmada da hüsran getirmektedir ve getirmiştir.

Ingiliz düşünürü protestan papaz Robert Malthus (Rabırt Maltüs)ü eleştirenlar konuyu hep ekmek, ev, giysi meselesi olarak gördüler. Bilindiği gibi Maltüs (ölm. 1834) insan nüfusundaki artışın geometrik, tarım­sal maddelerdeki artışınsa aritmetik bir artış olduğunu ve bunun sonunun insanlığın aç kalması olacağını söy­lemiş ve nüfusun azaltılması için her türlü çareyi öner­miştir. Bu çarelerin çoğu insanlık dışı, zalim çarelerdir. Maltüs, nüfusun azaltılması için ölümleri, salgın has­talıkları, kanlı kavgaları âdeta teşvik etmiştir. Onun bu tezlerini işleyen "Essay on the Principle of Population" adlı eseri, önerilen bu "çareler" açısından bir insanlık suçu belgesi gibidir. Bunun içindir ki Maltüs, sadece dine bağlı çevrelerce değil, materyalist-sosyalist çevrelerce de ağır biçimde eleştirilmiştir. Maltüs'ü bir­çok bakımdan biz de eleştirmekteyiz. Ancak, onun, nü­fus artışının arz ettiği tehlikeye ciddi biçimde ilk dikkat çeken düşünür olarak anılmak, hat­ta takdir edilmek gibi bir hakkının olduğunu da inkâr edemeyiz.

Maltü s'ü, önerdiği çıkış yolları bakımından isabet­siz, hatta zalim göstermemiz mümkündür ama bu bizim "nüfus sınırsızca artabilir" yolundaki tezimizin isabeti anlamına gelmiyor. Çünkü nüfusun frensiz artışı, sadece aş ve iş problemi açısından sı­kıntı çıkarmakla kalmıyor, insan denen varlı­ğın genetiğini, amaçlarını, özünü ve sonuç ola­rak da ideal bir dünyanın oluşumunu tehlikeye atıyor. Bu tehlike, gen şifrelerinin çözülmesiyle bile aşılamaz. Tam aksine, gen şifrelerinin çözümün­den beklenebilecek yararları tehlikeye atacak bir numa­ralı sıkıntı da niteliği garanti edilmemiş nüfus artışı­dır.

İnsan, yaratıcı ve sorumlu bir varlıktır. Nüfusun sınırsız-başıboş artışı insanı insan yapan bu iki değeri (yaratıcılık ve sorumluluk) yozlaştırıyor, yahut yok edi­yor.

Karnı doy urulabilen kişileri Yaratıcının idealindeki insan olarak görme zaafı, insanlı­ğa büyük kayıplar verdirmiştir.

Biz şuna inanıyoruz: İnsanlığın bugün en büyük meselelerinden biri, nüfus artışı meselesidir. Bu mesele, insanlığın geleceğine yönelik teh­ditlerin de en büyüğüdür. İslam dünyasının en büyük meselesi de budur. Uzun vadede Türki­ye'nin en ciddî problemi de budur.

*    Nüfusun çokluğunu bir değer ve başarı sanmak:

Bu anlayışın Kur'andışı olduğunu yukarıda açıkla­dık.

*    Doğum kontrolünü İslam'a aykırı saymak:

Vücut bulmamış bir hamileliği önlemek anlamın­daki bir doğum kontrolü İslam'a asla aykırı değildir. Tam tersine, böyle bir kontrol, Hz. Peygamber devrinde bizzat onun izniyle uygulanmıştır, (bk. Buharî, tevhit 18, ıtk, 13, nikâh 96; Müslim, nikâh 125, 130; Tirmızî, nikâh 39, 96; Îbn Mâce, nikâh 30, 61; Ebu Davûd, nikâh 46, 49; Îbn Hanbel, 3/33, 51, 53; 4/361, 433; Îmam Mâlik; Muvâtta', talâk 96, 100...) Gebeliği önlemeye yönelik tedbirlerin tümünün ortak adı olarak azil sözcüğü kullanılır. Azil, fakıhların ortak kabulüne göre meninin dölleme yapmasına engel olmak anlamında bir fıkıh terimidir. Bu engellemede kullanılan metodun türü ve azlin gerekçesi ne olursa olsun kontrolde dinen bir sakınca yoktur. Hatta, İmam Gazâlî (ölm. 505/1111) gibi bazı otorite isimler, estetik gerekçelerle doğum kon­trolü yapılmasının bile dine aykırı olmadığını açıkça belirtirler, (bk. Îhya, 2/51-52) Bu konuyu biz, Kur'an, sünnet, fıkıh mezhepleri zeminlerinde kaynaklarını da göstermek suretiyle "400 Soruda İslam" adlı eseri­mizde genişçe incelemiş bulunuyoruz (bk. s. 55-60. Konu­nun, aynı eserin Almanca çevirisi olan "400 Fragen zum islam 400 Antworten" deki yeri için bk. s. 52-58)

*    Rızık kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin!" (İsra, 31) ayetinin doğum kontrolünü yasakladığını iddia etmek:

Bu iddia tam bir saptırmadır. Bu ayetin yasakladığı, Arapların çocuklarını diri diri gömme zulümleridir. Ayeti mutlak anlamında alırsak buradan, rahime düş­müş bir varlığın yok edilmesinin yani kürtajın yasaklığı anlaşılır. Kürtajın haram olduğunda zaten bizim de bir kuşkumuz yoktur. Rahime düşmeyi engellemek an­lamındaki tedbirlerin bu ayetin yasağı içine sokulması akıl ve bilim yönünden açık bir saptırmadır. Bu iddia, Peygamberimizin, sahabîlerin, mezheplerin kabul ve uy­gulamalarına da aykırı bir anlayış sergilediği için na­kil yönünden de tutarsızdır.

*    "Evleniniz, çoğalınız!" mealindeki hadisi doğum kontrolüne aykırı saymak:

Bu hadis, bazı dinlerdeki evlenmeme, iğdişleşme gibi perhizlerin İslam'da olmadığını göstermek için söy­lenmiştir. Bunun doğum kontrolüyle hiçbir ilgisi yoktur. Azli bizzat kendi denetiminde uygulatan Hz. Peygam­berin o uygulamaya aykırı bir söz söylemesi mümkün görülemez. Hadis eğer o uygulamaya aykırı ise o zaman onu uydurma saymalıyız. Çünkü azli serbest gösteren onca sağlam hadis yanında bu sözün geçerliliği düşünü­lemez.

Kaldı ki, doğum kontrolü Allah'ın mutlak emri de­ğildir, bir izindir. Gerekli olduğunda kullanılır. Eğer nüfus gerilemesi yahut yetersizliği söz konusu ise elbette ki nüfus artırıcı teşvikler öne çıkar. Yani hadisi hangi anlamda alırsanız alın, doğum kontrolünün yasaklığına kanıt olamaz.

* Kürtajı da serbest bir doğum kontrolü saymak:

Kürtaj, rahime düşmüş bir canlının yok edilmesi ol­duğundan o açık bir cinayettir. Bazı fakıhlar, "Henüz ruhun üfürülmediği süre içinde, örneğin ilk iki veya üç ayda yapılan bir kürtaj haram olmaz" yolunda sözler edebilmişlerdir. Bunların din ve akıl yö­nünden savunulması imkânsızdır. Ruhun üfürülmesi zamanını bildiren kimdir? Ruh üfürülmediği sürece ce­ninin insan itibar edilmeyeceğini söyleyen hangi kural vardır?

Kürtajın bir tek gerekçesi olabilir: Annenin sağlığının tehlikeye girdiğini ve bu tehlikeyi aşmak için kürtajın şart olduğunu gösteren he­kim raporu... Bunun dışında hiçbir gerekçe kürtajın haramlığını ortadan kaldıramaz. Dinsel deneyim, insanlığın en eski deneyimidir. Bu deneyimin esası olan dua, bugün varlığını iki ölçütle is­patlamakta ve yaşatmaktadır: Bunların ilki felsefî ölçüt, ikincisi pratik-pragmatik ölçüttür. Buna göre, esasına ilişkin sözü ne olursa olsun, bilim ve felsefe duayı insan hayatının bir parçası olarak kabul etmektedir.

Kur'an'ın beyanlarından anlıyoruz ki dua faaliye­tinde insana Yaratıcı tarafından mutlaka cevap veril­mektedir: "Rabbiniz şöyle buyurmuştur: 'Dua edin bana, karşılık vereyim size..." (Mümin, 60)

"Anın beni ki anayım sizi..." (Bakara, 152) Bun­dan da anlaşılır ki duada acelecilik, erken kabul beklemek duanın ruhuna aykırı olduğu gibi, Allah karşısında küstahlığın da göstergesidir.

Dua edene bir şekilde cevap gelmesi, İkbal 'in de ifade ettiği gibi, şuurlu bir benlikle yüz yüze olduğumu­zun kanıtıdır, (bk. ikbal; Reconstruction, 18-19)

Dua, bir birlik ve kaynaşma halidir; onu rastgele is­teklerden, alışılmış başvurulardan ayırmak gerekir. O, varlığın esasıyla içsel bir temastır. Bununla bir­likte sıradan istekler yığınından oluşan sözde dualar da vardır. Dua konusunu en iyi anlatanlardan biri olan Alexis Carrel (ölm. 1944), duadan söz ederken şöyle diyor: "Bir iş ve hareketle de dua edilebilir." Kur'an daha da ileri bir noktaya dikkat çekiyor: Bütün iş ve hareket­ler, bütün oluşlar birer duadır. Durum bu olunca, bilimsel ve düşünsel faaliyetler, duanın sadece bir şekli değil, en gelişmiş, en kutsal şeklidir. Yine İkbal'e ku­lak verelim: "Gerçek şu ki, bilimsel arayış ve araştırmaların tamamı, esasında duanın bir başka şeklinden ibarettir. Doğayı bilimsel yol­la inceleyen kişi, bir anlamda dua eden misti­ğe benzer." (İkbal; Reconstruction, 86)

Bütün iş ve oluşların dua olarak kabul edilmesinin temelinde Hz. Peygamber'in şu sözü de vardır: "Bütün yeryüzü bana mabet yapılmıştır." Bütün yeryüzü mâbetse, bütün iş ve oluşlar da elbette ki dua olacaktır...

Kur'an'ın amacı, bütün hayatı bir büyük dua haline getirmektir. O halde biz iki türlü duanın var­lığını kabul etmek zorundayız: 1. Fiilî veya halî dua, 2. Sözlü veya kâlî dua. Fiilî dua, varlık yasa­larına uygun olarak çalışmak, değer üretmek, sözlü dua da bu üretim sırasında Yaratıcı ile gönül ilişkisini sür­dürmektir. Bundan çıkarılacak sonuç şu olur: Fiilî dua yapılmadan sözlü dua anlam ifade etmez. Tarla ekilip sulanmadan, Allah'tan ürün vermesi istenemez. Ormanlar zenginleştirilip yeşillik artırılmadan yapılan yağmur duası işe yaramaz...

Dua konusunda sapmaların esasını, duayı yalnız ve yalnız Allah'a özgülememek oluştur­maktadır. Bu sapma bir şirkin ifadesidir ve ne yazık ki Müslümanların temiz inançları içine girmiş, onları pe­rişan etmiştir.

Bununla kastedilen nedir?

Kur'an, dinin, ibadetin ve duanın yalnız Allah'a öz­gülenmesi gerektiğini ısrarla bildiriyor. Duada yakarış makamı Allah, yalnız Allah olacaktır. Ve bu makama yönelişte herhangi bir aracı kullanılmayacaktır: "D e ki: 'Hiç kuşkusuz, ben, rabbime dua ederim ve hiç kimseyi O'na/duama ortak yapmam." (Cin, 20) "Sadece ve sadece O'na dua ederim, sadece ve sadece O'nadır varış ve yöneliş.1' (Ra'd, 36)

Duayı Allah'a özgülemenin üç temel anlamı vardır:

1.       Allah'tan başkasını yakarış mercii olarak seçmemek, 2. Allah'a duada Allah dışında bir varlığı aracı yapmamak, 3. Duada niyabet (vekâlet) verme yoluna gitmemek.

Bizim bu Kur'ansal verilerden özellikle Cin Suresi 20. ayetten çıkardığımız tevhit inceliklerinden biri de şudur: Namazlarda, Hz. Peygamber ve ailesini öven, onları ibadetin bir şekilde içine sokan dua bölümleri (Tahiyyât'ın bir kısmı, Allahümme salli ve Allahümme bârik vs. duaları) na­maz bünyesinden çıkarılmalıdır.

Bu, iki açıdan gereklidir:

1.                  Bu bölümlerle eğer Peygamberimiz ve ailesi Allah'a ibadete ortak ediliyorsa bu bizi şirk uçurumuna götürür. Durumu kurtarmak için "Biz bunu sadece saygımızı ifade etmek maksa­dıyla yapıyoruz" şeklinde bir savunmaya gitmek tev­hit ilkeleri açısından hiçbir anlam ifade etmez. Biz, Al­lah'a ibadetten söz ediyoruz. Namaz bunun en hayatî gös­tergesi ve tecelli alanıdır. Tevhit dininin temel ibadetini, temel ilkelere ters uygulamalara sahne yapıp sonra da "saygı" gerekçesiyle işin içinden çıkmak mümkün de­ğildir.

Allah: "Bana ibadetin içine başka hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi sokmayacaksınız!" (Hac, 26; Ankebût, 8; Lukman, 15) diye emir veriyor. Nasıl oluyor da bu emre istisnalar getiriliyor! O istisnaların vahyi dayana­ğı nedir? Kur'an: "Eğer saygı maksadıyla olursa Hz. Muhammed'i ibadet içine sokabilirsiniz." demiş midir? Dememişse, birtakım kıyaslarla Cin Sure­si 20. ayetin tevhit ilkesi neden dışlanıyor? Bu konuda: "Hz. Peygamber'in uygulaması böyle idi." şek­linde bir savunmayı da asla kabul etmeyiz. Hz. Peygamber'in, namazlarında kendisi ve ailesi için dualar ettirdiğini, övgüler yaptırdığını kabule Kur'an'ın nübüvvet anlayışı izin vermez. Bu­nun aksini gösteren rivayetler Kur'an dışıdır, kabul edilemez. Namazın bu şekilde kılmışı, Hz. Peygamber'den sonrasının uygulamalarından biridir.

2.     Eğer bunlar, Peygamberimize ve ailesine dua için okunuyorsa burada dikkatli olmak ge­rekir: Bir kere, Peygamber ve ailesinin bizim duamıza ihtiyacı olduğu kanaatine asla gidi­lemez. Peygamber ve ailesine salât ve selâm edilir ki, o, duadan farklı bir saygı ifadesidir. Nitekim, "Peygamberimizin ruhuna hediye" adı al­tında Kur'an okumak veya okutmak da yasaklanmıştır. Bu bir cür'et olarak görülmüştür. Bunun böyle olduğunu göstermek için Osmanlı Şeyhülislamı ibn Kemal (ölm. 940/1533) bağımsız bir risale yazmıştır, (bk. Bu kitap, Kur'an Okumak mad.)

Kısacası, "Ben yalnız Allah'a dua ederim" de­menin Kur'ansal yerine oturması için "Ben duama

*   Duayı sadece korku veya sadece ümit belirişi haline getirmek:

Bunun birincisi Allahi dehşet objesi yapma yanlışlı­ğını, ikincisi ise ciddiyetsizlik ve şaklabanlık hastalı­ğını besler. Duada ümitle korku iç içe ve yan yana ola­caktır.

*    Duada bağırıp çağırarak haddi aşmak:

Böyle bir tutum, bizzat Peygamberimiz tarafından "sınırı aşmak, azgınlık" olarak tanımlanmıştır. Allah gırtlak kuvvetine değil, içimizdeki sa­mimiyete bakar. Bazan, kelimelerin eşlik etmediği sessiz ağlayışlar, hatta seslerin eşlik etmediği göz yaş­ları en etkili duaların ta kendisi olur...

EHLİBEYT

Kelime anlamıyla ehlibeyt, ev halkı demek­tir. Peygamberlerin ev halkını ifade için bu deyim kul­lanılmaktadır. (Hz. İbrahim'in ev halkını ifadede kul­lanımı için bk. Hûd, 73; Hz. Musa'nın ev halkını ifadede kullanımı için bk. Kasas, 12)

Hz. Muhammed'in ev halkı da bu deyimle ifade edi­lir, (bk. Ahzâb, 33) Anılan ayet ve devamına göre, Allah, Muhammed Ehlibeyti'nden, kir ve lekeyi uzak tutmak, onları tertemiz kılmak istemektedir. Bunun için de on­lara diğer insanlardan farklı bazı sorumluluklar yük­lemektedir.

Peygamberimizin Ehlibeyti onun eşleri, ço­cukları ve torunlarından oluşur. Eşler ve çocuklar ölünce Ehlibeyt'i doğal olarak Hz. Resul'ün torunları temsil edecektir. Hz. Peygamber'in torunları, Hz. Fâtıma ile Hz. Ali'nin soyundan devam ettiğine göre bu­gün Ehlibeyt tâbiri bu soyun çocukları için kullanılabile­cektir.

Bu soyun Hz. Hasan (ölm. 50/670)dan gelenlerine "şerif, Hz. Hüseyin (ölm. 61/680)den gelenlerine "seyyid" denir. Şerif ve seyyidlere saygı duymak Hz. Peygamber'in kişiliğine ve hatırasına saygının bir uzantısıdır. Ne var ki bu saygı saptırılmış ve keyfe göre seyyid-şerif üretimine gidilmiştir. Çünkü seyyid ve şerîf olmak, saptırmalarla oluşturulmuş bir çok değere sahip olmakla eş anlamlı tutulduğu için bu unvanlar tarih bo­yunca siyasal amaçlarla ona-buna dağıtılmış ve Allah ile aldatmanın en geçerli araçlarından biri olarak kitle­leri sömürmede kullanılmıştır. Oysaki gerçek seyyid ve şerifler sömürmenin değil, hizmet ve aydınlatmanın ön­cüleridir.

* Ehlibeyt'in masum olduğunu iddia etmek:

Masumiyet deyimi, hiç günah işlememek, hiç hata yapmamak anlamlarında kullanılır. Kur'an, peygam­berler de dahil hiçbir insana masum sıfatı vermez. Pey­gamberler için kullanılan masum ve masumiyet, onla­rın, peygamberliklerini zedeleyecek sapmalardan uzak olmaları anlamındadır; günah işlemedikleri anlamında değil. Kur'an, günah (zenb, isyan) sözcüğünü Hz. Âd em'den Hz. Muhammed'e kadar tüm nebi­lere izafe etmiştir, (bk. Bakara, 35-37; Tâhâ, 121-122; Fetih, 1-2) Tüm nebiler çeşitli vesilelerle ve defalarca töv­beye, istiğfara çağrılmaktadır.

Peygamberler de günah işleyebilir. Çünkü günah işlemek beşer (insan) olmanın zorunlu sonucudur. Kur'an, tüm peygamberlerin birer beşer ol­duğun u ısrarl a gündem e getirmekte dir . Onları n fark ı kendilerine vahiy gelmesidir. Masumiyetlerinin anlamı da bu vahyi insanlığa tebliğde herhangi bir saklama, ihanet veya savsaklamaya gitmemeleridir. Onlar da gü­nah işler, ancak Allah onları hemen uyarır, onlar da hemen tövbe ederler. Fark budur. Bu farkın olması da peygamberlik kurumunun nezaketi bakımındandır.

Hal böyle olunca peygamberlerin ehlibeyti, o arada Hz. Muhammed'in Ehlibeyt'i hiç günah işlememiş, hiç hata yapmamış olmak anlamında asla masum olamaz. Böyle bir iddia Kur'an'ın, vahyin ruhuna aykırıdır. Ehlibeyt'e saygı adı altında Ehlibeyt'i rahatsız etmektir. Re­sul Ehlibeyti'nin hiçbirinin bu anlamda bir beyanı ola­maz. Bu yoldaki sözler onlara sonradan isnat edilmiş yalanlardır. Peygamber'in bizzat kendisine bin­lerce yalan isnat eden bir ümmetin onun Ehli­beytine yalan isnat etmediğini söylemek akla ve tarihe ters düşer.

Bu masumluk iddiası öylesine ileri götürülmüştür ki, Ehlibeyt mensubu kişilerin bazan ilahlaştırılmasına tanık olabiliyoruz. Örneğin, Şiilerin hadiste önderi sayı­lan (Sünnîlerdeki Buharı gibi) Küleynî (ölm. 329/940), Ali ve Fâtıma'yı Allah'a vekâlet edecek noktalarda göre­bilen ifadelere yer vermektedir. Hemen tüm Şiî imam­lar, Ehlibeyt imamlarının öğrettiklerinin Kur'an'la aynı kaynaktan geldiğini yani Kur'an gibi tartışılmaz, aşıl­maz olduğunu ifade ederler.

Bu iddiaların Kur'an'la bağdaşması mümkün değil­dir.

Şiî imamlarda, elimizdeki Kur'an'ın eksik olduğunu, esas Kur'an'ın Ali'nin elindeki Kur'an olduğunu, onunsa bugün mevcut olmadı­ğını bildiren beyanlar da vardır. (Örnek olarak bk. Küleynî; Usûl, 1/229-230)

Bu söylem giderek şu noktaya varır: Kur'an'ın ta­mamı, Ehlibeyt imamlarının göğüslerindedir. Onu esas vahyedildiği şekliyle, mushaflardan değil, Ehlibeyt imamlarının dilinden öğrenebiliriz. Dahası var: Ehli­beyt imamları göğüslerinde gerçek Kur'an'ı tut­makla kalmazlar, gerçek Tevrat ve Incil'in de kaynağı olma niteliğini taşırlar, (bk. Küleynî; Usûl, 1/227-228

* Ehlibeyt imamlarını Allah tarafından ezelde belirlenmiş ebedî devlet yöneticisi saymak:

Bu anlayışa göre, Allah, dünyanın sonuna kadar Müslümanları yönetecek kişileri Hz. Muhammed'in so­yundan insanlardan belirlemiştir. Onların dışında yö­netici belirlemek dine aykırıdır, Hz. Muhammed'e karşı çıkmaktır.

Bu düşünce, evrensel-ilahî dini en katı hanedanlık­lardan daha tutucu bir kuruma dönüştürmektedir. Kur'an böyle bir anlayışa onay vermez. Bu düşünceyi, "İmam (devlet başkanı) Kureyş'tendir." diyen ve bunu sağ­lamlaştırmak için birtakım hadisler uyduran ArapEmevî saptırmasına duyulan anti-Arap reaksiyonun, karşı uçtan bir saptırması olarak görürüz.

Allah, yönetimin ilkelerini vermiştir. Yönetici yapa­cağı kişileri bu ilkelere uyan kişilerden seçmek Müslü­manların borcudur. Seçim, bey'at (sosyal antlaşma) ve şûra (karşılıklı danışma ve denetleme) ilkelerine uy­gun olarak yapılacak, bu yolla seçilen kişi veya kişile­rin görevden uzaklaştırılmaları da yine bu yolla olacak­tır. Yöneticilik bir görevdir, bir emanet verme­dir; doğuştan bir hak değildir. Bunun aksini söy­lemek, mezhep veya ırk kabulleri uğruna Kur'an'a ters düşmek olur.

* Muntazar Mehdi (gelmesi beklenen kurtarıcı) diye birinin varlığını kabul etmek:

Şiî inanışa göre, 12 imamın sonuncusu ve 11. İmam Hasan el-Askerî (ölm. 260/873)nin oğlu olan İmam Mehdî (?) birgün ortaya çıkacak ve zulümle dolmuş bu­lunan yeryüzünü adalet ışıklarıyla aydınlatıp insanlığı kurtaracaktır. İmam Mehdî ölmemiştir, bazı hikmetler yüzünden saklanmaktadır. Şiî inanç bu saklanmaya "Gaybet" veya "Gaybubet" demektedir ki, ikisi de göz­den uzak olmak demektir.

Bu saklanma döneminde İmam Mehdî nerededir? Hristiyanların birgün geri gelip insanlığı kurtaraca­ğına inandıkları İsa nerede ise o da oradadır. Hristiyanlar kurtarıcı olarak İsa'nın geri gelmesini bekliyor­lar. Başarılı bir aldatmacayla bu "geri geliş" masalını (nüzûl-i İsa) bazı Müslümanlara da kabul ettirmişlerdir. Sünnî çevreler de İsa'nın birgün geri gelip, Şam'da kendisini bekleyen beyaz bir katıra binerek dünyayı kurtarmak üzere harekete geçeceğine inanmaktadırlar. Ne yazık ki bu yalan, çok saygın bilinen bazı akait ki­taplarına da girmiştir. Şiî çevreler Mehdî-i Muntazar (beklenen mehdî) sayesinde kurtulacaklarını iddia et­mektedirler. Bu meselede Sünnîler'in, mezhep taassubu yüzünden Şiîlerden uzaklaşarak Hristiyanları tercih edip kurtarıcı beklemekte onlarla birleştikleri anlaşılı­yor.

Anlaşılmayan bir şey varsa o da şudur: Şiîsi, Sünnîsiyle biz Müslüman kitleler, bu hurafe ve ha­yallerle asırları harcamak yerine, Kur'an'ın gösterdiği gayret ve akıl yolundan giderek kur­tuluş ve refahımızı kendi ellerimizle neden sağlamıyoruz! ?

Îşte bu soruya cevap bulmakta, ne yazık ki hiç kimse başarılı olamıyor... Kimbilir, belki de Cenabı Hakk'ın, bu ümmet için takdir ettiği ıstırap ve imtihan süreci he­nüz dolmamıştır. Peygamberi'nin bıraktığı iki bü­yük emanet olan Ehlibeyt'e ve Kur'an'a ters dü­şen bir ümmetin ıstırap ve imtihanı o kadar kı­sa süreli olmasa gerek!...

* Ehlibeyt soyundan gelenler (seyyidler ve şerîfler)in doğuştan üstün olduklarını, bunun sonucu olarak da halk üzerinde haklarının bulunduğunu iddia etmek:

Allah ile aldatmanın, din adına halktan komisyon almanın ve nihayet haram yemenin en pervasız yolla­rından biri de budur. Bu pervasız yolla toplumlar asırlar boyu acımasızca soyulmuştur ve soyulmaktadır.

Bu bitmez sömürü Sünnî çevrelerde şu unvanlarla tabulaştırılıp dokunulmaz kılınmış kişiler eliyle yürütül­mektedir: Şeyh, efendi, üstat, ağabey, hocaefendi, şıh, ağa, bir bilen, mücahit... Unvanlar, zamana, zemine, şartlara, kurbanlara göre ufak değişiklikler gösterebilmektedir. Değişmeyen tek şey vardır: Kitlelerin sömürülmesi...

Bu sömürüyü durduracak bir mehdi filan gelme­yecektir. Vahyin ve aklın ilkeleri işlerlik kazanancaya kadar sürecek olan bu sömürünün yeryüzüne dol­durduğu kahırla gök kubbeye yükselttiği beddular birik­mektedir. Bu birikimler elbette ki bir kıyamet kopara­caktır ama bu kıyamet mehdî eliyle filan değil, varlık kanunlarının hükmünü yürütmesiyle olacaktır.

Ne zaman? Onu ancak Allah bilir... El kesme diye bilinen ceza, Kur'an'ın mülkiyet hak­kına tecavüz için öngördüğü cezadır. Mülkiyet hakkı insanın temel haklarından biridir. İslam fukahasının ortak kabullerine göre, dinin korumayı amaçla­dığı temel haklar beş tanedir. Mâkasıd-ı hamse (dinin beş amaç değeri) denen bu hakların biri de malı muhafaza yani mülkiyeti ve mülkiyet hakkını korumak­tır. Bu temel insan hakkı, ihlal söz konusu olduğunda el­bette ki maddî yaptırımı gerekli kılar. Hemen tüm hu­kuk sistemlerinde bu yaptırım, ağır yaptırımlardan biri olarak yer alır. Kur'an'ın anlayışında da böyledir.

Bu konuyu düzenleyen ayet şöyle diyor: "Hırsızlık yapan erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kat' edin! Al­lah Azizdir, Hakimdir. Kim, zulmünden sonra tövbe eder, halini düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok affedici, çok merhametlidir." (Mâide, 38-39)

Bu ayetten çıkarılacak hükümler şunlardır: 1. Hır­sızlık edenin cinsiyetine bakılmadan elleri kat' edilecek yani "kesilecek"tir, 2. Suçunun ardından tövbe edip du­rumunu düzeltme kararı verenlerin elleri kat' edilmeye­cektir, gerekli görülürse bunlar bağışlanacaktır. İslam adına asırlardır tartışılan konuların önemli­lerinden biri olarak dikkat çeken bu beyyinede omurga nokta "ellerin kat' edilmesi" olmuştur. Nedir elle­rin kat' edilmesi?

Kanı ve şiddeti pek seven gelenekçi yaklaşım bu ifa­deden tek şey anlar: Hırsızlık edenin elini kesip at­mak... Bu anlayışla, 20. yüzyılın sonunda sefalet ve ada­letsizliğin kol gezdiği Mogadişu kentinde aç kaldığı için simit çalan bir delikanlının elini sokak ortasında kesip atar. Ve böylece zulüm işlemekle kalmaz, Müslü­manları ve İslam'ı dünyanın önünde rezil eder.

Kur'an'ın istediği bu mudur? Mülkiyet böyle mi ko­runur? O zavallı çocuğu aç bırakan düzenin esas hırsız­larını kim cezalandıracaktır? Allah o çocuğun cezalan­dırılmasını mı istemektedir, yoksa onu aç bırakan esas hırsızların mı?

Geleneksel tabuculuk bunlara cevap aramakla uğ­raşmaz; o, fosilleşmiş fıkıh kitaplarında yazılı kuralı bulur ve uygular. Onun için din ve dindarlık budur...

* Ayetteki esneklik alanını görmezlikten gelmek:

Elin kat'ına ne anlam verirsek verelim, bir kere, ayetin kamu otoritesine tanıdığı esneme imkânını orta­ya koymak zorundayız. O imkân şudur: Mülkiyete te­cavüzü söz konusu olan kişi veya kişilere uygu­lanacak yaptırımda kanun koyucu, affetmekle eli kat' etmek arasında serbest bırakılmıştır. Şartlara göre, bu iki uç arasında kalacak imkânlardan birini kullanabilir. Amaç, hırsızlığın serbestleşmesine engel olmaktır. Bu engel olmanın aracını, zamana, ze­mine, şartlara göre kamu otoritesi, kanun koyucu belir­leyecektir. Engel olma; azarlamaktan hapis ceza­sına, dövmekten, çalışarak tazmine kadar bir­çok yaptırım içerir...

Öyle durumlar olur ki, hırsız trilyonlar götürmüş, toplumun kanını emmiştir. Onun cezası en üst düzeyden elin kat'ı ile verilir. Ama öyle durumlar olur ki hırsız karnını doyurmak için çalmıştır; yakalanır, ağlar-inler, halini arz eder, pişmanlığını bildirir; kulağını çe­ker serbest bırakırsınız. Nitekim Hz. Ömer 'in kıtlık ve açlık yıllarındaki hırsızlık olaylarında böyle davrandı­ğı bilinmektedir. Ömer, daha da ileri giderek bir olayda, Kur'an'ın esas hikmetini yakalayan şu müthiş tavrı sergilemiştir: Aç kaldığı için çalan işçileri serbest bırakmakla kalmamış, çalınanın tuta­rını, onları aç bırakan işverene ödetmiş, hatta ondan bir miktar da para alarak açlık yüzün­den çalan adamlara vermiştir.

Ayetteki elin kat'ı için "kesme"yi esas alırsak ne olur?

Orada da ayrı bir esneklik alanıyla karşılaşıyoruz.

O esneklik alanını kullanmaz isek, ikinci bir saptır­maya gideriz ki o da şudur:

* Elin kat'ını, eli tamamen kesip atmak  olarak dondurmak:

Elin kat'ı, eli kesip atmakla hırsızın elini hırsızlık­tan uzak tutacak tedbirleri almak arasında bir esneklik alanı arz etmektedir. Kanun koyucu veya kamu otoritesi bu alan içindeki imkânlardan birini kullanmakta ser­besttir.

Bu bizim teklifimiz veya zorlama bir yorumumuz de­ğildir; fıkıh ve tefsir mirasının içinde asırlardır yer tutmuş bir İslam gerçeğinin ifadesidir.

Şimdi şu üç tespiti birlikte izleyelim:

a)   Kur'an ilimlerinde otorite sayılanlardan biri olan Süyûtî (ölm. 911/1505), üzerinde olduğumuz Mâide 38. ayet için şöyle diyor:

"Yed (el) sözcüğü bu organın; 1. Bileğe kadar olan kısmını, 2. Dirseğe kadar olan kısmını, 3. Omuza kadar olan kısmını aynı anda ifade et­tiği gibi, kat' (kesmek) sözcüğü de 1. Kesip at­mayı, 2. Yaralayıp kan akıtmayı aynı anda

ifade eder. Bunlardan hangisinin esas olduğu açık değildir." (Süyûtî; el-İtkan, 2/55)

Anlaşılan o ki bu ayetle, kamu yönetiminin önünde açılmış bir esneklik alanı söz konusudur. Kanun koyucu bu alanda, hırsızlık suçundan caydıracak çok değişik yaptırımları yasalaştırabilir. Mâide 38, bir tek norm vermiyor, belirlenecek normlar için olmazsa olmaz sınırları gösteriyor.

b)   Ayetteki elin kat'ı deyimi, "çok anlamlı" bir deyimdir. Yani tefsir ve tahsise (muhtemel hükümlerden birine özgülemek) açıktır. Başka bir ifadeyle bu ayet, taşıdığı bu deyim yüzünden müfesser (yorumlanası) bir ayettir. Ve Kur'an, ayete bu niteli­ği veren deyimi Yûsuf Suresi'nde, hem de iki kez yo­rumlamıştır. Başka bir deyişle Yûsuf Suresi'nde, Mâide 38 müfesser ayetinin müfessiri (yorum­layıcı ayeti) olan iki ayet vardır: 31 ve 50. ayet­ler.

Bu ayetlerin ikisinde de elin kat'ı tâbiri kullanıl­maktadır. Ne için? Mısır kralının karısı tarafından

verilen şölende, meyva yerken dalgınlıkla ellerini ke­sen kadınların bu "kesme" eylemlerini anlatmak için... O kadınların ellerinin kesilip atılmadığında, hatta parmaklarının kesilip atılmadığında kuşku yok. Onlar ellerini kestiler, yani ellerinin bir yerlerini kesip kanattılar.

Kur'an'ın bu müfessir ayetlerine dayanarak ve hiçbir sıkıntıya düşmek zorunda kalmayarak diyebiliriz ki, Mâide 38'deki el kesmenin anlamı, hırsızın elinin bir şekilde kanatılıp hırsızlığına tanık olacak biçimde işaretlenmesidir. Toplum içinde caydırıcılık bakımından bu cezalandırmanın en ideal yollardan biri olduğunu hukukla uğraşan herkes kabul eder. Zaten cezanın amacı da caydırmaktır, sakat, özürlü hale getirmek değil...

Hem Kur'an'ın ruhuna, hem de teşriî mantığa uygun olan da budur. Yerine konması her zaman ve bazan kolaylıkla mümkün olan bir çalıntı mal için, yerine konması asla mümkün olmayan insan organının kesilip atılmasını Kur'an'a ve teşriî mantığa yakıştırmak zorlamakla bile mümkün olmayacak kadar büyük bir saptırma­dır.

c)     Ayetteki kat' sözcüğü; bir işten alıkoyma, uzak tutma, yaptığına son verme anlamlarına da geliyor. Nitekim sünnet bünyesinde bu kul­lanıma bizzat Hz. Resul'de rastlıyoruz:

Hayber ganimetleri dağıtılırken kendisine verileni az bularak Hz. Peygamber'i edepsiz bir dille eleştiren ünlü şair Abbas b. Mirdâs es-Sülemî (halife Osman döneminde öl müştür) için Resul: "Ikta'û 'anna lisânehû: Şunun dilini bizden kesin!" buyurdu. Bunun üze­rine adama biraz daha verip ağzını kapadılar, (bk. Cassâs; Ahkâmu'l-Kur'an, 2/608)

Demek oluyor ki, "kat'" sözcüğü, özellikle ceza ala­nında kullanıldığında, uzaklaştırmak, yaptığı işe son vermek anlamını taşıyabiliyor. Ve o halde, elin kat'ı için, kamu otoritesi tarafından hırsızın hırsızlığına son vermek için, onu herhangi bir biçimde başka bir işle meşgul etmek yöntemi de uygulanabilir. Buna, kanun koyucu karar verecektir. Önemli olan bu imkânın ka­nun koyucuya verilmiş olmasıdır.

Son olarak şunu da ekleyelim: Geleneksel fıkhın, Kur'an'dan onay alamayacak tespitlerine da­yanarak, günümüz hukuk sistemlerinin hırsız­lık suçuna verdikleri cezaları "İslam dışı, din dışı" ilan etmek bilimsel ve İslamî bir yol de­ğildir. O cezaların en azından pek çoğu, Kur'an'ın teşriî mantığına ve ruhuna uygunluk ba­kımından geleneksel fıkıhtan çok daha tutarlı, çok daha takdire layıktır.

Kur'an'ın muamelatla (hukuk alanıyla) ilgili hü­kümlerini örfî fıkhın penceresinden değil de saf hu­kuk mantığı, dinin makasıd hükümleri ve in­san hakları açısından değerlendirme noktasına ge­lenler bunun böyle olduğunu anlamakta gecikmezler.

EMR BİL MÂRUF
(Örfleşmiş Olanı Anlatmak)

Bu deyimde yer alan emr, söylemek, anlatmak an­lamında Ibrânîce bir köktür. "Buyurmak" anlamı bu köke sonradan eklenmiştir. Arap lügatleri bu gerçekten hiç söz etmeden emri sadece "buyurmak" anlamıyla ve­rirler. Böyle olunca da emrin her geçtiği yerde baskı, yaptırım ve zorlama akla gelir. Oysaki işin esası, emrin söyleyip duyurmak anlamıdır. Kur'an, emri, kavi (söz) anlamında da kullanarak bu gerçeğe dikkat çek­miştir, (bk. Yâsîn, 82 ve Nahl, 40)

Kur'an'da, özellikle insan hakları, aile hayatı (evlen­me, boşanma, nafaka vs.) ile ilgili ayetler sık sık mâ­ruf ile iş görmeyi emreden ifadeler taşımaktadır.

Mâruf, örf kökünden gelen bir kelimedir. "Örfleşmiş, örf olarak benimsenmiş söz, işlem ve ka­bul" demektir. İbadet ve iman hayatı dışındaki konu­larda kural koyarken kaçınılmaz biçimde dikkate al­mamız gereken "maslahat" (kamu ihtiyaç ve yararı), örf dikkate alınmadığında anlam ifade etmekten çıkar. Kamusal-hukuksal alanda vahyin köşe taşı niteliğin­deki temel ilkeleri korunmak şartıyla, günlük haya­tın muamelat denen faaliyetlerinin hemen tü­mü maslahata göre çözülecektir. Kur'an'ın mu­amelat ile ilgili kuralları daha çok, örnekleme ve ufuk açma türündendir. Fıkhın ukûbat (suç­lar ve cezalar) kısmındaki suç ve cezaların bü yük çoğunluğu, reisinin ta'zîr maktadır. Yaniayet ve hadislere değil, devlet denen belirlemelerine dayanörf kaynaklıdır.

Osmanlı hukukunun tamamına yakını bu türden bir hukuktur. Yani şerîatten çok, padi­şahın iradesinden kaynaklanan örfî bir hukuk­tur.

Din hiçbir yönetimde, o arada Osmanlı yönetiminde siyasetin yani yönetici iradenin üstüne çıkarılmamıştır. Bazıları bunun böyle olduğunu açıkça söyler, bazıları söylemez; bazıları da lafı sağa-sola eğip bükerek söyler...

Örfün hukuk kaynağı olması normaldir ama örfî kabullerden hareketle vücut verilen normlar, dinin te­mel ilkelerini saf dışı edecek bir konuma getirilmeme­lidir. Ne yazık ki, örneğin ta'zîr suçlarında bu yapıl­mış ve yönetimler, ta'zîr kurum ve kavramını bir tür zulüm ve despotizm aracı olarak kullanmışlardır. Os­manlı düzenindeki siyaseten katil bunun en kahırlı örneklerini önümüze koymuştur.

Bu zulüm ve dehşet yaratıcı siyasal saptırmaları bir kenara bırakırsak, muamelat alanının çok değişken çehresi her gün, maslahat dikkate alınarak örfleşmiş kabullere göre norma bağlanacaktır.

Kur'an, örfü bir hukuk kaynağı olarak benimsemek­tedir. "Örf ile emret!" (Araf, 199) ayeti bu konuda te­mel ilkedir. Ancak şunu da unutamayız: Kur'an, 51 ayet­le doğrudan, 100'ü aşkın ayetle de dolaylı olarak, atalar örfünü dinle ş tir meyi, dokunulmaz ilan etmeyi putperest­liğin bir uzantısı olarak göstermektedir.

Acaba bir çelişme mi söz konusudur? Çelişme yoksa çözüm nedir?

Bizce, çelişme yoktur. Kur'an'ın istediği ve söylediği şudur: Örfü bir hukuk kaynağı olarak alabilirsiniz, al­malısınız. Ama örfü dinleştiremezsiniz. İbadet ve iman alanına sokamazsınız. Muamelat alanında da zaman üstü kılamazsınız. Örf sürekli değişir, çünkü maslahat ve muamelat sürekli değişir. Ama esas anlamıyla din (ibadet, iman ve bir de muamelatın makasıd yani temel amaçlar kısmı) asla değişmez. O alan, Yaratıcı tarafından tüm zamanlara hitap edecek bir biçimde yapılandırılmıştır.

Kur'an'ın istediği şudur: Örfü iman. ibadet ve makasıd (temel amaçlar) alanına sokmayın, hukuk (maslahat-muamelat) alanında da ebedî kılmaya kalkmayın.

* Örfün zaman-mekân üstü ilan edilip dokunulmaz kılınması:

Örfü dokunulmaz-değizmez kılmak, "Mübarek ec­dadımız, selef-i sâlihîn böyle buyurmuştur, ak­si olmaz" teranesiyle hayatın ve insanın yolunu tıka­mak Kur'an'ın ruhuna terstir; şirk belirişidir.

Vahyin ve bilimin verileri dışındaki tüm kabuller değişkendir; zamana-zemine göre yeniden gözden geçi­rilmelidir. Peygamberimizin uygulamalarının büyük kısmı da örf cümlesindendir. Yani onla­rın da tümü değişmez değildir. Aksini savunmak, Allah ile peygamber, tanrısal ile beşerî arasında fark görmemek olur. Kur'an böyle bir anlayışı, dinin ruhu olan tevhide zıt görür.

Örfün yöreselliğini de unutmamalıyız. Örf, ortak değer kabul edildiği zeminde hüküm ifade eder. Eğer ortak-evrensel insanlık örfleri söz konusu ise bu elbette ki herkesi bağlayacaktır. Örneğin "İnsan Hakları Ev­rensel Bildirgesi" bu türden bir örf belgesidir. Bu belge tüm insan toplumlarını bağlar.

Günümüzde, din üzerinden siyaset yapmayı bir tür cihat olarak algılayanların din bahsinde en büyük ya­nılgıları budur. Onlar din mirası içindeki kabullerle dini eşitleyerek geçmiş zamanın ve eski toplumların ha­yat standartlarını "şeriat" haline getiriyorlar. Bunun sonucu, gerçek din ile beşerî kabullerin birbirine karış­ması ve bu kabullere yöneltilen ithamlardan dinin zarar görmesi oluyor.

Bunun günahı, dini temsilde çıkarlarını ve egolarını işe katan örfperest politikacılarındır. Günümüzde dine en büyük zararı işte bu politikacılar vermektedir, kanı­sındayız.

* Mâruf ile emretmenin sadece yerel örflerle emretmek şeklinde değerlendirilmesi:

Mâruf ile emretme, çok az konuda yerel örfle iş yap­mak olabilir. Evrensel bir din olan İslam'ın örf anlayı­şı , onu n çapına uygun olara k elbette ki evrensel örflere yollamayı öncelikli kılar.

Bunun bir anlamı da şudur: İslam, hiç kimseye kendi toplumunun örfünü din veya hukuk yapma yetkisi vermez. Bu gerçek göz ardı edildiği içindir ki bugünkü İslam dünyası, Arap örflerinin egemenliğine girmiş ve birçok konuda Arap örfüyle din eşitlenir olmuştur.

Günümüzde sürekli ortaya sürülen ve kutsallığı ilan edilen "şeriat", Kur'an'ın evrensel ilkelerinden çok, yüzyıllar içinde oluşmuş Arap örf ve yorumlarının bir toplamıdır.

Bugün insanlık camiasının ortak-evrensel kabulü haline gelen değerler, yani öncelikle mâruflaşan değer­ler insan hakları ile ile ilgili kabullerdir.

İnsan hakları her devirde ve her yerde peygamberle­rin getirdiği mesajın temel hedeflerinin ifadesidir. Vahyin insan hayatına sokmak istediği en ha­yatî değerler insan hakları başlığı altında top­lanabilecek değerlerdir. Kur'an'ın özü ve amacı da budur. Hz. Peygamber, insan haklarının tüm zamanla­rın ve mekânların temel amacı olduğunu gösteren muh­teşem sözlerinden birini, İslam öncesi devirde üyesi ol­duğu ünlü "Hilfu'l-Fudûl" (Erdemliler Paktı) der­neği ile ilgili bir soruyu yanıtlarken söylemiştir. Mazlumları-ezilenleri korumayı amaç edinen bir grup insa­nın oluşturduğu Hilfu'l-Fudûl'a neden katıldığı sorul­duğunda şöyle diyor: "Böyle bir derneğe İslam dev­rinde de çağrılsam katılırdım. Böyle bir şeyi en değerli nimetlere bile değişmem." (İbn HanbeFden naklen İbn Kesîr)

Günümü z dünyasınd a mâru f kavramını n ifadesi sa yılabilecek çok önemli belgeler-bildirgeler oluşturul­muştur. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bunla­rın başında gelmektedir. Ne ilginçtir ki, bu evrensel mâruflar belgesinin altında İslam ülkelerinin sadece bir tanesinin imzası vardır: Türkiye... Bu nokta bizce, Tür­kiye'nin gerçek İslam açısından taşıdığı anlamı, önemi ve işgal ettiği yeri göstermede altı birkaç kez çizilecek önemdedir.

* Ortak insanlık değerlerine ters düşmeyi din sanmak:

Mâruf, öncelikle ortak insanlık kabulleri olunca, hiçbir Müslüman'ın, insanlık toplumundan kopmaya, insanlığın ortak kabullerine aykırılığı din gibi algıla­maya hakkı yoktur. Örneğin, hiç kimse insan hakları­nın gereksizliğini, kadın haklarının Batı'nın bir uy­durması olduğunu, Ortadoğu despotizmlerinin iyi bir yönetim şekli olabileceğini İslam adına ileri süremez.

Aynen bunun gibi, hiçbir Müslüman yönetim, ortak insanlık değerlerinin (örneğin insan haklarının) ihlalini bir "iç mesele" sayarak insanlık toplumunun bu konudaki müdahalele­rine karşı çıkamaz. Çünkü bugünkü dünyada, insan hakları konusu, ülkelerin bir iç hukuk sorunu olmaktan çıkmış, büyük insanlık toplumunun gözetim ve denetimine açık bir konu haline gelmiştir.

Mârufu emr ilkesi de bunu gerektirmektedir. Bir şeyin kullanımının dinen yasak (haram) edil­mesi dinin koyucusu olan Allah'ın tekelindedir. Bunun dışındaki yasaklamalar, gerekçesi ve koyucusu kim olursa olsun, dinsel Aharam değil, idarî veya gele­neksel yasaklardır. Bu yasaklara uyup uymamak ki­şilerin kendilerine kalmıştır. Elbette ki sonuçlarına kat­lanmak da...

Allah adına yasak koymaya (tahrim yetkisi kullanmaya) gelince, Kur'an hiçbir beşere, peygamber de olsa, böyle bir yetki vermemiştir. Çünkü bu yetki ulûhiyete (tanrılığa) ait yetki­lerdendir.

Bu ölçüler ışığında baktığımızda, din kitaplarına girmiş, eşya kullanımına ilişkin bazı yasakların yeni­den göyzden geçirilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bunların geleneksel, yönetsel olanlarıyla dinsel olanları birbirine karışmıştır. Halk bu ayrımı bilmeden, her­hangi bir ilmihal kitabında gördüğü ve tarihin bir dev­rinde hangi gerekçelerle konduğunu bilmediği bir yasa­ğı din sanarak uygulamaya kalkmakta ve çok sıkıntılı durumlara düşmektedir. Geleneğin ve yöresel yönetimin, o günkü şartlar gereği koyduğu bir yasağı dinin yasağı gibi algılamakta, dine saygısı yüzünden de bunun dışına çıkamadığı için bunalıma, çelişkiye düşmektedir. Hz. Peygamber'in de zaman ve zeminle ilgi­li geleneksel ve yönetsel yasaklar koyduğu ol­muştur. Bunlar dinen haram ilan edilemez. Bunların o günkü toplum koşulları içinde idarî, ekono­mik, sıhhî, hatta siyasal gerekçeleri vardır. Ve Resul bu yasağı o gerekçelerden birine veya birkaçına dayanarak koymuştur. Ama bu din değildir. Din olsaydı, dinin ku­rucusu tarafından yasaklanır ve zaman üstü kaynağa konurdu.

Örneğin, Hz. Peygamber'in erkekler için altın ve saf ipek kullanımını yasakladığı rivayeti vardır. Kur'an'da böyle bir haram olmadığına göre biz bu durumda iki ihtimalden birini var sayarız:

1.   Bu rivayetler uydurmadır, itibara alın­maz,

2.   Rivayet doğrudur; yasak o gün geçerli be­şerî bir gerekçeyle konmuştur. Bu durumda bizi dinen bağlamaz. İsteyen ona uyar, istemeyen uymaz. Uyana, bunu dinleştirip genelleştirmediği sürece hoşgö­rüyle bakılır, uymayana kem gözle bakılmaz.

* Akik taşı kullanmayı kutsallaştırmak:

Akik taşından yapılmış yüzük vs. gibi eşyanın kul­lanılmasını kutsal gösteren, bu kutsallığı desteklemek için akik taşına birtakım doğa üstü değerler yükleyen rivayetlerin tümü uydurmadır. Falan veya filan taştan süs eşyası kullanmakla ilgili hiçbir dinsel buyruk yok­tur ve olamaz. Bu bir zevk ve töre meselesidir.

Akik taşıyla ilgili uydurmalar, çağımızın en büyük hadis otoritesi olan Elbânî (ölm. 1999) tarafından sıra­lanmış ve gerekli eleştiriler yapılarak bunların güve­nilmez düzmeceler olduğu gösterilmiştir. İşte bazı uy­durmalar:

"Akik taşından yüzük kullanın; çünkü o mübarek bir taştır."

"Akik taşından yüzük kullanın; çünkü o yoksulluğu giderir."

"Akik taşından yüzükler kullanın; çünkü o taşı kullanan, kullandığı sürece tasalanmaz."

"Akik taşından yüzük kullanan sürekli ha­yır üzere olur." (bk. Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/396400)

* ipek ve altın kullanımının erkeklere haram olduğunu iddia etmek:

Bu anlayışa ilişkin değerlendirmeyi biraz önceki gi­riş kısmında yaptık.

* Misvakin, belli bir ağacın dalları, parçaları olduğunu sanmak:

Arapça'da sivak ve istivak, ağzı temizlemek de­mektir. Bu temizliği yaparken kullanılan şeye, sivak kökünden alınan ve âlet-edevatı ifade için kullanılan mimli mastar kalıbına uygun olarak "misvak" de­nir. Diş temizliğinde kullanılan âlet demektir.

Diş temizliğinde neyi kullanırsak (bu bir lazer fırçası da olabilir, bir kıl fırçası da ola­bilir, bir ağaç dalı da olabilir) ona misvak de­nir. Misvak olarak neyi kullanacağımız bizim zevkimize, zamanımıza, ihtiyacımıza ve biraz da ekonomik durumumuza bağlıdır. Peygamberi­mizin bizden istediği, sağlık açısından önemli olan bir öğüde uyarak dişlerimizi temizlememiz, yani sivak yapmamızdır. Sivaki hangi misvakle yapacağımıza biz karar vereceğiz.

O halde, fıkıh kitaplarında "misvâkin faziletle­rine ilişkin anlatımlar, diş temizliğine ilişkin kabul edilmelidir. Bunlar, Arap Yarımadasındaki bir ağacın üstünlüğüne ilişkin anlatımlar değil­dir. Bu ikisini birbirine karıştırmak ve bir ilkeye iliş­kin değerleri bir eşyaya vermek yanılgıdır. Ne yazık ki bu yanılgı, dünyanın birçok yerinde Müslümanları il­kel, fetişist, tabucu, çağdışı ilan etmede kanıt olarak kul­lanılmaktadır. Bundan ıstırap duymamak mümkün de­ğildir.

Eskiyi tabulaştıran ve buna bağlı olarak da âlet ve e şyayı fetişle ştiren bilgisizli k illeti, Peygamberi mi z dev rinde sivâk (diş temizleme) için kullanılan bir aracı (başka ne kullanabilirdi?), bizzat amaç sanmakta ve bu­günün lazerle diş temizleyen dünyasında o dal parçası­nın kullanılmasını dinleştirmektedir. Bu, bilgiye ve hikmete sayısız atıf yapan bir dinin iman çocuklarına asla yakışmıyor. Müslüman'ın puan hanesine büyük bir artı değer olarak yazılacak bir güzellik, bu cehalet tut­saklığı yüzünden Müslüman'ın aleyhine kullanılmak­tadır.

Şu garip kadere bakın:

Muazzez Peygamber, 1500 yıl önce, insanlığın, suyu, değil diş temizliği, vücut temizliği için bile kullanmayı doğru-dürüst bilmediği bir zamanda iman kardeşlerine günde birkaç kez dişlerini temizlemeyi öğretmiş, bunu daha iyi yapabilmeleri için de yöresindeki bu işe uygun bir ağacın dallarından yararlanmıştır. Şimdi Müslü­man, böyle bir tarihsel geçmişe sahip olduğu için övüne­cekken, birileri kalkıp diyor ki: "Dişleri şu ağaç parçasıyla temizleyeceksiniz, aksi halde sünne­te aykırı iş yapmış olursunuz." Ve Müslüman'ın artı puanı, birden eksiye dönüşüyor.

Peki, sünnet, dişleri temizlemek mi, o ağaç parçasını ağza sokmak mı? Bunun ortaya konması gerekir.

İslam ve akıl ölçüleri içinde işin doğrusu şudur: Sünnet olan, istenen, dişlerin temizlenmesidir. Bu temizlik hangi şeyle daha iyi yapılıyorsa sünnete en uygun kullanım onun kullanımıdır. Aksini düşünmek tabuculuk ve fetişizm olur; Müslüman'ı da, İslam'ı da sıkıntıya sokar.

Misvakı ağaç sanan mantıkla düşündüğünüzde, ör­neğin, savunmada kılıç, ok, mızrak, at dışında hiçbir araç kullanılamaz. Çünkü Kur'an ve sünnette adıyla ge­çen savunma araçları bunlardır. Ama işe, hikmeti ve amacı açısından bakarsanız o zaman o sayılan araçla­rın birer örnek olduğunu anlar ve günümüzde savunma aracı olarak neler kullanılıyorsa onları öne çıkarırsı­nız.

Bu inceliği fark edemeyen veya fark ettiği halde bir­takım hesaplar ve istismarlar yüzünden gerçeği sakla­yan zihniyetlerse diş temizlemeye ilişkin övgüleri geç­miş devirlerde bu iş için kullanılan araçlara yükler, ta­haretlenmeyi (tuvalette temizlenmeyi) hâlâ taş ve kemik parçalarıyla yapmaya kalkar, hatta tuvalet kağıdı kullananları din dışı ilan etmeye kadar giden akıl al­maz ilkellikler sergilemekten çekinmez. Ve şöyle diye­bilir: "Müslüman namaz kılar, bunun için vücu­dunun ve giysilerinin temiz olması, tuvalet ka­lıntısına bulaşmaması gerekir. Bu demektir ki, tuvalette, temizlik için su kullanacaklardır; Müslüman olmayanlar gibi kağıt kullanamaz­lar."

îdd ianın birinci kısmı doğru. İkinci kısmı ise iki yanlışı birden taşıyor. Onunla da kalmıyor, gıybet, terbiyesizlik ve hatta iftira gibi üç illeti de ba­rındırıyor.

Bir defa, tuvalet kağıdı kullanan gayrimüslimle­rin su kullanmadığını bir matematik gerçek gibi öne sürmek doğru değildir. Tuvalet kağıdıyla birlikte suyu da kullanan milyonlarca gayrimüslim vardır. İkincisi, bir Müslüman'ın su kullanmak zorunda olması tuvalet kağıdı kullanmasına engel değildir. Bu işte su da, tuvalet kağıdı da bir araçtır. Müs­lüman, daha iyi temizlenmek için bu araçların ikisinden de yararlanır. En uygunu ve en temi­zi de budur.

Ne yazık ki eşyayı fetişe dönüştüren zihniyet bu kadar basit bir meseleyi ya anlamaz, yahut da (daha kötüsü) anlar da birtakım politik çı­karlar için gerçeğin üstünü örter; insanı küçül­ten durumlara düşer...

Ve olan, tertemiz İslam'a ve günahsız dindarlara olur.

* Bazı eşyayı fetiş haline getirmek:

Kutsal eşya, kutsal emanet vs. kavramları bu fetişleştirmenin ürünüdür. Eşyayı din adına fetişleştirme daha çok tarikat çevrelerinde görülür. Kutsal ilan edil­miş, hatta bir kısmı yedek ilah konumuna getirilmiş kisilerin eşyası, çorabından kaftanına kadar kutsal ilan edilip fetişleştirilir. Hatta bazan bu fetiş eşyaya dokun­mak bile kutsanmak, hastalıklardan arınmak için araç yapılır.

Eşya fetişleştirmenin tarih içinde en tipik ve kurum­sal görünümü tarîkatlardaki "hırka geleneğindir. Hırka giymek, hırka giydirmek, hırkasını devralmak deyimleri bu fetişizmin lügatinden çıkmadır.

Zamanla hırkaperestliğe dönüşen bu hırka giydirme fetişizmi Hz. Peygamberdin Hz. Ali'ye hırka (fütüvvet hırkası) giydirdiği yalanıyla başlamıştır. Hz. Resul'ün Hz. Ali'ye böyle bir hırka giydirdiği, bunun Ali tarafından saklanıp daha sonra da başkalarına giydirildiği yolundaki iddiaların tümü yalan ve iftiradır. Bu yalan ve iftiralar ve bunların tevhit dininde açtığı yaralar muvahhit bilgin İbn Teymiye (ölm. 728/1328) tarafından ayrıntılı bir biçimde incelenmiş ve gerekli cevaplar verilmiştir, (bk. İbn Teymiye; Resâil, 1/148 vd.)

Eşyayı kutsal ilan ederek bu sayede itibar devşirmek yolu, birçok İslam dışı yol gibi, Emevîlerin Şam kâh­yası Muaviye tarafından açılmıştır. Resul'ün dinini tahrif ve tahrip edip Resul evladınının bazısını zehirle­ten, bazısının ise kılıçtan geçirilmesine zemin hazırla­yan bu siyasetçi, dinini ve evladını perişan ettirdiği Peygamber'in tırnağını, giysisini, sakalını kutsal ilan edip şov aracı yaparak Müslüman kitleyi aldatmış ve İs­lam'ın kaderini dikenlemiştir.

Hırkaperestliğin esas öncüsü de Muaviye'dir. Siyer (Hz. Peygamber'in hayatını anlatan tarih dalı) ve hadis alanının büyük ismi Zübeyr b. Bekkâr (ölm. 256/869 ) "el-Mu vâffakıy ât fi'l-Hadîs" adlı eserinde bize bil­diriyor ki Muaviye (ölm. 60/679 ), Hz. Peygamber'in

Ka'b b. Züheyr (ölm. 24/644) adlı şaire hediye ettiği bir hırkayı onun vârislerinden satın alarak kutsal ilan et­miş ve bu hırkayı ülkenin her yanında dolaştırarak halkın din duygularını sömürmüştür. Ve ne ilginçtir ki kimse ona şunu sormamıştır: O Peygamber'e saygı var idiyse onun evladını neden kahırlar altında inlettin?... Hırkaperestliğin bir siyasal sömürü aracı halinde kul­lanımı işte böyle başlamıştır.

* Asa (değnek, sopa) kullanmanın sünnet olduğunu iddia etmek:

Elde sopa ile dolaşma âdeti, eski çöl hayatında hemen hemen bir zorunluluktu. Bu zorunluluk Ortadoğu bölge­sinde yaşamış birçok nebinin elinde sopa taşımasını ge­rekli kılmış olabilir. Nitekim Kur'an Hz. Musa'nın elinde taşıdığı bir asadan söz eder. (bk. Tâhâ, 18) Ama Kur'an bu asayı taşımanın gerekçesini Hz. Musa'nın di­linden açıkça duyurur. O gerekçe, koyun gütme, ona da­yanma ve bazı işlerde kullanmadır, (bk. Tâhâ, 19-22) Kur'an bunları söyler ve Musa'nın Allah'tan "Onu yere at!" emrini aldığını da bildirir.

Anlaşılan o ki, açık arazide yaşayan insanların bü­yük olasılıkla ihtiyaç duydukları böyle bir sopa taşıma âdeti vardı ve bunda yadırganacak bir yan da yoktur. Bu bir din meselesi değil, bir zaman-zemin ve ihtiyaç mese­lesidir. Bütün bunlar, elde sopa ile dolaşmanın bir din emri olmasını gerektirmez. Bu bir zevktir ve bir zevk olarak algılanıp sunulduğunda kimsenin bir itirazı ol­maz.

Elde asa taşımayı peygamberlerin ortak ahlaklarının bir uzantısı gibi gösteren şu yalan, "hadis" adı altında halkın arasına sokulmuştur: "Elde taşınan bir asaya dayanmak peygamberlerin ahlakı cümlesindendir."

Uydurma şu pekiştirmeyle devam ediyor: "Hz. Pey­gamber'in dayandığı bir asası vardı, bizim de böyle bir asaya dayanmamızı emrederdi." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 2/316) ili JL JLiJjjJLv

Kur'an, nelerin yenmeyeceğini ayrıntılı bir biçimde göstermiştir. Bu gösterilenlerin dışın­da kalanların tümü yenebilir. Dinsel hiçbir sa­kınca ve yasak söz konusu değildir. Yerel zevk­ler, alışkanlıklar gündeme getirilebilir ama bunlar haram-helal ölçütü yapılamaz.

Burada temel ilke şudur: "Esas olan, mubahlık yani serbestliktir." Klasik literatürde "Aslı ibaha kaidesi" diye de anılan bu ilkenin günümüz Türkçesiyle ifadesi şudur: Bir şey, vahyin beyanıyla açık­ça haram ilan edilmemişse o şey doğrudan doğ­ruya helaller içine girer. Yani onun helal oldu­ğunu gösteren başka bir beyyine aranmaz.

O halde, biz bir gıda maddesinin, örneğin bir etin ha­ram olup olmadığını anlamak için onun Kur'an'da adı­nın yasak etler arasında geçip geçmediğine bakarız. Ge­çiyorsa o haramdır; geçmiyorsa helaldir; yiyip yememek sağlık kurallarına, bizim zevkimize, tercihimize, alış­kanlıklarımıza, geleneklerimize kalmıştır.

* Ehlikitap dediğimiz Hristiyan ve Yahudilerin kestikleri etlerin yenmeyeceğini söylemek:

Bu konuda şöyle bir uydurma vardır: "Hz. Pey­gamber, Arap Hristiy anların kestikleri etlerin yenmesini yasaklamıştır.11 (bk. Elbânî; Zaîfa, 5/372)

Son yıllarda bu kanaat özellikle Batı ülkelerinde ya­şayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılıyor. Sebep, helal gıda adı altında bir gıda ticareti sektörü yaratmak ve dini kullanarak bu sektöre bedava reklam sağlamaktır.

İşin esası şudur: Kur'an, Ehlikitap kitlelerin yemek­lerini Müslümanlara helal kılmıştır. Tıpkı bizim ye­meklerimizi onlara helal kıldığı gibi: "Kendilerine kitap verilmiş olanların yemekleri size helal­dir. Sizin yemekleriniz de onlara helaldir." (Mâide, 5)

Sünnet açısından baktığımızda da durum şudur: Hz. Peygamber, hayatının her döneminde Yahudi ve Hristiyanların kestikleri etleri, onların davetlerine giderek yemiş, sahabîlerinin yemesine izin vermiştir. Tüm ha­dis ve siyer kaynakları bu konuyla ilgili anekdotlar kaydetmektedir.

Buradan hareket eden fıkıh imamları ittifakla şunu söylemişlerdir: Ehlikitap'ın kestiği hay­vanların etleri helaldir, yenebilir, (bk. İbn Hemmâm, 4/485-488)

Ehlikitap'ın kadınının ve erkeğinin kestiği etlerin yeneceği hususunda görüş birliği vardır, (bk. Hâlid Abdurrahman; el-Fıkhu'l-Mâlikî, 3/235, 240-241) İslam ilim­lerinin tümünde otorite kabul edilen ve tabiûn kuşağının en büyük ismi sayılan Hasan el-Basrî (ölm. 110/728) sadece Ehlikitap'ın kestiklerini değil, kentlerde oturan Mecûsîler 'in kesteklerini yemenin de caiz olduğunu söylemiştir, (bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/414416)

Ehlikitap'ın kestiği etlerin yenmesi onların besmele çekmeleri, Allah'ın adını anmaları şartına bağlı değil­dir. Onların Ehlikitap olmaları yani Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmiş bulunmaları helalliğin doğması için yeterlidir, (bk. Ibn Hemmâm, 6/117-121) Elbette ki bu helallik, eti yenen hayvanlar için geçerlidir. Mesela domuzun eti hiçbir şekilde helal olmaz.

Tartışma, Müslümanların kurbanlık hayvan­larını Ehlikitap'ın kesmesi halinde ne olur so­rusunun cevabındadır. Ehlikitap'ın, kurbanlıkları da kesebileceğini söyleyenler vardır. Ama bunun caiz olmadığını düşünenler de vardır. Irak fıkıh ekolünün ve Hanefî fıkhının babası sayılan İb rahim en-Nehaî (ölm. 96/714) Ehlikitap'ın kestiği etler, onların kesimde neyi okuyup okumadıklarına bakılmaksınız yenir de­mekle yetinmemiş, Ehlikitap'ın kurbanlarımızı da kese­bileceklerini, bunda dinsel hiçbir engel bulunmadığını fetvaya bağlamıştır, (bk. Kal'aci; Fıkhu'n-Nehaî, 1/478479)

Hasan el-Basrî ise kurbanları Müslümanların kendilerinin kesmeleri gerektiğini söylemektedir, (bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/414-416) Mâlikîlere

göre, kurbanları Ehlikitap'a kestirmek yasaktır. Keser­lerse etleri yenmez, (bk. Hâlid Abdurrahman; el-Fıkhu'lMâlikî, 3/242-243) Esasında bu ikinci nokta üzerinde tar­tışmanın pratik bir sonucu hemen hemen yoktur. Çünkü hiçbir Müslüman kurbanlık kesimi gibi çok sıradışı bir uygulamada kendi dininin dışındaki birine iş havale etmez.

Aıncak havale eder ve kurbanını bir Ehlikitap kişiye kestirirse bize göre, bu durumda da yanlış bir iş yapılmış olmaz. Çünkü, kurbanın ibadet ve takva yönü onu kesti­rene ait bir özelliktir. Bu özellik etin yenip yenmemesini etkilemez.

İşin esası bu iken bazıları, Hristiyan kasapların kes­tikleri yenmez fetvası vermekte ve "helal gıda" adı al­tında satış yerleri açarak kaçak kesilmiş sağlıksız etle­ri, hem de resmî kesilmiş etlerin bir-iki katı fiyata Müslümanlara satıp hak etmedikleri paralar kazanmakta­dırlar. Yani, helal kavramı, haram kazanca âlet edilmekte, Müslümanların saf ve temiz duygu­larıyla bilgisizlikleri sömürülmektedir.

* Hayvan kesimlerinde hayvanın uyuşturulmasını İslam dışı ilan etmek:

İslam'ın kabul ve emirlerine en uygun şekil olan "şoklayarak kesim "i din dışı ilan etmek, hurafeci sektörünün oyunlarından biridir. Bu hususta ayrıntılı bilgiler bu eserin "Kurban" maddesinde verilmiştir. Sözlük anlamıyla "duyuru, çağrı" demek olan ezan Kur'an'da sadece bu sözlük anlamıyla bir tek yerde, Tevbe Suresi 3. ayette geçmektedir. Bir terim olarak ezan, farz namazların vakitlerini haber veren ve metni Hz. Peygamber tarafından belirlenen birkaç cümlelik bir duyurudur.

Namazın farz oluşundan çok sonraki bir zamanda Medine döneminde (Hicretin 1. yılının sonları veya 2. yılının başlarında) okunmaya başlanmıştır.

Ezanın hangi dilde okunması gerektiği, başka bir deyişle Arapça dışında bir dilde (yani tercümesinin) okunup okunmayacağı da uzun uzun tartışılmıştır. Dinde Arapça ve Arap hegemonyasını hemen her alanda esas alan nakilci fıkhı temsil edenlere göre ezan sadece Arapça özgün şekliyle okunmalıdır. Hanefîlerin büyük çoğunluğu ezanın başka bir dille okunmasına onay ve­rir. Şafiîler ise bu onayı Arapça ezan okuyanın bulun­maması şartına bağlamıştır.

* Cuma günü iç ve dış ezan diye iki ezan okumak:

Asrısaadet'te Cuma namazları için, farzdan hemen önce okunan bir tek ezan vardı. Dışarda ayrı bir ezan okunmazdı. Yozlaştırmaların klasik dönemi olan Emevîler döneminde bu ezana bir ikincisi eklendi.

Günümüzde Cuma vaktini duyurmak için cami dı­şında okunan ezan, Asrısaadet uygulamasının yerini tutmaktadır. Cuma namazlarında, hutbeden önce okunan ve iç ezan adıyla anılan ikinci ezan ise bir bid'attır. Bu bid'atın camilere sokuluşu, bir rivayete göre halife Os­man eliyle, bir başka rivayete göre ise "Zalim" lakaplı Emevî valisi Haccâc-ı MePun (ölm. 95/714) eliyle ol­muştur, (bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 3/205-207; Bâkırî, 180 vd.) Şâtıbî ise, bu iç ezanın, Emevî halifesi Hişam b. Abdilmelik (ölm. 105/724) tarafından icat edil­diğini, filozof-fakıh İbn Rüşd (ölm. 595/1198)e dayana­rak bildirmektedir, (bk. Bâkırî, 191)

* Ezan okuyuşta bağırıp çağırma:

Ezanda sesi aşırı yükseltme, bağırıp çağırma, haddi aşmak ve azgınlık olarak nitelendirilmektedir, (bk. İbn Hemmâm, 1/481)

Ezanı yüksek sesle okuma, kul hakları açısından da incelemeye alınmıştır. İbnül-Cevzî, minarelerden, halkı ta'ciz edecek derecede yüksek sesle değil ezan, Kur'an okumanın bile İbli s'in din adına aldatmaların­dan biri olduğunu yazmaktadır, (bk. Telbîsü İblis, 165) Çünkü minareden okunan Kur'an, sokaklarda, evlerde herkes tarafından duyulmaktadır. Ve Kur'an okundu­ğunda onu dinlemek farzdır. Kur'an dinlemek gibi bir niyeti ve zamanı olmayan insanları bu zorunlulukla yüz yüze getirmenin meşru bir açıklaması yoktur. Bu, din değerlerini riyaya bulaştıran bir inat ve istismardır. Ne yazık ki bu istismara değindiğiniz anda, bid'at ve si­yaset dinciliği şöyle bağırmaktadır: "Kur'an'dan, ezandan rahatsız oluyorlar, Kur'an okumayı engelliyorlar..."

Meseleyi, Kur'ansal bir iman ve şuurla tam özünden yakalamış bulunan Ibnül-Cevzî acaba, günümüzün makinelerden okunan ve bir tür madenî gürültüye dönü­şen sözde ezanlarını dinleseydi ne derdi? Bu sözde ezan­ların birçoğu, özellikle sabah ezanı adıyla gece yarıla­rından başlanarak okunanlar, bir tür genel taciz man­zarası arz etmektedir. Ibnül-Cevzî'nin baktığı yerden bakarsak, burada uykusu bölünen hastaların, yaşlıların, bebeklerin vs. hakları söz konusudur. İslam, başkaları­nın tacizi pahasına yapılan ibadete değer vermemekte­dir. Bu tacizin, soğan ve sarmısak kokusunu dahi kap­sadığını bizzat Peygamberimizden öğrenmekteyiz..

*Ezanı uzatmak:

Bu da ezanda haddi aşmaktır. Ezanın iki kişi tara­fından "çift ezan" olarak okunması da öyledir, (bk. İbn Hemmâm, 1/481)

* Ezanda mûsikî gösterisi yapmak:

Bu da bid'at sayılmaktadır, (bk. Ali Mahfuz, 165)

* Ezanı cihazlarla okumak:

Ezanın insan sesiyle okunması sünnetin gerekle­rinden biridir. Günümüzde kulak tırmalayıcı hoparlör bağırtılarıyla okunan ezanlar birer bid'at gösterisi gibi­dir. Cihaz gürültüsüne çirkin sesin eşlik etmesi halinde ise ezan bir işkence aracına dönüşmekte ve haklı şikâ­yetlere sebep oluşturmaktadır. Özellikle sabah ezanları­nın değişik zamanlarda ve ses yükseltici cihazlarla okunması kul hakkı çiğneme aracı olmaktadır. Bir­kaç dakika arayla peşpeşe okunan cihazlı sabah ezan­ları hastaların, bebeklerin, yaşlıların uykularını böl­mektedir. Bu bir hak ihlalidir. Bu hak ihlali, insanlarda dine karşı bir tavır oluşturmaktadır.

Namaz kılmayanların (Müslüman ve gay­rimüslim) istemedikleri bir zamanda uyandırılmaları da bir kul hakkı ihlalidir.

Şunu unutmamak gerekir: Bu insanlar için­de günümüzün zor koşullarında ekmek parası kazanmak için vardiya halinde veya kendi iş yerinde geç saatlere kadar çalışıp sabaha doğru uyuyanlar vardır. Namaz kılacak olanların ha­tırı için bunların rahatsız edilmesi İslam'ın temel kabullerine aykırıdır; bir hak ihlalidir. Çünkü İslam, başkalarının rahatsızlığı paha­sına ibadete cevaz vermez. Hiç kimsenin, "Ben ibadet ediyorum, ibadete karşı mı çıkıyorsun?" türünden tecavüz ve baskı ifadeleriyle onun-bunun rahatsızlığına sebep olması dine uygun de­ğildir. Böyle bir yanlışlığa ezan gibi bir değe­rin araç yapılması ise ikinci bir haksızlık olur.

Diyanet İşleri Başkanlığının bu işe el koyması, ezanları insan sesiyle okutması ve müezzinleri güzel sesliler arasından seçmesi beklenmektedir.

işin bir de şu yanı vardır: Ezan bugün artık na­maz vaktini duyuran zorunlu bir araç olmaktan çıkmıştır. Çünkü takvim, saat ve medya im­kânları namaz vaktini merak edenleri ezan se­si bekleme zorunluluğundan kurtarmıştır. Ezan artık, bir folklorik uygulama olarak yaşamak­tadır. Bunun, bir güzellik, huşu ve heyecan unsuru ha­linde devam etmesi için cihaz sesinden kurtarılması ve sadece insan sesiyle okutulması gerekmektedir. Öbür türlüsünün islamî hiçbir esprisi kalmamıştır.

* Ezanın başka bir dilde okunmasının haram olduğunu söylemek:

Böyle bir iddia, ezanı Arapça dışında bir dille oku­mayı yasaklayan mezhep kabullerini dinleştirmek şek­linde bir bühtandır. Ezanın tüm islam dünyasında aynı dille (özgün şekli olan Arapça'yla) okunmasının sosyo­lojik yararları vardır. Bunu hiç kimse inkâr edemez. Ezanın tercüme edilmesinin kimseye öğreteceği bir şey de yoktur. Ezan, namaz vaktinin geldiğini ve yakın­larda bir caminin bulunduğunu gösterir. Bir Müslü­man'ın bunu dünyanın her yerinde aynı dilde duyması ve rahatlıkla anlaması tercih edilir. Ancak bunun böyle olması, aksinin yapılmasının haramlığını göstermez.

Bir toplum, eğer çok istiyorsa, ezanı tercüme ederek kendi diliyle de okuyup okutabilir. Buna dinsel hiçbir engel yoktur. Tercih meselesidir.

Cumhuriyet dönemi Türkiyesinde ezan 1932 yılında Türkçe tercümesiyle okunmaya baş­lanmış, bu uygulama 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür. Toplum bu uygulamayı benimsememiştir, hatta büyük ölçüde karşı çık­mıştır.

Bize göre, uygulamanın pratik yararı yoktu ama di­nen yasak veya haram değildi. O uygulamanın anlam­sızlığını söylemek kadar, din dışı olmadığını söylemek de vicdan borcudur. O uygulamanın pratik değerinin olmayışını kanıt yaparak din hayatında Arapçacılık he­gemonyasını kutsamaya gitmek ve örneğin kişilerin ibadetlerini kendi dillerinde yapmalarına engel olmak bir saptırmadır.

Ezan gibi, İslam dünyasının evrensel bir parolasının tercümesinden yarar beklemek ne kadar yanlışsa, in­sanların Allah'a kendi dillerinde yakarmalarına Arapçılık ve Arapçacılık gayretiyle karşı çıkmak da o kadar yanlıştır.

Ezan konusunu noktalamadan önce bir bid'ata daha dikkat çekelim: Ölümler ardından, tıpkı ezan gibi mi­narelerden okunan ve halk arasında "salâ" denen salât-selâm nidası da sonraki zamanların bir örfüdür. Bid'atlar konusunda yazan önemli isimlerden biri olan Ali Mahfuz, bu uygulamanın hortlatılmış ve üzerine İslam cilası vurulmuş bir Cahiliye âdeti olduğunu söy­lüyor. Cahiliye devrinde, ölülerin arkasından ağlamayı meslek edinmiş kişiler hem yas havasını yaygınlaş­tırmak hem de ölümü duyurmak için şiir-ilahî türü şey­ler okurlardı. Buna "na'y" denirdi. Ali Mahfuz, bu­gün okunan salaların bu Cahiliye uygulamasının İslamî dekorlarla süslenmiş bir şekli olduğunu söylüyor, (bk. Ali Mahfuz, 167) Biz de aynı kanaatteyiz.

Esası İslam dışı olan bir şeye bazı İslamî çizgiler eklemek onu İslam içi kılmaz. Gaybın esas anlamı, gözden gizli olmaktır. Karşı­tı olan lyân da gözle aynı kökten gelen bir sözcük olup göz önünde olan, gözün görebileceği şey demektir. Bir ki­şinin gözünün önünde olmaksızın yani arkasından ko­nuşmak anlamındaki gıybet de gaybla aynı kök­tendir. Zaman içinde gayb, duyu organlarının ve insan bilgisinin algılayamayacağı her şey için kullanılır olmuştur, (bk. Râgıb; el-Müfredât, gayb mad.)

İnsan için, gaybda izafîlik esastır. Yani bu­gün şu şartlar altında, birilerine göre gayb olan bir şey, yarın, falan şartlar altında, başka birilerine göre ıyan olabilir. Ancak şunu da unutamayız ki insan gücünü aşan, bu yüzden insanın bilgi alanı içine asla girmeye­cek olan şeyler de vardır. Bunlara mutlak gayb denir.

İzafî gayb sürekli değişir. Bu anlamda hayat gaybdan zuhur ve ıyâna doğru bir akıştır. Her an yeni şeyler öğreniriz. Bu demektir ki her an bir veya birkaç gayb ıyana dönüşür. Büyük Türk düşünürü Kuşadalı İbrahim (ölm. 1845) burada bir soğan isti­aresi kullanmaktadır. Soğanı elimize aldığımızda en dıştaki kabuk zahir (bilinen), onun altındaki bâtın (gayb) durumundadır. Birinci kabuğu soyduğumuzda, az önce gayb olan ikinci kabuk lyâna dönüşür; onun altın­daki gayb olur... Ve bu böyle devam eder...

Mutlak gaybı yalnız Tanrı bilir. Mutlak gayba iliş­kin bilgi peygamberler de dahil hiçbir insana verilme­miştir. Dinsel metinlerdeki "Gaybı Allah'tan başka­sı bilmez." sözüyle kastedilen, mutlak gaybdır.

"Gaybı Allah'tan başkası bilmezdin bir anlamı da bir insanın gıyabında konuşma hak ve yetkisi yalnız Allah'ındır demek olur. İnsana başkalarının arkasında konuşma, hüküm verme yetkisi verilmemiştir. Böyle bir yetki kullanmaya kalkmak, Allah'a özgü bir hakkı kul­lanmak olacağındandır ki Kur'an, gıybeti en büyük günahlardan biri olarak göstermiş (bk. Hucurât, 12; Hümeze Suresi), Hz. Peygamber de "Gıybet zina­dan daha kötü bir günahtır." buyurmuştur.

*   Mutlak ve izafî ayrımı yapmadan gaybı yalnız Allah bilir demek:

Bu ayrım yapılmaz ise bilimin her gün birini veya birkaçını keşfettiği varlık ve yaratılış kanunları an­lamsız olur. Bu kanunlar, hayatın birçok gaybını ıyâna çevirmiştir ve çevirmektedir. O halde, "Gaybı sadece Al­lah bilir"in anlamı mutlak gayb için işlemektedir.

*   Müteşâbih ayetlerin anlamını Allah'tan başkası bilmez demek:

Kur'an'ın değişik anlam boyutları taşıyan, "iç içe kıvrılmış anlamlarla dolu" ayetlerine bizzat Kur'an, müteşâbih demektedir, (bk. KTK, Müteşâbih mad.) Âli İmran Suresi 7. ayet, müteşâbihleri anlamak için iki öneride bulunmuştur: 1. Muhkem (anlamı tar­tışmasız, kural ayetler) ayetlere iman, 2. İlimde derin­lik. Ne yazık ki, geleneksel baskı ve hurafe Âli İ mran 7'deki bu apaçık ayeti saptırarak ufuk açıcı bir beyyine olmaktan çıkarmış, Kur'an müminlerini prangalayan bir baskı aracına dönüştürmüştür. Bu sakat anlayış, Kur'an'ın en hayatî mesajlarından birini veren Ali imran 7. ayet üzerinde uygulanan bir operasyonla kurallaştırılmıştır. O ayet, içine sonradan konan ve cüm­lenin bitmiş olacağını kabulü gerektiren "mutlak durma işareti olan Mim" atılarak değerlendirildi­ğinde şunu demektedir: "Müteşâbihleri bir Allah bi­lir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar..."

Müdahale, ayetteki Allah kelimesinin üzerine bir vakfe Mimi koyup cümleyi kendi anlayışına uygun olarak bölmekte ve anlamı şu şekle getirmektedir: "Müteşâbihlerin yorumunu Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlara gelince onlar şöyle de­mekle yetinirler..." Ayetlerin orasına-burasma harf ekleme hakkı, Kur'an'ın tebliğcisi olan Peygamber'e bile verilmemişken, başkalarına nasıl verilebilir! Bu müda­hale, Kur'an bünyesinde örtülü bir tahrif olarak algılanırsa durum ne olacaktır?

Bu yetkiyi bu insanlara kim vermiştir? Kur'an'da eksikler mi var da bunlar düzeltiyor? Ayeti şöyle anlaya­caksınız demek cüretini nereden alıyorlar? Eğer iş on­ların dediği gibi ise Kur'an'ın yaklaşık yüzde doksan beşi bizim için anlam ifade etmez olmaktadır. Çünkü ahkâm ayetleri denen 200-300 ayet dışındaki tüm beyyineler müteşâbihtir. Biz altı bin küsur ayetin sadece 200­300 tanesini anlayabileceksek Kur'an'ın "mufassal" (ayrıntıları veren), "mübîn" (açık-seçik), "anlaşıl­mak için kolaylaştırılmış" olmasının anlamı ne­dir?

Allah mı bizi aldatıyor, yoksa birileri bize oyun mu oynuyor? Hayır, Allah asla aldatmaz! Aldatan ve buna Allah'ı araç yapan birilerinin çıkacağını Kur'an bize haber vermiştir. Habere kulak vermeyenlere gelince onlar kendi aymazlıklarının kurbanı olmaktadırlar.

Kur'an'da insanın anlamayacağı hiçbir söz yoktur. Sadece vakti gelmediği için anlayama­dığımız şeyler vardır. Bu da doğaldır. Kur'an sadece bize ve bizim zamanımıza hitap etmiyor. Onda tüm za­manların ve insanların nasibi var; vakti geldiğinde o nasibin sahipleri bizim bugün anlayamadığımız nokta­ları anlayacaklar. Bu gerçeğin altını bizzat Kur'an çiz­mektedir: "Her haberin bir gerçekleşme zamanı vardır. Yakında bileceksiniz!" (En'am, 67)

Müteşâbih ayetler, mutlak gayb değildir, izafî gaybdandır. İnsanlık bunları zaman içinde bilim ve dü­şünce faaliyetiyle çözecektir. Mutlak gayb olan şey­ler Kur'an tarafından tek tek bildirilmiştir. Onları sadece Allah bilir ama bunun müteşâbih ayetlerle ilgisi yoktur. Çünkü insana hitap eden bir kelam, hem de en hayatî mesajında, muhatabına anlamayacağı bir şeyi söylerse bu, muhatabı aldatması anlamına gelir. Allah bundan arınmıştır.

* Gaybın kerametle bilineceğini iddia etmek:

Bu bir tarikat saptırmasıdır. Dokunulmaz kılınıp bir tür yedek ilah konumuna getirilen bazı tarikat şefleri kendilerinin gaybı bilecek bir keramet gücü taşıdıkları­nı iddia ederek, duygusallığına yenik düşmüş kitleler üzerinde asırlarca baskı kurmuş, akıl almaz komisyon­lar toplamışlardır. İslam dünyası bir uçtan bir uca bu komisyon uygulamasının açtığı yaraların acıları içinde kıvranmaktadır.

Gaybı bilme yetkisini, kendisini tebliğ eden Peygamber'e bile vermeyen bir din, bunu başka­larına hiç vermez.

Bunlar, "Biz gaybı biliriz" derken eğer mutlak gaybı kastediyorlarsa o zaman bunlar allahlık ilan edi­yorlar demektir. Zaten bazılarında bu iddia açık veya ör­tülü biçimde vardır da... O zaman bunların dinindenimanından söz edenlerin aklına şaşmak lazım! "Bili­riz" dedikleri gayb izafî gayb ise bunun yolu, Kur'an'a göre "ilimde rüsûh"tur; keramet değil... İlimde rüsûh, bilimsel derinlik demektir. Bu kişiler, tarih boyunca ilim ve düşünce düşmanlığını dinleştirmişlerdir; "ilimde rüsûh"a sahip çıkamazlar. Onlara göre, ilim önemli değildir; çünkü ilim şeytanda da vardır. Bu durumda insanlar sorar: Bu "bildiklerini" söyledikleri şeyleri onlara şeytan mı öğretiyor?

Gaybın tümü Allah'ın elindedir. Çünkü "Allâmu'l-Guyûb" yani gaybları bilen O'dur. (bk. Mâide, 109, 116) Onun elindeki gayblar, içeriğini sadece onun bildiği bir kitaptadır, (bk. Nemi, 75) Gaybın anahtarları da O'nun elindedir, (bk. En'am, 59) O, katındaki bu kitaptan bildireceklerini (izafî gaybı) pey­gamberlerine vahiy yoluyla, diğer kullarına ise bilim ve düşünce yoluyla bildirmektedir. Eğer bir kerametten söz edeceksek o, işte bu bilim ve düşünce nasibidir. İnsanoğ­lunun "tekrîm" edilmesinin (bk. İsra, 70) anlamı da bu nasiplenmedir. Bakara Suresi 30 ve devamı ayetler in­sanın meleklerden bile üstün kılınmasının dayandığı değeri "bilgi" olarak vermektedir. Bilim ve düşünceden

nasipli olmayanların, hele hele bilim ve düşünceye düş­man olanların sahip olabilecekleri şey "keramet" de­ğil, ancak "mel'anet" olabilir... Ona da kimsenin bir itirazı yoktur...

Yüzlerce yerde bilime, bilgine atıf yapan, onur veren Kur'an hiçbir yerde "keramet" diye bir değerden söz etmez. İnsanoğlunun üstün yete­neklerle donatıldığını gösteren İsra 70. ayetteki "kerremna" fiili "yetenekli kılmak, üstün değerlerle donatmak" demektir ki bu donanımın şaşmaz göster­gesi de bilimdir. O ayetteki "yetenekli kılmak", is­tisnasız tüm insanlara hitap eder. Bir sınıfı veya mes­leği anlatmaz. Allah ile aldatmayı meslek edinmiş olan­ları hiç anlatmaz.

* Peygamberlerin gaybı bildiklerine ilişkin rivayetlere inanmak:

Mutlak gaybı peygamberler de bilmez. Hz. Muhammed de buna dahildir. Kur'an bu noktada son derece açık konuşmaktadır: "De ki: 'Size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, gaybı bilirim' demiyorum." (Enam, 50; Hûd, 31) Ve: "Eğer gaybı bilseydim, el­bette ki hayır üretmeyi çoğaltırdım." (A'raf, 188) Ve: "De ki: 'Göklerdeki ve yerdeki şuurlulardan hiçbiri gaybı bilmez; sadece Allah bilir." (Nemi, 65)

Kısacası, "Göklerin ve yerin gaybı yalnız ve yalnız Allah'ındır." (Nahl, 77) Peygamberler, tüm gaybların sahibi olan Allah'ın vahyi ile bir şeyler bilebi­lirler. Bu durumda, bilen onlar değil, onlara vahyeden Allah'tır: "işte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir..." (Âli İmran, 44; Hûd, 49; Yûsuf, 102)

* Kur'an'ın "beş bilinmez"den söz ettiğini iddia etmek:

Bu beş bilinmeze "mugayyebât-ı hamse" denmekte ve bu iddia Lukman Suresinin 34. ayetine dayandırıl­maktadır. Oysaki o ayette Allah'tan başkasının bileme­yeceği bildirilen şeyler 5 değil, 3 tanedir: 1. Kıyametin vakti, 2. Kişinin geleceği, 3. Kişinin nerede

öleceği. O halde, geleneksel kabullerin halkın zihnine yerleştirdiği "mugayyebât-ı hamse" yani beş bilin­mez deyimi, düzeltilmesi gereken bir deyimdir. (Bu ko­nuda bilgi için bk. Kur'andaki İslam, 234)

* Cinlerin gaybı bilebileceğine ve bazı kişilere de bildirebileceğine inanmak:

Kur'an bu konuda son derece sert bir uyarıda bulun­maktadır: "Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı." (Sebe', 14)

Cinlerin durumu bu olunca, cinlerle ilişkiye girip on­lardan gayba ilişkin bilgiler aldığını söyleyerek halkı kandıran üfürükçü, yıldızcı ve bir kısım spiritüalistmedyum vs. kişilerin hangi halde olduklarını iyi dü­şünmek lâzım... (Ayrıca bk. Bu eser, Cinler mad.)

Gaybdan haber verme pazarı, sömürü sektö­rünün en verimli pazarlarından biridir. Bu pa­zarcılığın çok değişik görünümleri vardır. Medyum­luk, şeyhlik, cincilik, astroloji, değişik türde falcılık, ruh çağırma vs. bu pazarın belli başlı vitrinleridir. Her biri kendi vitrininde oturmuş, cahil ve duygusal halktan bir parseli başına toplayarak onla­rın ceplerini boşaltmaktadır. Kimi Allah ile aldatır, kimi Allah'a ve Kur'an'a iftiralar düzüp "Kur'an'ın devri bitti, şimdi yüksek planlar devridir, biz de o planların yeryüzü temsilcileriyiz..." türün­den sözler ederek...

Sezgileri güçlü, irfan ve vicdanı gelişmiş ve bunun sonucu olarak bazı içe doğuşlarla nasiplendirilmiş temiz niyetli, hizmet ehli insanlar elbette ki bu listenin dışında ve saygın bir konumdadır.. .

GECELER

Vilâdet (Peygamberimizin doğumu: 12 Rebiûlevvel), Berat (günahlardan emin olma belgesinin verildiğine inanılan gece), Regaip (pek çok nimet ve bereketin ve­rildiğine ve Peygamberimizin ana rahmine düştüğüne inanılan gece), Miraç (Peygamberimizin göklere yük­selip Allah ile konuştuğuna inanılan gece) adıyla bazı geceleri kutsamak ve kutlamak vahyin hiçbir beyanı içinde yoktur. Peygamberimiz ve ashabının hayatında da böyle uygulamalar bulunmamaktadır.

Daha açıkçası, İslam'ın "gece kutlamak" diye bir kabulü yoktur. Hele hele özel gecelerin özel ibadetleri gibi bir kabul tamamen uydurmadır.

Kur'an'da adıyla geçen tek gece Kadir Gecesi'dir. Ne var ki Kadir Gecesi'nin bizim yüklediğimiz anlamlarla bir ilgisi bulunmamaktadır. O gece, Kur'an'ın indirildiği gece olduğu için anılmış, kutsallık vurgusu yine Kur'an'a yapılmıştır. Herhangi bir merasimden, özel ibadetten, o gecede birtakım şeyleri ya­panların bağışlanacağından filan asla söz edilmemiştir.

Kısacası, Kur'an, adını andığı tek gece olan Kadir Gecesi'ni de geleneğin yaptığı gibi, bir tür "piyango yoluyla sevap kazanıp kurtulma gecesi" olarak tanıtmamaktadır. O gece, Kur'an'ın indiği gecedir. Eğer bir şey yapılacaksa o gece vesilesiyle yeniden Kur'an'ı düşünmek, Kur'an'la bütünleşmeye biraz daha özen gös­termek gerekir.

Kutsal geceler piyangoculuğunun en ünlü uydurması "beş geceler" hadisidir. Şöyle deniyor bu uydurmada: "Beş gece vardır ki onlarda dualar reddedil­mez: Recep ayının ilk gecesi, Şaban ayının 15. gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı gecesi, Kurban bayramı gecesi" (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/649650)

Şaban ayının 15. gecesi için uydurulan bir hadiste şöyle deniyor: "Şaban ayının on beşi geldiğinde onun gecesini ayakta, gündüzünü oruçlu geçi­rin. Çünkü Allah o gece, Güneş'in batışıyla bir­likte dünya göğüne iner de şöyle seslenir: 'Hey! Bir af dileyen yok mu ki bağışlayayım? Hey! Bir rızık isteyen yok mu ki rızıklandırayım? Hey! Bir derde düşmüş yok mu ki derdine der­man vereyim? Hey! Şunu isteyen yok mu, bunu isteyen yok mu?' Allah'ın bu çağrısı şafak sökünceye değin devam eder." (bk. Elbânî; Zaîfa, 5/154)

Bu sözleri Hz. Peygamber'e isnat etmekten Allah'a sı­ğınırız! Günlerin bazılarının üstünlüğüne, farklılı­ğına şu veya bu işe daha uygun olduklarına ilişkin tüm rivayetler uydurmadır, İslam dışı­dır.

Pazartesi, Perşembe, Cuma ve arefe günü ile ilgili bazı uydurmaları görelim:

"Sevaplara verilen karşılıklar Cuma günü katlanarak verilir." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/248)

"Kim Cuma günü namazdan önce tırnakla­rını keserse Allah ondan tüm dertleri çıkarır onların yerine şifa ve rahmet koyar." (bk. Elbâ­nî; Zaîfa, 5/36)

"İlmi her P azartesi ve Perşembe günü ara­yın. Çünkü ilim o günlerde kolaylaştırılır. Bir ihtiyacı olan, o günlerin erken saatlerini seç­sin. Ben rabbimden o günlerin erken saatlerini ümmetime mübarek kılmasını diledim." (bk. El­bânî, aynı eser, 5/513)

Arefe günü ile ilgili bir uydurmada, o günün hür­metine zalim, hain ve azgınların bile affedildiği bildiri­liyor ki, sadece İslam'a ve Peygamber'e değil, insanoğ­lunun hak ve adalet duygusuna da açık bir hakarettir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 2/125)

Güzel ve güzellik anlamındaki "hüsn" kökünden sözcükler Kur'an'da isim ve fiil halinde 200 civarında yerde geçmektedir. Bu da gösterir ki Kur'an, güzellik kavramının insan hayatında çok önemli bir yeri oldu­ğunu kabul etmektedir.

Güzel ve güzellik konusunda Kur'an'ın esas aldığı ilke şudur: Güzeli ve güzelliği tasdikleyip haya­tına sokana hayat kolaylaştırılır. Bunun aksi­ne, güzele sırt dönen, onu tasdikleyip hayatına sokmayanlara hayat zorlaştırılır. (bk. Leyi, 6-9)

Bu böyle olduğu içindir ki Kur'an, Yaratıcı'dan baş­layarak her şeyde güzeli görmüş, güzele vurgu yapmıştır. Bir kere, Allah, en güzel isimlerin (Esmâül-Hüsna'nm) sahibi olarak tanıtılır, (bk. A'raf, 180; Isra, 110; Tâhâ, 8; Haşr, 24) Allah'ın isimlerinin büyük çoğunluğu güzel ve güzellikle ilgili anlamlar taşır. Allah, yarat­tığı her şeyi güzel yaratmakla nitelendirilir, (bk. Secde, 7)

İkincisi, Kur'an'ın ideal insanı "muhsin" diye anılmaktadır. Hem de onlarca kez... Yaklaşık 40 kez tekrarlanan muhsin, güzel düşünüp güzel eylemler ya­pan kişi demektir. Muhsin, tamamına yakın yerde (35 kez) çoğul (muhsinûn-muhsinât) şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki güzellik üretimi toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan fazla gelişemez.

Cennet de muhsinlerin ödülü olacaktır, (bk. Bakara, 112; Mâide, 85; Zâriyât, 16, 44) Bu böyledir, çünkü Allah muhsinleri sever, rahmetini onların üzerine indi­rir, (bk. Bakara, 195; Mâide, 13; A'raf, 56) Dahası, Allah, sürekli bir biçimde muhsinlerle beraber olur. (bk. Nahl, 128; Ankebût, 69)

Üçüncüsü, Kur'an, kendini izleyen insanların dün­yada da ölüm sonrasında da temel isteklerinin güzellik (hasene) olduğunu söylemektedir. Bu istek, Kur'an müminlerinin bir tür belirgin niteliğidir: "Onlar şöyle derler: 'Rabbimiz! Bize dünyada da, âhirette de güzellik ver..." (Bakara, 201) Bunun bizi götürdüğü zorunlu sonuç şudur: Bu dünyayı kin ve çirkinlik­le dolduranların ölüm sonrasında güzellik bek­lemeleri veya vaat etmeleri bir aldanma ve al­datmadır.

Dördüncüsü, Allah ile sürekli beraberlik bilincine erme halinin adı, "ihsan" (güzelleştirme, güzelleşme, güzelle kucaklaşma) olarak belirlenmiştir. Ünlü Cibril H a di si 'nde ihsan, "Allah'ı her an görüyormuşsun gibi davranmak" şeklinde tanımlanmıştır. Bu da gös­terir ki, Kur'an'ın dünyasında ahlak gerçeği de güzelle iç içe bir gerçektir.

Güzellikten nasipsiz ruhlarda ahlak barı­namaz, sadece ahlak aktörlüğü yani riyakârlık gelişir. Hz. Peygamber ahlaka yollama yaptığı tüm sözlerinde ahlakı, "güzel" sözcüğü ile nite­lemiştir.

Kur'an'ın dünyasında örneğin, "tahakküm ahlakı", "yarar ahlakı","pragmatik ahlak", "başarı ahlakı" esas değildir; esas olan güzel­lik ahlakıdır. Ve "mutluluk ahlakı", sadece gü­zellik ahlakıdır.

Beşincisi, Kur'an'ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üreten­ler) içindir, onlara hayır ve bereket getirir, (bk. Lukman, 3) Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından sil­miş kişiler ve toplumlar Kur'an'ın hidayetini anlaya­mazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lanetine de uğrarlar. Leyi Suresi, 6-9. ayetler bu lanetlenmenin kanıtı olarak haya­tın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.

Kur'an, kendi bağlılarını "sözleri dinleyip onla­rın en güzeline uyan insanlar" olarak tanıtmakta­dır, (bk. Zümer, 18) Bu demektir ki, güzellikten uzak bir çağrı, adına ne denirse densin, hangi yafta ve iddia ile ortaya sürülürse sürülsün, Allah'ın değer vereceği bir çağrı değildir.

Yaratıcı faaliyetlerin mayası durumunda olan niyet de Kur'an ahlakında güzel sözcüğü ile nitelenmiştir: Hüsnüniyet...

Kur'an, tüm iddiları, inatları, ikiyüzlülükleri, slo­ganları aşan ölümsüz bir ilke getirmekte ve insanın dikkatini bu ilkeye çekmektedir: "Güzel düşünme­nin, güzellik üretmenin karşılığı güzellikten başkası olmayacaktır ."(Rahman, 60) Güzellik üre­tenlerin karşılıkları, diğer üretimlerden farklı olarak iltimaslı verilecektir. Allah'ın düzeni budur: "Güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik var, faz­lası da var..." (Yûnus, 26)

Güzelliğin hayatı kolaylaştırması belki de o "fazlalar" yüzündendir...

Şunu da ekleyelim: Kur'an, kinleri, düşmanlıkları aşmada, kavgaları dostluğa dönüştürmede bir numaralı değer olarak güzelliği, güzel üretimini öne çıkarmakta­dır, (bk. Fussılet, 34) Bunun içindir ki sanat, tüm tür­leriyle, insanlığın en güvenilir dostu ve barış elçisi olmuştur ve olmaya devam edecektir. (Güzellikle ilgili daha geniş bilgiler için bk. KTK, Hüsn mad.)

* Müziği haram veya mekruh görmek:

Dini, Kur'an'daki yapısının dışına çekerek kine dö­nüştüren anlayışlar tarih boyunca din adına müzik düşmanlığı yapmışlardır.

Biz burada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Söyleceklerimiz çok kısa olarak şunlardır: Müziğe kapa­lı bir benlikte Allah'ın istediği hiçbir değer üremez, ya­şamaz. Müzik düşmanlığının bizatihi kendisi nasipsizliktir. Allah'a şükür ki, bu nasipsizliğe uydurma hadis­lerden bile dayanak bulamamışlardır. Buna rağmen, mûsikî düşmanlığı, hemen her devirde tüm İslam belde­lerinde karanlık ve kaosun temel tavırlarından biri ol­muştur.

Mûsikî düşmanlığını dinleştirmek için uydurulmuş bulunan hadis patentli sözlerin en yıkıcısı şudur: "Her kim sesini bir mûsikî nağmesiyle yükseltirse Allah ona iki şeytan musallat eder. Bu şeytan­lar onun omuzlarına oturup ayaklarını, susturuncaya değin onun göğsüne bastırırlar." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 2/335-336)

Bu tavır bazı çevrelerde, "Kadın sesiyle icra edi­lirse haram olur" şeklinde örtülü bir biçimde ortaya sürülür. (Kadın sesinin haram olduğu yolundaki iddia­nın dindışılığı için bk. Bu eser, Kadın mad.)

Yukarıda, Kur'an'ın güzellik üretimine nasıl baktı­ğını gördük. Bu üretimin temel kavram ve kurumlarından birinin müzik olduğunda kuşku yoktur.

Peygamberimizin hayatından bir örnek vererek mü­ziğin sünnet bünyesindeki yerine de dikkat çekelim: Hz. Âişe, yerel bayramlardan birinde şarkıcıları ça­ğırmış, müzik çaldırıp şarkılar okutuyordu. Resul de yan tarafta uzanmıştı. Ebu Bekir gelip kızı Âişe'yi azarladı. Resul de yerinden doğrularak Ebu Bekir'i azar­ladı ve dedi: "Bırak onları ey Ebu Bekir! Her top­lumun bayr amı-seyranı olur. Bu günler bayram-seyran günleridir.!" (Ibn Hemmâm; el-Musannef, 11/4)

Tüm hadis kaynakları, Hz. Peygamber'in mescidinde müzikli spor gösterilerinin yapıl­dığını ve Hz. Peygamber'in bunlara engel ol­mak isteyenleri susturup gösterileri bizzat izle­diğini haber vermektedir.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğiz: Tarihimizde aynı zamanda temel mûsikî ocağı olarak bilinen Mevlevîlik'in fikir babası olan Mevlâna Celaleddin Rûmî (ölm. 1273) mûsikîye sıcak bakmayan benlikleri, cennetin kapılarının kapanmasından hoşlanan eşekle­re benzetmektedir.

* Resim ve heykel yapımını haram göstermek:

İslam, resim ve heykele tapınılan bir coğrafyada geldi. insanlar ellerine geçen ekmeği, meyvayı, helvayı bile heykele dönüştürerek ona tapıyorlardı. Heykel onlar için Allah'ın değişik faaliyetlerinin sembolüydü, bir tür tanrı idi. Allah'ın birliğini esas almış bir din olan İs­lam bu düzeysizliğin insan hayatından kovulması için çok sıkı ve ciddî bir tutum takındı. Resim ve heykeli yasakladı.

Neden yasakladı? İllet ve sebep belli: Tapma aracı yapıldığı için... Tapma ortadan kalkınca yani illet yok olunca hüküm de ortadan kalkar. Bugün insanlık, hele İslam ülkeleri resim ve heykele tapma gibi bir sı­kıntıyla yüz yüze asla değildir. O halde İslam'ın, re­sim ve heykele tapma yasağını, resim ve heykel yapma yasağına dönüştürerek sürdürmenin an­lamı yoktur.

Resim de serbesttir, heykel de... Kur'an'ın gü­zellik üretimine yönelik anlayışı resim ve heykeli de kucaklamaktadır.

İlm ihal kitaplarının şurasında-burasmda kalmış "Resim ve heykel olan odada-evde namaz kı­lınmaz." türünden satırlar, biraz önce andığımız o pa­gan dönemin şartları içinde yazılmıştır. Onları o kitap­lardan tek tek çıkarmak gerekiyor... Hac, İslam'ın temel beş ibadetinden biridir. Bedensel ve ekonomik fedakârlığı aynı anda içerdiği için malî gücü yerinde olanlarca ömürde sadece bir kez yapılması gerekir. Hac, Müslüman dünyanın Mekke'de her yıl en geniş anlamda uluslararası toplantısını da gerçekleşti­ren ve bu yanıyla kültürel-ticarî birlikteliklere de vücut veren çok yönlü bir faaliyettir.

Şunun altını çizmek istiyoruz: Hac ibadeti, Kur'an'ın verilerine göre yeniden düzenlenmesi gereken belki de bir numaralı ibadettir. Temel kuralları bile Kur'an dışı bir gelenekçilikle belirlenen bu ibadet, anılan Kur'andışılıklar yüzünden hemen her yıl, yüzlerce, bazan (Tü­nel Faciası'nda olduğu gibi) binlerce insanın ölümüne sebep olmaktadır.

İslam'ın emri olan bir ibadet, Kur'an'ın buyrukları­na uygun biçimde yapılmadığı için bir tür intihar uygu­lamasına dönüşüyor.

* Haccı yerine getirme süresinin üç gün olduğunu iddia etmek:

Bakara 197'ye açıkça aykırı olan bu iddia ve uygu­lama, en ileri rakam beş yüz bin kişiyi barındırabilecek olan Mekke kentine üç milyonu aşkın insanın dolma­sına yol açmakta ve bu izdiham birçok insanın ölümüne sebep olmaktadır. Bizce bu ölümlerin büyük kısmı "taksirle cinayet" (gerekli dikkati göstermemek yü­zünden cinayet) suçuna girer..

Olay şudur: Kur'an temel ibadetlerden biri olarak gösterdiği haccın, "Hac Ayları" diye bilinen 3 ay için­de yapılabileceğini bildirmektedir. Bunun sebebi açıktır: Sonraki zamanlarda bu uluslararası ibadetin yapılacağı Mekke 'de sıkışıklık olacak ve insanların iki-üç gün­lük bir süre içinde hac görevlerini yerine getirmeleri zorlaşacaktır. Haccı üç ay gibi bir süreye yaymak bu problemi çözer. Bu üç ay içinde, dileyen dilediği zaman hacca gidip ibadetini yapar. Bu konunun temel beyyineleri Bakara Suresi'nin 197 ile 203. ayetleridir. O ayetlerde şöyle deniyor:

"Hac, bilinen aylardadır...." Ve: "Allah'ı sa­yılı günlerde anın. Kim hemen iki gün içinde işini bitirirse ona günah yoktur. Kim de bunu geciktirir-ertelerse ona da günah yoktur..."

Haccm bilinen ayları "Eşhuru'l-Hac" denen Şev­val, Zilkade ve Zilhicce 'dir. Bazıları Zilhicce'nin son 20 gününü istisna ederler. Bunun da Kur'ansal bir dayanağı yoktur. Çünkü Bakara 197 "Eşhur malûmat" ifadesini kullanmıştır ki, en az üç ayı gerekli kılan bir ifadedir. Onların da anılan üç ay olduğunu herkes bil­mektedir. Sahabenin en fakıhlarmdan olan ibn Mes'ud (ölm. 32/652), İbn Ömer (ölm. 74/693), Urve b. Zübeyr (ölm. 94/712) ve benzerleri ile tâbiûn neslinin en büyük müçtehitlerinden sayılan Ata b. Ebi Rebâh (ölm. 115/733), Mücâhit b. Cebr (ölm. 103/721), Zührî (ölm. 124/741), Katâde (ölm.), Tavus b. Keysân (ölm. 106/724) ve mezhep imamlarından İmam Mâlik (ölm.

179/795) "Hac Ayları" tabirinden üç ayın tamamını an­larlar, (bk. Kurtubî; Tefsir, 2/404 vd. ; Razî; Tefsir, 5/173; İbn Arabi; Tefsir, 1/131 vd.)

Değinilmeyen bir başka Kur'ansal incelik de şudur: Bakara 189, Ay'ın hallerinden söz ederken şöyle diyor: "Sana, doğan aylardan sorarlar. De ki: 'Onlar, insanların çeşitli yararları ve bir de hac için vakit ölçüleridir."

Bu ayet esas alınırsa, ayın dönüp dolaştığı tüm mev­simlerde ve aylarda hac yapılabilir. Bakara 189 ile 197'yi birlikte düşünür ve fıkıh usulü penceresinden bakarsak söyleyeceğimiz şu olur: Bakara 189 genel bir tespit getiriyor, Bakara 197 bu genel hükmü (yani her ay hac yapılabileceği hükmünü) tahsis ediyor (özelleştiriyor) ve üç aya indiriyor.

Bütün bu Kur'ansal gerçekler ortada dururken, gele­neği vahyin önüne geçirerek haccı üç günlük bir süreye hapsedip binlerce insanın ölümüne ve binlercesinin de (konan kotalar yüzünden) hac yapamamasına sebep ol­mak ve bunu din sanmak anlaşılır gibi değildir!

Deniyor ki: "Hz. Peygamber haccı kurban bay­ramı günlerinde yaptı, biz neden o günleri de­ğiştirelim?"

Tutarsızlık bu savunmada iyiden iyiye belirginleşi­yor. Bir defa, Hz. Peygamber, hayatında sadece bir kez hac yaptı. Onu herhangi bir günde yapacaktı. Eğer o haccını, örneğin, Zilkadenin 20. günü yapmış olsaydı haccı o gün dışında yapamayacak mıydık? İkincisi, Hz. Peygamber'in o haccı sırasında Mekke'ye gelen hacı sayısı en abartmalı rakam yüz bin kişidir. Bunun Mekke'yi zorlayan bir yanı yoktur ki... Cenabı Hak, Bakara 197. ayeti, Mekke'ye yüzbin hacının geldiği zamanlar için değil, dört milyonluk hacı kitle­sinin yollara düştüğü zamanlar için vahyetmiştir. Hz. Peygamber, Kur'an'ın dışlanmasında kendi haccının böylesine âlet edileceğini nasıl düşünür ve Kur'an ortada dururken, böyle bir şeyi yapmamaları hu­susunda ümmetini uyararak onların güvene lâyık ol­madıklarını veya anlayışlarının kıt olduğunu nasıl ima eder?

Haccı iki güne sıkıştırmak, Kur'an ve sünnette da­yanağı olmayan bir inattan başka şey değildir. Ve ne yazık ki o inadı savunmak için Hz. Pey­gamber âlet edilmektedir. Daha doğrusu Kur'an'a aykırılığı geçerli kılmak için Kur'an'ı tebliğ eden nebi araç yapılmaktadır.

Bir de şu söylenmektedir: "Haccın ifası için Arefe günü gerekir. Çünkü Arafat'ta vakfe haccın Kur'ansal şartlarındandır ve o vakfe, an­cak Arefe günü yani kurban bayramına ön ge­len gün yapılır."

Arafat'ta vakfe (bir süre durma)nin haccın Kur'ansal şartlarından biri olduğu doğrudur ama Kur'an bu vakfenin hangi gün yapılacağına ilişkin bir kayıt koymamıştır. Haccı, anılan üç ayın hangi gününde ya­parsanız vakfenizi de o günde yaparsınız.

Burada başka bir Kur'an güzelliği daha vardır: Kur'an, hacdan bahseden ayetlerinin birinde (Bakara, 198) Arafe mevkiinden söz ederken normal şekli olan Arafe sözcüğünü değil de çoğul şekli olan "Arafat" sözcüğünü kullanıyor. Mevki adları üzerinde otorite sa­yılan Yâkût el-Hamevî (ölm. 627/1229) diyor ki: "Arafe ve Arafat aynı yerin adı olan iki kelime­dir." (bk. Mu'cemu'l-Büldân, ARF: mad.) Biri tekil şe­kil, biri çoğul şekil. Kur'an çoğul şeklini kullanmıştır. Bu kullanım elbette ki sebepsiz değildir.

Şunu da akılda tutalım: Arefe, Türkçe'de de kulla­nıldığı gibi, aynı zamanda, bayrama ön gelen gün de­mektir. Demek oluyor ki Bakara 198'deki "arafe-arafat" deyimi hem bir mekânı hem de bir zamanı ifade etmektedir. Kur'an bu sözcüğün çoğulunu kullanarak hem zaman hem de mekân bakı­mından bir değil, birçok arafeler olduğunu ve bunların her birinin kullanılmasının mümkün bulunduğunu göstermektedir. Başka bir deyim­le, hac yapan her kişinin ve her grubun kendi­ne özgü arafe günü ve Arafe mevkii olacaktır. Haccı hangi ayın hangi gününde yaparsanız, Arafe'niz de, Arafe'de vakfeniz de o gün vücut bulur. Çünkü Kur'an ne bayramdan ne de Zilhicce'nin falan veya filan gününden söz ediyor. Kur'an, üç aylık bir süreden söz ediyor.

* Safa ile Merve arasında koşmanın vacip olduğunu söylemek:

Kur'an bu koşmanın günah olmadığını söylemekte, ama sevap veya yükümlülük olduğuna ilişkin hiçbir be­yanda bulunmamaktadır. Nasıl oluyor da günah olma­dığı söylenen, yani mubahlığı bildirilen bir şeyin, farzlığı ilan edilebiliyor?! Gerçi, Süfyân es-Sevrî (ölm. 161/777) gibi bazı fakıhlar Safa ile Merve arasında koş­manın (sa'yin) farz olmadığını bildirmişlerdir (bk. Kal'aci; Fıkhu's-Sevrî, 329), ama bu yeterli değildir. Bu­rada Kur'an'a açık bir biçimde ters düzenleme yapılmış­tır; buna net bir biçimde karşı çıkmak gerekir.

Safa ile Merve tepeleri arasında koşmak, Kabe'ye ve Kabe 'yi tavafa büyük önem ve kutsallık veren müşrik Arapların asırlardır yaşattıkları bir gelenekti. Islamı hac emri vahyedildiğinde bu geleneğin kaldırılmasını isteyenler oldu, istemeyenler oldu. Kur'an, burada bir serbestlik getirdi. İsteyen o tepeler arasında koşsun, is­temeyen de koşmasın.

Gelin görün ki, bunun böyle olduğunu yazarlar, söy­lerler ama arkasından da haccın şartlarından biri de Safa ile Merve arasında koşmaktır diye ilmihal kitapla­rına yazarlar...

Bu hayret verici tavrı geçerli kılmak için bir de hi­kâye geliştirmişlerdir: Güya o tepeler arasında koşma işini başlatan, Hz. İbrahim'in eşi ile oğlu imiş, bugünkü koşma da onun hatırasını tazelemekmiş... Bu, sonradan uydurulmuş bir hikâyedir, vahyi bir dayanağı yoktur. Yüzyılımızın en büyük Asrısaadet uzmanı sayılan Muhammed Hamîdullah, hacda sa'yin Hz. İbrahim 'e dayandırılamayacağını, bu koşmanın müşrik Arapların âdetlerinden biri olduğunu bildirmektedir, (bk. Hamîdullah; Roma Hukuku ve İslam Fıkhı, 10)

* Hayvan boğazlamayı haccın şartı haline getirmek:

Kurban kesmek adı altında hayvan boğazlamayı haccın şartlarından biri haline getirmek de Kur'an'a tamamen aykırıdır. (Ayrıntılar için bk. KTK. Kurban mad.)

* Vekâleten hac yapılabileceğini kabul etmek:

İbadette vekâleti Kur'an dininin ruhuna aykırı bul­duğumuz için vekâleten haccm da İslam'a aykırı bir ge­lenek olduğu kanısındayız. Ama fukaha genellikle ka­bul eder. Etmeyenler de var. Irak Fıkıh Ekolü 'nün ba­bası İbrahim en-Nehaî'nin (ölm. 96/715) bir fetvasında buna cevaz vermediği, diğer bir fetvasında cevaz verdiği rivayet edilir.

Büyük usulcü Şâtıbî ibadette vekâletin olmayacağını belirtirken hac konusuna değinir. Özetle şöyle diyor: "Muamelât (hukuksal işlemler) alanında vekâ­let geçerlidir... İbadetler konusunda bir kimse­nin başka birinin yerini alması mümkün de­ğildir... Bir fiilin hem bedensel hem de malî olması durumunda ise konu içtihadîdir, değer­lendirmeye muhtaçtır. Hac ve keffâretlerde ol­duğu gibi..." (Şâtıbî; Muafakât, 2/227-228).

Anlaşılan o ki, haccı bir ibadet olarak aldığımızda onu vekâleten yaptıramayız; ama turistik bir gezi olarak alırsak vekâleten birine yaptırmamız mümkündür. Türkçe'de kullandığımız hakimiyet kelimesinin verdiği anlamı Arapça'da hüküm (el-hükm), mülk, emr ve siyâdet kelimeleri vermektedir. Kur'an'da bunların ilk üçü kullanılmaktadır. Hükm; egemenlik, yargı, problem çözümünde son sözü söyleme yetkisi de­mektir. Mülk, hem mülkiyet hem de egemenlik ve yöne­tim anlamında kullanılmaktadır. Emr, iş-oluş, yöne­tim, emir-komuta anlamlarında bir sö zcüktür. Siyâdet ise efendilik, egemenlik, öncülük karşılığı kulanılır.

Batı dillerinde egemenlik karşılığı kullanılan keli­me ufak yazım ve telaffuz farkıyla aynıdır: İngilizce'de sovereignty, Fransızca'da souverainete, Almanca'da souveranitat. Bunların tümü, eski Roma'da, egemen­lik ve yargı yetkisi anlamını veren suprema potestas veya imperium tâbirlerinin karşılığıdır.

Hüküm ve hakimiyetin kökü olan hakeme (sonu, yuvarlak Ta ile isim), yular anlamındadır. Hayvanı hakemelemek denir ki yularla zaptetmek demektir. Buradan hareket eden Râgıb elIsfahanı, "Hüküm, ıslah için engel koymak anlamındadır" diyor. Örneğin Araplar, "Ayak takımınızı ihkâm edin" yani hakemeleyinhüküm altına alın derler, (bk. Râgıb; Müfredat, HKM. Maddesi) Tüm bunlardan anlaşılır ki hüküm vermek ve ha­kimiyette zecir, ceza, hatta bazan şiddet olabilmekte, an­cak bunlara daima ıslah için ve adaleti ayakta tutmak maksadıyla başvurulmaktadır.

Hüküm kökünden sözcükler Kur'an'da isim ve fiil olarak 90 civarında yerde kullanılmıştır. Bunların bü­yük bir kısmı, hüküm vermede Allah'ı öne çıkarmakta­dır. Ama hemen söyleyelim ki Kur'an, "Allah'ın gös­terdiğini ve indirdiğini" dikkate almak şartıyla in­sana da hüküm verme yetkisi yani hakimiyet hakkı ta­nımaktadır. Bütün mesele bunun sınırlarını belirlemede hataya düşmemektir.

Mülk için de aynı tespiti yapmak mümkündür. Bir kere, mülk kökünden gelen Mâlik (mülk yetkisini kul­lanan, mülke sahip olan), Melik-Melîk (saltanat sahibi, kral) kelimeleri Allah'ın isim-sıfatlarındandır ve tümü Kur'an'da kullanılmıştır. Bunun da ötesinde Allah, Mâlikü'l-mülktür, yani mülk yetkisinin sahibidir. Allah aynı zamanda Melik ve Melîk 'tir. Yani egemenlik yetkisinin de mutlak sahibidir. "Hak Melik O'dur." (bk. Tâhâ, 114; Müminûn, 116) O, aynı zamanda "Güçlü Melîk'tir." (Kamer, 55) "Tüm insanların Melik'i" (Nas, 2) de O'dur. Hem tüm mülkiyet onundur, hem de tüm egemenlik ve yargı yetkisi, (örnek olarak bk. Âli İmran, 26; A'raf, 128; Fâtır, 13; Zümer, 6 )

Bir egemen kudrettir ki Allah, "Mülkü elinde tu­tar." (Mülk, 1) "Göklerin ve yerin mülkü O'na aittir." Bu son cümle Kur'an'da 30 civarında ayette de­ğişik bağlamlarda tekrarlanmıştır. (Örnek olarak bk. Bakara, 107; Âli İmran, 189; Mâide, 17, 18, 40, 120; Tevbe, 116; Fetih, 14; Hadîd, 2, 5)

Allah sadece yaratmaz, iş ve oluşları, yönetimi (elemr) de kotarır. "Gözünüzü açın! Yaratış da O'nundur, emr de/ yaratılış da O'nun içindir, işoluş ve yönetim de. Öylesine yücedir O, âlemle­rin Rabbi!" (Araf, 54) Ve: "Tüm emirler yalnız O'na döndürülür." (Bakara, 210; Fâtır, 4; Hadîd, 5)

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to