Uryanilerin
İtikatları ve Görüşleri
"Hak, Rabbinden gelir; sakın bunda kuşkuya düşenlerden
olma!"
(Kur'an)
Yaşar
Nuri ÖZTÜRK
ÖNSÖZ
İnsanlık, çıplak uyarıcılara hasret... Biz de çıplak
uyarıcı özlemi içindeyiz.
Kimdir çıplak uyarıcı?
Kozmik sorumluluğu tanıtan mesajın zamanüstü peygamberi Hz.
Muhammed, ‘‘Ben, çıplak uyarıcıyım’’ diyor. O halde, ne demek çıplak uyarıcı?..
Çıplak uyarıcı (en-nezir el-uryán) deyimini Araplar,
vereceği haberin çok önemli oluşu yüzünden elbisesini bile giymeye vakit
bulamadan dışarı fırlayıp halkı uyaran kişi için kullanırlar. Bu deyim hem
haberin önemine hem habercinin ciddiyet ve yüceliğine dikkat çeker. Çıplak
uyarıcı, ölüm-kalım noktasında konuşan, uçuruma gidip gitmeme kararını etkilemek
üzere konuşan habercedir. Dinleyeni aydınlığa, dinlemeyeni hüsrana götüren
sözün sahibidir çıplak uyarıcı...
Kuran, kozmik sorumluluğun taşıyıcısı insana eskimez ve
pörsümez mesajı ileten peygamberlerin iki niteliği üzerinde ısrarla durur:
Beşir (müjdeleyici) ve nezir (uyarıcı). Her peygamber aynı anda hem beşirdir,
hem nezir.
Büyük iman ve heyecanların habercileri hitap edecekleri
insanı önce omuzundan tutup silkelerler. Ve bu silkeleme her peygamberde önce
kendi aile bireylerinden başlar, yakın akrabayı ikinci sıraya alır ve devam
eder. Gök mesajının son peygambere ilk aksiyon emri şu olmuştur: ‘‘Kalk ve
uyar’’ (Müddessir, 2). Bu emir: ‘‘Yakın akrabanı uyar’’ (Şuara, 214) şeklinde
detaylandırılmıştır.
Çıplak uyarıcı, Kuran'ın ifadesiyle mübin olmalıdır. Yani
gerçeği yalın, apaçık, net, yansız-yönsüz, ıvazsız, eğmeden, bükmeden,
geciktirmeden ortaya koymak onun varoluş hikmeti, işi-gücü, onurudur.
Kendisi için değil, eseri için yaşayan iman ve ışık devidir
çıplak uyarıcı. İnsanlık ne bulmuşsa bu çıplak uyarıcıların sözünde bulmuş,
neye ermişse yine onların izinde ermiştir.
İnsanlığın her devirde yıkım sebeplerinin başında çıplak
uyarıcılardan yoksun kalmak vardır. Bu yoksunluk riyakárlığa, ikiyüzlülüğe,
çıkarcılığa palazlanma imkánı hazırlar ve bu illetlerin egemenliği, iyi ve
güzel adına ne varsa alıp götürür. En kötüsü lideri, aydını götürür, güveni
götürür. Büyük oluşları mayalandıracak ruh böyle bir toplumda vücut bulamaz. En
büyük başarı, en ileri derecede ikiyüzlü, en ileri derecede düzenbaz olmaya
bağlanmıştır. Gafleti, aldanışı, aldatışı delen yoktur.
Genelde İslam dünyasının, özel olarak da bizim ülkemizin
temel dertlerinden biri, çıplak uyarıcılardan yoksunluktur. Bu yoksunluk bizi,
gelişme adına magazin taklitçiliğine, din adına yedek ilah sömürüsüne,
demokrasi adına da hulûs çıkarmaya ve dalkavukluğa yenik düşürmüştür.
Demokrasinin, bir çıplak uyarıcılar rejimi olması gerektiğini unutmuş
durumdayız. Bunun içindir ki, ne sanatta, ne ekonomide, ne dinde, ne de
politikada yaratıcı ruhun göğüslemek zorunda olduğu risklere girme noktasına
gelemiyoruz. Çünkü insanımız, çıplak uyarıcılarla hizaya getirilmeyen bir riya
saltanatının pençesinde kıvranmaktadır. Hep vaat dinleyen, fakat hep hayal
kırıklığıyla karşılaşan aldatılmış, uyutulmuş kitlelerin yüzyıllık iniltileri
duyulmaktadır her yanda...
İnsanımız ikiyüzlülüğe teslim edilmiştir. Takiyye
düzenbazlığı ruh ve iman dünyamızı çürütüyor. Bundan daha zehirli bir kahır ise
düzenbazlığın sürmesi için kitlenin, çıplak uyarıcılara düşman olma noktasına
getirilmesidir.
Kısacası, insanımız ziraatten bilime, teknolojiden
felsefeye, dinden sanata, ekonomiden politikaya kadar her alanda çıplak
uyarıcılara muhtaçtır. Birkaç sandıktan daha çıkabilmek için ülkenin ve
kitlenin yarınlarını karartan gaflet ve yalanın maskesini cilalamayı bilmişlik
ve ermişlik sananların nasır tutmuş kabuklarını delecek keskin bakışlı, gür
sesli çıplak uyarıcıların hasreti içindeyiz.
Çıplak uyarıcıya, havadan ve sudan daha
çok muhtacız.
***********
Bu
eser, Kur'an'ın verileriyle ve Kur'an denetiminde, "İslam tarihi"
olarak anılan sürecin eleştirisini amaçlayan bir denemedir.
"Deneme"
dememizin
iki amacı var: Birincisi, bizim tespitlerimizin birer hüküm olmadığını,
onların da eleştiriye açık olduğunu kabul ettiğimizi göstermektir. İkincisi,
İslam tarihinin daha birçok konuda, daha birçok açıdan eleştirilebileceğine
dikkat çekmektir.
Eser,
bir Giriş ile iki ana bölümden oluşmaktadır. Giriş'te, bid'at ve
hurafe konusunda gerekli titizliği göstermemiş olmanın Müslümanlara hangi
kayıplara mâl olduğunu gözler önüne koyan ve Türk dinsel düşünce tarihi kadar
Türk hukuk ve siyaset tarihinde de devrim sayılan bir konuşmanın önemli
bölümleriyle o konuşmanın sahibinin iki makalesinden seçilen bazı parçalar
verilmiştir. Bid'atlarla hurafe ve saptırmaların Müslüman dünyaya hangi
zararları verdiği ve saptırmaların hangi maksatlarla hâlâ korunmaya
çalışıldığı, bu konuşmada büyük bir derinlik ve isabetle gözler önüne
konmaktadır. Bu konuşma, Cumhuriyet Türkiyesinin ilk adalet bakanı ve İslam
fıkhının müçtehit isimlerinden biri olan Seyit Bey'in Türkiye Büyük
Millet Meclisinde yaptığı tarihsel konuşmadır.
Birinci
bölümde, dinde yozlaşmaya vücut veren bid'at, hurafe,
siyaset, rableştirme gibi temel yozlaşma sebepleri bağımsız başlıklar
altında tanıtılmıştır.
İkinci
bölümde, bid' at, hurafe ve saptırmaların özellikle
kümelendiği 64 kavram, alfabetik sırayla ele alınmıştır. Birinci
bölümdeki 4 kavramı da eklersek başlık atılarak incelenen kavram sayısı 68 olmaktadır.
Ancak bu kavramlar incelenirken dolaylı olarak daha birçok konunun bid'at ve
hurafe yanına değinilmiştir. Bu bakımdan, okuyucularımızdan şunu önemle rica
ediyoruz: Konular listesinde bulamadığınız kavramların kitapta yer almadığına
hükmetmeden önce, kitabın sonuna eklenmiş bulunan "Alfabetik İndeks'' kısmına
lütfen bakınız. Konu başlıklarına göre düzenlenen baş taraftaki "İçindekiler"
kısmında adına rastlamadığınız birçok konu ve kavramın anılan indekste yer
aldığını göreceksiniz.
Ana
başlıklar altına giren bid'at ve hurafelerin ilk bakışta rahatlıkla fark
edilmesini sağlamak için bunlar siyah harfle yazılmış ve başlarına birer yıldız
işareti (*) konmuştur. Bu işaretle başlayan her satır bir bid'at veya hurafeyi
göstermektedir. Yıldız (*) işaretli satırların toplamı, eserin küçük bir özeti
olarak kabul edilebilir.
Sayfa
sayısını sınırlı tutmak için, bahse konu edilen ayetlerin büyük bir kısmının
sadece adresleri verilmiştir. Bunun içindir ki, bu eserden gereğince
yararlanmak isteyen okuyucularımızın, yanlarında bir Kur'an Meali bulundurmaları
önem taşıyacaktır.
Çalışmamızın
insanlığa, İslam dünyasına ve milletimize yararlı olmasını umuyor, dinimizin
bid'at ve hurafelerden arınmasında niyet ve gayret sergileyenlerin ölenlerine
Allah'tan rahmet, yaşayanlarına sağlık ve esenlik diliyorum.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk GIRIŞ
BU SESİ DİNLESEYDİK!..
(SEYÎT
BEYÎN AZÎZ HATIRASINA)
76
yıl önce, yeni kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyetinin Büyük Millet Meclisinde
yankılanan bu sesi dinleseydik bugün içinde kıvrandığımız bid'at, hurafe ve
bilgisizlik kaynaklı sıkıntıların hiçbiriyle boğuşmak zorunda kalmazdık.
Dahası, bu sesi dinlemiş olsaydık, bugün insanlık ve İslam dünyasına gerçek
Kur'an dininin güzelliklerini göstermek gibi büyük ve onurlu bir misyonun
biricik temsilcisi konumunda olurduk...
Dinlemedik.
Dinlememekle kalmadık, o sesi, dine tümden karşı olan inkâr yobazlarıyla dinin
gerçeğine karşı olan dinci yobazların oluşturduğu ortak koroya boğdurduk.
Ve
başımız dertten kurtulmadı. Şimdilerde, uygar dünya uzayda koloniler kurmanın
hazırlıklarını yaparken biz, o sesin tüm çıplaklığıyla tanıttığı bid'at,
hurafe, uydurma hadis ve bunlarla beslenen din sömürüsü ve sahte din tahribi
belalarının çukurlarında debeleniyoruz.
Umarız,
76 yıllık gecikmenin faturasını ödemekle yetinir ve artık aklımızı başımıza
alırız. Bu kitap, işte bu ümitle yazıldı. O ses, Anadolu topraklarının
yetiştirdiği bir büyük bilim ve düşünce yüreğinin, Seyit Bey 'in
sesidir.
Cumhuriyet
devriminin önemli düşünce burçlarından biri olan ve ilk Cumhuriyet
hükümetlerinde adalet bakanı olarak da görev yapmış bulunan İslam hukuku
profesörü ve İzmir Mebusu Mehmed Seyit Bey 'in, İslam düşünce tarihinin
hurafeler ve akıldışılıklarla mücadele eden ekolleri açısından son derece
önemli gördüğümüz konuşmalarından bazı bölümleri buraya aktarmak istiyoruz.
Bunu
yapmakla hem bir büyük Müslüman düşünürün bid'atlar, hurafeler konusundaki
görüşlerinden yararlanmayı hem de İslam'ın yozlaştırılmasıyla mücâdelede en
büyük ümit ve imkân olarak gördüğümüz modern Türkiye'nin konumuna ve taşıdığı
potansiyele dikkat çekmeyi amaçlıyoruz.
Seyit
Bey, kl asik medrese eğitimine ilaveten Darülfünun
Hukuk Fakültesi'ni de bitirdi. Daha sonra bu fakültede müderris (profesör)
olarak görev yaptı. İkinci Meşrutiyet 'ten sonra kurulan Meclis-i
Mebusan'da İzmir mebusu olarak yer aldı. Cumhuriyet'in ilanından sonra da
yeni meclise İzmir mebusu olarak katıldı. Fethi Okyar ve I. İsmet İn
önü kabinelerinde adliye vekilliği (Adalet bakanlığı) yaptı. İlk
Teşkilâtı Esâsiye Kanunu (birinci anayasa)nun hazırlanmasında da rol alan
Seyit Bey, daha sonra, siyasal hayatı bırakıp eski mesleği olan öğretim
üyeliğine, İstanbul'a döndü. Kısa bir süre sonra da (9 Mart 1925) hayata gözlerini
kapadı. Allah makamını cennet eylesin!
Seyit
B ey, sadece bir devlet adamı, bir siyasetçi değildir;
o niteliklerine ek olarak, belki onlardan da önce bir bilim adamı, müçtehit bir
din bilginidir. Cumhur iyet Türkiy esi'nin Kur'an'a bağlı bilim ve düşünce
yolcuları ondan çok şey öğrenmişlerdir ve öğrenmeye devam edeceklerdir. O
yolculardan biri olarak ben Seyit Bey'e minnet ve şükranlarımı arz etmekten
onur duyuyorum.
Seyit
Bey, Kur'an diyalektiğini çok iyi kavramış devrimci bir düşünürdür. Hilafetin
kaldırılması tartışılırken yaptığı konuşma, kendisinin İslam din bilimlerine,
kaynaklara ne kadar vakıf olduğunu, düşünsel sentezler yapmadaki gücünü ortaya
koymaktadır. 1924 yılında yapılan bu konuşma, daha sonra "Hilafetin
Mahiyet-i Şer'iyesi" adıyla kitap halinde yayınlandı. Hilafetin din
meselesi değil siyaset meselesi olduğunu, esası bakımından, halkın kendisini
yönetecek kişiyi veya kişileri seçmekten ibaret bulunduğunu, ama hurafeci
çevrelerin halkı kandırmak için hilafeti bir vahyî-uhrevî-dinî mesele haline
getirdiklerini, bu anlayışı ayakta tutmak için sayısız saptırmaya gittiklerini
kanıtlarıyla anlattığı bu tarihsel konuşmada, dolaylı olarak bid'at ve
hurafelerin İslam'a verdiği zararları da göstermiştir. Konuşmanın tarihselliği
de buradan gelmektedir.
Giriş
bölümümüzde,
İslam'ı kuşatma altına almış bulunan bid'at, hurafe, siyasal sömürü, hadis
uydurmacılığı gibi yıkıcı belaların insanlığın yakasından atılmasında en
büyük imkân ve potansiyele sahip ülke olarak gördüğümüz Cumhuriyet
Türkiyesi'nin fikir mimarlarından biri olan Seyit Bey'in sadece üç
eserinden seçmeler yapacağız: Hilafetin Şer'î Mah iyeti, İçtihat ve Taklit,
Mezhepler Üzerine Düşünceler. Bunların ilki, daha sonra kitaplaşmış olan
uzun Meclis konuşmasıdır. İkincisi, "İslam Mecmuası "nda
çıkan bir makalesi, üçüncüsü de ünlü eseri "Usûl-i FıkhMedhal"ın
bir bölümüdür. (Kısmen sadeleştirerek ve parantez içi açıklamalarla ara
başlıklar ekleyerek alacağımız parçalara esas olan metin için bk. İ. Kara;
Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi, İst. 1997, s. 259-319)
"Hilafet
meselesi dinî olmaktan çok dünyevî bir meseledir. İtikadî (inançla ilgili)
meselelerden değil, millete ait haklar ve kamu menfaatlarındandır; itikadla ilgisi
yoktur. Gerçi akaidle (inançla) ilgili telif edilen İslamî eserlerde de bu
meseleden uzun uzadıya bahsedilmektedir. Fakat bu, hilafet meselesinin İslamî
akidelerden sayıldığı için değildir. Belki bu mesele etrafında sonradan oluşan
birtakım hurafe ve bâtıl fikirleri iptal etmek ve reddetmek içindir. Bu noktayı
İslam âlimleri kitaplarında beyan ederler."
"Bilirsiniz
ki İslam âleminde Asr-ı saadetten sonra muhtelif fırkalar ve itikadî mezhepler
çıkmıştır. Onlardan biri de Şia fırkasıdır. Bu Şia fırkası sonradan
çeşitli kollara ve fırkalara ayrılmıştır. Bunların bir kısmına îsmailiye denir.
Bu fırkaya Bâtıniye, Ta'limiye, Seb'iye adları da verilir. Bunlar imam
adını verdikleri halifelerinin ulûhiyet (ilahlık)ine inanırlar. İmam,
ilimleri ve bilgileri doğrudan doğruya Allah'tan alır, derler. İmamdan
sonra hüccet (kanıt) denilen zat gelir, ondan sonra bab (kapı), ondan
sonra da mümin (iman eden) gelir. Allah imama, imam hüccete, hüccet
baba, bab da mümine öğretir derler. Onun için bunlara Ta'limiye (hiyerarşik
öğretimi esas alanlar) fırkası adı da verilir. "
"Bunlarca
Kur'an-ı Kerim'in hem zahir (dış), hem de bâtın (iç) mânası
vardır. 'Kastedilen, Kur'an-ı Kerim'in bâtını mânâsıdır', dedikleri için
bunlara Bâtıniye de denir."
"Bunların
itikatları baştan başa hurafelerden ibarettir."
"İran'da
bugün yürürlükte olan İmamiye fırkası da Mehdî'nin varlığına inanır. Bunlara
göre mehdi hayattadır ve yaşamaktadır. Münasip bir zamanda ortaya çıkacak
(zuhur), bütün dünyayı hak ve adaletle dolduracaktır."
"Îşte
bunlar ve bu gibi fırkalar hilafet meselesi hakkında türlü türlü hurafelere
inanmışlardır. Onun için Ehl-i sünnet âlimleri kendi akait kitaplarında "İmamet"
başlığı altında hilafet meselesini söz konusu etmişlerdir. Maksatları bu
mesele etrafında dönen hurafeleri ret ve iptal etmektir. Yoksa hilafet
meselesini bir itikat meselesi olarak açıklamak değildir. "
"Kur'an-ı
Kerim hükümet ve memleketin idaresi konusunda bize iki düstur gösteriyor: Biri
bugün medeniyet âleminde yürürlükte olan meşveret (şûra) kaidesidir ki,
bunu Kur'an bin üç yüz sene evvel ortaya koymuştur. O da: 'Onların işleri
kendi aralarında şûra iledir' (Şûra, 38), düsturudur. Demek ki memleket
idaresi hususunda şûra yöntemi, Allah'ın takdirine mazhar olan güzel bir
usuldür."
"Zikredilen
ayet, doğrudan doğruya Müslümanların memleket idaresinde almaları lâzım gelen
tavır ve hareketlerini gösteriyor. Şüphe yoktur ki ilahî övgüye layık olan
olan bir tavır ve hareket Müslümanlar için uyulması gereken bir
harekettir."
"Bugün
medeniyet âleminin şûra yöntemini kabul ettiği gibi biz de -ona uyarakkarar
alıyoruz: Fertlerin haklarını, memleketin selâmetini en çok üstlenen idare
şekli de budur. "
"Kur'an'da
zikredilen ikinci ilke de ulu'l-emre (devleti yönetenlere) itaattir. Kur'an-ı
Kerim'de, 'Allah'a, Peygamber'e ve içinizden (sizin seçiminizle başa gelen)
yöneticilere itaat ediniz.' (Nisa, 59) buyrulmaktadır. işte bu, ikinci
ilkedir. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ortadan kaldırmak ve uzaklaştırmak
içindir. Asayiş, emniyet ve düzen memleketin güvenliği içindir, dolayısıyla
hükümetin emirlerine itaat etmenin dinen kaçınılmaz olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayet, fertlere, yetkili olan devlet adamlarının emirlerine itaat hususunda
bir dinî vazife yüklemektedir."
"Her
ne kadar emanetleri yani memuriyetleri, hükümetle ilgili vazifeleri ehline
vermek, hak ve adalete riayet etmek gibi hususlarda ayetler varsa da bunlar
doğrudan doğruya idare tarzı ile ilgili değildir, bu konu ile ikinci dereceden
ilgilidir. "
Devlet Başkanlığının Şartları:
"Halife
nasıl tayin edilir, hilafetin şartları nelerdir, her hal ve şartta ve her zamanda
halife tayin etmek millet üzerine farz mıdır... gibi meseleler hakkında ne
Kur'an-ı Kerim'de, ne de hadislerde bir açıklık vardır. "
"Dikkatinizi
çekerim: Tırnak kesmek, sakal bırakmak gibi en ayrıntı konularda, edep,
âdet ve sıhhî konularla ilgili birçok hadis mevcut olduğu halde; halifenin
nasıl tayin edileceği, hilafetin şartlarının neden ibaret olduğu, her zamanda
halife tayin etmenin dinen gerekli olup olmadığı konusunda açık ve kesin hiçbir
hadis yoktur. Bunun hikmeti nedir? Ahlaksal davranış kuralları ve
geleneklerle ilgili birçok hadis mevcut olsun da niçin hilafet meseleleri
hakkında açık bir hadis mevcut olmasın. Bu dikkat çeken bir durum değil
midir?"
"Bunun
sebebi şudur: Hilafet (devlet başkanlığı, devlet yönetimi) meselesi öyle
zannedildiği gibi esas dinî meselelerden değildir, siyasî bir meseledir; zaman,
örf ve âdete göre değişir, zamanın gerektirdiği şeylere tâbidir. Onun için Hz.
Peygamber -demin söylediğim gibihilafet meseleleri hakkında susmayı tercih buyurmuşlardır."
"Hz.
Peygamber, hilafet işini tamamen ümmete bırakmıştır. Vefatları sırasında bir
halife tayin etmedikleri gibi, bu hususta hiçbir tavsiyede de
bulunmamışlardır. Her ne kadar Şiîler Hz. İmam Ali hakkında, bazı Ehl-i sünnet
de Hz. Ebu Bekir hakkında şer'i nasların olduğunu iddia ediyorlarsa da Ehl-i
sünnetin büyük çoğunluğuna göre bu iddialar doğru değildir. Ashaptan hiçbiri
hakkında yeterli derecede ne açıktan ne de gizlice bir nas mevcut değildir.
Eğer mevcut olsaydı sahabîler kimin halife olacağı konusunda kendi aralarında
ihtilafa düşmezlerdi. Halbuki Hz. Peygamber'in vefatından sonra, içlerinden
birini halife seçme konusunda ihtilaf ettiler."
"Görülüyor
ki sahabîler de hilafet meselesini açık bir şekilde izah etmemişlerdir. Demek
oluyor ki Kur'an-ı Kerim'de, hadislerde, sahabîlerin sözlerinde hilafet meselesi
hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri bize anlatacak açık
ve kesin şekilde izah edecek bir şey yoktur. "
"Bütün
Ehl-i sünnet âlimlerinin ittifak halinde açıkladıkları bir hakikattir ki, Emevî
ve Abbasî halifelerinin halifelikleri halkın arzu ve seçimiyle meydana
gelmemiş, kahr (öldürme ve sindirme), istila, zorlama ve despotluk yoluyla
elde edilmiştir."
"İslam tarihine âşinâ olanlar
bilirler ki, Emevî halifelerinin yapmadıkları zulüm ve sefihlik, peygamber evlatlarına
(Ehl-i beyt) reva görmedikleri zulüm ve alçaklık kalmamıştır. Abbasî Devleti
ise tamamen zulüm, yolsuzluk, kahır ve galebe üzerine kurulmuştur. Yalnız
meşhur Ebu Müslim Horasanı (ölm. 138/755)nin,
Emevî
hükümeti taraftarlarından öldürdüğü ve telef ettiği insanların sayısı altı
yüzbine ulaşmaktadır. Abbasi halifelerinin ilki olan Ebul-Abbas Seffâh (ölm.
136/754)ın amcası Abdullah b. Ali, Şam'ı istila ettiği zaman ahaliyi öldürmüştü.
Birlikte yemek yemeye davet ettiği şehrin ileri gelenlerinden doksan kişiyi
sopalarla öldürttü. Bazıları henüz can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekte
iken üzerlerine sofra kurdurarak üzülmeden ve sıkılmadan yemek yedi. Şam'da
Emevî halifelerinin kabirlerini açtırarak, bulduğu naaşları ve kemikleri
yaktırdı."
"Bu
Abdullah b. Ali'nin kardeşi Süleyman b. Ali de Basra'da
Emevîlerden eline geçenleri öldürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttürdü.
Sonra da meydanda bırakarak köpeklere yedirdi. En muteber İslam tarihlerinde
bu olaylar bu şekilde kayıtlıdır."
"Osmanlı
halifelerinin ise, saltanata olan hırs ve tamahlarından dolayı nice masum ve
günahsız şehzade kanı döktükleri bilinmektedir. İlk halifeler beytülmale
(hazineye) ait olan devlet ve milletin malına 'ınalullah' (Allah'ın malı),
halkın haklarına da 'hakkullah' (Allah'ın hakkı) derlerdi. Dolayısıyla bütün
hakların güzel ve uygun bir şekilde muhafazası konusunda son derece titizlik
ve gayret gösterirlerdi. Bunlar ise (Osmanlı padişahları) Müslümanların
haklarına (ve mallarına) el koyarlar ve devletin sahip olduğu mal ve mülkleri
şuna buna peşkeş çekerlerdi."
"Şimdi
insaf edelim, böyle bir zulüm ve halka galebe çalmaya hilafet denilebilir mi?
İslamiyet gibi yüce bir din, böyle ezici ve kahredici bir saltanatı kabul eder
mi? Mutlak adalet sahibi olan Cenab-ı Hak, 'Benim ahdim zalimlere ulaşmaz.' (Bakara,
124) buyuruyor. Böyle ezici ve istibdat sahibi bir hükümeti İslam dinine nispet
ederek adına İslam hilafeti' demek, dost ve düşmana karşı İslamiyet'i
aşağılamak olur.
"Özetleyecek
olursak, gerek Emevî halifeleri ve gerekse Abbasi halifeleri hakikatte
Halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife denmesi
insanlar arasında böyle bir örfün olmasındandır. Zemahşerî (ölm. 538/1143)nin
tefsiri el~Keşşafta az önce zikredilen ayetin tefsirinde Abbasi ve Emevî
halifeleri hakkında, 'Gâsıp ve mütegallibedirler, kendi kendilerine halife
ismini takmışlardır.' şeklinde bir açıklama yer almaktadır. Hanefî mezhebinin
ileri gelenlerinden bir kısmı Muaviye'ye bile halife demiyorlar, kral
ve sultan diyorlar."
"Hilafet
meselesinin siyasi yönünü ben de çok düşündüm. Geçen seneden beri bazı yayın
organları da bundan bahsetti. Zannediliyor ki biz hilafeti lağvedersek
Mısır'da, Hindistan'da ve diğer İslam memleketlerinde kötü tesir yapacak. Bu
bence çok boş bir fikirdir. Emin olun, bunun İslam dünyasında hiçbir tesiri
olmaz. Önce de söylediğim gibi İslam dünyasının âlimleri kimin halife
olacağını ve nasıl halife olmak lazım geleceğini bizden iyi bilirler. İslam
dünyasının bize olan yardımı bilmiyorum, gerçekten var mıdır? Beş on lira
vermekle ona yardım denmez."
Vaktiyle
İstanbul'da 'Cihad fetvası' yayımlandığı zaman islam dünyasından hiçbir
kabul ve katılma sesi çıkmadı. Irak'ı, Suriye'yi ve hatta hilafet merkezi
sayılan İstanbul'u işgal eden ordular Hindistan'ın Müslüman askerlerinden
meydana gelmekte idi. Beni Arabyan Hanı'nda bir odaya kapayarak başımda nöbet
bekleyen, Müslüman bir Hint askeri idi. Hanımım ve çocuklarım ziyaretime
geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekleyen
Müslüman Hint askeri idi. İçimizde şeyhulislamlık yapmış olan kişiyle beraber
Malta'da esir yaşadığımız zaman İslam dünyasının hiçbir tarafından bize yardım
eli uzatılmamıştı.1'
"Kendimizi aldatmayalım, gerçeği
olduğu gibi görelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet islam dünyasının
bize ve bizim onlara yardım etmemiz lâzımdır. Fakat bu hilafet meselesi değil,
hilafetten dolayı değil, din kardeşliği meselesidir. Müslümanlar birbirlerinin
kardeşi olduğundandır. Kur'an-ı Kerim 'ınüminler ancak kardeştirler.' (Hucurât,
10) buyuruyor. İşte İslam
dünyasının
üzerine bize yardım etmek bu din kardeşliğinden dolayı gereklidir. Yoksa bir kişinin
halife adıyla heyula gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. İslam'da
insanlar hakkında kutsallık sözkonusu değildir. İslam'da öyle Hristiyanlık'ta
olduğu gibi ruhbaniyet yani ruhanî hükümet yoktur. Aynı şekilde İslam'da ne
dinî teşkilât, ne de idarî teşkilât vardır."
İslamiyet
mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki o da "hak"tır. Mukaddes olan
yalnız haklardır. Cenab-ı Hakk'ın ismi de Hakk'tır. Kutsallık da O'ndadır. Bazı
dinlerin bazı şeylere verdiği kutsallığı İslamiyet vermemiştir. Hele insanlara
hiç kutsallık vermemiştir, zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsallık
vermemiştir. Hz. Peygamber'in en büyük duası 'Ey Rabbim! Eşya (varlıklar)yı
bana olduğu gibi göster.' idi. Diğer bir duası da, 'Allahım! Kabrimi, tapılan
bir puta dönüştürme!' idi."
"Şimdi
size sorarım, böyle yüce bir din, birtakım şahısları halifedir diye
başınıza oturtmayı ve ona taparcasına birtakım kutsallıklar vermeyi kabul eder
mi? Buna imkân yoktur. İslamiyet bundan münezzehtir, yücedir. Bu, birtakım
iğfallerden, istibdat devrinde saltanatların yapmış oldukları zulümleri örtmek
için, despot hükümdarların etrafında bulunan ikiy üzlü-dalkavuk şahısların
bilerek yaptıkları telkinlerden doğmuş ve giderek genel bir fikir haline gelmiş
bir hurafedir."
"Kemal
İbnül-Hümâm (861/1457) adında bir kişi vardır ki,
müçtehit derecesinde büyük bir fıkıhçıdır. Sivas 'ta doğup
İskenderiye'de yetişmiştir ve orada talebe okutarak gayet bereketli ve feyizli
eserler meydana getirmiştir. Hicri dokuzuncu asrın ileri gelenlerindendir.
Bunun kelam ilmine, yani itikada ait el-Müsâyere adında bir kitabı
vardır ki basılmıştır. İşte o kitapta, imameti, yani hilafeti, 'ınüslümanlar
üzerinde kamu tasarrufuna hak kazanmaktır' diye tarif etmiştir. İşte
hilafetin fıkıh yani, hukuk ilmi açısından tarifi budur. "
"Akaid
ilmi kitaplarında hilafet, daha doğrusu imamet başka şekilde tarif edilir: 'Din
ve dünya işlerinde Hz. Peygamber'den halef olarak Müslümanlar üzerinde rei
sliktir.' diye tarif edilir. İbn Hümâm büyük fakıh olduğundan imameti
fıkıh ve hukuk açısından tarif etmek istemiş, onun için, İmamet, müslümanlar
üzerine kamu tasarrufuna hak kazanmaktır' demiştir. İmametin, diğer tâbirle
hilafetin en güzel ve en doğru tarifi budur. 'Kamu tasarrufuna hak
kazanmaktır' diyor. Kamu tasarrufu demek, bütün Müslümanlara şamil olmak
üzere onların umumî ve ortak işlerinde tasarrufta bulunmak demektir. Buna
fıkıh dilinde kamu velayeti (velâyet-i amme) denir."
"İslam
hukukçuları, 'halife milletin vekilidir' derler. Çünkü millet kamu
velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi,
o kamu velayetine sahip olamazdı. Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir
ve aslıdır. Kamu işlerinde tasarruf kendisine aittir. Fakat millet kendi
işlerini bizzat kendisi icra etmeyip o icrayı seçim ve bîat yoluyla
halifeye devretmiş. İşte bu şekilde halife kamu velayetine İbn Hümâm 'ın
dediği gibi kamu tasarrufuna hak kazanmıştır. Ondan dolayıdır ki ümmetin
fertleri üzerinde tasarruf hakkına sahip olmuştur ve yine ondan dolayıdır ki,
halife milletin vekili olmuştur. "
"Şu
halde bu kural hilafette de geçerlidir. Millet dilerse halifeyi mutlak bir
şekilde seçer, onun hiçbir tasarrufunu kayıt altına almaz. Bu, mutlak anlamda
hükmetmek demektir. Dilerse millet halifenin tasarruflarını bazı kayıt ve
şartlara tâbi tutar. Bu da şartlı biçimde hükmetmek olur. İşte meşruti hükümet
denilen hükâmet bu tür bir hükümettir. Millet hiçbir kişiye vekâlet vermez,
yani bir halife, bir imam seçmezse hilâfet yok demektir. O vakit de cumhuriyet
olur. Buna ne mâni vardır? Millet kendi işimi ben yapacağım, neden bana başkası
zorla yaptırsın derse niçin caiz olmasın? Millet diyor ki kendi işimi ben
göreceğim, ne zaman aciz olursam o vakit halife veya imam adıyla başkasını
vekil tayin ederim. Fakat şimdi ben elhamdülillah âciz değilim, rüştümü elime
geçirdim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için e n faydal ı hüküme t şekli
olan cumhuriye t v e şûra yöntemiyle kendi işimi kendim göreceğim. O halde
buna kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Çünkü hak milletindir."
"Bakınız
mesele ne kadar basitleşti. Döndü dolaştı basit bir hukukî mesele oldu.
Çocukların bile anlayacağı bir mesele oldu. Bunu büyütmek ve buna başka türlü
mânalar vermek, hurafe ve masallara kadar gitmek ve korkunç bir
hale koymakta ne mâna vardır? Evet, bunun bir mânası vardır, o da görenektir.
Kafalar alışmış, gözler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil. "
"Maalesef
her türlü zulümlerine katlanarak alışmışız. Memleketi malikânelerine çevirmişler.
Milleti uşak gibi kullanmışlarr, bir şey dememişiz. Bilirsiniz vaktiyle
herhangi bir kişinin mallarını müsadere ederlerdi. Şuna -buna istedikleri
malları, araziyi peşkeş çekerlerdi. Avrupa'dan utandıkları için meşhur Gülhane
Hatt-ı Hümayunu yayımlandığı zaman müsadere kaldırılmıştır."
"Hutbelerde
halifelerin, padişahların isimlerinin anılması büsbütün sonradan ortaya atılmış
bir durumdur. Katiyen hutbenin şartlarından değildir ve hutbe ile dini
bakımdan hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen idarî ve siyasî bir durumdur. Raşit
halifeler devrinde hutbelerde hiçbir kimsenin ismi anılmazdı. Hutbe nutuk
demektir. Onda anılması gereken şeyler siyasî, içtimaî, iktisadî, ahlakî
nasihatlar, meselelerdir. Hutbe, halkı ikaz ve irşat için okunur. Bir kişinin
ismini anmak için okunmaz. Emevî Devleti zamanında hatipler hutbelerde Hz. imam
Ali'ye lanet ediyorlardı. Bunu sırf bir propaganda olmak, halkı Hz. Ali'den soğutmak
için Muaviye çıkarmıştı. Hz. Ali'nin kabul gördüğü yerlerde de hatipler, Emevî
hatiplerine karşılık olarak Hz. Ali'ye dua ediyorlardı. Daha sonraları her
yerde hatip o yere hakim olan sultanın ismini anar oldu."
"Hadis
ve ayet, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini
bilmeksizin körü körüne herkesin -ulemadan olsa bila-mücerret sözlerine uymayı
yasaklıyor. Daima her şeyin akıl ve mantık ile, delillere dayanan aklî
muhakemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir ayette de: 'Sözlerinizde
doğru iseniz delillerinizi getiriniz.' (Bakara, 111)
buyuruluyor. Diğer bir ayette de: 'timinin ulaşmadığı şey üzerinde durma.'
(İsra, 36) buyuruluyor."
"Hilafet,
hilafet diye diye çökmüş gitmişiz, harap ve türap (toprak) olmuşuz. Ne malımız,
ne canımız, ne mülkümüz kalmış, bütün memleket yoksulluk içinde kalmış. Bu mu
hilafetin iyilik ve faydaları!.."
"Kur'an
'Örf ile emret.' (Araf, 199) diyor."
"Fakat
acaba bu ayetteki örf kelimesi bugün dilimizde kullanılan örf ve âdet mânasına
mıdır? Bu ayet, hakkıyle tetkik edilmemiş, mânası işlenememiştir. Tefsirlere
bakarsanız birbirine zıt başka başka mânalar verildiğini görürsünüz. 'Bu
ayetteki örf, mâruf (iyi) manasınadır, münkerin (kötü) zıddıdır. Halkın
dilinde kullanılan örf ve âdet mânasına değildir' derler. Halbuki, bu
yanlıştır. Ben bu meseleyi senelerce tetkik ettim. Meselede Eş'arilerle, yani
Şafiî ulemasıyla Maturîdîlerin, yani Hanefî ulemasının fikirleri birbirine
karşıdır. Bunu ayırt etmek lazımdır. Şafiî uleması tarafından yazılan
tefsirlere, mesela Kadı Beydâvî (ölm. 791/1388) tefsirine bakarsanız,
örfün, 'şeriat tarafından güzel ve iyi olduğu bildirilen şeydir' diye
tefsir edildiğini görürsünüz. Halbuki Hanefîler tarafından yazılan tefsirlere,
mesela Hanefîlerin en büyük âlimlerinden ve fıkıh usulü imamlarından olan Ebu
Bekir el-Cassâs (ölm. 370/980)m Ahkâmu'l-Kur'an adındaki tefsirine
bakarsanız, örfü, 'aklın güzel ve iyi olarak belirlediği şeydir' diye
tefsir ettiğini görürsünüz. "
"Örf,
irfandan türemedir. Maturidîlere göre, yani Hanefî fakıhlarma göre akıl ve
irfanın caiz gördüğü şey demektir. Adetle arasında şu kadar bir fark vardır
ki, âdet bâtıl üzerine de kurulabilir, bâtıl ve kötülenmiş şeyler de âdet
olabilir. Nitekim bir çok kötü şeyin, insanlar arasında âdet olduğu gibi.
Fakat örf, irfan üzerine kuruludur, bâtıl üzerine kurulmaz, reddedilmiş ve
kötülenmiş şeylere örf denmez. Örf daha özel, âdet daha geneldir. Yani
her örf âdettir ama her âdet örf değildir. Bazı âdetler akıl tarafından kabul
edildiği için örftür, fakat bazı âdetler de akıl tarafından reddedildiği için
örf değildir. İşte örf ile âdet arasında bu fark vardır, başka bir fark yoktur.
Evet mâruf da örf demektir, fakat o da bu mânadadır."
Bid'atlar,
Uydurmalar ve Fırkalar Nasıl ve Niçin Doğdu?
"Vaktiyle
hilafet ve imamet kavgalarının neticesi olarak türlü türlü mezhepler,
fırkalar ortaya çıkmış, bunların bağlıları siyasi maksatlarını revaçta
tutmak, yardakçılarını ve izleyicilerini artırmak gayesiyle İslamiyet'te
olmayan bid'atlar, bir takım bâtıl fikirler icat etmişler, hatta Hz.
Peygamber adına binlerce yalan hadis uydurmak cüretinde bile bulunmuşlardır ki,
bu yalan hadisler için hadis âlimleri ciltlerle kitaplar
neşretmişlerdir. Giderek bâtıl dinlerden de bir kısım hurafeler bunlara
eklenmiş, cehalet ve taklit kötülüğüyle bunların hepsi İslamî hakikatlara
karışarak inançla ilgili öyle karmaşalar vücut bulmuştur ki, asıl dinsel gerçekler
âdeta örtülü ve gizli bir halde kalmıştır."
"İslam
dini bu bâtıl fikirleri, bu hurafeleri pek şiddetli ve kesin bir şekilde
reddettiği halde bunlar sırf cehalet ve taklit, alışkanlık ve görenek sebebiyle
ümmetin kalbinde derin kökler salmıştır. Bunları onların kalplerinden
bütünüyle çıkarıp atmak çok müşküldür. Mesela kabirlere, türbelere mumlar,
kurbanlar adamak, onların başında huşu ile dualar etmek, onlardan hacet
dilemek, hastaları şifa için türbelerde yatırmak, oralarda bulunan sulardan
içirmek gibi benzer davranış ve fikirler bu cümledendir. Bunlar hep sonradan
özel bir maksada dayalı olarak ortaya çıkan bâtıl mezheplerin taraftarları tarafından
bir gaye için ihdas edilmiş, bir kısmı da diğer dinlerden alınmıştır ve
islamiyet'in esasına, gerçeğine bütünüyle aykırıdır. Kim ne derse desin
Kur'an-ı Kerim meydandadır. Bunlar islamiyet'te şirkten sayılır, dinsel
gerçeklere uygun düşmesi asla mümkün değildir. İslam 'ın ilk dönemlerinde
böyle şeyler ne görülmüş ne de işitilmiştir. İslam dini bu gibi bâtıl
fikirlerden insanlığı kurtarmak için gelmiştir."
"İslam
dininde Cenab-ı Hak'tan başka hiçbir kimseden, hatta Hz. Peygamber'den bile
hiçbir hacet istenemez. Onun içindir ki Hz. Peygamber'in kabrinde ziyaret
esnasında dua edilirken kıbleye dönmek, Peygamberdin kabrini arkaya almak
lâzımdır. Din imamları bu hususta ittifak halindedir. Zira İslamiyet'te şirke
benzer her tür davranış ve fikir kesin olarak yasaklanmıştır. Bu hakikat
dolayısıyladır ki Hz. Peygamber'in en meşhur dualarından biri de 'Ya Rab! Benim
kabrimi ibadet edilir put haline koyma' mealindeki duasıdır."
Hurafe
Hastalığı:
"Bu
bâtıl inançlar İslam âleminin hemen her tarafını istila etmiştir. Bu
hurafelerin her tarafta başka başka şekillerine tesadüf edilir. Uzaklara
gitmeye gerek yok; hilafet merkezimiz ve şeyhülislamlık makamının oturduğu yer
olan İstanbul'da bu hurafelerin pek yaygın ve çeşitli örnekleri ve şekilleri
vardır. Bu genel bir hastalıktır ve bence en tehlikeli ve öldürücü hastalığımız
da budur. Aklımızı, ruhumuzu, temiz inançlarımızı öldüren, milleti uyuşukluğa,
tembelliğe iten tek hastalık budur. Bu hastalık yalnız halka mahsus değil,
seçkinlerimiz de bu hastalığın pençesindedir. Bu uydurma şeylerin nereden
çıktığını, ne maksatlarla icat edildiğini, hangi yollarla hangi bâtıl dinlerden
intikal ettiğini bilmeyen zavallılar bunlara büyük bir saflıkla gönül
bağlamışlardır."
"Bugün
bu gibi şeyler engellenecek, bunların İslamiyet'in ruhuna bütünüyle ters inanç
sapıklıkları olduğu söylenecek olsa Allah korusun bir itiraz tufanı kopar,
insanı dinsizlik ve Vahhabîlikle itham ederler. Vahhabîlik nedir denilse onu da
asla bilmezler. Halk bu konuda mazurdur. Onlar böyle bulmuşlar, böyle görmüşler,
böyle işitmişlerdir. Onları ciddi şekilde aydınlatan, dinsel gerçekleri
hakkıyla bildiren olmamıştır. Despotluğun, geçmiş dönemin bu konuda
tartışılmaz bir rolü vardır."
"Şimdi
insaf edelim, bu ruh hali ile bizim için ilerleme imkânı var mıdır? Biz bu
cehalet ve taklit kötülüğüyle şimdiki medeniyetin güçlü akımlarına karşı
dinimizi, milletimizi nasıl koruruz? Millet bu saçma geleneklerden kurtarılıp
İslam'ın esas gerçekleri bütün temizlik ve berraklığıyla meydana
çıkarılmadıkça ben bunun imkânını göremiyorum, ilerleme ve yükselmenin esası
cehaletten ilme, taklitten tahkike (işin gerçeğini araştırmaya) geçmedir.
Cehaletle, taklitle, hiçbir zaman yükselemeyiz, dinimizi de milletimizi de
koruyanlayız."
"Gençlerimiz
dinsiz oluyor diye her gün şikâyet ediyoruz. Elbette olurlar. Bizim şikâyete
hakkımız yoktur. Bugünkü medeniyetin ilim ve fenlerinden az çok nasibini almış
beyinler, artık hurafe dinleyemez. Onları İslam'ın gerçekleriyle aydınlatmak
gerekir. Onların karşısında İslam'ın gerçekleri ve erdemleri yerine saçma
fikirler ileri sürülecek olursa şüphesiz İslamiy et'ten uzaklaşırlar."
"Dinsel
gerçekleri içeren eserler Arapça yazılmış olduğundan gençlerimiz o
gerçeklerden habersiz bulunuyorlar. Bu sebeple bugün bizde görülen halleri
İslamiyet gereği zannediyorlar. Tabii olarak bunun neticesi olmak üzere de İslamiyet'ten
uzaklaşıyorlar. Onların gerçeği bilmemeleri cehaletlerinden ileri geliyorsa, İslamiyet'ten
uzaklaşmaları da bizdeki ruh halinden ileri geliyor."
"Bizde
bu hal, bu zihniyet devam ettikçe dinsizliğe doğru meydana gelen bu akışın
genişlik ve yaygınlık kazanacağından şüphe edilmemelidir. Onlar İslam'ın
güzelliklerini bilmedikleri için nasıl her erdemi Avrupa medeniyetinde arıyorlarsa,
biz de dinsel gerçekleri esasıyla bilmediğimizden şimdiki medeniyetin her
iyisine kötü diyoruz, her türlü yükseliş sebebine hemen bir kalemde 'şer'an
caiz değildir' hükmünü veriyoruz. Onlar takdirsizlik sebebiyle büsbütün
dini terk etmek veya mutlak müctehit kesilerek keyfe göre ahkâm çıkarmak
arzusuna kapılıyorlarsa, biz de taklit kötülüğü yüzünden medeniyetin bu asrında
insanların ihtiyaçlarıyla asla uyuşmayan ve uygun düşmeyen ve hakkında değil
vahiysel kanıt, tek kişinin rivayeti bile olmayan içtihatlara Kur'an hükmü
imiş gibi bağlanarak ondan ayrılmamakta aşırılık gösteriyoruz."
Mezhep
Saplantısı Mahvediyor:
"Fıkıh
mezheplerini küçümsemeksizin sırf kolaylık maksadıyla her mezhebin hafif ve kolay
hükümlerini almak, tercih etmek kötü bir şey değildir. Zira Buharî'nin
Kitabu'l-edeb'inde yazılı olduğu üzere Peygamberimiz Hazretleri her ne vakit
iki şey arasında serbest bırakılmış olsa onların kolayını seçer ve ümmeti hakkında
kolaylığı ve hafifletmeyi severdi. Ashabından, etrafa gönderdiği vali ve
kadılara da kolaylık göstermelerini, nefrete yol açacak zorluklardan
kaçınmalarını tavsiye buyururdu. 'Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.'
(Bakara,
185) ve 'Allah sizden hafifletmek ister.' (Nisa, 28) ayetleriyle,
'Dininizin en hayırlısı en kolay olanıdır.' ve 'Hoşgörü ve dürüstlük üzere
gönderildim.' hadisi şerifleri gibi birçok kanıttan anlaşılır ki, dinsel
hükümleri küçük görme maksadıyla olmayıp sırf kolaylık maksadıyla her mezhebin
hafif ve kolay hükümlerini almak ve tercih etmek caizdir, kötülenmiş ve
yasaklanmış değildir."
"Mademki
fakıhların ihtilafları meşrudur, onun neticesi olan değişik görüşlerle amel etmek
de meşrudur. Meşru olmasaydı din koyucu onu bize bildirirdi. Halbuki
bildirmemiştir."
"Bir
mezhepten diğer bir mezhebe geçen kişi günahkârdır, cezalandırılması gerekir
gibi sözler sırf mezheplerin hafif ve kolay yönlerini araştırmaktan halkı
menetmek için ortaya atılmış, fakıhların dayatmacı sözlerinden ibarettir.
Halbuki ben her meselede hangi müçtehidin görüşü daha hafif ve kolay ise
sıradan vatandaşın onu almasını, tercih etmesini yasaklayacak nakli veya aklî
bir delil bilmiyorum. Bunu bilmediğim gibi bir insanın, içtihadı dince caiz
görülen bir müçtehidin en hafif ve en kolay görüşüne tâbi olmasını dinin kötü gördüğünü
de bilmiyorum. Cenab-ı Peygamber, ümmetinden şiddet
ve tazyiki kaldıran, onlar üzerine hafif ve kolay gelen hükümleri
severdi."
Mezheplerden
Seçmeler Yapabiliriz:
"Her
mezhebin hafif ve kolay hükümlerini seçmek ve tercih etmek maksadıyla bir mezhepten
diğer mezhebe geçmek, başkasının hakkını ihlal ederse o zaman caiz olmaz. Fakat
bunda da gerçekte caiz olmayan geçmenin kendisi değildir, belki hakkı ihlal
etmek ve başkasına zarar vermek keyfiyetidir. Çünkü İslamiyet'te zarar vermek
ve zararla mukabelede bulunmak yoktur. Lakin tartışma bunda değildir. Burada
söz konusu olan mesele, başkasına zarar vermemek şartıyla her mezhebin hafif
ve kolay hükümleriyle amel etmektir ki, açıklandığı üzere buna dinsel bir engel
yoktur."
"İşte bu araştırmalardan ve hüküm yürütmelerden
açıkça anlaşıldığı üzere henüz belirli bir mezhebi benimsemeyen ve ona
bağlanmayan bir mukallit (dinde birini taklit etme ihtiyacı duyan) için bazı
meselelerde bir mezhebin hükümleriyle, diğer bazı meselelerde diğer mezhebin
hükümleriyle amel etmek caiz olduğu gibi, belirli bir mezhebi benimseyip ona
bağlanan mukallit için de kısmen veya tamamen o mezhebi terk ederek diğer bir
mezhebe geçmek caizdir. İsterse bu mezheplerin ruhsatlarını araştırıp bulma
maksadıyla olsun." Birinci Bölüm
YOZLAŞMAYI
TAŞIYAN TEMEL KAVRAMLAR
(Hurafe,
Bid'at, Siyaset, Rableştirme)
Tüm
belaların anası olan cehaletin sosyal bir belirişi
olan hurafe, dinde yozlaşmanın besleyici zeminini oluşturan sinsi ve zehirli
bir musibettir. Halk kitlelerini perişan eden bulaşıcı bir hastalık olmasına
rağmen asırlardır hiç kimse onu etkisiz kılma başarısını gösterememiştir.
Ocakları
batıran ama yine de peşinden gidilen rezil bir yosmaya benzer hurafe... Yıkıcı
ama cazibeli, zehirleyici ama tatlı...
Hurafenin
ana ocağı Yahudiliktir. Onu Hristiyanlık izler. Ehlikitap
geleneği, bir anlamda hurafeler geleneği gibidir. Bu gelenek nazardan
muskacılığa, falcılıktan cinciliğe, melek kanadı saymaktan şeytan çıkarmaya...
kadar, akla gelebilecek tüm hurafe çeşitleriyle doludur.
Ehlikitap
hurafeciliğini (buna genel adıyla Israiliyât denir) özellikle Yahudilik
yoluyla bünyesine aktaran Müslüman kültür daha sonra buna Hristiyan,
Sasanî, Hint, Eski Yunan ve nihayet Türk-Şaman kabullerini de ekleyerek
iyice hurafe okyanusuna dönüşmüştür. Şamanizm gibi yarı pagan, yarı
mistik bir dinin oluşturduğu kollektif bir şuuraltına sahip bulunan Türk insanı
İslam'ı kabul ettiğinde, bu sayılan hurafelerin ilk dördünü, girdiği yeni dinle
birlikte sineye çekmekle kalmadı, ona kendi Şaman kaynaklı hurafelerini de,
ufak kılık değiştirmelerle ekledi. Ve bir zaman geldi ki, Türk insanı için din
hayatı bir tür hurafeler hayatı oluverdi.
İsrailiyât
tahribi, hurafe tahribinin omurgasını oluşturmaktadır. Çünkü
bu tahrip, uydurma hadisler yoluyla kendisine bizzat İslam Peygamberini araç
yapmıştır. Denebilir ki hadis adı altında İslam diye sahnelenen kabullerin
büyük bir kısmı doğrudan veya dolaylı hurafe kaynağıdır. Bunlar, Kur'an'ın
dinine âdeta rakip bir din kurmakta ve müminler topluluğunu dünyanın önünde
akıl almaz zorluklarla yüz yüze getirmektedir.
Üzerinde
olduğumuz tahribin İslam tarihi içinde en büyük ustası tarihin en eski
siyonisti olan ve İslam'ı en taze çağında bağrından hançerleyen Yahudi
kâhin-haham Ka'b el-Ahbâr (ölm. 33/653) dır. O, Hristiyanlık'ta tevhidi
tahribin sembolü olan ırkdaşı Pavlos'un İslam içi belirişidir. Ne ilginçtir ki
bunların ikisi de tevhit dinine, sağlığında her türlü kötülüğü reva gördükleri
iki peygamberin ölümünden sonra "girmişlerdir."
Biz
inanıyoruz ki Hristiyanlık Pavlos'un soktuğu hurafelerden, İslamiyet de Ka'b
el-Ahbâr'ın soktuğu İsrailiyât yalanlarından temizlenmedikçe
nebilerinin tebliğ ettiği saf yapıyla insan hayatına giremezler.
Hristiyanlık'ta durumun ne noktada olduğunu bilemem ama bizim dünyamızda bu
temizleme işinin önünde en büyük engel, hurafeyi bir saltanat aracı olarak
kullanan din istismarcısı siyasetçiler ile bunların güdümüne giren cahilyobaz
gruplardır.
Bu
oluşumu besleyen ve pekiştiren iki numaralı tahrip, siyaset ve cehalete köprü yapılmış
tarikat tahribidir.
Nedir
hurafe ve ne demektir hurafecilik?
Arapçadaki
noktalı Ha (Hı) ile hurafe, bunamak anlamındaki (hurafe de kitleleri
bunamaya iten bir hastalıktır) haref kökünden türemiş bir kelime olup "akla,
gerçeğe ters düşen aldatıcı ama çekici söz" demektir. Arap dilinin
büyük ustası Ibn Manzûr (ölm. 711/1311), hurafeyi, "Yalan sözün
tatlı geleni" diye tanıtmıştır, (bk. Lisânü'l-Arab, Hı. R. F mad.)
Demek
oluyor ki hurafede, tüm tutarsızlığa rağmen, dinleyene tatlı ve çekici gelen
bir yan bulunmaktadır. Belki de hurafeyi yaşatan işte budur. Şöyle de
denebilir: Hurafeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı söze aldanma şeklinde
tecelli eden akıl almaz ahmaklıktır.
Batı
dillerinde, Latince bir kök olan superstitio'dan türeyen superstition
kelimesiyle karşılanan hurafe, bu dillerdeki ortak kabule göre de mantık
dışı, temelsiz, boş, aldatmaca, büyü türünden inanç ve kabul demektir. Bu
sözcük aynı zamanda ataların kabullerinden gelen akıldışı anlayışları da ifade
eder. (bk. Webster's International Dictionary, anılan mad.) Larousse'a
göre, hurafede, "mesnetsiz, saçma yükümlülük", belirgin
niteliklerden biridir.
Kelimenin
kökünde, eski halk inançları anlamı da vardır. Bu demektir ki
hurafecilikte, eski kabullerin yeni anlayışlar içinde sürdürülmesi önemli
noktalardan biridir. Tam burada, Kur'an'ın ecdat kabullerini dokunulmaz
kılmayı putperestliğin bir belirişi olarak gösteren 50 civarındaki ayetini
anımsayalım...
Hurafeyi,
bilimsel anlamıyla "tanım" sayılacak bir tarifle tanıtmak
imkânsız denecek kadar zordur. Çünkü hurafe, göreceliği çok olan
kavramlardan biridir. O, devirlere, toplumlara, renklere, ırklara, hatta
kişilere göre çok değişik çehreler kazanabilmektedir. Ortak omurga; bilim,
mantık ve akıldışılıktır. Ama şu da bir gerçek ki, biraz karıştırıldığında
bilim ve mantık adına d a hurafelerin sergilendiği görülür.
Bu demektir ki hurafecilik, insan denen varlığın
değişmez zaaflarından biridir.
Biz
bu görecelik alanında dolaşıp durmak yerine konuyu Kur'an çerçevesine çekerek
sınırlayacak ve kitabımızın temel amacına yönelik bir konuma getireceğiz.
Hurafe
kelimesi Kur'an'da geçmez. Hadis olarak rivayet edilen
sözler içinde bir tek yerde geçmektedir. Bu rivayete göre, bir kadın Hz.
Peygamber'e: 'Bu anlattığınız şey Hurafe'nin dediklerine benziyor' demiş,
Hz. Peygamber de ona: 'Hurafenin ne olduğunu biliyor musun?' dedikten
sonra sözünü şöyle sürdürmüş: "Hurafe, Benu Uzre veya Benu Cuheyne
kabilesinden bir adamdı; Cahiliye döneminde cinler tarafından tutsak edildi,
onlarla uzun bir süre yaşadıktan sonra serbest bırakıldı. Bu adam, cinler
arasında tanık olduğu olayları her anlattığında insanlar kendisini yalanlamıştı.
Daha sonra asılsız her söze Hurafe'nin sözü demek âdet oldu." (Bu
rivayet için bk. Ibn Hanbel, 6/157; Ibnül-Esîr; Nihaye, ilgili mad.; Taberânî,
7/4041; Ibn Manzûr, ilgili mad.)
Biz,
böyle bir sözün Hz. Peygamber'in ağzından çıktığına inanmıyoruz. Kaldı ki
hadis uleması da bu rivayetin sağlamlığında ittifak etmemiştir.
Kur'an'da
hurafe kavramıyla filolojik açıdan aynı anlamda olan veya anlam yakınlığı
bulunan, pr atik-kavramsal açıdan ise onunla aynı anlamı taşıyan kelimeler
vardır. Bunlar, genel kabule göre şöyle sıralanır:
1.
Esatir:
Gerçek
dışı, uydurulmuş söz anlamındaki ustûre sözcüğünün çoğuludur. Kur'an'da
9 yerde (6/25, 8/31, 16/24, 23/83, 25/5, 27/68, 46/17, 68/15, 83/13) geçen bu
kelime, müşrikler tarafından Kur'an'ı kötülemek için ve daima "esâtîru'l-evvelîn:
öncekilerin uydurmaları" şeklinde kullanılmıştır. Onlara göre Kur'an
bir hurafe ürünüydü; onu, "önceki toplumların hurafelerinin,
mitolojilerinin bir benzeri" olarak görüyorlardı.
Bu
kullanım bize göstermektedir ki, hurafenin omurga noktalarından birini
eskilerin dokunulmaz kılınmış kabulleri oluşturmaktadır. Kur'an kendisinin
böyle bir kelam olmadığını ısrarla dile getirmektedir.
2.
Halak:
Yalan
uydurmak anlamına gelen bu kelime, Kur'an'da iftira anlamındaki ifk sözcüğü
ile birlikte, müşrikleri, iftira etmek, yalan üretmekle suçlamak için
kullanılmaktadır, (bk. Ankebût, 17)
3.
Huluk: Noktalı Ha (Hı) ile huluk; huy,
âdet, boşu boşuna izlenen görenekler, yalan ve uydurma anlamındaki halak sözcüğünün
çoğuludur. İbn Manzûr bu sözcüğe "hurafeler" anlamı
vermiştir, (bk. Hı. R. F. mad.) Müşrikler Kur'an'ı bu kelimeyi kullanarak da
küçümsüyorlardı. Onlara göre Kur'an: "Önceki toplumlarda görülen
uydurmalardan, göreneklerden başka bir şey değildi." (Şuara, 137)
4.
Ihtilak:
Halak kelimesinin iftial kalıbına aktarılmasıyla
oluşan ıhtilak da yalan söz üretmek demektir. Müşrikler Kur'an'ı bu
sözcüğü kullanarak da suçlamışlardır, (bk. Sâd, 7)
5.
Takavvül:
Söz
anlamındaki kavi kelimesinden türeyen bu kelime söz uydurmak demektir.
Kur'an bunu kendisinin bulaşmadığı noksanlıklardan biri olarak göstermektedir,
(bk. Hakka, 44)
6.
Akavîl:
Bu
da söz anlamındaki kavi kökünden türemiştir. Dedikodu, dolaşıp duran
anlamsız, saçma sözler demektir. Kur'an bunu da kendisinin bulaşmadığı
noksanlıkları tanıtırken kullanmaktadır, (bk. Hakka, 44)
Bize
göre, bu sayılanlar, hurafe kavramının Kur'an'daki dayanaklarını açıklamak için
kullanılabilecek tâbirlerin sadece bir kısmıdır ve ekleyelim ki ikinci derecede
önemli olan tâbirlerdir.
Hurafeye
Kur'an adına yüklenebilecek anlamı gereğince kavramak için listemizin başına
koymamız gereken esas kavramlar şunlardır:
1.
İftira:
Türkçe'deki
anlamıyla aynıdır. Kur'an bunu Allah'a iftira yoluyla dinsel buyruk icat etme
suçunu tanıtmak için genellikle kizb (yalan) sözcüğüyle pekiştirerek
kullanmaktadır. (Geniş bilgi için bk. KTK. İftir a mad. )
2.
İfk:
iftira,
yalan, düzmece söz demektir ki, Kur'an bunu daha çok Allah'a iftira ederek
buyruk icat etme suçunu tanıtmak için kullanmaktadır. (Geniş bilgi için bk. KTK.
İfk mad.)
3.
H
ars: Hı. R. Sad harfleriyle hars yalan söylemek,
laf uydurmak demektir. Kur'an bu kökten sözcükleri dördü fiil olmak üzere 5
yerde kullanmaktadır. Bu yalancılığı yapanlara Kur'an'ın ilenci vardır. "Kahrolsun
o uydurmacı yalancılar. Ki onlar ne yaptıklarından habersiz bir sersemlik
içindedirler." (Zâriyât, 10-11)
Lügat
bilginlerinin hars ile ilgili verdikleri bilgiler Kur'an'ın bu sözcüğü
kullandığı ayetlerdeki yaklaşımla tam uyuşmaktadır. Harsın temelinde
sanıya, gözlemsizliğe, kulaktan dolmaya teslimiyet yatar. Bunun sonucu ise harsa
sapanların sınırsız bir yalancılığa, ilimsizliğe, beyinsizliğe teslim
olmalarıdır, (bk. En'am, 116, 148; Yûnus, 66; Zühruf, 20)
4.
Kizb: Yalan demektir. Her
türlü yalan için, ama aynı zamanda Allah adına yalanlar düzüp din uydurma suçu
işleyenlerin günahını tanıtmak için kullanılır, (bk. KTK. Kizb mad.)
5.
H adisün Yuftera: Uydurma hadis anlamındaki
bu tâbir Yûsuf Suresi son ayette Kur'an'ın arınmış bulunduğu noksanlardan
birini tanıtmak için kullanılmaktadır. Kur'an böylece hem kendisinin
uydurulmuş hadislerden olmadığını göstermekte hem de uydurma hadislerin
yarattığı hurafe alanının Kur'an dinindeki tahribine dikkat çekmektedir.
6.
Ecdadın
(ataların) kabullerini tartışma üstü kanıt saymak: Hurafenin
omurga noktalarından birinin de eski ecdat kabullerini yeni zamanlarda
yaşatmak olduğunu görmüştük. Kur'an, 50 civarında ayetle şirkin bir belirişi
olarak gösterdiği ecdat örflerini kutsallaştırmayı hurafe yaratan kaynaklardan
biri olarak ortaya koymuştur. Ecdatperestliğin temel sloganı, nebilerin temel
kanıtına bir karşılık olarak gösterilmiştir: Nebiler diyor ki: "Eğer
doğru sözlüler iseniz kanıtınızı getirin!" (Bakara, 111) Ve diyor ki: "Eğer
doğru sözlüler iseniz bana ilimle haber verin!" (En'am, 143; Ahkaf, 4)
Şunu da söylüyor nebiler: "Eğer doğru sözlüler iseniz hadi kitabınızı
getirin!" (Saffât, 157) Bu isteğe, hurafeci şirkin verdiği cevap
şudur: "Eğer doğru sözlüler iseniz bize atalarımızdan kanıt
getirin!" (Dühân, 36; Câsiye, 25) Veya şöyle söylüyorlar: "Şu
dediğinizi biz, önceki atalarımızdan duymadık." (Müminûn, 24; Kasas,
36)
Hurafe
zehirinin kimliğiyle onun panzehirinin kimliğini birer cümlede böylesine
ihtişamla anlatmak ancak Kur'an kelamının başaracağı bir harika olabilirdi. Bu
kelam harikasından biz şunu öğreniyoruz: Hurafecilik, bir ilimsizlik,
kitapsızlık, kanıtsızlık illetidir ki insanı kör ve sersem ederek atalarının
fosillerine, ete-kemiğe tutsak hale getir ir.
7.
Ümniye: Çoğulu emânî olan bu kelime bir yerde tekil
(Hac, 52) beş yerde çoğul olarak geçmektedir. Fiil halinde kullanımı ise bunun
iki katından fazladır.
Kur'an
bu kavramı, kitap kavramına karşı bir olumsuzluğu ifade için kullanmaktadır.
Karşıtlık şöyle verilmektedir: Kitabı bilmezler, sadece emânî bilirler... (Bakara,
78) Ehlikitap dediğimiz Yahudi ve Hristiyanlarla Müslüman kitlelerin
emânîsinden şikâyet edilmekte, meselelerin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözülemeyeceği
belirtilmektedir. Çözüm, kitap-bilgi ve eylem ile olacaktır. (Nisa, 123)
Hurafeyi
Kur'ansal bakış açısı itibariyle en doyurucu biçimde anlatan kavram olan
emânîyi biz "Kur'an Uyarıyor" adlı eserimizin "Kitap
ve Emânî" adını taşıyan bölümünde anlattık. Burada bilgi verirken o
bölümden yararlanacağız.
Kitap'a
(yani bilgi ve kanıta) karşı konmuş bulunan emânî, aslı-esası olmayan şey,
yalan, sanı, ne dediğini anlamadan okumak anlamlarındaki ümniye kelimesinin
çoğuludur. Ümniye, takdir etmek (ölçü tutturmak) anlamındaki meny kökünden
türemiştir. Meny sözcüğündeki takdir, daha çok sanı, hayal ve kuruntuya
dayanarak yapılan tahminler için kullanılır. Bu yüzdendir ki meny, genellikle
gerçeğe dayanmayan-hayalî tasavvurlar ve tasarımları ifade eder. Bu kökten
gelen temenna fiili, "yalan söyledi" anlamındadır. ilk
müfessirlerden biri olan Mücahit b. Cebr (ölm. 103/721), buradan
hareketle, emânî kelimesini "yalanlar" diye
anlamlandırmıştır. (bk. Râgıb; Müfredat, meny mad.)
Kur'an'ın
kitaba, bu demektir ki bilgi-düşünce-aydınlık üçlüsüne karşıt gösterdiği emânî,
bizim "hurafe, anlamadan okumak" dediğimiz illetlerin ta
kendisidir. Emânî hakkında bilgiler veren ölümsüz dil ustası Isfahanlı
Râgıb (ölm. 502/1108) şunu da söylüyor: "Şeytan, peygamberlerin
ümniyelerine bir şeyler karıştırır mealindeki ayet (Hac, 52) bünyesinde
kullanılan ümniye, okuyuş demektir. Kendini iyice vermeden okumak bu tehlikeyi
taşıdığındandır ki, Hz. Peygamber'e Kur'an okuyuşunda aceleden kaçınması
emredilmiştir." (bk. Tâhâ, 114; Kıyame, 16)
Şeytanın
insanı saptırışının esası da ümniyeye itmektir. Şeytan, tüm vaatlerinde
ümniye kullanır. Yani, insanı, anlamını bilmeden sırf üfürük olsun diye
okumaya ve aslı-esası olmayan şeylere inanıp bel bağlamaya iter. (bk. Nisa,
120) Daha ilginci, şeytan, insanoğlunu ümniyeler (hurafeler, uydurmalar,
anlamsız okuyuşlar) kullanarak saptıracağını Allah önünde açıkça beyan
etmiştir: "Yemin olsun, onları hurafelere-yalanlara/anlamını bilmeden
okuma tutkusuna iteceğim...11 (Nisa, 119)
Zafer,
mutluluk, ölümsüzlük bir emânî işi değildir, bir eylem ve üretim işidir,
(bk. Nisa, 123)
Cennete
gidiş de din mensuplarının ürettikleri ve kendilerini öne çıkarmak için kullandıkları
emânî sloganlarıyla değil, üretilen değerlerle olacaktır, (bk.
Bakara, 111)
İn
sanoğlunun yolunu vuran, başına bin türlü bela açan da ümniyelerdir. İnsan bu
ümniyelere aldanır, sapar ve iyi şeyler yapıyorum sana
sana batıp gider. Bu batışın
en kahırlısı, insa
nın
Allah ile aldatılmasıdır. Kur'an bu aldanışın altını özellikle çiziyor, (bk.
Fâtır, 5; Hadîd, 14)
Bu
gerçeği gösteren ayet, ümniyelerle ayağına çalı dolandırılan kitlelerin,
Allah'ı paravan yapanlarca aldatılıp perişan edileceğini de mucize bir biçimde
gösteriyor.
Özetlersek:
Kitap (bilgi, düşünce, aydınlık, kanıt) yerine anlamadan okuyup üfürme, asılsız
gelenek ve kabullerin peşinden gitme, hurafelere saplanma gibi olumsuzluklara
kucak açanlar şeytanın vaatlarından başka hiçbir şeyle
ödüllendirilmeyeceklerdir. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için dini-imanı,
hurafelerle bilimdışılıklar dan temizlemek ve dinin tanrısal kaynağını,
anladığı dilde okumak kaçınılmazdır. Bunu yapmayanlar, kitabın yerine emânîyi
(uydurmaları, anlamsız üfürükleri, hurafeleri) geçirerek bunların
işletilmesiyle saltanat sürenlere teslim olur, yedek ilahlara kul-köle haline
gelirler.
Buraya
kadar verdiğimiz bilgileri dikkate alarak Kur'an açısından hurafeyi şöyle bir
tanıma kavuşturabiliriz kanısındayım:
Hurafe,
sünnetullaha (tabiat kanunlarına), bilime, akla, vahyin verilerine ters düşen
ve çoğunluğu ataların eski kabullerinden oluşan inançların, yaklaşımların,
kabullerin, iddiaların, uygulamaların, tavırların ortak adıdır. BİD'AT
Bid'at
kelimesinin
kökü olan "bed' bir nesneyi yeniden peyda eylemek manasınadır." (Âsim
Efendi; Kamus Tercümesi, B.D. Ayn maddesi) Kökün, Arapça'daki ifal kalıbına
aktarılmasıyla vücut bulan ibda' yine Kamus Müterciminin ifadesiyle "örneği
ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, üretmek demektir." Güzel
sanatlardaki özgün üretimlere, özellikle şiir üretimine işte bunun içindir ki ibda'
etmek denmiştir. Güzel sanatlara bedi'iyyât denmesi de bundandır.
Eskiden güzel sanatlar eğitiminin yapıldığı kuruma Dârul Bedai' (güzel
sanatlar okulu veya akademisi) denirdi.
Bed'
kökünün ifti'al kalıbına aktarılmasıyla elde edilen ibtid a' sözcüğü
de yeni bir şey vücuda getirmek anlamında kullanılmakla birlikte daha çok, hoşa
gitmeyen şeylerin ortaya çıkarılmasını ifade eder. Kur'an, ibtida' sözcüğünü
bu anlamda Hadîd Suresi 27. ayette kullanmıştır.
Yeniden
vücuda getirmenin olumsuz yönlerini ifade için bid' sözcüğü de
kullanılmaktadır. Türkçemizdeki "türedi" sözcüğü bunun tam
karşılığıdır. Biraz daha ağır konuşursak bid' kelimesini "zıp
çıktı" diye de tercüme edebiliriz.
Kur'an,
bid'at kökünden sözcükleri dört yerde kullanmıştır. Bunların ikisi
olumlu değer ifadesi için, diğer ikisi ise istenmeyen değerlerin ifadesi içindir.
Olumlu kullanım, el-bida' kökünden gelen ve Allah'ın sıfatlarından biri
olan el-Bedî' sözcüğüdür ki, biri Bakara 117, ötekisi En'am 101. ayettedir.
Ve ikisinde de el-Bedî' kelimesi Allah'ı tanımlamak için şu tamlamada
kullanılmaktadır: "Yerlerin ve göklerin Bedî'i O'dur."
Bir
sıfat olarak Bedi', daha önce aynısı veya benzeri olmayan şeyi veya şeyleri
yaratan, vücuda getiren anlamındadır. Allah, göklerin ve yerin Bedî'idir ki
bir şeye "Ol!" dediğinde o şey hemen oluverir.
İstenmeyen
değerleri ifade için kullanımın biri isim, biri fiildir. Îsim kullanım, Ahkaf
9. ayette, Hz. Peygamber'in ne olmadığını ifade eden bir beyyine halindedir.
Fiil kullanım ise kökün Arapça'daki ifti'al kalıbına aktarılmasıyla
elde edilen ihtida' kelimesidir, (bk. Hadîd, 27)
Üzerinde
olduğumuz bid'at kavramının ruhu, Ahkaf Suresi 9 ile Hadîd Suresi 27. ayette
verilmiştir. Birinci ayette Kur'an, bid'at açısından Hz. Peygamber'in
durumunu değerlendiriyor. O, türedi bir peygamber olarak ortaya
çıkmamıştır. O, tanrısal iradenin planı ve faaliyeti üzere gönderilen ışık ve
aydınlık rehberi peygamberlerden biridir.
Îkinci
ayet olan Hadîd 27'de ise bid'at, kavramsal ve kurumsal açıdan ele
alınmakta ve peygamberler tarihinde bu türediliğe örnek olarak Hristiyan
ruhban sınıfinin icat ettiği (ve sonra da ilkelerine saygılı olmadıkları) ruhbaniyet
(monastisizm) gösterilmektedir.
Bid'atın
omurgasını tanımamızı sağlayan Hadîd 27 gösteriyor ki bid'atlar:
1.
İyi
niyetle, Hak rızası kazanmak gayesiyle icat edilebilirler; bu onların bid'at
olmasını engellemez.
2.
Bid'at
olarak ortaya çıkarılan şeye bir süre sonra bizzat onu icat edenler bile
uyamazl ar.
Böylece,
Kur'an dini açısından dikkatler şu iki noktaya çekilmektedir: Bu dinin ne
Peygamberi bir türedidir, ne de kavramları ve kurumları... Bu bir dindir
ki, Yaratıcı onu ilk insanla başlatmış ve asırlar boyunca insanı onun
değişmez, zaman üstü ilkeleriyle eğitmiştir. Bu ilkeler tüm peygamberlerin
mesajında aynıdır. Kur'an bu mesajları toplayan kitaptır. Kur'an'ın din
dediğine eklemeler yapan, türedilik yapar ve türedi bir din icat eder. Tamamlanan,
kemale eren ve adına İslam denen bir dinin (bk. Mâide, 3) türedi kişi, kurum
ve kavramlara ihtiyacı yoktur. Niyet ne olursa olsun, bu dine ekleme yapmaya
kalkan türedilik yapmış olur.
Kamus
Mütercimi Âsim Efendi (ölm. 1819)nin, eserinde verdiği bid'at tanımı, bu
Kur'ansal inceliklerle bid'atın filolojik yapısını kucaklaştıran bir güzelliktedir.
Şöyle tanımlıyor bid'atı Âsim Efendi: "Kemale erdirildikten sonra
dinde ortaya çıkan nesneye denir. Bir deyişe göre ise dinde, Peygamber
Aleyhisselam'dan sonra ortaya çıkan tutkulara ve davranışlara denir. Daha çok,
dinde ortaya çıkan eksiltme veya artırmalar için kullanılir." Bid'atı
tanıtırken dinin kemale ermesi esprisini omurgaya oturtan bu tanım, Arap
dilinin anıt bilginlerinden biri olan tbn Manzûr (ölm. 711/1311)
tarafından da verilmiştir. Ona göre de "Bid'at, dinde, kemale
erdirilişten sonra ortaya çıkan, icat edilen şeydir." (bk.
Lisânü'l-Arab, ilgili mad.)
Kur'an'ın
verileri ışığında lügat bilginlerinin yaptıkları açıklamalar dikkate
alındığında bid'at, dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine
yapılan ekleme veya bunlarda vücuda getirilen eksiltmedir. Buna göre, bid'at,
din bünyesinde söz konusu olur. Hayatın diğer alanlarındaki yeniliklerin
bid'at kavramıyla irtibatlandırılması tam bir saptırmadır. Hatta, diyanet denen
ve dine getirilen beşerî yorumları içeren alandaki yenilikler de bid'at
kavramı içine girmez. Bid'atin söz konusu edilebilmesi için "din" bünyesinde
yeni icatların olması gerekir. Başka bir deyişle, bid'at, tanrısal alana
müdahale ile ortaya çıkan bir olumsuzluktur. Dinin insana bıraktığı beşerî
alandaki yenileşmeler, bu yenileşme adına yapılan müdahaleler yanlış dahi olsa
bid'at adını almaz.
Bid'at,
Allah'ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektir.
Bunu
şu şekilde de ifade edebiliriz: Bid'at, vahyin oluşturduğu tevhit geleneğine
aykırı kabuller icat etmektir. Bunun içindir ki biz, tevhit geleneğini,
putperest Arap gelenekleriyle kirleten Emevîleri bid'at üretiminin babası
saymaktayız. Hz. Ali (ölm. 41/661), tevhidi tahrip eden Benu Üm eyye'nin
bu yanına değinirken şöyle diyor: "Onlar fitne denizlerine daldıkça
daldılar ve resuller yolunu bırakarak bid'atları aldılar." (Nehcü'lBelâğa,
hutbe 154)
Tevhit
geleneğini yıkan Emevîlerin bu tahriplerinin
açtığı yaranın acısı sahabî nesli tarafından değişik vesilelerle gündeme
getirilmiştir. Bid'at konusunun ilk eserlerinden birini yazmış olan Turtûşî
(ölm. 520/1126)den birkaç satır alalım: Peygamberimizin hizmetinde bulunan
Enes b. Mâlik (ölm. 90/708) birgün ağlayarak şöyle diyordu: "Resul'den
öğrendiklerimiz içinde bozulmayan tek şey şu namaz kalmıştı; onu da tanınmaz
hale soktular."
"Sahabî
Ebud Derda (ölm. 32/652)ya sordular: 'Resul, bugünkü
uygulamalarımıza baksa beğenmeyeceği bir şeyimizi görür müydü?' Cevap
verdi: 'Beğeneceği bir şeyimizi görür müydü diye sorsana!' Tâbiûn
neslinin en büyüğü kabul edilen Hasan el-Basri (ölm. 110/728 ) şöyle
diyor: 'Resul şu mescitlerinizin önünde durup baksa kıble dışında değişmeyen
bir şey bulamazdı...!' (Turtûşî; KitâbulHavâdis vel-Bida', 112-113)
Din
olmayan geleneklerin kabullerine ters, yeni kabuller oluşturmak bid'at olmaz.
Bunun içindir ki bid'at konusunu en iyi anlatanlardan biri olan Bâkırî, bid'atı
"dinde olmayan şeyi dine sokmaktır" şeklinde tanımladıktan
sonra şu yolda konuşmuştur: Bid'at, dinin tevkifi (içtihada kapalı)
meselelerinde söz konusu olur; âdetlerde ve mubahlarda olmaz. Eskiden yazı
divitle yazılırdı, şimdi bilgisayarla yazılıyor. Bunun bid'atla bir ilgisi
yok... (bk. Bâkırî, 69)
Bundan
şunu da anlarız: Bid'atı, bid'at-i hasene (güzel bid'at) ve bid'at-i kabîha
(çirkin bid'at) olarak ikiye ayırıp sonra da güzel-çirkin kavgası yapmak
temelden yanlıştır. "Güzel bid'at" tâbiri, birçok olumsuzluğun
gözden kaçmasına yol açan bir maske tâbirdir.
Ortaya
getirilen bir yenilik (veya yeni) dinde olmayan bir şeyi icat etmektedir;
bunun güzeli olmaz. Dine ekleme yapmanın güzeli olacağını söylemenin kendisi
bid'attır. Bir bid'atı ölçüt yaparak başka bir bid'atı tanımlayanlayız. Ortaya
getirilen yenilik, dinle ilgili değil de hayatın başka alanlarıyla ilgili ise
onun bid'at kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin, "Yemeği parmakla
değil de çatal kullanarak yemek bid'attır ama güzel bid'attır" sözü
bir bühtandır. Çünkü dinin yemeğin nasıl yeneceğine, hele hele parmaklarla
yeneceğine ilişkin bir hükmü yoktur ki, çatal ve bıçak kullanarak yediğimizde
dine bir yenilik sokmuş olalım.
Ve
örneğin, "Dişleri fırça ve macunla temizlemek bid'attır ama, güzel bir
bid'attır" demek de yanlıştır. Çünkü din, diş temizliğinin şekline
ilişkin bir kural getirmemiştir. Dişlerinizi temizleyin diyen Hz. Peygamberin
amacı da "dişlerin temizlenmesidir, ağza filan veya falan ağaç
dalının sokulması değil. Birisi çıkıp diş temizliği yapmayın derse işte bu bir
bid'attır ama dişleri şu veya bu âletle temizlemenin bid'atla bir ilgisi
yoktur. Diş temizliğini dal parçası fetişizmine dönüştürmek bir talihsizliktir.
Bid'at,
eski örflerin yerine yeni örfler koymanın adı değildir; dinin tespitlerinin
yerine eski veya yeni herhangi bir örfü koymanın adıdır. Bazıları ne hikmetse
eski örflere bağlılığı bid'at saymazken yeni örflere en küçük bir itibarı
hemen bid'at ilan eder. Oysaki örfün dinleştirilmesi her hal ve şartta
bid'attır. Bunun bir kısmı günah bid'atı olur, bir kısmı şirk bid'atı... Ama
"güzel bid'at" asla ve asla olmaz...
O
halde Müslüman için bid'atın göstergesi, Kur'an'da yer almamaktır. Çünkü
Allah'ın dininin kaynağı Kur'an'dır. Onun dışındaki kaynaklar dinin değil,
diyanetin kaynağıdır. Ve diyanet beşerî bir kurum olduğu için o alandaki
yenilikler bid'at değildir.
Ne
yazık ki bid'atla ilgili yüzyıllardır yazıp çizenlerin birçoğu, bu kavramı,
beşerî-ilahî alan ayrımı yapmadan, "öncekilerin kabullerine ters düşen
şey" olarak değerlendirdiler ve sonuçta bid'atla mücadele adı altında
yeni ve daha yıkıcı bid'atlar ürettiler. Bunların birçoğu, başkalarını bid'atla
itham ederken kendi mezhebinin kabullerini bile esas alabilmişlerdir. Örneğin,
bid'at konusunda yazanların en ünlülerinden olan Muhammed b. Vaddâh
el-Kurtubî (ölm. 287/900) ve Turtûşî, mezhepleri olan Maliki fıkhını
esas almış, bu fıkhın kabullerine ters düşen şeyleri bid'at olarak görme yönüne
gitmişlerdir.
Eskiye
ters düşmenin bid'at olarak nitelendirilmesinin getirdiği yıkım, özellikle sünnet
diye önümüze çıkarılan örflerin dinleştirilmesinde belirginleşir. Bu
noktada en dirayetli kalemlerin bile zaafa düştüklerini, bazan kendi ölçülerine
ters düşmeyi göze alacak kadar eskiye bağlılık gösterdiklerini görüyoruz.
Örneğin, bid'at konusunun en ünlü isimlerinden olan Şâtıbî (öl m.
790/1388), değil uydurma hadislere, zayıf hadislere bile karşı olduğu halde
bid'atlarla mücadele için yazdığı eseri el-I'tısam'da birçok zayıf
hadisi kullanmıştır. (Bu konuda bk. Atıyye, 9-12)
Çağdaş
yazar Atıyye, Şâtıbî ile ilgili bu saptamayı yapıyor, ama arkasından
aynı yola kendisi sapıyor. Bakın ne yapıyor: İmamın (devlet başkanının) Kureyş
kabilesi dışından da olabileceğini iddia etmeyi bid'ata örnek olarak
gösteriyor, (bk. Atıyye, 347 vd.) Gerçekten şaşırtıcıdır!
Atıyye,
bid'atla
savaşayım derken şirke yelken açıyor. Çünkü devlet başkanının Kureyş kabilesi
dışından olamayacağını söylemek İslam'ın evrenselliğini yıkıp onu Şintoist bir
hanedan dinine döndürmek olur ki, bunun adı şirktir.
Aynı
zât, Mutezile mezhebinin akılcı yorumlarının tümünü bid'at kabul
etmektedir.
Türk
din hayatında bid'ata karşı çıkmak adına ortaya çıkıp en yıkıcı bid'atları
üreten kişi ve zümreler epeycedir., Bunlara göre bid'at, öncelikle eski
kabullere aykırılıktır. Daha net bir çerçevede bakılınca bid'at bu insanların
mensup oldukları fırkanın kabullerine ters her şeydir. Bunlar için olay, "biz
ve ötekiler" olayıdır; din bunun sadece dokunulmazlığını sağlayan bir
araçtır.
Bu
fırka zihniyeti, dinde bölücülük (bk. Müminûn Suresi, 52-54) esprisinden
hareket ettiği için onun bu yaklaşımı kendi içinde "anlaşılabilir"
bir yaklaşımdır. Bizi esas üzen, ilim ve içtenliğinden kuşku duymadığımız bazı
kişilerin, andığımız fırkacılara destek olabilecek yorumlar üretmesi, kanaatler
sergilemesidir.
Böylesi
yorum ve kabullerle değerli bilgiler içeren eserlerini bir tür "hurafe
kuyusu"na çeviren rahmetli Ömer Nasuhi Bilmen (ölm. 1971),
bid'atı bakın nasıl tanımlıyor: "Din hususunda sahabe-i kiram ile
tâbiûnun iltizam ve delil-i şer'ınin iktiza etmediği muhdes şeylerdir." Bu
talihsiz tanımın günümüz Türçsiyle ifadesi şu: "Bid'at, din konusunda
yüce sahabîlerle onları izleyen kuşağın esas almadığı ve dinsel kanıtların
gerektirmediği sonradan ortaya çıkmış şeylerdir." (Bilmen; Istılâhât-ı
Fıkhıye Kamusu, 2/9)
Bu
tanıma göre, vahyin kanıtlarıyla, sahabe ve onları izleyen neslin tavır ve
kabulleri aynı değerdedir. Peki, o zaman Allah ve Peygamber diye diretmemizin
anlamı nedir? Sözün burasında Allah ile aldatma ustalığının: "O
insanların kabul ve tavırları Kur'an ve sünnete zaten aykırı olmaz ki..." şeklindeki
malum sloganı devreye sokuluyor. Akıl ve izan da hemen şunu söylüyor: Peki,
madem onların dedikleriyle Kur'an ve sünnet arasında bir fark yoktur, Kur'an
gibi tartışmasız bir kanıt-kaynak ortada dururken o kişilerin söz ve
kabullerini neden devreye sokuyorsunuz? Ve onların kabulleri Kur'an ve
Peygamber'e böylesine uygun idiyse tutuştukları kavga ve savaşlarda binlercesi
neden katledildi? "O, içtihat farkıydı" diyorlar. Peki,
böylesi facialara sebep olabilen o içtihatları nasıl ve neden dokunulmaz
kılıyorsunuz?
Ömer
Nasuhi merhum, biraz önceki İslam dışı tanımıyla da
hızını alamıyor. Kur'an-Peygamber ikilisine eklediği sahabe-tâbiûn ikilisine
ilaveten mezhepler panteonunu da devreye sokarak şöyle diyor: "Mezâhib-i
islamiyeden birine intisap iddiasında olup Ehlisünnet vel cemaatin akidelerine
muhalif itikadda bulunan şahsa da mübtedi' denir." (aynı yer) Yani,
İslam mezheplerinden birine bağlı olduğunu söyleyip ehlisünnet velcemaat (her
ne demekse)ın inançlarına aykırı inançlar taşıyan kişiye de bid'atçı denir.
"
Kısacası,
Bilmen'e göre, elimizdeki fıkıh kitaplarında din olarak önümüze konan
şeylerin herhangi biriyle ilgili olarak "acaba" dediğiniz
anda bid'atçı olursunuz.
Böyle
bir anlayışı Kur'an vahyi ve onun dini adına kabul etmek Kur'an'a saygısızlık
olur. Eğer bu söylenenler din ise o zaman Kur'an'a ihtiyaç kalmaz. Zaten bu
zihniyetin din meselesinde işi fiilen getirdiği nokta da budur. Bunların din
dediğine din dediğimiz andan itibaren, hâşâ, Kur'an olsa da olur, olmasa da...
Sözün
özü şudur: Bid'at aleyhinde yazanların çoğu, vahyin verilerini değil, kendi
mezhep, ırk veya bölgelerinin örflerini esas alarak başkalarını bid'atla itham
ettiler. Bid'atı Kur'an'a aykırılık olarak asla tanıtmadılar. Yani bid'atla
mücadele adı altında bir tür yozlaştırma yaptılar. Bunu yaparken de en yıkıcı
bid'atların babası olan Arap-Emevî kodamanlarının kabullerini öne çıkardılar.
Bu öne çıkarmayı "ashabın görüşleri, selefin yolu" yaftalarıyla
gerçekleştirdiler. Örneğin, bid'at konusunun en ünlülerinden biri olan Türkmanî
tam bir Arap örfleri me ddah ı görünü m ü arz etmekte dir . Tüm e s ki
örfleri din saymakta ve bunlara karşı çıkışları bid'at olarak damgalamaktadır.
Bu
mantığa göre, günümüzün bid'atlara karşı çıkışta en güvenilir zihniyeti Afgan
Taliban zihniyeti olacaktır... Çünkü eski kabulleri en büyük titizlikle koruyan
zihniyet odur.
Bid'atın
belirlenmesinde Kur'an'ı esas almamanın sonuçları çok kötü olmaktadır.
Bilmekteyiz ki, geleneksel kabul, "Bid'atın küfrü gerektirenini
sergileyen mürted olup katledilir; küfrü gerektirmeyenini sergileyen ise
ta'zîr ile cezalandırılır." demektedir, (bk. Âmir; et-Ta'zîr, 321-324)
Şimdi bu belirleme neye göre yapılacaktır? Eğer siz, bir mezhebin kabullerini
küfür-iman konusunda ölçü alırsanız, işe bir miktar da siyaset katan herkes
hoşuna gitmeyen herkesi "Küfrü mucip bid'at sergilemiştir" diye
suçlayıp mürted ilan edebilir. Bunun örnekleri yüzlercedir. Sünnete bağlılığı,
herkes tarafından kabul edilen Ömer b. Abdülazîz (ölm. 101/720),
minberlerden Ehlibeyt'e lanet okunması geleneğini kaldırdığında "sünnete
aykırı davranmakla suçlanmıştı. Bu suçlamayı yapan zihniyete göre, sünnet,
Emevîlerin yerleştirdikleri âdetlerdi; bid'at ise bu âdetlere aykırı hareket
etmekti.
Günümüzde,
din üzerinden siyaset yapan zihniyetlerin siyasal hasımlarını yıpratmada
kullandıkları yöntem, Ömer b. Abdülaziz'e uygulanan suçlama yönteminin
aynıdır. Bu zihniyet, her gün birkaç siyasal rakibini mürted ilan etmektedir.
İşte
İslam dünyasının rahat yüzü görmemesinin sebeplerinden biri de budur. Ve
birçok sebep gibi bunun arkasında da dinin Kur'an dışında yapılandırılması vardır.
Allah'ın
dininde eksiltme veya artırma yoluyla değiştirme olarak ortaya çıkan bid'atın
en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir. Bu iyi niyet zemini,
bid'atın toplumda revaç bulmasına sebep olmakta, bunun sonucunda da sapma
sessizce yerleşmekte ve dine eklenen âdet ve alı şkanlıklar dinleşmektedir.
Bid'at
konusunda yazanların en ünlülerinden biri olan Süyûtî (ölm. 911/1505 )
bu konuda yakınışını şöyle dile getiriyor: "Bid'atların bir kısmını,
halkın ibadet ve Allah'a yaklaşma zannıyla yaptıkları oluşturmaktadır. Oysaki
esasında bunların terk edilmesi ibadettir.... Cahiller bunların görüntüsünün
ibadeti andırmasına aldanarak esasında yasak olan fiilleri ibadet yerine koymaktadır.
Burada aldatıcı olan, 'daha çok ibadet etme' hırsıdır. İşte bu hırs,
insanları, ibadet görüntüsü veren bu yasakları icraya itmektedir "
...
"Bu
tür ibadetlerin haram olanı vardır, mekruh olanı vardır... Hz. Ömer (ölm.
23/643), Cuma namazının ardından iki rekât ilave namaz kılan bir adamı
engelleyip mescitten uzaklaştırmıştır..." (Süyûtî; Bid'atlar, 55-57)
Acaba
Ömer, günümüzde Cuma'ya ilaveten on dört rekât namaz kılınan camileri görseydi
ne yapardı?!
"Daha
çok ibade t" tutkusu nereden kaynaklanıyor? Daha
çok ibadet arzusu başkadır, daha çok ibadet tutkusu başkadır. Daha çok ibadet
arzusu, samimi bir arzudur ve o arzunun bizzat kendisi, sahibini ibadet şovu
yapmaktan alıkoyar. İbadet tutkusu ise marazî bir haldir ve sahibine şov
yaptırır.
Bu
şova engel olmak ve şovcuların açtıkları yaradan ibadet arzusu taşıyanların
zarar görmesini engellemek için tek yol vardır: İba detin, özellikle "d
aha çok ibadef'in, insanlar nezdinde bir seçkinlik ve itibar aracı olmasını
engellemek... Bu yapılırsa şovcu şov yapamaz, gerçek dindar ise rahat eder.
Ve ibadet, kendisinden beklenen sonucu verir.
Bunun
aksi yapılır, ibadet bir yükselme ve itibar görme aracı haline getirilirse riya
din hayatını kaplar. Bunun sonucu, yapay ibadetler icat edilmesi veya
bilinen ibadetlerin ilaveler, zorlaştırmalarla "daha çok itibar
sağlayıcı" hale getirilmesidir. Şâtıbî bu noktayı ona yakışır
bir ferasetle yakalamış ve çok güzel de ifade etmiştir. Diyor ki: "Birçok
mendup (zorunlu olmayan, edep tavrına uymak için yapılan) ısrar yüzünden vacip
(yapılması zorunlu)e dönüşmüştür..." (Muvafakat, 3/332)
Haftada
iki yüz rekât "teşbih namazı" (!) kılmak bir tür velilik
göstergesi yapılırsa teşbih namazcılığı başını alır gider ve bir süre sonra da
teşbih namazı İslam'ın bir şartı gibi algılanır hale gelir.
Bunun
varacağı yer, birçok vacibin terk yüzünden mubahlaşması yani serbest hale
gelmesidir. Çare, aşırı ibadeti kullar arasında bir üstünlük ve seçkinlik
belgesi olmaktan çıkarmaktır, ibadetin belirleyeceği üstünlük Allah ile kul
arasında kalmalıdır. Bizler, insanları kamuya, insan haklarına ilişkin
tavırlarına bakarak değerlendirmeliyiz. Çünkü o alanda riyakârlık ve
bedavacılık işlemez. Bir değer ya vardır, ya yoktur. Bir adam imzaladığı
çekleri ya ödüyordur, yahut ödemiyordur. Bu ödemenin sahtesi, şov aracı
yapılanı olmaz. Ama bir adam namazı gerçekte kılmadığı halde kılıyor
görünebilir, orucu gerçekte tutmadığı halde tutuyor görünebilir. Ağzıyla
"Allah" derken zihniyle şeytan diyebilir.
Bu
hal önce âdetleşir sonra da dinleşir. Adetler dinleştikçe din de âdetleşir.
Bunun sonu dinin tahribi ve saygınlığının yok olmasıdır.
Bid'atı
ortaya sürenin iyi niyeti Allah katında onu kurtarır mı, kurtarmaz mı? Bunu
tartışabilirsiniz ama bid'at yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşamaya
kalkışanların vücut verdikleri günahların yükünün bid'atı icat edenlerin
boynuna bineceğini tartışamazsınız. Çünkü Kur'an, ilimsizlik yüzünden
insanların sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insanların günahlarına
ortak olacaklarını çok açık bir biçimde bildirmiştir: "Onlar, kıyamet
günü, kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden
saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir. Bakın, ne
kötü şey yükleniyorlar." (Nahl, 25)
Metodolojist
Ebu İshak İbrahim b. Muhammed eş-Şâtıbî, bid'atlar konusunun temel
eserlerinden biri sayılan el-Ftısam'ında bid'atı, En'am 140. ayette
tanıtılan Allah'a iftira çerçevesi içine sokmuş, hatta daha da ileri
giderek En'am 137. ayetle irtibatlandırıp bir tür şirk gibi
algılamıştır. Şâtıbî'ye göre bid'atın esası En'am 137, 140 ve Zümer
Suresi 3. ayette kristalleşmektedir. Yani Şâtıbî'ye göre, bid'at,
bir şirk kurumudur ve esası da Allah'a iftira ederek dine haramhelal, iyi-kötü
eklemektir. Bu ilave kabuller onları uyduranlar tarafından süslenip
püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar tarafından benimsenip
hayata geçirilmektedir, (bk. Şâtıbî; el-I'tısam, 1/126139)
Şâtıbî
işin
burasında şunu da belirtiyor: Bid'atçılık, lanetlenmeyi gerektiren istisnaî
cürümlerden biridir, (bk. el-I'tısam, 117)
Şâtıbî
'ye
Ehlibeyt imamlarından destek vardır: İmam Ebu Cafer Muhammed b. Ali el-Bâkır
(ölm. 101/720), bid'atçıların yaptıklarını Kehf Suresi 103-104. ayetlerde
anılan zümrenin yaptıklarıyla irtibatlandırarak bid'atın bir tür şirk olduğunu
ima etmektedir, (bk. Bâkırî; Bid'at, 21)
Bu
yaklaşım, bid'atçılara hak ettiklerinden fazla yüklenmek değil midir? Şâtıbî
buna olumsuz cevap veriyor. Çünkü, bid'atçı, dinde olmayan şeyi dine
sokarak ulûhiyetin hakkına tecavüz etmekte, eklediği kabulleri dinleştirerek
bir tür sâri (dinde kural koyucu) sıfatı kullanmaktadır. Şâtıbî burada din
konusunun en müthiş tespitlerinden birini yapıyor. Diyor ki: "Ma'sıyet
yani günah ma'sıyet olarak kaldıkça Allah'a iftira değildir; ama ma'sıyet teşrî
(dinde kural koyma) aracı yapılırsa Allah'a iftira olur. " (bk.
el-I'tısam, 2/41)
Böyle
olunca da elbette ki şirk olur.
Şâtıbî'nin
bu ölümsüz sözleri bizi bir noktanın daha altını çizmeye götürmektedir: Dini,
Allah ile aldatarak halkı sömürme aracı yapanlar ma'sıyet (günah) ehlini
dinsizlikle suçlarlarken Allah'a iftira demek olan bid'at üretimini dine hizmet
gibi göstererek insanlık dünyasının en yıkıcı zulmünü sergilemektedirler.
Şâtıbî'ye
göre bid'atın kök salarak dirileşmesini kolaylaştıran illetlerden biri de
taklitçiliktir.
Şâtıbî
bu
tespitinde Hz. Ali'den esinlenmiş görünüyor. Hz. Ali, bid'atçılıkla
taklitçilik arasında kopmaz bir ilişki olduğuna yüzyıllar önce dikkat
çekmiştir. Diyor ki: "Ey insanlar! Fitnenin doğuşu, izlenen boş ve
iğreti arzularla icat edilen hükümler yüzündendir. Bu hükümlerde Allah'ın
kitabına aykırılık vardır; bunlarda kişiler kişileri taklit eder." (bk.
Bâkırî, 20)
Şâtıbî,
az
önce anılan yerde şunu da ileri sürmektedir: Bid'at, genellikle iyi niyetle
ortaya sürüldüğü için, icat edene önceleri toplumda itibar sağlar ama işin
sonu rezillikle noktalanır. B u son aşamada bid'atçılar sıkışır ve takıyye
(ikiyüzlülük) yoluna giderler. Yani bid'atçılar aynı zamanda en yaman
takıyyecilerdir.
İslam
din bilimleriyle uğraşanların, özellikle fakıh ve muhaddislerin hemen hepsi
bid'at konusuyla da ilgilenmişlerdir. Kimisi bağımsız eser yazarak, kimisi eserinde
bir bölüm ayırarak, kimisi de konuya birkaç cümleyle değinerek.
Bid'at
konusuna eğilenlerin hemen tamamı kendi anlayışlarına göre bir bid'at tanımı
vermiş, sonra da o tanıma uygun bid'at sınıflamaları yapmıştır. Ama hemen
hepsinin ortak kabulü, bid'atin "sonradan ihdas ve icat edilen
şey" olduğu merkezindedir. Biz burada üç tanıma yer verecek, bu
tanımların sonuncusunu eleştireceğiz.
1-
Şâtıbî:
"Bid'at, dinde kendisi hakkında
kanıt bulunmayan davranıştır." (el-I'tısam,
1/36)
2-
İbn
Receb el-Hanbelî (ölm. 795/1392): "Bid'at,
sonradan ortaya çıkan ve dinde kendisine kanıt olacak bir esasa dayanmayan
şeydir." (Câmiu'l-Ulûm ve'l-Hikem, 160) İbn Receb şöyle devam
ediyor: "Kendisine dayanak olacak bir aslın dinde bulunduğu şey, lügat
açısından bid'at olsa da dinen bid'at değildir."
3-
Kal'aci:
"Bid'at; Allah'tan, Resul'den ve fakıh sahabîlerden gelmeyen şeydir."
(Kal'aci;
Fıkhu'n-Nehaî, 1/315. Aynı yazarın benzer bir tanımı için bk. Fıkhu'l-Hasan
el-Basrî; 1/177)
Günümüz
araştırıcılarından biri olan Kal'aci 'nin bu tanımı, ne yazık ki eski
meslektaşlarından çok gerilerde kalmış ve geleneksel kabulleri okşamak
pahasına Islam'ın ruhuna ters düşmüştür.
Bid'atın
Allah ve Resul'de olmayan şeyin ortaya çıkarılması olduğunu kabulde hiçbir
zorluk çekmeyiz. Ama sahabîlerin sözlerinde olmayan şeyin bid'at kabul
edilmesini olumlu bulmuyoruz. Yani, dinin Allah ve Peygamber'e ilaveten üçüncü
bir dokunulmazı daha mı vardır? Sahabî, beşer değil midir? Beşerse, beşerin
tespitleriyle Allah'ın tespitleri aynı değer ve bağlayıcılıkta nasıl
tutuluyor?
Şunu
açıkça söylemek zorundayız ki bu anlayış, bid'atları eleştireyim derken,
tevhidi şirke bulaştıran bir anlayıştır. Çünkü ulûhiyetin şanından olan bazı
vasıfları insana vermektedir.
O
halde her "yeni" ve her "sonradan ortaya çıkan
şey" bid'at değildir. Bid'at, din koyucunun "din" olarak
gönderdiklerinin içinde olmayan şeydir. Din koyucunun akla, bilime, örfe... bıraktığı
alanlarda ortaya çıkan hiçbir "yeni", bid'at değildir. Şâtıbî örneklendiriyor:
"Din meselelerinde oluşturulan tarza ve tavra da bid'at denmez. Yeni
sanayi kolları, yeni yerleşim birimleri oluşturmak gibi..." (el-I'tısam,
1/37)
Bid'at
konusunu en iyi açıklayanlardan biri olan Iranlı yazar Bâkırî, yenileşmede
iki alanı birbirinden ayırıyor:
1-
Cânib-i şer'î (dinsel yan),
2-
Cânib-i örfî (geleneksel yan).
Bunların
İkincisindeki değişmelerin hiçbirisi bid'at olarak tanıtılamaz. Çünkü örf
değişkendir ve örf din değildir. (Bâkırî, 90-91) O halde, "icma' (söz
birliği), müftabih kavil (fetvad a esas alman söz), cumhur (çoğunluk)
görüşü" vs. adlarıyla değişmez ve dokunulmaz ilan edilen şeylere
ters görüş ileri sürenlerin bu yaptıkları bid'atçılık değildir. Çünkü
dokunulmaz ilan edilen bu görüşlerin hiçbiri Allah'ın gönderdiği değildir,
hepsi beşerin yorumu ve içtihadıdır. Beşerî olanda yenileşme, bid'at olamaz.
Aksi düşünülürse insanlık ilkel kabile standartlarının üstüne çıkamaz.
Esasında,
"icma', fetvaya esas olan söz..." başlıklarıyla değişmezler
yaratanlar ve bunlara uymayan görüşleri bid'at olarak damgalayanlar esas
bid'atı bu kabulleriyle ortaya çıkarmışlardır. Yani beşerî âdet ve yorumu
dinleştirmişlerdir. Bunlara uymayan yeni şeyler söylemek nasıl olur da bid'at sayılır?
Bid'at
sadece nesneler veya ibadetler icat etmekle olmaz. Dinde dayanağı olmayan
dinsel tavırlar da bid'attır. Örneğin, Bâkırî, tebliğde veya ibadet
hayatında ikraha (zorlama, baskı ve manipülasyona) gidilmesini bid'at
olarak kaydetmiştir. (Bâkırî, 22-26)
Demek
olur ki, bir şey din içinde ise onun uygulama şeklinin de din içinde belirlenen
tarz olması gerekir. Aksi halde bid'at ortaya çıkar. Bu, özellikle ibadet alanında
işleyen bir kuraldır. Bid'atlarla mücadelenin âdeta sembol ismi olan Ebu Şâme
(ölm. 665/1266) bu noktaya parmak basarken Gazâlî (ölm. 505/llll)nin
şu satırlarının altını çiziyor: "Yapılan işin Allah'a itaat türünden
olması kişiyi itaatkâr yapmaz.
Allah'a
itaatten söz etmek için vakit, şartlar ve tertibin de din tarafından belirlenmiş
olması gerekir." (Ebu Şâme, 108)
Bugün
Türkiye'de insanımıza kıldırılan 16 rekâtlık Cuma namazının İslam'da
yeri nedir sorusunu, yukarıki tespitten sonra bir kez daha düşünmek gerekir! Şâtıbî,
az önce sözünü ettiğimiz titizliğin hangi gerekçelere dayandığını
gösterirken şu yolda konuşuyor: Bir şey, esası bakımından dinsel olmakla
birlikte uygulaması yeni bir kural yaratıyorsa onun terki din olur. (bk.
Şâtıbî; el-I'tısam, 2/32-34)
Şu
halde, âdetin âdet olarak kalması halinde, eklenen ve değiştirilen ne olursa
olsun, bid'attan söz edemeyiz. Bizi bid'attan konuşmak zorunda bırakan
olumsuzluk, âdetin dinleşmesidir.
Din
olarak gönderilende bulunmayan şey olan bid'at, iki şekilde ortaya çıkar: 1Dinde
eksiltme yaparak, 2Dinde artırma yaparak.
Şunu
ekleyelim ki, bid'atlara baktığımızda daha çok dinde artırma (Şâtıbî'nin
deyimiyle 'tezeyyüd') ifade eden bid'atlarla karşılaşıyoruz. Bunların
çoğu da ibadet alanındadır. Şâtıbî , bu alandaki artırımın uzun vadede
ibadetten uzaklaşma getireceğinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor, (aynı eser,
1/22, 40)
Bid'atlar
çeşitli ölçütlere göre sınıflandırılmıştır. Bunların pratik bir önemi yoktur.
Bir-iki örnek vermekle yetineceğiz.
Bir
sınıflamaya göre bid'atlar dört kısımdır:
1.
Açıkça küfür olanlar: Cahiliye âdetlerinin dinleştirilmesi
gibi.
2.
Büyük
günah ile küfür arasında gidip gelenler: Çeşitli
fırkaların mezhep saplantıları gibi...
3.
Büyük günah (kebîre) sayılanlar: Cinsel
perhiz, iğdişleşme, kızgın güneş altında namaz kılma, sürekli oruç tutma
gibi...
4.
Mekruh
olanlar: Ramazan orucu biter bitmez hiç ara vermeden Şevval orucuna başlamak,
hutbelerde padişahlara dua etmek, Kur'an'dan belli bir yeri vird (her gün
belirli saatlerde okunan dua) edinmek gibi... (bk.
Şâtıbî; elFtısam, 2/36-39)
Bir
başka sınıflamaya göre bid'atlar iki kısımdır: 1. Terkî olanlar, 2. Gayrî
terkî olanlar. Birinci kısımda bid'at dinde olan bir şeyin terk edilmesiyle
sergilenir; ikinci kısımda ise dinin terk edilmesini istediği bir şeyin
yaşatılmasıyla sergilenir, (bk.
Şâtıbî; el-Ftısam, 1/42-45)
SİYASET
Sadece
İslam'ın değil, tüm dinlerin yozlaşmasında temel etkenlerden, daha doğrusu
temel belalardan biri de siyasettir. Yani dinin siyasal başarı ve çıkar aracı
yapılması... Biz bunu, siyaset ve saltanat dinciliği olarak anmaktayız.
Bu
konu üzerinde burada uzun uzadıya duracak değiliz. işin bu yanını biz, bu
konuya ayırdığımız "Allah ile Aldatma" adlı çalışmamızda
incelemiş bulunuyoruz. Burada söyleyeceklerimiz çok kısa olacaktır.
Tarihin
en acımasız sektörü, dini siyasal amaçlar için kullanan sektördür. Bu sektör,
insan kitlelerine yaptığı akıl almaz zulümlerle kalmamış, insanlığın birçok
büyük evladının dinden soğumasına, dine ve Tanrı'ya karşı çıkmasına da yol
açmıştır. Çünkü bu sektörün sergilediği kahırlara bakan insanlar "Din
bu ise olmaz olsun!" hükmüne varmak durumunda kalmış ve bu olgu dinin
tarih içindeki en büyük kaybı olmuştur.
Bu
sektör önce en zalim sektördür, çünkü insanlığın rahmet, kardeşlik ve
paylaşım kurumu olan dini doyumsuz iştahların aracı yaparak insanın temel
mutluluk yolunu dikenlemektedir. Bu sektör, aynı zamanda en namert
sektördür, çünkü hiçbir savunma ihtiyacı duymadan gönülden güvenip teslim
olmuş insanları aldatma üzerine oturmaktadır. Bu sektör, aynı zamanda tarihin en
nankör sektörüdür. Güvenilmezdir, vefa nedir bilmez; nankördür,
peygamberinin evladını bile hançerlemekten çekinmemiştir; arkadan vurur.
Dahası, yürüttüğü ve yaşattığı zulümlerin harcamalarını o zulmün mağdurlarına
yaptırmaktadır. Aldatılan kitleler, Allah ile aldatıldıkları için işin farkına
varmamakta, böyle olunca da tüm imkânlarını aldatanların önüne sermekte,
üstelik bunu bir ibadet coşkusuyla yapmaktadırlar.
Îşte
bunun içindir ki, hiçbir insanlık suçu ve hiçbir vahşet bu sektörün
yaptıkları kadar zalim ve yıkıcı olamaz.
Siyaset
dinciliğinin dini yozlaştırması nasıl oluyor? Bu sorunun en iyi cevabı, Emevî
krallığının tarihi içinde yatmaktadır. Biraz açalım:
Siyaset
dinciliğinin başarılı olması için dinin omurgasındaki tanrısal iradenin yerine
beşerî iradenin konması gerekir. Bu yapılmadıkça sergilenen hiçbir günah,
hiçbir hata dini yozlaştıramaz; dindarı da batırmaz. Hata nihayet günaha vücut
verir, günah ise tövbe ile silinir gider. Tanrısal iradenin yerine insan iradesinin
konması ise dinin rotasını değiştiren bir felakettir. Din, Allah'ın rahmetine
doğru yol almaktan ve aldırmaktan çıkar, insan nefsinin ve ihtirasların
kaosuna doğru yelken açtırmaya başlar. Bunun sonu, Allah'ın erdirici
iradesiyle insan nefsinin öldürücü arzularının yer değiştirmesidir.
Siyaset
dinciliği bilir ki, bu yer değiştirme gerçekleştirilmeden dini siyasal
çıkarların aracı yapmak olanaksızdır.
Dinde
bu irade değişikliği, her şeyden önce peygamberlerin ahlaksal etkilerinin
kırılmasını gerektirir. Peygamber, izlenebilecek bir ahlaksal model olmaktan
çıkarılıp bulutlar üzerinde kutsallık ve heyecan dağıtan bir dünya ötesi
varlığa dönüştürülür. Miraçla ilgili uydurmalar, Peygamberimizin sakalı
olduğunu iddia ettikleri kılların kutsallaştırılıp tavaf nesnesi yapılması vs.
hep bu dönüştürmenin İsrailiyât kaynaklı dayanaklarıdır. Unutulmasın ki, Hz.
Resul'ün evladından Hz. Hasan (ölm. 50/670)ı zehirleterek ortadan kaldıran ve
Hz. Hüseyin (ölm. 61/680)in boynunu vuracak Yezid-i Mel'un'u atama yoluyla
Müslümanların başına getiren Emevî kralı Muaviye, Hasan el-Basrî'nin ölümsüz
ifadesiyle "İslam'ın can damarlarını bir bir kestikten sonra" baş
ucunda ölmesini bekleyenlere, Peygamber'in atık tırnaklarından sakladığı birkaç
parçayı kefeninin arasına koymalarını, bu sayede mahşer günü kurtulmayı
umduğunu söyleyebilmiştir.
İşte
siyaset dinciliğinin dinden, Resul'den, âhiret hesabından anladığı budur!
Bulutların
üstüne gönderilen nebinin bu yeryüzünde izlenecek tek şeyi bırakılır: Yaşadığı
devrin fotoğrafı, yani içinden çıktığı toplumun giysisi, oturup kalkma şekli
vs. Bu noktaya gelindiğinde peygamber artık bir ahlaksal model olmaktan çıkmış,
bir artistik şekil öncüsü olmuştur. Sadece romantizm ve heyecan dağıtır ama
yaratıcı atılım ve uğraşların ilham kaynağı olmaz.
Peygamber,
ahlak ve sorumluluğun simgesi yapılmaz ama fetişizmin ve yapay kutsallıkların
bir tür ilahı konumuna getirilir. Bu yapılmıştır ve öylesine tevhit dışı bir
üslûpla yapılmıştır ki Kur'an'dan nasipli bir insan bunları gördüğünde bütün
zerreleri ürperir. Kur'an'ın defalarca "beşer" diye
niteleyerek yaşayan ve izlenebilen bir model haline getirmek istediği Peygamber
öylesine insan üstü bir konuma getirilmiştir ki sakalını, tırnağını, giysisini
fetişleştirmenin de ötesine geçilmiş, dışkısı fetişleştirilmiştir. Onun
yüceliğini anlatacağını söyleyenlerden bazılarının onun dışkısına "gâita-i
şerife" diyebildiklerine tanık olmaktayız. Dışkısı "şerif"
diye anılan bir insan, kitleler tarafından model alınamaz, sadece uzaktan
kutsanır. Çünkü o, Kur'an'ın "insan nebi"si olmaktan çıkarılmış,
şirkin "melek nebi"si haline getirilmiştir. (Bu noktada Kur'an'ın
şikâyetini görmek için Furkan Suresi 7-9. ayetlere bakınız)
Peygamber,
melek-nebi konumuna yükseltilip izlenebilir model olmaktan çıkarılınca, peygamber
yetkileriyle donatılmış izlenebilir modeller üretme aşamasına geçilir. Bunlar
din adına tartışılmaz, eleştirilmez, dokunulmaz, hata yapmaz kabul edilen
kişilerdir: Mezhep imamları, şeyhler, seyyidler, efendiler, üstadlar...
Bu
yapılandırma ulema-i ızâm (yüce ulema), fukaha-i benâm (ünlü
fakıhlar), müçtehidîn-i kiram (soylu müçtehitler), cumhur (çoğunluk),
eimme (imamlar) vs. övgü yaftalarıyla donatılan kişilere (onlar
farkında olur veya olmaz) yaptırılır; arkasından da onların kabullerine karşı
çıkanlar dindışı ilan edilerek işe yarar kurallar serisi tabulaştırılır. Bu
yaftalar onlara, kıymetleri bilindiği için değil, dokunulmaz kılınıp
putlaştırılmaları için verilir. Aksi olsa, yani bu yaftalar ilme ve âlime
saygıdan doğsa, âlimin yaşayanına zulüm, öleninin fosiline övgü söz konusu
olur muydu?
îstenen
tespitler yaptırılan kişilerin ve o tespitlerin dokunulmaz kılınması için bir
slogana ihtiyaç kalmıştır. Slogan bulunmuştur: "Büyük imamlar devri
bitmiş, din konusunda söylenecekler söylenmiştir." Kimse
sormamıştır: "Vahyin son ayeti olan Mâide 3, dinin o gün kemale
erdirilip tamamlandığını insanlığa ilan ederken sürç-i lisan mı etti de siz bu
kemale erdirme işinin 'büyük imamlar' tarafından gerçekleştirildiğini söylüyorsunuz!?"
"İçtihat
kapısı kapanmıştır" şeklinde ifadeye konan ve bugün
îslam dünyası tarafından lanetlenen şirk sloganı işte bu devrenin ve zihniyetin
ürünüdür. Bu sloganın esas anlamı düşünen ve düşündüğü için de itiraz etmesi
mümkün olan kişiler devri kapatılmıştır demektir. Kur'an ise öteki taraftan
çağırıp duruyor: Ey iman edenler, sakın raiyyeleşmeyin, davar sürüsüne
dönüşmeyin!., (bk. Bakara, 104)
Emevî
işte bu "davarlaşma"y a giden çığırı açmıştır. Onun tahrik ve
afsunuyla vücut bulmuş fıkıh ve hadis kitaplarının yanında, iman esaslarıyla
ilgili akaid kitaplarında bile Kur'an'la taban tabana zıt yüzlerce kabul ve
kural vardır. Adeta, karşı bir devrim yapılmış da İslam'a rakip başka bir din
kurulmuş gibidir...
Ne
ilginçtir ki Emevî'nin, tam bir şeytanet ile (bu deyim,
148/765'te ölen îmam Cafer es-Sadık tarafından Emevî krallarının siyasetlerini
tanımlamak için kullanılmıştır) vücut verdiği Kur'an dışı tespitler tüm za
manların siyaset dinciliğine azık ve dayanak olmaktadır. Ve işte bu yüzden,
günümüzün siyaset dincileri bu sahte dini tüm kavram ve kurumlarıyla yaşatmayı
bir tür varoluş gayesi bilmektedir. Bu sahte dine karşı çıkanlar,
dindışılık, zındıklık, reformculuk, hatta ajanlık ve din yıkıcılıkla
suçlanmaktadır.
Sonucun
tam alınması için, kuşku yaratanların iyice tasfiyesi de sağlanmıştır.
Ta'zîr
(kelime
anlamı terbiye etme, dikkatli olmaya zorlama, tedbir alma) denen kavram ve
kurum işletilerek devlet başkanına, sakıncalı gördüğü konularda sakıncalı
gördüğü kişileri hizaya getirmek için tedbir yetkisi verilmiştir. Bu yetki ilk
zamanlar, dayak ve hapis gibi cezalar öngörüyordu. Daha sonra,
uygulanan siyasetlere karşı çıkışlar artınca yetki sürgün ve öldürmeye kadar
uzatılmıştır. Ve bir gün gelmiştir ki, devlet başkanı (imam, halife veya
sultan) saltanatı için sakıncalı gördüğü kişi veya kişileri hiçbir sorgulama ve
araştırma yapmadan bir emirle katlettirebilmiştir. Osmanlı düzenindeki "siyaseten
katil" kurumu da işte bu ta'zîr kurumunun bir uzantısıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
adamlarından
vezir-i âzam mevkiinde olanların sayısı 43'tür: 23 tanesi azledilmeden, 20 tanesi
azledildikten sonra katledilmiştir. Katledilen şeyhülislamlar da vardır. Bu
ölümler içinde devletin varlığı ve halkın huzuru için gerekli olanlar elbette
vardı; bizim eleştirimiz, bunun din adına yapılmış olmasına yöneliktir.
Biliyoruz
ki siyaseten katil, önce suçluların katli idi, daha sonra potansiyel
suçluların, ve nihayet hayalî suçluların katli haline geldi... Gerekçe şudur:
Hikmet-i hükümet... Sultan öyle görmüş, öyle uygulamışsa bir hikmeti
vardır, soru sorulmaz... (Hikmet-i hükümetin nasıl işlediği hususunda bk. Mumcu,
93 vd.)
Kur'an,
sadece şu iki halde ölüm cezası vermektedir: Taammüden cinayet, terör. Bir adı
da "sünnet-i Ömer" (Ömer'in sünneti) olan recm ile bir adı da "sünnet-i
Ebu Bekir (Ebu Bekir'in sünneti) olan mürtedlerin katli İslam dışıdır, (bk.
Ahmet Mumcu, 45-46) Mürtedler, genellikle devlet aleyhine çalışan
casuslar olarak yakalanmış ve öldürülmüşlerdir. Keşke gerekçe böyle gösterilse
ve siyasetin işini kolaylaştırmak için din paravan yapılmasaydı.
Sünnet-i
Ömer deyimini ilk kullanan ve yerleştiren, Muaviye'dir. Bu
deyimi, ilk kez, ölen zenginlerin mallarına yönetim adına el koymak için
kullandı, (bk. Mumcu, 13) Bu "sünnet-i Ömer"ler zamanla sünnet-i
Muhammed gibi algılandı ve daha sonra da sünnetullaha dönüştürülüp din haline
getirildi. Olaya buradan baktığınızda şu tespite katılmamanız mümkün değildir: "İslam
hukuku diye andığımız bütün içinde Kur'an ve sünnetin yeri ancak yüzde birdir."
(Kremer'in bu tespiti için bk. Mumcu, 29)
Tüm
bunları bildikten sonra ta'zîr kurumunun, adı konmamış bir engizisyon
olduğunu söylemek acaba abartma olur mu?
İslam
hukukçusu Abdülkadir Udeh, "Nassız (ayetsiz) suç ve ceza olmaz ilkesi
dinin temel ilkelerindendir ama kamu yararı bu ilkenin esnetilmesini bazan
gerekli kılar." diyor. (bk. Udeh; et-Teşrî'u'l-Cinâî el-Îslamî, 1/126)
Bunu biz de kabul ederiz ama tarihe binlerce masumun katlinin dayandırıldığı
bir kavram olarak geçen ta'zîrin, hukukun normal sayacağı esnemelerle vücut
bulup işletildiğini söylemek inandırıcı değildir.
Hurafe
ve siyaset dinciliği çok iyi bilmektedir ki o eski kural ve kabuller yıkılırsa
bugünün dünyasında onların yerini alacak yeni kabuller üretmek mümkün olmaz. O
halde onların yaşatılması lâzımdır. Bunun için onların, onlara vücut verenlerin
dokunulmaz, kutsal, zaman üstü, aşılmaz ilan edilmesi kaçınılmazdır.
Dinin
siyasete âlet edilmesi konusunda birkaç noktanın daha altını çizeceğiz.
Bunların ilki, müminin siyasetle meşgul olmasıyla dinin siyaset aracı
yapılmasının farklı olduğu gerçeğidir. Siyaset dinciliğine karşı çıkış,
müminlerin siyasetten uzak durmaları anlamına alınamaz. Îkisi farklı şeylerdir.
Îşi
bu şekilde algılamak ve "Dindarsan siyasetten uzak dur, o işi bize
bırak!" anlamında tavırlar sergilemek ayrı bir din sömürüşüdür, bir
insanlık suçudur; insana ve insan haklarına hakarettir.
Dine
gönül vermiş insanlar, kendi değerleriyle prangalanarak sivil toplum hayatının
dışına itilemez.
Mümin
siyasetle uğraşacak ama "Dini benden başkası temsil edemez, benim
hizmetimde ve emrimde olmayanların dindar olmaları mümkün değildir! " mantığıyla
mukaddesler üzerinde hegemonya kurmaya kalkanların dinin başına bela açacağını
da bilecek.
Ikincisi,
müminin siyaset anlayışında, siyasal çıkar için şer ve kötülükle
beraberliğe gitmek yoktur. Çünkü Kur'an, yardımlaşma ve beraberliğin
iyilik, güzellik ve hayırda olmasını istemiştir; kötülük, zarar ve serde
yardımlaşma ve anlaşmaya gitmek temelden din dışıdır. Bu dindışılıkla ne dine
hizmet edilebilir ne de insana...
Üçüncüsü,
dine yalan söyleterek din hizmeti yapılamaz. Oysaki siyaset dincileri sınırsız
ve amansız bir biçimde yalan söylemektedirler. Yalan ve iftira bunların
sermayesi, hatta dini-imanı gibidir. Din; yalanı, iftirayı, vefasızlığı,
küstahlığı, düzenbazlığı, aldatmayı, kamu malı yemeyi, ikiyüzlülüğü...
yasaklarken siyaset yapanları istisna etmemiştir. Bu değerleri çiğneyenlerin
"Dine hizmet gayesiyle yaptık" yolunda Makyavelist bir savunmaya
gitmeleri, işledikleri günahlardan daha beter bir suçtur; Kur'an açısından bir
talihsizliktir, din tahribidir.
Fitne
ve fesat "fi sebîlillah" (Allah yolunda) olmaz.
Siyaset dinciliği, tarih boyunca sergilediği serleri, fitne ve fesatları
hep "Fi sebîlillah yaptık, onun için mazuruz!" diyerek
yapmıştır. Eğer bir din bu gerekçeyi onaylıyorsa onun insanlığın vicdanında
yer bulması imkân ve ihtimal dışıdır. Böyle bir din Allah'ın rahmeti olan din
olamaz; o, birilerinin uydurduğu bir siyasal çıkar felsefesidir.
"Böyle
davranmaz isek başarılı olamayız!" diyenler varsa onlara
şunu söylemek gerekir: Hiçbir mümin, siyasal başarı uğruna dininin yara almasına
seyirci kalamaz. Seyirci kalabilen, mümin olamaz.
Mümin
siyaset yapacaktır ve yapmalıdır; çünkü siyaset bir hizmet mesleğidir. İnsana
hizmet ise ibadettir. Dinin siyasete âlet edilmesine gelince, o, siyasette başarılı
olmayı dinin mukaddeslerini araç yapmaya bağlamak, dinin, tüm insanlığın ortak
malı olan değerlerini bir siyasal ekibin öne çıkarılmasına araç yapmaktır.
Siyaset dinciliğinde başarı, siyasal muhalifleri saf dışı etmek ve kendini öne
çıkarmak için dinin baskı, manipülasyon, susturma aracı olarak sömürülmesine
dayanır. Siyaset dinciliğinde salt ve saf siyasal başarı yoktur, dinin
değerlerini başkalarının aleyhine kullanarak onları susturma vardır. Bunun
içindir ki siyaset dinciliğinin en değerli sermayesi hasımlarını tekfir (kâfir
ilan etme) ve onlara din adına iftiradır.
Böyle
bir siyaset müminin siyaseti olmaz, düpedüz dinsizlik olur. Dinin yağmalanması,
din değerlerinin insana açtığı kredilerin belli bir grubun çıkarı için tekele
alınması olur.
Son
olarak şunu da söyleyelim: Siyaset dinciliği, politik çıkarları uğruna din ve
iman değerlerinin zedelenmesinden, hatta telef edilmesinden rahatsız olmamaktadır.
Siyaset dincisi, siyasal çıkarı için dinle imanla zerre kadar ilgisi
olmayanlarla sarmaş-dolaş olabildiği, kader birliğine gidebildiği halde dini
adına en seçkin değerleri üreten ama kendisine politik destek vermeyen
insanlara amansız biçimde düşman olabilmektedir.
Siyaset
dincisinin hayatında ve davranışında belirleyici unsur. Allah'ın rızası ve dinin
saygınlığı değil, siyasal hesap ve çıkardır.
Burada
bir gözlemimizi anlatmak istiyoruz: Türkiye'nin değişik yörelerinde yıllarca
Alevî-Şiî düşmanlığı yapmış, hatta Ali adından bile rahatsız olduğunu ifade
etmiş "hocaefendiler" tanıdık. Bunlar günün birinde koyu
Alici-Şiîci kesildiler ve bazı siyasal odakların gönlünü almak için eskiden
neredeyse ilahlaştırdıkları Ömer'e, Ebubekir'e dil uzatmaya
başladılar. Neden?
Çünkü
İran'da bir Şiî ihtilal oldu ve Türkiye'de bu "hocaefendiler"in
bağlı olduğu siyaset odakları o Şiî ihtilalin öncüleriyle siyaset birliğine
girdi. Şimdi bu efendilerin din hassasiyetleri ne oldu? Pek çok insan sormak
ihtiyacı duymuştur: Bunların din nutukları Allah için mi, siyasal hesaplar
için mi?
Aynı
tutarsızlık, devrim sonrasında İran tarafından sergilenmiştir. Islamî
devrimi hararetle destekleyenlerden olarak biz, bu tutarsızlıkları görerek
korkunç hayal kırıklıklarına uğradık.
Ne
yazık ki İran. siyasal rant uğruna dünyanın her tarafında, o arada Türkiye'de
en hızlı Yezitçilerle işbirliği yapmaktan çekinmeyen bir tavır izlemektedir. Nerede
kaldı Ehlibeyt davası, nerede kaldı Emevî'nin İslam'ı perişan ettiğinden
asırlardır yakman anlayış!..
Gaye
dinse, bu tavrın izahı mümkün değildir; gaye siyasal çıkarsa o zaman da bu
tavra din demek mümkün değildir.
Demek oluyor ki
dinin siyasal çıkar aracı yapılması din adına hayal kırıklığı, yozlaştırma ve
hüsrandan başka bir şey getirmemektedir. Bunun böyle olduğunu, tüm dünya ile
birlikte biz de izlemekteyiz... RABLEŞTİRME
Rableştirme,
Allah'ın sıfatlarından biri olan Rab sıfatını ismen veya fiilen birilerine
vermek, birilerini rab haline getirmek demektir. Kur'an bunu "Allah'ın
berisinden rabler edinme" şeklinde ifadeye koymaktadır. Rableştirme,
Hz. Yûsufun ağzından eleştirilirken şu ürpertici soru sorulmaktadır: "Fırkalar
oluşturmuş rabler mi hayırlıdır, yoksa Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı?" (bk.
Yûsuf, 39)
Bu
beyyine (tanrısal kanıt), dolaylı olarak şunu da göstermektedir: Rableştirme ve
rableştirenler mutlaka ve muhakkak fırkalar oluşturur, parçalanma ve bölünme
getirir, tevhit gerçeğinden uzaklaştırır... Bir kanserojen bölünmedir ki o,
Allah'tan başka hiçbir güç önüne geçemez.
Şirkin
bir belirişi olan rableştirme, şirki en büyük zulüm olarak gören Kur'an'ın
insan hayatından kovmak istediği temel olumsuzluklardan biridir. Üç temel
görünüm arz eder:
1.
Melekleri
rableştirme (Âli İmran, 80),
2.
Peygamberleri
rableştirme (Âli İmran, 80),
3.
Diğer
insanları rableştirme.
Diğer insanları rableştirme de iki türlüdür: a) Din
adamlarını, din sınıfını rableştirme (Tevbe, 31),
b)
Kişilerin
birbirlerini rableştirmesi (Âli İmran, 64).
Rableştirmenin
dini yozlaştırmaya sebep olanları, peygamberleri rableştirmeyle din sınıfını
rableştirmedir. Çünkü bu rableştirmeler inkarcılar tarafından değil, inananlar
tarafından kutsal adına yapılır. Bu yüzden en büyük yıkımı dinedir ve bu
yüzden en tehlikeli rableştirme türüdür.
Peygamberlerin
rableştirilmesi, dinler tarihinin en acılı
dramlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Peygamberler, habercisi ve elçisi
oldukları Yaratıcı ile ortak konumuna getirilerek hizmet ettikleri davanın tam
tersi bir amaca araç yapılmışlardır. Kur'an'ın bundan şikâyeti çok ağır ve
ısrarlıdır.
Allah'ın
elçilerinin Allah'ın ortakları konumuna getirilmesi ve
bunun din adına yapılması Cenabı Hakk'ı öfkelendiren temel sapmalardan biridir.
Peygamberlerin
rableştirilmesi dinde tevhidin omurgasını zedeler, şirke kapı açar.
Yozlaşmanın ana kanalı budur. Bu kanal, ne yazık ki peygamberlere saygı ve
onları yüceltme adı altında yapılmıştır ve yapılmaktadır.
Kur'an'ın
ana şikâyetlerinden biri olan bu sapma, Muhammed ümmetinin de temel
sürçmelerinden biri olmuştur. Kur'an'ın bütün uyarısına, Cenabı Peygamber'in
tüm engellemelerine rağmen...
Bunun
nasıl yapıldığı, bu eserin "Peygamberlik ve Peygamberlerle ilgili
Sapmalar" bölümünde incelenmiştir.
Din
adamlarının veya din sınıfının rableştirilmesi de
Kur'an'ın şikâyetlerinden biridir. Kur'an, nebileri rableştirmenin giderek din
büyüklerini rableştirmeye varacağına dikkat çekmiştir. Hz. İsa'yı, Hz.
Uzeyr'i "övüyoruz, yüceltiyoruz" teranesiyle
rableştirenler (bk. Tevbe, 30), bir adım sonra da hahamlarını, ruhbanlarını
rableştirmişlerdir. Bu bir süreçtir ki bir kez girdiniz mi şeytan size onu
mutlaka tamamlatır. Yani nebilerin rableştirilmeleri, kaçınılmaz bir biçimde
din temsilcilerinin rableştirilmesiyle sonuçlanır. İsa ve Uzeyr'in hemen
arkasından hahamlar ve rahipler rableştirilmiştir. (bk. Tevbe, 31)
Kur'an
âdeta şunu ilan ediyor: Peygamberleri rableştiren hasta şuuraltı onlardan
boşalan yere birilerini oturtmak istemektedir. O birileri din sınıfının önde
gelenleridir. Onun içindir ki Kur'an, Tevbe Suresi'nin 30. ayetinde
nebilerin rableştirilmesinden, 31. ayetinde de din sınıfının
rableştirilmesinden söz etmiştir.
Ne
yazık ki Kur'an'ın tanıttığı ve yıktığı bu bela, sonraki zamanlarda İslam'ın
bünyesine de sokulmuş ve önce İsrailiyât uydurmalarıyla Hz. Peygamber
rableştirilmiş, onun ardından da-süreç işleyerek-din adına yüce bilinen kişiler
(sahabîler, tabiîler, şeyhler, mezhep imamları, seyyidler, şerifler vs.)
rableştirilmiştir. İslam dünyası bu rableştirmenin zehirli kahırları altında
asırlarca inim inim inlemiştir ve ne yazık ki inlemeye devam etmektedir. Yüzlerce
örtülü yedek ilah, binlerce maskeli sahte peygamber, dirisi veya ölüsüyle,
ümmetin kaderine hükmetmektedir.
Dinde
yozlaşmanın belirginleşmesi, başka bir deyişle bid'atların dini kuşatması
din adamlarının rableştirilmesiyle gerçekleşir. Dinde yozlaşmanın son
aşaması, bu aşamadır. Dinde sahte hüküm makamlarının doğması, yapay yasakların
ve sevapların vücut bulması bu aşamadadır. Çünkü din adamlarının hoş
gördüklerinin helal, çirkin gördüklerinin haram ilan edilmesi de bu aşamadadır.
Hahamların
ve rahiplerin rableştirilmesinden yakınan Tevbe 31. ayet indiği zaman
Peygamber Aleyhisselam'a sordular: "Hahamların ve rahiplerin
rableştirilmesi nasıl olur?" Buyurdu ki: "Bu rableştirme
halkın onlara ibadet etmeleri, tapmalarıyla olmaz; onların helal ilan ettiğini
helal bilmek, haram dediklerini de haram bilmekle olur." (bk. Tirmizî,
tefsîru Suretü't-Tevbe: hadis no: 3095))
Şimdi
biz soralım: Onların haram dediğinin haram, helal dediğinin helal kabul
edilmesi nasıl olur? işte reçete bu sorunun cevabındadır.
Hiç
kimse inkâr edemez ki, bugünün insanı için, din büyüklerinin az önce
değindiğimiz yolla rableştirilmeleri ashabın, tâbiûnun, mezhep imamlarının
tarikat liderlerinin, hatta b az ı siyasal şeflerin sözlerin i buyru k kabul
etmek şeklinde vücut bulmaktadır. Onlar ne demişse doğrusu odur; içtihadın
şaşmazını onlar yapmış, ilhamın sapmazını onlar yakalamıştır. Din, onların dediği
ve yazdığıdır...
işte
bu anlayış ve kabul, Kur'an'ın Tevbe 31. ayetinin getirdiği ve o ayetle
ilgili olarak Resul'ün gösterdiği beyyinenin dikkat çektiği felaketin ta
kendisidir.
Bu
felaket bugün Müslümanların nefesini kesmekte, bilime, akla, mutluluğa, onura,
huzura ve nihayet Allah'ın dinine giden yolları dikenlemektedir. Müslümanların
tüm gayretlerini sonuçsuz bırakan, dökülen terleri işe yaramaz hale getiren
bela bu beladır. Bu bela, insanı insan yapan üstünlükleri çürütmekte, özgürlük,
irade, yaratıcılık ve üreticilik gibi yüceltici değerleri köreltmektedir. "Sakın
raiyyeleşmeyin!" diyen bir kitabın iman çocukları böyle bir belanın
girdabında kıvranırken nasıl olur da insanlık kervanının önüne geçebilirler!?
Bu, her şeyden önce o kitabın ilkelerine aykırıdır. Varlık ve hayatın
kanunlarına zaten aykırıdır...
Kısacası,
İslam dünyası, Allah'ın berisinden rabler edinmeyi
sürdürdüğü sürece sürünmeyi de sürdürecektir... İkinci Bölüm
ALFABETİK SIRAYLA
KONULAR ABDEST
Türkçe'ye
Farsça'dan geçen abdest, ab (su) ve dest (el) kelimelerinin
birleşmesinden oluşmuştur.
Arapça'da
abdest anlamında kullanılan vudu' kelimesi Kur'an'da geçmez. Kur'an,
abdestin adını anmaz ama onun ne için ve nasıl alınacağını anlatır. Nasıl ve
neden bozulacağını da anlatır.
Abdest
sadece ve sadece namaz kılmak için gereklidir. Kur'an,
namaz dışında herhangi bir ibadet veya davranış için abdest almanın gerektiğine
ilişkin bir ima bile taşımamaktadır.
Tüm
bu söylediklerimize yer verilen ayet M aide Suresi 6. ayettir: "Ey
iman sahipleri! Namaza duracağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar
ellerinizi yıkayın; başlarınızı mesh edin ve topuklara kadar ayaklarınızı mesh
edin/yıkayın."
Abdestin
nasıl alınacağını düzenleyen ayet, ayakların durumunu iki anlama gelebilecek
bir cümle yapısıyla vermiştir. Yani cümle o şekilde kurulmuştur ki ilk ve açık
ifadesinden ayakların mesh edileceği, ikincil bir anlam olarak da ayakların
yıkanacağı anlaşılmaktadır. (Bu konuda fıkıh ve tefsir tekniği açısından geniş
açıklamalar için bk. Öztürk; "Kur'andaki İslam", ilgili
ayetin açıklaması)
Bu
tarz, Kur'an'ın daha başka konularda da baş vurduğu "kolaylık
sağlayıcı esnekliklerdendir. Abdest o şekilde düzenlenmiştir ki isteyen ayaklarını
yıkayarak, isteyen de mesh ederek abdest alabilecektir. Nitekim Asrısaadet
Müslümanları da böyle yapmışlardır. Abdest aldıklarında kimi ayağını yıkamış,
kimi mesh etmiştir. Aynı kişi bir seferinde yıkamış, öteki seferinde mesh
etmiştir. Allah bu işi kuluna bırakıyor.
Kul,
durumuna, şartlara, mevsime vs. bakarak ayağını mesh etmek veya yıkamak
yollarından birini tercih eder. Karar kendisinindir.
Ayağın
meshi için herhangi bir şekil şartı yoktur. Yani ayak çıplak olabileceği gibi,
çoraplı, ayakkabılı veya çizmeli olabilir. Asrısaadet'teki uygulama da bu şekildedir.
* Abdesti, namaz dışında bazı ibadet
ve davranışlar için de gerekli göstermek:
Abdestin,
namaz dışında bazı ibadet ve davranışlar için de gerekli olduğunu söylemek
Kur'an ve sünnete aykırıdır. Sonraki zamanlarda, yapay kutsallıklar ve
buyruklar üreten bazı kişilerin dayatmasıdır.
İşin
esası budur. Bunun dışına çıkarak namazdan başka ibadetler için abdest şartı
koymak, özellikle Kur'an'ın tutulup okunmasını abdestli olma şartına
bağlamak Kur'an dışıdır, saptırmadır.
(Bu
konunun ayrıntıları, Kur'an ile ilgili bid'atlar bahsinde verilmiştir. Geniş
bilgi için ayrıca "Kur'andaki İslam" adlı eserimize
bakılabilir.)
*
Ayakların yıkanmasını farz göstermek:
Bu
da Kur'an dışı bir iddiadır. Ayakların öncelikle mesh edilmesi emrediliyor. Ama
kullanılan ifade, dileyenin ayaklarını yıkayabilceğini de göstermektedir. Hal
böyle iken, ayakların yıkanmasını farz gösterip mesh edebilmek için çorap türü
bazı deri giysilerin (mest) giyilmesini şart koşmak Kur'an ve sünnette yeri
olmayan bir dayatmadır.
Ayaklar
her hal ve şartta mesh edilebilir: Çıplak, çorap üstüne, ayakkabılı, çizmeli,
takunyalı vs. (Bu konudaki Asrısaadet uygulamaları için bk. İbn Hemmâm; el-Musannef,
1/199-201)
Fıkıh
kitaplarında "huff" (mest) diye geçen ve uzun uzun anlatılan
şey, bir tür deri ayakkabıdır. Sıcak iklimin bir tür ayakkabısıdır. Bugün bunu
çorap yerine koyarak enine boyuna anlatıyorlar ve bunun dışındaki çorap veya
ayakkabılar üstüne mesh edilemeyeceğini hükme bağlıyorlar ki, tam bir
saptırmadır. Dinde zorlaştırma ve ziyadeleştirmenin açık örneklerinden
biridir.
O
halde abdestin farzları (mutlaka yerine getirilmesi gerekenleri) ilmihal
kitaplarının yazdıkları gibi 4 değil, 3'tür. Bunlar: 1. Yüzü yıkamak, 2.
Elleri dirseklere kadar yıkamak, 3. Başı ve ayakları mesh etmek (ayakları
yıkamak tercihe bırakılmıştır, mesh etmek ise farzdır).
Kur'an
ve sünnetin istediği abdest budur. Bu abdest, İbn Hemmâm (ölm.
211/826)ın, sahabî ve tâbiûn (sahabîlerden sonra gelenler) nesline dayanarak
verdiği tanıma göre, "iki organın (eller-kollar ve yüz) yıkanmasıyla,
iki organın (baş ve ayaklar) mesh edilmesinden ibarettir." (Ibn
Hemmâm, 1/17-21) Zorunlu hallerde abdestin yerine geçen teyemmümde bu
iki çift organın yıkananlarına mesh uygulanır, mesh edilmesi gerekenleri (baş
ve ayaklar) tamamen devre dışı bırakılır.
Şunu
da ekleyelim ki, abdestte işleme tâbi tutulan organların tümü, az veya çok
açık hava şartlarına maruz kalan organlardır. Böyle olduğu içindir ki bu
organlar, örneğin, örtünme emrinde buyruk kapsamına sokulamazlar.
Abdest
uzuvları tesettüre tâbi değildir.
Bunlar
da yüz, dirseklere kadar eller, saçlar ve ayaklardır. Asrısaadet'te uygulamanın
böyle olduğunu görüyoruz. Tüm hadis kaynakları, o devirde Müslümanların
kadın-erkek aynı yerden, hatta aynı kaptan birlikte abdest aldıklarını açıkça
göstermektedir. Bunun açık anlamı, abdest uzuvlarının tesettüre tâbi olmadığıdır.
Bunu
söylediğimizde bir cehalet sergilenmekte ve şöyle denmektedir: O uygulama,
mahrem kadm-erkekler arasında veya Peygamberimizle eşleri arasında idi. Bu tam
bir yalandır ve kaynaklara açıkça terstir. Kadınerkek tüm Müslümanların bir
arada ve aynı kaplardan abdest almalarıyla, mahrem kadın-erkeklerin veya peygamberimizle
eşlerinin aynı kaptan yıkanmalarına-abdest almalarına ilişkin haberler ayrı
ayrı başlıklar altında verilmiştir. Hatta Hz. Ömer, bu durumdan rahatsız
olmuş ve sert tavrını bir kez daha konuşturarak kadın ve erkekler için ayrı
kaplar hazırlanmasını önermiştir, (bk. Ibn Hemmâm, 1/75) Eğer durum mahremler
arası bir beraberlik olsaydı Ömer'in müdahalesinin bir anlamı kalır mıydı?
Ömer'in
müdahalesinin bir sonuç vermediği ve uygulamanın öylece devam ettiği
tartışmasızdır.
Kısacası,
Asrısaadet'te, kadınlarla erkeklerin aynı yerde ve aynı kaplardan abdest
aldıklarında hiçbir kuşku, hiçbir tereddüt yoktur. Böyle olunca da hiçbir
tevil söz konusu olmamalıdır.
Bu
konunun anlatıldığı yerlerde "Bu uygulama tesettür hükmünün gelişinden
önce idi" şeklinde bir kayıt da konmamıştır. Eğer böyle bir şey
olsaydı o kayıt mutlaka konurdu. Sadece son yıllarda bazı yayıncılar, hadis
kaynaklarında metnin tamamen dışına (yayıncının notu olarak) şu kaydı
koymuşlardır: "Bu uygulama tesettür emrinden önce olabilir!"
Olabilir
ama, her ne hikmetse olmamış. Ve şu, kesin bir sünnet uygulaması olarak
bize ulaşmıştır: Abdest uzuvları için tesettür kaydı aranm a z.
Abdest
alınırken organların bir veya birkaç kez yıkanması, kişinin o andaki
durumuna ve kendi takdirine kalmıştır. "Abdestin sünnetleri" diye
bir başlık atarak organların üç kez yıkanmasının sünnet olduğu yolunda
beyanlarda bulunup rakamlar sıralamak doğru değildir. Yapay buyruk icadıdır.
Hz. Peygamber, içinde bulunduğu çevre, iklim ve vücut şartlarına göre, abdest
sırasında yıkanan organlarını bazan bir kez, bazan iki-üç kez, bazan da dört kez
yıkamıştır, (bk. Ibn Hemmâm, 1/40-42) Başının bazan yarısını, bazan tümünü
mesh etmiştir. Meshederken bazan kulaklarını da meshe tâbi tutmuştur. Bazan
kulaklarının sadece dışını, bazan içlerini de mesh etmiştir, (bk. Ibn Hemmâm,
1/612) Bundan doğal ne olabilir? Kişi yüzünü, elini, kolunu kaç kez
yıkayacağına içinde bulunduğu değişik şartları dikkate alarak kendisi karar
verir.
Dinin
istediği, abdest alanın, biraz önce belirttiğimiz uzuvlarını birer kez
yıkamasıdır. Ayette sayılandan daha fazla organın (örneğin
ağzın içinin, burnun) yıkanması, tıpkı zorunlu organların birden çok yıkanması
gibi, tercihe bırakılmıştır. İsteyen, abdest alırken, örneğin, ayakları yanında
dizlerini de yıkayabilir. Ama bunlar kişinin o andaki durumuna ve sonuçta kendi
isteğine bağlıdır.
*
Organları yıkamayı sıraya bağlamak:
Abdest
organlarının yıkanması veya mesh edilmesi için herhangi bir sıra şartı yoktur.
Ancak, yıkanması emredilen organlar dikkate alındığında kendiliğinden doğan bir
sıralama ortaya çıkar: Bir insan önce ellerinikollarını, sonra yüzünü yıkar,
daha sonra da başını ve ayaklarını mesh eder.
Ama
bir kişi, bu sıraya uymasa veya bu sırayı unutarak bozsa unuttuğu organı yıkar
ve abdesti geçerli olur. (İbn Hemmâm, 1/34-37) Kişi isterse kendine özel bir yıkama
sırası da belirleyebilir. Bu ona bırakılmıştır. Geleneksel ilmihaller bu
konuda Allah'ın emri gibi sıralar, sayılar belirlemekte, bu sıralamanın
bozulması halinde nelerin gerektiğine (1) ilişkin uzun uzun yazıp
durmaktadırlar.
Doğrusu,
bu tarz, bir-iki paragrafta, birkaç cümlede anlatılabilecek abdesti bir
akrobasi anlatımı haline getirerek içinden çıkılmaz bir kaosa dönüştürmekte,
Allah'ın kullarında hiç yoktan, bıkkın bir şuuraltı uyandırmaktadır. Kur'an'ın
kolaylık ve sadelik dini olarak tanıttığı İslam adına böyle bir zorlaştırma
yaratmaya kimsenin hakkı olamaz...
Bunun
yerine, Müslüman'a: "Şu, şu organlarını yıkayacaksın, gerisi sana
kalmıştır" diyerek iş birkaç cümlede bitirilseydi sonuç, Allah'ın
muradına ve Hz. Peygamber'in uygulamasına çok daha yakın olurdu.
*
Abdesti bozan şeyleri yerel-kişisel tercihlere göre belirlemek:
Abdest
ile ilgili bid'at ve sapmalardan biri de budur. Fıkıh kitapları, özellikle
ilmihaller okunduğunda görülür ki tarih boyunca birilerinin abdestli kabul
ettiği kişileri bir başka zümre abdestsiz kabul etmektedir.
Böyle
bir şeyi onaylamak mümkün değildir. Abdest, namazın olmazsa olmaz şartıdır. Bir
insan namaz kılacaksa bunun ilk şartı abdest almaktır.
Bir
insan ya abdestlidir, ya abdestsiz. İslam bir tanedir, onun namazı bir tanedir
ve o namaz için ön görülen şartlardan biri olan abdest de bir tanedir. O halde
bir insan birine göre abdestli, bir ötekine göre abdestsiz nasıl olur? Bu işin
İslam'a ve onu gönderen Allah'a göre olanı hangisidir?
Hz.
Peygamber'in abdest tazelemesinin sebepleri nelerdir? Birine göre şu, birine
göre bu. Bir peygamber ümmetini hem de temel ibadetlerden biri konusunda böyle
bir karmaşaya sürükler mi?
Elbette
ki hayır!
O
halde ne yapacağız? Çare bellidir ve tektir. Kur'an'ın, abdestin bozulmasına
ilişkin beyanlarını esas alarak abdesti nelerin bozduğunu belirleyeceğiz, onun
ötesini kişinin tercihine bırakacağız.
Zaten
bir mesele mezhep meselesi haline gelmişse artık kişisel tercih konusu
olmuş demektir. Adı üstünde: Mezhep. Mezhep kişilerce izlenen yol,
yöntem, ekol ve tavır demektir. İsteyen istediği mezhebi izler veya hiçbir
mezhebi izlemez. Allah bizi mezheplerden değil, tek ve biricik olan dininden
sorumlu tutacaktır.
Allah'ın
gönderdiği ve Peygamberin gösterdiği açık beyyinelerde mezhep tercihi ve kişi
ihtilafı olmaz. Olursa bu Allah'ın dini olmaz. Allah'ın dininde ihtilafın
başladığı yerde kişisel tercih başlamış demektir. Bu noktadan itibaren dileyen
dilediğini seçer ama bu seçimlerin hiçbiri dinle eşitleneme z.
Kur'an'ın
Mâide Suresi 6. ayeti abdestin hangi hallerde bozulacağını da
göstermiştir. Bunlar: 1. Tuvalete gitmek (yani önden ve arkadan bir şeyin
çıkması hali) ile, 2. Kadınlarla cinsel temastır.
Tuvalete
gitmek, bu adı taşıyan bir mekânda ihtiyaç gidermekten ibaret değildir. Bu anlama
gelecek her hal abdesti bozar. Buna fıkıhta, isabetli bir ifadeyle "iki
yoldan birinden bir şeyin çıkması" denmiştir ki dışkı, sidik, meni, mezi,
yellenme, el veya parmağı öne ve arkaya sokma (çünkü bu durumda önden ve
arkadan bir şeylerin çıkmaması söz konusu olamaz) bu deyimin içine girer.
Cinsel
organlara (ve makata) dokunmanın abdesti bozup bozmadığı
tartışılmıştır, (bk. Ibn Hemmâm, 1/110114) Biz, bu noktada Mâide 6. ayetin
beyanını dikkatle okumanın işi çözeceğine inanmaktayız. Cinsel organları (ve
makatı) okşama, eğer onlardan bir şeyin dışarı çıkmasına yol açıyorsa abdest
bozulur; böyle bir sonuca yol açmıyorsa bozulmaz.. Yani bu durumda da belirleyici
ölçüt, önden veya arkadan bir şeyin çıkmasıdır.
Ilmihal
kitaplarında abdesti bozan şeyler arasında gösterilen bayılmak, delirmek,
uyumak, sarhoşluk ... gibi hallerin tümü önden veya arkadan bir şeylerin
çıkması halinin değişik ifadeleridir.
Vücuttan
kan çıkışının abdesti bozacağına ilişkin rivayetlerin tümü uydurmadır,
(bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/279-2819
Kadınlarla
cinsel temasın abdesti bozmaması düşünülemez, çünkü bu hal sadece abdesti
değil, guslü de gerektirir.
Mâide
6'da abdesti bozan hallerden biri olarak gösterilen sebep "kadınlara
dokunmuşsanız" şeklinde bir ifadedir. Ancak bunun elle dokunma veya
tokalaşma şeklinde anlaşılması mümkün değildir. Çünkü bunun sonucunda gusül
emredilmiştir. Gusül ise cinsel temas için gerekir. O halde buradaki "dokunursanız:
lâmestüm" ifadesi aynı ayette Kur'an tarafından tefsir edilmiştir. Yani
"dokunursanız" sözü, bizzat Kur'an
tarafından, iki anlamından biri olan cinsel temasa tahsis edilmiştir.
Ama
kişi tercihini elle dokunmanın da abdesti bozduğu şeklinde bir anlayış yönünde
kullanır ve kadınlara dokunduğunda abdestini tazelerse bu onun kişisel beğenisi
olur ve bu kadarla kaldığı sürece saygıyla karşılanır. Ama dinin emri budur
diyemez.
Uyku
da abdesti bozar, çünkü uyku halinde de önden veya
arkadan bir şey veya bir şeyler çıkabilir. En azından yellenme vücut bulabilir.
*
Abdest sırasında okunması gereken dualar olduğunu söylemek:
Bu anlamdaki tüm
rivayetler uydurmadır. Abdest bir temizliktir; onu yerine getirirken bir şeyler
okumak neden gerekli olsun! İsteyen, istediğini elbette okur, ama bunu kendi
tercihi olarak yapar, din diye gösteremez. Abdest sırasında Kadir Suresinin okunması durumunda
büyük sevap kazanılacağına ilişkin "hadis" unvanlı
bir uydurma da vardır. (Bu uydurma için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/157)
ALKOL
Geleneksel
tefsir ve fıkıh anlayışı, Kur'an'daki "içki" yasağını sadece
alkol içme yasağı olarak anlar. Bu yasağın konusu olarak geçen "hamr"
sözcüğünü de geleneksel anlamıyla şarap olarak değerlendirdiği için diğer
alkollü içkileri, "kıyas" yöntemiyle yasak gösterme yoluna
gider. Bu mantık şu şekilde işlemektedir: Şarap, içinde alkol olduğu için
yasaklanmıştır. Diğer alkollü içkilerde de alkol vardır. O halde onlar da
yasaklanmıştır.
Biz
bu fıkıh mantığına iki sebepten karşıyız: Birincisi, Kur'an'da kıyas diye
bir şer'î dayanak yoktur. Tam aksine, kıyası ilk kullananın İblis olduğunu
bize haber veren Kur'an'dır.
Tüm
alkollü içkilerin haramlığını tespit için böyle bir yola gitmeye lüzum da
yoktur. Çünkü yasağı getiren Mâide 90. ayetin kullandığı hamr kelimesi
aklı örten, bürüyen ve sonuç olarak da çalışmasını sekteye uğratan şey demektir.
Yasaklanan, işte bunu yapan şeylerdir. Adı ne olursa olsun, fark etmez.
Buna
göre, sadece alkollü içkiler değil, tüm uyuşturucular haramdır. Sıvı, katı...
Kur'an öyle bir kelime kullanmıştır ki o kelime, yasağın geldiği günün
toplumundaki tek alkollü içki olan şarapla birlikte tüm uyuşturucuların
haramlığını sağlamaya yetmektedir. Bu kelam harikası dururken, iblis tarafından
kullanılmış ve Kur'an'da yerilmiş bir yönteme baş vurmaya ne gerek var!
Kaldı
ki bu yönteme baş vuran fukaha, bu yüzden kendi başlarına art arda sıkıntılar
da açmışlardır. Kıyas metodunun babası sayılan imamı Azam (ölm.
150/767), hamr kelimesinin örfî anlamı şarap olduğu için mutlak haramlığı
sadece onun için işletmiş, diğer alkollülerin haramlığını Nisa Suresi 43. ayetteki
sarhoşluk kaydına bağlamıştır. Bunun içindir ki İmamı Azam'a göre, şarap dışında içki içen kişiye,
sarhoş olmayacak kadar içmişse hadd-i şirb (içki içme cezası) uygulanmaz.
Osmanlı
şeyhülislamlığı da bu yönde fetva vermiştir.
Tam
burada, tarihin ve okuyucularımın huzurunda bir olaya dikkat çekmeyi, insan
haklarına saygının bir gereği sayıyoruz: ilk b askısı 1992'de yayınlanan "Kur'andaki
İslam" kitabımızda Mâide 90. ayetle ilgili açıklama yaparken,
şurada arz ettiğimiz bakış açısını aynen ortaya koymuş ve Hanefî ekolün
fakıhlarını da nazikçe eleştirmiştik. Ne yazık ki Müslümanlık adı altında
sömürü, iftira ve onursuzluk sergileyen bazı hurafe çapulcuları, halk arasında
yaydıkları bir boşürde, söylediğimizin tam tersini bize isnat ederek "Kur'an
da ki İslam yazarı, sarhoş olmayacak kadar içilebilir diye fetva veriyor"
iddiasında bulundular.
Eşi-menendi
az görülmüş bu iftirayı göstermek için yazdığımız "Bir Fetva ve Bir
İftira" adlı yazımızın bazı bölümlerini buraya aktarmak istiyorum.
Yazının tamamı için bizim "Kur'an Uyarıyor" adlı kitabımıza
bakılabilir.
Alkollü
içkileri yasaklayan ayette kullanılan hamr kelimesinin örfî anlamını
alan bazı fakıhlar, o arada imamı Azam, kelimeyi şarap anlamında
değerlendirmiş, diğer alkollü içkileri içenlere "içme cezası" uygulanmasını
sarhoş edecek kadar içme şartına bağlamıştır. imamı Azam'ın bağlı olduğu Irak
fıkıh ekolünün babası ve İmamı Âzam'ın hocası Hammâd b. Ebî Süleyman (ölm.
120/737)ın üstadı olan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) de aynı
görüştedir. Bu, fıkıhla ilgilenen herkesin bildiği bir gerçektir.
İmamı
Âzam'ın hocasının hocası Nehaî'nin görüşlerini, ünlü araştırmacı Muhammed
Revvâs Kal'aci'nin "Mevsûatü Fıkhı İbrahim en-Nehaî" adlı
eserinden özetleyelim:
Nehaî, alkollü
içkileri ikiye ayırır:
1. Hamr (şarap), 2. Diğer sarhoş
ediciler (müskirat). Nehaî'ye göre, şarap üzüm suyunun
kaynatılması suretiyle elde edilen içkidir. Aynı yolla hurmadan elde edilen
içki de şaraba benzemekle birlikte onun içilmesi sadece mekruhtur.
Hurmadan
yapılan içki ile benzeri alkollüleri (şarap dışındakileri) içenlere, Nehaî fetvasına
göre, ancak sarhoş olmuşlarsa had uygulanır. "Her sarhoş eden,
haramdır" şeklindeki kuralı (ki hadis diye rivayet edilir) kabul
etmeyen Nehaî'ye göre, şarap dışındaki içkileri sarhoş olmayacak kadar içenler
sadece ta'zîr edilir, yani azarlanıp uyarılır.
Nehaî'nin
bizzat kendisi bir tür likör olan nebizi içer, konuklarına da ikram ederdi. Nebiz;
üzüm, hurma, elma, susam, arpa, buğday vs. gibi meyve ve ta-
hıllardan
yapılır. Bazılarının nebizi "şıra" diye tanıtma
gayretkeşliğine girmeleri bir saptırmadır, yalandır. Nebi z, esasında
alkollü içkilerden bir serinin genel adıdır. Nebizin çoğulu olan enbize kelimesi
bunlara cins adı olmuştur. Nebizgiller demektir.
Arap
dilinin ünlü lügatlerinden el-Müncid, nebizi "Hurma ve üzümden
yapılan sarhoş edici içki" diye tanımlıyor ve nasıl yapıldığını da
anlatıyor.
Nehaî
ekolünün,
sahabîler kuşağındaki temsilcisi tbn Mes'ud (ölm. 32/652) ve onun
bilgilerini nakleden tabiî kuşağı fakıhı Alkame (ölm. 62/681) de nebiz
içenler arasındadır, (bk. Kal'aci; Nehaî, 1/287)
Araştırmacı-otorite
Kal'aci, Sevrî fıkhı üzerine yazdığı eserinde, bu fıkhın babası olan ve
aynı zamanda sufî-muhaddis diye bilinen Süfyan es-Sevrî (ölm.
161/777)nin de nebiz içtiğini bildiriyor. Sevrî'ye göre, nebizgilleri,
sarhoş olmayacak kadar içmekte dinen bir sakınca yoktur. Kal'aci bu bilgiyi
verdikten sonra şunu da ekliyor: "Bu tür alkollü içkiler konusunda
Irak fukahasının tavrı budur." (bk. Kal'aci; Fıkhu's-Sevrî, 162-163)
İslam
din ilimlerinde, özellikle fıkıhta tartışmasız otoriteler olan Nehaî ve Sevrî'den
naklettiğimiz bu anlayış ve fetva, İmamı Azam adına, onun öğrencisi ve
fetvalarının toplayıcısı olan İmam Muhammed eşŞeybanî (ölm. 189/804)nin
eserlerinde aynen tekrarlanmıştır, (bk. Şeybanî; el-Câmiu's-Sağîr (Eşribe
bahsi), 385-386)
Hanefî
fıkhının en ünlü bilginlerinden biri olan müfessir-fakıh el-Cassâs (ölm.
370/980), fıkhî bir tefsir olan "Ahkâmu'l-Kur'an" adlı
eserinde, Kur'an'ın yasakladığı hamrın şarap dışındaki içkilerin adı olarak kullanılamayacağını
uzun uzun savunur, (bk. Ahkâmu'l-Kur'an, 1/447-451) Cassâs, Peygamberimizin,
Veda Haccı sırasında söylediği şu sözü de altını çize çize gündeme
getirmektedir: "Şarap aynıyla haramdır; onun dışındaki içkiler ise
sarhoş olacak kadar içilmeleri şartıyla haramdır." (bk. Cassâs;
Ahkâmu'l-Kur'an, 1/444)
Cassâs'a
göre, bu demektir ki Hanefî fıkhının büyük otoritelerinden birine göre,
aynıyla (az veya çok, sarhoş edecek kadar veya daha az) haramlık sadece ve
sadece üzümden yapılan şarap içindir. Kur'an'da geçen hamr adı şarap
dışında hiçbir alkollü içkiye verilemez. Onlar ancak sarhoş edecek kadar
içilmeleri halinde haram hükmü altına girerler, (bk. Cassâs, aynı eser,
1/444446, 2/648-653)
Osmanlı
meşihetinin bu konuya bakışı da aynen Irak ekolününkü
gibidir. Hanefî ekolünün, sonraki yobazlarca saklanan bu anlayışı, Osmanlı
Imparatorluğu'nun en uzun hizmetli şeyhülislamı olarak bilinen Çatalcalı Ali
Efendi (ölm. 1692)nin "Fetâva "sında aynen tekrarlanmış ve
Imparatorluğun fetva makamı adına yeniden fetvaya bağlanmıştır. Aynı zamanda
Nakşî ve Halveti şeyhi olan babasından dersler aldığı için M e cm au' l-B
ahr e y n (iki denizi birleştiren) diye anılan Çatalcal ı Al i Efendi , ünlü
fetvasını "vişnab" diye bilinen vişne likörü ile ilgili
olarak sorulan bir soru münasebetiyle vermiştir. Otuzdan fazla baskı yapan ve
Arapça kaynakları ayrı bir eser olarak basılan "Fetâva"sında Şeyhülislam
Ali Efendi aynen şöyle diyor: "Vişnab dimekle maruf olup müskir
olan şerbetin sekir virmeyecek miktarın telehhî kasdınsız içmek helal midir?
Elcevap: İmamı Âzam ve İmam Ebu Yûsuf katlarında helaldir.
İmam
Muhammed katında haramdır. Fî zamanina, İmam Muhammed kavliyle fetva ihtiyar
olunmuştur." (bk. Fetâva, İstanbul, 1305 baskısı,
2/326)
Ali
Efendinin meşihet makamı adına verdiği fetvanın, günümüz Türkçesiyle ifadesi
şu: "Vişnab diye bilinen sarhoş edici içkinin, sarhoş etmeyecek
kadarını, eğlence kastı olmaksızın içmek haram mıdır? Cevap: İmamı Âzam ve
İmam Ebu Yûsuf'a göre haram değildir. İmam Muhammed'e göre haramdır.
Zamanımızda, İmam Muhammed'in görüşüyle fetva vermek tercih edilm i ş t i
r."
Fıkıh
otoritelerinin söylediği bu... Biz bunu, bilim adamı ciddiyetiyle dile
getirdik; ama bu fikre katılmadığımızı da belirttik. Bundan çıkarılacak sonuç
şu idi: Kur'an'daki İslam yazarı, şarap dışındaki alkollü içkilerin sarhoş
etmeyecek kadar içilebileceğini söyleyen fıkıhçıları eleştiriyor. Ona göre, tüm
alkollü içkiler, ne kadar içilirse içilsin, haramdır.
Ne
yazık ki, insanlara iftira ve haksızlıkta dinsizlerin bile tenezzül
etmedikleri alçaklıklara tenezzül eden din tüccarı yobazlar, bizim aleyhimizde
bunun tam tersini propaganda ederek, halkı ifsada çalıştılar.
Sonuç
ne oldu? Kur'an'daki İslam kitabını alıp okuyan halkın, yalan ve iftira
dincilerini bir kez daha tanıması oldu.
Sapma
ve saptırmaların bir kısmını gördük. Diğerlerini de şöyle özetleyebiliriz:
*
Kaynatılmış alkollü içkinin haram
olduğunu söylemek:
Alkol
ve alkollü içkiler, keyif verici, uyuşturucu olarak içildikleri takdirde
haramdır. Bunlar kaynatılır, pişirilen yemeklere katılır ve içki olmaktan
çıkarılırlarsa normal gıdaya döner, haram listesinden çıkarlar. Hz. Ömer, kaynatılmış
şarabı içmiş, içmek istemeyen Ubâde b. Sâmit (ölm. 34/654) adlı sahabîye
şöyle çıkışmıştır: "Ey ahmak! O kaynadı, şaraplığı kalmadı. Sen,
sirkeyi içmiyor musun? O da bu sudan..." (bk. Ebu Zehra; Ebu Hanife,
299)
O
halde, alkolün pişmekte olan yemeklere, lezzet verici olarak katılmasının
(et ve balığa bir miktar şarap ekleyerek pişirmek gibi) dinen hiçbir sakıncası
yoktur.
*
Alkolün içme dışındaki
kullanımlarını haram göstermek:
Bunun
en tipik örneği "alkolsüz kolonya" söylemidir. Alkol en
iyi temizleyicilerden biri ve en ideal mikrop öldürücüdür. İslam bunun
keyif verici olarak içilmesini yasaklamıştır. Yasağın başka alanlara
taşırılması dine ekleme yapmaktır. Alkol; temizlik, parfüm, ilaç vs. gibi
alanlarda rahatlıkla kullanılabilir. Alkolsüz kolonya tâbiri İslam ve akıl
dışı ticarî bir slogandır. Din üzerinden bedava reklam yapmak isteyenlerin
"Allah ile aldatma" oyunlarından biridir. Dindar insanları,
kutsal kavramları kullanarak kendi ticarî ürünlerini almaya zorlamaktır.
Kolonyanın
alkollü veya alkolsüz olmasının İslam diniyle hiçbir ilgisi yoktur.
*
Kadeh kaldırmayı içki içmekle bir tutmak:
Yıllardan
beri bize yoğun biçimde sorulan sorulardan biri de şudur: "İşimiz,
konumumuz gereği, bazı resmî toplantılarda uygulanan kadeh kaldırmaya, içinde
su veya meşrubat olan kadehlerimizle biz de katılıyoruz. Bunu yapmakla içki
içmiş oluyor muyuz?" Cevap nettir ve bir tektir: Hayır!
Hayatları
protokol ve resmiyetle geçen, devleti, kurumları temsil durumunda olan bazı
insanlar, dünyanın şurasmda-burasında çeşitli toplantılara katılmakta, bu
münasebetle çok ayrı inançlardan insanlarla birlikte olmaktadırlar. Bu
birlikteliklerde imza veya müzakere törenleri sonunda memnuniyet genellikle
kadeh kaldırılarak ifade edilmektedir. Her nasılsa bu, uluslararası bir ortak
gelenek olmuştur.
Alkollü
içki kullanmayan bir insan, bu toplantılarda topluluğun sevincini paylaşmak
için içinde su veya mevye suyu, kola vs. bulunan kadehini kaldırabilir. İslam'da
bardağı kaldırmak diye bir günah yoktur, alkollü içki içmek diye bir günah
vardır. Onun da nasıl anlaşıldığını, İslam fıkhının en büyük otoritelerinden
naklen, yukarıda gösterdik.
Yani
iş, kendisi gibi düşünmeyenleri cehenneme göndermek için bahane arayanların
anlattığı gibi değildir. Herkese iftira atmayı temel ibadet haline getiren siyaset
ve fesat ekipleri bu durumlarda siyasal rakiplerini yıpratmak için kendilerine özgü
kötü niyet tutkusunu işleterek yaygarayı basmaktadırlar: "Filanca,
falan yerde kadeh kaldırdı..."
Bu
iftira zihniyeti, kalkan bardağın içinde ne olduğunu söylememekte, şaibe
yaratarak ağzına alkol koymamış insanları bir tür "içkici" gibi
gösterme namertliğine tenezzül etmektedir.
İnsanların
sevinçlerine, özellikle devletler ve kurumlar arası toplantılarda ortak olmak
bir insanlık ve uygarlık görevi olmanın yanında bir diplomatik (bazan
ekonomik, askerî) zorunluluktur. Önemli olan, bu
mekânlarda da Allah'ın yasaklarını çiğnememeye dikkat etmektir. Eğer ulusal,
kitlesel menfaatler söz konusu ise, zorunluluğun gerektirdiği ölçüde yasakları
çiğnemeye bile izin vardır. Saltanat ve fesat dincileri, kendileri söz konusu
olduğunda bu zorunlulukların din içi dayanaklarını rahatlıkla bulmakta ve
ortaya koymaktadırlar. Hatta bu durumlarda, yasak çiğnemeyi bir tür "siyasal
zafer" veya "cihat" bile ilan edebilmektedirler. Ama
başkaları söz konusu oldu mu, nasıl bir insanlıktır ki, içinde portakal suyu
bulunan kadehi kaldıran adamlar "içkici, kafa çekici" olmaktadırlar.
İslam'ın
değerlerini çarpıtmayan gerçek müminler bilirler ki, özel konum sahibi
insanların, toplumdan ayrı düşmemek için sadece bardaklarını kaldırıp ortak
sevince katılmalarını "içki içmek" olarak göstermek en büyük yasaklardan birini
çiğnemenin ta kendisidir; bir insanlık suçudur. Tam bu noktada, Kur'an'ın, "Fitne
çıkarmak can almaktan daha ağır bir suçtur." (Bakara, 217) ve Hz.
Peygamber'in, "İnsanların gıybetini etmek, zina işlemekten daha kötü
bir günahtır." dediğini
anımsayalım. İftira ve fesat odaklarının az önce değindiğimiz davranışları, din açısından
bakıldığında, gıybet, suizan, iftira, yalan... gibi birkaç günahın aynı anda
işlenmesidir ki, failini çok ağır bir vebal altına sokar.
ARAPÇA
VE ARAPÇACILIK
Kur'an'a
göre, insanların dillerinin farklı oluşu, tıpkı renklerinin farklılığı gibi,
Allah'ın ayetlerindendir: "Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin
ve renklerinizin farklı olması da O'nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri
için elbette ibretler vardır." (Rûm, 22)
Renk
ve dil farklılığının, tıpkı yerlerin ve göklerin yaratılması gibi bir ayet
olarak tanıtılması, dil ve renk farkının Allah'ın varlığa koyduğu kanunlardan
olduğunu ve tüm doğal oluşlar gibi normal karşılanması gerektiğini gösterir.
Kur'an'ın
hiçbir yerinde, herhangi bir dilin, örneğin Arapça'nın, üstün olduğu, farklı
bir tanrısal ayet olduğu yolunda ne bir açıklık, hatta ne de bir ima vardır.
Tüm insanlık dillerinin ve renklerinin farklılığı bir tanrısal ayet olarak
gösterilmiş, bilgi ve düşünce sahiplerinin bu konuyu incelemeleri istenmiştir.
Çünkü bu farklılıkta bilgi sahipleri için dikkat çekecek noktalar (ibretler)
vardır.
Dil
veya diller meselesinde altı çizilecek noktalardan biri de şudur: Kur'an'a göre,
her peygamber, getirdiği mesaj rahat anlaşılsın diye, içinden çıktığı toplumun
diliyle vahiy almıştır. Tanrısal vahyi, peygamberin hitap ettiği toplumun
diliyle indirmek, böylece mesajı anlaşılır, peygamberi de meramını iyi anlatır
kılmak sünnetullah (Allah'ın tavır ve tarzı)ın bir gereğidir: "Biz
hiçbir peygamberi, kendi toplumunun kinden başka bir dille göndermedik ki
onlara açık-seçik beyanda bulunsun..." (İbrahim, 4)
Öte
yandan, Kur'an'da bildiriliyor ki, istisnasız tüm toplumlara bir peygamber
gelmiştir, (bk. Fâtır, 24) Çünkü Allah, insanı sorumlu tutmayı, ona tebliğde
bulunan bir peygamber gönderilmiş olması şartına bağlamıştır. Peygamberle
tebliğde bulunmadan hesaba çekmemek, azap etmemek de sünnetullahtandır:
"Biz, bir resul göndermedikçe azap edici değiliz." (İsra, 15)
O
halde, Kur'an'a dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Peygamberliğin
bittiği güne kadar yaşamış ve konuşulmuş dillerin tümüyle vahiy gelmiştir. Bir
dille vahiy gelmesi o dili kutsal yapıyorsa tüm diller kutsaldır. Herhangi bir
dilin bu açıdan herhangi bir özelliği veya farkı yoktur.
Yukarda
da söylediğimiz gibi, kutsal olan, vahyin getirdiğidir, vahyin indirildiği
dil değil. Çünkü tüm dillerle vahiy gelmiştir. Ve hiçbir dilin kutsallığı
yoktur. Eğer varsa o zaman tüm diller kutsaldır. Çünkü Kur'an tüm dilleri
Allah'ın ayetleri içinde göstermektedir. Bir dil için herhangi bir özellikten,
ayrımdan söz edilmemiştir.
Ne
yazık ki, İslam tarihi boyunca, bu temel Kur'ansal bakış açısını saptırmak ve
Arapça'yı kutsal ilan etmek için akıl almaz iddialar sergilenmiştir. işte bir
tanesi: Süfyan es-Sevrî (ölm. 161/777) diyor ki: "Vahiy yalnız
Arapça ile indirildi; sonra tüm nebiler, indirilen vahyi kendi toplumlarının
diline tercüme ettiler." (Süyûtî; el-İtkan, 1/130) Bu söz, her şeyden
önce tarihe, varlık yasalarına, sünnetullaha aykırıdır. Yüzlerce, belki
binlerce peygamber Arapça biliyor olamaz, bilmesi için de hiçbir zorunluluk
yoktur. Arap dilinin vücut bulmadığı devirlerde de peygamber gelmiştir; onlar
bu işi nasıl çözüyordu?
Kısacası,
Arapçacılık ve Arapçılık adına sergilenen tutarsızlık ve saçmalık hayret
verici boyutlardadır. Arapçacılık adına uydurulan yalanların akıl ve
idrakle açıklanması mümkün değildir. Bu saçmalıklar, vahyin, peygamberliğin ve
dinin ruhuna da aykırıdır. Kur'an hiçbir yerde, peygamberlerin, Allah
tarafından gönderilen vahiyleri Arapça'ya çeviren mütercimler olduğunu (hâşa!)
söylememiş, bunu akla getirecek herhangi bir işarette bile bulunmamıştır.
Arapçacılık
saptırmasının istismar ettiği bir numaralı olgu, Kur'an'ın Arapça
indirildiğini beyan eden ayetlerin varlığıdır. "Kur'anen Arabiyyen:
Arapça Kur'an" deyimi kullanılarak temiz niyetli ama bilgisiz halk
yığınları asırlarca aldatılmıştır. Oysaki bu ayetlerdeki ifade, Arapçacılık
avukatlarına değil, aksini düşünenlere kanıt olmaktadır.
Bu
ayetlerde, Kur'an'ın Arapça indirilişinin gerekçesi olarak şunlar
gösterilmektedir:
a)
İnzâr yani uyarma (bk. Şuara, 195; Şûra, 7; Ahkaf, 12), b)
Taakkul yani aklı çalıştırma-düşünme (bk. Yûsuf, 2; Zühruf, 3), c) Takva
yani sakınma (bk. Tâhâ, 113; Zümer, 28; )
Bu
üç gerekçenin amacına ulaşması için Kur'an'ın anlaşılması şarttır. Anlamak
için, okuyanın, okuduğu metnin dilini bilmesi gerekmektedir. Arapça bilmeyenler
için böyle bir imkân ise ancak Kur'an'ın çevirisini okumakla elde edilir.
Biraz
yukarıda, her nebinin, getirdiği mesajı iyi anlatmak için hitap ettiği
toplumun diliyle vahiy aldığını bildiren Kur'an ayetini görmüştük. Kur'an'ın
Arapça indirilişinin hikmeti işte bu gördüğümüz ayetle bağlantılıdır. Onun
içindir ki Arapça indirilişin hikmeti, akl e tme-dü şü nm e ve uy ar
m a-s akınma olarak gösterilmekte, başka bir gerekçe uydurulması
engellenmektedir.
Ve
anlatılmaktadır ki Arapça indirilişin hikmetleri, Arapça bilmeyenler için
ancak, bildikleri dildeki tercümeyi okumakla elde edilir. Yani ayetler,
Arapçacıların iddia ettiklerinin tam aksine delil olmaktadır.
Şunu
da ekleyelim: Arapçacılığın delil olarak kullandığı "Kur'anen
Arabiyyen" ifadesi filolojik açıdan da Arapçacılığın tam aksi kanaate
delildir. Şöyle ki bu tamlama bir sıfat tamlamasıdır ve bu tamlamada "Kur'anen"
kelimesi mevsuf (nitelenen), "Arabiyyen" kelimesi
ise sıfat (niteleyen)tır. Arap dilinin hakim kurallarından birine göre,
sıfat mevsufun (nitelenenin) aynı değil, gayrıdır. Bu kurala göre, "Kur'anen
Arabiyyen" ifadesi, Kur'an olmakla Arapça olmanın apayrı şeyler
olduğunu gösterir, aynı şeyler olduğunu değil. Yani Arapça olmak Kur'an'ın ayrılmaz
bir niteliği değildir. O halde Kur'an'ın kutsallığı Arapça'nın kutsallığını
göstermez.
Arapça'yı kutsal gösterme oyun ve
tutkusunun bir görüntüsü de Arapça konuşmayı kutsal sanmaktır. Gerçekten de
Arapçı ve Arapçacı çevrelere göre, Arapça konuşmak sadece bir seçkinlik
göstergesi değil, dinen de bir üstünlük ve erdem göstergesidir. Bu konuda en
çirkin yalan, hadis adı altında ortaya sürülmüş şu iki uydurmadır: 1.
"İçinizden biri Arapçayı iyi konuşabilirse Farsça ile asla konuşmasın.
Çünkü böyle bir şey yapması münafıklık üretir." (bk. Elbânî;
Silsiletu'l-Ahâdîs ez-Zaîfa, 2/12) 2. "Cebrail bana
geldi
de ceddim İsmail'in dilini (Arapçayı) telkin etti." (bk.
Elbânî, adı geçen eser, 3/341)
Bu saptırma, sonraki zamanlarda çok
daha ileri götürülecek ve Arapça konuşmak bir tür "İslam şartı" gibi
sunulacaktır. Örneğin, İhvanul-Müslimîn topluluğunun lideri Hasan
el-Benna (ölm. 1949)ya göre,
"Bir
Müslümanın, temiz ve güzel bir Arapça ile konuşması da İslam'ın
şartlarındandır."
işte
bu zihniyetin içimizdeki uzantıları yüzünden Türk dili yüzyıllar boyu, Arapça
(ona bağlı olarak da Farsça) hegemonyası altında ezildi ve gerçekleştirmesi
gereken gelişmeyi bir türlü gerçekleştiremedi. Sebep, Arapça ve Araplarla
ilgili hurafelerle bunların pazarlayıcılarıdır.
Şu
bir tarihsel gerçektir ki biz Türkler, Allah ile aldatılmanın bir sonucu
olarak, asırlarca kendi dilimize emperyalizm uyguladık. Bu self-emperyalizm,
tarihte eşi az görülmüş bir zulüm oldu bizim için. Güzel dinimiz, hayatımıza
bir benlik ve özgürlük enerjisi halinde sokulmak yerine dilimizi ve benliğimizi
yok etmenin aracı halinde sokuldu. Ve bu zulmün faturasını da malımızla
canımızla yine biz ödedik. Anadolu çocukları bu gerçeği fark edip gereğini
yapmadıkça bizim özgür ve güzel yarınlarımızın olabileceğini düşünemiyoruz.
Arap,
Batılılar söz konusu olduğunda kendini bunların tutsağı yapmayı, biz söz
konusu olduğumuzda ise bizi kendi kültürünün tutsağı yapmayı hüner saymakta ve
bunun dokunulmaz-tartışılmaz yolunu da keşfetmiş bulunmaktadır: İçimizdeki
Arapçılık ve Arapçacılık pazarının çalıştırılması... Arap diline ve değerlerine
dokunmayı, bizim değerlerimizin korunmasını gündeme getirmeyi bir tür
"dinden çıkma" gibi algılayan zihniyetlerin habire pohpohlanması ve
dinin biricik temsilcisi gibi gösterilmesi boşuna değildir.
Biz
şuna inanıyoruz: Anadolu insanının, Allah ile aldatma oyununu bozup
asırlardır kendine uyguladığı self-emperyalizm boyunduruğundan kurtulması,
çocuklarının geleceği bakımından çok hayatî bir zorunluluktur.
*
Arapça'yı cennet dili sanmak:
Arapçacılık
adına yalan uyduranların düzmecelerinden biri de Arapça'yı cennet dili olarak
göstermeleridir. Güya, cennet ehlinin konuşacağı dil Arapça olacakmış! Bu
konuda bir de uydurma hadis devreye sokarlar. Bu uydurmaya göre, "Cennet
ehlinin cennette konuşacağı dil Arapça'dır." (bk. Elbânî;
Silsiletü'lAhâdîs ez-Zaîfa, 1/293)
*
Arap Alfabesi'ni İslam alfabesi sanmak:
Arapçılık
ve Arapçacılık adına uydurulan yalanlardan biri de budur. Bu yalanın
pazarlamacıları, Arap Alfabesinin adını "İslam alfabesi" koymuştur.
Her
şeydan önce sormak lazım: Evrensel bir dinin alfabesi olur mu? insan
toplulukları kadar alfabenin olduğu, bir varlık ve hayat gerçeği iken böyle
bir iddia nasıl ileri sürülür! islam bir kabile ideolojisi veya b ir bölge fe
lsefe si midir ki bir alfabe si olsun?
ikincisi,
bu alfabe, İslam öncesi Arapların da alfabesidir. Asırlarca öyle olmuştur...
Onu İslam getirmemiştir ki adını İslam'a nispet delim...
Üçüncüsü,
bu alfabe, İran Sâ sânî imparatorluğu gibi putperest bir ülkenin de alfabesi
idi. İslam'ın olan bir şey putperest bir kitlenin temel değerlerinden biri
nasıl olur?
Dördüncüsü,
bu alfabe islam alfabesi ise dünyanın yüzlerce dil konuşan ve yüzlerce alfabe
kullanan kitleleri, alfabelerini değiştirmedikçe Müslüman olamazlar mı, onlara
tebliğ yükümlülüğümüz yok mudur?
Neresinden
bakarsanız bakın, bu iddia bir Arap dayatmasıdır. Bu dayatmanın en büyük
kahrını da biz Türkler çektik. Bu dayatmalar yüzünden kendi dilimize
uyguladığımız self-emperyalizm, kültür ve düşünce hayatımıza büyük
darbeler indirdi; bizi dilsiznutuksuz Arap papağanlarına çevirdi.
Bu
yanlışımızın ceremesini, Atatürk'ün işe el koyduğu güne kadar ödemeye devam
ettik.
Pazar
elemanları bu konuda duydukları sıkıntıyı ifade ederken, Arapçılık yaptıklarını
söyleyemezler; onun yerine Arap Alfabesi'ne akıl almaz hurafelerle
kutsallıklar, kerametler izafe ederler, işi o noktaya getirirler ki eğer o
alfabe değişmeseydi biz şimdi sadece Ay'a değil, Merih'e bile gitmiş
olacaktık...
Peki,
bizim imkânlarımıza ilaveten bir de tonlarla hazır petrol parasına konan
Arap ülkeler neden Ay'a veya Merih'e gitmediler? Bu alfabe kerameti onlara
hiç mi yaramadı? Yoksa Arapçılık'ın tüm kerametleri Arap olmayanlara mı yarar
sağlıyor?..
Bunların
cevabı yoktur. Çünkü İslam Alfabesi uydurmasının tutarlı yanı yoktur...
*
Arapça'yı ibadet dili sanmak:
Arapçılık
ve Arapçacılık pazarının en büyük oyunu, ibadetin Arapça olması gerektiği
yolundaki aldatmacadır. Asırlarca sergilenen ve kitlelere benliklerini inkâr
ettiren bu oyunun günümüz Türkiyesinde en güçlü temsilcisi, ne yazık ki
Türkiye Cumhuriyetinin anayasal din kurumu Diyanet İşleri Teşkilâtı oldu.
Bu teşkilât, meseleye, bırakın akıl ve Kur'an değerleriyle çözüm aramayı,
ülkemizin bağlı olduğu Hanefî fıkhının bu konudaki bin küsur yıllık
fetvalarının getirdiği çözümlere dayanarak "Her insan kendi ana diliyle
ibadet edebilir, Kur'an'ın kendi dilindeki çevirilerinden okuyarak namazını
kılabilir" dediğimizde bize şiddetle karşı çıktı.
Aradan
zaman geçti. Dünya ve Türkiye, bizim yıllar önce söylediklerimizin gerçekliğine,
geçerliliğine hak verdirecek olaylara, gelişmelere tanık oldu. Kısacası, zaman
bizi doğruladı.
Dil
meselesinde gerçek son derece açıktır: Her insan kendi ana diliyle
ibadetini yapabilir, duasını edebilir, namazını kılabilir. Bunu isterse Kur'an'ın
herhangi bir dildeki tercümesini okuyarak yapar, isterse içinden gelen duaları
okuyarak yapar. Bu ruhsat, bizzat Peygamberimiz tarafından hem de ana dili
Arapça olan sahabîlere bile verilmiştir. Arap olmayan Müslümanlar bu hakkı
öncelikle kullanabilirler.
Bunun aksini
söylemenin İslam açısından hiçbir tutar yanının olmadığını Kur'an, sünnet ve
fıkhın verilerine dayanarak "Yeniden Yapılanmak" adlı kitabımızda delilleriyle
göstermiş bulunuyoruz. Konu çok önemli olduğu için kısaltma yaparak alıntılama
yoluna gitmeyecek, anılan kitabımızın "Ana dilde ibadet" bölümünün okunmasını önemle önereceğiz.
ARAPLAR
Araplar
Kur'an'da sadece "a'rab" (bedevi-göçebe Araplar) kelimesiyle
ifadeye konmaktadır. Ne ilginçtir ki Kur'an Arap ırkını veya Arap toplumunu ifade
için başka bir kelime kullanmıyor.
Daha
ilginci, a'rab kelimesinin, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima
olumsuzluğun, kötülüğün, ikiyüzlülüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı
olarak kullanılmasıdır. Şimdi bu kullanımlara bir göz atalım:
1.
Tevbe
90: Bazılarının
seferden kaçmak için yalan söyleyerek yerlerinde oturdukları, bazılarının da
birtakım özürler ileri sürerek izin alıp sefere katılmamak için uğraştığı
anlatılıyor: "Göçebe Arapların özür bahane edenleri kendilerine izin
verilmesi için geldiler; Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenleri ise yerlerinde
oturdular. Onların küfre sapanlarına korkunç bir azap erişecektir."
2.
Tevbe
97: Küfür,
nifak (bölücülük, ikiyüzlülük) ve Allah'ın indirdiğini tanımama bakımından en
şiddetli insanlar oldukları gösteriliyor: "Çöl Arapları; küfür,
parçalanma/ikiyüzlülük yönünden daha şiddetli; Allah'ın, Resulüne indirdiği
şeylerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar..."
3.
Tevbe
98: Bağışta
bulunmayı, paylaşımı bir angarya saymakla, iman sahiplerinin başına belalar gelmesini
istemekle suçlanarak en büyük belaların onların başına geleceği bildiriliyor: "Çöl
Araplarından öylesi vardır ki infak ettiğini bir angarya/bir ceza ödeme sayar
ve sizin başınıza belaların gelmesini bekler durur. En kötü bela onların
başına olsun! Allah, çok iyi işitir, çok iyi bilir."
4.
Tevbe
101: ikiyüzlülük içinde oldukları belirtiliyor: "Çevrenizdeki
bedevi Araplardan münafıklar var. Medine halkından da münafıklığa iyice
alışmış olanlar var. Sen bilmezsin onları. Ama biz biliriz. İki kez azap
edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler."
5.
Tevbe
120: Allah Elçisi'ni bir başına bırakmaları kınanıyor: "Medine
halkına ve çevrelerindeki bedevi Araplara, Allah Resulü'nden geri kalmaları ve
onu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz..."
6.
Fetih
11-12: İkiyüzlülük, yalancılık, isabetsiz tahmin,
korkaklık gibi olumsuzluklarla suçlanarak mahvolmuş bir topluluk diye
nitelendiriliyorlar: "Bedevilerden, geri bırakılmış olanlar sana şöyle
diyecekler: 'Bizleri, mallarımız ve ailelerimiz oyaladı. O halde bizim için
Allah'tan af dile.' Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De
ki: 'Allah size bir zarar dilerse yahut bir yarar murat ederse O'nun sizin için
dilediğine kim engel olabilir?' Doğrusu şu ki Allah, sizin yaptıklarınızdan
haberdardır. Siz sanmıştınız ki Resul de müminler de ailelerine bir daha asla
dönemeyecekler. Bu düşünce kalplerinizde süslendi de çirkin bir sanıya
saplandınız ve mahvolmuş bir topluluk haline geldiniz."
7.
Fetih
16: Yakın
bir gelecekte zorlu ve güçlü bir kavimle karşılaşacakları, bu karşılaşmada
korkaklık, döneklik ve ürkeklik göstermeleri halinde perişan olacakları ihtar
ediliyor: "Bedevi Araplardan, geri bırakılmış olanlara de ki: 'Siz
yakında çok zorlu savaş veren bir kavimle çarpışmaya çağrılacaksınız. Ya
onlarla çarpışırsınız, yahut da onlar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz
Allah size güzel bir ödül verecektir. Yok eğer önceden döndüğünüz gibi yüz
çevirirseniz Allah sizi acıklı bir azapla cezalandırır."
8.
Hucurât
14: Sadece
dilleriyle Müslüman olduk dedikleri, imanın bunların kalplerine asla girmediği
bildiriliyor: "Bedevi Araplar, 'İman ettik!1 dediler. De
ki: 'Siz iman etmediniz. Ancak 'ınüslüman olduk' deyin. İman sizin
kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz Allah,
yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur,
Rahîm'dir."
Anıldıkları
tam 10 yerin sekizinde işte bu olumsuzlukların sahibi olarak gösterilen bedevi
Arapların bir yerde, bazılarının iman edip paylaşıma gideceği söylenmekte, bir
yerde ise haklarında kuşkuya yol açan ifadeler kullanılmaktadır. Şimdi bu
ayetleri görelim:
9.
Tevbe
99: Içl
erinden bazılarının iman ve paylaşıma katılabileceği söylenmektedir: "Çöl
Araplarından bazıları, Allah'a ve âhiret gününe inanır, harcadıklarını, Allah
yanında yakınlıklara ve Resulün dualarına vesile edinir..."
10.
Ahzâb
20: Birlikte
yaşadıkları kişilere ihanet edebileceklerine işaret vardır: "Düşman
hizipler gelecek olsalar, isterler ki bedevi Arapların içinde bulunsunlar da
sizinle ilgili haberleri sorsunlar..." (Kur'an'ın Araplara bakışı
konusunda ayrıca bk. Öztürk; KTK, A'rab maddesi)
*
Arap ırkının üstün ırk olduğuna inanmak:
Bu
Kur'an dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamberimiz âlet edilerek sahnelenmiştir.
Bu iddia sahiplerine göre, madem ki Hz. Peygamber en son ve en büyük peygamberdir,
o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.
Bu
iddia içinde birkaç yalan ve birkaç Kur'andışılık iç içedir.
Bir
kere, Hz. Muhammed'in "en büyük" peygamber olduğu yolunda
vahye dayalı bir beyan yoktur. O, en son peygamber olarak nitelendiriliyor ama "en
büyük peygamber" olarak nitelendirilmiyor. Daha doğrusu, tevhidin
ölçülerine göre, hiçbir peygamber "en büyük" değildir.
Peygamberler arasında böyle bir sıralama yapmak Kur'an'ın verilerine tamamen
aykırıdır. Kur'an, mensuplarına şunu söyletiyor: "Bizler, Allah'ın
resullerinden biri-öbürü arasında fark görmeyiz/resulleri tefrika konusu
yapmayız." (Bakara, 286)
Hiç
kimsenin hiçbir peygamber için "o en büyük peygamberdir" demeye hakkı
yoktur. Çünkü vahyin böyle bir beyanı yoktur.
Hz.
Peygamber'in böyle bir söyleme açılan kapıları kapatan beyanları da az
değildir. O, resuller arasında ayrıma, derece yarışı yaptırmaya,
üstünlük-önderlik iddialarına açıkça karşı çıkmış, peygamberleri sadece "kardeşler"
olarak göstermiştir. Bu gerçekler ortada dururken, Hz. Muhammed'i, bizzat
kendisinin karşı çıktığı bir yanlışla yüceltmeye kalkmak bir bid'attır.
Ikincisi,
tevhit ölçüleri, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin
vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin
gerekçesi yapılamaz. Üs tünlük, niyet ve gayret iledir.
Üçüncüsü,
Kur'an'ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Allah,
en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında adil
bir biçimde paylaştırmıştır. Eğer bir ırktan nebi gelmesi bir üstünlük vesilesi
ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı
bu bakımdan tek değildir.
Dördüncüsü,
tevhit ölçüleri, peygamberleri şu veya bu ırka mâl etmeye olanak tanımaz. Peygamberlerin
ırkı, boyu-soyu, coğrafyası, iklimi, rengi ve bölgesi hiçbir önem taşımaz.
Çünkü peygamberlik kesbî (kazanılarak elde edilen) bir kurum değildir ki, madde
ölçüleri ile değer veya mertebe kazansın. Peygamberlik Allah'ın verdiği bir
imkân ve bir unvandır. Allah bunu verirken maddenin, rengin, desenin, kanın
olanaklarından-hâşâmedet ummak zorunda değildir.
Kısacası,
bu anlayış, her haliyle ve her yönden vahyin ruhuna ve tevhit inancına aykırıdır.
* Arapları sevmenin bir din emri
olduğunu iddia etmek:
Arapları
sevmeyi bir din emri haline getirmek Kur'an'dan hareketle mümkün olmadığına
göre Arapçılık pazarının başka bir çare bulması gerekiyordu. Bulmuştur.
Benzeri durumlarda baş vurduğu "hadis uydurma yolu"na
gitmiştir. işte birkaç tanesi:
"Arapları
ve onların İslam içindeki devamlılık ve barış severliklerini sevin. Çünkü onların
barış severliği İslam için bir ışıktır; bozuluşları ise İslam için karanlık
olur." (bk. Elbânî; Silsiletu'l-Ahâdîs
ez-Zaîfa, 4/317)
"Ey
Selman! Bana kin tutma ki dininden kopmayasın." Selman dedi: "Sana
nasıl kin tutarım ben, Allah beni senin elinle doğruya ve güzele
ulaştırdı!" Resul dedi: "Araplara kin tutarsan bana kin tutmuş
olursun."
"Kim
bu dine girerse o Arap olmuş demektir." (bk.
Elbânî, aynı eser, 5/44, 71)
"Şu
üç şey yüzünden Arapları sevin: Ben Arap'ım, Kur'an Arapça'dır, cennet ehlinin
dili Arapça'dır."
"Araplar
zelil olursa İslam da zelil olur." (bk. Elbânî, aynı
eser, 1/293, 298, 301)
Bu
son uydurma, öylesine raydan çıkmıştır ki, iddiasının açık bir küfür olduğunun
farkında olamamıştır. Allah'ın fıtrat dini nasıl olur da bir kavmin zelil
olmasıyla zillete mahkûm hale gelir! Kur'an bunun tam tersini
söylemektedir. Kur'an'a göre, eğer bir topluluk islam emanetini layıkıyla
taşıyıp yaşamaz ise Allah o emaneti onlardan alır, başka bir topluluğa verir.
(Bu konuda örnek olarak bk. Mâide Suresi, 54) Bunun aksini söylemek Allah'a
acziyet ve beceriksizlik isnat etmek olur.
Uydurmaları
sıralamaya devam ediyoruz:
"Araplara
yamuk yapan, benim şefaatimin çemberi içine giremez, sevgime layık
olamaz."
"Kureyş
kabilesini sevin. Çünkü o kabileyi seveni Allah sever."
"Arapların
çokluğu ve imanları benim için göz nuru değerindedir. Kim benim göz nurumu öne
alırsa ben de onu öne alırım." (bk. Elbânî; aynı
eser, 2/24, 46, 163, 201, 162)
İşte
bir uydurma daha: "Zaman değişip düşünceler çekiştiğinde size bedevi
Arapların din anlayışını öneririm." (bk. Elbânî; aynı eser, 5/229)
Allah'ın
Resulü sıfatını taşıyan bir benliğin bu sözleri söylemesini akıl ve idrak
mümkün görmez. İslam'a ve Hz. Muhammed'e bundan daha büyük bir iftira olamaz.
Allah Elçisi elbette ki bu sıfatlardan da bu sözlerden de arınmıştır.
ResuTün
arınmış olduğu uydurmaların en çirkinlerinden biri de şudur:
"Ümmetimden
ilk şefaat edeceklerim, beni görüp bana iman ederek beni tasdikleyen
Araplardır. Onların ardından da Arapların beni görmeden bana iman edip beni
görmek arzusu taşıyanlarına şefaat edeceğim."
Görüldüğü
gibi, bu şefaat dağıtımında Araplardan başkasına bir şey vaat edilmemiştir.
Resulü göreni-görmeyeni ile ne varsa Araplarındır.
"Kureyş
kabilesini sevmek iman, ona kin tutmak küfürdür. Arapları sevmek iman, onlara
kin tutmak küfürdür. Arapları seven beni sevmiş, Araplara kin tutan bana kin tutmuş
olur."
"Araplara,
münafıktan başkası kin tutmaz.11 (bk. Elbânî; aynı eser, 3/339-341)
AYLAR
Kur'an'da
adı anılan tek ay Ramazanadır. Bu anısın bağlamı ise Kur'an'ın bu ayda inmiş
olmasıdır, (bk. Bakara, 185) Yani amaç Ramazan
ayının kutsallığını anlatmak filan değildir; Kur'an'ın o ayda inmeye
başladığını göstermektir. Bu münasebetle kutsallık vurgusu Kur'an'a
yapılmıştır, Ramazan'a değil. Kutsallık vurgusunu Ramazan'a yapan ve o ayı
bir tür piyango yoluyla bedavadan kurtuluş ayı gibi gösteren "hadis"
patentli sözlerin tümü uydurmadır. Bu uydurmaların en ünlüleri şu sözdür: "Ramazan
ayının başı rahmet, ortası bağışlanma, sonu da cehennemden kurtuluştur." (Elbânî'nin
uydurma demekle yetinmeyip "münker" diye tanıttığı bu söz için
bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/70)
Kur'an
başka hiçbir ayın adını anmaz. Arapların çarpışma ve çapulculuğu dudurmak üzere
kutsal ilan ettikleri Eşhuru'l-Hurum (haram aylar) tâbiri ile hac
aylarını amaçlayan Eşhur Malûmat (bilinen aylar) tâbiri ay adı anılmadan
kaydedilir. Bunların birincisinde, Araplardan, kutsallığını ilan ettikleri bu
yasak ayların gereğine uymaları, yani hiç değilse bu aylarda kan akıtmayı ve
çapulculuğu durdurmaları istenir. Onlar eğer bu taahhütlerine bağlı kalırlarsa
Müslümanlar da her türlü saldırı ve eylemi durduracaklardır. Çünkü o aylara
izafe edilmiş kutsallık eğer kan dökülmesine, haksızlıklara engel olucu bir rol
oynuyorsa onu desteklemek ve o uygulamanın amacına varmasına yardımcı olmak
Kur'an müminlerinin herkesten önce hakkı ve ödevidir, (bk. Mâide, 2, 97)
Hac
aylarının da herhangi bir kutsallığından söz edilmez; kutsallık Hac ibadetine
verilir. Burada unutulmaması gereken şudur:
Kur'an
zamanı değil, eylemi kutsar... Hiçbir ayın hiçbir
kutsallığı yoktur. iyilik yapmanın özel zaman ı olmadığı gibi kötülüğü n
hafife alınmasın ı sağla yacak özel zamanlar da yoktur.
* Üç aylar diye bir kutsal mevsim ilan
etmek:
Aylarla
ilgili bid'at ve hurafelerin en dikkat çekeni "üç aylar diye bir özel
ibadet mevsimi ilan etmektir.
Üç
aylar hurafesi çok yerleşik ve yıkıcı bid'atlara
vücut vermiş ve âdeta kurumlaşmış bulunuyor. Bu kurumlaşma bu ayları bir tür "cennet
için piyango ve toto çekilişi mevsimi "ne dönüştürerek tevhit dininin
en nefret ettiği "mevsimlik dindarlık" illetine yol açmıştır.
Recep,
Şaban, Ramazan ayları bir tür ibadet mevsimi ilan
edilmiştir. Bu mevsimde piyangodan cennet çıkarmayı bekler gibi kurtuluş
bekleyen milyonlarca insan vardır. Hocalar, bu ayların gelişini "ibadet
mevsimi, kurtuluş ayları geldi" edasıyla duyurmaktadırlar. Bir
uydurmaya göre, Peygamberimiz Recep ayının yüceliğini anlatırken cennette "Recep"
adlı bir nehir olduğunu, bu nehrin, Recep ayını ibadetle geçirenleri
günahlardan arındırmakla görevlendirildiğini (hâşâ) söylemiştir, (bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 4/371) Hint paganizminin Ganj Nehri anlayışının İslam'a
aktarılmasını ifade eden bu hezeyanı Hak Elçisi'ne yakıştırmaktan Allah'a
sığınırız. Bu tam bir pagan yaklaşımdır. Kur'an böyle ibadet mevsimleri,
kurtarıcı mekânlar, nehirler, dağlar, ovalar vs. asla belirlemez. Hz.
Peygamber'e isnat edilen üç aylarla ilgili hadis patentli sözlerin hiçbirinin
güvenilir yanı yoktur. Hepsi sonraki zamanlarda "ter ğîb" yani
özendirme için uydurulmuştur.
Ne
var ki bu terğîb tutkusu, giderek, "Uç aylar dışında ne yaparsan
yap o kadar önemli değil" zihniyeti yaratmış ve müminin yükümlülüğünü,
hatta Allah'la beraberliğini mevsimlik bir totoya dönüştürmüştür.
Uydurmacılığın
ünlü terğîbi, Mehmet Akif (ölm. 1936)in ölümsüz ifadesiyle başa bela
olmuştur. Sahabî kuşağının büyükleri (Ebu Bekir, Ömer dahil) ve bid'ata
bulaşmamış ulema bu Recep-Şaban piyangoculuğuna karşı çıkmak için bu
aylarda oruç tutmamışlardır. Bunu nakleden Ebu Şâme (ölm. 665/1266) şunu
da eklemiştir: Recep ayını oruçlu geçirenler Hz. Ömer tarafından engellenmiştir.
Hatta Ömer'in bu bid'atçı piyangoculara dayak attırdığı da bilinmektedir. Ömer
şöyle diyordu: "Bu ay, Cahiliye toplumunun kutsadığı bir aydır, onu
kutsamayı durdurun." Müfessir sahabî İbn Abbas (ölm. 68/687) da
bu Recep bid'atiyle mücadele edenlerden biridir, (bk Ebu Şâme, 168-170)
Anlaşılan
o ki durum, "üç aylar vâizleri"nin söylediğinin tam tersidir.
Yani esas ibadet, bu ayları "özel ibadet mevsimine dönüştürme bid'atı "mn
dışlanmasıdır.
*
İki bayram
arasında nikâh kıymanın uğursuz olduğunu söylemek.
İki bay ram arasında ölenin
durumunun iyi olmadığını söylemek. Cennet kavramı ve
İslam'ın cennet anlayışıyla ilgili bilgiler vermek bu eserin amacı dışındadır.
Esasen cennet bizim üç boyutlu dünyamızın şartları ve imkânlarıyla ancak
benzetmeler yapılarak anlatılabilir. Kur'an buna, benzetmeler yaparak konuşmak (teşâbüh)
diyor. Cennet bizim için bir anlatım ve tanıtım konusu değil, bir teşâbüh
konusu olabilir, (bk. Bakara, 25) Şunu da söyleyelim:
Cennet
sonsuzluğun, sonsuzluk nimetlerinin sembol adıdır. O
halde biz onunla ilgili inançlardan söz edebiliriz ama onu tanımlama, tanıtma
imkânına sahip olamayız. Turistik otel tasvir eder gibi cennet anlatanlar ya
kendi kafalarındaki hurafeleri, ya da nefislerinin hayal ettiği şehvetleri
dile getirirler.
Burada
şu kadarını söyleyeceğiz: Kur'an, cenneti bir patent işi olarak görmez, bir
eylem konusu olarak değerlendirir. Eylem ise patenti değil, kişiyi ve
niyeti izler. Bunun içindir ki Kur'an, cenneti kendi dininin mensuplarının
doğal hakkı gibi gören zihniyetleri ümniyecilik (hurafe, hayal,
anlamadan okuma tutkusu, yalan ve sanı) psikozuna tutulmakla suçlar.
Cennet
konusunda tekelciliğin en büyük temsilcileri, Kur'an'a göre, Yahudiler ve
Hristiyanlardır: "Onlar şöyle dediler: 'Yahudi veya Hristiyan olandan başkası
cennete asla giremez.' Bu onların kur untular ı/hur afeleri/anlamını bilmeden
okuyuşlarıdır. De ki onlara: 'Eğer doğru sözlüler iseniz hadi getirin kanıtınızı!"
(Bakara,
111) Ehlikitap'ın bu konuda kanıt olarak öne sürdükleri de ayrı bir egoizm sergilemektedir.
"Yahudi olanlarla Hristiyanlar şöyle dediler: 'Biz, Allah'ın çocukları
ve sevgilileriyiz.' De ki onlara: 'Peki, öyleyse günahlarınız yüzünden neden
azaba uğratılıyorsunuz?' Hayır, siz, Allah'ın yarattıklarından bir insan
topluluğusunuz..." (Mâide, 18)
Kur'an
böylece, Judeo-Kretyen geleneğin, özellikle Hristiyan kilisesinin asırlarca
bayrak yaptığı: "Kilise dışında kurtuluş yoktur!" sloganını
yerle bir etmekte ve insanlığın önünde iyi niyet ve eylemin erdirici yolunu
açmaktadır.
Kur'an'a
göre, cennet sadece ve sadece eylemin karşılığıdır, (bk.
Nisa, 123; Ğafır, 40; Zühruf, 72) Bu eylemin iyi niyete dayalı, barışa
ve güzelliğe yönelik yaratıcı eylem olması gerektiğinde kuşku yoktur. Çünkü bunun
aksi olan eylemlerin götüreceği yer başka bir yerdir: Cehennem...
* Cenneti bir din veya anlayışın
patentiyle kayıtlı görmek:
Cennet,
sonsuz kurtuluşun sembolü, sonsuzluk ve ölümsüzlüğü hak edenlerin ödülüdür. Bu
ödülün asgarî şartları (biz buna sonsuzluğun yeterlilik şartları diyoruz)
Kur'an'ın açık beyanına göre, üç tanedir:
2.
Âhirete
yani ölümden sonra bir hayatın var olduğuna, o hayata geçildiğinde dünya hayatından
hesap verileceğine inanmak,
3.
Salih
ameller sergilemek, yani barış, iyilik ve güzelliğe yönelik değer üretmek.
Kur'an'ın
bu kabulü, Bakara Suresi 62. ayetle, Mâide Suresi 69. ayette son derece açık
bir biçimde ifadeye konmuştur. Bir tanesini verelim: "Şu bir gerçek ki
iman edenlerden, Yahudilerden, Hristiy anlardan, Sabitlerden Allah'a ve âhiret
gününe inanıp barışa ve hayra yönelik işler yapanların, Rableri katında
ödülleri olacaktır. Korku yoktur onlar için, tasalanmayacaklar dır
onlar." (Bakara, 62)
Dikkat
edilirse ayet, sadece Ehlikitap kitlelerin bu üç şartı yerine getirenlerini
değil, diğer inanç mensuplarının aynı şartları taşıyanlarını da sonsuz
kurtuluşu elde edenler arasında göstermiştir. Bu demektir ki cennet sadece
Semitik din mensuplarının tekelinde de değildir. îstenen eylemleri
gerçekleştiren her insan o ödülü hak etmiş olacaktır.
Bunun,
Kur'an terminolojisi içinde başka bir ifade şekli de şudur: Şirke batmamış
olarak yani Allah'ın varlığını kabul etmiş ve ona ortak koşmamış olarak bu
dünyadan ayrılan herkes sonunda kurtulur ve cennete gider. Bu gerçek Kur'an
tarafından çok açık şekilde tekrarlanmıştır: "Şu bir gerçek ki Allah
kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışında kalan günahları,
dilediğinden affeder." (Nisa, 48, 116)
Şirke
batık olarak ölüp gidene gelince "Allah cenneti ona haram kılmıştır; onun
varacağı yer ateştir." (Mâide, 72)
* Allah
dışında herhangi bir insanın cennet belgesi imzalayabileceğim iddia etmek:
Kur'an'ın
yıktığı sapıklıklardan biri de budur. Kur'an, peygamberler de dahil, hiçbir
insana cennete gidiş belgesine imza atma hak ve yetkisi vermemektedir. Eğer
verseydi, Kur'an adına biraz önce söylediklerimizin anlamı kalmazdı. Kur'an,
cennet veya ebedî kurtuluş meselesinde insanın kendi eylemi dışında hiçbir gücü
devreye sokmamaktadır. Bu yüzdendir ki biz, Kur'an'ın sonsuz kurtuluşu
garantileyen yeterlilik şartları içinde şu veya bu peygambere iman kaydının
olmadığını söyleriz. Tevhidin formül cümlesi "La ilahe illellah"tır.
O formüle peygamber adı ekleyen, dinsel geleneklerdir. Her gelenek, kurtuluşun
iman formülüne kendi peygamberinin adını eklemiştir. Kur'an bu anlayışa
karşıdır.
Peygambere
iman ve günlük kurallar dünyasında bir peygamberi izlemek tercih meselesidir ve
bize göre, bir mükemmellik şartı olarak algılanabilir. Ama bir yeterlilik
şartı ilan edilemez. Yeterlilik şartları, Bakara 62 ve Mâide 69'daki
şartlardır.
Ne
yazık ki, tarih boyunca tüm ümmetler, o arada Müslümanlar, cennet konusunda
sadece kendilerini öne çıkarmakla kalmamış, muazzez Hak elçilerini de bu yarışa
âlet etmişlerdir. Bizim kültürümüzde bu yarıştırma, öncelikle, uydurma hadislere
dayandırılır. Peygamberliğin şanına asla yakışmayan ve bir cennet hege-
monyası
kuran şu uydurmaya bakın: "Cennet, ben oraya girinceye kadar tüm diğer
peygamberlere haram kılınmıştır. Yine cennet, benim ümmetim oraya girinceye
kadar tüm diğer ümmetlere haram kılınmıştır." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa,
5/354)
*
Cenneti bir tür yiyip içip yatılan turistik otel gibi algılamak:
Cennet
egoizminin bulaştığı en çirkin dindışılıklardan biri de budur. Orayı bir tür,
seks tutkunu tembellerin barınağına çeviren zihniyetler vardır. Kendileri
dışında kimsenin cennete gitmesini istememelerinin esas sebebi de bu olsa
gerek...
Bu
zihniyetler, eğer Kur'an'dan bir şey öğrenmeye değer veriyorlarsa şunları
bellemek zorundadırlar:
Bir
kere cennetteki zevciyetin (eşliliğin) cinsellik anlamında olduğu kesin
değildir. (Bu konuda geniş bilgi için bk. KÎ, 470)
İkincisi,
cennetin öyle kapalı-mekân bir yer olduğu iddiası Kur'an dışıdır. Kur'an,
cennetin eninin yerlerle gökler kadar olduğunu söylüyor ki (bk. Âli İmran, 133;
Hadîd, 21) bu mecazî kullanımın anlamı cennetin sınırsızlığı, yani mekândan
çok bir tür ruhsal algılama olduğu merkezindedir. Nitekim, İslam
düşüncesinin 20. yüzyılda en büyük temsilcisi sayılan Muhammed İkbal (ölm.
1938) "Cennet mekânlar değil, hallerdir." diyerek bu
Kur'ansal gerçeğin altını çizmiştir. Cihad (özgün şekli D ile), Kur'an'daki
"cehd" kavramının görünümlerinden biridir. Yani cihad, tek başına bir
kavram değil, esası olan cehd kavramının yine Kur'an tarafından çerçevelenmiş
beliriş alanlarının bir tanesidir.
Kavramın
esası olan cehd, bir amaca varmak için tüm gayretini seferber etmek
demektir. Fîrûzâbâdî (ölm. 817/1414)nin anıt lügati el-Kamus el-Muhît'in
büyük çevirmeni Âsim Efendi (ölm. 1819) nin tatlı Türkçesiyle "cehd,
gayret-i makdürünü sarf idüp çalışabildiği kadar çalışmak" demektir.
Bugünkü dille verirsek cehd, olabilecek tüm gayretini harcayarak
çalışabileceği kadar çalışmak demektir.
Cehdin,
Kur'an dünyasında sırasıyla üç görünümü vardır ve bu görünümlerin adları
da cehd kökünden sözcüklerden oluşmuştur. Bunlar:
Mücâhede: Cehdin,
insanın iç dünyasını temizlemeye yönelik gayretlerini ifade eder. Terim olarak
iç dünyayı temizlemeye yönelik gayret demektir. Tasavvufta bu gayrete "bâtınî
cihad", "tezkiye-i nefs" veya
"cihad-ı
ekbe r" yani
en büyük cihad denmektedir ki, hepsi insanın iç dünyasının temizlenmesini ifade
eder. Yine tasavvufa göre, insanı insan yapan ve amacına ulaştıran savaş işte
bu iç dünyayı temizlemeye yönelik savaştır. Tarikatlarla yozlaşma döneminden
önceki zamanın, yani klasik tasavvufun bu anlayışı tamamen Kur'ansaldır. Çünkü
Kur'an, bireyin iç dünyasında gereken temizlenme ve değişme sağlanmadıkça
toplumsal plânda beklenen yere gelmenin mümkün olmadığını açıkça ifade etmektedir,
(bk. Enfâl, 53; Ra'd, 11)
Birey, toplumun, dünyanın ve
evrenin çekirdeğidir. O çekirdekte gerekli noktaya ulaşılmadıkça diğer
alanlarda sonuç elde edilemez.
O
halde tüm diğer gayretlerin (cehdlerin) hareket noktası ve belirleyici ölçüsü
bireyin iç dünyasındaki cehdin yani mücahedenin başarısına bağlı bulunuyor.
Mücahedede başarıyı elde edememiş gayretler, insana, aldanış ve hüsrandan başka
bir şey kazandıramaz.
1.
İçtihadı
Cehdin bilimsel, düşünsel alandaki görünümüdür. Tüm gayretini seferber ederek
bilim ve düşünce üretmek demektir. Bu üretimi yapan bilim ve düşünce adamına
müçtehid denir. Bu üretim, iç dünyası arınmış bireyin faal olduğu değerler
alanında vücut bulur. Bunun içindir ki, mücahede gerçekleşmemişse içtihad da
gerçekleşemez.
İçtihad
Kur'an dininin ruhu, beyni, hayat kaynağıdır. Bu kaynak kurutulduğunda veya
kuruduğunda Kur'an'ın dini göklere çekilir. Yeryüzünde, insan kitlelerine yön
veren ise o din olmaz, onun adına uydurulmuş bulunan bir anonim şirket dini,
bir panteon dini olur. Nitekim asırlardır İslam dünyasında "İslam"
adı altında yaşanan din de, bize göre bu ikinci türdendir. İbn Teymiye (ölm.
728/1327) buna, asırların gerisinden şu adı vermiştir: "İndirilen dine
karşı oluşturulan uydurulmuş din."
Dini,
politik çıkarlarına âlet eden saltanat odaklarıyla onların güdümüne girmiş veya
sokulmuş ulema çevreleri, içtihad gerçeğini işletmemek için, şeytanî bir solgan
geliştirmiş ve ne yazık ki bu sloganı Müslüman kitlelere asırlarca
benimsetmişlerdir. Slogan şudur: İçtihad kapısı kapanmıştır; artık eski
imamlara ilaveten müçtehid gelmez.
Bunun
açık anlamının şu olduğu, asırlık kahırlardan sonra bugün artık anlaşılmıştır:
"Bizim saltanat ve çıkar hesaplarımıza uygun hale getirdiğimiz dini
rahatsız edecek bilim ve fikir uğraşlarına izin verilemez. O kapıyı kapatmamız
gerekirdi ve kapatmışızdır..."
Biz,
günümüz Müslümanlarını, bu despot saptırmaya karşı savaşa, onun tabulaşmış, fosilleşmiş
temsilcilerine isyana çağırıyoruz. Kur'an müminlerinin en erdirici ibadetleri
bu kutsal isyan olacaktır. Bu isyan hedefine varmadıkça bizim Allah'a teslimiyet
gerçeğini yakalamamız mümkün değildir.
2.
Cihad:
Cehdin bu üçüncü belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda
başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Sıradışı bir aşamadır; ama eğer
gerekiyorsa bu sıradışı aşamada cehd sarfetmekten kaçılmaz..
Kur'ana
göre, savaş, makbul değildir ama meşrudur. Şartları doğmuş bir savaş, insanın
yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bütün mesele, savaşın
şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'ansal ruha
uygun biçimde ayarlanmasıdır. Çok ince, çok tanrısal bir
iştir bu... (Bu konuda geniş bilgi için bk. KTK. Kıtal mad.)
Cihad,
yine Kur'an'ın belirttiğine göre, mal, can veya dil ile olacaktır. Hangisinin
tek başına veya hangilerinin birlikte yürütüleceği zaman ve yer şartlarına
bağlıdır.
*
Cehdin ilk iki boyutunu görmezlikten gelerek onu sadece savaşa indirgemek:
Hz.
Peygamber'den kısa bir süre sonra Müslümanların yönetimine el koyan Arap-Emevî
saltanatçılığı, cehdin ilk iki anlamımın üstünü örterek sadece cihad
boyutunu işletti. İlk iki boyutun hakkı verilmediği için de bu üçüncü boyutta
Kur'an'ın amaçladığı değerlerin bulunması söz konusu olamazdı. Bunun içindir
ki ArapEmevî savaşları, "Allah için" vs. methiyeleri ile
tanıtılsalar da esasında birer saltanat ve toprak savaşı idi. İslam'ın tarih
önünde yüzünü karartan ilk olumsuzluklar tablosuna bu savaşlar vücut
vermiştir. Büyük Türk sufi düşünürü ibrahim Kuşadalı (ölm. 1845) bu
savaşları "gaza adı altında ülke fethetme kavgası" olarak
isimlendirmekte ve Hz. Peygamber'in yolundan bir sapma olarak görmektedir. (Bu
konuda bk. Öztürk; Kuşadalı İbrahim Halveti, özellikle Sülük bölümü)
Kuşadalı,
bu
düşüncesinde yalnız değildir. Desteği de doğrudan doğruya sahabî kuşağından
yani ArapEmevî saptırmasının tüm kahrını bizzat yaşamış çekirdek nesilden
gelmektedir. "Tasavvuf ve Tarikatlar" adlı çalışmamızda
kanıtları ve kaynaklarıyla gösterdik ki Arap-Emevî saltanatçılarının "Allah
yolunda cihad" yaftasıyla açtıkları toprak kapma ve egemenlik savaşlarına
katılmamak, sahabî neslinin temel tavrı idi. Onlar, bu savaşlarla fethedilecek
ülkelerin kendi dinleri içinde kalmalarını, Allah'ın iradesine ve Kur'an'ın
isteklerine yakınlık bakımından, Arap-Emevî zorbalarının getireceği sözde
Müslümanlık'tan daha uygun bulmuşlardır.
Arap-Emevî
saltanatçılığı, cehdi sadece cihada indirgemekle kalmadı, cihadı da kendi
saltanatının aracı yaptı. Bunun sonucu, saltanatının önüne çıkan tüm engelleri
yıkmak ve aşmak oldu. Bu engellerin birincisi, elbette ki zulmün karşısına ilk
anda dikilme durumunda olan Peygamber evladı Ehlibeyt idi. Arap-Emevî
zorbalığı, öncelikle işte bu temel engele saldırdı. Resul evladını, tarihte
eşi görülmemiş zulümlerle zehirledi, hançerledi, yok etti. Bununla da tatmin
bulmadı. Resul evladına, hem de Îslam'ın mabedinden yaklaşık bir asır boyunca
lanet okuttu.
*
Cihadı, politik amaçlarla kullanmak:
Arap-Emevî
zorbalığının
İslam'a soktuğu saltanat dinciliği, tarih boyunca tüm saltanat
hırslarına rehberlik ve yardımcılık etmiştir. Günümüzde de durum aynıdır. Bugün
dünyanın hemen her coğrafyasında bu saltanat dinciliği İslam'ın ve
Müslümanların değerlerini "Allah için cihad" yaftasıyla
sömürmekte ve kitlelerin dine saygılarını saptırarak politik çıkarlara âlet
etmektedir.
Cihad kavramı bugün, "Allah ile
aldatma" oyunun temel aracı halinde kullanılmaktadır. Dini kullanarak
Müslüman kitleleri parçalayan saltanat dinciliği, politik hasımlarını yıpratmak
ve etkisiz kılmak için kendi çıkar savaşlarına "Allah için cihad"
adını vermekte ve Emevî zorbalığının başlattığı bu büyük zulmü, Kur'an'ın dini
adına sürekli işletmektedir. Sadece gruplar-hizipler çapında değil, devletler,
bölgeler çapında da...
Kısacası,
savaş, cehdin sadece bir boyutudur ve son boyutudur. Ve bu boyutta savaş zulme
uğrayanların hukukunu savunma niyet ve amacıyla olacaktır. Aksi halde bizzat
kendisi zulüm olur. (bk. Nisa Suresi, 75; Hac, 39-41)
CİNLER
Kur'an'da
yaklaşık 30 yerde geçen cin sözcüğü bir cins ismi olup (tekili, cinnî) gözle
görülemeyen varlık anlamındadır.
Bu
kökten tüm isim ve fillerin ortak yanı, duyu organlarından gizli kalmak ifade
etmeleridir. Bundan da anlaşılır ki cin türü varlıklardaki görülmeme veya
görülememe bunları ontolojik varlık olma özelliğinden yoksun kılmaz. Bu anlamıyla
cin kelimesi bizim melek, şeytan ve cin diye andığımız tüm varlıkların ortak
adıdır. Ve bu şekliyle cin kelimesi ins (insan denen varlık) karşıtı olarak
kullanılır.
Cennet
sözcüğü de cin kökündendir. Ağaçları-dalları ve gölgesinin yoğunluğu yüzünden
toprağı âdeta görünemez hale gelmiş bol yeşilli bahçe demektir
Kur'an'ın
cin kavramı ile ilgili beyanlarınıki bunların büyük kısmı Cin adlı surede
toplanmıştır-incelediğimizde şu saptamaları yapabiliyoruz:
1.
Cinler
(melek, şeytan ve peri anlamlarıyla), tarih boyunca, Allah'a ortak koşmada kullanılmıştır.
Kur'an'ın indiği ilk muhatap toplumda da durum buydu. (bk. En'am, 100)
2.
Cinler
erdirici, yüksek değerler ilham edici, yüksek değerler yaratan kişileri koruyup
kollayıcı, onlara destek gönderici kuvvetler olarak da düşünülmüşlerdir. Tarih
boyunca birçok toplumda, deha da bir tür cin erdiriciliği olarak düşünülmüştür.
Müşrik Mekke Arapları da şairleriyle kâhinlerini cinlerin koruma ve ilhamıyla
iş gören farklı kişiler olarak görürlerdi.
3.
Cinler de
tıpkı insanlar gibi değişik toplumlar oluşturan varlıklardır. Kur'an bu
noktada cinler için hem ümmet tâbirini kullanmaktadır (bk. Araf, 38; Fussılet,
25; Ahkaf, 18)) hem de ma'şer (topluluk, toplum) sözcüğünü, (bk. En'am, 128,
130; Rahman, 33) Cin ümmet-toplumunun iyileri de vardır, kötüleri de...
4.
Cin
toplumlarına da, tıpkı insan toplamları gibi peygamberler gönderilmiştir, (bk.
En'am, 130) Cinler son peygamber Hz. Muhammed'e vahyedilen Kur'an'ı da
dinlemişlerdir. (Ahkaf, 29; Cin, 1) Bu dinleyiş, Hz. Peygamber'e vahiy ile
bildirilmiştir; Hz. Peygamber cinleri bizzat gözüyle görmemiştir. (Cin, 1)
5.
Cinler
insanoğlu tarafından, iş ve değer üretmek için çalıştırılmıştır, (bk. Nemi, 17,
39; Sebe', 12) Esasında, Kur'an'a göre tüm insan ve cin toplumları Allah için
iş yapıp değer üretmek üzere yaratılmışlardır. Görevleri budur. Bu bilgiyi
veren Zâriyât Suresi 56. ayette kullanılan fiil "ya'bu dûn" fiilidir,
ibadet kökünden türeyen bu fiil hem bugün kullandığımız anlamda ibadeti hem de
iş yapıp değer üretmeyi ifade etmektedir. Çünkü ibadet sözcüğü esası
bakımından Ibranice'deki "aboda"dır ki iş yapmak, değer üretmek, çalışmak
demektir. Bundan da anlaşılır ki Kur'an'ın ibadetle amaçladığı, sadece yakarış
hali değil, yaratıcı-üretici tüm faaliyetlerdir. İns ve cinnin çalışmaları içinde
göklerin ve yerin köşe-bucağını araştırma, delip geçme faaliyetleri de
olacaktır, (bk. Rahman, 33)
Şöyle
veya böyle, cinler bazı nebiler tarafından iş yapıp değer üretmek üzere
çalıştırılmışlardır. Bu çalışmalar içinde bazı cisimleri çok uzak mesafelere
anında gönderme faaliyeti de vardır. Tam bu noktada cevabının ne olacağını
bilemediğimiz şu ilginç soru akla gelebilir: Acaba Kur'an-ı Kerim'de cin,
başka gezegenlerden dünyaya gelen veya gelecek olan varlıkların ortak adı
olarak da kullanılıyor mu?Hz. Süleyman 'ın hizmetinde çalışan ve bir tür
ışınlama gerçekleştiren "cin ifriti" ile Süleyman Peygamber
arasındaki konuşma (Nemi, 39) bu bakımdan çok dikkat çekicidir.
*
Cinlerin gaybı bildiğini sanmak:
Cinlerin
gaybı bilmedikleri Kur'an'da açıkça ifade edilmiştir, (bk. Sebe', 14; Cin, 10)
*
Cinlerin insana doğrudan musallat
olabileceğine inanmak:
Cinlerin
insana tasallutları, yine bir insan aracılığı iledir. Allah'a inanan insanın
cinlerin hiçbir kötülüğünden korkmaması gerekir. (Cin, 13) Cin tasallutu
diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu bahane ederek insanları cin
hayalleriyle perişanlığa iten insan şerirlerinin işidir. Bu hayallere
kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım insanlara sığınanlar, başlarına
sarılmış belayı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, (bk. Cin, 6)
Yani,
cin tasallutu yoktur ama cinleri bahane ederek insanları sömürenlerin tasallutu
vardır. Kur'an işte bu ikinci tasalluttan korunmamızı istiyor.
Tanrı
elçilerinin bile her devirde hem insan şeytanlarından hem de cin
şeytanlarından düşmanları olmuştur, (bk. En'am, 112) Bunlar, o elçiler
aleyhine birbirlerine yaldızlı sözlerle destek verirler. Ama bunu kendi
aralarında yaparlar, insana musallat olamazlar.
Cinler
her türden insana vesvese verirler, (bk. Nâs, 6)Yani insanın içine kötü
fikirler sokabilirler. Peygamberler bu vesveselerden, Allah'ın gönderdiği
vahiyle kurtulurlar. Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu ise
peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy ürünleri sayesinde olacaktır.
Yani
cin hezeyanlarıyla rahatsız olup dengeyi bozmaktan kurtulmanın en güvenli
yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan geçer. Bu yolun yerine üfürük, muska ve
tılsım yolunu seçenlerse beladan kurtulamazlar...
CUMA
GÜNÜ VE CUMA NAMAZI
Cuma
(cum'a veya cumu'a) toplamak anlamındaki cem* kökünden türemiş bir isimdir.
İslam'dan önceki devirde "Arube" diye anılan 6. güne İslam devrinde
verilen addır. Müslümanların toplu halde ve bir mekânda kıldıkları namazı veya
namaz kılmalarını ifade ettiği için bu adı almıştır,
Kur'an
bu kelimeyi bu anlamda olmak üzere, aynı adı taşıyan surenin (Cumua Suresi) 9.
ayetinde kullanmakta ve aynı ayetle devamı olan ayet, tüm Müslümanları
Cuma namazıyla yükümlü tutarak bu namazla ilgili düzenleme getirmektedir:
"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, Allah'ı anmaya/
Allah'ın zikrine koşun. Alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır. Namaz kılınınca hemen yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan
nasibinizi arayın..."
Bu
ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Kur'an Cuma'yı bir tatil günü olarak
değil, bir ibadet vakti olarak düzenlemektedir. O halde Kur'an'a dayanarak bir
"Cuma namazı paydosumdan söz edilebilirse de bir "Cuma günü
tatili"nden söz edilemez. Uydurma bazı rivayetlerle yüklenen yapay bazı
yükümlülükler Cuma gününü bir tür tatil gibi algılamaya yol açmaktadır.
Örneğin, Cuma günü yıkanmanın sevabından söz eden
uydurma hadisler vardır. Bir tanesinde şöyle deniyor: "Cuma günü,
bardağını bir dinara su satın alma pahasına da olsa yıkanınız." (bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 1/290)
Bizzat
Peygamberimizin uygulaması göstermektedir ki, Cuma namazı Hicret sırasında
farz kılınmıştır. Hicret sırasında Medine'ye bir saat uzaklıktaki Kuba
semtine ulaşan Peygamberimiz burada kaldığı dört gün içinde arkadaşlarıyla
sıkı bir biçimde çalışarak ilk mescit olan Kuba Mescidi'ni inşa
etmiştir. Küba 'dan Cuma günü hareket etmiş ve Salim b. Avf kabilesinin
yerleştiği Ranûna vadisine inip orada misafir kalmıştı. İşte bu sırada
Cuma vakti girmiş ve Hz. Peygamber ashabıyla birlikte İslam'ın ilk farz
Cumasını oradaki bir namazgahta kılmıştır.
"Farz
Cuma" dememiz sebepsiz değildir. Çünkü Hi
cret'ten önceki dönemde Medine'ye gelmiş bulunan Müslümanlar, Ehlikitap
toplumun haftalık bir ibadetinin bulunduğunu dikkate alarak kendileri için de
böyle bir ibadet olsun istemişler ve sonradan adı Cuma olarak belirlenen Arube
gününü haftalık toplu ibadet günü olarak seçmişlerdi. Bu ibadete Es'ad b.
Zürâre (ölm. 1/623) adlı sahabî imamlık ediyordu. Ancak bu ibadet bir farz
ibadet değil, bir tatavvu' (sevap kazanmaya yönelik) ibadet idi. Daha
doğrusu bu haftalık toplantı idi. Namaz, bu toplantıyı sağlayan vesîle
olarak değerlendirilmiştir. Nitekim "ilk Cuma imamı" diyebileceğimiz
Es'ad b. Zürâre, o gün toplananlara bir küçükbaş hayvan kesip yemek
vermekte idi. (bk. İbn Hemmâm; elMusannef, 3/159 vd.)
Kur'an,
Cuma namazının nasıl kılınacağından söz etmez. Bunun anlamı, bu namazın diğer
namazlarla aynı olduğu, ancak adından da anlaşıldığı gibi bir toplantı namazı
olduğu için cemaatle kılınması gerektiğidir. Cuma namazında okunan ve fıkıh
kitaplarında "farz" olarak gösterilen hutbe Kur'an'da
anılmamaktadır. Buna dayanarak şunu söylemek durumundayız: Hutbe, Cuma'nın
farzlarından biri değildir. Hutbe, Peygamberimiz tarafından halka öğüt
vermek için başlatılmış bir uygulamadır ve bu haliyle sünnettir.
*
Cuma namazını iki rekâtın üstüne çıkarmak:
Cuma
namazı bahsinde en büyük ve en tehlikeli bid'at budur. Çünkü bu bid'at dinde
ziyadeciliğin bir görünümüdür ve dinde ziyadecilik örtülü bir şirktir. Hz.
Peygamber dinde ziyadeciliği "şirretlik" olarak nitelendirmiştir.
Kur'an
tarafından rekât sayısı belirtilmemiş bulunan Cuma namazı Hz. Peygamber tarafından
iki rekât olarak kılınmıştır. Bunun önüne ve sonuna
çeşitli adlar ve gerekçelerle eklenen diğer rekâtların tümü bid'attır. Allah'ın
iki rekât farz kıldığı namazı on katına çıkarmak gibi bir cürettir. Bu günah
işlenirken ileri sürülen gerekçe ise daha ürkütücüdür.
Şimdi
bu ekleme namazları görelim:
1.
Cuma'nın
farzından önce kılınan iki veya dört rekât: Bunu, Cuma'nın
ön sünneti diye tanıtanlar vardır. Tamamen yanlıştır, uydurmadır. Bir defa, Hz.
Peygamber'in böyle bir namazı mescit içinde kılmadığı kesindir. Evinde kılıp
kılmadığı ise tartışmalıdır. Biz burada, evinde kıldığını değil, mescitte kılıp
kılmadığını konuşuyoruz. İbnü'l-Kay yım el-Cevziyye (ölm. 751/1350),
eseri Zâdü'l-Me'âd'da Hz. Peygamberin mescide girer girmez doğruca
mihraba geçtiğini ve Cuma namazından önce herhangi bir namaz kılmadığını, bunun
aksini söyleyenlerin yalan söylediğini bildiriyor. Hadis alanının büyük üstadı Elbânî
(ölm. 1999), Hz. Peygamberin Cuma'dan önce iki veya dört rekât kıldığı
yolundaki rivayetlerin uydurma olduğunu ispatlamıştır, (bk. Elbânî; el-Ahâdîs
ez-Zaîfa, 3/45-47, 82-84)
Biz
de Elbânî ile aynı kanıdayız. Çünkü Hz. Peygamber, tatavvu' namazların tümünü
mescit dışında, evinde kılmıştır. Cuma namazında bunun aksini yapması söz
konusu olamaz.
Muvahhit
(tevhit ilkelerini esas alan) bilgin IbnülCevzî (ölm. 597/1200), farz
dışında herhangi bir namazı cami içinde kılmanın, ibadet ehline, iblis
tarafından bulaştırılan bir saptırma olduğunu bildirmektedir. Ona göre, böyle
bir şey riyayı meşrulaştırmaktır, (bk. Telbîsü iblis, 164)
Kaldı
ki Peygamberimizin, Cuma'dan önce iki veya dört rekâtlık bir ön namaz kıldığını
söyleyenler de bunun Cuma'nın sünneti olduğunu falan söylemiyorlar; sadece
tatavvu' bir namaz kıldığını bildiriyorlar. Tatavvu' her zaman ve her şartta
kılınabilir. Bunun Cuma ile kayıtlı gösterilmesi yanlıştır. O halde
Peygamberimiz böyle bir ön namaz kılmış olsa bile bu, Cuma'nın ön sünneti diye
anılamaz ve Cuma'nın bir parçası gibi gösterilemez. Adı üstündedir: Tatavvu'...
Tatavvu'
kılan
kılar. Ve istediği kadar kılar. Bu bize, ilmihal kitaplarına Cuma'nın ön sünneti
diye uydurma ve ilave bir namaz ekleme hakkını vermez. Tatavvu' bir nafile
namazdır; kendi başlığı altında anlatılır.
Bu
böyle yapılmamış, hileli ifadelerle Cuma'nın ön sünneti, son sünneti denerek
iki rekâtlık namaz on altı rekâta çıkarılmıştır. Bu hile ve fesatlar
yüzündendir ki Allah'ın hakkı iki rekât iken, bid'atların hakkı on dört rekâta
çıkmıştır...
Bugün
bize düşen, bu hile ve artırmaya karşı çıkmak için bu ekleme rekâtları
kılmamaktır. Bunu kılmamak, bid'ata karşı çıkış olduğu için sevap kazandırır.
Aksini yapmak, bu eklemeyi Cuma'nın bir parçası olarak gösteren bid'atçılığı
desteklemek olduğu için bizi günaha sokar.
b)
Cuma'nın
farzından sonra kılınan on rekât: Bunun ilk dördü, Cuma'nın son sünneti diye
bir uydurma adla kılınmaktadır. Ondan sonraki dört rekât zuhr-i âhir adıyla
kılınmakta, son iki rekât ise vaktin sünneti uydurma adıyla eda edilmektedir.
Bu
ekleme namazları savunanlar şöyle demektedirler: "Eğer Cuma'nın edasında
bir bozukluk, bir sıhhatsizlik varsa bu son kılınan on rekât o günkü öğle
namazının yerine geçer. Çünkü Cuma'yı kılamamış olanlar öğle namazını kılmakla
yükümlüdür. Biz işi garantiye alalım; Cuma'nın durumunda bir kuşku varsa öğle
namazını kılmamış duruma düşmeyelim."
Bu
savunma-gerekçe, yapılan eklemeden daha büyük bir hatadır. Bir kere, Cuma'nın
sıhhatinde kuşku varsa onun iadesi gerekir. Ve sorulması gerekir: Sıhhat
şartları vücut bulmamış bir namaz nasıl kılınabilir? Cuma namazı, ya sıhhat
şartları doğmuş ve kılınmıştır, yahut o şartlar doğmadığı için kılınmamıştır.
Kılınmışsa öğle namazı gerekmez, kılınmamışsa (ki kuşku duyulması halinde
kılınmamış sayılır) o zaman doğrudan öğle namazı kılmak gerekir. Öğle namazı
ise on rekât değil, dört rekâttır. Yani hem yedek bir öğle namazı icat ediliyor
hem de ona altı rekâtlık bir ekleme yapılıyor. Kısacası, uydurmacılık
zamlarının sonu bir türlü gelmiyor.
Biz şunu bileceğiz: Zuhr-i âhir, vaktin sünneti filan
gibi uydurma adlarla namaz olmaz.
Esasen,
bu ekleme namazları kılan sade Müslüman vatandaş bu fıkıh oyunlarını ne bilir
ne de anlar. O, kıldığı ilave on rekâtı Cuma'nın bir devamı gibi görmekte ve
kılmaktadır. Bunun anlamı, bu sade Müslümanların aldatıldıkları ve dinlerinin
emri olan iki rekâtlık namaz yerine on altı rekâtlık uydurma bir namaz kıldıklarıdır.
Bu
insanlara işin gerçeği anlatılsa ve eğer istiyorlarsa Cuma'dan sonra evlerinde
tatavvu'an (sevap kazanmak için) namaz kılabilecekleri söylense kim ne
kaybeder? Kılan kılar, kılmayan kılmaz. Ama hiç kimsenin içinde Cuma'yı kıldım
mı, kılmadım mı kuşkusu uyanmaz. Dinin istediği, Hz. Resul'ün yaptığı da budur.
Bid'atlara
karşı verdiği etkili mücadele ile de tanınan Şafiî fakıhı Ebu Şâme, ünlü
eseri el-Bâis 'de bu inceliğe şöyle dikkat çekiyor: Cuma'nın sünneti
diye bir şey yoktur. Hz. Peygamber Cuma'nın önünden ve sonunda n bir namaz
kıl mış sa bu sırada n nafile nam az dır. Bunu Cuma'ya eklemenin haklı yanı
olamaz, (bk. Ebu Şâme; el-Bâis alâ inkârilBide'i vel-Havâdis, 287, 294)
İşin
özeti şudur: Hz. Peygamber, sadece Cuma'da değil, diğer zamanlarda da farz dışındaki
namazları camiye sokmamış, evinde kılmıştır. Bunu naklederken "evinde"
sözcüğünü atlayarak Hz. Peygamber farzdan önce şu kadar, farzdan sonra da
şu kadar kıldı diye bir oyun sergileniyor. Evet kıldı ama, evinde kıldı. Bu
ikisi çok farklıdır. Evinde kıldı kaydını çıkardığınızda o tatavvu' namazlar
birer farz gibi esas namaza ekleniyor ve ilmihal kitaplarına giriyor.
Konu,
taklit ve ekleme devrinin kitapları yerine esas kaynaklardan verilse olay
çözüme ulaşacak ve her şey yerli yerine oturacaktır. Ama taklitçi zümreler buna
asla yaklaşmıyor.
Şimdi
biz, o esas kaynakların bazılarından işin özünü nakleden bazı tespitleri
aktaralım: Hadis ve fıkhın en önemli ilk kaynaklarından olan İbn Hemmâm (ölm.
211/826), eseri el-Musannefin "Cuma'dan Önce ve Sonra Namaz
kılmak" adıyla açtığı bölümünde şunu bildiriyor: Hz. Peygamber'in
Cuma'dan önce veya sonra cami içinde kıldığı bir namaz yoktur. Cuma'dan önce
evinde iki rekât kıldığı rivayeti var ki bu da ortaklaşa kabul edilen bir
rivayet değildir, (bk. İbn Hemmâm, 3/ 65, 246-248)
Daha
geriye gidelim ve tevhidin tüm boyutlarında titizliğini bildiğimiz Hz. Ömer
'i dinleyelim: "Cuma namazı, bayram namazları, sefer halinde farz
namazlar hep iki rekâttır. Peygamberiniz böyle kılmıştır. Bunun aksini yapıp
iftira yoluna gidenler hüsrana uğramıştır." (bk. İbn Hanbel, 1/38;
Nesaî, taksîru's-salât; İbn Mâce, ikamet; Beyhakî, 3/199; Şîrâzî; el-Mühezzeb,
1/370)
Hz.
Ömer'in bu beyanı ardından şunu da bildirelim: Normal zamanlarda dört rekât
kılınan farz namazlar yolculuk halinde zorunlu olarak (azîmeten) mecburen iki
rekât kılınır. Normal zamanlarda iki rekât kılınan Cuma ise yolculuk halinde
kılınmaz, (bk. İbn Hemmâm, 3/172-174) Bu, oruçtaki ruhsat durumunun
aksine, bir azimet yani zorunluluktur. Yani sefer halinde olanlar Cuma
namazı kılmazlar. Kılarlars a bu , farz ola n Cum a olmaz , sırada n bi r
tatavvu' namaz olur. Böyle yapanlar, öğle namazını kılmak zorunda kalırlar.
*
Cuma kılmak için Kur'an ve sünnet dışı şartlar koymak:
Cuma
namazı kılmak için fıkıh kitaplarında değişik mezheplerin görüşleri olarak şu
şartların biri veya birkaçı öne sürülür: Devletçe izin verilmiş bir cami
olacak, şehir veya kasaba camii olacak, on, yirmi, otuz, kırk vs. sayıda cemaat
olacak...
Bu
şartların tümü uydurmadır, fakıhların kendi tasarruflarıdır. Üstel ik birinin
gerekli gördüğünü öteki gereksiz görür, çekişir dururlar. Yani bu şartlarla
büyük bir kaos yaratılmıştır. Bu kaosa işaret eden müfessir Sıddîk b. Hasan
Han (ölm. 1307/1889) diyor ki:M Cuma namazı için varlığı öne
sürülen devlet reisi izni, şehirde bulunmak şartı, belirli sayıda cemaat, tek
ve büyük cami vs. nin tümü Kur'an ve sünnet dışıdır, hiçbirinin bir dayanağı
yoktur." (Sıddîk Hasan; Ravdatü'n-Nediyye, 1/134-136)
Şimdi
bu uydurma şartları bir bir gözden geçirelim:
1.
izinli cami şartı: Siyasetçilerin, halkı kontrol için
koydukları bir şarttır. Bırakın izinli camiyi Cuma kılmak için herhangi bir
cami, hatta belirli bir mekân şartı bile yoktur.
Aklı
başında herkes biliyor ki, Cuma kılmak için izinli cami ve belgeli imam kaydı,
yöneticilerin topluluk haline gelmiş insanları kontrol altında tutmalarına yönelik
siyasal-yönetsel denetim kaygısının bir zorlamasıdır. Buna, yine
siyasal-yönetsel mantık içinde olumlu bakılabilir. Ama bunu din emri haline
getirip ilmihal kitaplarına yazarsanız o zaman buna uymak değil, karşı
çıkmak din olur. Özellikle günümüzün özgürlükçü dünyasında bunu yaşatmaya
kalkmak, İslam'a kötülüktür. Yapılması gereken, herkesin istediği yerde Cuma
namazını kılabileceğini halka duyurup göstermektir.
Cuma,
adından da anlaşıldığı gibi, cemaatle kılınan bir namazdır. O halde cemaat
nerede bir araya gelirse (camide, evde, iş yerinde, kırda-bayırda, deniz
kenarında, garajda vs.) Cuma orada kılınır. Hatırlayalım ki Hz. Resul ilk
Cuma'yı, hem de yaptırdığı ilk camiyi bitirdiği Cuma günü, camide değil,
camiden uzaklardaki bir vadide kılmış-kıldırmıştır. Cuma kılmak için belirli ve
devletten izinli bir cami gerekir diyenler her şeyden önce Hz. Peygamber'e
ters düşmüş olurlar.
Cemaat
kaç kişidir? Cemaat şartının doğması için fıkhın genel kuralı olan üç
kişinin varlığı yeterlidir. On, yirmi, kırk vs. gibi rakamlar fıkıhçıların
kendi görüşleridir, dinden hiçbir dayanağı yoktur.
2.
Görevli imam şartı: Böyle bir şart da yoktur. İslam,
ibadette lider fikrine karşıdır. Toplanan Müslümanlar, eğer namazlarını
cemaatle kılmak isterlerse içlerinden en uygun gördükleri birini imamlık için
öne geçirirler. Eğer içlerindekilerden biri bilgili, iyi Kur'an okuyan vs. gibi
meziyetlere sahipse elbette onu yeğleyeceklerdir. Ama bu da bir "olmaz
ise olmaz" şart değildir.
Cuma'da
da durum aynıdır. Cuma kılmak için toplanmış cemaatten biri imam olur.
İmamlık yapmak için görevli olmak, mektepli-medreseli olmak, bilgin olmak gibi
şartlar yoktur. Mevcut kişilerin içinden biri imam olur.
Burada
sorun gibi gösterilen bir konu da hutbenin okunmasıdır. Şunu
hemen belirtelim ki, hutbe okumak Cuma'nın farzı değildir. Fakıhların,
ittifak ettikleri bir konudur ama bu, hutbenin Allah tarafından konmuş bir
Cuma şartı gibi gösterilmesi için yeterli olamaz.
Hutbe
sünnettir. Çünkü Peygamberimiz okumuştur. Hutbenin
mutlaka yerine getirilmesi gerekeni ise Allah'a hamd etmekten ibarettir. Nasihat
ve öğüt kısmı olmasa da olur. Gerekli olan, Allah'a hamd kısmını ise
namazı kıldıran kişi hiçbir sıkıntıya düşmeden yerine getirir. Bugün hutbe
okuyanların sergiledikleri merasim, inişler-çıkışlar, dönüşler, dualar vs.
tümden Emevî uydurmasıdır. Bu uydurma merasimlere bakarak hutbe okumanın bir
ihtisas işi gibi algılanması yanlıştır.
Hutbenin
dinsel hikmeti, Cuma vesilesiyle toplanan kişilerin yüzyüze konuşup
görüşmelerine imkân sağlamaktır. Bunu yapmak için onların bir kısmının âlim
olması gerekmiyor. Hutbenin namaza bağlı kısmını Allah'a hamd ile bitirip
namaz sonrasında (eğer vakitleri ve niyetleri varsa) oturup sohbet ederler,
fikir alış-verişinde bulunurlar, birbirlerinin dertlerini dinlerler. İşte esas
İslamî hikmet buradadır. Birilerinin nutuk atıp ötekilerin kös kös
dinlemesinde değildir.
O
halde Müslümanlar, kadın-erkek, bulundukları her yerde üç kişilik bir
cemaate ulaşmaları halinde Cuma namazı kılabilirler. O yana-bu yana dolaşmaya,
cami aramaya, belirli bir camide toplanıp yollarıgeçitleri tıkamaya ihtiyaç
yoktur.
Biz,
gerçek anlamda Cuma namazının zamanla bu Kur'ansalMuhammedi yapısına ulaşacağından,
çünkü bunun bir hayatî zorunluluk haline gelmiş bulunduğundan eminiz. Elverir
ki, Müslüman kitleler, uydurmacı devirlerin uydurma ilmihal kitaplarından
yakalarını kurtarma bilinç ve cesaretine ulaşabilsinler.
3.
İç ezan okumak: Bu konuda bilgi için bu eserin Ezan
maddesine bakınız.
*
Hutbe ile ilgili bid'atlar ve saptırmalar:
Cuma
namazı bahsinde sergilenen bid'at ve saptırmaların oldukça büyük bir kısmı
hutbe konusu etrafında kümelenmektedir. Bunları şu şekilde verebiliriz:
1.
Hutbeyi
Cuma'nın farzı olarak göstermek: Yukarıda başka bir
vesile ile de söylediğimiz gibi, hutbe Cuma'nın farzlarından biri değildir,
Peygamberimizin bir sünnetidir. (Hasan el-Basrî'nin aynı görüşü için bk.
Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/379-380) Cuma namazını düzenleyen Kur'an
ayetleri hutbe diye bir yükümlülüğe değinmemektedir.
2.
Hutbeyi,
cemaatin anlamayacağı bir dille okumak: Hutbe, bir topluluk
namazı olan Cuma için toplananlarla bir anlamda bir sohbettir. Bu sohbetin, cemaatin
bildiği dille olması aklın ve dinin bir gereğidir. Bunun aksini yapmak akıl ve
din dışı bir uygulamayı kutsallaştırarak cemaatin hakkını ihlal etmektir.
Hutbeler,
Allah'a hamd ve Peygamberimize salât ve selâm kısmı da dahil, cemaatin bildiği
dille yapılmalıdır.
3.
Hutbeyi
minber, kürsü gibi yüksek bir yerden okumak, bu çıkış sırasında dualar okumak,
hutbe bitince ayrı bir dua etmek: Bu da peygamberimizin
sünnetine aykırıdır, (bk. Ebu Şâme, 265-270) Din görevlisini, özel ve farklı
bir adam durumuna getiren bu uygulama, tevhit mabedinin ahengini bozmaktadır. Hz.
Peygamber, hutbelerini cemaat içinde ayağa kalkarak okumuştur. Yaşlandığı
dönemde, hutbe okurken yorulduğu için bir hurma kütüğüne yaslanıyordu. Daha
sonra bunun yerine, yaslanması için marangozlar tarafından yapılan sandığa benzer
ahşap bir dayanak kondu.
Hutbeyi
oturarak okuyan ilk kişi, Emevî kralı Muaviye b. Ebu Süfyan (ölm.
60/679) olmuştur. Çok yağlandığı ve feci şekilde göbek bağladığı için ayakta
duramadığı ve hutbeyi oturarak okuduğu belirtiliyor, (bk. Süyûtî;
Târîhu'l-Hulefa, 227)
Ne
ilginçtir ki Muaviye'nin göbeğinden duyduğu sıkıntı yüzünden başlatılan
bu uygulama o günden sonra İslamîleşmiş ve Hz. Peygamberin sünnetinin yerini
almıştır. Bugün mabetlerimizde bu Muaviye sünneti esas alınmaktadır.
4.
Hutbeyi
uzatmak: Hz. Peygamberin hutbesi sadece birkaç cümleden
ibaretti, (bk. Ebu Davûd; Sünen)
5.
Hutbede
öğüt olarak Kur'an dışında bir şeyler okumak: Hutbede
eğer cemaate öğüt verilecekse bunların Kur'an ayetlerinden seçilmesi
Peygamberimizin açık uygulamasıdır, (bk. Müslim, Nesaî, İbn Hanbel) Allah'tan
daha iyi ve güzel kim öğüt verebilir? Ve Kur'an, tanrısal öğütlerle doludur.
Esasen Kur'an'ın adlarından biri de Tezkire yani öğüt veren kitaptır.
Yıllardan
beri Türkiye Cumhuriy eti'nin anayasal din kurumu olan Diyanet İşleri'ne uyarıda
bulunuyoruz: Hutbelerde Peygamberimizin sünnetini işletip öğüt olarak Kur'an
ayetleri okutun. Bunun hiçbir zorluğu yoktur. Hatipler, temiz bir Türkçe ile
yapılmış Kur'an tercümesinden seçtikleri öğüt yüklü bir veya birkaç ayeti
cemaate okuyup hutbeyi bitirsinler. Onun-bunun yazdığı sözleri cemaate dinletmeyin.
Böyle devam ederse her hatip kendi işine gelen şeyleri söylemeye başlar ve bir
zaman gelir ki camiler politik nutukların atıldığı parti lokallerine döner.
Ne
yazık ki bu uyarımız dinlenmedi ve Peygamberimizin açık bir sünneti dışlandı.
6.
Hutbeyi
Cuma namazından önce okumak: Sünnete uygun olan,
Cuma hutbesinin, tıpkı bayram hutbeleri gibi, namazdan sonra okunmasıdır. Hutbenin
namazdan önce okunması bir Emevî bid'atıdır ve ne yazık ki kurallaşmış,
dinleşmiştir. (Bu bid'atı ilk başlatanın kimliği hakkındaki tartışma için bk. ibn
Hemmâm; el-Musannef, 283-285) Ünlü Hanefî fakıhı Serahsî'nin eseri el-Mebsût'tan
izleyelim: "Resul ve dört halife döneminde hutbe namazdan sonra okunurdu.
Emevîler bunu namazdan önceye aldılar. Çünkü onlar hutbelerinde helal olmayan
şeyler söylerlerdi. Halk bunları dinlememek için namazdan sonra camiyi terk
ederdi. Hutbeyi, farz olan namazdan önceye aldılar ki, halk onları mecburen
dinlesin." (Serahsî; elMebsût, 2/37. Bu konuda fıkıh profesörü Yunus
Vehbi Yavuz 'un bir makalesi için bk. "Kur'an Mesajı Dergisi",
yıl: 1998, sayı: 6)
Serahs
î'nin
bu beyanı bize şunu da göstermektedir: Hutbe, Cuma'nın farzı değildir.
Olsaydı, sahabîler farzı kılar kılmaz camiyi terk edemezlerdi ve Emevî
kodamanları da hutbenin yerini değiştirme ihtiyacı duymazlardı.
Halkın
kendilerini bir sürü gibi dinlemelerini sağlamak ve sağlamlaştırmak için "Hutbeyi
Kur'an dinler gibi dinlemek gerekir" dayatmasını ilmihallere
soktular. İşi iyice sağlama bağlamak için bir de şöyle bir hadis uydurdular: "Hatip
minbere çıktığında artık ne namaz kılınır ne de kelam edilir." (bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 1/199)
Uydurmacılar
öylesine şaşırmışlar ki, uydurdukları hadis içine kendilerini ele verecek
kanıtı koyduklarının farkında bile olmamışlar: Hz. Peygamber hatibin minbere
çıkmasından nasıl söz eder? Onun minbere çıkıp hutbe okuması şöyle dursun,
mescidinde minber diye bir şey yoktu. Hutbelerini hep cemaatin içinde ayağa
kalkarak, ileriki yaşlarında ise bir hurma kütüğüne dayanarak okumuştur.
7.
Hutbeden
önce müezzinlerin ezan (iç ezan) ve bazı ayetler okumaları, salât ve selâm getirmeleri:
Bunlar
da Emevî bid'atlarmdandır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Ebu Şâme, 265-270;
Ali Mahfuz, 168; bu eser, Ezan maddesi)
Bayram
hutbelerinden önce tekbir getirilmesi de aynen böyle bir bid'attır. (bk. Ali
Mahfuz, 179)
Bu
hutbe meselesi, Emevî yozlaştırmasının en tipik göstergelerinden biridir.
Adliye Nazırı ve din bilgini İzmir Mebusu Mehmed Seyit Bey (ölm. 1925)in
bu yozlaştırmayla ilgili tarihsel bir konuşmasının bir özetini eserimizin Giriş
kısmına koymuş bulunuyoruz.
* Cuma'nın sadece erkeklere farz
olduğunu söyleyerek kadınların Cuma kılmasını engellemek:
Bu
uygulama da İslam dışı bir uygulamadır. Kur'an, Cuma namazı emrini herkes için
eşit vermiştir. Diğer ibadetleri veren buyruklarda hangi ifadeler, hangi kipler
kullanılmışsa, Cuma namazını emreden ayetlerde de aynı ifade ve kipler
kullanılmıştır. Kadının Cuma namazı emrinden hariç tutulduğunu gösteren bir
Kur'an beyanı varsa "Cuma kadına farz değildir." diyenlerin
onu ortaya getirmeleri gerekir.
Böyle
bir beyan yoktur. Ama tam tersini gösteren ayetler ve Peygamber uygulamaları
vardır.
Kadınların
Asrısaadet'te erkeklerle aynı yerde, hatta aynı kaptan abdest alıp aynı yerde
Cuma ve bayram namazlarını kıldıkları tüm kaynakların ortak bey anlarındandır. (Örnek
olarak bk. İbn Hemmâm, 3/302)
Sonraki
zamanların kadını dışlayan anlayışları yüzündendir ki "Kadınlar fitne
çıkarır" gerekçesiyle kadınların Cuma ve bayram namazlarına
katılmaları önlenmiştir.
Şimdilerde
şu da söyleniyor: "Camiler erkeklere bile yetmiyor, bir de kadınlar
Cuma ve bayram namazı kılmaya kalkarsa halimiz nice olur?"
Bu, İslam dışı
uygulamalara İslam dışı gerekçe bulmanın tipik örneklerinden biridir. Cuma,
Kur'an ve sünnetin verilerine göre kılınsa yani belli camiler, belli görevliler
şart koşulmasa bu sözlere lüzum kalmaz. Çünkü herkes Cuma'sını, cemaatin
oluştuğu herhangi bir mekânda (evde, iş yerinde, kırda, çayırda) kılar. Ama
isteyen kadınlar da gidip büyük veya küçük camilerde kılarlar.
DÂRÜLHARP
Dârülharp
(karşıtı, dârülislam) harp yurdu, harp alanı demek.
Geleneksel fıkıhın bununla kastettiği, "topraklarında küfür yönetiminin
egemen olduğu ülke" veya "kâfir liderin emir ve yönetiminin
yürürlükte olduğu ülke"dir.
Klasik
fıkıh, eski dünyanın şartlarının da itişiyle dârülharp kavramını, zaman zaman
günümüz hukuk sistemlerindeki "yabancı ülke" anlamında kullanmıştır.
Dünya onlar için ikiye ayrılmıştır: Dârülislam yani Müslümanların egemen olduğu
parça, dârülharp yani küfrün egemen olduğu parça... Burada omurga nokta,
Müslümanların kahır ve zulüm altında inlemeleri ve dinlerine ait hükümlerin
hiçbir yürürlük imkânı bulmamasıdır. Klasik fukaha bu noktada ilginç bir yaklaşımla
dârülharp toprakları "dârü'l-kahr" (bk. Serahsî; el-Mebsût,
30/33) veya "dârü'l-kahr ve'l-galebe" (bk. Cürcânî;
Şerhu's-Siraciye, Kahire, tarihsiz, s. 82) olarak adlandırmışlardır ki, zulüm
ve despotizmin egemen olduğu ülke demektir. Hükümlerin eksik uygulanması
veya belli bir anlayışın yorumlarına uygun olarak uygulanmaması bir ülkeyi
dârülharp yapmaz.
Buna
karşılık, dârülislam yerine "dârü'l-ahkâm" (kuralların egemen
olduğu ülke, hukuk ülkesi) tâbiri kullanılmıştır. İslam ahkâmı denmeyip sadece
ahkâm denmesi dikkat çekicidir.
Dârü'l-ahkâm;
kuralların, normların işlediği ülke demektir. Karşıtı
olan "dârü'l-kahr" ise keyfîliğin, adaletsizlik ve
kuralsızlığın egemen olduğu despotik yönetim demek olur. Bu incelik unutulmaz
ve Serahs î 'nin bu deyimle dikkat çektiği hususlar göz önünde
bulundurulursa bunun günümüzde "hukuk devleti" kavramının tam
karşılığı olduğu anlaşılır. Böyle olunca da "dârü'l-kahr" deyiminin
karşılığı da hukukun üstünlüğünün bulunmadığı yönetim olacaktır..
İslam'ın
evrenselliği, zaman ve mekânüstülüğü, adının ve esasının barış olduğu da
dikkate alınırsa şu sonuca varmakta tereddüt kalmaz kanısındayız: Dârülislam,
bugünkü Müslümanlar için "hukuk devleti" niteliği taşıyan her
yönetimdir. Dârülharp ise hukuk devleti olmayan, hukukun üstünlüğüne yer
vermeyen yönetimlerin yürürlükte olduğu coğrafyalardır. Bu noktadan hareket
eden Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, bize göre de isabetli bir
yaklaşımla, Hristiyan Batı ülkelerinin dârülharp sayılamayacağını savunmaktadır,
(bk. Özemre; İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 181-185)
Esasen,
günümüz İslam dünyasının diğer ülkelerle ilişkileri dârülharp ve dârülislam
kavramlarını, Özemre 'nin dediği noktaya getirmiş ve Müslümanlar
arasında da uygulamada bir oy birliği doğmuştur. Aksi olsaydı, Almanya başta
olmak üzere Batı ülkelerinde çalışan üç milyonu aşkın Müslüman insan Cuma kılamaz,
oruç tutamaz, nikâh kıyamaz, hatta kelime-i şehadet getiremezdi.
Özetlersek,
dârülharp-dârülislam deyimlerini Kur'an ve sünnet kaynaklı olmadıkları için yok
sayabileceğimiz gibi, günümüz şartlarına uygun olarak ulaşılan ittifaklara
göre yeniden tanımlama imkânına da sahibiz. Unutulmaması gereken nokta şudur:
İslam'ın değerleri açısından "günah işleyen yönetim" dârülharp
adlandırması için gerekçe olmaz. Bunun aksine bir yol tutarak, siyasal hasımlarını
zor durumda bırakmak veya Müslüman kitleleri saflarına çekmek için dârülharp
kavramını "İslam açısından günahları ve eksikleri olan yönetim" şeklinde
tanımlamak Müslümanları fitne ve fesada sürüklemek ve bu fikri savunanları
dünyanın önünde rezil etmekten başka bir işe yaramaz.
Eğer
bugün bir dârülharp tanımı yapacaksak şu iki noktanın kaçınılmazlığını
unutmayacağız:
1.
İnkâr,
yani İslam'ın inkâr edilmesi: Allah'ın, Kur'an'ın
ve Peygamberin reddi,
2.
İslam değerlerine ve Müslümanlara
karşı savaş, baskı ve zulüm uygulanması.
Başkalarına
dayatılmayan inkâr ve hükümlerin uygulanmaması, rahmetli Elbânî'nin
tabiriyle bir "küfri inkârî" yaratmayıp sadece "küfr-i
amelî" olarak kalıyorsa, genişliği ve sayısı ne olursa olsun, ülkenin
dârülharp ilan edilmesi için yeterli değildir. Şafiîlere göre, dârülislam
haline gelmiş bir ülke daha sonra istila edilse ve bu istila altında uzun yıllar
da kalsa artık dârülharp olarak anılamaz.
Türkiye
söz
konusu olduğunda ise dârülharp için söz konusu edilen noktaların hiçbiri yoktur.
Dârülharbin saptanmasında yönetim ve egemenliğin kimlerin elinde bulunduğuna
bakmak ilk adımdır. Böyle baktığınızda yönetimin eksik-
leri ve günahlarının olması, hüküm
vermek için yetmez. Yönetimin küfür, hatta Hanefî fakıhlarına göre, şirk üzere
olması gerekir, (bk. Serahsî; el-Mebsût, 10/114)
Hanefî fıkhının temel kaynağı sayılan el-Mebsût'ta Serahsî (ölm.
483/1090) şunu söylüyor: "İmamı Âzam'a göre, Müslüman yurdunun
darülharbe dönüşmesi için şu üç şartın varlığı kaçınılmazdır: 1. Müslümanların
yurtlarına bitişik bir Müslüman yurdu bulunmamak,
2.Kendi imanına uygun olarak iman eden
bir tek Müslüman ve kendi imanına göre iman eden bir tek Ehlikitap kalmamak, 3.
Ülkede şirk ahkâmı geçerli olmak." (Serahsî;
el-Mebsût, anılan yer.)
Türkiye'de
yönetim Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i inkâr edenlerin elinde değildir. İslam
açısından ihmallere gelince, bu ihmallerin olmadığı bir yönetim Hz.
Peygamber'den sonra hiçbir İslam ülkesine nasip olmamıştır ve olmayacaktır. Bu
böyle olduğundandır ki, İslam'ı siyaset aracı yapanlar dârülharp sömürüsünde
başarılı olmak için önce devleti, yönetimi, sonra da hesaplarına uymayan
Müslümanları kâfir-zındık ilan etmekte, böylece yapay bir dârülharp yaratarak
sergileyecekleri kin ve şiddet siyasetine dayanak hazırlamaktadırlar.
Öte
yandan ittifak noktalarından bir i olarak şunu da görüyoruz: Bir ülkenin
dârülharplığı ile dâr ülislamlığına hükmetmede tartışma çıksa, yani ülke,
dârülislam olmaya ilişkin özelliklerle dârülharp sayılmaya ilişkin özellikleri
aynı anda taşıyor olsa hüküm, dârülislam kabul etme yönünde olacaktır. Bunun
maslahata (kamu yararına) ve ihtiyata daha uygun olduğu düşünülmüştür.
Biz,
öncelikle şunu bilmeliyiz: Bu deyimlerin hiçbiri Kur'an ve hadislerde yer
almaz. Bunun tartışmasız sonucu şudur: Bu deyimler siy asal-yönetsel
deyimlerdir; dolayısıyla devirden devire, coğrafyadan coğrafyaya, şartların
değişmesine göre değişir. Zaten İslam hukukçularının bu kavramlarla ilgili
meselelerin büyük çoğunluğunda ittifak edemediklerini görüyoruz..
Kavramın,
siyasal istismara son derece müsait olduğunu da düşünürsek, günümüz
dünyasında herhangi bir Müslüman ülkeyi, fıkıhtaki içtihat farklarından
yararlanarak dârülharp göstermek hiç de zor değildir. Ve İslami siyaset ve
şiddet aracı yapanların yolu-yöntemi de budur.
Bu
yöntemin uygulandığı ülkelerden biri de Türkiye'dir. Bu neden yapılmaktadır?
Cevap, dârülharp olan bir toprakta İslam hükümlerinden rahatlıkla kaçma
imkânının bulunduğunu bilmekte yatıyor. Bir ülkeyi dârülharp ilan ederseniz
ceza huhukukundan ibadetlere kadar, tüm alanlarda dinsel yükümlülük
kalkmaktadır. Türkiye'ye bakalım: Yüz bin civarında caminin ibadete açık
olduğu ve devletin din işleri için yüzlerce trilyon harcadığı bir ülkeyi
dârülharp ilan ettiğinizde faiz yemekten zina yapmaya, Cuma namazı kılmamaktan
cinayet işlemeye kadar her fiil ve davranışınız yaptırım dışı kalacaktır. Bu
olgu, din üzerinden siyaset yapanlara sınırsız bir imkân ve rahatlık
getirmektedir. Onlar, dârülharp teranesiyle bir yandan istediklerini din
dışı ilan edip devlete ve ülkeye karşı mücadeleyi meşru!aştırırken öte yandan
adına konuştukları dinin tüm hükümlerinden sıyrılmak gibi bir şansa sahip
oluyorlar...
Bütün
bunlardan sonra da kendilerini dârülislam için mücadele eden cihat erleri
olarak tanıtarak Müslümanlar nezdinde seçkinlik kazanma gayreti içine girebiliyorlar.
Oysaki
dârülharp kavramıyla ilgili meselelerin çoğunda tartışan klasik fıkıhçıların
çok az yakaladıkları ittifak noktalarından biri şudur: Dârülharp olan bir
toprak, Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve üzerinde İslam hükümlerinin
uygulanmasıyla dârülislam haline gelir.
Kur'an
ve sünnet dışı olmakla birlikte eski Müslüman toplumların siyasal ve yönetsel
şartların itişiyle kullandıkları dârülharp kavramını Türkiye'yi tahrip etme misyonlarının
zaferi için istismar eden zihniyetlerin, iddia, inat ve ithamları dışında
hiçbir bilimsel ve aklî dayanakları yoktur. Onlarla ilgili olarak söylemek
istediklerimizi, Ahmet Yüksel Özemr e'nin dârülharp kavramını açıklayan
sayfalarından birkaç satırla veriyoruz:
"Türkiye'yi
dârülharp ilan edip Cuma namazı kılmayan, Kur'an'ın faizle ilgili haramlaştırıcı
ayetlerine rağmen apaçık faizle iş gören ve Müslümanlığı da kimseye bırakmayan
bazı cemaatler var ki onlara Allah hidayet etsin, cehalet ve sapıklıklarından
bir an önce idrake gelsinler derim. Türkiye asla bir dârülharp değildir.
Camiler açıktır. Kimsenin ibadetine kanunî bir engel yoktur. Cuma namazını
engelleyen de yoktur. Türkiye'yi bir dârülharp olarak görmek aklın, temkinin,
temyizin, adaletin işi değil, olsa olsa bazı kayıtlardan kurtulmak için
nefs-i emmâre (sürekli kötülüğü emreden insan egosu)nin telkin ettiği kuruntunun
bir sapıklığıdır, o kadar!.."
"Fransa'yı
veya Türkiye'yi dârülharp ilan edenler ya Kur'an ve sünneti dikkate alamayacak
kadar cehalet içinde bulunmaktadırlar, ya da düpedüz vehimlerinin esiridirler.
Yahut da bunu, Cuma namazından kurtulmak, rahat rahat % 130 faiz almak,
dinî yaptırımlardan kurtulmak için bahane etmektedirler." (Özemre,
İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 11184-185)
DOĞUM
KONTROLÜ
Konunun
genel bilgiler kısmında iki noktaya dikkat çekeceğiz:
1.
Kur'an.
nüfusu bol toplum değil, nüfuzu kuvvetli toplum istemektedir. Yani
Kur'an, insan meselesinde kemiyete (sayıya) değil, keyfiyete (niteliğe)
önem vermektedir.
Bunun
da ötesinde Kur'an, nüfusun sayısını öne çıkarmayı, bununla övünmeyi, bunu
yarış konusu yapmayı yani tekâsürü putperestliğin bir görünümü olarak
tanıtmakta ve açıkça kötülemektedir. insan meselesinde önemli ve güvenilir
olan, değerli, üretken insana sahip olmaktır, kelle çokluğuna değil. Kelle
çokluğuyla övünmek (tekâsür) ilkel bir iddiacılık ve böbürlenmedir ki,
sonucu perişanlık olur.
Bu
perişanlığa ne yazık ki Müslümanların çekirdek kuşakları bile zaman zaman yenik
düşmüşlerdir. Oysaki Kur'an çok açık konuşmaktadır: "Cemaatiniz çok da
olsa size zerre kadar yarar sağlayamaz. Allah inananlarla beraberdir." (Enfâl,
19)
Burada
sayısal çoğunluğa karşı nitelik öne çıkarılmıştır. iman bir nitelik-değerdir,
sayısal değer değil.
Kur'an
daha açık ve tarihsel bir örnek de vermektedir: "Huneyn gününde
çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bu hiçbir işinize yaramamıştı. Tüm
genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Sonra da sırtınızı dönüp
kaçmıştınız." (Tevbe, 25)
Tekâsür
ve kevser sözcükleri Kur'ansal sözcüklerdir ve ikisi de
çokluk anlamındaki "kesret" kökünden türemiştir. Bunların
birisi (tekâsür), kelle sayısı ve madde ile övünmeyi, ikincisi (kevser)
sonsuzluk değerlerinin bolluğuyla yücelmeyi ifade etmektedir. Çıplak
kökten yani kesretten bakarsak Kur'an'ın, kesreti yani sayı çokluğunu öncülük
ölçüsü sayan anlayışa eleştirisi çok ağırdır: "Pisle temiz eşit olmaz.
Pisin çokluğu seni şaşırtsa bile bu böyledir..." (Mâide, 100)
Tekâsürü
putperest bir tutku sayan Kur'an, kevseri yüceltmektedir. Kevser, ölümsüz
değerlerin bol bol verileni veya verilmesidir. Putperestler, Hz. Peygamber'i,
çocuğu öldüğü için ebter (soyu kesik) olarak nitelemişlerdi. Buna yanıt
olarak Cenabı Hak, kevseri öne çıkarmış, Hz. Peygamber'in kevserle
yüceltildiğini belirtmiştir, (bk. Kevser Suresi)
Bu
demektir ki Kur'an'ın insanı, tekâsür ile değil, kevser ile mutluluk ve onur
arayacaktır. Kevser Suresi bize göstermektedir ki kelle sayısı bakımından
öne çıkamayan insanlar, kevser değerleriyle yücelebilmektedirler. Kur'an işte
bu ikinci yolu, kevser yolunu önermektedir. Bununla kastedilen, kevserin
elde edilmesi için nüfus artışını durdurmak gerekir şeklinde bir saçmalık
değildir. Maksat, kevser değerlerinde gerilemeye sebep olan bir nüfus
artışının, bir tekâsür sergilemeye başladığının bilinmesidir.
Kur'an
bu noktada bir uyarı yapmaktadır. Bu uyarıyı görmezlikten gelemeyiz.
Kur'an,
insanı en büyük emaneti taşıyan varlık olarak gördüğünden yetenekli, üretken,
yapıp-eden insan aramaktadır. Sadece fotoğraf ve nüfûs kağıdıyla "insan" olan yığınların
Kur'an'ın idealindeki "emanet
taşıyıcı" sorumlu varlık olmaları söz konusu
edilemez. Böyle yığınları üretmenin Allah'ın iradesine ve insanlığa hizmet
olduğunu iddia etmek de Kur'an'a fatura edilerek savunulamaz. Bu böyle olduğu
içindir ki Kur'an,
kelle
çokluğu ile övünmek ve kelle çokluğu yarışı açmak anlamındaki tekâsürü, şirkin
bir görünümü rak değerlendirmiştir. Kur'an'da tekâsürle ilgili beyyineler, ayet.
biri de sure olmak üzere iki tanedir. Biri
"Bilin ki iğreti-sefil hayat, bir oyun ve
eğlenceden, bir süsten, aranızda bir övünme den, mallarda ve evlatlarda çoğalma
yarışından başka bir şey değildir..." (Hadîd, 20) "Aldatıp oyaladı o
çokluk yarışı sizleri; öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri. Hayır, hayır!
İş öyle değil, yakında bileceksiniz!" (Tekâsür
Suresi, 1-4)
Tekâsür
ve kesrete karşı Yaratıcı tarafından önerilen ölümsüzlük değeri kevser de
bir sure ile gündeme getirilmiştir: Kevser Suresi...
Sözün
özü şudur: Esas olan, nitelikli insandır. En basit araç-gereçten en kompleks
jeopolitik unsurlara kadar tüm değerlerin yaratıcısı nitelikli insandır.
Günümüz dünyasının kaderini belirleyen teknolojinin yaratıcısı da nitelikli
insandır. Kelle çokluğu, nitelikli insanda eksiler vücuda getirdiği için insana
ve tekâmüle zarar vermektedir.
2.
Nüfusun
niteliğini dikkate almadan sayıyı artırma hatası insanlığı çok zor durumda bırakmıştır:
Biz,
konuya Malthusçü (Malthusianist) bir yaklaşımla bakmıyoruz. "Nüfus
artarsa açlıktan helak oluruz veya zevklerimizin tatmin oranı düşer" mantığına
taraftar değiliz. Bizim söylemimiz şudur: Açlık ve mesken problemini çözmüş
olmak. Yaratıcı'nın idealindeki insan olmak için yeterli değildir. Başka
bir deyişle, bizim hareket noktamız, et ve ekmeğin üstünde ve ötesindeki değerlere
bağlıdır. Kaldı ki tekâsür illetine tutulmuş olanlar, et ve ekmek, iş ve aş
meselesini de çözebilmiş değillerdir. Yani tekâsür (nüfus çokluğunu bir
değer sayma) sadece ruhta ve değerlerde değil, maddede ve karın doyurmada da
hüsran getirmektedir ve getirmiştir.
Ingiliz
düşünürü protestan papaz Robert Malthus (Rabırt Maltüs)ü eleştirenlar
konuyu hep ekmek, ev, giysi meselesi olarak gördüler. Bilindiği gibi Maltüs (ölm.
1834) insan nüfusundaki artışın geometrik, tarımsal maddelerdeki artışınsa
aritmetik bir artış olduğunu ve bunun sonunun insanlığın aç kalması olacağını
söylemiş ve nüfusun azaltılması için her türlü çareyi önermiştir. Bu
çarelerin çoğu insanlık dışı, zalim çarelerdir. Maltüs, nüfusun
azaltılması için ölümleri, salgın hastalıkları, kanlı kavgaları âdeta teşvik
etmiştir. Onun bu tezlerini işleyen "Essay on the Principle of
Population" adlı eseri, önerilen bu "çareler" açısından
bir insanlık suçu belgesi gibidir. Bunun içindir ki Maltüs, sadece dine
bağlı çevrelerce değil, materyalist-sosyalist çevrelerce de ağır biçimde
eleştirilmiştir. Maltüs'ü birçok bakımdan biz de eleştirmekteyiz.
Ancak, onun, nüfus artışının arz ettiği tehlikeye ciddi biçimde ilk dikkat
çeken düşünür olarak anılmak, hatta takdir edilmek gibi bir hakkının olduğunu
da inkâr edemeyiz.
Maltü
s'ü,
önerdiği çıkış yolları bakımından isabetsiz, hatta zalim göstermemiz mümkündür
ama bu bizim "nüfus sınırsızca artabilir" yolundaki tezimizin
isabeti anlamına gelmiyor. Çünkü nüfusun frensiz artışı, sadece aş ve iş
problemi açısından sıkıntı çıkarmakla kalmıyor, insan denen varlığın
genetiğini, amaçlarını, özünü ve sonuç olarak da ideal bir dünyanın oluşumunu
tehlikeye atıyor. Bu tehlike, gen şifrelerinin çözülmesiyle bile aşılamaz.
Tam aksine, gen şifrelerinin çözümünden beklenebilecek yararları
tehlikeye atacak bir numaralı sıkıntı da niteliği garanti edilmemiş nüfus
artışıdır.
İnsan,
yaratıcı ve sorumlu bir varlıktır. Nüfusun sınırsız-başıboş artışı insanı insan
yapan bu iki değeri (yaratıcılık ve sorumluluk) yozlaştırıyor, yahut yok ediyor.
Karnı
doy urulabilen kişileri Yaratıcının idealindeki insan olarak görme zaafı,
insanlığa büyük kayıplar verdirmiştir.
Biz
şuna inanıyoruz: İnsanlığın bugün en büyük meselelerinden biri, nüfus artışı
meselesidir. Bu mesele, insanlığın geleceğine yönelik tehditlerin de en
büyüğüdür. İslam dünyasının en büyük meselesi de budur. Uzun vadede Türkiye'nin
en ciddî problemi de budur.
*
Nüfusun çokluğunu bir değer ve
başarı sanmak:
Bu
anlayışın Kur'andışı olduğunu yukarıda açıkladık.
*
Doğum kontrolünü İslam'a aykırı
saymak:
Vücut
bulmamış bir hamileliği önlemek anlamındaki bir doğum kontrolü İslam'a asla
aykırı değildir. Tam tersine, böyle bir kontrol, Hz. Peygamber devrinde bizzat
onun izniyle uygulanmıştır, (bk. Buharî, tevhit 18, ıtk, 13, nikâh 96; Müslim,
nikâh 125, 130; Tirmızî, nikâh 39, 96; Îbn Mâce, nikâh 30, 61; Ebu Davûd, nikâh
46, 49; Îbn Hanbel, 3/33, 51, 53; 4/361, 433; Îmam Mâlik; Muvâtta', talâk 96,
100...) Gebeliği önlemeye yönelik tedbirlerin tümünün ortak adı olarak azil sözcüğü
kullanılır. Azil, fakıhların ortak kabulüne göre meninin dölleme yapmasına
engel olmak anlamında bir fıkıh terimidir. Bu engellemede kullanılan
metodun türü ve azlin gerekçesi ne olursa olsun kontrolde dinen bir sakınca
yoktur. Hatta, İmam Gazâlî (ölm. 505/1111) gibi bazı otorite isimler,
estetik gerekçelerle doğum kontrolü yapılmasının bile dine aykırı olmadığını
açıkça belirtirler, (bk. Îhya, 2/51-52) Bu konuyu biz, Kur'an, sünnet, fıkıh
mezhepleri zeminlerinde kaynaklarını da göstermek suretiyle "400 Soruda
İslam" adlı eserimizde genişçe incelemiş bulunuyoruz (bk. s. 55-60.
Konunun, aynı eserin Almanca çevirisi olan "400 Fragen zum
islam 400 Antworten" deki yeri için bk. s. 52-58)
*
Rızık
kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin!" (İsra, 31) ayetinin doğum kontrolünü
yasakladığını iddia etmek:
Bu
iddia tam bir saptırmadır. Bu ayetin yasakladığı, Arapların çocuklarını diri
diri gömme zulümleridir. Ayeti mutlak anlamında alırsak buradan, rahime düşmüş
bir varlığın yok edilmesinin yani kürtajın yasaklığı anlaşılır. Kürtajın
haram olduğunda zaten bizim de bir kuşkumuz yoktur. Rahime düşmeyi engellemek
anlamındaki tedbirlerin bu ayetin yasağı içine sokulması akıl ve bilim
yönünden açık bir saptırmadır. Bu iddia, Peygamberimizin, sahabîlerin,
mezheplerin kabul ve uygulamalarına da aykırı bir anlayış sergilediği için nakil
yönünden de tutarsızdır.
*
"Evleniniz, çoğalınız!"
mealindeki hadisi doğum kontrolüne aykırı saymak:
Bu
hadis, bazı dinlerdeki evlenmeme, iğdişleşme gibi perhizlerin İslam'da
olmadığını göstermek için söylenmiştir. Bunun doğum kontrolüyle hiçbir ilgisi
yoktur. Azli bizzat kendi denetiminde uygulatan Hz. Peygamberin o
uygulamaya aykırı bir söz söylemesi mümkün görülemez. Hadis eğer o uygulamaya
aykırı ise o zaman onu uydurma saymalıyız. Çünkü azli serbest gösteren onca
sağlam hadis yanında bu sözün geçerliliği düşünülemez.
Kaldı
ki, doğum kontrolü Allah'ın mutlak emri değildir, bir izindir. Gerekli
olduğunda kullanılır. Eğer nüfus gerilemesi yahut yetersizliği söz konusu ise
elbette ki nüfus artırıcı teşvikler öne çıkar. Yani hadisi hangi anlamda
alırsanız alın, doğum kontrolünün yasaklığına kanıt olamaz.
* Kürtajı da serbest bir doğum
kontrolü saymak:
Kürtaj,
rahime düşmüş bir canlının yok edilmesi olduğundan o açık bir cinayettir. Bazı
fakıhlar, "Henüz ruhun üfürülmediği süre içinde, örneğin ilk iki veya
üç ayda yapılan bir kürtaj haram olmaz" yolunda sözler
edebilmişlerdir. Bunların din ve akıl yönünden savunulması imkânsızdır. Ruhun
üfürülmesi zamanını bildiren kimdir? Ruh üfürülmediği sürece ceninin insan
itibar edilmeyeceğini söyleyen hangi kural vardır?
Kürtajın
bir tek gerekçesi olabilir: Annenin sağlığının tehlikeye girdiğini ve bu
tehlikeyi aşmak için kürtajın şart olduğunu gösteren hekim raporu... Bunun
dışında hiçbir gerekçe kürtajın haramlığını ortadan kaldıramaz.
Dinsel deneyim, insanlığın en eski deneyimidir. Bu deneyimin esası olan dua,
bugün varlığını iki ölçütle ispatlamakta ve yaşatmaktadır: Bunların ilki
felsefî ölçüt, ikincisi pratik-pragmatik ölçüttür. Buna göre, esasına ilişkin
sözü ne olursa olsun, bilim ve felsefe duayı insan hayatının bir parçası olarak
kabul etmektedir.
Kur'an'ın beyanlarından anlıyoruz ki
dua faaliyetinde insana Yaratıcı tarafından mutlaka cevap verilmektedir: "Rabbiniz
şöyle buyurmuştur: 'Dua edin bana, karşılık vereyim size..." (Mümin, 60)
"Anın beni ki anayım
sizi..." (Bakara, 152) Bundan da anlaşılır ki duada
acelecilik, erken kabul beklemek duanın ruhuna aykırı olduğu gibi, Allah
karşısında küstahlığın da göstergesidir.
Dua
edene bir şekilde cevap gelmesi, İkbal 'in de ifade ettiği gibi, şuurlu
bir benlikle yüz yüze olduğumuzun kanıtıdır, (bk. ikbal; Reconstruction,
18-19)
Dua,
bir birlik ve kaynaşma halidir; onu rastgele isteklerden, alışılmış
başvurulardan ayırmak gerekir. O, varlığın esasıyla içsel bir temastır. Bununla
birlikte sıradan istekler yığınından oluşan sözde dualar da vardır. Dua
konusunu en iyi anlatanlardan biri olan Alexis Carrel (ölm. 1944), duadan söz
ederken şöyle diyor: "Bir iş ve hareketle de dua edilebilir." Kur'an
daha da ileri bir noktaya dikkat çekiyor: Bütün iş ve hareketler, bütün
oluşlar birer duadır. Durum bu olunca, bilimsel ve düşünsel faaliyetler, duanın
sadece bir şekli değil, en gelişmiş, en kutsal şeklidir. Yine İkbal'e kulak
verelim: "Gerçek şu ki, bilimsel arayış ve araştırmaların tamamı, esasında
duanın bir başka şeklinden ibarettir. Doğayı bilimsel yolla inceleyen kişi,
bir anlamda dua eden mistiğe benzer." (İkbal; Reconstruction, 86)
Bütün
iş ve oluşların dua olarak kabul edilmesinin temelinde Hz. Peygamber'in şu sözü
de vardır: "Bütün yeryüzü bana mabet yapılmıştır." Bütün yeryüzü
mâbetse, bütün iş ve oluşlar da elbette ki dua olacaktır...
Kur'an'ın
amacı, bütün hayatı bir büyük dua haline getirmektir. O halde biz iki türlü duanın
varlığını kabul etmek zorundayız: 1. Fiilî veya halî dua, 2. Sözlü veya kâlî
dua. Fiilî dua, varlık yasalarına uygun olarak çalışmak, değer üretmek, sözlü
dua da bu üretim sırasında Yaratıcı ile gönül ilişkisini sürdürmektir. Bundan
çıkarılacak sonuç şu olur: Fiilî dua yapılmadan sözlü dua anlam ifade etmez.
Tarla ekilip sulanmadan, Allah'tan ürün vermesi istenemez. Ormanlar
zenginleştirilip yeşillik artırılmadan yapılan yağmur duası işe yaramaz...
Dua
konusunda sapmaların esasını, duayı yalnız ve yalnız Allah'a özgülememek
oluşturmaktadır. Bu sapma bir şirkin ifadesidir ve ne yazık ki Müslümanların
temiz inançları içine girmiş, onları perişan etmiştir.
Bununla
kastedilen nedir?
Kur'an,
dinin, ibadetin ve duanın yalnız Allah'a özgülenmesi gerektiğini ısrarla
bildiriyor. Duada yakarış makamı Allah, yalnız Allah olacaktır. Ve bu makama
yönelişte herhangi bir aracı kullanılmayacaktır: "D e ki: 'Hiç
kuşkusuz, ben, rabbime dua ederim ve hiç kimseyi O'na/duama ortak yapmam."
(Cin, 20) "Sadece ve sadece O'na dua ederim, sadece ve sadece
O'nadır varış ve yöneliş.1' (Ra'd, 36)
Duayı Allah'a özgülemenin üç temel anlamı vardır:
1.
Allah'tan
başkasını yakarış mercii olarak seçmemek, 2. Allah'a duada Allah dışında bir
varlığı aracı yapmamak, 3. Duada niyabet (vekâlet) verme yoluna gitmemek.
Bizim
bu Kur'ansal verilerden özellikle Cin Suresi 20. ayetten çıkardığımız
tevhit inceliklerinden biri de şudur: Namazlarda, Hz. Peygamber ve ailesini
öven, onları ibadetin bir şekilde içine sokan dua bölümleri (Tahiyyât'ın bir kısmı,
Allahümme salli ve Allahümme bârik vs. duaları) namaz bünyesinden
çıkarılmalıdır.
Bu,
iki açıdan gereklidir:
1.
Bu
bölümlerle eğer Peygamberimiz ve ailesi Allah'a ibadete ortak ediliyorsa bu
bizi şirk uçurumuna götürür. Durumu kurtarmak için
"Biz bunu sadece saygımızı ifade etmek maksadıyla yapıyoruz" şeklinde
bir savunmaya gitmek tevhit ilkeleri açısından hiçbir anlam ifade etmez. Biz,
Allah'a ibadetten söz ediyoruz. Namaz bunun en hayatî göstergesi ve tecelli
alanıdır. Tevhit dininin temel ibadetini, temel ilkelere ters uygulamalara
sahne yapıp sonra da "saygı" gerekçesiyle işin içinden çıkmak
mümkün değildir.
Allah:
"Bana ibadetin içine başka hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi
sokmayacaksınız!" (Hac, 26; Ankebût, 8; Lukman, 15) diye emir veriyor.
Nasıl oluyor da bu emre istisnalar getiriliyor! O istisnaların vahyi dayanağı
nedir? Kur'an: "Eğer saygı maksadıyla olursa Hz. Muhammed'i ibadet
içine sokabilirsiniz." demiş midir? Dememişse, birtakım kıyaslarla Cin
Suresi 20. ayetin tevhit ilkesi neden dışlanıyor? Bu konuda: "Hz.
Peygamber'in uygulaması böyle idi." şeklinde bir savunmayı da asla
kabul etmeyiz. Hz. Peygamber'in, namazlarında kendisi ve ailesi için dualar
ettirdiğini, övgüler yaptırdığını kabule Kur'an'ın nübüvvet anlayışı izin
vermez. Bunun aksini gösteren rivayetler Kur'an dışıdır, kabul edilemez. Namazın
bu şekilde kılmışı, Hz. Peygamber'den sonrasının uygulamalarından biridir.
2.
Eğer
bunlar, Peygamberimize ve ailesine dua için okunuyorsa burada dikkatli olmak gerekir:
Bir kere, Peygamber ve ailesinin bizim duamıza ihtiyacı olduğu kanaatine asla
gidilemez. Peygamber ve ailesine salât ve selâm edilir ki, o, duadan farklı
bir saygı ifadesidir. Nitekim, "Peygamberimizin
ruhuna hediye" adı altında Kur'an okumak veya okutmak da
yasaklanmıştır. Bu bir cür'et olarak görülmüştür. Bunun böyle olduğunu
göstermek için Osmanlı Şeyhülislamı ibn Kemal (ölm. 940/1533) bağımsız
bir risale yazmıştır, (bk. Bu kitap, Kur'an Okumak mad.)
Kısacası,
"Ben yalnız Allah'a dua ederim" demenin Kur'ansal yerine
oturması için "Ben duama
*
Duayı sadece korku veya sadece
ümit belirişi haline getirmek:
Bunun
birincisi Allahi dehşet objesi yapma yanlışlığını, ikincisi ise ciddiyetsizlik
ve şaklabanlık hastalığını besler. Duada ümitle korku iç içe ve yan yana olacaktır.
*
Duada bağırıp çağırarak haddi
aşmak:
Böyle bir tutum,
bizzat Peygamberimiz tarafından "sınırı aşmak, azgınlık" olarak tanımlanmıştır. Allah
gırtlak kuvvetine değil, içimizdeki samimiyete bakar. Bazan, kelimelerin eşlik
etmediği sessiz ağlayışlar, hatta seslerin eşlik etmediği göz yaşları en
etkili duaların ta kendisi olur...
EHLİBEYT
Kelime
anlamıyla ehlibeyt, ev halkı demektir. Peygamberlerin ev
halkını ifade için bu deyim kullanılmaktadır. (Hz. İbrahim'in ev halkını
ifadede kullanımı için bk. Hûd, 73; Hz. Musa'nın ev halkını ifadede kullanımı
için bk. Kasas, 12)
Hz.
Muhammed'in ev halkı da bu deyimle ifade edilir, (bk. Ahzâb, 33) Anılan ayet
ve devamına göre, Allah, Muhammed Ehlibeyti'nden, kir ve lekeyi uzak tutmak,
onları tertemiz kılmak istemektedir. Bunun için de onlara diğer insanlardan
farklı bazı sorumluluklar yüklemektedir.
Peygamberimizin
Ehlibeyti onun eşleri, çocukları ve torunlarından oluşur. Eşler
ve çocuklar ölünce Ehlibeyt'i doğal olarak Hz. Resul'ün torunları temsil
edecektir. Hz. Peygamber'in torunları, Hz. Fâtıma ile Hz. Ali'nin
soyundan devam ettiğine göre bugün Ehlibeyt tâbiri bu soyun çocukları için
kullanılabilecektir.
Bu
soyun Hz. Hasan (ölm. 50/670)dan gelenlerine "şerif, Hz. Hüseyin
(ölm. 61/680)den gelenlerine "seyyid" denir. Şerif ve
seyyidlere saygı duymak Hz. Peygamber'in kişiliğine ve hatırasına saygının bir
uzantısıdır. Ne var ki bu saygı saptırılmış ve keyfe göre seyyid-şerif
üretimine gidilmiştir. Çünkü seyyid ve şerîf olmak, saptırmalarla oluşturulmuş
bir çok değere sahip olmakla eş anlamlı tutulduğu için bu unvanlar tarih boyunca
siyasal amaçlarla ona-buna dağıtılmış ve Allah ile aldatmanın en geçerli
araçlarından biri olarak kitleleri sömürmede kullanılmıştır. Oysaki gerçek
seyyid ve şerifler sömürmenin değil, hizmet ve aydınlatmanın öncüleridir.
*
Ehlibeyt'in masum olduğunu iddia etmek:
Masumiyet
deyimi, hiç günah işlememek, hiç hata yapmamak anlamlarında kullanılır. Kur'an,
peygamberler de dahil hiçbir insana masum sıfatı vermez. Peygamberler için
kullanılan masum ve masumiyet, onların, peygamberliklerini zedeleyecek
sapmalardan uzak olmaları anlamındadır; günah işlemedikleri anlamında değil. Kur'an,
günah (zenb, isyan) sözcüğünü Hz. Âd em'den Hz. Muhammed'e kadar tüm nebilere
izafe etmiştir, (bk. Bakara, 35-37; Tâhâ, 121-122; Fetih, 1-2) Tüm nebiler
çeşitli vesilelerle ve defalarca tövbeye, istiğfara çağrılmaktadır.
Peygamberler
de günah işleyebilir. Çünkü günah işlemek beşer (insan) olmanın zorunlu
sonucudur. Kur'an, tüm peygamberlerin birer beşer
olduğun u ısrarl a gündem e getirmekte dir . Onları n fark ı kendilerine vahiy
gelmesidir. Masumiyetlerinin anlamı da bu vahyi insanlığa tebliğde herhangi bir
saklama, ihanet veya savsaklamaya gitmemeleridir. Onlar da günah işler, ancak
Allah onları hemen uyarır, onlar da hemen tövbe ederler. Fark budur. Bu farkın
olması da peygamberlik kurumunun nezaketi bakımındandır.
Hal
böyle olunca peygamberlerin ehlibeyti, o arada Hz. Muhammed'in Ehlibeyt'i hiç
günah işlememiş, hiç hata yapmamış olmak anlamında asla masum olamaz. Böyle bir
iddia Kur'an'ın, vahyin ruhuna aykırıdır. Ehlibeyt'e saygı adı altında
Ehlibeyt'i rahatsız etmektir. Resul Ehlibeyti'nin hiçbirinin bu anlamda bir
beyanı olamaz. Bu yoldaki sözler onlara sonradan isnat edilmiş yalanlardır. Peygamber'in
bizzat kendisine binlerce yalan isnat eden bir ümmetin onun Ehlibeytine yalan
isnat etmediğini söylemek akla ve tarihe ters düşer.
Bu
masumluk iddiası öylesine ileri götürülmüştür ki, Ehlibeyt mensubu kişilerin
bazan ilahlaştırılmasına tanık olabiliyoruz. Örneğin, Şiilerin hadiste önderi
sayılan (Sünnîlerdeki Buharı gibi) Küleynî (ölm. 329/940), Ali
ve Fâtıma'yı Allah'a vekâlet edecek noktalarda görebilen ifadelere yer
vermektedir. Hemen tüm Şiî imamlar, Ehlibeyt imamlarının öğrettiklerinin
Kur'an'la aynı kaynaktan geldiğini yani Kur'an gibi tartışılmaz, aşılmaz
olduğunu ifade ederler.
Bu
iddiaların Kur'an'la bağdaşması mümkün değildir.
Şiî
imamlarda, elimizdeki Kur'an'ın eksik olduğunu, esas Kur'an'ın Ali'nin elindeki
Kur'an olduğunu, onunsa bugün mevcut olmadığını bildiren beyanlar da vardır. (Örnek
olarak bk. Küleynî; Usûl, 1/229-230)
Bu
söylem giderek şu noktaya varır: Kur'an'ın tamamı, Ehlibeyt imamlarının
göğüslerindedir. Onu esas vahyedildiği şekliyle, mushaflardan değil, Ehlibeyt
imamlarının dilinden öğrenebiliriz. Dahası var: Ehlibeyt imamları göğüslerinde
gerçek Kur'an'ı tutmakla kalmazlar, gerçek Tevrat ve Incil'in de kaynağı olma
niteliğini taşırlar, (bk. Küleynî; Usûl, 1/227-228
* Ehlibeyt imamlarını Allah tarafından
ezelde belirlenmiş ebedî devlet yöneticisi saymak:
Bu
anlayışa göre, Allah, dünyanın sonuna kadar Müslümanları yönetecek kişileri Hz.
Muhammed'in soyundan insanlardan belirlemiştir. Onların dışında yönetici
belirlemek dine aykırıdır, Hz. Muhammed'e karşı çıkmaktır.
Bu
düşünce, evrensel-ilahî dini en katı hanedanlıklardan daha tutucu bir kuruma
dönüştürmektedir. Kur'an böyle bir anlayışa onay vermez. Bu düşünceyi, "İmam
(devlet başkanı) Kureyş'tendir." diyen ve bunu sağlamlaştırmak için
birtakım hadisler uyduran ArapEmevî saptırmasına duyulan anti-Arap reaksiyonun,
karşı uçtan bir saptırması olarak görürüz.
Allah,
yönetimin ilkelerini vermiştir. Yönetici yapacağı kişileri bu ilkelere uyan
kişilerden seçmek Müslümanların borcudur. Seçim, bey'at (sosyal
antlaşma) ve şûra (karşılıklı danışma ve denetleme) ilkelerine uygun
olarak yapılacak, bu yolla seçilen kişi veya kişilerin görevden
uzaklaştırılmaları da yine bu yolla olacaktır. Yöneticilik bir görevdir,
bir emanet vermedir; doğuştan bir hak değildir. Bunun aksini söylemek,
mezhep veya ırk kabulleri uğruna Kur'an'a ters düşmek olur.
* Muntazar Mehdi (gelmesi beklenen
kurtarıcı) diye birinin varlığını kabul etmek:
Şiî
inanışa göre, 12 imamın sonuncusu ve 11. İmam Hasan el-Askerî (ölm. 260/873)nin
oğlu olan İmam Mehdî (?) birgün ortaya çıkacak ve zulümle dolmuş bulunan
yeryüzünü adalet ışıklarıyla aydınlatıp insanlığı kurtaracaktır. İmam Mehdî
ölmemiştir, bazı hikmetler yüzünden saklanmaktadır. Şiî inanç bu saklanmaya
"Gaybet" veya "Gaybubet" demektedir ki, ikisi de gözden
uzak olmak demektir.
Bu
saklanma döneminde İmam Mehdî nerededir? Hristiyanların birgün geri gelip
insanlığı kurtaracağına inandıkları İsa nerede ise o da oradadır. Hristiyanlar
kurtarıcı olarak İsa'nın geri gelmesini bekliyorlar. Başarılı bir aldatmacayla
bu "geri geliş" masalını (nüzûl-i İsa) bazı Müslümanlara da kabul
ettirmişlerdir. Sünnî çevreler de İsa'nın birgün geri gelip, Şam'da kendisini
bekleyen beyaz bir katıra binerek dünyayı kurtarmak üzere harekete geçeceğine
inanmaktadırlar. Ne yazık ki bu yalan, çok saygın bilinen bazı akait kitaplarına
da girmiştir. Şiî çevreler Mehdî-i Muntazar (beklenen mehdî) sayesinde
kurtulacaklarını iddia etmektedirler. Bu meselede Sünnîler'in, mezhep taassubu
yüzünden Şiîlerden uzaklaşarak Hristiyanları tercih edip kurtarıcı beklemekte
onlarla birleştikleri anlaşılıyor.
Anlaşılmayan
bir şey varsa o da şudur: Şiîsi, Sünnîsiyle biz Müslüman kitleler, bu hurafe ve
hayallerle asırları harcamak yerine, Kur'an'ın gösterdiği gayret ve akıl
yolundan giderek kurtuluş ve refahımızı kendi ellerimizle neden sağlamıyoruz!
?
Îşte
bu soruya cevap bulmakta, ne yazık ki hiç kimse başarılı olamıyor... Kimbilir,
belki de Cenabı Hakk'ın, bu ümmet için takdir ettiği ıstırap ve imtihan süreci
henüz dolmamıştır. Peygamberi'nin bıraktığı iki büyük emanet olan
Ehlibeyt'e ve Kur'an'a ters düşen bir ümmetin ıstırap ve imtihanı o kadar kısa
süreli olmasa gerek!...
* Ehlibeyt soyundan gelenler
(seyyidler ve şerîfler)in doğuştan üstün olduklarını, bunun sonucu olarak da
halk üzerinde haklarının bulunduğunu iddia etmek:
Allah
ile aldatmanın, din adına halktan komisyon almanın ve nihayet haram yemenin en
pervasız yollarından biri de budur. Bu pervasız yolla toplumlar asırlar boyu
acımasızca soyulmuştur ve soyulmaktadır.
Bu
bitmez sömürü Sünnî çevrelerde şu unvanlarla tabulaştırılıp dokunulmaz kılınmış
kişiler eliyle yürütülmektedir: Şeyh, efendi, üstat, ağabey, hocaefendi,
şıh, ağa, bir bilen, mücahit... Unvanlar, zamana, zemine, şartlara,
kurbanlara göre ufak değişiklikler gösterebilmektedir. Değişmeyen tek şey
vardır: Kitlelerin sömürülmesi...
Bu
sömürüyü durduracak bir mehdi filan gelmeyecektir. Vahyin ve aklın
ilkeleri işlerlik kazanancaya kadar sürecek olan bu sömürünün yeryüzüne doldurduğu
kahırla gök kubbeye yükselttiği beddular birikmektedir. Bu birikimler elbette
ki bir kıyamet koparacaktır ama bu kıyamet mehdî eliyle filan değil, varlık
kanunlarının hükmünü yürütmesiyle olacaktır.
Ne
zaman? Onu ancak Allah bilir... El kesme diye bilinen ceza, Kur'an'ın mülkiyet
hakkına tecavüz için öngördüğü cezadır. Mülkiyet hakkı insanın temel haklarından
biridir. İslam fukahasının ortak kabullerine göre, dinin korumayı amaçladığı
temel haklar beş tanedir. Mâkasıd-ı hamse (dinin beş amaç değeri) denen
bu hakların biri de malı muhafaza yani mülkiyeti ve mülkiyet hakkını korumaktır.
Bu temel insan hakkı, ihlal söz konusu olduğunda elbette ki maddî yaptırımı
gerekli kılar. Hemen tüm hukuk sistemlerinde bu yaptırım, ağır yaptırımlardan
biri olarak yer alır. Kur'an'ın anlayışında da böyledir.
Bu
konuyu düzenleyen ayet şöyle diyor: "Hırsızlık yapan erkek ve kadının,
yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kat' edin! Allah
Azizdir, Hakimdir. Kim, zulmünden sonra tövbe eder, halini düzeltirse kuşkusuz,
Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok affedici, çok merhametlidir." (Mâide,
38-39)
Bu
ayetten çıkarılacak hükümler şunlardır: 1. Hırsızlık edenin cinsiyetine
bakılmadan elleri kat' edilecek yani "kesilecek"tir, 2. Suçunun
ardından tövbe edip durumunu düzeltme kararı verenlerin elleri kat' edilmeyecektir,
gerekli görülürse bunlar bağışlanacaktır. İslam adına asırlardır tartışılan
konuların önemlilerinden biri olarak dikkat çeken bu beyyinede omurga nokta "ellerin
kat' edilmesi" olmuştur. Nedir ellerin kat' edilmesi?
Kanı
ve şiddeti pek seven gelenekçi yaklaşım bu ifadeden tek şey anlar: Hırsızlık
edenin elini kesip atmak... Bu anlayışla, 20. yüzyılın sonunda sefalet ve adaletsizliğin
kol gezdiği Mogadişu kentinde aç kaldığı için simit çalan bir
delikanlının elini sokak ortasında kesip atar. Ve böylece zulüm işlemekle
kalmaz, Müslümanları ve İslam'ı dünyanın önünde rezil eder.
Kur'an'ın
istediği bu mudur? Mülkiyet böyle mi korunur? O zavallı çocuğu aç bırakan
düzenin esas hırsızlarını kim cezalandıracaktır? Allah o çocuğun cezalandırılmasını
mı istemektedir, yoksa onu aç bırakan esas hırsızların mı?
Geleneksel
tabuculuk bunlara cevap aramakla uğraşmaz; o, fosilleşmiş fıkıh kitaplarında
yazılı kuralı bulur ve uygular. Onun için din ve dindarlık budur...
*
Ayetteki esneklik alanını görmezlikten gelmek:
Elin
kat'ına ne anlam verirsek verelim, bir kere, ayetin kamu otoritesine tanıdığı
esneme imkânını ortaya koymak zorundayız. O imkân şudur: Mülkiyete tecavüzü
söz konusu olan kişi veya kişilere uygulanacak yaptırımda kanun koyucu,
affetmekle eli kat' etmek arasında serbest bırakılmıştır. Şartlara göre, bu
iki uç arasında kalacak imkânlardan birini kullanabilir. Amaç, hırsızlığın
serbestleşmesine engel olmaktır. Bu engel olmanın aracını, zamana, zemine,
şartlara göre kamu otoritesi, kanun koyucu belirleyecektir. Engel olma;
azarlamaktan hapis cezasına, dövmekten, çalışarak tazmine kadar birçok
yaptırım içerir...
Öyle
durumlar olur ki, hırsız trilyonlar götürmüş, toplumun kanını emmiştir. Onun
cezası en üst düzeyden elin kat'ı ile verilir. Ama öyle durumlar olur ki hırsız
karnını doyurmak için çalmıştır; yakalanır, ağlar-inler, halini arz eder,
pişmanlığını bildirir; kulağını çeker serbest bırakırsınız. Nitekim Hz.
Ömer 'in kıtlık ve açlık yıllarındaki hırsızlık olaylarında böyle davrandığı
bilinmektedir. Ömer, daha da ileri giderek bir olayda, Kur'an'ın esas
hikmetini yakalayan şu müthiş tavrı sergilemiştir: Aç kaldığı için çalan
işçileri serbest bırakmakla kalmamış, çalınanın tutarını, onları aç bırakan
işverene ödetmiş, hatta ondan bir miktar da para alarak açlık yüzünden çalan
adamlara vermiştir.
Ayetteki
elin kat'ı için "kesme"yi esas alırsak ne olur?
Orada
da ayrı bir esneklik alanıyla karşılaşıyoruz.
O
esneklik alanını kullanmaz isek, ikinci bir saptırmaya gideriz ki o da şudur:
* Elin kat'ını, eli tamamen kesip
atmak olarak dondurmak:
Elin
kat'ı, eli kesip atmakla hırsızın elini hırsızlıktan uzak tutacak tedbirleri
almak arasında bir esneklik alanı arz etmektedir. Kanun koyucu veya kamu
otoritesi bu alan içindeki imkânlardan birini kullanmakta serbesttir.
Bu
bizim teklifimiz veya zorlama bir yorumumuz değildir; fıkıh ve tefsir
mirasının içinde asırlardır yer tutmuş bir İslam gerçeğinin ifadesidir.
Şimdi
şu üç tespiti birlikte izleyelim:
a)
Kur'an
ilimlerinde otorite sayılanlardan biri olan Süyûtî (ölm. 911/1505),
üzerinde olduğumuz Mâide 38. ayet için şöyle diyor:
"Yed (el) sözcüğü bu organın; 1.
Bileğe kadar olan kısmını, 2. Dirseğe kadar olan kısmını, 3. Omuza kadar olan
kısmını aynı anda ifade ettiği gibi, kat' (kesmek) sözcüğü de 1. Kesip atmayı,
2. Yaralayıp kan akıtmayı aynı anda
ifade
eder. Bunlardan hangisinin esas olduğu açık değildir." (Süyûtî;
el-İtkan, 2/55)
Anlaşılan
o ki bu ayetle, kamu yönetiminin önünde açılmış bir esneklik alanı söz
konusudur. Kanun koyucu bu alanda, hırsızlık suçundan caydıracak çok değişik
yaptırımları yasalaştırabilir. Mâide 38, bir tek norm vermiyor, belirlenecek
normlar için olmazsa olmaz sınırları gösteriyor.
b)
Ayetteki
elin kat'ı deyimi, "çok anlamlı" bir deyimdir. Yani tefsir ve tahsise
(muhtemel hükümlerden birine özgülemek) açıktır. Başka
bir ifadeyle bu ayet, taşıdığı bu deyim yüzünden müfesser (yorumlanası)
bir ayettir. Ve Kur'an, ayete bu niteliği veren deyimi Yûsuf Suresi'nde,
hem de iki kez yorumlamıştır. Başka bir deyişle Yûsuf Suresi'nde, Mâide 38
müfesser ayetinin müfessiri (yorumlayıcı ayeti) olan iki ayet vardır: 31 ve
50. ayetler.
Bu
ayetlerin ikisinde de elin kat'ı tâbiri kullanılmaktadır. Ne için? Mısır kralının
karısı tarafından
verilen
şölende, meyva yerken dalgınlıkla ellerini kesen kadınların bu "kesme"
eylemlerini anlatmak için... O kadınların ellerinin kesilip atılmadığında,
hatta parmaklarının kesilip atılmadığında kuşku yok. Onlar ellerini kestiler,
yani ellerinin bir yerlerini kesip kanattılar.
Kur'an'ın
bu müfessir ayetlerine dayanarak ve hiçbir sıkıntıya düşmek zorunda kalmayarak
diyebiliriz ki, Mâide 38'deki el kesmenin anlamı, hırsızın elinin bir
şekilde kanatılıp hırsızlığına tanık olacak biçimde işaretlenmesidir. Toplum
içinde caydırıcılık bakımından bu cezalandırmanın en ideal yollardan biri
olduğunu hukukla uğraşan herkes kabul eder. Zaten cezanın amacı da
caydırmaktır, sakat, özürlü hale getirmek değil...
Hem
Kur'an'ın ruhuna, hem de teşriî mantığa uygun olan da budur. Yerine konması
her zaman ve bazan kolaylıkla mümkün olan bir çalıntı mal için, yerine konması
asla mümkün olmayan insan organının kesilip atılmasını Kur'an'a ve teşriî
mantığa yakıştırmak zorlamakla bile mümkün olmayacak kadar büyük bir saptırmadır.
c)
Ayetteki
kat' sözcüğü; bir işten alıkoyma, uzak tutma, yaptığına son verme anlamlarına
da geliyor. Nitekim sünnet bünyesinde bu kullanıma bizzat Hz. Resul'de
rastlıyoruz:
Hayber
ganimetleri dağıtılırken kendisine verileni az bularak Hz. Peygamber'i edepsiz
bir dille eleştiren ünlü şair Abbas b. Mirdâs es-Sülemî (halife Osman
döneminde öl müştür) için Resul: "Ikta'û 'anna lisânehû: Şunun
dilini bizden kesin!" buyurdu. Bunun üzerine adama biraz daha verip
ağzını kapadılar, (bk. Cassâs; Ahkâmu'l-Kur'an, 2/608)
Demek
oluyor ki, "kat'" sözcüğü, özellikle ceza alanında kullanıldığında,
uzaklaştırmak, yaptığı işe son vermek anlamını taşıyabiliyor. Ve o halde, elin
kat'ı için, kamu otoritesi tarafından hırsızın hırsızlığına son vermek için,
onu herhangi bir biçimde başka bir işle meşgul etmek yöntemi de uygulanabilir.
Buna, kanun koyucu karar verecektir. Önemli olan bu imkânın kanun koyucuya
verilmiş olmasıdır.
Son
olarak şunu da ekleyelim: Geleneksel fıkhın, Kur'an'dan onay alamayacak
tespitlerine dayanarak, günümüz hukuk sistemlerinin hırsızlık suçuna
verdikleri cezaları "İslam dışı, din dışı" ilan etmek bilimsel ve
İslamî bir yol değildir. O cezaların en azından pek çoğu, Kur'an'ın teşriî
mantığına ve ruhuna uygunluk bakımından geleneksel fıkıhtan çok daha tutarlı,
çok daha takdire layıktır.
Kur'an'ın
muamelatla (hukuk alanıyla) ilgili hükümlerini örfî fıkhın penceresinden değil
de saf hukuk mantığı, dinin makasıd hükümleri ve insan hakları açısından
değerlendirme noktasına gelenler bunun böyle olduğunu anlamakta gecikmezler.
EMR
BİL MÂRUF
(Örfleşmiş Olanı Anlatmak)
Bu
deyimde yer alan emr, söylemek, anlatmak anlamında Ibrânîce bir köktür. "Buyurmak"
anlamı bu köke sonradan eklenmiştir. Arap lügatleri bu gerçekten hiç söz
etmeden emri sadece "buyurmak" anlamıyla verirler. Böyle olunca da
emrin her geçtiği yerde baskı, yaptırım ve zorlama akla gelir. Oysaki işin
esası, emrin söyleyip duyurmak anlamıdır. Kur'an, emri, kavi (söz)
anlamında da kullanarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir, (bk. Yâsîn, 82 ve Nahl,
40)
Kur'an'da,
özellikle insan hakları, aile hayatı (evlenme, boşanma, nafaka vs.) ile ilgili
ayetler sık sık mâruf ile iş görmeyi emreden ifadeler taşımaktadır.
Mâruf,
örf
kökünden gelen bir kelimedir. "Örfleşmiş, örf olarak benimsenmiş söz,
işlem ve kabul" demektir. İbadet ve iman hayatı dışındaki konularda
kural koyarken kaçınılmaz biçimde dikkate almamız gereken "maslahat"
(kamu ihtiyaç ve yararı), örf dikkate alınmadığında anlam ifade etmekten
çıkar. Kamusal-hukuksal alanda vahyin köşe taşı niteliğindeki temel ilkeleri
korunmak şartıyla, günlük hayatın muamelat denen faaliyetlerinin hemen tümü
maslahata göre çözülecektir. Kur'an'ın muamelat ile ilgili kuralları daha çok,
örnekleme ve ufuk açma türündendir. Fıkhın ukûbat (suçlar ve cezalar)
kısmındaki suç ve cezaların bü yük çoğunluğu, reisinin ta'zîr maktadır.
Yaniayet ve hadislere değil, devlet denen belirlemelerine dayanörf kaynaklıdır.
Osmanlı
hukukunun tamamına yakını bu türden bir hukuktur. Yani şerîatten çok, padişahın
iradesinden kaynaklanan örfî bir hukuktur.
Din
hiçbir yönetimde, o arada Osmanlı yönetiminde siyasetin yani yönetici iradenin
üstüne çıkarılmamıştır. Bazıları bunun böyle olduğunu açıkça söyler, bazıları
söylemez; bazıları da lafı sağa-sola eğip bükerek söyler...
Örfün
hukuk kaynağı olması normaldir ama örfî kabullerden hareketle vücut verilen
normlar, dinin temel ilkelerini saf dışı edecek bir konuma getirilmemelidir.
Ne yazık ki, örneğin ta'zîr suçlarında bu yapılmış ve yönetimler, ta'zîr
kurum ve kavramını bir tür zulüm ve despotizm aracı olarak kullanmışlardır.
Osmanlı düzenindeki siyaseten katil bunun en kahırlı örneklerini
önümüze koymuştur.
Bu
zulüm ve dehşet yaratıcı siyasal saptırmaları bir kenara bırakırsak, muamelat
alanının çok değişken çehresi her gün, maslahat dikkate alınarak örfleşmiş
kabullere göre norma bağlanacaktır.
Kur'an,
örfü bir hukuk kaynağı olarak benimsemektedir. "Örf ile emret!" (Araf,
199) ayeti bu konuda temel ilkedir. Ancak şunu da unutamayız: Kur'an, 51 ayetle
doğrudan, 100'ü aşkın ayetle de dolaylı olarak, atalar örfünü dinle ş tir meyi,
dokunulmaz ilan etmeyi putperestliğin bir uzantısı olarak göstermektedir.
Acaba
bir çelişme mi söz konusudur? Çelişme yoksa çözüm nedir?
Bizce,
çelişme yoktur. Kur'an'ın istediği ve söylediği şudur: Örfü bir hukuk kaynağı
olarak alabilirsiniz, almalısınız. Ama örfü dinleştiremezsiniz. İbadet ve iman
alanına sokamazsınız. Muamelat alanında da zaman üstü kılamazsınız. Örf
sürekli değişir, çünkü maslahat ve muamelat sürekli değişir. Ama esas
anlamıyla din (ibadet, iman ve bir de muamelatın makasıd yani temel
amaçlar kısmı) asla değişmez. O alan, Yaratıcı tarafından tüm zamanlara hitap
edecek bir biçimde yapılandırılmıştır.
Kur'an'ın
istediği şudur: Örfü iman. ibadet ve makasıd (temel amaçlar) alanına sokmayın,
hukuk (maslahat-muamelat) alanında da ebedî kılmaya kalkmayın.
* Örfün zaman-mekân üstü ilan
edilip dokunulmaz kılınması:
Örfü
dokunulmaz-değizmez kılmak, "Mübarek ecdadımız, selef-i sâlihîn böyle
buyurmuştur, aksi olmaz" teranesiyle hayatın ve insanın yolunu tıkamak
Kur'an'ın ruhuna terstir; şirk belirişidir.
Vahyin
ve bilimin verileri dışındaki tüm kabuller değişkendir; zamana-zemine göre
yeniden gözden geçirilmelidir. Peygamberimizin uygulamalarının büyük kısmı
da örf cümlesindendir. Yani onların da tümü değişmez değildir. Aksini
savunmak, Allah ile peygamber, tanrısal ile beşerî arasında fark görmemek olur.
Kur'an böyle bir anlayışı, dinin ruhu olan tevhide zıt görür.
Örfün
yöreselliğini de unutmamalıyız. Örf, ortak değer kabul edildiği zeminde
hüküm ifade eder. Eğer ortak-evrensel insanlık örfleri söz konusu ise bu
elbette ki herkesi bağlayacaktır. Örneğin "İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi" bu türden bir örf belgesidir. Bu belge tüm insan
toplumlarını bağlar.
Günümüzde,
din üzerinden siyaset yapmayı bir tür cihat olarak algılayanların din bahsinde
en büyük yanılgıları budur. Onlar din mirası içindeki kabullerle dini
eşitleyerek geçmiş zamanın ve eski toplumların hayat standartlarını "şeriat"
haline getiriyorlar. Bunun sonucu, gerçek din ile beşerî kabullerin
birbirine karışması ve bu kabullere yöneltilen ithamlardan dinin zarar görmesi
oluyor.
Bunun
günahı, dini temsilde çıkarlarını ve egolarını işe katan örfperest
politikacılarındır. Günümüzde dine en büyük zararı işte bu politikacılar
vermektedir, kanısındayız.
*
Mâruf ile emretmenin sadece yerel örflerle emretmek şeklinde değerlendirilmesi:
Mâruf
ile emretme, çok az konuda yerel örfle iş yapmak olabilir. Evrensel bir din
olan İslam'ın örf anlayışı , onu n çapına uygun olara k elbette ki evrensel
örflere yollamayı öncelikli kılar.
Bunun
bir anlamı da şudur: İslam, hiç kimseye kendi toplumunun örfünü din veya hukuk
yapma yetkisi vermez. Bu gerçek göz ardı edildiği içindir ki bugünkü İslam
dünyası, Arap örflerinin egemenliğine girmiş ve birçok konuda Arap örfüyle din
eşitlenir olmuştur.
Günümüzde
sürekli ortaya sürülen ve kutsallığı ilan edilen "şeriat", Kur'an'ın
evrensel ilkelerinden çok, yüzyıllar içinde oluşmuş Arap örf ve yorumlarının
bir toplamıdır.
Bugün
insanlık camiasının ortak-evrensel kabulü haline gelen değerler, yani öncelikle
mâruflaşan değerler insan hakları ile ile ilgili kabullerdir.
İnsan
hakları her devirde ve her yerde peygamberlerin getirdiği mesajın temel
hedeflerinin ifadesidir. Vahyin insan hayatına sokmak istediği en hayatî
değerler insan hakları başlığı altında toplanabilecek değerlerdir. Kur'an'ın
özü ve amacı da budur. Hz. Peygamber, insan haklarının tüm zamanların ve
mekânların temel amacı olduğunu gösteren muhteşem sözlerinden birini, İslam
öncesi devirde üyesi olduğu ünlü "Hilfu'l-Fudûl" (Erdemliler
Paktı) derneği ile ilgili bir soruyu yanıtlarken söylemiştir.
Mazlumları-ezilenleri korumayı amaç edinen bir grup insanın oluşturduğu Hilfu'l-Fudûl'a
neden katıldığı sorulduğunda şöyle diyor: "Böyle bir derneğe İslam devrinde
de çağrılsam katılırdım. Böyle bir şeyi en değerli nimetlere bile
değişmem." (İbn HanbeFden naklen İbn Kesîr)
Günümü
z dünyasınd a mâru f kavramını n ifadesi sa yılabilecek çok önemli
belgeler-bildirgeler oluşturulmuştur. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bunların
başında gelmektedir. Ne ilginçtir ki, bu evrensel mâruflar belgesinin altında
İslam ülkelerinin sadece bir tanesinin imzası vardır: Türkiye... Bu nokta
bizce, Türkiye'nin gerçek İslam açısından taşıdığı anlamı, önemi ve işgal
ettiği yeri göstermede altı birkaç kez çizilecek önemdedir.
* Ortak insanlık değerlerine ters
düşmeyi din sanmak:
Mâruf,
öncelikle ortak insanlık kabulleri olunca, hiçbir Müslüman'ın, insanlık
toplumundan kopmaya, insanlığın ortak kabullerine aykırılığı din gibi algılamaya
hakkı yoktur. Örneğin, hiç kimse insan haklarının gereksizliğini, kadın
haklarının Batı'nın bir uydurması olduğunu, Ortadoğu
despotizmlerinin iyi bir yönetim şekli olabileceğini İslam adına ileri
süremez.
Aynen
bunun gibi, hiçbir Müslüman yönetim, ortak insanlık değerlerinin (örneğin
insan haklarının) ihlalini bir "iç mesele" sayarak insanlık
toplumunun bu konudaki müdahalelerine karşı çıkamaz. Çünkü bugünkü
dünyada, insan hakları konusu, ülkelerin bir iç hukuk sorunu olmaktan çıkmış,
büyük insanlık toplumunun gözetim ve denetimine açık bir konu haline gelmiştir.
Mârufu
emr ilkesi de bunu gerektirmektedir. Bir şeyin kullanımının dinen yasak (haram)
edilmesi dinin koyucusu olan Allah'ın tekelindedir. Bunun dışındaki
yasaklamalar, gerekçesi ve koyucusu kim olursa olsun, dinsel Aharam
değil, idarî veya geleneksel yasaklardır. Bu yasaklara uyup uymamak kişilerin
kendilerine kalmıştır. Elbette ki sonuçlarına katlanmak da...
Allah
adına yasak koymaya (tahrim yetkisi kullanmaya) gelince, Kur'an hiçbir beşere,
peygamber de olsa, böyle bir yetki vermemiştir. Çünkü bu yetki ulûhiyete
(tanrılığa) ait yetkilerdendir.
Bu
ölçüler ışığında baktığımızda, din kitaplarına girmiş, eşya kullanımına ilişkin
bazı yasakların yeniden göyzden geçirilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü
bunların geleneksel, yönetsel olanlarıyla dinsel olanları birbirine
karışmıştır. Halk bu ayrımı bilmeden, herhangi bir ilmihal kitabında gördüğü
ve tarihin bir devrinde hangi gerekçelerle konduğunu bilmediği bir yasağı din
sanarak uygulamaya kalkmakta ve çok sıkıntılı durumlara düşmektedir. Geleneğin
ve yöresel yönetimin, o günkü şartlar gereği koyduğu bir yasağı dinin yasağı
gibi algılamakta, dine saygısı yüzünden de bunun dışına çıkamadığı için
bunalıma, çelişkiye düşmektedir. Hz.
Peygamber'in de zaman ve zeminle ilgili geleneksel ve yönetsel yasaklar
koyduğu olmuştur. Bunlar dinen haram ilan edilemez. Bunların
o günkü toplum koşulları içinde idarî, ekonomik, sıhhî, hatta siyasal
gerekçeleri vardır. Ve Resul bu yasağı o gerekçelerden birine veya birkaçına
dayanarak koymuştur. Ama bu din değildir. Din olsaydı, dinin kurucusu
tarafından yasaklanır ve zaman üstü kaynağa konurdu.
Örneğin,
Hz. Peygamber'in
erkekler için altın ve saf ipek kullanımını yasakladığı rivayeti vardır. Kur'an'da
böyle bir haram olmadığına göre biz bu durumda iki ihtimalden birini var
sayarız:
1.
Bu
rivayetler uydurmadır, itibara alınmaz,
2. Rivayet
doğrudur; yasak o gün geçerli beşerî bir gerekçeyle konmuştur. Bu
durumda bizi dinen bağlamaz. İsteyen ona uyar, istemeyen uymaz. Uyana, bunu
dinleştirip genelleştirmediği sürece hoşgörüyle bakılır, uymayana kem gözle
bakılmaz.
*
Akik taşı kullanmayı kutsallaştırmak:
Akik
taşından yapılmış yüzük vs. gibi eşyanın kullanılmasını kutsal gösteren, bu
kutsallığı desteklemek için akik taşına birtakım doğa üstü değerler yükleyen
rivayetlerin tümü uydurmadır. Falan veya filan taştan süs eşyası kullanmakla
ilgili hiçbir dinsel buyruk yoktur ve olamaz. Bu bir zevk ve töre meselesidir.
Akik
taşıyla ilgili uydurmalar, çağımızın en büyük hadis otoritesi olan Elbânî
(ölm.
1999) tarafından sıralanmış
ve gerekli eleştiriler yapılarak bunların güvenilmez düzmeceler olduğu
gösterilmiştir. İşte bazı uydurmalar:
"Akik taşından yüzük
kullanın; çünkü o mübarek bir taştır."
"Akik taşından yüzük
kullanın; çünkü o yoksulluğu giderir."
"Akik
taşından yüzükler kullanın; çünkü o taşı kullanan, kullandığı sürece
tasalanmaz."
"Akik
taşından yüzük kullanan sürekli hayır üzere olur." (bk.
Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/396400)
* ipek ve altın kullanımının erkeklere
haram olduğunu iddia etmek:
Bu
anlayışa ilişkin değerlendirmeyi biraz önceki giriş kısmında yaptık.
* Misvakin, belli bir ağacın dalları,
parçaları olduğunu sanmak:
Arapça'da
sivak ve istivak, ağzı temizlemek demektir. Bu temizliği yaparken
kullanılan şeye, sivak kökünden alınan ve âlet-edevatı ifade için
kullanılan mimli mastar kalıbına uygun olarak "misvak" denir.
Diş temizliğinde kullanılan âlet demektir.
Diş
temizliğinde neyi kullanırsak (bu bir lazer fırçası da olabilir, bir kıl
fırçası da olabilir, bir ağaç dalı da olabilir) ona misvak denir. Misvak
olarak neyi kullanacağımız bizim zevkimize, zamanımıza, ihtiyacımıza ve biraz
da ekonomik durumumuza bağlıdır. Peygamberimizin
bizden istediği, sağlık açısından önemli olan bir öğüde uyarak dişlerimizi
temizlememiz, yani sivak yapmamızdır. Sivaki hangi misvakle yapacağımıza biz
karar vereceğiz.
O
halde, fıkıh kitaplarında "misvâkin faziletlerine ilişkin
anlatımlar, diş temizliğine ilişkin kabul edilmelidir. Bunlar, Arap
Yarımadasındaki bir ağacın üstünlüğüne ilişkin anlatımlar değildir. Bu
ikisini birbirine karıştırmak ve bir ilkeye ilişkin değerleri bir eşyaya
vermek yanılgıdır. Ne yazık ki bu yanılgı, dünyanın birçok yerinde Müslümanları
ilkel, fetişist, tabucu, çağdışı ilan etmede kanıt olarak kullanılmaktadır.
Bundan ıstırap duymamak mümkün değildir.
Eskiyi
tabulaştıran ve buna bağlı olarak da âlet ve e şyayı fetişle ştiren bilgisizli
k illeti, Peygamberi mi z dev rinde sivâk (diş temizleme) için
kullanılan bir aracı (başka ne kullanabilirdi?), bizzat amaç sanmakta ve bugünün
lazerle diş temizleyen dünyasında o dal parçasının kullanılmasını
dinleştirmektedir. Bu, bilgiye ve hikmete sayısız atıf yapan bir dinin iman
çocuklarına asla yakışmıyor. Müslüman'ın puan hanesine büyük bir artı değer olarak
yazılacak bir güzellik, bu cehalet tutsaklığı yüzünden Müslüman'ın aleyhine
kullanılmaktadır.
Muazzez
Peygamber, 1500 yıl önce, insanlığın, suyu, değil diş temizliği, vücut
temizliği için bile kullanmayı doğru-dürüst bilmediği bir zamanda iman
kardeşlerine günde birkaç kez dişlerini temizlemeyi öğretmiş, bunu daha iyi
yapabilmeleri için de yöresindeki bu işe uygun bir ağacın dallarından
yararlanmıştır. Şimdi Müslüman, böyle bir tarihsel geçmişe sahip olduğu için
övünecekken, birileri kalkıp diyor ki: "Dişleri şu ağaç parçasıyla
temizleyeceksiniz, aksi halde sünnete aykırı iş yapmış olursunuz." Ve
Müslüman'ın artı puanı, birden eksiye dönüşüyor.
Peki,
sünnet, dişleri temizlemek mi, o ağaç parçasını ağza sokmak mı? Bunun ortaya
konması gerekir.
İslam
ve akıl ölçüleri içinde işin doğrusu şudur: Sünnet olan, istenen, dişlerin
temizlenmesidir. Bu temizlik hangi şeyle daha iyi yapılıyorsa sünnete en uygun
kullanım onun kullanımıdır. Aksini düşünmek tabuculuk ve fetişizm olur; Müslüman'ı
da, İslam'ı da sıkıntıya sokar.
Misvakı
ağaç sanan mantıkla düşündüğünüzde, örneğin, savunmada kılıç, ok, mızrak, at
dışında hiçbir araç kullanılamaz. Çünkü Kur'an ve sünnette adıyla geçen
savunma araçları bunlardır. Ama işe, hikmeti ve amacı açısından bakarsanız o
zaman o sayılan araçların birer örnek olduğunu anlar ve günümüzde savunma
aracı olarak neler kullanılıyorsa onları öne çıkarırsınız.
Bu
inceliği fark edemeyen veya fark ettiği halde birtakım hesaplar ve istismarlar
yüzünden gerçeği saklayan zihniyetlerse diş temizlemeye ilişkin övgüleri geçmiş
devirlerde bu iş için kullanılan araçlara yükler, taharetlenmeyi (tuvalette
temizlenmeyi) hâlâ taş ve kemik parçalarıyla yapmaya kalkar, hatta tuvalet
kağıdı kullananları din dışı ilan etmeye kadar giden akıl almaz
ilkellikler sergilemekten çekinmez. Ve şöyle diyebilir: "Müslüman
namaz kılar, bunun için vücudunun ve giysilerinin temiz olması, tuvalet kalıntısına
bulaşmaması gerekir. Bu demektir ki, tuvalette, temizlik için su
kullanacaklardır; Müslüman olmayanlar gibi kağıt kullanamazlar."
îdd
ianın birinci kısmı doğru. İkinci kısmı ise iki yanlışı birden taşıyor. Onunla
da kalmıyor, gıybet, terbiyesizlik ve hatta iftira gibi üç illeti de barındırıyor.
Bir
defa, tuvalet kağıdı kullanan gayrimüslimlerin su kullanmadığını bir
matematik gerçek gibi öne sürmek doğru değildir. Tuvalet kağıdıyla birlikte
suyu da kullanan milyonlarca gayrimüslim vardır. İkincisi, bir Müslüman'ın
su kullanmak zorunda olması tuvalet kağıdı kullanmasına engel değildir. Bu işte
su da, tuvalet kağıdı da bir araçtır. Müslüman, daha iyi temizlenmek için bu
araçların ikisinden de yararlanır. En uygunu ve en temizi de budur.
Ne
yazık ki eşyayı fetişe dönüştüren zihniyet bu kadar basit bir meseleyi ya
anlamaz, yahut da (daha kötüsü) anlar da birtakım politik çıkarlar için
gerçeğin üstünü örter; insanı küçülten durumlara düşer...
Ve
olan, tertemiz İslam'a ve günahsız dindarlara olur.
*
Bazı eşyayı fetiş haline getirmek:
Kutsal
eşya, kutsal emanet vs. kavramları bu fetişleştirmenin ürünüdür. Eşyayı din
adına fetişleştirme daha çok tarikat çevrelerinde görülür. Kutsal ilan
edilmiş, hatta bir kısmı yedek ilah konumuna getirilmiş kisilerin eşyası,
çorabından kaftanına kadar kutsal ilan edilip fetişleştirilir. Hatta bazan bu
fetiş eşyaya dokunmak bile kutsanmak, hastalıklardan arınmak için araç
yapılır.
Eşya
fetişleştirmenin tarih içinde en tipik ve kurumsal görünümü tarîkatlardaki "hırka
geleneğindir. Hırka giymek, hırka giydirmek, hırkasını devralmak deyimleri
bu fetişizmin lügatinden çıkmadır.
Zamanla
hırkaperestliğe dönüşen bu hırka giydirme fetişizmi Hz. Peygamberdin Hz.
Ali'ye hırka (fütüvvet hırkası) giydirdiği yalanıyla başlamıştır. Hz.
Resul'ün Hz. Ali'ye böyle bir hırka giydirdiği, bunun Ali tarafından saklanıp
daha sonra da başkalarına giydirildiği yolundaki iddiaların tümü yalan ve
iftiradır. Bu yalan ve iftiralar ve bunların tevhit dininde açtığı yaralar
muvahhit bilgin İbn Teymiye (ölm. 728/1328) tarafından ayrıntılı bir
biçimde incelenmiş ve gerekli cevaplar verilmiştir, (bk. İbn Teymiye; Resâil,
1/148 vd.)
Eşyayı
kutsal ilan ederek bu sayede itibar devşirmek yolu, birçok İslam dışı yol gibi,
Emevîlerin Şam kâhyası Muaviye tarafından açılmıştır. Resul'ün dinini
tahrif ve tahrip edip Resul evladınının bazısını zehirleten, bazısının ise
kılıçtan geçirilmesine zemin hazırlayan bu siyasetçi, dinini ve evladını
perişan ettirdiği Peygamber'in tırnağını, giysisini, sakalını kutsal ilan edip
şov aracı yaparak Müslüman kitleyi aldatmış ve İslam'ın kaderini
dikenlemiştir.
Hırkaperestliğin
esas öncüsü de Muaviye'dir. Siyer (Hz. Peygamber'in hayatını anlatan tarih
dalı) ve hadis alanının büyük ismi Zübeyr b. Bekkâr (ölm. 256/869 ) "el-Mu
vâffakıy ât fi'l-Hadîs" adlı eserinde bize bildiriyor ki Muaviye (ölm.
60/679 ), Hz. Peygamber'in
Ka'b
b. Züheyr (ölm. 24/644) adlı şaire hediye ettiği bir hırkayı
onun vârislerinden satın alarak kutsal ilan etmiş ve bu hırkayı ülkenin her
yanında dolaştırarak halkın din duygularını sömürmüştür. Ve ne ilginçtir ki
kimse ona şunu sormamıştır: O Peygamber'e saygı var idiyse onun evladını neden
kahırlar altında inlettin?... Hırkaperestliğin bir siyasal sömürü aracı halinde
kullanımı işte böyle başlamıştır.
*
Asa (değnek, sopa) kullanmanın sünnet olduğunu iddia etmek:
Elde
sopa ile dolaşma âdeti, eski çöl hayatında hemen hemen bir zorunluluktu. Bu
zorunluluk Ortadoğu bölgesinde yaşamış birçok nebinin elinde sopa taşımasını
gerekli kılmış olabilir. Nitekim Kur'an Hz. Musa'nın elinde taşıdığı bir
asadan söz eder. (bk. Tâhâ, 18) Ama Kur'an bu asayı taşımanın gerekçesini Hz.
Musa'nın dilinden açıkça duyurur. O gerekçe, koyun gütme, ona dayanma ve bazı
işlerde kullanmadır, (bk. Tâhâ, 19-22) Kur'an bunları söyler ve Musa'nın
Allah'tan "Onu yere at!" emrini aldığını da bildirir.
Anlaşılan
o ki, açık arazide yaşayan insanların büyük olasılıkla ihtiyaç duydukları
böyle bir sopa taşıma âdeti vardı ve bunda yadırganacak bir yan da yoktur. Bu
bir din meselesi değil, bir zaman-zemin ve ihtiyaç meselesidir. Bütün bunlar,
elde sopa ile dolaşmanın bir din emri olmasını gerektirmez. Bu bir zevktir ve
bir zevk olarak algılanıp sunulduğunda kimsenin bir itirazı olmaz.
Elde
asa taşımayı peygamberlerin ortak ahlaklarının bir uzantısı gibi gösteren şu
yalan, "hadis" adı altında halkın arasına sokulmuştur: "Elde
taşınan bir asaya dayanmak peygamberlerin ahlakı cümlesindendir."
Uydurma
şu pekiştirmeyle devam ediyor: "Hz. Peygamber'in dayandığı bir asası
vardı, bizim de böyle bir asaya dayanmamızı emrederdi." (bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 2/316) ili JL
JLiJjjJLv
Kur'an,
nelerin yenmeyeceğini ayrıntılı bir biçimde göstermiştir. Bu gösterilenlerin
dışında kalanların tümü yenebilir. Dinsel hiçbir sakınca ve yasak söz konusu
değildir. Yerel zevkler, alışkanlıklar gündeme getirilebilir ama bunlar
haram-helal ölçütü yapılamaz.
Burada
temel ilke şudur: "Esas olan, mubahlık yani serbestliktir." Klasik
literatürde "Aslı ibaha kaidesi" diye de anılan bu ilkenin
günümüz Türkçesiyle ifadesi şudur: Bir şey, vahyin beyanıyla açıkça haram
ilan edilmemişse o şey doğrudan doğruya helaller içine girer. Yani onun helal
olduğunu gösteren başka bir beyyine aranmaz.
O
halde, biz bir gıda maddesinin, örneğin bir etin haram olup olmadığını anlamak
için onun Kur'an'da adının yasak etler arasında geçip geçmediğine bakarız. Geçiyorsa
o haramdır; geçmiyorsa helaldir; yiyip yememek sağlık kurallarına, bizim
zevkimize, tercihimize, alışkanlıklarımıza, geleneklerimize kalmıştır.
* Ehlikitap dediğimiz
Hristiyan ve Yahudilerin kestikleri etlerin yenmeyeceğini söylemek:
Bu
konuda şöyle bir uydurma vardır: "Hz. Peygamber, Arap Hristiy anların
kestikleri etlerin yenmesini yasaklamıştır.11 (bk. Elbânî;
Zaîfa, 5/372)
Son
yıllarda bu kanaat özellikle Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar arasında
yaygınlaştırılıyor. Sebep, helal gıda adı altında bir gıda ticareti sektörü
yaratmak ve dini kullanarak bu sektöre bedava reklam sağlamaktır.
İşin
esası şudur: Kur'an, Ehlikitap kitlelerin yemeklerini Müslümanlara helal
kılmıştır. Tıpkı bizim yemeklerimizi onlara helal kıldığı gibi: "Kendilerine
kitap verilmiş olanların yemekleri size helaldir. Sizin yemekleriniz de onlara
helaldir." (Mâide, 5)
Sünnet
açısından baktığımızda da durum şudur: Hz. Peygamber, hayatının her döneminde
Yahudi ve Hristiyanların kestikleri etleri, onların davetlerine giderek yemiş,
sahabîlerinin yemesine izin vermiştir. Tüm hadis ve siyer kaynakları bu
konuyla ilgili anekdotlar kaydetmektedir.
Buradan
hareket eden fıkıh imamları ittifakla şunu söylemişlerdir: Ehlikitap'ın
kestiği hayvanların etleri helaldir, yenebilir, (bk. İbn Hemmâm,
4/485-488)
Ehlikitap'ın
kadınının ve erkeğinin kestiği etlerin yeneceği hususunda görüş birliği vardır,
(bk. Hâlid Abdurrahman; el-Fıkhu'l-Mâlikî, 3/235, 240-241) İslam ilimlerinin
tümünde otorite kabul edilen ve tabiûn kuşağının en büyük ismi sayılan Hasan
el-Basrî (ölm. 110/728) sadece Ehlikitap'ın kestiklerini değil, kentlerde
oturan Mecûsîler 'in kesteklerini yemenin de caiz olduğunu söylemiştir,
(bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/414416)
Ehlikitap'ın
kestiği etlerin yenmesi onların besmele çekmeleri, Allah'ın adını anmaları
şartına bağlı değildir. Onların Ehlikitap olmaları yani Allah'ın varlığını ve
birliğini kabul etmiş bulunmaları helalliğin doğması için yeterlidir, (bk. Ibn
Hemmâm, 6/117-121) Elbette ki bu helallik, eti yenen hayvanlar için geçerlidir.
Mesela domuzun eti hiçbir şekilde helal olmaz.
Tartışma,
Müslümanların kurbanlık hayvanlarını Ehlikitap'ın kesmesi halinde ne olur
sorusunun cevabındadır. Ehlikitap'ın, kurbanlıkları da kesebileceğini
söyleyenler vardır. Ama bunun caiz olmadığını düşünenler de vardır. Irak fıkıh
ekolünün ve Hanefî fıkhının babası sayılan İb rahim en-Nehaî (ölm.
96/714) Ehlikitap'ın kestiği etler, onların kesimde neyi okuyup okumadıklarına
bakılmaksınız yenir demekle yetinmemiş, Ehlikitap'ın kurbanlarımızı da kesebileceklerini,
bunda dinsel hiçbir engel bulunmadığını fetvaya bağlamıştır, (bk. Kal'aci;
Fıkhu'n-Nehaî, 1/478479)
Hasan el-Basrî ise
kurbanları Müslümanların kendilerinin kesmeleri gerektiğini söylemektedir, (bk.
Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/414-416) Mâlikîlere
göre,
kurbanları Ehlikitap'a kestirmek yasaktır. Keserlerse etleri yenmez, (bk.
Hâlid Abdurrahman; el-Fıkhu'lMâlikî, 3/242-243) Esasında bu ikinci nokta
üzerinde tartışmanın pratik bir sonucu hemen hemen yoktur. Çünkü hiçbir
Müslüman kurbanlık kesimi gibi çok sıradışı bir uygulamada kendi dininin
dışındaki birine iş havale etmez.
Aıncak
havale eder ve kurbanını bir Ehlikitap kişiye kestirirse bize göre, bu durumda
da yanlış bir iş yapılmış olmaz. Çünkü, kurbanın ibadet ve takva yönü onu kestirene
ait bir özelliktir. Bu özellik etin yenip yenmemesini etkilemez.
İşin
esası bu iken bazıları, Hristiyan kasapların kestikleri yenmez fetvası
vermekte ve "helal gıda" adı altında satış yerleri açarak
kaçak kesilmiş sağlıksız etleri, hem de resmî kesilmiş etlerin bir-iki katı
fiyata Müslümanlara satıp hak etmedikleri paralar kazanmaktadırlar. Yani, helal
kavramı, haram kazanca âlet edilmekte, Müslümanların saf ve temiz duygularıyla
bilgisizlikleri sömürülmektedir.
*
Hayvan kesimlerinde hayvanın uyuşturulmasını İslam dışı ilan etmek:
İslam'ın
kabul ve emirlerine en uygun şekil olan "şoklayarak kesim "i
din dışı ilan etmek, hurafeci sektörünün oyunlarından biridir. Bu hususta
ayrıntılı bilgiler bu eserin "Kurban" maddesinde verilmiştir. Sözlük
anlamıyla "duyuru, çağrı" demek olan ezan Kur'an'da sadece bu
sözlük anlamıyla bir tek yerde, Tevbe Suresi 3. ayette geçmektedir. Bir terim
olarak ezan, farz namazların vakitlerini haber veren ve metni Hz. Peygamber
tarafından belirlenen birkaç cümlelik bir duyurudur.
Namazın
farz oluşundan çok sonraki bir zamanda Medine döneminde (Hicretin 1. yılının
sonları veya 2. yılının başlarında) okunmaya başlanmıştır.
Ezanın
hangi dilde okunması gerektiği, başka bir deyişle Arapça dışında bir dilde (yani
tercümesinin) okunup okunmayacağı da uzun uzun tartışılmıştır. Dinde Arapça ve
Arap hegemonyasını hemen her alanda esas alan nakilci fıkhı temsil edenlere
göre ezan sadece Arapça özgün şekliyle okunmalıdır. Hanefîlerin büyük çoğunluğu
ezanın başka bir dille okunmasına onay verir. Şafiîler ise bu onayı Arapça
ezan okuyanın bulunmaması şartına bağlamıştır.
*
Cuma günü iç ve dış ezan diye iki ezan okumak:
Asrısaadet'te
Cuma namazları için, farzdan hemen önce okunan bir tek ezan vardı. Dışarda ayrı
bir ezan okunmazdı. Yozlaştırmaların klasik dönemi olan Emevîler döneminde bu
ezana bir ikincisi eklendi.
Günümüzde
Cuma vaktini duyurmak için cami dışında okunan ezan, Asrısaadet uygulamasının
yerini tutmaktadır. Cuma namazlarında, hutbeden önce okunan ve iç ezan adıyla
anılan ikinci ezan ise bir bid'attır. Bu bid'atın camilere sokuluşu, bir
rivayete göre halife Osman eliyle, bir başka rivayete göre ise "Zalim"
lakaplı Emevî valisi Haccâc-ı MePun (ölm. 95/714) eliyle olmuştur,
(bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 3/205-207; Bâkırî, 180 vd.) Şâtıbî ise, bu
iç ezanın, Emevî halifesi Hişam b. Abdilmelik (ölm. 105/724) tarafından
icat edildiğini, filozof-fakıh İbn Rüşd (ölm. 595/1198)e dayanarak
bildirmektedir, (bk. Bâkırî, 191)
*
Ezan okuyuşta bağırıp çağırma:
Ezanda
sesi aşırı yükseltme, bağırıp çağırma, haddi aşmak ve azgınlık olarak
nitelendirilmektedir, (bk. İbn Hemmâm, 1/481)
Ezanı
yüksek sesle okuma, kul hakları açısından da incelemeye alınmıştır. İbnül-Cevzî,
minarelerden, halkı ta'ciz edecek derecede yüksek sesle değil ezan, Kur'an
okumanın bile İbli s'in din adına aldatmalarından biri olduğunu yazmaktadır,
(bk. Telbîsü İblis, 165) Çünkü minareden okunan Kur'an, sokaklarda, evlerde
herkes tarafından duyulmaktadır. Ve Kur'an okunduğunda onu dinlemek farzdır.
Kur'an dinlemek gibi bir niyeti ve zamanı olmayan insanları bu zorunlulukla yüz
yüze getirmenin meşru bir açıklaması yoktur. Bu, din değerlerini riyaya
bulaştıran bir inat ve istismardır. Ne yazık ki bu istismara değindiğiniz anda,
bid'at ve siyaset dinciliği şöyle bağırmaktadır: "Kur'an'dan,
ezandan rahatsız oluyorlar, Kur'an okumayı engelliyorlar..."
Meseleyi,
Kur'ansal bir iman ve şuurla tam özünden yakalamış bulunan Ibnül-Cevzî acaba,
günümüzün makinelerden okunan ve bir tür madenî gürültüye dönüşen sözde
ezanlarını dinleseydi ne derdi? Bu sözde ezanların birçoğu, özellikle sabah
ezanı adıyla gece yarılarından başlanarak okunanlar, bir tür genel taciz manzarası
arz etmektedir. Ibnül-Cevzî'nin baktığı yerden bakarsak, burada uykusu
bölünen hastaların, yaşlıların, bebeklerin vs. hakları söz konusudur. İslam,
başkalarının tacizi pahasına yapılan ibadete değer vermemektedir. Bu tacizin,
soğan ve sarmısak kokusunu dahi kapsadığını bizzat Peygamberimizden
öğrenmekteyiz..
Bu
da ezanda haddi aşmaktır. Ezanın iki kişi tarafından "çift ezan"
olarak okunması da öyledir, (bk. İbn Hemmâm, 1/481)
*
Ezanda mûsikî gösterisi yapmak:
Bu
da bid'at sayılmaktadır, (bk. Ali Mahfuz, 165)
*
Ezanı cihazlarla okumak:
Ezanın
insan sesiyle okunması sünnetin gereklerinden biridir. Günümüzde kulak
tırmalayıcı hoparlör bağırtılarıyla okunan ezanlar birer bid'at gösterisi gibidir.
Cihaz gürültüsüne çirkin sesin eşlik etmesi halinde ise ezan bir işkence
aracına dönüşmekte ve haklı şikâyetlere sebep oluşturmaktadır. Özellikle sabah
ezanlarının değişik zamanlarda ve ses yükseltici cihazlarla okunması kul
hakkı çiğneme aracı olmaktadır. Birkaç dakika arayla peşpeşe okunan
cihazlı sabah ezanları hastaların, bebeklerin, yaşlıların uykularını
bölmektedir. Bu bir hak ihlalidir. Bu hak ihlali, insanlarda dine karşı bir
tavır oluşturmaktadır.
Namaz
kılmayanların (Müslüman ve gayrimüslim) istemedikleri bir zamanda
uyandırılmaları da bir kul hakkı ihlalidir.
Şunu
unutmamak gerekir: Bu insanlar içinde günümüzün zor koşullarında ekmek parası
kazanmak için vardiya halinde veya kendi iş yerinde geç saatlere kadar çalışıp
sabaha doğru uyuyanlar vardır. Namaz kılacak olanların hatırı için bunların
rahatsız edilmesi İslam'ın temel kabullerine aykırıdır; bir hak ihlalidir.
Çünkü İslam, başkalarının rahatsızlığı pahasına ibadete cevaz vermez. Hiç
kimsenin, "Ben ibadet ediyorum, ibadete karşı mı çıkıyorsun?"
türünden tecavüz ve baskı ifadeleriyle onun-bunun rahatsızlığına sebep olması
dine uygun değildir. Böyle bir yanlışlığa ezan gibi bir değerin araç
yapılması ise ikinci bir haksızlık olur.
Diyanet
İşleri Başkanlığının bu işe el koyması, ezanları insan
sesiyle okutması ve müezzinleri güzel sesliler arasından seçmesi
beklenmektedir.
işin
bir de şu yanı vardır: Ezan bugün artık namaz vaktini duyuran zorunlu bir
araç olmaktan çıkmıştır. Çünkü takvim, saat ve medya imkânları namaz vaktini
merak edenleri ezan sesi bekleme zorunluluğundan kurtarmıştır. Ezan artık, bir
folklorik uygulama olarak yaşamaktadır. Bunun, bir güzellik, huşu ve
heyecan unsuru halinde devam etmesi için cihaz sesinden kurtarılması ve sadece
insan sesiyle okutulması gerekmektedir. Öbür türlüsünün islamî hiçbir esprisi
kalmamıştır.
*
Ezanın başka bir dilde okunmasının haram olduğunu söylemek:
Böyle
bir iddia, ezanı Arapça dışında bir dille okumayı yasaklayan mezhep
kabullerini dinleştirmek şeklinde bir bühtandır. Ezanın tüm islam dünyasında
aynı dille (özgün şekli olan Arapça'yla) okunmasının sosyolojik yararları
vardır. Bunu hiç kimse inkâr edemez. Ezanın tercüme edilmesinin kimseye
öğreteceği bir şey de yoktur. Ezan, namaz vaktinin geldiğini ve yakınlarda bir
caminin bulunduğunu gösterir. Bir Müslüman'ın bunu dünyanın her yerinde aynı
dilde duyması ve rahatlıkla anlaması tercih edilir. Ancak bunun böyle olması,
aksinin yapılmasının haramlığını göstermez.
Bir
toplum, eğer çok istiyorsa, ezanı tercüme ederek kendi diliyle de okuyup
okutabilir. Buna dinsel hiçbir engel yoktur. Tercih meselesidir.
Cumhuriyet
dönemi Türkiyesinde ezan 1932 yılında Türkçe tercümesiyle okunmaya başlanmış,
bu uygulama 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür. Toplum bu uygulamayı
benimsememiştir, hatta büyük ölçüde karşı çıkmıştır.
Bize
göre, uygulamanın pratik yararı yoktu ama dinen yasak veya haram değildi. O
uygulamanın anlamsızlığını söylemek kadar, din dışı olmadığını söylemek de
vicdan borcudur. O uygulamanın pratik değerinin olmayışını kanıt yaparak din
hayatında Arapçacılık hegemonyasını kutsamaya gitmek ve örneğin kişilerin
ibadetlerini kendi dillerinde yapmalarına engel olmak bir saptırmadır.
Ezan
gibi, İslam dünyasının evrensel bir parolasının tercümesinden yarar beklemek ne
kadar yanlışsa, insanların Allah'a kendi dillerinde yakarmalarına Arapçılık ve
Arapçacılık gayretiyle karşı çıkmak da o kadar yanlıştır.
Ezan
konusunu noktalamadan önce bir bid'ata daha dikkat çekelim: Ölümler ardından,
tıpkı ezan gibi minarelerden okunan ve halk arasında "salâ" denen
salât-selâm nidası da sonraki zamanların bir örfüdür. Bid'atlar konusunda yazan
önemli isimlerden biri olan Ali Mahfuz, bu uygulamanın hortlatılmış ve
üzerine İslam cilası vurulmuş bir Cahiliye âdeti olduğunu söylüyor. Cahiliye
devrinde, ölülerin arkasından ağlamayı meslek edinmiş kişiler hem yas havasını
yaygınlaştırmak hem de ölümü duyurmak için şiir-ilahî türü şeyler okurlardı.
Buna "na'y" denirdi. Ali Mahfuz, bugün okunan
salaların bu Cahiliye uygulamasının İslamî dekorlarla süslenmiş bir şekli
olduğunu söylüyor, (bk. Ali Mahfuz, 167) Biz de aynı kanaatteyiz.
Esası
İslam dışı olan bir şeye bazı İslamî çizgiler eklemek onu İslam içi kılmaz.
Gaybın esas anlamı, gözden gizli olmaktır. Karşıtı olan lyân da
gözle aynı kökten gelen bir sözcük olup göz önünde olan, gözün görebileceği şey
demektir. Bir kişinin gözünün önünde olmaksızın yani arkasından konuşmak
anlamındaki gıybet de gaybla aynı köktendir. Zaman içinde gayb, duyu
organlarının ve insan bilgisinin algılayamayacağı her şey için kullanılır
olmuştur, (bk. Râgıb; el-Müfredât, gayb mad.)
İnsan
için, gaybda izafîlik esastır. Yani bugün şu
şartlar altında, birilerine göre gayb olan bir şey, yarın, falan şartlar
altında, başka birilerine göre ıyan olabilir. Ancak şunu da unutamayız ki insan
gücünü aşan, bu yüzden insanın bilgi alanı içine asla girmeyecek olan şeyler
de vardır. Bunlara mutlak gayb denir.
İzafî
gayb sürekli değişir. Bu anlamda hayat gaybdan zuhur ve ıyâna doğru bir
akıştır. Her an yeni şeyler öğreniriz. Bu demektir ki her
an bir veya birkaç gayb ıyana dönüşür. Büyük Türk düşünürü Kuşadalı İbrahim (ölm.
1845) burada bir soğan istiaresi kullanmaktadır. Soğanı elimize
aldığımızda en dıştaki kabuk zahir (bilinen), onun altındaki bâtın (gayb)
durumundadır. Birinci kabuğu soyduğumuzda, az önce gayb olan ikinci kabuk lyâna
dönüşür; onun altındaki gayb olur... Ve bu böyle devam eder...
Mutlak
gaybı yalnız Tanrı bilir. Mutlak gayba ilişkin bilgi peygamberler de dahil
hiçbir insana verilmemiştir. Dinsel metinlerdeki "Gaybı Allah'tan
başkası bilmez." sözüyle kastedilen, mutlak gaybdır.
"Gaybı
Allah'tan başkası bilmezdin bir anlamı da bir
insanın gıyabında konuşma hak ve yetkisi yalnız Allah'ındır demek olur. İnsana
başkalarının arkasında konuşma, hüküm verme yetkisi verilmemiştir. Böyle bir
yetki kullanmaya kalkmak, Allah'a özgü bir hakkı kullanmak olacağındandır ki Kur'an,
gıybeti en büyük günahlardan biri olarak göstermiş (bk. Hucurât, 12; Hümeze
Suresi), Hz. Peygamber de "Gıybet zinadan daha kötü bir
günahtır." buyurmuştur.
*
Mutlak ve izafî ayrımı yapmadan
gaybı yalnız Allah bilir demek:
Bu
ayrım yapılmaz ise bilimin her gün birini veya birkaçını keşfettiği varlık ve
yaratılış kanunları anlamsız olur. Bu kanunlar, hayatın birçok gaybını ıyâna
çevirmiştir ve çevirmektedir. O halde, "Gaybı sadece Allah bilir"in
anlamı mutlak gayb için işlemektedir.
*
Müteşâbih ayetlerin anlamını
Allah'tan başkası bilmez demek:
Kur'an'ın
değişik anlam boyutları taşıyan, "iç içe kıvrılmış anlamlarla
dolu" ayetlerine bizzat Kur'an, müteşâbih demektedir, (bk. KTK, Müteşâbih
mad.) Âli İmran Suresi 7. ayet, müteşâbihleri anlamak için iki öneride
bulunmuştur: 1. Muhkem (anlamı tartışmasız, kural ayetler) ayetlere iman, 2.
İlimde derinlik. Ne yazık ki, geleneksel baskı ve hurafe Âli İ mran 7'deki bu
apaçık ayeti saptırarak ufuk açıcı bir beyyine olmaktan çıkarmış, Kur'an
müminlerini prangalayan bir baskı aracına dönüştürmüştür. Bu sakat anlayış,
Kur'an'ın en hayatî mesajlarından birini veren Ali imran 7. ayet
üzerinde uygulanan bir operasyonla kurallaştırılmıştır. O ayet, içine sonradan
konan ve cümlenin bitmiş olacağını kabulü gerektiren "mutlak durma
işareti olan Mim" atılarak değerlendirildiğinde şunu demektedir: "Müteşâbihleri
bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar..."
Müdahale,
ayetteki Allah kelimesinin üzerine bir vakfe Mimi koyup cümleyi kendi
anlayışına uygun olarak bölmekte ve anlamı şu şekle getirmektedir: "Müteşâbihlerin
yorumunu Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlara gelince onlar şöyle demekle
yetinirler..." Ayetlerin orasına-burasma harf ekleme hakkı, Kur'an'ın
tebliğcisi olan Peygamber'e bile verilmemişken, başkalarına nasıl verilebilir!
Bu müdahale, Kur'an bünyesinde örtülü bir tahrif olarak algılanırsa
durum ne olacaktır?
Bu
yetkiyi bu insanlara kim vermiştir? Kur'an'da eksikler mi var da bunlar
düzeltiyor? Ayeti şöyle anlayacaksınız demek cüretini nereden alıyorlar? Eğer
iş onların dediği gibi ise Kur'an'ın yaklaşık yüzde doksan beşi bizim için
anlam ifade etmez olmaktadır. Çünkü ahkâm ayetleri denen 200-300 ayet dışındaki
tüm beyyineler müteşâbihtir. Biz altı bin küsur ayetin sadece 200300 tanesini
anlayabileceksek Kur'an'ın "mufassal" (ayrıntıları veren), "mübîn"
(açık-seçik), "anlaşılmak için kolaylaştırılmış" olmasının
anlamı nedir?
Allah
mı bizi aldatıyor, yoksa birileri bize oyun mu oynuyor? Hayır, Allah asla
aldatmaz! Aldatan ve buna Allah'ı araç yapan birilerinin çıkacağını Kur'an bize
haber vermiştir. Habere kulak vermeyenlere gelince onlar kendi aymazlıklarının
kurbanı olmaktadırlar.
Kur'an'da
insanın anlamayacağı hiçbir söz yoktur. Sadece vakti gelmediği için anlayamadığımız
şeyler vardır. Bu da doğaldır. Kur'an sadece bize ve
bizim zamanımıza hitap etmiyor. Onda tüm zamanların ve insanların nasibi var;
vakti geldiğinde o nasibin sahipleri bizim bugün anlayamadığımız noktaları
anlayacaklar. Bu gerçeğin altını bizzat Kur'an çizmektedir: "Her
haberin bir gerçekleşme zamanı vardır. Yakında bileceksiniz!" (En'am,
67)
Müteşâbih
ayetler, mutlak gayb değildir, izafî gaybdandır. İnsanlık
bunları zaman içinde bilim ve düşünce faaliyetiyle çözecektir. Mutlak gayb
olan şeyler Kur'an tarafından tek tek bildirilmiştir. Onları sadece Allah
bilir ama bunun müteşâbih ayetlerle ilgisi yoktur. Çünkü insana hitap eden bir
kelam, hem de en hayatî mesajında, muhatabına anlamayacağı bir şeyi söylerse
bu, muhatabı aldatması anlamına gelir. Allah bundan arınmıştır.
*
Gaybın kerametle bilineceğini iddia etmek:
Bu
bir tarikat saptırmasıdır. Dokunulmaz kılınıp bir tür yedek ilah konumuna
getirilen bazı tarikat şefleri kendilerinin gaybı bilecek bir keramet gücü
taşıdıklarını iddia ederek, duygusallığına yenik düşmüş kitleler üzerinde
asırlarca baskı kurmuş, akıl almaz komisyonlar toplamışlardır. İslam dünyası
bir uçtan bir uca bu komisyon uygulamasının açtığı yaraların acıları içinde
kıvranmaktadır.
Gaybı
bilme yetkisini, kendisini tebliğ eden Peygamber'e bile vermeyen bir din, bunu
başkalarına hiç vermez.
Bunlar,
"Biz gaybı biliriz" derken eğer mutlak gaybı kastediyorlarsa o zaman
bunlar allahlık ilan ediyorlar demektir. Zaten bazılarında bu iddia açık veya
örtülü biçimde vardır da... O zaman bunların dinindenimanından söz edenlerin
aklına şaşmak lazım! "Biliriz" dedikleri gayb izafî gayb ise bunun
yolu, Kur'an'a göre "ilimde rüsûh"tur; keramet değil... İlimde rüsûh,
bilimsel derinlik demektir. Bu kişiler, tarih boyunca ilim ve düşünce
düşmanlığını dinleştirmişlerdir; "ilimde rüsûh"a sahip çıkamazlar.
Onlara göre, ilim önemli değildir; çünkü ilim şeytanda da vardır. Bu durumda
insanlar sorar: Bu "bildiklerini" söyledikleri şeyleri onlara şeytan
mı öğretiyor?
Gaybın
tümü Allah'ın elindedir. Çünkü "Allâmu'l-Guyûb" yani gaybları bilen
O'dur. (bk. Mâide, 109, 116) Onun elindeki gayblar, içeriğini sadece onun
bildiği bir kitaptadır, (bk. Nemi, 75) Gaybın anahtarları da O'nun elindedir,
(bk. En'am, 59) O, katındaki bu kitaptan bildireceklerini (izafî gaybı) peygamberlerine
vahiy yoluyla, diğer kullarına ise bilim ve düşünce yoluyla bildirmektedir.
Eğer bir kerametten söz edeceksek o, işte bu bilim ve düşünce nasibidir.
İnsanoğlunun "tekrîm" edilmesinin (bk. İsra, 70) anlamı da bu
nasiplenmedir. Bakara Suresi 30 ve devamı ayetler insanın meleklerden bile
üstün kılınmasının dayandığı değeri "bilgi" olarak vermektedir. Bilim
ve düşünceden
nasipli
olmayanların, hele hele bilim ve düşünceye düşman olanların sahip
olabilecekleri şey "keramet" değil, ancak "mel'anet"
olabilir... Ona da kimsenin bir itirazı yoktur...
Yüzlerce
yerde bilime, bilgine atıf yapan, onur veren Kur'an hiçbir yerde
"keramet" diye bir değerden söz etmez. İnsanoğlunun
üstün yeteneklerle donatıldığını gösteren İsra 70. ayetteki "kerremna"
fiili "yetenekli kılmak, üstün değerlerle donatmak" demektir
ki bu donanımın şaşmaz göstergesi de bilimdir. O ayetteki "yetenekli
kılmak", istisnasız tüm insanlara hitap eder. Bir sınıfı veya mesleği
anlatmaz. Allah ile aldatmayı meslek edinmiş olanları hiç anlatmaz.
* Peygamberlerin gaybı bildiklerine
ilişkin rivayetlere inanmak:
Mutlak
gaybı peygamberler de bilmez. Hz. Muhammed de buna dahildir. Kur'an bu noktada
son derece açık konuşmaktadır: "De ki: 'Size, Allah'ın hazineleri benim
yanımdadır, gaybı bilirim' demiyorum." (Enam, 50; Hûd, 31) Ve: "Eğer
gaybı bilseydim, elbette ki hayır üretmeyi çoğaltırdım." (A'raf, 188)
Ve: "De ki: 'Göklerdeki ve yerdeki şuurlulardan hiçbiri gaybı bilmez;
sadece Allah bilir." (Nemi, 65)
Kısacası,
"Göklerin ve yerin gaybı yalnız ve yalnız Allah'ındır." (Nahl,
77) Peygamberler, tüm gaybların sahibi olan Allah'ın vahyi ile bir şeyler
bilebilirler. Bu durumda, bilen onlar değil, onlara vahyeden Allah'tır: "işte
bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir..." (Âli İmran, 44;
Hûd, 49; Yûsuf, 102)
*
Kur'an'ın "beş bilinmez"den söz ettiğini iddia etmek:
Bu beş bilinmeze "mugayyebât-ı
hamse" denmekte ve bu iddia Lukman Suresinin 34. ayetine dayandırılmaktadır.
Oysaki o ayette Allah'tan başkasının bilemeyeceği bildirilen şeyler 5 değil, 3
tanedir: 1. Kıyametin vakti, 2. Kişinin geleceği, 3. Kişinin nerede
öleceği.
O
halde, geleneksel kabullerin halkın zihnine yerleştirdiği "mugayyebât-ı
hamse" yani beş bilinmez deyimi, düzeltilmesi gereken bir deyimdir.
(Bu konuda bilgi için bk. Kur'andaki İslam, 234)
* Cinlerin gaybı bilebileceğine ve
bazı kişilere de bildirebileceğine inanmak:
Kur'an
bu konuda son derece sert bir uyarıda bulunmaktadır: "Eğer cinler
gaybı bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı." (Sebe',
14)
Cinlerin
durumu bu olunca, cinlerle ilişkiye girip onlardan gayba ilişkin bilgiler
aldığını söyleyerek halkı kandıran üfürükçü, yıldızcı ve bir kısım
spiritüalistmedyum vs. kişilerin hangi halde olduklarını iyi düşünmek lâzım...
(Ayrıca bk. Bu eser, Cinler mad.)
Gaybdan
haber verme pazarı, sömürü sektörünün en verimli pazarlarından biridir. Bu
pazarcılığın çok değişik görünümleri vardır. Medyumluk, şeyhlik, cincilik,
astroloji, değişik türde falcılık, ruh çağırma vs. bu pazarın belli başlı
vitrinleridir. Her biri kendi vitrininde oturmuş, cahil ve duygusal halktan
bir parseli başına toplayarak onların ceplerini boşaltmaktadır. Kimi Allah ile
aldatır, kimi Allah'a ve Kur'an'a iftiralar düzüp "Kur'an'ın devri
bitti, şimdi yüksek planlar devridir, biz de o planların yeryüzü
temsilcileriyiz..." türünden sözler ederek...
Sezgileri güçlü,
irfan ve vicdanı gelişmiş ve bunun sonucu olarak bazı içe doğuşlarla
nasiplendirilmiş temiz niyetli, hizmet ehli insanlar elbette ki bu listenin
dışında ve saygın bir konumdadır.. .
GECELER
Vilâdet
(Peygamberimizin
doğumu: 12 Rebiûlevvel), Berat (günahlardan emin olma belgesinin
verildiğine inanılan gece), Regaip (pek çok nimet ve bereketin verildiğine
ve Peygamberimizin ana rahmine düştüğüne inanılan gece), Miraç (Peygamberimizin
göklere yükselip Allah ile konuştuğuna inanılan gece) adıyla bazı geceleri
kutsamak ve kutlamak vahyin hiçbir beyanı içinde yoktur. Peygamberimiz ve
ashabının hayatında da böyle uygulamalar bulunmamaktadır.
Daha
açıkçası, İslam'ın "gece kutlamak" diye bir kabulü yoktur.
Hele hele özel gecelerin özel ibadetleri gibi bir kabul tamamen uydurmadır.
Kur'an'da
adıyla geçen tek gece Kadir Gecesi'dir. Ne var ki Kadir
Gecesi'nin bizim yüklediğimiz anlamlarla bir ilgisi bulunmamaktadır. O gece,
Kur'an'ın indirildiği gece olduğu için anılmış, kutsallık vurgusu yine
Kur'an'a yapılmıştır. Herhangi bir merasimden, özel ibadetten, o gecede
birtakım şeyleri yapanların bağışlanacağından filan asla söz edilmemiştir.
Kısacası,
Kur'an, adını andığı tek gece olan Kadir Gecesi'ni de geleneğin yaptığı gibi,
bir tür "piyango yoluyla sevap kazanıp kurtulma gecesi" olarak
tanıtmamaktadır. O gece, Kur'an'ın indiği gecedir. Eğer bir şey yapılacaksa o
gece vesilesiyle yeniden Kur'an'ı düşünmek, Kur'an'la bütünleşmeye biraz daha
özen göstermek gerekir.
Kutsal
geceler piyangoculuğunun en ünlü uydurması "beş geceler" hadisidir.
Şöyle deniyor bu uydurmada: "Beş gece vardır ki onlarda dualar reddedilmez:
Recep ayının ilk gecesi, Şaban ayının 15. gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı
gecesi, Kurban bayramı gecesi" (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/649650)
Şaban
ayının 15. gecesi için uydurulan bir hadiste şöyle deniyor: "Şaban
ayının on beşi geldiğinde onun gecesini ayakta, gündüzünü oruçlu geçirin.
Çünkü Allah o gece, Güneş'in batışıyla birlikte dünya göğüne iner de şöyle
seslenir: 'Hey! Bir af dileyen yok mu ki bağışlayayım? Hey! Bir rızık isteyen
yok mu ki rızıklandırayım? Hey! Bir derde düşmüş yok mu ki derdine derman
vereyim? Hey! Şunu isteyen yok mu, bunu isteyen yok mu?' Allah'ın bu çağrısı
şafak sökünceye değin devam eder." (bk. Elbânî; Zaîfa, 5/154)
Bu
sözleri Hz. Peygamber'e isnat etmekten Allah'a sığınırız! Günlerin
bazılarının üstünlüğüne, farklılığına şu veya bu işe daha uygun olduklarına
ilişkin tüm rivayetler uydurmadır, İslam dışıdır.
Pazartesi,
Perşembe, Cuma ve arefe günü ile ilgili bazı
uydurmaları görelim:
"Sevaplara
verilen karşılıklar Cuma günü katlanarak verilir." (bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 4/248)
"Kim
Cuma günü namazdan önce tırnaklarını keserse Allah ondan tüm dertleri çıkarır
onların yerine şifa ve rahmet koyar." (bk. Elbânî;
Zaîfa, 5/36)
"İlmi
her P azartesi ve Perşembe günü arayın. Çünkü ilim o günlerde kolaylaştırılır.
Bir ihtiyacı olan, o günlerin erken saatlerini seçsin. Ben rabbimden o
günlerin erken saatlerini ümmetime mübarek kılmasını diledim." (bk.
Elbânî, aynı eser, 5/513)
Arefe
günü ile ilgili bir uydurmada, o günün hürmetine
zalim, hain ve azgınların bile affedildiği bildiriliyor ki, sadece İslam'a ve
Peygamber'e değil, insanoğlunun hak ve adalet duygusuna da açık bir
hakarettir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 2/125)
Güzel
ve güzellik anlamındaki "hüsn" kökünden sözcükler Kur'an'da isim ve
fiil halinde 200 civarında yerde geçmektedir. Bu da gösterir ki Kur'an,
güzellik kavramının insan hayatında çok önemli bir yeri olduğunu kabul
etmektedir.
Güzel
ve güzellik konusunda Kur'an'ın esas aldığı ilke şudur: Güzeli ve güzelliği
tasdikleyip hayatına sokana hayat kolaylaştırılır. Bunun aksine, güzele sırt
dönen, onu tasdikleyip hayatına sokmayanlara hayat zorlaştırılır. (bk. Leyi,
6-9)
Bu
böyle olduğu içindir ki Kur'an, Yaratıcı'dan başlayarak her şeyde güzeli
görmüş, güzele vurgu yapmıştır. Bir kere, Allah, en güzel isimlerin
(Esmâül-Hüsna'nm) sahibi olarak tanıtılır, (bk. A'raf, 180; Isra, 110; Tâhâ, 8;
Haşr, 24) Allah'ın isimlerinin büyük çoğunluğu güzel ve güzellikle ilgili
anlamlar taşır. Allah, yarattığı her şeyi güzel yaratmakla nitelendirilir,
(bk. Secde, 7)
İkincisi,
Kur'an'ın ideal insanı "muhsin" diye anılmaktadır. Hem de onlarca
kez... Yaklaşık 40 kez tekrarlanan muhsin, güzel düşünüp güzel eylemler yapan
kişi demektir. Muhsin, tamamına yakın yerde (35 kez) çoğul (muhsinûn-muhsinât)
şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki güzellik üretimi toplumsal bir
idrâk ve uğraş olmadan fazla gelişemez.
Cennet
de muhsinlerin ödülü olacaktır, (bk. Bakara, 112;
Mâide, 85; Zâriyât, 16, 44) Bu böyledir, çünkü Allah muhsinleri sever,
rahmetini onların üzerine indirir, (bk. Bakara, 195; Mâide, 13; A'raf, 56)
Dahası, Allah, sürekli bir biçimde muhsinlerle beraber olur. (bk. Nahl, 128;
Ankebût, 69)
Üçüncüsü,
Kur'an, kendini izleyen insanların dünyada da ölüm sonrasında da temel
isteklerinin güzellik (hasene) olduğunu söylemektedir. Bu istek, Kur'an
müminlerinin bir tür belirgin niteliğidir: "Onlar şöyle derler:
'Rabbimiz! Bize dünyada da, âhirette de güzellik ver..." (Bakara, 201)
Bunun bizi götürdüğü zorunlu sonuç şudur: Bu dünyayı kin ve çirkinlikle
dolduranların ölüm sonrasında güzellik beklemeleri veya vaat etmeleri bir
aldanma ve aldatmadır.
Dördüncüsü,
Allah ile sürekli beraberlik bilincine erme halinin adı, "ihsan" (güzelleştirme,
güzelleşme, güzelle kucaklaşma) olarak belirlenmiştir. Ünlü Cibril H a di si
'nde ihsan, "Allah'ı her an görüyormuşsun gibi davranmak" şeklinde
tanımlanmıştır. Bu da gösterir ki, Kur'an'ın dünyasında ahlak gerçeği de
güzelle iç içe bir gerçektir.
Güzellikten
nasipsiz ruhlarda ahlak barınamaz, sadece ahlak aktörlüğü yani riyakârlık
gelişir. Hz. Peygamber ahlaka yollama yaptığı tüm sözlerinde ahlakı,
"güzel" sözcüğü ile nitelemiştir.
Kur'an'ın
dünyasında örneğin, "tahakküm ahlakı", "yarar ahlakı","pragmatik
ahlak", "başarı ahlakı" esas değildir; esas olan güzellik
ahlakıdır. Ve "mutluluk ahlakı", sadece güzellik ahlakıdır.
Beşincisi,
Kur'an'ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel
şeyler üretenler) içindir, onlara hayır ve bereket getirir, (bk. Lukman, 3)
Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar
Kur'an'ın hidayetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele
düşmanlık sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun
lanetine de uğrarlar. Leyi Suresi, 6-9. ayetler bu lanetlenmenin kanıtı olarak
hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.
Kur'an,
kendi bağlılarını "sözleri dinleyip onların en güzeline uyan
insanlar" olarak tanıtmaktadır, (bk. Zümer, 18) Bu demektir ki,
güzellikten uzak bir çağrı, adına ne denirse densin, hangi yafta ve iddia ile
ortaya sürülürse sürülsün, Allah'ın değer vereceği bir çağrı değildir.
Yaratıcı
faaliyetlerin mayası durumunda olan niyet de Kur'an ahlakında güzel
sözcüğü ile nitelenmiştir: Hüsnüniyet...
Kur'an,
tüm iddiları, inatları, ikiyüzlülükleri, sloganları aşan ölümsüz bir ilke
getirmekte ve insanın dikkatini bu ilkeye çekmektedir: "Güzel düşünmenin,
güzellik üretmenin karşılığı güzellikten başkası olmayacaktır ."(Rahman,
60) Güzellik üretenlerin karşılıkları, diğer üretimlerden farklı olarak
iltimaslı verilecektir. Allah'ın düzeni budur: "Güzel düşünüp güzel
davrananlara güzellik var, fazlası da var..." (Yûnus, 26)
Güzelliğin
hayatı kolaylaştırması belki de o "fazlalar" yüzündendir...
Şunu
da ekleyelim: Kur'an, kinleri, düşmanlıkları aşmada, kavgaları dostluğa
dönüştürmede bir numaralı değer olarak güzelliği, güzel üretimini öne
çıkarmaktadır, (bk. Fussılet, 34) Bunun içindir ki sanat, tüm türleriyle,
insanlığın en güvenilir dostu ve barış elçisi olmuştur ve olmaya devam
edecektir. (Güzellikle ilgili daha geniş bilgiler için bk. KTK, Hüsn mad.)
*
Müziği haram veya mekruh görmek:
Dini,
Kur'an'daki yapısının dışına çekerek kine dönüştüren anlayışlar tarih boyunca
din adına müzik düşmanlığı yapmışlardır.
Biz
burada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Söyleceklerimiz çok kısa olarak
şunlardır: Müziğe kapalı bir benlikte Allah'ın istediği hiçbir değer üremez,
yaşamaz. Müzik düşmanlığının bizatihi kendisi nasipsizliktir. Allah'a şükür
ki, bu nasipsizliğe uydurma hadislerden bile dayanak bulamamışlardır. Buna
rağmen, mûsikî düşmanlığı, hemen her devirde tüm İslam beldelerinde karanlık
ve kaosun temel tavırlarından biri olmuştur.
Mûsikî
düşmanlığını dinleştirmek için uydurulmuş bulunan hadis patentli sözlerin en
yıkıcısı şudur: "Her kim sesini bir mûsikî nağmesiyle yükseltirse Allah
ona iki şeytan musallat eder. Bu şeytanlar onun omuzlarına oturup ayaklarını,
susturuncaya değin onun göğsüne bastırırlar." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa,
2/335-336)
Bu
tavır bazı çevrelerde, "Kadın sesiyle icra edilirse haram olur" şeklinde
örtülü bir biçimde ortaya sürülür. (Kadın sesinin haram olduğu yolundaki iddianın
dindışılığı için bk. Bu eser, Kadın mad.)
Yukarıda,
Kur'an'ın güzellik üretimine nasıl baktığını gördük. Bu üretimin temel kavram
ve kurumlarından birinin müzik olduğunda kuşku yoktur.
Peygamberimizin
hayatından bir örnek vererek müziğin sünnet bünyesindeki yerine de dikkat
çekelim: Hz. Âişe, yerel bayramlardan birinde şarkıcıları çağırmış,
müzik çaldırıp şarkılar okutuyordu. Resul de yan tarafta uzanmıştı. Ebu
Bekir gelip kızı Âişe'yi azarladı. Resul de yerinden doğrularak Ebu Bekir'i
azarladı ve dedi: "Bırak onları ey Ebu Bekir! Her toplumun bayr
amı-seyranı olur. Bu günler bayram-seyran günleridir.!" (Ibn Hemmâm;
el-Musannef, 11/4)
Tüm
hadis kaynakları, Hz. Peygamber'in mescidinde müzikli spor gösterilerinin yapıldığını
ve Hz. Peygamber'in bunlara engel olmak isteyenleri susturup gösterileri
bizzat izlediğini haber vermektedir.
Şunu
da söylemeden geçemeyeceğiz: Tarihimizde aynı zamanda temel mûsikî ocağı olarak
bilinen Mevlevîlik'in fikir babası olan Mevlâna Celaleddin Rûmî (ölm.
1273) mûsikîye sıcak bakmayan benlikleri, cennetin kapılarının kapanmasından
hoşlanan eşeklere benzetmektedir.
*
Resim ve heykel yapımını haram göstermek:
İslam,
resim ve heykele tapınılan bir coğrafyada geldi. insanlar ellerine geçen
ekmeği, meyvayı, helvayı bile heykele dönüştürerek ona tapıyorlardı. Heykel
onlar için Allah'ın değişik faaliyetlerinin sembolüydü, bir tür tanrı idi.
Allah'ın birliğini esas almış bir din olan İslam bu düzeysizliğin insan
hayatından kovulması için çok sıkı ve ciddî bir tutum takındı. Resim ve
heykeli yasakladı.
Neden
yasakladı? İllet ve sebep belli: Tapma aracı yapıldığı için... Tapma
ortadan kalkınca yani illet yok olunca hüküm de ortadan kalkar. Bugün insanlık,
hele İslam ülkeleri resim ve heykele tapma gibi bir sıkıntıyla yüz yüze asla
değildir. O halde İslam'ın, resim ve heykele tapma yasağını, resim ve
heykel yapma yasağına dönüştürerek sürdürmenin anlamı yoktur.
Resim
de serbesttir, heykel de... Kur'an'ın güzellik
üretimine yönelik anlayışı resim ve heykeli de kucaklamaktadır.
İlm
ihal kitaplarının şurasında-burasmda kalmış "Resim ve heykel olan
odada-evde namaz kılınmaz." türünden satırlar, biraz önce andığımız o
pagan dönemin şartları içinde yazılmıştır. Onları o kitaplardan tek tek
çıkarmak gerekiyor... Hac, İslam'ın temel beş ibadetinden biridir. Bedensel ve
ekonomik fedakârlığı aynı anda içerdiği için malî gücü yerinde olanlarca ömürde
sadece bir kez yapılması gerekir. Hac, Müslüman dünyanın Mekke'de her yıl en
geniş anlamda uluslararası toplantısını da gerçekleştiren ve bu yanıyla
kültürel-ticarî birlikteliklere de vücut veren çok yönlü bir faaliyettir.
Şunun
altını çizmek istiyoruz: Hac ibadeti, Kur'an'ın verilerine göre yeniden
düzenlenmesi gereken belki de bir numaralı ibadettir. Temel kuralları bile
Kur'an dışı bir gelenekçilikle belirlenen bu ibadet, anılan Kur'andışılıklar
yüzünden hemen her yıl, yüzlerce, bazan (Tünel Faciası'nda olduğu gibi)
binlerce insanın ölümüne sebep olmaktadır.
İslam'ın
emri olan bir ibadet, Kur'an'ın buyruklarına uygun biçimde yapılmadığı için
bir tür intihar uygulamasına dönüşüyor.
*
Haccı yerine getirme süresinin üç gün olduğunu iddia etmek:
Bakara
197'ye açıkça aykırı olan bu iddia ve uygulama, en ileri rakam beş yüz bin
kişiyi barındırabilecek olan Mekke kentine üç milyonu aşkın insanın
dolmasına yol açmakta ve bu izdiham birçok insanın ölümüne sebep olmaktadır.
Bizce bu ölümlerin büyük kısmı "taksirle cinayet" (gerekli
dikkati göstermemek yüzünden cinayet) suçuna girer..
Olay
şudur: Kur'an temel ibadetlerden biri olarak gösterdiği haccın, "Hac
Ayları" diye bilinen 3 ay içinde yapılabileceğini bildirmektedir.
Bunun sebebi açıktır: Sonraki zamanlarda bu uluslararası ibadetin yapılacağı Mekke
'de sıkışıklık olacak ve insanların iki-üç günlük bir süre içinde hac
görevlerini yerine getirmeleri zorlaşacaktır. Haccı üç ay gibi bir süreye
yaymak bu problemi çözer. Bu üç ay içinde, dileyen dilediği zaman hacca gidip
ibadetini yapar. Bu konunun temel beyyineleri Bakara Suresi'nin 197 ile 203.
ayetleridir. O ayetlerde şöyle deniyor:
"Hac,
bilinen aylardadır...." Ve: "Allah'ı sayılı
günlerde anın. Kim hemen iki gün içinde işini bitirirse ona günah yoktur. Kim
de bunu geciktirir-ertelerse ona da günah yoktur..."
Haccm
bilinen ayları "Eşhuru'l-Hac" denen Şevval, Zilkade ve
Zilhicce 'dir. Bazıları Zilhicce'nin son 20 gününü istisna ederler. Bunun
da Kur'ansal bir dayanağı yoktur. Çünkü Bakara 197 "Eşhur malûmat"
ifadesini kullanmıştır ki, en az üç ayı gerekli kılan bir ifadedir. Onların
da anılan üç ay olduğunu herkes bilmektedir. Sahabenin en fakıhlarmdan olan ibn
Mes'ud (ölm. 32/652), İbn Ömer (ölm. 74/693), Urve b. Zübeyr (ölm.
94/712) ve benzerleri ile tâbiûn neslinin en büyük müçtehitlerinden sayılan Ata
b. Ebi Rebâh (ölm. 115/733), Mücâhit b. Cebr (ölm. 103/721), Zührî
(ölm. 124/741), Katâde (ölm.), Tavus b. Keysân (ölm. 106/724)
ve mezhep imamlarından İmam Mâlik (ölm.
179/795)
"Hac Ayları" tabirinden üç ayın tamamını anlarlar, (bk.
Kurtubî; Tefsir, 2/404 vd. ; Razî; Tefsir, 5/173; İbn Arabi; Tefsir, 1/131 vd.)
Değinilmeyen
bir başka Kur'ansal incelik de şudur: Bakara 189, Ay'ın hallerinden söz ederken
şöyle diyor: "Sana, doğan aylardan sorarlar. De ki: 'Onlar, insanların
çeşitli yararları ve bir de hac için vakit ölçüleridir."
Bu
ayet esas alınırsa, ayın dönüp dolaştığı tüm mevsimlerde ve aylarda hac
yapılabilir. Bakara 189 ile 197'yi birlikte düşünür ve fıkıh usulü
penceresinden bakarsak söyleyeceğimiz şu olur: Bakara 189 genel bir tespit
getiriyor, Bakara 197 bu genel hükmü (yani her ay hac yapılabileceği hükmünü)
tahsis ediyor (özelleştiriyor) ve üç aya indiriyor.
Bütün
bu Kur'ansal gerçekler ortada dururken, geleneği vahyin önüne geçirerek haccı
üç günlük bir süreye hapsedip binlerce insanın ölümüne ve binlercesinin de
(konan kotalar yüzünden) hac yapamamasına sebep olmak ve bunu din sanmak
anlaşılır gibi değildir!
Deniyor
ki: "Hz. Peygamber haccı kurban bayramı günlerinde yaptı, biz neden o
günleri değiştirelim?"
Tutarsızlık
bu savunmada iyiden iyiye belirginleşiyor. Bir defa, Hz. Peygamber, hayatında
sadece bir kez hac yaptı. Onu herhangi bir günde yapacaktı. Eğer o haccını,
örneğin, Zilkadenin 20. günü yapmış olsaydı haccı o gün dışında yapamayacak
mıydık? İkincisi, Hz. Peygamber'in o haccı sırasında Mekke'ye gelen hacı sayısı
en abartmalı rakam yüz bin kişidir. Bunun Mekke'yi zorlayan bir yanı yoktur
ki... Cenabı Hak, Bakara 197. ayeti, Mekke'ye yüzbin hacının geldiği
zamanlar için değil, dört milyonluk hacı kitlesinin yollara düştüğü zamanlar
için vahyetmiştir. Hz. Peygamber, Kur'an'ın dışlanmasında kendi haccının
böylesine âlet edileceğini nasıl düşünür ve Kur'an ortada dururken, böyle bir
şeyi yapmamaları hususunda ümmetini uyararak onların güvene lâyık olmadıklarını
veya anlayışlarının kıt olduğunu nasıl ima eder?
Haccı
iki güne sıkıştırmak, Kur'an ve sünnette dayanağı olmayan bir inattan başka
şey değildir. Ve ne yazık ki o inadı savunmak için Hz. Peygamber âlet
edilmektedir. Daha doğrusu Kur'an'a aykırılığı geçerli kılmak için Kur'an'ı
tebliğ eden nebi araç yapılmaktadır.
Bir
de şu söylenmektedir: "Haccın ifası için Arefe günü gerekir. Çünkü
Arafat'ta vakfe haccın Kur'ansal şartlarındandır ve o vakfe, ancak Arefe günü
yani kurban bayramına ön gelen gün yapılır."
Arafat'ta
vakfe (bir süre durma)nin haccın Kur'ansal şartlarından
biri olduğu doğrudur ama Kur'an bu vakfenin hangi gün yapılacağına ilişkin bir
kayıt koymamıştır. Haccı, anılan üç ayın hangi gününde yaparsanız vakfenizi de
o günde yaparsınız.
Burada
başka bir Kur'an güzelliği daha vardır: Kur'an, hacdan bahseden ayetlerinin
birinde (Bakara, 198) Arafe mevkiinden söz ederken normal şekli olan Arafe
sözcüğünü değil de çoğul şekli olan "Arafat" sözcüğünü
kullanıyor. Mevki adları üzerinde otorite sayılan Yâkût el-Hamevî (ölm.
627/1229) diyor ki: "Arafe ve Arafat aynı yerin adı olan iki kelimedir."
(bk. Mu'cemu'l-Büldân, ARF: mad.) Biri tekil şekil, biri çoğul şekil.
Kur'an çoğul şeklini kullanmıştır. Bu kullanım elbette ki sebepsiz değildir.
Şunu
da akılda tutalım: Arefe, Türkçe'de de kullanıldığı gibi, aynı zamanda,
bayrama ön gelen gün demektir. Demek oluyor ki Bakara 198'deki "arafe-arafat"
deyimi hem bir mekânı hem de bir zamanı ifade etmektedir. Kur'an bu sözcüğün
çoğulunu kullanarak hem zaman hem de mekân bakımından bir değil, birçok
arafeler olduğunu ve bunların her birinin kullanılmasının mümkün bulunduğunu
göstermektedir. Başka bir deyimle, hac yapan her kişinin ve her grubun kendine
özgü arafe günü ve Arafe mevkii olacaktır. Haccı hangi ayın hangi gününde
yaparsanız, Arafe'niz de, Arafe'de vakfeniz de o gün vücut bulur. Çünkü Kur'an
ne bayramdan ne de Zilhicce'nin falan veya filan gününden söz ediyor. Kur'an,
üç aylık bir süreden söz ediyor.
*
Safa ile Merve arasında koşmanın vacip olduğunu söylemek:
Kur'an
bu koşmanın günah olmadığını söylemekte, ama sevap veya yükümlülük olduğuna
ilişkin hiçbir beyanda bulunmamaktadır. Nasıl oluyor da günah olmadığı
söylenen, yani mubahlığı bildirilen bir şeyin, farzlığı ilan edilebiliyor?!
Gerçi, Süfyân es-Sevrî (ölm. 161/777) gibi bazı fakıhlar Safa ile Merve
arasında koşmanın (sa'yin) farz olmadığını bildirmişlerdir (bk. Kal'aci;
Fıkhu's-Sevrî, 329), ama bu yeterli değildir. Burada Kur'an'a açık bir biçimde
ters düzenleme yapılmıştır; buna net bir biçimde karşı çıkmak gerekir.
Safa
ile Merve tepeleri arasında koşmak, Kabe'ye ve Kabe 'yi tavafa
büyük önem ve kutsallık veren müşrik Arapların asırlardır yaşattıkları bir
gelenekti. Islamı hac emri vahyedildiğinde bu geleneğin kaldırılmasını
isteyenler oldu, istemeyenler oldu. Kur'an, burada bir serbestlik getirdi.
İsteyen o tepeler arasında koşsun, istemeyen de koşmasın.
Gelin
görün ki, bunun böyle olduğunu yazarlar, söylerler ama arkasından da haccın
şartlarından biri de Safa ile Merve arasında koşmaktır diye ilmihal kitaplarına
yazarlar...
Bu
hayret verici tavrı geçerli kılmak için bir de hikâye geliştirmişlerdir: Güya
o tepeler arasında koşma işini başlatan, Hz. İbrahim'in eşi ile oğlu imiş,
bugünkü koşma da onun hatırasını tazelemekmiş... Bu, sonradan uydurulmuş bir
hikâyedir, vahyi bir dayanağı yoktur. Yüzyılımızın en büyük Asrısaadet uzmanı
sayılan Muhammed Hamîdullah, hacda sa'yin Hz. İbrahim 'e
dayandırılamayacağını, bu koşmanın müşrik Arapların âdetlerinden biri olduğunu
bildirmektedir, (bk. Hamîdullah; Roma Hukuku ve İslam Fıkhı, 10)
*
Hayvan boğazlamayı haccın şartı haline getirmek:
Kurban
kesmek adı altında hayvan boğazlamayı haccın şartlarından biri haline getirmek
de Kur'an'a tamamen aykırıdır. (Ayrıntılar için bk. KTK. Kurban mad.)
*
Vekâleten hac yapılabileceğini kabul etmek:
İbadette
vekâleti Kur'an dininin ruhuna aykırı bulduğumuz için vekâleten haccm da
İslam'a aykırı bir gelenek olduğu kanısındayız. Ama fukaha genellikle kabul
eder. Etmeyenler de var. Irak Fıkıh Ekolü 'nün babası İbrahim
en-Nehaî'nin (ölm. 96/715) bir fetvasında buna cevaz vermediği, diğer bir
fetvasında cevaz verdiği rivayet edilir.
Büyük
usulcü Şâtıbî ibadette vekâletin olmayacağını belirtirken hac konusuna değinir.
Özetle şöyle diyor: "Muamelât (hukuksal işlemler) alanında vekâlet
geçerlidir... İbadetler konusunda bir kimsenin başka birinin yerini alması
mümkün değildir... Bir fiilin hem bedensel hem de malî olması durumunda ise
konu içtihadîdir, değerlendirmeye muhtaçtır. Hac ve keffâretlerde olduğu
gibi..." (Şâtıbî; Muafakât, 2/227-228).
Anlaşılan
o ki, haccı bir ibadet olarak aldığımızda onu vekâleten yaptıramayız; ama
turistik bir gezi olarak alırsak vekâleten birine yaptırmamız mümkündür. Türkçe'de
kullandığımız hakimiyet kelimesinin verdiği anlamı Arapça'da hüküm (el-hükm),
mülk, emr ve siyâdet kelimeleri vermektedir. Kur'an'da bunların ilk üçü
kullanılmaktadır. Hükm; egemenlik, yargı, problem çözümünde son sözü
söyleme yetkisi demektir. Mülk, hem mülkiyet hem de egemenlik ve yönetim
anlamında kullanılmaktadır. Emr, iş-oluş, yönetim, emir-komuta
anlamlarında bir sö zcüktür. Siyâdet ise efendilik, egemenlik, öncülük
karşılığı kulanılır.
Batı
dillerinde egemenlik karşılığı kullanılan kelime ufak yazım ve telaffuz
farkıyla aynıdır: İngilizce'de sovereignty, Fransızca'da souverainete,
Almanca'da souveranitat. Bunların tümü, eski Roma'da, egemenlik ve
yargı yetkisi anlamını veren suprema potestas veya imperium tâbirlerinin
karşılığıdır.
Hüküm
ve hakimiyetin kökü olan hakeme (sonu, yuvarlak Ta ile isim), yular anlamındadır.
Hayvanı hakemelemek denir ki yularla zaptetmek demektir. Buradan hareket
eden Râgıb elIsfahanı, "Hüküm, ıslah için engel koymak
anlamındadır" diyor. Örneğin Araplar, "Ayak takımınızı ihkâm
edin" yani hakemeleyinhüküm altına alın derler, (bk. Râgıb; Müfredat,
HKM. Maddesi) Tüm bunlardan anlaşılır ki hüküm vermek ve hakimiyette zecir,
ceza, hatta bazan şiddet olabilmekte, ancak bunlara daima ıslah için ve
adaleti ayakta tutmak maksadıyla başvurulmaktadır.
Hüküm
kökünden sözcükler Kur'an'da isim ve fiil olarak 90 civarında yerde
kullanılmıştır. Bunların büyük bir kısmı, hüküm vermede Allah'ı öne çıkarmaktadır.
Ama hemen söyleyelim ki Kur'an, "Allah'ın gösterdiğini ve
indirdiğini" dikkate almak şartıyla insana da hüküm verme yetkisi
yani hakimiyet hakkı tanımaktadır. Bütün mesele bunun sınırlarını belirlemede
hataya düşmemektir.
Mülk
için
de aynı tespiti yapmak mümkündür. Bir kere, mülk kökünden gelen Mâlik (mülk
yetkisini kullanan, mülke sahip olan), Melik-Melîk (saltanat sahibi, kral)
kelimeleri Allah'ın isim-sıfatlarındandır ve tümü Kur'an'da kullanılmıştır.
Bunun da ötesinde Allah, Mâlikü'l-mülktür, yani mülk yetkisinin
sahibidir. Allah aynı zamanda Melik ve Melîk 'tir. Yani egemenlik
yetkisinin de mutlak sahibidir. "Hak Melik O'dur." (bk. Tâhâ,
114; Müminûn, 116) O, aynı zamanda "Güçlü Melîk'tir." (Kamer,
55) "Tüm insanların Melik'i" (Nas, 2) de O'dur. Hem tüm
mülkiyet onundur, hem de tüm egemenlik ve yargı yetkisi, (örnek olarak bk. Âli
İmran, 26; A'raf, 128; Fâtır, 13; Zümer, 6 )
Bir
egemen kudrettir ki Allah, "Mülkü elinde tutar." (Mülk, 1) "Göklerin
ve yerin mülkü O'na aittir." Bu son cümle Kur'an'da 30 civarında
ayette değişik bağlamlarda tekrarlanmıştır. (Örnek olarak bk. Bakara, 107; Âli
İmran, 189; Mâide, 17, 18, 40, 120; Tevbe, 116; Fetih, 14; Hadîd, 2, 5)
Allah
sadece yaratmaz, iş ve oluşları, yönetimi (elemr) de kotarır. "Gözünüzü
açın! Yaratış da O'nundur, emr de/ yaratılış da O'nun içindir, işoluş ve
yönetim de. Öylesine yücedir O, âlemlerin Rabbi!" (Araf, 54) Ve: "Tüm
emirler yalnız O'na döndürülür." (Bakara, 210; Fâtır, 4; Hadîd, 5)