Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Son Kızılbaş ŞAH İSMAİL

 


Yazan: TUFAN GÜNDÜZ

 

Önsöz

İranlı tarihçi Abdülhüseyin Nevaî, önemli bir Safevî kroniği olan Tekmiletül-Ahbar’ın girişine Kızübaşlar hakkında “Genel­likle bilgili insanlar değillerdi. Süvarilik, okçuluk, avcılık ve adam öldürmekten başka bir şey bilmezlerdi. Onlar zevk ve eğlenceyle, avcılık, çapulculuk ve zamparalıkla zaman geçirsinler ve hükümet etsinler diye devlet kurumlannda -mecburen- bilgili, devletin gelir ve giderlerini kaydeden, okuyan ve yazan kişiler bulunmalıydı. Bu bilgin sınıf, bir avuç cahil, mütekebbir, çıkara ve kaypağa hizmete mecburdular. Bunlara Tacik (=İranlı) deniliyordu.” diye yazmıştı. Bu rahatsız edici sözler bütün İran aydınlan için genellenemezdi elbette. Ancak, Tahran Üniversitesi’nde katıldığım bazı derslerde Kızılbaşlarm layıkı veçhile anlatamadığına, Safevî Devleti’nin ku­ruluşunda Türk olmayan İranlılann yani Tariklerin ön plana çı­karıldığına şahit olmuştum.

Sadece bu değil tabii. Türkiye’de de merhum Faruk Sümer’in Safevî Devleti’nin kuruluşunda Türkmenlerin rolünü inceleyen meşhur kitabından başka hem Kızılbaşlar, hem de Şah İsmail hakkında kapsamlı bir çalışma ortaya konulmadı. Bu yüzden Şah İsmail’in tarihî şahsiyeti ve Kızılbaşlann İran tarihine katkıları Türk araştırmacılar tarafından tam olarak değerlendirilmediğin­den Şah İsmail sadece İran hükümdarı olarak tanındı. Kızılbaş- lann hareketi ise genellikle görmezden gelindi.

Oysa İran’a hâkim olan ve Safevî Devleti’ni kuran güç bütü­nüyle Kızılbaş TürkmenlerdL Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve ni­hayet Şah İsmail’in çıkışı da aslında başlı başına bir Kızılbaş ha­reketiydi. Kızılbaşlar pek çok darbeler almış olmalarına rağmen şeyhlerini şah yapma yolundan asla dönmemişlerdi. İsmail’in şansı, yediği darbelerle daha da güçlenen inanmış bir topluluğun şeyhi olmasıydı. Şeyhlikten şahlığa geçiş onların eseriydi.

Şah İsmail sadece İran’a hâkim olmakla yetinmedi. İmamiye Şiası’m resmî mezhep yapınca İran’daki Kızılbaşlığın hızlı bir şe­kilde evrilerek Şiiliğe dönüşmesinin yolunu da açtı. Onun halef­leri ise Şiîliği bütünüyle İran’a hâkim hale getirdi.

Bu yüzden Şah İsmail Kızılbaş hareketinin de sonuncusu oldu. Kızılbaşlar ise Abdülhüseyin Nevaî’nin söylediklerinin ak­sine ömürlerini işret ve eğlence meclislerinde değil, Şah’ın yo­lunda ve savaş meydanlarında tükettiler.

Bu çalışmanın sonuna pek çok yönüyle uzun ve meşakkatli bir yoldan geçilerek gelindi. Bu yolda teşekkür borçlu olduğum pek çok isim bulunuyor. Fikir veren, yol gösteren, düzeltmelere yardım eden, bazı konulan benimle tartışarak daha uygun ifade etmemi sağlayan bütün dostlanma can u gönülden teşekkür ediyonım. Ailemin sağladığı destek ise her türlü teşekkürün üstün­dedir.

Tufan Gündüz

Ankara 2010 Ali İsmail’em geldim seyran eyledim

Zülfikar durmaz kınında günde yüz bin kan eyledim.

Hataî Kaynaklara Dair

Safevî dönemi tarihçiliği İran-Türk tarihinin diğer devrele­rinden farklı olarak İran’da Şia mezhebinin tesisi ve yaygınlaştı­rılması devresini ihtiva ettiğinden, tarihçiler de bu politikanın sa­vunucuları olmuşlardır. Bu yüzden devrin kroniklerinde ilk göze çarpan husus On İki İmam Şiası’na dair meşruiyet yaklaşımları­dır. Bu çerçevede, Büveyhoğullan’mn İran’ı Şiîleştirme çabala­rına dikkat çekilmekte, bu politikanın kesintiye uğramasından Şah İsmail’e kadar hiçbir devlet adamının İran’da On İki İmam Şiası’nı resmî mezhep yapamadığından söz edilmektedir. Şah İsmail sadece Safevî Devleti’nin kurucusu değil, On İki İmam Şiası’nın da İran’a hâkim olmasını sağlayan ilk kişi olmasından dolayı tarihçiler Erdebil tekkesinin şeyhleri hakkında derin bir saygı ile onlara dair menkıbevî hikâyeler anlatırlar, Safevîlerin soyunu y.İmam Musa Kâzım’dan Hz. Ali’ye bağlarar. Böylece Şah İsmail’in soyunun en eski zamanlardan beri Şia mezhebinin içinde olduğunu vurgularlar.

Şeyh Safiyüddin’in kerametlerini anlatan Safvetü’s Safa adlı eser adı geçen şeyhe dair kaleme alınan tüm hikâyelerin temel kaynağı durumundadır  . Eser, 1370 yılında İbn-i Bezzaz tarafın­dan kaleme alınmış, Şah İsmail ve halefleri döneminde de bir­kaç kez istinsah edilmiştir. Ancak, muhtemelen Şah Tahmasb za­manında yapılan istinsahlarda eserin özellikle mezhep ile alakalı yerlerinde değişiklikler yapıldığı ve Şeyh Safiyüddin’in daha baş­langıçtan itibaren Şia mezhebinden olduğu tezinin kurulmaya ça­lışıldığı savunulmaktadır  .

Erdebil tekkesinin şeyhleri arasında en fazla dikkat çeken­leri şüphesiz, Şeyh Cüneyd ve onun oğlu Şeyh Haydar’dır. Safevî kaynaklan, Sufi hareketi siyasal bir harekete dönüştüren Şeyh Cüneyd ve oğlu Şeyh Haydar konusunda tatminkâr bilgi verme­mektedirler. Hele Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya gelişi konusunda neredeyse hepsi susmaktadır. Buna karşılık Osmanh tarihçisi Aşıkpaşazâde, eserinde hem Cüneyd’in II. Murad’a adamlar gön­dererek yer talep etmesi ve Sultan Murad’m buna cevabı hem de Konya’da kendisinin de bizzat tanık olduğu Sadreddin Konevî dergâhı şeyhi Şeyh Abdüllatif ile hararetli tartışmalan hakkında çok değerli bilgiler verir. Üstelik Aşıkpaşazâde bununla da yetin­meyerek Cüneyd’in Varsak ve Halep Türkmenleri arasında yaşa­dıkları ile yeniden İran’a dönünceye kadar ki faaliyetlerini de takip eder.   Elbette, Aşıkpaşazâde, Cüneyd’den uzaklaştıkça haberleri de etkin ve doyurucu olmaktan çıkmaktadır. Bundan sonra tek­rar Safevî kaynaklarına müracaat etmek ve boşluğu doldurmak icap etmektedir. Ne var ki, kaynaklar bu konuyu da genel ifade­ler ile geçiştirmişlerdir.

Safevî kaynaklan Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’ın faaliyet­leri konusunda onlan çok ince bir çizgide de olsa “Öbür dünya- nm sultanı olmayı bırakıp bu dünyanın sultam olmaya heves et­mekle” eleştirmektedirler.   Bu ifadeler aslında İran’da On İki İmam Şiası’nı tesis eden Şah İsmail’e yöneltilen övgüler ile çeliş­mekle birlikte bu ifadelerden hem Şeyh Cüneyd’in hem de oğlu­nun faaliyetlerinin tasvip edilmediği anlamı da çıkarılabilir. Her iki şeyhin Akkoyunlu sarayında bir müddet kalmaları ve Cüneyd’in Uzun Hasan’m kızkardeşi Hatice Begümle ve Haydar’m yine aynı padişahın kızı Halime Begümle evlenmeleri bahsinde müellifler ittifakla Uzun Haşan Padişah! övgüyle anarlar. Bu övgüler Ak- koyunlular ile Safevîlerin ilk çatışma dönemleri anlatılırken bile devam eder.

Bütün bunlara karşılık, Şeyh Cüneyd ve Haydar’m faaliyetleri konusunda en teferruatlı bilgiler, Safevîlere muhalif Sünnî bir ta­rihçi olan Fazhıllah Ruzbihan Huncî-i İsfahanî’den gelmektedir. Aslen İsfahanlı Sünnî bir aileden olup, Safevîlerin Akkoyunlu tah­tını ele geçirdiği sıralarda onların korkusuyla Maveraünnehr’e gi­dip Özbeklere sığınan Fazhıllah Ruzbihan bu devrin olaylarım ağ­dalı bir dil ile anlattığı Alem-ârâ-yı Eminî   adlı eserinde, Erdebil şeyhlerinin emin ve müemmen kimseler olduklarım söyledikten sonra Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’dan kin ve nefretle bahseder. Hattâ bunların zamanına kadar hiçbir sufi şeyhin sultanlık iddi­asında bulunmadığını, bunların geleneği bozduğunu ifade eder. Bütün bunlann yanı sıra diğer tarihlerde görülmeyen tahlil de­nemeleri de vardır. Mesela her iki şeyhin Gürcüler ve Çerkezler üzerine cihad yapma ve ganimet toplama iddiasıyla hareket etme­lerini diğer kaynaklardan farklı olarak “Onlar aslında güçlerinin neye yeteceğini öğrenmek istiyorlardı” sözüyle izah etmeye gay­ret eder. O, Erdebil Tekkesi’nin müridlerini, sapık ve dinsiz hattâ Şeyh Haydar’ı tanrı olarak gören ve onu kıblegâh yapan şeytanın askerleri diye tavsif eder  . Fazhıllah Ruzbihan Hund, İran’dan ay­rıldıktan sonra Mihmannâme-i Buhara   ve Sülûkül-Mülûk   adlı iki eser daha kaleme almıştır.

Alem-ârâ-yı Eminî’nin muhalif yaklaşımının dışında kay­nakların hemen hepsi Şah İsmail’i ve onun ahfadını övgü ile yad ederler. Hattâ Şah İsmail’in Çaldıran savaşma hazırlanışı ve sa­vaşı kaybedişi bile sadece oğlu Tahmasb tarafından kendi dev­rinde meydana gelen hadiseleri anlattığı ve bir tür hatırat niteli­ğinde olan Tezkire   isimli eserinde sert bir şekilde eleştirilmiştir. “Babasının Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim ile savaşmasının bü­yük bir hata olduğunu, çünkü Kızılbaş ordusunun sayıca az ve yeterli donanıma sahip bulunmadığını, hattâ babasının beyle­rinin sözüne kanarak kendisine çok fazla güvendiğini ve savaş arefesinde avlanıp eğlendiğini” kaydeder  . Safevî tarihçileri ise savaşı Kızılbaş reislerinin başlattığını, Şah’ı da ikna ettiklerini be­lirtirler  . Bu cümleden olarak, Safevî kaynaklan Çaldıran savaşı ile ilgili bahislerde Osmanhlann İran’da Şia mezhebinin kuru­luşunu içlerine sindiremediklerini, Şia’yı ortadan kaldırmak ve İran mülkünü el geçirmek için Tebriz’e kadar geldiklerini söyler­ler. Ama bu meseleler anlatılırken, Osmanlıların Çaldıran öncesi Anadolu’da bulunan Kızılbaşlara yönelik sert uygulamalarına dair bilgilere hiç değinmezler. Hattâ Osmanlı tarihçilerinin naklettiği 40.000 Kızılbaş’ın defter edildiği ve sonra katledildiği şeklindeki haberlere yer vermezler. Halbuki böyle bir olay -iddia edildiği gibi gerçekleştiyse- İran’dan duyulmamasının imkânsız olması gerekirdi. Çünkü aynı dönemde Teke bölgesinde ortaya çıkan ve bir Kızılbaş ayaklanması olan “Tekelü İsyanı”na dair haberler he­men İran’a ulaşmıştır.

Kaynaklarda Çaldıran Savaşı’nın cereyan edişi çoğu kez taf­silatlı bir şekilde yer alır. Şah’ın savaşta gerçekten yiğitçe savaş­tığı, Osmanlılann ünlü beylerinden Malkoçoğhı’nun başım bir kılıç darbesiyle neredeyse ikiye böldüğü  , top arabalarına kadar ulaş­tığı ve kılıcıyla top arabalarını birbirine bağlayan zincirleri parça­ladığı, Kızılbaş askeri dağılınca meydandan çekilmek zorunda kal­dığı anlatılır. Ancak bundan sonra Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’e girişi ve burada bir hafta kalması konusuna gelince teferruatlı an­latım hemen hemen kaybolur. Hattâ Abdi Bey-i Şirazî’den başka hiçbir kaynak Osmanlı Sultanı’nın Tebriz’den âlim ve sanatkârları İstanbul’a götürdüğüne dair herhangi bir haber, vermez.

Şah’a destek veren Kızılbaşlann coşkulu ifadeler ile övüldüğü satırlar Çaldıran sonrası yerini yavaş yavaş tenkitlere bırakmaya başlar. Çünkü bu savaş Kızılbaş Türkmenler açısından kırılma noktası olmuştur ve bu durum Safevî kroniklerinde de hissedil­mektedir. Bu hususun en açık delili savaşın bütün günahlarının Kızılbaş reislere yüklenmesidir. Hattâ bu konuda Şah İsmail de aynı kanaatte olup, mesela Çaldıran savaşından hemen sonra Şiraz’da bir Dulkadir reisini bu savaştaki suçundan dolayı öldürt­müştür. Kızılbaş Türkmenlere yönelik tenkitler Şah Tahmasb dö­nemi olayları aktarılırken iyice artar.

Safevîlerin ilk dönemleriyle ilgili kaynakların bazdan İslam devletleri tarihi veya umumî tarih olarak hazırlanmış olan eser­lerdendir. Handmir diye bilinen Gıyaseddin b. Himameddin el- Hüseynî’nin Habibü’s-Siyer   adlı eseri de bu cümledendir. Eser, aslında dünya tarihi olarak tanzim edilmiş ve son cildi Safevîlere, mahsusen Şah İsmail’e ve Tahmasb’ın ilk dönemlerine ayrılmış­tır. Burada zaman zaman devrin ulemasına ve füzelasma dair bi­yografilere de yer verilmiştir. Eserin Ahsenü’t-Tevarih’e kaynaklık ettiği görülmektedir. Handmir’in oğlu Emir Mahmud tarafından kaleme alman Tarih-i Şah İsmail ve Şah Tahmasb-ı Safevî   adlı eser de Habibü’s-Siyer’den geniş ölçüde etkilenmiş olup, Şah İs­mail devrini ana hatlanyla, Şah Tahmasb devri olaylannı ise tafsi­latlı bir şekilde nakleder. Eser 1550/51 yılı olayları ile sona erer.

Yahya b. Abdüllatif Kazvinî’nin Lübbu’t-Tevarih   adlı eseri 1541/42 yılında telif edilmiş olup, aslında bir umumî tarih ola­rak tanzim edilmiştir. Hz. Muhammed’e ve Oniki İmam’a ait bi­yografik bilgilerden sonra İslam öncesi ve İslâmî dönemde İran’a hâkim olan devlet ve hanedanlardan bahsetmektedir. Bu eserin dördüncü kısmı Safevîlere ayrılmış olup, Şah İsmail dönemine ait son derece kısa ancak fevkalade değerli bilgiler vermektedir.

Budak Münşî-i Kazvinî’nin Cevahirü’l-Ahbar   adlı eseri de aslında umumî tarih niteliğinde olup insanlığın ortaya çıkışından 1576/77 yılma kadar geçen olaylar anlatılmıştır. Bu eseri değerli kılan nokta ise müellifinin Safevî sarayında münşilik görevini ye­rine getirmesi, bu vesile ile devlete ait pek çok yazışmayı bizzat yürütmesi ve yine pek çok meseleyi izaha yarayacak evrakı gör­müş olmasıdır  . Bu yüzden her ne kadar Şah İsmail’e dair verdiği bilgiler umumî mahiyette ise de Tahmasb dönemi hakkında biz­zat tanık olduğu olayları nakletmiştir. Keza, Abdi Bey-i Şirazî’nin Tekmiletü’l-Ahbar’ı da bu cümledendir  . Müellif Şah İsmail ko­nusunda kısa fakat kıymetli bilgiler verdikten sonra Tahmasb dö­neminde kendisinin de tanığı olduğu olayları nakleder. Kitabın sonunda bazı eksiklikler veya kronoloji hataları ile birlikte Os­manlI tarihine de yer verir.

Budak Münşî gibi Safevî sarayında münşilik makamına yük­selen ve yine onun gibi Türkmen kökenli olan Haşan Rumlu’nun Ahsenü’t-Tevârih   adlı eseri de aslında umumî tarihler arasında yer almaktadır. On iki cilt olduğu söylenen eserin ne yazık ki sa­dece on birinci ve on ikinci ciltleri günümüze ulaşmış olup, so­nuncu cilt Şah İsmail’in ilk dönemlerinden Şah Abbas’a kadar geçen olayları ihtiva etmektedir. Haşan Rumlu kendisi aslen bir Türk olduğu halde olayları naklederken bu özelliğini hissettirmez. Ahsenü’t-Tevarih’te olaylar İran merkezli anlatıldıktan sonra o dö­nemde İran’a komşu olan Mevarünnehr ve Anadolu’da meydana gelen olaylara da yer verilir. Zaman zaman da vefayat ekler. Eser Safevî araştırmaları için son derece kıymetlidir.

Umumî tarih niteliğinde kaleme alman eserlerden bir diğeri de Kadı Ahmed Gafiarî-i Kazvinî’nin Tarih-i Cihan-ârâ      adlı ese- tidir. Eser peygamberler tarihi olarak başlayıp İslam devletleri ta­rihi olarak devam etmekte ve bu çerçevede Safevî dönemine dair bilgiler vermektedir.

Hurşah b. Kubad el-Hüseynî, Hindistan hükümdarı Nizamşah’ın elçisi olarak İran’a gelmiştir. Onun eseri olan Tarih-i İlçi-yi Ni- zamşah21 da aslında umumi bir tarih olup, eserin son kısınılan Şah Tahmasb’m dönemi de dâhil olmak üzere Safevî tarihine ay­rılmıştır. Osmanlılara ait olan kısımlar Kanunî Sultan Süleyman dönemine kadar olup son derece kısa tutulmuştur.

Bu neviden eserlerin en kayda değer olanlarından biri şüphe­siz Hindistan’da hüküm süren Celaleddin Ekber’in emriyle 1585 tarihinde yazılmaya başlanan Tarih-i Elfi’dir  . Eser, Umumî tarih olarak hazırlanmaktan başka, diğer eserlerden farklı bir üslup takip edilerek kronolojik bir sura içinde Osmanlı, İran, Maveraünnehr, Türkistan ve Hindistan’da meydana gelen olaylar nakledilmiştir. Eser kalabalık bir tarihçiler grubu tarafından kaleme alınmıştır.

Müstakil olarak Şah İsmail dönemini anlatan ve 1541-1548 tarihleri arasında telif edildiği anlaşılan Tarih-i Cihan-Güşa-yı Hakan   adlı eserin müellifi bilinmemektedir. Eser Şah Tahmasb döneminde kaleme alınmış olup Şah İsmail’in soyunun açıklan­ması ile başlayıp Şah Tahmasb’m cülusuna kadar geçen olaylan anlatmaktadır. Öte yandan müellifleri belli olmayan Alem ârâ-yı Şah İsmail   ve Tarih-i Alem-ârâ-yı Safevî   adlı eserler ile büyük benzerlikleri görülür. Kaldı ki bu iki eserin muhteva, konular, an­latım tarzı ve hattâ vak’a tasvirleri bakımından büyük benzerlik­lerin olması bunların Cihangüşa-yı Hakan’dan geniş ölçüde isti­fade ettikleri kanaatini kuvvetlendirmektedir. Bu eserler pek çok rivayeti ve olağanüstü hikâyeleri ihtiva etmesi bakımından güve­nilir olmaktan uzak görünseler de olayları sıralayış, kronolojiye riayet etme ve olaylarda geçen şahıslara dair bilgiler vermeleri açısından değerli olduklarına şüphe yoktur.

Emir Sadreddin İbrahim Eminî-i Herevî’nin Fütûhat-ı Şahî adlı eseri de müstakil olarak Şah İsmail devri olaylarım içermek­tedir. Ancak eser Çaldıran savaşım anlatmadan sonra erer  .

Tarih-i Kızılbaşan  , yazan belli olmayan eserler arasında ha­cim bakımından küçük fakat muhteva bakımından önemli bir yere sahiptir. Çünkü bu eser sadece Safevî Devleti’nin kuruluşunda rol oynayan Türkmen aşiretlerine ve bu devlette üst düzey görevler alan Kızılbaş beylerine dair özet mahiyetinde bilgilere yer ver­mektedir. Eserin mahsusen Kızılbaşlara atfedilmiş olması müel­lifinin Türk olduğu kanaatini kuvvetlendirmektedir.

Safevî tarihçiliği içinde şüphe yok ki en önemli evre Şah Abbas dönemidir. Çünkü bu dönem aynı zamanda devletin de en parlak dönemi olup, kuramların geniş ölçüde oturduğu, içeride ve dışa­rıda kuvvet kazanıldığı ve özellikle Avrupalı devletler ile temasın arttığı bir dönemdir. Bu gelişmeler İran edebiyatım da geniş öl­çüde etkilemiş parlak eserler verilmeye başlanmıştır. Bu devrin ilk eserlerinden biri Kadı Ahmed Kumî’nin Hülasatü’t-Tevarih   adlı eseri olup, Şeyh Safiyüddin’den başlayarak Şah Abbas devrinin ilk yıllanna kadar geçen devreyi tafsilatlı bir şekilde ele almakta­dır. Bu eserde Haşan Rumlu’nun Ahsenü’t-Tevarih’inden geniş öl­çüde istifade edildiği görülmektedir. İskender Münşî-i Türkmen’in Tarih-i Alem-ârâ-yı Abbasî   adlı eseri de müstakilen Safevî ha­nedanının tarihine ayrılmıştır. İskender Bey Türkmen’in sarayda münşilik görevini yürütüyor olması tıpkı Budak Münşî ve Haşan Rumlu gibi olayların pek çoğuna tanık olması, pek çoğunun ise belgelerini görmesi bakımından fevkalede önem taşımaktadır. O da Türk kökenlidir ve Türkmen nisbesini taşımaktadır. Eserin baş kısımlarında Şah İsmail dönemine yer verilmiştir.

Safevî kaynaklarında Türkmen tabiri genel olarak Akkoyun- lular için kullanılır ve bu yönüyle Sünnîlik ile eşleştirilir. Kızılbaş­lık ise doğrudan Safevî ordusu anlamında kullanılır. Bu yüzden Türkmenler yani Akkoyunlular, zalim ve vahşi olarak tanımlanır ve aşağılayıcı ifadelerle birlikte anılır.

Hoca Sadedin Efendi, Tacü’t-Tevarih’inde   I.Selim döne­mine geniş bir yer ayırmıştır. Onun pek çok bügiyi babası Ha­şan Can ile dedesi Hafiz Muhammed îsfahanî’den dinlemiş ol­ması, eserine önemli bir kıymet katmaktadır. Çünkü bu yönüyle problemli olan pek çok konuda hem Safevî hem de Osmanlı ta­ralını öğrenme imkânı elde edilmektedir. Tarihçi Alî’nin Künhül- Ahbar’ı yakarken Hoca Sadeddin Efendi’den geniş ölçüde istifade ettiği anlaşılıyor  .

İdris-i Bitlisî’nin Selimşahnâme adlı eseri mahsusen I.Selim dönemi olaylarına hasredilmiştir  . İdris-i Bitlisî’nin tarihçiliği daha çok İran tarih yazıcılığının tesirinde olduğundan edebi an­latıma daha çok dikkat edilmiş, Sultan’ı övme gayreti yüzünden bütün rakamları abartılı vermiştir. Eserinde temel kaynak olarak Haydar Çelebi Ruznamesi’ni kullandığı, bazı münşeat mecmua­larından istifade ettiği anlaşılmaktadır

Celalzâde Mustafa’nın, Selimnâme   adlı eserinin Çaldıran savaşı ile ilgili bahisleri bilgi bakımından İdris-i Bitlisi ve Hoca Sadeddin’in çok gerisinde kalmaktadır. Bu cümleden olarak pek çok Osmanlı kaynağının Safevîlerle ilgili bölümlerinin bilgi bakı­mından oldukça sınırlı olduğunu belirtmek gerekir.

Kökler

Habibü’s-Siyer’e göre Şeyh Safiyüddin, bir gece rüyasında Erdebil camimin kubbesinin üzerine otururken aniden güne­şin doğup bütün dünyayı aydınlattığını görür. Rüyasını anne­sine anlatıp bunu yorumlamasını ister. Annesi de onun nuru­nun -yani fikirlerinin- bütün dünyayı aydınlatacağını söyler. Bir başka gün yine rüyasında, belinde uzun ve geniş bir kı­lıç, başında samurdan bir tac, yüksek bir dağın tepesine otu­rur, Cibril’in oğluna kılıç ve tacın ne anlamı vardır, diye kendi kendine söylenir; başındaki tacı kaldırınca birden arkasından güneş doğar, başını kapatınca güneş batar; bu durum üç defa tekrarlanır  . Benzer bir rüya da Alem-ârâ-yı Şah İsmail adlı eserde nakledilir: Şeyh Safiyüddin bir gün rüyasında başına bir tac giydirildiğini ve beline de kırmızı kılıflı bir kılıç kuşandınl- dığını görür. Ertesi gün bu rüyayı Şeyh Zahid-i Gilanî’ye anla­tır. Şeyh de: “Ey oğul, mübarek olsun talihin döndü, müjdeler olsun, oğullarının oğullarından biri padişah olacak, hak di­nini yüceltecek” diye yorumlar  .

Sonradan kurgulandığı çok belli olan bu üç rüyanın ortak nok­tası Safevîlerin İran tahtına geçişinin mistik kökenlerine atıf yap­masıdır. Rüya motifinde kullanılan kılıç ve ışık sembolleri, dinî ve siyasî anlamlar ifade eder. Işık geleneksel İslam inancında dinin ya­yılması, aydınlanma, Tann’nın kendisini göstermesi gibi anlamlara gelir. Şeyh Safiyüddin’in annesinin yorumu da bunun üzerine kur­gulanmıştır. Kılıç ise siyasî gücü ve savaşçılığı sembolize eder. Onun soyundan gelen biri kılıç zoruyla, daha açık ifade ile kan dökücü- lükle iktidarı ele geçirecekti  . Zahid-i Gilanî’ye atfedilen yorum te­melde Safiyüddin’in annesinin yaptığı yorumdan farklı olmasa da, siyasî geleceği bildirmesi bakımdan daha önemli addedilebilir. Güya Şeyh Zahid bu rüyadan sonra Safiyüddin’i damadı olarak alıp, kızı Fatıma’yı onunla evlendirmiştir  . Böylece Safevî hanedanın soyu Ku­zey İran’ın şöhretli bir mutasavvıfı ile irtibatlandınhr, bu vesile ile on­ların sufî çevrelerle olan bağlarının kökleri ortaya konulmaya çalışılır.

Şeyh Safiyüddin’in hayatı hakkındaki bilgilerimizin efsaneler ile gerçekler arasında sıkıştırılmasının ve mistik hikâyelerle örül- mesinin temelinde onun menkıbevî hayatını anlatan Safvetü’s- Safa adlı eser yer almaktadır. Şeyh Safiyüddin’in oğlu Sadreddin Musa zamanında kaleme alınan bu eserin özellikle Şah Tahmasb zamanında bir takım değişikliklere uğramış olması ve tahmin edi­leceği üzere Şeyh Safiyüddin’in nesebi üe ilgili olarak etnik ta­nımlardan çok dinî kökenlere atıf yapılması Safevîlerin soyunun izahını büsbütün karmaşık bir hale sokmuştur. Safvetü’s-Safa’da yer alan şecereye göre   Safevîlerin soyu y.İmam Musa Kazım’a ve nihayet Hz. Ali’ye ulaştırılarak seyyidlik payesi de kazandırıl­mış olur. Böylece hanedanın dip dededen itibaren Şia mezhe­binden olduğu ve On İki İmam’ın yolunu takip ettikleri iddiası cilalanır. Her ne kadar Safiyüddin’e atfedilen hikâyelerde onun Haşanı mi yoksa Hüseynî mi olduğu konusunda açıklama yap­madığından bahsedilirse   de Safevî Sultanları Hüseynî payesini kullana gelmişlerdir  .

Şah İsmail döneminde kaleme alındığı tahmin edilen Cüıangüşa-yı Hakan adlı eserde Erdebil şehrinden bahsedilirken, Sünnîlik ve Hristiyanlığuı serbest olduğu, Şiîliğin ise gizli kaldığından ba­hisle, Şeyh Safiyüddin ve ahfadının gizli Şiî olduğu ima edil­mektedir  . Oysa elimizdeki en önemli kaynaklardan biri olan Nuzhetül-Kulûb’da Erdebil şehrinin vasıflan anlatılırken, bu­rada yaşayanların Şafî mezhebinden ve Şeyh Safiyüddin’in mü- Ficilerinden oldukları vurgulanır  . Başkaca hiçbir kaynakta yer almayan bu bilginin bütün Safevî kaynaklan tarafından görmez­den gelindiği hattâ yer yer Şeyh’in mezhebi konusunda sessiz ka­lındığı görülmektedir. Safvetüs’s-Safa, onun Şafi mezhebinden ol­madığına dair bir rivayet anlatır. Güya Şafi mezhebinden olan ve Şeyh Safiyüddin’e inancı olmayan bir genç, Neyr ırmağına altın kesesini düşürür ve kimse keseyi sudan çıkaramaz. Bunun üze­rine Safiyüddin’in müridlerinden Pire Muhammed, altın kese­sini çıkarır, genç de Safiyüddin’in müridleri araşma girer  . Eser bu olayı naklederken, Şeyh’in hangi mezhebe bağlı olduğu husu­sunda bir ipucu vermemekle birlikte, Şafi mezhebini başka veya öteki gibi göstererek, gencin Safiyüddin’e mürid olmasım bir çe­şit “dine dönüş/aydınlanma” aracı olarak göstermeye çalışmak­tadır. Buna ilave olarak Hanefî mezhebinden olanlara karşı ese­rin tutumu daha belirginleşir ve Hanefilerin Cuma namaz! ile ilgili görüşlerini tenkit eder. Mesela Pumik beldesinden bahse­derken, “Burası Hanefi mezhebindendi ve ahalisi Cuma nama­zını kılmazdı" der  . Safvetü’s-Safa’daki ilginç ayrıntılardan bir di­ğeri ise Şia düşüncesi ile çelişki arz edebilecek niteliktedir. Buna göre, birgün Şeyh Safiyüddin rüyasında Hz. Muhammed’i, Dört Halife’yi, Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin’i görür. Hz.Ebubekir ona “oğ­lum” diye hitap eder  . Bir başka yerde ise Hz. Aişe için “Müminle­rin Annesi” ifadesine yer verir  . Şu halde daha çok Sünnî gelenek içinde yer alan Hz. Aişe ve Hz. Ebubekir’e bağlılık ve saygı anla­yışının Safvetü’s-Safa’ya girmiş olması nasıl açıklanabilir? Şeyh Safiyüddin eğer gerçekten Şafi mezhebine mensup ise, Safvetü’s- Safa’daki onun seyyid olduğuna dair ifadelerin yanı sıra Şeyh’in Hanefilik ve Şafiiliğe uzak olduğu yolundaki hikâyelerin de son­radan kurgulandığı ortaya çıkar. Karşı tez olarak da şunu savu­nabiliriz; İlk üç halifeye ve Hz. Aişe’ye küfür ve lanet okuma Şah İsmail zamanından itibaren başlayan bir tutum olup, Şeyh Safi­yüddin ve dönemi için genelleştirilemez.

Öte yandan Safvetü’s-Safa’da Şeyh’e hangi mezhebe bağlı ol­duğu sorulduğunda “Biz sahabenin mezhebindeniz, her dördünü de severiz ve her dördü için de dua okuruz.” cevabım verdiği, mezheplerden hangisi daha sağlam ise onu seçip ona göre amel ettiği kaydedilmektedir  . Samed Muvahhid’in tespitlerine göre Şeyh Safiyüddin Sünnî çevrede yetişmişti, Azerbaycan ve özellikle Erdebil’de Şia havzaları yoktu. Keza Şeyh’e her vesile ile saygı gös­termeyi ihmal etmeyen İlhanlı emirü’l-ümerası Emir Çoban ve İl­hanlI veziri Reşidüddin Fazlullah da mutaassıp Sünnî’ydiler ve İl­hanlI sarayında Şiîliğin yayılmasına karşı da oldukça sert tedbirler almışlardı  . Bütün bunlar bile onun Şia’ya bağlı bir sufi olmadı­ğım göstermektedir. Şeyh Safiyüddin’in çağdaşı olan Hamdullah Kazvinî’nin naklettiğine göre, İsfahan, Kazvin, Ebher, Zencan, Save, Talikan, Kağezkonan, Muzdekan, Sehriverd, Secas, Tanım (Tanımin), Tirek, Mercemnan, Endicen, Tefruş, Curbadkan, Ese- dabad, Dergezin, Yezd, Ovcan, Şahrud, Mişkin, Keliber, Salmas, Urumiye, Aşneviye, Serav, Meraga, Dihharkan, Nilan, Nahci- van, Guştasefi, Kazrun, Kuhgiluye, şehirlerinin ekserisi Sünnî idi. Buna mukabil Kum, Kaşan, Ferahan, Veramin, Eşkur, Deyleman, Vilayet-i Tevaliş, Harkan, Ave ve Nihavend Şiflerin çoğunlukta ol­duğu yerlerdi  . Keza, diğer kaynaklardan öğrenildiğine göre Ma- zendaran ve Gilan bölgesinde de Şiî havzalar bulunuyordu. Bu durumda, XIV. yüzyılda iyimser bir tahmin ile İran’ın yansmdan fazlası Sünnî (çoğunluk Şâfî, bir kısmı Hanefî) idi  .

Şeyh Safiyüddin’in mezhebi gibi etnik kökeni de karmaşık bir haldedir. Safvetü’s-Safa, onun atalarından Firuzşah Zerrin Külah’m el-Kürdî nisbesi taşıdığını belirtilip bunu şöyle izah et­mektedir. “Pirûz’un Kürt nisbesine gelince, bu durum şöyleydi: Kürd askerleri tarikat erbabı Şeyh İbrahim Edhem’in -rahme- tullahi aleyh- evladından olan padişah ile birlik olup Sincar ta­rafından hurûc ettiler. Azerbaycan’ı bütünüyle fethedip ele ge­çirdiler. Mugan bölgesinin ahalisinin hepsi Zerdüşt idi. Erran, Alivan ve memleket ahalisinin hepsi kâfirdi. İslam askeri bura­ları istila edince, bu beldeleri İslam’a döndürdüler veMüslüman- laştırdılar. Bu beldelerin ele geçirilmesi tamamlanınca Erdebil vilayeti ve mülhakatı Piruz’a verildi <bu Pirûz, Zerrin Külah diye şöhret bulmuştu> Bu Pirûz güçlü, varlıklı ve servet sahibi biriydi.  Bu rivayet benzer olaylarla ama Firuzşah’ın el-Kürdî nisbesine yer verilmeksizin pek çok eserde tekrar edilmektedir  . Bu rivayetdeki en önemli problem, aslında bir sûfi olan İbrahim b. Edhem’in hükümdar olarak yansıtılması ve Azerbaycan’ın İs­lamlaşması konusunda bütünüyle gerçekle bağdaşmayan bir hikâye anlatmasıdır63. Eser, bu nisbenin izahından başka hiçbir yerde Şeyh Safiyüddin’in etnik kökenine dair herhangi bir imada bulunmaz. Silsiletül-Neseb-i Safeviye de ise.Firuzşah’ın sadece zengin ve dindar bir kişi olduğundan Gilan’ın Rengin adı veri­len beldesinde yaşadığından ve İbrahim Edhem’in soyundan ge­len devrin hükümdarının Erdebil ve çevresini ona bıraktığından söz eder     . Buna mukabil müellifi belli olmayan Alem-ârâ-yı Şah İsmail adlı eserde ise Şeyh Safiyüddin ve ailesi Türk olarak anıl­maktadır. Şeyh’in babası Seyyid Cibril’in Şiraz’a yaptığı yolculuk anlatılırken onun bir Türk dervişi olduğuna vurgu yapılır  . Keza Şeyh Safiyüddin’den bahsederken “Türk oğlu” ve “Türk genci” ifadelerine yer verir  .

Şu halde Şeyh Safiyüddin’in etnik kimliği hususunda da iki ri­vayet ile karşı karşıya bulunduğumuz ortadadır. İran’da Pehleviler döneminin politik tarihçisi A. Kesrevî, Safevî hanedanının etnik ve dinî kökenine dair neşrettiği uzun makalesinde onun İran’ın yerli ahalisinden olabileceğini öne sürmüş, Kürt nisbesinin son­radan verildiğine dikkat çekmiştir  . Faruk Sümer ise hiçbir tartış­maya girmeksizin onlan Kürt olarak kabul etmiştir     . Buna muka­bil, AzerbaycanlI tarihçi Mirza Abbaslı ise onun Türklüğünü ispat için geniş bir değerlendirme yapmış, kaynaklan ortaya koymaya gayret göstermiştir  . Her ne olursa olsun, Safiyüddin’in soyu ile ilgili anlatılar, menkıbevî hikâyelerin içine karıştığından gerçeği ortaya koymak oldukça zordur.

Safevî hanedanının menkıbevî dip tarihinden kendimizi so­yutladığımızda karşımıza çıkan en önemli gerçek devletin birinci unsur olarak Türklere dayanması, Şah İsmail’in duru bir Türkçe ile şiirler yazması ve nihayet saray dilinin Türkçe olmasıdır. Bun­lar hiç değilse Safevî devletindeki Türk etkisini görmezden gel­memizi engellemektedir.

Şeyh Safiyüddin ve Safeviyye

Safvetü’s-Safa’ya göre Safiyüddin daha anne kamında iken istikbale dair bazı işaretler göstermeye başlamıştı  .0 ailenin altı çocuğundan biriydi  . Henüz altı yaşındayken babası Eminüddin Cibril vefat etti  . Safevî kaynaklan onun daha çocukluk yıllarında akranlarından ayrıldığını liderlik özellikleri göstermeye başladı­ğını kaydediyor  . Ama onu asıl değiştiren olay, Şiraz’a yaptığı yol­culuk olmuştur. Safvetü’s-Safa’ya göre kendisine bir mürşid bul­mak için yola çıkan Safiyüddin, Şiraz’da aradığını bulamaz; ona Gilan’a dönmesi ve Şeyh Zahid-i Gilanî’yi bulması telkin edilir  . Erdebü’e dönen Safiyüddin, Şeyh Zahid-i Gilanî’yi bularak ona in­fisah eder; tasavvuf terbiyesi, dinî bilimler, Kur’an ve Sünnet üze­rine dersler alır  . Dahası Şeyh Zahid’in kızıyla evlenir ve nihayet onun ölümünden sonra da tekkenin başına geçer  .

Şeyh Safiyüddin’in tekkenin başmda olduğu zaman içinde Türk ve Moğol sultanlarından büyük saygı gördüğü ve maddî destekler temin ettiği görülmektedir  . Şeyh Safiyüddin’in soh­betinde bulunanların ekserisi esnaf zümresindendi. Bu yönüyle onun Erdebil’in orta sınıfi tarafından da geniş bir desteğe sa­hip olduğu savunulabilir. Kısa zamanda gelişip büyük bir maddî gücü yönetmeye başlayan tekkenin mutfağında etraftaki fuka­raya dağıtılmak üzere günde yüzlerce kazan yemek pişer hale gelmişti.

Şeyh Safiyüddin’in şeyhi, Zahid-i Gilanî’ye nisbet olarak Za- hidiyye denilen tarikatın adı fazla uzun ömürlü olmamış, Şeyh Safiyüddin’in tekkenin başına geçmesinden itibaren bu tari­kat Safeviyye diye anılmaya başlamıştır. Osmanlı kaynaklarında daha çok “Erdebiliyye” ve müridlerine de “Erdebil Sûfileri” de­nilmektedir. Reşat Öngörenin tespitlerine göre Şeyh Zahid’den sonra silsile Halvetiyye ve Safeviyye olarak iki kol halinde de­vam etmiştir  . Kaynaklarda Safeviyye tarikatının silsilesi Zahid-i Gilanî vasıtasıyla Cüneyd-i Bağdadî ve daha sonra 7-îmam Musa Kâzım’a ulaşmaktadır  .

Şeyh Safiyüddin ile beraber Safeviyye tarikatının Deşt-i Kıpçak, Kırım, Azerbaycan, Gilan, Taberistan, Türkistan, Türk­menistan, Çin, Hindistan ve hattâ Seylan’a kadar yayıldığı ileri sürülmektedir  . Ancak ne var ki tarikatın aktivistleri daha çok Suriye, İran, Azerbaycan ve Anadolu’daki konar-göçer zümre­ler olmuşlardır.

Safiyüddin’in vefatından sonra vasiyeti üzerine tarikatın ba­şına geçen oğlu Sadreddin Musa, Azerbaycan hâkimi Emir Ço­ban tarafından siyasî emeller taşıdığı gerekçesiyle tutuklandı ve üç ay gözetim altında tutuldu. Safevîlerin siyasî otorite ile ilk ça­tışmaları sayılabilecek olan bu durum aslında Şeyh Cüneyd’e ka­dar bir istisna özelliği taşıyorsa da, tekkenin müridlerinin siyasal iktidarları tehdit eder boyuta ulaştığım göstermesi bakımından önemlidir. Gerçi Sadreddin Musa’nın bu vaziyeti kısa sürmüş­tür. Ancak onun hikâyesi kısmen Şeyh Cüneyd’in kısmen de Şah İsmail’in hikâyeleriyle benzerlik göstermektedir. Buna göre Sad­reddin Musa Azerbaycan tahtım ele geçirme niyetinde olduğu ge­rekçesiyle takibata uğrar ki bu Şeyh Cüneyd’in Erdebil’den çıkarıl­ması gibidir. Devamında Sadreddin Musa Gilan bölgesine kaçar ve orada bir müddet saklanır. Bu olay da Şah İsmail’in Akkoyunlu takibinden kaçışım ve Gilan’a sığınmasını çağrıştırmaktadır. Eğer hikâye kurmaca ise Safevîlerin ezelden beri siyasî iktidarı ele ge­çirme niyetinde oldukları yolundaki iddiayı kuvvetlendirmek ama­cıyla meydana getirilmiştir. Aksi halde bunun güçlü bir benzer­likten öteye geçmediğini söylemek icap eder. Nitekim Sadreddin Musa’dan sonra tarikatın başına geçen oğlu Hoca Ali’nin son de­rece sakin bir hayat sürdüğü ve devrin hükümdarlarının iltifatına mazhar olduğu görülmektedir  . Bunlardan Timur’un Anadolu seferinden dönerken Hoca Ali’yi ziyaret edip ona yanında getir­diği otuz bin kadar Türk’ü armağan ettiği   yolundaki hikâye de tevatürden ibarettir  . Çünkü Timurlular dönemi kaynaklarının hiç birinde böyle bir mülakattan ve kayda değer hediyeleşmeden söz edilmemektedir.

Şeyh Cüneyd

Safeviyye tarikatının Hoca Ali’den itibaren Şiîliğe temayül ettiğine dair ortaya konulan görüşleri de teyid etmek mümkün görünmüyor. Çünkü gerek Şahruh gibi mutaassıp bir Sünnî hü­kümdarın ona iltifat etmesi, gerekse onun Hac maksadıyla yola çıktığında temas kurduğu Sünnî fakih ve alimlerin Hoca Ali’den saygıyla bahsetmeleri onun Şiîliğe meyletmediğini ortaya koy­maktadır  . Keza Hoca Ali’nin oğlu Şeyh Cafer’in, yeğeni Cüneyd’i Rafizîlikle suçlayarak tarikatın başına geçmesini engellemeye ça­lışması da bu yoldaki görüşleri doğrular niteliktedir. O halde ta­rikatın Şiüeşmesini Şeyh Cüneyd’in kişiliğinde ve faaliyetlerinde aramak uygun olacaktır. Ama ne yazık ki onun kimlerle temas ettiği ve Şiî fikirlerin tesirinde nasıl kaldığı yolunda hiçbir bil­giye sahip değiliz.

Şeyh Cüneyd, Şeyh Şah lakabıyla tanınan babası Şeyh İbra­him vefat edince geleneğe uygun olarak tarikatın başına geçmek isteyince amcası Şeyh Cafer, onu gali   fikirlere kapıldığı ve ger­çek niyetinin siyasal iktidarı ele geçirmek olduğu gerekçesiyle, o sıralarda Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da hüküm süren Karako- yunlu hükümdarı Cihanşah’a şikâyet etti  . Aslında kendisi de Şiî eğilimleriyle meşhur olan Cihanşah  , Cüneyd’in bölgedeki varlı­ğından rahatsız olduğundan, mülkünü kaybetme korkusuna ka­pılıp Erdebil’i terk etmesini istedi  . Kaynaklar bu durumun asıl

gerekçesini Şeyh Cüneyd’in müridlerinin sayıca artmış olmasına, onun da şeyhlik ile yetinmeyişinin iyice ortaya çıkmış bulunma­sına bağlamakta     ; Şeyh Cüneyd’in şah olma hevesine düşmesini de, “ecdadının yolunu terk etmek”60 ve “geçici saltanata meylet­mek” olarak tavsif ederek az da olsa eleştirmektedirler  .

Cüneyd, Cihanşah’m talep ve tehdidi karşısında çok fazla direnemeyerek Erdebil’den ayrılıp Anadolu’ya gitti. Ne yazık ki Safevî kaynaklan Cüneyd’in Anadolu seyahati hakkında hemen hemen hiçbir bilgi vermemektedirler. Osmanlı tarihçilerinden ise sadece Aşıkpaşazâde, Konya’da bulunduğu sırada Cüneyd’i bizzat görmesi sayesinde bizim için son derece kıymetli bilgileri nakletmektedir  . Buna göre, Şeyh Cüneyd Anadolu’ya gelip, ya- nmdaki dervişlerden oluşturduğu bir heyeti Osmanlı Sultanı II. Murad’a gönderir ve kendisine Kurt Beli mevkiinin verilmesini, irşada Osmanlı topraklarında devam etmek istediğini bildirir. II. Murad, Çandarh Halil Paşa ile istişare yaptıktan sonra “Bir tahta iki sultan sığmaz” cevabı ile Cüneyd’in talebini reddeder. Bu hu­sus Cüneyd’in faaliyetlerinin ve müstakbel niyetinin etraftaki hü­kümdarlar tarafından takip edildiğini göstermektedir. Cüneyd bu defa Karamanoğullannın idaresinde bulunan Konya’ya gider ve Sadreddin Konevî dergâhında misafir olur. Ancak burada da iltifat görmediği gibi, cemaate de dâhil edilmeyip namazda ca­minin dışından imama uymak zorunda kalır. Üstelik Sadreddin Konevî dergâhının şeyhi, Şeyh Abdüllatif ile uzun bir tartışmaya girişir. Tartışma Şeyh Cüneyd’in yönelttiği ve tarikat gelenekle­rini sorgulayan “Ashaba mı bağlılık evladır, yoksa evlada mı?” sorusunda düğümlenir. Şeyh Abdüllatif. “Kast ettiğiniz konuda ashaba bağlılık evladır, çünkü bu hususta ayet vardır.” ceva­bım verir. Şeyh Cüneyd: “O ayetler nazil olduğunda sen orada mıydın/onlarla birlikte miydin?” diye çıkışınca Şeyh Abdüllatif, Cüneyd’e, bu sözleri ile kâfir olduğunu, onun yolundan gidenle­rin de kâfir olacağım, çünkü Kur’an’ı tezyif ve ayetleri inkâr etti­ğini söyler. Tartışma kavgaya dönüşmüş olacak ki, orada bulu­nanlar her iki şeyhin kollarına girerek dışan çıkarırlar.

Bundan sonra Konya’da kalamayan Cüneyd Toroslarda bu­lunan Varsak Türkmenlerinin içine gitti. Şah İsmail’i destekle­yen gruplar arasında Varsaklann da bulunuyor olması, onlann Cüneyd’in bu seyahati sırasında Safeviyye tarikatına bağlandık­larım göstermektedir. Ancak Karamanoğullannın baskısı devam edince buradan ayrılarak Kuzey Suriye’deki Türkmenler ile Dul- kadirli Türkmenlerinin kışlak sahalan olan Halep tarafına geçmiş, ondan haberdar olan bazı Bedreddinî zümreler de onu takip ede­rek yanma gitmişlerdir. Bu süre zarfinda irşad faaliyetlerine de­vam eden Cüneyd’in bu defa da bölgedeki Sünnî çevreleri rahatsız ettiği ve Memlûk hükümdarına şikâyet edildiği tespit olunmakta­dır  . Buradan büyük bir meşakkatle kaçan Cüneyd, Canik tara­fına gidip, faaliyetlerine orada devam etmiştir. Safevî Devleti’nin kuruluşunda yer alan Çepni Türkmenleri ile de burada temas et­tiği, onların bir bölümünü kendisine bağladığı anlaşılmaktadır.

Cüneyd’in Canik’te iken strateji değişikliğine giderek ilk defa fiili olarak gaza hareketini başlattığı ve bölgedeki tek gayrimüslim topluluk olan Trabzon Rum İmparatorluğu’na saldırdığı görülmek­tedir. Görünürde bu faaliyeti onun kendisine ülke edinmek iste­diği şeklinde yorumlanabilir. Ancak Cüneyd - her ne kadar saldı­rılan Trabzon Rumlannı epey korkuttuysa da- gerçekte orayı ele geçirecek güce sahip değildi. Burada iki hususa dikkat çekmek ge­rekiyor. Birincisi Türklerin bölgedeki hâkimiyetleri büyük ölçüde gerçekleştiğinden Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türkler hariç, di­ğerleri uzunca sayılabilecek bir süreden beri gaza ve cihad faali­yetlerinde bulunmuyorlardı. Çünkü “darü’l-harb” sayılacak bölge kalmamış, Trabzon Rum Devleti ile Hıristiyan Gürcüler ve Çerkes- ler ise vergi vermek suretiyle Müslüman komşuları ile banş sağ­lamışlardı. Cüneyd’in yeniden başlattığı cihad hareketi müridleri için heyecan verici bir durum yaratabilirdi. İkinci ve en önemlisi bu savaşların neticesi olarak Cüneyd gücünün neye yettiğini öğ­renmek istiyordu. Ama Trabzon surlan önünde iken Osmanlıla­rın baskısı gelince bölgeden uzaklaşarak Akkoyunlu ülkesine ge­çip Uzun Haşan Bey’e sığındı. Bundan dolayı onun henüz “çıkış” yapacak güce erişmediğini anladığı ve kısa süreli de olsa bu fik­rini ertelediği savunulabilir.

Cüneyd’in Diyarbekir’de kaldığı müddet zarfında Türkmen­ler ile irtibatı devam etmiştir. Bu süre içinde Akkoyunlu Devleti’ni meydana getiren konfedere aşiretler ile temas halinde olan Cü­neyd, Avşar, Musullu, Döğer, Harbendelü, İnallu, Karamanlu gibi cemaatler üzerinde tesirli olmuştur. Onun Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm ile yaptığı evlilik ise itibarının artma­sına ve karizmasının güçlenmesine imkân sağlamıştır  . Bununla birlikte aslında bir Sünnî hükümdar olan Uzun Hasan’ın Şeyh Cüneyd’in sahip olduğu Sünnîlik dışı fikirlerden haberdar olma­ması imkânsızdır. Şu halde onu sarayında ağırlaması ve hattâ kız kardeşi ile evlendirmesi, rakibi Karakoyunlu Cihanşah’a karşı Cüneyd’in müridlerinden istifade etmek gibi bir düşünceye sahip olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Ne var ki, Uzun Hasan’ın Ka- rakoyunlularla mücadelesinde ve Cihanşah’m ortadan kaldırılma­sında bu düşüncesini ne kadar gerçekleştirdiği belli değildir.

Bundan sonra tekrar Erdebil’e dönen Şeyh, bir müddet sonra etrafında müridlerini toplayarak yine cihad amacıyla Kafkaslara yönelmiş, henüz İslamiyete girmemiş olan Çerkeslere saldırarak ganimetler elde etmiştir. Kalabalık sayılmayacak ölçüdeki mürid- leri ile yaptığı bu sefer, Şirvanşah Halil’i ciddî bir şekilde rahatsız etmiş ve ona bir mektup göndererek “Şeyhliği niçin bıraktığını ve hangi amaçla memleketler ele geçirme niyetinde olduğunu” sormuştu.   Onun gerçek niyeti aşikâr olunca ikinci defa olarak Çerkeslere saldırmasına müsaade etmemiş, nihayet Cüneyd ve müridleri ile yaptığı savaşta onu öldürmüştür (1460)  . Bununla birlikte Erdebil sufilerinin Şeyh Cüneyd’in ölümünü hiçbir zaman kabullenmedikleri, onun hakkında "öldü” fiilini asla kullanma­dıkları tespit olunmaktadır  . Devrin önemli tanıklarından Ruz­bihan Huncî, “sapıklar”, ‘buzağıya tapanlar”, “şeytanın askerleri” gibi sıfatlarla andığı Anadolu Türkmenleri’nin Şeyh Cüneyd’i ilah yerine koyduklarından söz etmektedir  .

Cüneyd’in öldürülmesinden bir süre sonra 1468’de Uzun Haşan Bey, Karakoyunlu Cihanşah’ı yenerek bütün Azerbaycan’ı hâkimiyeti altına almıştır.

Şeyh Haydar

Bu sıralarda henüz bebek olan oğlu Şeyh Haydar, dayısı Uzun Haşan Bey tarafından yetiştirildi, tarikatın müridleri ise onu şeyh olarak benimsedi. Bununla birlikte Sünnî akidelere sadık olan Uzun Hasan’m yanında yetişen Şeyh Haydar’m  , Sünnîlik dışı inanışı hangi yolla ve nasıl benimsediği, dinî ve tasavvufî terbi­yeyi kimlerden aldığı konusu belirsizdir.

Uzun Hasan’m kızı Alemşah Begüm (Halime Begüm) ile ev­lenen Şeyh Haydar’m bu evlilikten oğullan sırayla Sultan Ali, İb­rahim ve İsmail doğdu (17 Temmuz 1487)  . Uzun Haşan Bey’in de izin vermesiyle Erdebil’e dönerek tarikatın başına geçen Şeyh Haydar   amcası Şeyh Cafer’i Erdebil’den uzaklaştırdı  . Böylece Şeyh Cüneyd’in öldürülmesini takip eden yaklaşık yirmi yıllık sessizlikten sonra Safevî müridleri arasında yeniden bir hareket­lenme başladı.

Kaynaklar Şeyh Haydar’ın tekkenin başına geçtikten sonra, günlerini ok ve mızrak uçlan, kılıç ve zırh yapmakla geçirdiğini  , özellikle Rum’dan yani Anadolu’dan gelen müridlerini devamlı suretle savaşa hazırladığını kaydediyorlar  . Haydar da tıpkı ba­bası gibi cihad amacıyla kuzeydeki Çerkesler üzerine yürümüş Şirvanşahlar ülkesini tepeleyerek Çerkeslere akınlar yapmış çok sayıda köle ve bol ganimet ile Erdebil’e dönmüştür  . Alem ârâ-yı Eminî’de nakledüen Şeyh Haydar’ın Kafkas seferi ve Çalpert’in yağmalanması ile ilgili bilgiler büyük bir tesadüf eseri olarak Ve­nedikli Elçi Josaphat Barbaro’nun naklettikleriyle örtüşmektedir. Barbaro’nun Kefe’li bir Katolik rahipten dinlediğine göre 1484 yı­lında bir grup mutaassıp Müslüman aralannda bazdan silahsız olduğu halde “kâfirlere ölüm” diye bağırarak Bakü tarafından ku­zeye yönelmişler, Şamahı, Derbend ve Tümen üzerinden Terch’e yürümüşler ve buradaki Hristiyanlann hepsini öldürmüşler, et­raftaki Hristiyan yerleşmelerini yağmaladıktan sonra Çerkeslerin topraklarına girmişler Çalpert’i yağmalamışlardır  .

Bu bilgi oldukça kısa olmasına rağmen Haydar’m ve mürid- lerinin etrafa yaydığı korkunun boyutlarını göstermesi bakımın­dan önem taşımaktadır. O da babası gibi gazayı vesile yaparak askerlerinin gücünün neye yettiğim ölçmek istiyordu. Aslında tasavvuf ehlinde pek rastlanılmayan bu savaşçı ruh, etraftaki hâkimleri hem şaşırtıyor hem de korkutuyordu. Çünkü uzun za­mandan beri hareketsiz kalmış olan bir kitle gaza amacıyla yeni­den canlanmış, özellikle bölgenin konar-göçer zümreleri Haydar’m etrafında büyük bir coşkuyla toplanmaya başlamışlardı  . Ruzbi­han Huncî’ye göre kâfirlerle gaza yapıyor gibi görünmek Müslü­manları aldatmak için bir yoldu ve bu sayede etraftaki müridle- rinden Erdebil’e çok sayıda adam toplanmıştı  . Müridleri ona o kadar bağlıydılar ki, “Eğer canlarını istese, kölenin küçük bir he­diyesi sayıyorlardı.”      Bu gelişmeler Akkoyunlu Sultam ve aynı zamanda kayınatası olan Uzun Haşan Bey’i rahatsız ettiğinden onu, “Sağa sola asker sevk etmekten murad nedir? Dervişlikten niçin yüz çeviriyor?”’00 diye Tebriz’e çağırdı (1478). Şeyh Haydar bu davete uyup, eski bir hırka, çirkin bir takye ile Tebriz’e gelerek Şah Hüseyin Dergâhı’na kondu. Ona sağa-sola asker çekmemesi, eğer bunu yaparsa vatanından dışan çıkarılacağı ve Rum’daki ha­lifelerinin de onu ziyaret etmesinin engelleneceği söylenip, kendi­sine de bu hususta yemin ettirildi  . Bu gelişmeler sırasında Şeyh Haydar’m müridlerine on iki dilimli ve kırmızı renkli bir başlık giydirdiği  , bu suretle kendinden olanlar ile olmayanları sembo­lik olarak ayırdığını da biliyoruz. Bundan dolayı Safevî tarikatının müridlerine Kızılbaş denilmeye başlandığı da vakıadır. Buna mu­kabil, Kızılbaş tacmın ilk olarak Şah İsmail’in Tebriz’e girmesin­den sonra kullanılmaya başladığına dair iki zayıf rivayet de bu­lunmaktadır  . Ruzbihan Hund’nin naklettiğine göre Kızılbaşlar Şeyh Haydar’ı mabud yerine koyuyorlar, ibadeti bırakıyorlar ve onu kıblegâh yapıyorlardı  . Benzer bir hikâyeyi Aşıkpaşazâde de nakletmektedir. Buna göre, Erdebil sufilerine bu kadar meşakkat çekip Erdebil’e gideceğinize, hacca gitseniz diye söyleyenlere onlar “Biz ölüye değil, diriye gideriz” cevabını vermekteydiler  .

Uzun Haşan Bey’in 1478 yılında vefat etmesinin ardından Ak­koyunlu tahtına Sultan Yakup oturdu. Bu süreç içinde meydana gelen dâhili buhranlar Şeyh Haydar’ı yeniden yanm bıraktığı fa­aliyetlerine döndürdü. Hem babasının intikamını almak   hem de ülkeler ele geçirmeye Azerbaycan tarafından başlamak üzere Şirvanşahlar üzerine yürüdü. Şamahı’yı ele geçirip katliam yaptı. Demü-kapı’yı (Derbend) kuşattı. Gülistan kalesine kaçmış olan Şir- vanşah Ferruh Yesar damadı Akkoyunlu Sultanı Yakup Bey’den yardım istedi  . Sultan Yakup bu sıralarda Sultaniye yakınların­daki Güzeldere yaylağındaydı. Akkoyunlu sarayında Haydar’ın du­rumu her yönüyle tartışıldıktan sonra, onun memleketler ele ge­çirme niyetinin iyice açığa çıktığı kanaatiyle Şirvanşahlara yardım etmeye karar verdiler  . Ferruh Yesar’ı cesaretlendirmek için bir mektup gönderdiler, arkasından da Biçenli Süleyman Bey’i kala­balık bir ordu ile Azerbaycan’a yolladılar. Erdebil hâkimi Cakirlü Ömer Bey de askerleriyle onlara katıldı  . Böylece daha da kala­balık hale gelen Akkoyunlu ordusu Tabersaran’a geldi  . Bu sı­ralarda Şirvan’ın kuzeyinde akınlarda bulunan ve Derbend’i ku­şatmakta olan Şeyh Haydar, haberi alınca kuşatmayı kaldırarak orduyu karşılamaya çıktı  . Tabersaran’da Süleyman Bey’in ku­mandasındaki Akkoyunlu ordusu ile yapılan savaşta Şeyh Hay­dar öldürüldü112. Cesedi Tabersaran’a gömüldü113. Başı kesilerek Tebriz’e getirildi114. Sokaklarda iki gün teşhir edildikten sonra Teb­riz meydanında köpeklerin Önüne atıldı (1488)115. Savaş meyda­nından sağ kurtulan Kızılbaşlar ise etrafa dağılıp gizlendiler. Bu savaşta Kızılbaş aşiretlerinden Dulkadirli116, Ustaclu ve Kaçarla­rın117 varlığını tespit edebiliyoruz.

Şeyh Haydar’m takibatı bununla kalmadı. Tekkenin başına Haydar’m oğlu Sultan Ali’nin geçtiği haberi yayılınca118, Sultan Yakup hemen Erdebil’e adamlar gönderip Haydar’m Alemşah Begüm’den olma çocukları      Sultan İbrahim, Sultan Hoca Ali ve İsmail’i tutuklattı; anneleriyle birlikte Pümekli Mansur Bey’in idaresinde olan Fars eyaletine gönderdi. Mansur Bey hükümda­rın emrine uyarak onlan İstahr kalesinde hapsetti  .

Sultan Hoca Ali

Sultan Yakub’un ölümü (149ı)   Akkoyunlu ülkesini uzun yıllar sürecek olan iktidar kavgasının içine sürükledi. Kudretli beylerden Musullu Sufi Halil, Pürnek aşireti ile birlikte Yakup Bey’in oğlu Baysungur’u destekleyip Bayındırlı beylerinin des­teğini almış olan Uzun Hasan’ın oğlu Mesih Mirza’yı Karabağ yakınlarında yaptıkları savaşta öldürüp   Baymdırlılara büyük zayiat verdirdi. Maksud Mirzanın oğlu Rüstem Mirza’yı da ya­kalayıp Alıncak kalesine hapsettirdi. Böylece Baysungur’un et­rafını boşaltıp, tahta oturttu. Sufi Halil bu galebeden sonra di­ğer Türkmen reislerine karşı katı bir tutum izlemeye başladı. Türkmenler ittifak kurup Diyarbekir hâkimi Biçenli Süleyman Bey’den yardım istediler. Süleyman Bey Van kalesi yakınla­rında Musullu Sufi Halil’i öldürdü (149ı)  . Bu arada Aybe Sul­tan diye meşhur olan Dânâ Halil Bey, Almcak kalesine giderek Rüstem Mirza’yı kurtarıp Süleyman Bey’in muhalefetine rağmen Tebriz’de tahta oturttu (1492)  . Baysungur ise Şirvanşah Fer­ruh Yesar’a sığındı  . Taht kavgaları Rüstem Bey’in Akkoyunlu tahtına oturmasıyla kısa süreli de olsa teskin edilmişse de Ak­koyunlu Türkmenlerinin birbirleri ile olan çekişmelerini daha da derinleştirmişti.

1493’te Baysungur, Şirvanşahlardan sağladığı kuvvetlerle tahtı ele geçirmek içüı yeniden harekete geçince Rüstem Bey, ordusunu güçlendirmek gayesiyle Şirvanşahlann düşmanı olan Kızılbaşlar- dan istifade etme yolunu seçip  , Şeyh Haydar’ın çocuklarını hap­sedildikleri İstahr kalesinden serbest bıraktırıp Erdebil’e dönme­lerine izin verdi  . Onların dört buçuk yıl aradan sonra serbest kalarak Erdebil’e gelişleri büyük heyecan uyandırdı; Kızılbaşlar coşkuyla Erdebil’e akmaya başladılar  .

Rüstem Bey, Sultan Ali’yi Tebriz’e davet ederek Baysungur üzerine yapılacak sefere katılmasını rica etti. O da etrafında top­lanmış olan Kızılbaş Türkmenlerle birlikte Akkoyunlu ordusuna katıldı. Bu sırada Bayındırlı beylerinden İsfahan hâkimi Köse Hacı isyan edip Baysungur adına hutbe okuttu  . Rüstem Bey, Kaçar Kara Piri’nin reisliğindeki Kızılbaşlann da içinde bulun­duğu bir orduyu İsfahan üzerine gönderip, Köse Hacı’mn isya­nını bastırdı  . Aybe Sultan’m idaresindeki Akkoyunlu ordusu ise Kür ırmağı kenarında Baysungur’un ordusuna kavuştu’  . İlk ça­tışmalarda iki taraf da birbirine üstünlük kuramadı, ancak ikinci savaşta Baysungur öldürüldü  .

Sultan Ali, muzaffer bir kumandan ve Akkoyunlu Sultanı’nın iltifatına mazhar olmuş bir tarikat şeyhi olarak Erdebil’e döndü. Onu kalabalık bir taraftar kitlesi karşıladı. Bu güç gösterisi Rüs­tem Bey’in korkuya kapılmasına sebep oldu. Onlann, ülkenin za­yıf durumundan istifade ederek devletleşebileceklerinden endişe­lenerek, Sultan Ali, İsmail ve İbrahim’i yeniden Tebriz’e getirtip göz hapsine aldı. Kızılbaşlar ile temas etmesinin engellenmesini tembih etti. Buna rağmen Kızılbaşlann Sultan Ali’yi ziyaretleri ve nezirler sunmalan devam etti     . Rüstem Bey, Hoy kışlağında iken Sultan Ali’yi öldürtmeye karar verip Aybe Sultan ile Hüse­yin Bey-i Ali Hanî’yi bu iş için görevlendirdi Sufilerden biri bu haberi Sultan Ali’ye ulaştmnca, o başındaki tacı İsmail’in başının üzerine koyup’34 -bu suretle kendisinden sonra Kızılbaşlann kime itaat edeceklerinin de yolunu göstererek- onu ve İbrahim’i gece­leyin gizlice Edebil’e yolladı. Kardeşler kaçış yolunda iken Aybe Sultan ve Hüseyin Bey-i Ali Hani tarafından Sultan Ali’nin öldü­rüldüğü haberi geldi (898)  . Şamlu Lala Hüseyin Bey, Halifetül- Hulefa (Tahşh Hadim Bey) ve Dede Bey onun naşını Erdebil’e ge­tirip atalarının bulunduğu mezarlığa defnettiler  .

Böylece Kızılbaşlar, iktidar yolunda üçüncü defa olarak şeyh­lerini (=liderlerini) kaybetmiş oldular. Bu durumda onların dağıl­maları beklenirken tam aksine küçük yaştaki İsmail’e biat ettiler ve şeyhleri olarak benimseyip, daha önce Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’da olduğu gibi onun vücudunu da kutsal kabul ettiler. Bu durum onlardaki, Ehl-i Beyt’ten gelen imametin Safevî şeyhleri­nin çocuklarından çıkacağı inancından kaynaklanıyordu  . Artık iyice tecrübe kazanmış ve tam bir savaş makinesi haline gelmiş olarak yeni şeyhlerinin hurucunu beklemeye başladılar.

Şeyh İsmail

. Akkoyunlular Sultan Ali’nin öldürülmesiyle yetinmeyerek İsmail’i ve İbrahim’i takibe başladılar. Aybe Sultan Erdebil’e ge­lerek ev ev İsmail’i aramaya başladı.

Akkoyunlu Sultam’nın kızkardeşinin çocuklarına karşı bu kadar sert bir politikaya yönelmesinin sebebi, Kızılbaşlann inanç bakımından farklılıklarından çok, güçlerinin kontrol edilemez bir noktaya ulaşmış olmasndan kaynaklanıyordu. Kızılbaşlar Safevî hanedanına karşı o kadar derin bir saygı ve sevgiyle bağlanmış­lardı ki, kısa aralıklarla şeyhlerini kaybetmiş olmalarına rağmen yine toparlanabiliyorlar, talep edildiğinde güçlü bir ordu haline gelebiliyorlardı. Üstelik şeyhlerinin genç ya da yaşlı olmasının bir önemi yoktu ve Şeyh Cüneyd’in öldürülmesinden sonra biat ettik­leri Haydar, Sultan Ali ve son olarak İsmail hep küçük yaştaydılar. Anlaşılıyor ki, şeyhin yaşından çok vücudunun varlığı önemliydi ve Kızılbaşlar şeyhlerinde ilahi tecelliyi görüyorlardı. Fazhıllah Ruzbi- han Huncî’nin “Bunlar şeyhlerini ilah gibi görüyorlardı” ifadesi de bunun doğruluğunu kanıtlamaktadır. Bu yönüyle artık sayıca ciddî, bir tehdit haline gelmiş olan Kızılbaşlann toparlanmalarına firsat vermemek için ailenin bütün fertlerini ortadan kaldırma fikri Rüs­tem Bey’e hâkim duruma geldiğinden henüz 5-6 yaşlarında olan İsmail’in yakalanıp öldürülmesi için geniş bir takibat başlattı  .

Şeyh Cüneyd’in kızlanndan olup Muhammed Bey ile evli olan Şah Paşa Hatun yeğeni İsmail’i bir süre gizledi. Daha sonra üç gün boyunca Kadı Ahmet Kakülî’nin evinde saklandı. Ancak burası Er- debil şeyhlerinin türbelerine yakın yerde olduğundan şüphe çe­keceğinden korkulup Han Can adlı bir başka kadının evine götü­rüldü. Burada da yaklaşık olarak bir ay kaldı. Şah Paşa Hatun ile meşveret yapılarak Dulkadir Türkmenlerinden Aba Hatun adlı bir kadının evinde saklanmasına karar verildi. Aba Hatun, İsmail’e Rumlular mahallesindeki evinde birkaç gün baktıktan sonra onu Erdebil Cuma Camii’in yanında başka bir eve götürüp on gün ka­dar da burada sakladı. Gizlüiğe o kadar çok riayet ediliyordu ki, İsmail’in annesi Alemşah Begüm bile çocuğunun durumundan habersiz kalıyordu. Buna rağmen İsmail’in yerini söylemesi için Alemşah Begüm’e bile işkence yapıldı.

Rüstem Bey tekrar ferman çıkararak İsmail’in her ne su­retle olursa olsun yakalanmasını ve öldürülmesini emretti. Taki­bat günden güne artmaya ve çember daralmaya başlayınca Aba Hatun başka bir mahalleye taşınmaya karar verdi. Sultan Ali ile beraber Aybe Sultan’a karşı savaşmış ve yaralı halde Erdebfl’de gizlenmekte iken yarasının tedavisi için Aba Hatun’a gelmiş olan bir Kızılbaş’tan yardım istedi. O da yine kendisi gibi savaşta yara­lanıp kaçan Karamanla Rüstem Bey’i   durumdan haberdar etti. Rüstem Bey gece yarısı gelip Erdebil Camii yakınlarında İsmail’i atının terkisine alıp Buğru tarafına götürdü. Bu esnada Buğru köyünde saklanmakta olan 80 kadar Kızılbaş da onlara katılıp İsmail’i güvenli bir şekilde Gurkan köyüne ulaştırdılar. Üç gün Hatip Femıhzad Gurkanî’nin evinde gizlendiler.

Sultan Ali’nin Aybe Sultan ile yaptığı savaştan sağ kurtulan Mansur Bey Kıpçakî, Lala Bey, Kazak Şeydi Ali, Çolpan Bey, Hu- lefa Bey, Gök Ali ve diğer Kızılbaş ileri gelenleri aralarında uzunca bir müzakere yapıp, Şah Paşa Hatun’un eşi Muhammed Bey ve kayınbiraderi Ahmedî Bey’le Reşt valisi Emire İshak arasındaki dostluğa güvenerek, İsmail’i Reşt’e götürmeye karar verdiler  . Seksen kişilik Kızılbaş gurubuyla birlikte Reşt’e bağlı Tul mevzi­ine geldiler. Emire Muzaffer onları karşılayıp ikramda bulundu.

Aybe Sultan, İsmail’in Reşt’te olduğu haberini alınca o tarafa yönelip Reşt valisinden İsmail’in iadesini istedi. Halhal hâkimi Pümekli Cakir Bey, İsmail’i almak üzere Reşt’e adam gönderdi. Emire Muzaffer İsmail’in Tul’da bulunmadığına dair yemin etti. Bununla birlikte sufiler orada kalamayacaklarını anlayıp Kesger’e yöneldiler. Kesger hâkimi Siyavuş’a durumu anlatıp yardım is­tediler. Siyavuş, Safeviyye tarikatının müridi olduğundan onları heyecanla karşılayıp üç gün misafir ettikten sonra hep beraber Reşt’e doğru yola çıktılar. Emire İshak onları karşılayıp misa­fir etti. Daha sonra İsmail'in kardeşleri de ona katıldı ve bir süre Reşt’teki Mescid-i Sefid’de ikamet ettiler. İsmail, burada kaldığı süre içinde   mescid yakınlarındaki kuyumcu dükkânının sahibi Mir Necm’den başkasının yanına gitmedi.

Aybe Sultan ise Erdebil’deki takibatına devam etti. Aba Sul­tan, İsmail’in gizlenişi ve kaçınhşmdaki rolü anlaşılınca yakala­narak Tebriz’e götürüldü ve orada idam edildi. Muhammed Bey ve Ahmedî Bey’in mallan ellerinden alındı.

Lahican valisi Karkiya Mirza, İsmail’in Erdebil’den kaçarak Reşt’e geldiği ve Emire İshak’m onu korumak gayesiyle hiçbir yere çıkamadığı haberini alınca, İsmail’i Lahican’a davet etti. Sufiler Karkiya Mirza’nın Safeviyye tarikatına bağlılığım bildiklerinden Lahican’a gitmeye karar verdiler. Karkiya Mirza, İsmail’i karşıla­yıp Kiya Feridun Medresesi’nin karşısındaki bir evi onlara tah­sis etti. Böylece İsmail’in 6 yıl sürecek olan Gilan dönemi başla­mış oldu (1494)  . Bu sıralarda henüz yedi yaşında bile değildi  . Bir müddet sonra kardeşi İbrahim gizlice Erdebil’e dönüp annesi Alemşah Begüm’ün yanında saklanmaya devam etti  .

İsmail, Lahican’daki 6 yıllık ikameti esnasında Karkiya Mirza Ali ve onun kardeşinden büyük destek gördü. Adeta onun dizinin dibinde büyüdü  . Şemseddin Lahicî’den Kur’an öğrendi  . Bir aralık hastalanınca bir yıl boyunca Mevlana Nimetullah tarafından tedavi edildi  . Küçük yaşta olmasına rağmen ok atmada usta olup avcılıkla meşgul oldu  . Bir yandan halası Şah Paşa Hatun’un hi­mayesi sürerken, diğer yandan Anadolu’dan, Karacadağ’dan, Tu­man Mişkin’den ve başka yerlerden gelen Kızılbaşlann İsmail’i gizli gizli ziyaretleri devam etti. Kızılbaşlar ona nezirlerini sunup geri dönüyorlardı. İsmail, Akkoyunlu sultanı Rüstem Bey’e verilmek üzere hediyeler hazırlatarak halasıyla gönderdi. Şah Paşa Hatun ve Ahmedî Bey, bu hediyelerle Rüstem Be/i ziyaretlerinde mü­sadere edilen mallarını talep edip İsmail ve kardeşleri için af di­lediler. Rüstem Bey bu istekleri kabul etti, İsmail’e af çıkardığını kimsenin onlara dokunmamasını emretti  .

Akkoyunlu Tahtında Sarsıntı

Akkoyunlu şehzâdeleri arasındaki taht kavgalanna ilave ola­rak vilayetlerdeki Türkmen reislerinin de birbirleriyle çekişmeleri zaten toplama bir orduya sahip olan Akkoyunlu Devleti’ni iyice zayıflatmıştı. 1497 yılında, Haşan Ali Tercanî İstanbul’a giderek, devletin durumu hakkında izahatta bulunup, bu sıralarda Osmanlı sarayında ikamet etmekte olan Uğurlu Mehmed’in oğlu Göde Ah­met Bey’e destek verilirse karşılarında duracak bir ordu bulun­madığım, onun tahtı ele geçirebileceğini bildirdi. II. Bayezid, da­madı Göde Ahmet Bey’i emrine verdiği bir grup askerle birlikte Akkoyunlu ülkesine gönderdi. Bu haber Azerbaycan’da yayılınca bazı Türkmen emirleri Ahmet Bey’in tarafına geçti; hattâ Hüseyin Bey Alihanî, Ahmet Bey adına hutbe okutup sikke kestirdi. Bu­nun üzerine Rüstem Bey harekete geçip Göde Ahmet Beyi karşıla­maya çıktı. Araş ırmağı kenarında yapılan savaşta Aybe Sultan’m beklenmedik bir şekilde saf değiştirmesiyle Rüstem Bey yenildi ve öldürüldü. Göde Ahmet Bey Tebriz’e gelerek tahta oturdu150.

Göde Ahmet Bey iktidan ele geçirdikten sonra hızlı bir şekilde merkezîleşme çabasına girişti. Bu amaçla öncelikle etrafındaki kud­retli Türkmen reislerinden kurtulmaya ve aşiretlerin gücünü kır­maya çalıştı151. Hüseyin Bey-i Alihanî’yi öldürttü. Aybe Sultan’ı ise Tebriz’den oldukça uzakta yer alan Kirman hâkimliğine gönderdi; Şiraz valisi Kasım Bey-i Pümek’i yanma çağırdı. Kasım Bey bu çağ­rıdan şüphelenerek kaçış yollarını aramaya başladığı sırada Aybe Sultan’m Kirman yolunda olduğu haberini aldı. Onunla ittifak ku­rup Sultan Yakub’un oğlu Murad’ı Akkoyunlu tahtına oturtmaya karar verip ordularım birleştirerek İsfahan’a yöneldiler. Göde Ah­met Bey durumdan haberdar olup kalabalık bir ordu ile bunların üzerine yürüdü. Hoca Haşan Mazî denilen yerde yapılan savaşta Göde Ahmet Bey öldürüldü (Aralık 1497). Aybe Sultan Kum’a ge­lerek Murad adına hutbe okutup sikke kestirdi. Sultan Murad’ı getirtmek için Şirvan’a adamlar gönderdi, Kum’da küçük bir sa­ray inşa ederek Sultan Murad adına fermanlar çıkarmaya ve ül­keyi yönetmeye başladı152. Ancak beklenmedik bir şekilde karar değiştirip Sultan Murad’ı Ruyendiz kalesine hapsederek Yusuf Mirza’nın oğlu Elvend’i Tebriz’e getirtip tahta oturttu.

Yusuf Mirza’nın diğer oğlu Muhammedi Mirza, Aybe Sultan’ın Göde Ahmet Bey ile yaptığı savaşta, Göde Ahmet Bey’in yanında idi. O öldürülünce Yezd’e gitti. Yezd hâkimi Bayındırlı Murad Bey ile Eşref Bey onu padişah ilan edip hep beraber Şiraz’a yö­neldiler (1498). Pürnekli Kasım Bey onlara karşı koymaya çalış­tıysa da başardı olamayıp Sain kalesine kaçtı. Muhammedi Mirza Şiraz’a gelip buranın idaresini Avşar Mansur Bey’e verdi153. Bun­dan Sonra İsfahan’ı ele geçirdi. Rey’de kışladığı esnada Elvend ve Aybe Sultan’ın geldiği haberini alınca Firuzkuh bölgesinin hâkimi Emir Hüseyin Çelavî’nin yanına sığındı. Elvend de kışın ortasında Azerbaycan’a yöneldi.

Etrafına kalabalık bir ordu toplayan Muhammedi Mirza he­men Elvend’in peşine düştü. Azizkendi’nde yapılan muharebede Aybe Sultan öldürüldü; Elvend yenildi ve Diyarbekir’e kaçtı. Muhammedi Mirza, Tebriz’e gelerek tahta oturdu. Ancak kısa süre sonra Elvend’in Tebriz’e yürüdüğü haberini alınca buradan ayrılarak Sultaniye’ye gitti. Bu defa tahta Elvend Bey oturdu. Bu sıralarda Pürnekli Kasım Bey Şiraz’ı ele geçirmeye çalıştıysa da başarılı olamayıp îstahr kalesine sığındı154.

1499 yılında Aybe Sultan’ın kardeşi Kızıl Ahmed Bey, Ba­yındırlı Ferruhşad Bey ile birlikte Sultan Murad’ı tahta oturtmak için harekete geçtiler. Onu yanlarına alarak Şiraz’a yöneldiler. Kasım Bey de îstahr kalesinden çıkarak onlara katıldı. Bu ha­beri alan Muhammedi Mirza onlarla savaşmak üzere yola çıktı. Sultan Murad’ın ordusuyla İsfahan yakınlarında yapılan savaşta Muhammedi Mirza öldürüldü155. Bundan sonra Sultan Murad Azerbaycan’a yöneldi. Elvend ordusuyla onu Ebher’de karşıladı. İki Türkmen ordusu yeni bir savaşa girmek üzereyken Baba Hay- rullah adlı bir dervişin telkiniyle ülkeyi ikiye bölmeye ve savaşı       sonlandırmaya karar verdiler. Buna göre Kızılözen ırmağı sınır ol­mak üzere Azerbaycan, Erran ve Diyarbekir vilayetleri Elvend’in; Irak, Fars ve Kirman memleketleri de Murad’m hâkimiyetine bı­rakıldı. Böylece Göde Ahmet Bey’in Azerbaycan’a gelmesiyle baş­layan çatışmalar devlet otoritesinin bütünüyle sarsılması, ordunun neredeyse ortadan kalkması ve nihayet ülkenin ikiye bölünme­siyle sonuçlanmış oldu.

Bu mücadeleler esnasında fırsattan istifade eden Bayındırlı Murad Bey Yezd’de; Reis Muhammed Kere Eberkuh’da; Hüse­yin Kiya Çelavî Semnan, Har ve Firuzkuh’da; Pümekli Barik Bey Irak-ı Arab’da; Pürnekli Kasım Bey Diyarbekir’de; Kadı Muham­med ve Mevlana Mesud Bidikli Kaşan’da; Sultan Hüseyin Mirza Horasan’da; Emir Zünnun Kandahar’da; Bediüzzaman Mirza Belh’te; Bayındırlı Ebulfeth Bey Kirman’da otoritelerini güçlen­dirmeye ve bağımsız hareket etmeye başladılar'56.

Şeyhlikten Şahlığa

Akkoyunlu ülkesinin kısa zaman içinde büyük bir karmaşaya sürüklenmesi ve devlet otoritesinin neredeyse her yerde ortadan kalkması Kızılbaşlar için önemli bir firsat yaratmıştı. Şimdi Şeyh Cüneyd ile başlayan ancak büyük darbelerle Şeyh İsmail’e kadar ulaşan hareketin yeniden canlanma zamanı gelmişti. Kızılbaş ileri gelenleri Gilan’a giderek Şeyh İsmail’in hurûcu yolunda aralarında müzakere ettiler: Fırsata doğduğuna ve harekete geçme zamanı­nın geldiğine karar verdiler. İsmail bu sıralarda henüz 12-13 yaş­larındaydı. Onlar, Karkiya Mirza’nın yanma varıp Gilan’dan ay­rılmak için izin istediler     . Karkiya Mirza, İsmail’in henüz küçük yaşta, düşmanlarının ise kuvvetli olduğundan ve onlarla mücade­lenin zorluğundan bahsetti, acele etmemesi gerektiğini söyledi138. Ancak İsmail ve Kızılbaş reisler kararlılıklarını gösterince onların çıkışına ruhsat verip uğurladı (1497)139.

Böylece, ergenlik çağındaki Şeyh İsmail, kendisine gönülden bağlı Kızılbaş reisleriyle birlikte Şah olmak amacıyla yola çıktı        . Başka bir söyleşiyle Kızılbaş reisler, ortamın gerçek anlamda mü­sait olmasından istifade ederek şeyhlerini “şah” yapmak amacıyla harekete geçtiler  . Gerçi Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’m da ga­yesi aynıydı, fakat onlar hiçbir zaman bu düşüncelerini açığa vur­mamışlar sadece bunu başanp başaramayacaklarını denemişlerdi. Onların başarısızlığının temelinde Azerbaycan, Kafkaslar ve İran’a hâkim olan devletlerin kuvvetlerinin zirvesinde olması; Erdebil sufilerinin ise yeterli askerî güce sahip olmamaları en önemli et­kendi. Bu yüzden onlar “çıkış’lannın bedelini hayatlarıyla ödedi­ler, pek çok Kızılbaş da şeyhlerinin yolunda can verdiler. Ancak bu iki denemenin en önemli sonucu daha deneyimli, sabırlı ve in­tikam duygularıyla bilenmiş bir kitle meydana çıkarmasıydı. Şeyh İsmail’in çocukluğunda yaşadığı 4,5 yıllık zindan hayatı, arkasın­dan Erdebil’de takibi ve öldürülme ihtimali, sonra 6 yıl süren ka­çış ve gizlenme, onun erken yaşlarda olgunlaşmasını sağlamışta. Elbette bütün bunlar onun kalbinde Akkoyunlu hanedanına karşı kuvvetli bir nefret ve intikam duygusu uyandırmışta.

Şeyh İsmail, Kızılbaş reislerle birlikte Gilan’dan (Lahican’dan) ayrıldığında yanında sadece yedi kişi bulunuyordu  . Tanm’a gel­diklerinde İsmail’in hurûcunu haber alan Türkmenlerden 1500 kişi onlara katıldı  .0 kışı Astara vilayetindeki Ercivan’da geçirdikten sonra ecdadının mezarlarını ziyaret etme bahanesiyle   Erdebil’e yöneldiler. Erdebil’de babasının evinde alta ay kadar kalan İsmail, çeşitli sebeplerden dolayı şehirden ayrılamamış olan müridleriyle ilgilendi  . Bölgenin hâkimi olan Cakirlü Ali Bey, İsmail’in varlı­ğından rahatsızlık duyup Tahşlı Mirza Muhammed’in de askerî desteği ile onun Erdebil’den çıkmasını istedi. İsmail, Şamlu Abdi Bey, Lala Hüseyin Bey, Talışlı Hulefa Bey ve diğer reisler bir araya gelip durumu müzakere ettiler. Direnecek güce sahip olmadıkla­rını düşünerek en doğru yolun Erdebil’den ayrılmak olduğuna karar verdiler  . Ne tarafa gidileceği tartışıldı; İsmail Gürcüstan üzerine sefer yapmayı önerdi. Kızılbaş reisleri bunu kabul etmiş gibi göründüler; ancak öncelikle asker toplamanın uygun olaca­ğını söylediler. Bunun üzerine Irak ve Azerbaycan’a adamlar gön­dererek Şeyh’in hurûcunu haber verdiler ve müritleri onun etra­fında toplanmaya çağırdılar  .

İsmail ve Kızılbaşlar Erdebil’den aynlıp Memi köyüne gitti. Bu esnada hem Akkoyunlu Sultanı Elvend hem de Şirvanşah Ferruh Yesar, Talışlı Mirza Muhammed’e çeşitli vaatler sunarak İsmail’i ortadan kaldırmasını teklif ettiler. Durumdan haberdar olan Kızılbaşlar tedbirler alarak onu beklemeye başladılar. Mirza Muhammed adamlarıyla birlikte Memi köyüne gelip, beklenenin aksine İsmail’e bağlılığını bildirdi. Böylece Safeviyye tarikatına bağlı Talışlann katılımı temin edilmiş oldu  .

Kış Ercivan havalisinde geçirildikten   ve etrafta bazı ziya­retlerde bulunulduktan sonra Karabağ tarafına yöneldiler. Gök­çedeniz yakınlarında Cihanşah’m torunlarından olduğu iddiasıyla Karakoyunlu devletini yeniden canlandırmak için “çıkış” yapmış olan Sultan Hüseyin-i Baranî üe karşılaşıldı. O da ülkede mey­dana gelen karmaşadan istifade etmek için harekete geçmişti. Sultan Hüseyin’e elçiler gönderilerek İsmail’in saflarına katıl­ması istendi. Fakat onun bir hile içinde olduğu anlaşılınca, Kı- zılbaşlar, askerî gücünü öğrenmek amacıyla yanma gittiler. Ken­dilerinden daha kuvvetli olduğunu fark edince İsmail’i geceleyin gizlice kaçırdılar  .

Kızılbaşlar yeni katılanlarla birlikte Çukursa’d’a, oradan da Dokuz Ulam’a geldiler. Burada iken Bayburtlu aşiretinden Ka­raca İlyas kendisine bağlı Rumlu sufilerle İsmail’e bağlılığını bil­dirmek üzere geldi (1498/99)  . Bu büyük katlımın etkisi etrafta hemen yankılandı, Kızılbaşlar kafile kafile İsmail’in hizmetine gir­meye başladılar  .

Çukursa’d’da iken bölgedeki Menteş kalesi ahalisinin Karaca İlyas ile gelen Kızılbaşlara saldırdığı haberi gelince Menteş kale­sinin üzerine yürüdüler. Kaleyi ele geçirip içindekileri öldürdü­ler. Böylece daha toparlanma aşamasında iken etrafa, amaçları­nın Safevî hanedanın intikamım almak olduğu, kendilerine karşı koyacakların akıbetinin böyle olacağı mesajını verdiler  . Bun­dan sonra Kağızman üzerinden Tercan’a, oradan da Sankaya’ya geldiler  . Burada iki ay kaldıktan sonra Erzincan’a geldiler. Ora­dan Bingöl yaylalarındaki Ustaclu Türkmenlerinin içine gittiler.

Ustaclu’nun aksakalhlan ve oymakbaşlan İsmail’e refakat ettiler. Fethoğlu Hamza Bey müjdeci olarak gidip ahaliyi İsmail’in hizme­tine çağırdı. Türkmenler onu ayaklarım yere vurarak ve türküler söyleyerek karşılayıp aşiretlerinin içine götürdüler  . Çavuşlu aşi­retinden Baba Süleyman'ın babası Oğlan Ümmet’in evine misa­fir oldular. Ustadular bir defada yaklaşık bin aile olarak İsmail’e bağlılıklarını bildirdiler. Bu haber etrafa yayılır yayılmaz bir anda Kızılbaşlar kalabalık gruplar halinde toplanmaya başladılar. Us- taclulardan başka, Şamlu, Avşar, Tekelü, Varsak, Dulkadir  , Ka­çar ve Karacadağ sufilerinden 7000 kişi toplandı  . Böylece bir yıl önce yedi kişi ile çıkılan yolda en az yedi bin kişilik güçlü orduya ulaşıldı. Görüldüğü üzere, Şah İsmail’in Erzincan’a gelmesi daha çok güvenlik gerekçelerine dayanıyordu  . Çünkü Erdebil’i mer­kez edinme çabalan boşa çıkmıştı; Karabağ-Nahcivan bölgesinde ise hem Hüseyin Baranî gibi yeni hurûc etmiş kişi veya gruplar dolaşıyor, hem de bölgenin yerleşik ahâlisi tarafından desteklen­miyorlardı; Kuzey ve Güney Azerbaycan’da ise Şirvanşahlar ve Akkoyurdulann otoritesi devam ediyordu. Bu sebeple onlar önce- lilde askerî açıdan güçlenmek için ister istemez Erzincan’a başka bir ifade ile Doğu Anadolu yaylalarına gelmek durumundaydılar. Kaldı ki bu hesaplarında da yanılmamışlar, bekledikleri desteği kısa zaman içinde sağlamışlardır.

Etraftaki Kızılbaşlann toplanması beklenirken, II. Bayezid’e el­çiler göndererek, Anadolu’daki müridlerinin Erdebil Ocağı’nı ziya­ret etmesine izin verilmesini istedi  . Bu suretle hurûc harekâtına giriştiğinden ve niyetinin devlet kurmak olduğundan Osmanlı Sultanı’nı da haberdar etmiş oldu.

Osmanlılar ve Kızılbaşlar

İsmail’in Akkoyunlulara karşı mücadelesinin başladığında Osmanlı tahtında II. Bayezid hüküm sürüyordu. Bu sıralarda Os­manlI Devletinin doğudaki en uç sının Trabzon’dan başlıyordu. Trabzon’un güney batısındaki Şebinkarahisar Otlukbeli savaşın­dan sonra Osmanhlara geçmişti. Şeyh İsmail’in Kızılbaşlan top­lamak için geldiği Erzincan Şebinkarahisar'ın doğusunda yer al­makta ve gerçekte Akkoyunlu hakimiyetindeydi; ama ortaya çıkmış olan otorite boşluğu yüzünden bölgede onun hareketlerini engel­leyecek kimse yoktu. Erzincan’a kara yoluyla bağlanan Sivas Osmanlıların elindeydi. Dolayısıyla Akkoyunlu sının bu iki şehri bir­birinden ayırmaktaydı. Buradan Güneybab’ya doğru Kayseri ve Niğde de Osmanlı sınır şehirleriydi ve Dulkadir Beyliği ile ortak sının paylaşıyorlardı. Çukurova’ya doğru inilirken Toroslar üze­rinde batıya doğru yay çizen sınır Tarsus’u Ramazanoğullan ida­resine bırakarak Akdeniz’e ulaşıyordu  .

Buna göre, XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı coğrafyasının en kalabalık konar-göçer gruplarından Dulkadir, Bozuluş, Yeni İl, Varsak, Şam, Halep Türkmenleri ile Çukurova ve Bozok böl­gelerindeki Türkmenler henüz Osmanlı hâkimiyetine alınmamış­lardı. Orta Anadolu’daki Atçekenler ile Eskişehir’den Tokat’a ka­dar uzanan sahada bulunan Uluyörük, Osmanlı Anadolu’sunun en kalabalık Türkmen teşekkülüydüler. Batı Anadolu hemen her sancağa dağılmış durumdaki Yürükler daha çok dar alanda yay­lak kışlak hayatı sürdürdüklerinden yerleşik hayata mütemayil duruyorlardı.

Şu halde, İsmail ile yeni bir devlet kurma yoluna giren Kı­zılbaş Türkmenlerden Dulkadirliler adından da açıkça belli ol­duğu gibi Dulkadir Beyliği topraklarından yani Maraş ve çev­resinden gitmişlerdi. Avşarlar, Akkoyunlu konfedere aşiretleri içinde önemli bir konuma sahiptiler ve bunların bir kısmı daha Cüneyd döneminden itibaren Safevîlerin sadık takipçileri olmuş­lardı. Keza Şamlular da Osmanlı hâkimiyetinin henüz uzanmadığı Halep bölgesi Türkmenleriydiler. Oldukça kalabalık bir nüfus gü- cime sahip olan Ustadular da Şamlulann yani Halep Türkmen­lerinin koluydular. XVI. yüzyıla ait vergi kayıtlarından anlaşıldı­ğına göre Halep bölgesinden Şah İsmail’in hizmetine giden ve Safevî Devleti’nde oldukça etkin roller oynayan Şamlular, Halep Türkmenlerinin tamamım temsil etmiyordu. Onlann gidişinden sonra sayıca oldukça kalabalık bir konar-göçer grup geride kal­mış ve bunlar daha sonra Yeni İl diye anılan Sivas bölgesi Türk­menlerinin de çekirdeğini oluşturmuştu. Bunlar gibi Osmanlı hâkimiyetinden uzakta olan Varsak Türkmenleri   de -geride kalanlara ve Safevî Devleti’ndeki etkinliklerine oranla- sayıca ol­dukça az olmak üzere Şah İsmail’in hizmetine girmişlerdi. Bun­lar galip ihtimal Şeyh Cüneyd’in Anadolu seyahati sırasında Sa­feviyye tarikatına bağlanmışlardı.

Rumlulara ve Tekelülere gelince; bunlann Anadolu’dan yani Osmanlı hâkimiyet sahalarından gittikleri kesin olarak bellidir. Teke ili Şeyh Haydar zamanında Safeviyye halifelerinin etki saha- sındaydı. Şeyh Haydar’ın gönderdiği Haşan Halife bölgede irşad ile meşguldü. Şah İsmail’in hurûc ettiği ve müridlerini kendisine katılmaya davet ettiği haberi ulaşınca, çağnya hemen uydular.

Rumlu olarak tanımlanan Türkmenlerin Timur zamanında Anadolu’dan İran’a götürüldükleri yolundaki rivayetin hiçbir doğrulanabilir tarafi olmadığı belirtilmişti. Ancak Şah İsmail’in hurûcundan çok önce Erdebil’de Rumlular diye bir mahallenin varlığına bakılarak en geç Şeyh Haydar veya Şeyh Cüneyd zama­nında Safeviyye tarikatına bağlandıkları ve peyderpey Erdebil’e yerleştikleri savunulabilir. Bunlann Anadolu’nun hangi kesimlerin­den gittikleri tam olarak belli değildir. II. Bayezid dönemi Ahkâm defterinde İran’a giden Türkmenlerin nerelerden hareketlendik­lerine dair herhangi bir ipucu yoktur. Aşıkpaşazâde de, Safevîlere destek verdikleri için Rumeli’ne sürgün edildiklerini naklettiği su- filerin hangi sancaklardan olduklarına dair bilgi vermek yerine genel olarak menûeket-i Rum diye anmıştn4®2. Bununla birlikte Sivas, Tokat, Amasya gibi sınıra yakın bölgelerden toplandıkla­rını savunabiliriz     . Ayrıca, Bayburtlu aşiretinden Karaca İlyas’ın Rumlülann reisi olduğu yolundaki kayıda nazaran bunların Ka­raman bölgesindeki konar-göçer gruplardan olabileceği kuvvetli ihtimaldir. Çünkü Anadolu’da Karaman bölgesi Turgut, Bayburt ve Eski il diye ayrılıyordu  .

Kaçar, Karacadağhı, Karamanlu, Çepni, Alpavut vd aşiretle­rin ise Azerbaycan bölgesinde konar-goçerlik eden aşiretler oldu­ğunu ilave etmek gerekir. Bundan dolayı vaktiyle Faruk Sümer ta­rafından ileri sürülen Safevî Devleti’ni kuran ve onu ayakta tutan unsurun Anadolu Türklerinden meydana geldiği, Akkoyunlu ulu­sundan olmadığı gibi Karakoyunlularla da hiçbir münasebetlerinin bulunmadığı, bunların hepsinin Orta ve Güney Anadolu’ya mensup “yeni” bir Türk topluluğu olduktan yolundaki görüşlerin   kabul edilebilir bir yanı bulunmamaktadır  . Yukanda açıkça belirtildiği üzere Safevî Devleti’ni kuran Türkmenlerin ezici çoğunluğu Akko­yunlu ve Karakoyunlu sahasında Safevî tarikatına bağlananlardır.

Öte yandan, hemen belirtmek gerekir ki bölgedeki konar- göçer aşiretler Horasan’dan Anadolu’nun en uç kesimlerine ka­dar yayılmış olmalarından dolayı anılan coğrafyada aynı aşiretin birden fazla koluna tesadüf etmek mümkün olup, bunların hep­sinin Kızılbaş kabul edilmesi imkân dâhilinde değildir. Örne­ğin Akkoyunlu Türkmenlerinin bir bölümü Kızılbaş olup Safevî Devleti’nin kuruluşuna ve gelişmesine iştirak ederken, Osmanlı hâkimiyetine giren kollan ise Sünnî kalmışlardır  . Keza Musulhı aşiretinin bir bölümü Emir Han’ın reisliğinde Şah İsmail’in hiz­metine girerken, diğer bir bölümü Kızılbaşlardan kaçıp Firuzkuh bölgesine gitmişler, ancak bölgenin Safevîlerin eline geçmesi üze­rine katliama uğramışlardı. Hatta Emir Han’ın kardeşi Kayıtmış Bey, Diyarbekir’de kalarak Kızılbaşlara katılmamış, şehrin teslimi hususunda da direniş göstermişti. Aynı şekilde Dulkadirli Türk­menlerinin bir bölümü Şah İsmail’in hizmetine girmiş, 1507 yı­lında Şah İsmail Dulkadir topraklarına girince ana vatanlarına ve kan akrabalarına karşı savaşmışlardır.

Benzer bir durum Osmanlı hâkimiyetindeki bölgelerde konar- göçerlik eden Türkmenler için de varittir. Evvel emirde konar- göçer zümrelerin bütünüyle Sünnîlik dışı inanışlara mütemayil olduğu kanaati kabul edilebilir bir husus değildir. Gerek arşiv kay­naklarında gerekse, sözlü edebiyatta bunu doğrulayacak delillerle sahip değiliz. Buna mukabü Anadolu’nun her yerinde Selçuklu­ların ilk devirlerinden itibaren Sünnî akideye uygun medreseler açıldığını, buralarda tahsil gören talebelerin ülkenin her tarafına dağıldığını biliyoruz. Keza Anadolu’da sadece Sünnîlik dışı tari­katlar veya tasavvuf zümreleri değil, Nakşibendiye başta olmak üzere kaynağını Sünnî akideden alan pek çok tarikat faaliyet gös­termiştir. Osmanlıların kuruluş ve gelişme dönemlerinde de aynı hususun varlığından söz edüebüir  . Bundan dolayı Safeviyye ta­rikatının etki sahalarını diğer tarikatları da göz önüne alarak tes­pit etmek doğru bir hareket tarzı olacaktır.

İkinci olarak, Şah İsmail’in hizmetine giden Türkmenle­rin Osmanlı yönetiminden rahatsız oldukları, devlet idaresinin merkezîleşmesiyle birlikte geri plana atıldıkları ve yerleşik ha­yata geçmeye zorlandıkları; buna bütün güçleriyle direndikleri için baskı ve zulme uğradıkları, bu yüzden mehdid propaganda­dan kolayca etkilendikleri, kendilerine makam, mansıp vaat eden Şah İsmail’i tercih ettikleri yolundaki yaygın görüşün de cidden gözden geçirilmesi gerekmektedir     . Yukarıda da belirtildiği üzere Safevî Devleti’nin kuruluşuna iştirak eden ve bu devletin askerî gücünün tamamım oluşturan Türkmenler daha çok Azerbaycan, İran (Akkoyunlu sahası) ve Suriye bölgesinden toplananlardan te­şekkül etmekteydi ve buna karşın Osmanlı coğrafyasından giden­ler genel nüfiısa göre ciddî bir yekûn tutmamaktaydı. Buna bağlı olarak, Osmanlı merkezîleşmesine direnen Türkmenlerin varlığı da göreceli bir yaklaşımın sonucudur. Çünkü konar-göçer Türk­menlerin (ya da Yürüklerin) devletin merkezileşmesi sonucu uğ­rayacakları bir kayıp söz konusu değildi. Konar-göçerler bir boy beyi veya kethüdanın reisliğinde yaylak-kışlak hayatı yaşıyorlar ürettikleri mallan en yakın şehirlerde pazarlıyorlardı. Onların dış saldırılara karşı korunaksız durumda olmaları, ekonomik güçle­rinin kısa zaman içinde değerlenmesi veya kayba uğraması gibi

değişken İktisadî yapıya sahip bulunmaları yüzünden temel ih­tiyaçları güvenlikti ve buna da ancak güçlü bir otorite sayesinde kavuşabilirlerdi. Mesela, Akkoyunlu Devleti’nin yıkılmasından sonra bu devletin hâkim olduğu topraklarda bir müddet otorite boşluğu meydana çıkınca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da konar- göçerlik yapan Türkmenler, yaylak kışlak güzergâhları boyunca topraklarından geçtikleri her kazanın idarecisine vergi ödemek zorunda kalmışlar ve adeta onlann insafına terk edilmişlerken;190 bölgenin Osmanlı idaresine girmesinden sonra hukukî haklanm koruyabilecek duruma gelmişlerdi’  '.

Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllanndan itibaren özerk veya yan özerk yönetilen bir Türkmen teşekkülü bulunmuyordu. Türkmenler veya Yörükler topraklarında konar-göçerlik ettikleri kazanın veya sancağın reayası sayılırlardı. Konfedere bir yapıya sahiplerse boy beyi, değilse kethüda veya oymakbaşı tarafından idare edilirlerdi ve bu idarecilerin tayini merkezi yönetimin ona­yından geçerdi  . Üstelik hukukî problemlerini kendi töre veya iç yasalan ile değil merkezî hükümetin ikame eylediği kanunlar ve tayin ettiği kadılar vasıtasıyla çözüyorlardı. Her Türkmen te­şekkülünün kendine mahsus kanunnâmesi bulunuyordu. Eğer İktisadî faaliyetlerini tehdit eden bir durum ortaya çıkarsa haksız­lığı kendi inisiyatifleri ile çözmek yerine merkezî otoriteden yar­dım talep ediyorlar ve ellerindeki kanunnâmeye aykırı davranıl- dığını bildiriyorlardı. Dahası onların vergi düzeni hakkında ciddî şikâyetleri de vâki değildir  .

Osmanlılann hâkimiyetine giren beylikler için de durum ay­nıydı. Dahası Osmanlılar, yönetim anlayışları gereği ele geçirdikleri bölgelerde reayanın lehine iyileştirmeler yaptıkları için Osmanlı yönetimi pek çok yönüyle cazip bile sayılabilirdi. Bu cümleden olarak Osmanlı Devleti’ne siyasal muhalefeti ile meşhur olan Ka­raman topraklarından çok az bir Varsak grubundan başka siyasî veya ekonomik saiklerle Şah İsmail’in hizmetine giren Türkmen- lerin (=veya Türklerin) varlığına şahit olamıyoruz  . Kaldı ki Şeyh Cüneyd’in Konya’dan ve daha sonra Toroslarda Varsaklann için­den çıkarılmasının Karamanoğullan tarafından yapıldığı yuka­rıda dile getirilmişti.

Tarihçi Celalzâde Mustafa, I. Selim döneminde kaleme aldığı eserinde Türkmenlerin Osmanlı topraklarından ayrılmalarıyla il­gili olarak başka bir meseleyi naklediyor: Eskiden dirliklerin ya­rarlı kişilere verildiğini, tımara liyakatin kılıca liyakat anlamına geldiğini, oysa son zamanlarda (II. Bayezid’in son dönemleri) bu hususa riayet gösterilmeyip rüşvet ve iltimasla dirlikler dağıtıldı­ğını anlattıktan sonra, yiğit, işe yarar ve hak sahiplerinin ise adla­rının bile anılmaz olduğundan bahisle bunların küstürüldüğünü; bu sıralarda İran’da Kızılbaşlann hâkimiyeti ele geçirip dirliklerin hak ve adaletle dağıtıldığı ve işe yarar kişilere verildiği yolunda haberler geldiğini; Anadolu halkının çoğunun da o tarafa mey­lettiğini ve oralara mektuplar göndererek bozgunculuk yaptıkla­rını bildiriyor. Celalzâde’ye bakılırsa halkın İran’a yönelmesinin temel nedeni kötü idareydi. Eğer yönetim düzelirse -yani I. Selim tahta geçerse- bu problemler de ortadan kalkacaktı  .

Celalzâde’nin naklettiklerinden çıkan sonuca göre İran’a yö­nelenler askerî sınıftan kimselerdir ve öncelikli kaygılan geçimle­rini temin edebilecekleri ve itibar görebilecekleri başka bir coğraf­yaya gitmek, daha doğrusu kaderlerini başka topraklarda yeniden sınamaktır. O, herhangi bir dinî etkiden bahsetmemekte konuyu bütünüyle politik ve ekonomik sebeplere dayandırmaktadır. Ona göre kötü idare ortadan kalkar ve istikrarlı bir yönetim temin edi­lirse -ki bunu I.Selim yapabilir- problemler ortadan kalkacak, göç meselesi de hallolacaktır. Güya I. Selim de Anadolu halkına ha­berler göndererek îran’a meyletmemelerini tembih edip kendi­sinin saltanatını beklemelerini istemiştir.

Oysa Şeyh İsmail’in hurûc ettiği yolundaki haberlerin ya­yılması sırasında onun etrafında toplanan Türkmenlerin birinci düşüncesi makam ve mansıp elde etmekten çok şeyhlerinin yani İsmail’in başarmasını sağlamak, en azından bu yolda Ölmekti. Tamamen dinî fanatizmle yola çıkılıyor ve onunla beraber sa­vaşmaktan başka bir şey düşünülmüyordu. Venedikli bir tücca­rın anlattığına göre Kızılbaşlar şahlarının yanında savaşmaktan ve ölmekten büyük haz duyuyorlardı. Öylesine büyük bir sevgi ile bağlanmışlardı ki, birinin başına bir bela gelse Allah yerine Şah’a dua ediyor, savaşta zırhsız ve belden yukarısı çıplak olarak savaşı­yor ve “Şah! Şahl” diye bağırıyor, canlarını onun yolunda vermeyi kendileri için şans addediyorlardı. Hattâ bazıları onu Tann gibi görüyor ve asla ölmeyeceğini düşünüyordu  . Bu durum Şah’ın varlığında yücelen bir bağlılıktı ve Şah’ın emrinin dışına asla çı­kılmıyordu. Savaşlarda galip gelinmesi veya bir şehrin ele geçiril- meşinden sonra elde edilen ganimetlerin Türkmenlerin nazarında gerçekte hiç bir değeri yoktu  , Anadolu’dan giden Türkmenle­rin de bunlardan farklı olduğunu savunamayız. Çünkü “Mürşid-i Kâmil” olarak gördükleri şeyhlerinin hurûc hareketine katılma­ları çağrısı yapılmıştı ve onun sözünü ihmal etmenin hayırlı ol­mayacağı kanaatine sahiptiler.

Osmanlı merkezî yönetiminin İran’a göç edenler konusunda teyakkuz halinde olduğu görülmektedir. II. Bayezid’in sancaklara gönderdiği fermanlarda meselenin özüne dair herhangi bir der ğerlendirme yapılmayıp sadece İran’a giden Erdebil sufilerinin yakalandıkları yerlerde idam edilmeleri ve mallarının müsade­resi emredilmiştir  . Ayrıca, Anadolu’daki bir kısım Kızılbaşlar, Rumeli’ye ve adalara sürgün edildi  . II. Bayezid’in İran’daki Kı­zılbaş hareketini Şeyh Haydar’dan itibaren takip etmeye başladığı, Akkoyunlu Sultanlarının Safevîlere karşı elde ettiği başarılardan dolayı memnunluk duyduğu tespit olunmaktadır2'10.

II. Bayezid’in böylesine katı bir tutum sergilemesinin nedeni halk arasındaki İran’a göç etme eğilimlerim sert bir şekilde bas­tırmak olduğu açıkça bellidir. Bununla birlikte fermanların sık sık yenilendiğine bakılırsa bu hususta da tam bir başarı elde edileme­diği, bazı idarecilerin sufileri yakaladıktan sonra ya rüşvet alarak ya da mallarına el koyarak onları serbest bıraktığı anlaşılmakta- dır2"1. II. Bayezid emrinin yerine getirilip getirilmediğini denetle­yebilmek için her ay idam edilenlere veya yakalananlara dair ka­yıtların gönderilmesini bile talep etmiştir.

Anadolu’daki Kızılbaşlann İran’a yönelmelerinin kısmen de olsa önüne geçilmesi İsmail’in faaliyetleri için ciddî bir engel sa­yılmazdı. Onlar Erzincan’da yeni katılanlarla birlikte harekete ge­çecek kadar askere sahip olmuşlardı. Öte yandan bu göçlerin tek yönlü olmadığı ve bazı Türkmen topluluklannın Osmanlı toprak- lanna sığındığı da vakidir     .

Şirvan’ın Zaptı

Erzincan’da İsmail’e katılanlarla birlikte kendi dönemine naza­ran orta büyüklükte bir orduya sahip olunduğu kanaati hasıl olunca ilk önce ne tarafa sefere çıkılacağı müzakere edildi  . Buna göre iki “düşman” bulunuyordu. Birincisi Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’m öldürülmesine iştirak eden Şirvanşahlar, İkincisi akrabaları olma­sına rağmen Şeyh Haydar ve Sultan Ali’yi öldüren, İsmail’i de 6 yıl boyunca ölüm korkusu içinde yaşatan Akkoyunlular. Bir kısmı Diyarbeldr’e Akkoyunlular üzerine yürümeyi, bir kısmı da Gürcüstan’ı fethetmeyi önerdi. İçlerinden bazı beyler ise müridlerin çoğalması için bir müddet daha beklemenin uygun olacağını savundu  .

İsmail müzakerelerin sonunda o gece istiareye yatacağını ve On İki İmam’dan alacağı ilham ile ertesi sabah sefer yerini söy­leyeceğini bildirdi  . Gerçekte burada seçilen yolun Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’ın stratejilerinden bir farkı yoktu: Çünkü Şir- vanşahlar Akkoyunlulara nazaran daha zayıf bir orduya sahipti­ler. Bunlara karşı elde edilebilecek olan bir zafer Akkoyunlulara karşı yapılacak savaşların neticesi hakkında fikir verebilirdi. Di­ğer taraftan Şirvan ülkesinin fethi başarılı olursa Azerbaycan’ın zaptına kuzeyden başlanmış olacak, hem de henüz silahsız olan bir kısım Kızılbaşlar için silah temin edilmiş olacaktı.

1500 yılında Şirvan üzerine yola çıkılırken Hulefa Bey küçük bir kuvvetle Gürcüstan üzerine akına gönderildi. Hulefa Bey’in akından getirdiği ganimetler Kızılbaşlar arasında paylaştırıldı  . Aykutoğlu îlyas Bey de Menteş kalesini ele geçirdi  . Her iki ba­şarı da Kızılbaşlann moralini yükseltti.

Karamanlu Bayram Bey, kalabalık bir Dulkadirli ordusuyla birlikte öncü olarak yola çıktı. Koyun Ölümü mevkiinde Kür ır­mağının kenarında geçit bulunamamış olması ordunun ilerleyi­şini engellemişti. İsmail onlara kavuşunca atım ırmağa sürerek karşıya geçti  . Kızılbaşlar bu olayı şeyhlerinin bir kerameti ola­rak yorumladılar ve coşkuyla peşine düştüler.

.... Öte yandan, Kızdbaşlann Şirvanşahlann üzerine yürüdüğü haberi Şirvanşah Ferruh Yesar’m kulağına gelince savaş hazırlık­larına başlamıştı  . Şamahı yakınlarındaki Cebani mevkiinde iki ordu karşılaştı. Safevî kaynaklarının bildirdiğine göre Kızılbaşlar 7000 kişi, Şirvanşahlar ise 20000’i süvari olmak üzere 26000 ki­şiydi  . Kızılbaş ordusunun sağında Şamlular, solunda Ustaclu- lar yer alıyordu. Dulkadirliler, Tekelüler ve Rumlular ise İsmail ile beraber merkezde bulunuyordu  . Savaşta Ferruh Yesar öldü­rüldü  . Böylece Şeyh Haydar’ın intikamı alınmış oldu  . Kızıl- başlar Şamahı’yı   ele geçirdiler. Ferruh Yesar’m oğlu Şeyh Şah (Şeyh İbrahim) Nev şehrine gelerek Şirvanşah ordusunu toparla­maya çalıştıysa da Hulefa Bey üzerine yürüyünce gemiyle Gilan’a kaçtı. Nev’in idaresi Hulefa Bey’e bırakıldı  . Şirvan seferinden dönülürken ele geçirilen pek çok kıymetli taşlan da içeren bütün ganimetler onlann pis (Sünnî) olduğu gerekçesiyle İsmail’in em­riyle suya atıldı  .

Bu zaferin ilginç yönlerinden bir diğeri ise yıllarca Akko­yunlu sarayında vezirlik görevinde bulunan ve son olarak Elvend Padişah’m veziriazamı olan Emir Zekeriya-i Tebrizî-Kececi’nin İsmail’in hizmetine girmesiydi. İsmail onu hemen vezaret ma­kamına getirdi ve ona “Azerbaycan’ın Kilidi” unvanını verdi  . Çünkü bu yaşlı ve tecrübeli vezirin katılımı Akkoyunlu sarayı için de bir çözülme işareti sayılabilirdi.

O yıl Mahmudabad’da   kışlanırken Bakü ahalisinin vergi ver­mekten kaçındığı haberi geldi. İsmail, Ustaclu Muhammed Han ile Aykutoğlu îlyas Bey’i Bakii kalesinin zaptına görevlendirdi. Ancak onlann çabalan oldukça sağlam yapılı olan Bakü kalesini ele geçirmeye yetmeyince İsmail, Bakii’ye geldi. Bakü kalesinde- kiler teslim olmakta direnince kale zorla zapt edilip direnişçile­rin bir kısmı kılıçtan geçirildi. Geriye kalanlar aman bedeli öde­yerek canlarını kurtarabildiler  .

Bakü’nün alınması Şeyh Cüneyd’in intikamının alınması anlamına geliyordu. Bu vesile ile Şeyh Cüneyd’e karşı savaşmış olanlann tespitine girişildi. Bunların mezarları tek tek tespit edi­lip tahrip edildi. Şeyh Cüneyd’i öldüren Şirvanşah Halil’in mezarı sökülüp, kemikleri yakıldı, toprağı rüzgâra savruldu. Şirvanşah Halil’in künbedinin içinde çok miktarda altın bulundu  . Daha sonra Şirvanşah askerlerinin bir bölümünün sığındığı Gülistan kalesinin zaptına yöneldiler.

Tebriz Yolu

Gülistan kalesi sarp ve zaptı zor bir kale durumunda oldu­ğundan Kızılbaşlar burayı ele geçirmekte zorlanıyordu. İsmail ka­rar değiştirip Gülistan’m zaptı için uğraşmaktansa Azerbaycan’ı ele geçirmenin daha uygun olacağını söyleyip orduyu Azerbay­can üzerine döndürdü. Bu karar değişikliğinin sebebi olarak kay­naklar İsmail’in bir gece rüyasında On İki İmam’dan birini gör­düğünü ve onun Gülistan kalesi ile uğraşmaktansa Azerbaycan'a yönelmesini telkin ettiğini söylüyorlar22’. Ancak, gerçekte Emir Zekeriya’mn İsmail’in hizmetine girmesi ve onu Azerbaycan üzerine yürümeye teşvik etmesinin etkisi büyüktür     . Şüphe­siz, bu karar değişikliğinde Elvend Bey’in bu sıralarda Muham­med Karçıgay’ı kalabalık bir ordu ile Gence tarafına gönderme­sinin de payı vardı  .

Yiğitliğinden ve cesaretinden dolayı kendisine “Tozkoparan” denilen Kaçar Piri Bey öncü olarak Nahcivan üzerine gönderildi  . Onun gelişinden haberdar olan Şekeroğlu Haşan Aga, Elvend Sultan’a haber vererek Kızılbaşların Azerbaycan üzerine yürüdü­ğünü bildirdi. Akkoyunlu Sultam Elvend bunun üzerine Musullu Osman Bey’i, Kara Piri’yi karşılamaya gönderdi. Kara Piri, Osman Bey’in kuvvetlerini dağıttı, onu yakalayıp Şah İsmail’in huzuruna gönderdi, orada öldürüldü  . Elvend bunu duyunca Çukursa’d ta­rafına yöneldi ve Şurur’da hazırlıklara başladı  .

İsmail yedi bin kişilik ordusuyla Şurur’a gelip Elvend’in otuz bin kişilik ordusunun karşısında saf tuttu  . Şirvan seferinde yer alan Kızılbaş reisleri yine aynı düzen içinde ordunun sağında ve solunda yer aldılar. Denk olmayan kuvvetlerin savaşında   Kızıl- başlar büyük bir başarı elde edip Elvend’in ordusunu ağır bir mağ­lubiyete uğrattılar. Kaçmaya çalışan Türkmenler, ordunun arka tarafında yer alan develer ile Kızılbaşlar arasında sıkıştı. Bundan dolayı kayıp miktan neredeyse yedi bini buldu  . İleri gelen Ba­yındır emirlerinden Karçıgay Muhammed, Latif Bey, Şeydi Gazi Bey de öldürülenler arasındaydı  . Elvend savaş meydanını terk edip Erzincan üzerinden Diyarbekir’e gitti. Akkoyunlu hâzineleri Kızılbaşlann eline geçti  . Böylece Kızılbaşlar ikinci defa olarak az bir kuvvetle kendilerinden sayıca üstün kuvvetlere karşı bü­yük bir zafer elde etmiş oldular. Bu zafer onlara Akkoyunlu tah­tının merkezi olan Tebriz’in yolu açtı.

İsmail ve Kızılbaşlar birkaç gün bölgede kaldıktan ve Elvend’in Diyarbekir’e gittiği hususunda emin olduktan sonra Tebriz’e yönel­diler. Yaklaşık 12000 Kızılbaş görkemli bir şekilde şehre girdi  . Tebriz’in ileri gelenleri İsmail’i karşılayıp ona bağlıhklannı bil­dirdiler  .

Tebriz’de de büyük bir katliama girişildi. Akkoyunlu hane­danına mensup kişilerin ve Şeyh Haydar ile savaşanların mezar­ları sökülüp kemikleri yakıldı. Elvend’in hassa askerlerinden se­kiz yüzden fazlası kılıçtan geçirildi. Hattâ Şeyh Haydar’m başının Tebriz sokaklarında dolaştırılması ve köpeklere atılmasının inti­kamını alırken bütün sokak köpekleri öldürüldü  .

İsmail Heşt Beheşt sarayında tahta oturdu ve şahlığını ilan etti (1501 yılının ortalan). Adına üzerinde On İki İmam’m adı ve “La ilahe İllâ Allah Ali Veliyullah” yazılı sikke kesildi  . Böylece Hurufiler, Serbedarlar, Muşaşa’alar gibi siyasal iktidarı ele ge­çirmeye çalışan tasavvuf! hareketlere nazaran Safevîler başanya ulaşmış oldular.

Şah İsmail ve Şiîlik

Şah İsmail’in asıl meselesi ise Şiîliğin üanı idi     . Konuyu et­rafıyla müzakere etti. Emirler üç yüz bin kişiye yakın Tebriz aha­lisinin neredeyse dörtte üçünün Sünnî olduğunu ve aralannda "Biz Şü Padişah istemiyoruz.” diye konuştuklannı, Şiîliğin ilan edilmesine karşı çıkabilecekleri ve bunun büyük bir tehlike ola­bileceğini söylediler. Şah İsmail, “Kimseden korkmuyorum. Allah ve On İki İmam benimledir. Eğer bir söz söylenirse kılıcımı çe­ker ve kimseyi sağ bırakmam.”337 dedi. Ertesi gün Tebriz Cuma Camii’nde Kızılbaşlar ahalinin arasına tepeden tırnağa silahlı ola­rak karıştılar. Neredeyse iki Tebriz'imin arasında bir Kızılbaş bu­lunuyordu. Şah İsmail de elinde kılıcıyla minberin yanında du­ruyordu. Mevlana Ahmed-i Erdebilî minbere çıkıp On İki İmam adına hutbe okudu. Kaynaklara göre camidekilerin yansı bun­dan memnuniyet duydular. Geri kalanlar rahatsız olup kıpırdan­maya başlayınca Kızılbaşlar hemen kıhçlannı çekip onları sustur­dular  . Ezan’a “Eşhedii enne Aliyye veliyullah” ve “Hayyi alâ hayrili-ameV "Muhammed ve Ali hayrüİ-beşer”   sözleri ilave edildi  . Hutbeden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Emevîler ve Abbasîlere lanet okundu. Bundan sonra her yerde ilk üç halifeye lanet okunması  , okumayanların katledilmesi  , Sünnîler gibi namaz kılanların başlarının kesilmesi, Şah’ın zu­hurundan önce Safevîlere ve Şülere sevgi duyanlara zulmeden Sünnîlerin intikam ateşinde yakılmaları   emredildi  . Bundan sonra Azerbaycan’da pek çok kişi öldürüldü  .

Bu katliamın anlamı açıktı. Şah İsmail, öncelikle ailesine yapılmış olan kötülüklerin intikamım alıyordu. Şüphe yok ki, o kendisinin eğitimi ile meşgul olan Kızılbaşlardan dedesi, babası ve Kızılbaşlann mücadelesi hakkında hemen hemen hepsi dra­matik bir sonla biten pek çok hikâye dinlemişti. Şirvanşahlardan sonra Akkoyunlulardan da Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Sultan Ali’nin -elbette buna İsmail’in öldürülme korkusuyla geçirdiği İstahr, Erdebil ve Gilan’daki yıllarım da ilave etmek gerekir- in­tikamı alınmaktaydı. Bu yüzden seleflerinin acılan, kendi acı ve sıkıntılanyla birleşip, düşmanlannı can korkusuna düşüren bir intikam hırsına dönüştürmüştü.

İkinci olarak katliamlann tesiriyle Sünnîlik bütünüyle sindi­riliyor, Şiflerin Sünnflerden kaynaklanan korkulan ortadan kal­dırılıyor ve Şiîlik takiyye ve gizlilik döneminden çıkıp resmî bir mezhep haline getiriliyordu. Bu yönüyle şiddet gösterisinin te­melinde Kerbelâ olayının ve bunun etrafında oluşan acı, ıstırap ve gözyaşı ile süslenen hikâyelerin derin bir intikam duygusu ya­ratması da yatıyordu.

Son olarak sultanlığının kabulü ve fethedilmesi planlanan böl­geler için de bir tür gözdağı amacını güdüyordu. Ortaya öylesine dehşetli bir manzara çıkarılmıştı ki, Şah’a direnen ister Sünnî ister Şiî kökenli her kim olursa olsun akıbet aynı olacaktı. Bu yönüyle Sultanlığın tesisi konusunda da oldukça katı bir tutum içindeydi ve hâkimiyetine karşı çıkan herkes aynı akıbeti paylaşacaktı

Bu şiddet gösterisi en çok Şiîliğin yayılmasında kendisini gös­terdi ve başta Tebriz olmak üzere hâkimiyet altına alınan sahalar­daki insanlar Şiîlik ile ölüm arasında bir tercihe mecbur bırakıldı. Her ne kadar Safevî kaynaklan herkes Şiîliğe girmeye başladı ve bu mezhep revaç buldu   diye kaydediyorsa da ileride görüle­ceği üzere Kaznın, Yezd, Tabes, Karşi, Bağdat ve Horasan’da bü­yük katliamlar yapıldı. Netice olarak Sünnîlik azalmaya başladı ve kimse Sünnî olduğunu gösteremez oldu  .

Safevî kaynaklan Şah İsmail’in kan dökücülüğü konusunda ona hiçbir eleştiri getirmezler. Sadece Hurşah b. Kubad, İsmail’in doğumu bahsinde, Orta Asya kökenli bir inanca atıf yaparak, onun avucunda kan pıhtısıyla doğduğunu  , bunun da ileride büyük ve kan dökücü bir hükümdar olacağına delalet ettiğini yazdık­tan sonra, “kan dökücülüğü o hale gelmişti ki, kan içici Behram (Savaş Tanrısı) bile onun korkusundan Nahid yıldızının (Çoban Yıldızı/Savaş Tanrıçası) çarşafının altına saklanırdı.” diyerek do­laylı bir eleştiri yapar  .

Öte yandan Şiîlik hususundaki bu kadar yoğun vurguya rağ­men Şah İsmail, yola çıkmasından bütün İran’da hâkimiyetini te­sis edinceye kadar geçen süre zarfında İran'ın diğer Şiî zümreleri tarafından her yönüyle desteklenmemişti. Bu yüzden aslında Sa­feviyye hareketini ve Şah İsmail’in hurûcunu başlı başına Kızıl­baş hareketi olarak ele almak icap etmektedir. Bu yönüyle İran’da Şiîliğin tesisi ve Şiîleştirme, dolaylı olarak, aşın   fikirlere sahip olan Kızılbaşlann da eş zamanlı Şiîleşmesi anlamına geliyordu. Çünkü görüldüğü kadarıyla Kızılbaşlann fikrî hayatım besleyen tek merkez Erdebil tekkesiydi ve daha çok “Dedeler” tarafından temsil edilmekte ve sözlü geleneğe dayanmaktaydı. Şah İsmail’in etrafındaki Kızılbaşlar bütünüyle askerlik sahasında göründü­ğünden askerî uygulamaların dışında Şiîliğin tesisinde teorik bir rol oynayacak durumda da değillerdi  . Bu yüzden Şah İsmail, etrafa haberler göndererek Şiî ulemayı İran’a çağırdı. Cebel-i Amul  ve Bahreyn’den gelen Şiî-Arap ulema yerel ulema ile bir­likte Şiîliğin temel dinamiklerini ortaya koymuşlar, pek çok eser telif etmişler ve İran’ın fikrî anlamda Şiîleşmesinde gerçek rolü oynamışlardır  .

Ahaliyi Şiîliğe geçirmede uygulanan birinci yöntem ise oldukça basitti. Halk Tebriz’de büyük bir meydanda toplanıyor, Şiî ulema­dan biri halka Şiîliğin esaslarını anlatıyor, diğeri ise hazır bekler hutbe ve vaazdan sonra ahaliyi yeni mezhebe döndürürdü  .

Şah İsmail’in Şiîliği resmî mezhep yapması ve devlet gücünü her yönüyle Şiîliğih hizmetine vermesi, eski İran’da var olan, “Din ve devlet iki kardeştir ve biri diğeri olmaksızın olmaz, din padi­şahlığın temelidir, padişah dinin koruyucusudur.  anlayışının yeniden canlandırılması anlamına geliyordu. Böylelikle “Zıllıdlahu fii-arz” yani Allah'ın yeryüzündeki gölgesi anlayışı yeniden tesis ediliyordu. Şah, “Mürşid-i Kâmil'’ sıfatıyla en yüksek dinî otori­teyi temsil ediyordu. Ama aynı zamanda Şah sıfatıyla da dinin en önemli koruyucusu durumundaydı  . Nitekim Cihangüşa-yı Ha­kan adlı eserin içinde yer alan Şah İsmail’in elinde kılıç ile camide On İki İmam Şiası’nı ilan edişini tasvir eden minyatür, onun ko­ruyuculuk vasfinı bütün sadeliği ile ifade etmektedir.

İlk Tayinler

Şahlığın ilanından sonra Şah İsmail, Mir Zekeriya’yı vezarete getirdi  . Gilan’da iken hocalığını yapmış olan Mevlana Şemsed- din Gilanî ise en yüksek dinî makam olan “Sadaret”   ile görev­lendirildi. Emirü’l-ümeralık ise Lala Hüseyin Bey ve Dede Abdal Bey’e verildi’  . Rumlu Div Ali’ye “sultan” unvanı verilerek emir­liğe yükseltildi. Karamanlu Bayram Bey ise Şah İsmail’in kız kar­deşi ile evlendi  . Bundan sonra tayinlerde göreve atanacak kişinin Şiîliğe duyduğu samimiyeti esas ölçü haline geldi, Şiîliğe sadaka­tinden şüphe duyulan kişiler her zaman gizlice takip edildi  .

Akkoyunlu Sultanlarıyla Son Savaş

Şah İsmail, Akkoyunlu Sultam Elvend’in, Erzincan dolayla­rında ordusunu yeniden toparlamaya çalıştığı haberinin alınması üzerine Erzincan’a doğru yola çıktı  . Yolda avlanarak bir süre oyalandı. Fakat bu esnada Elvend’in Tebriz’e yürüdüğü haberi ge- linçe, ordusunu hemen döndürdü. Elvend Tebriz’e hâkim otama­dan kaçmak zorunda kaldı, ordusu dağıldı. O, Ovcan üzerinden Bağdat’a geldi; ama burada Pürnekli Barik Bey’in muhalefeti ile karşılaşınca Diyarbekir’e gidip, şehrin idaresini eline aldı        .

Bundan sonra Diyarbekir’e yerleşen Elvend’in Şah İsmail’e muhalefeti devam ettiyse de karşı da koymadı. Onun ölümü konusu şüphelidir. Safevî kaynaklan onun 1504/5 yılında Diyarbekir’de eceli ile öldüğünü kaydetmesine rağmen254, adı bilinmeyen Vene­dikli Tüccar, Diyarbekir’de Musullu Emir Han tarafından yakalanıp Şah İsmail’e teslim edildiğini, kendisinin de onu Malatya’da iken çadırda zincirlenmiş vaziyette bizzat gördüğünü, Şah İsmail’in Dul- kadir seferinden döndükten sonra onu öldürdüğünü bildiriyor255.

Şah İsmail’in bütün Azerbaycan’ı ele geçirmesinden oldukça rahatsız olmuş olan Irak, Fars ve Kirman bölgelerinin hükümdarı Murad, büyük bir ordu toplayarak savaş hazırlıklarına başladı.

Delican’a gelerek kendisine bağlı Akkoyunlu emirlerinin askerle­riyle gelip katılmaları için her tarafa adamlar gönderdi. Burada yaklaşık 7000 kişi toplanınca bunları Hemedan tarafına gönderdi.

Akkoyunlu toprakları hızlı bir şekilde Kızılbaşlann eline geç­tiği halde Akkoyunlu aşiret reislerinin birbirleriyle mücadelesi de­vam ediyordu. Sultan Murad’m annesi Gevher Hatun öncelikli işin Şah İsmail’in ve Kızılbaşlann bertaraf edümesi olduğunu söyleye­rek Ferruhşad Bey ve Eslemez Bey’den aralanndaki ihtilafın hiç olmazsa bir süreliğine ertelenmesi ve oğlu Murad’a yardım edil­mesi için onlan ikna etmeye çalıştı  .

Önemli bir Şiî merkezi olan Kum’un idareciliğini yapan ve ahalinin baskısı ile Şia mezhebini benimseyen Eslemez Bey, Murad Sultan’m çağrısına uymamıştı. Elbette bu itaatsizlik Şah İsmail’in Şiîliği terviç etmesinden çok kendi aralanndaki rekabetten kay­naklanıyordu. Ancak Gevher Hanım, Kum’a giderek Eslemez ile görüşüp durumun nezaketinden bahsetti. Eslemez Bey ikna ola­rak Kum’dan aynhp Hemedan’a doğru yola çıktı  .

Şah İsmail, Murad Sultan’a elçi gönderip akrabalık bağların­dan bahsedip kendisine tâbi olmasını istedi  . Murad, bu teklifi elbette reddetti. 1503 yılının Haziran’ında iki taraf Hemedan ya- kmlanndaki Alma Bulağı  denilen yerde karşı karşıya geldiler  . Akoyunlular sayıca üstün durumdaydılar  . Öncü durumdaki Es­lemez Bey, Kızılbaş ordusunun öncülerini yerinden oynatıp, or­dunun merkezine ağır darbeler vurmaya başladı. Onun bu başa­rısı diğer Bayındır beylerinin kıskançlığına sebep olduğundan ona gerekli desteği vermediler. Safevî ordusunun içine girmiş olan Es­lemez Bey, Kızılbaşlar tarafından kuşatılarak ordusuyla birlikte bertaraf edildi. Bu yüzden üstünlük bir anda Kızılbaşlann eline geçti. Akkoyunlu ordusu dağıldı. Bayındır beylerinden Eslemez Bey, Ali Bey ve Güzel Ahmed Bey ile birlikte yaklaşık on bin kişi öldürüldü  . Şah İsmail’in “Nâ-Murad (=Muradsız)” dediği Sul­tan Murad, savaşı kaybedince Şiraz’a gitti. Safevîler her tarafa el­çiler göndererek zaferlerini duyurdular  . Böylece bütün Azerbay­can ve Irak-ı Arap Safevîlerin eline geçmiş oldu  . O kış Elvend dağının eteğinde kışlandı.

Sultan Murad’m Şiraz’dan çıkarak Fars memleketlerini ele geçirmeye başladığı haberi gelince, Şah İsmail yeniden onun üzerine yürüdü. İsfahan üzerinden Fars’a yöneldiği sırada Fi- ruzkuh bölgesinin hâkimi Hüseyin Kiya Çelavî’nin isyan ettiği haberi geldi  . Şah İsmail, Aykutoğhı İlyas Bey’i onun üzerine gönderip kendisi İsfahan’a ulaştı. Şehir halkı onu memnuni- yede karşıladı. Şehrin idaresi Şamlu Abdi Bey’in oğlu Durmuş Han’a bırakıldı.

Kirman’m idaresi ise Ustaclu Han Muhammed’e verildi. O 600 kişilik bir kuvvetle Kirman’a yönelince, şehrin idaresini elinde bulunduran Türkmen Mahmud Bey, emrinde en az iki bin kişi ol­masına rağmen direniş göstermeyip Horasan’a kaçtı  .

Sultan Murad, Şah İsmail’in geldiğini haber alınca Şiraz’ı bırakarak önce Şuşter’e daha sonra Bağdat’a kaçtı. Böylece Şi- raz zahmetsizce ele geçirildi  . Kazrun hatipleri Sünnî olduk­ları gerekçesiyle'öldürüldü. Şiraz Eyaleti Dulkadirlilerin Hacılar oymağından Keçel Beye verildi. Bundan sonra Şiraz Dulkadir­lilerin merkezi haline gelip uzun yıllar onlar tarafından idare edildi  .

Son Akkoyunlu Sultan’ı Murad Bağdat’ta Pürnekli Barik Bey tarafından karşılandı. Ancak o burada da fazla kalamayarak Barik Beyle birlikte Haleb’e gidip bir müddet Memlûk sultanı Kansu Gûrî’nin himayesinde kaldı. Daha sonra Dulkadiroğlu Alaüddevle Bey’in yanına gitti. Onun kızı üe evlendi. Bu evlilikten Haşan ve Yakup adıyla iki de oğlu oldu. Çaldıran savaşında Osmanlı ordu­sunda yer alan Sultan Murad, I. Selim tarafından Diyarbekir üze­rine gönderildi. Urfa yakınlarında Kaçar Karaca (Açe) Sultan ile yaptığı savaşta öldürüldü     . Karaca Sultan onun başını ve yüzük parmağını Şah İsmail’e gönderdi. Böylece Akkoyunlu hanedanı sona erdi (1514) 28°.

Firuzkuh’ım Zaptı

Mazendaran hâkimi Emir Hüseyin Kiya Çelavî, Rey, Fi- ruzkuh; Demavend, Har, Semnan ve çevresini ele geçirmiş, as­lında bir Şiî olmasına rağmen   Şah İsmail’e karşı ayaklanıp karşı çıkmaya başlamıştı. Sultan Murad’ın yenilmesinden sonra onun muhalefetinden cesaret alan bir kısım Türkmen de Kı- zılbaşlardan kaçarak ona sığınmışlardı. Şah İsmail, daha önce Azerbaycan'ın idaresini verdiği Aykutoğlu İlyas Bey’?  , onun ber­taraf edilmesi için gönderdi (1504). Ancak, Hüseyin Kiya daha atak davranarak İlyas Bey’i öldürdü. Şah İsmail, hurûcundan beri yanında olan Aykutoğlu İlyas Bey’in öldürüldüğü haberini alınca çok üzüldü. Hemen Hüseyin Kiya’nın üzerine yürüdü. Önce Gülhandan kalesine yöneldi; burası ele geçirildikten sonra Demavend’de katliam yapıldı. Arkasından Firuzkuh kalesi tes­lim alındı. Mir Necm-i Gilanî’nin tavassutuyla kale halkı katli­amdan kurtuldu ama muhafızların hepsi öldürüldü  . Oradan Asta kalesine geldiler. Hüseyin Kiya Çelavî ile Türkmenlerin re­isi olan Cihanşahlu Murad Bey bir ay direndikten sonra 11 Mayıs 1504’te aman ile kaleyi teslim ettilerse de kale halkına ve Türk- menlere katliam yapıldı  . Hüseyin Kiya bir kafese konulunca, o buna dayanamayıp intihar etti. Buna rağmen cesedi Aykutoğlu İlyas Bey’i öldürdüğü yerde yakıldı. Kaleye sığınmış olan Türk- menlerin reisi Cihanşahlu Murad Bey ise bir kazığa geçirilerek yakıldı  .

Bu şiddet gösterisi de hemen yankısını buldu: Gilan bölgesinin hâkimi Karkiya Mirza Ali’nin kardeşi Karkiya Sultan Hüseyin, Şah İsmail’e bağlılığını bildirip ülkesine döndü  . Şah Sovuhbulağ’da  ®7 iken Erdsend kalesinin kumandam Suhrab Çelavî, Harakan yay­lasına gelindiğinde de İstinadak kalesi halkı Şah’a bağlılıklarını bildirdiler  . Bu sıralarda Reis Muhammed Kere’nin Yezd’e sal­dırdığı haberi geldi.

Asta kalesinin zaptından sonra Şah İsmail, esirler arasında Musullu Türkmenlerinden Begüm Hanım’ı görüp onu kendisine nikahladı  .

Yezd ve Tabes’in Alınması

Sultan Murad’ın Bağdat’a kaçmasından sonra Yezd hâkimi Bayındırlı Murad Bey de Şah İsmail’den korktuğu için şehrin ida­resini veziri Hoca Sultan Ahmed-i Saruyî’ye bırakıp Herat’a, Sul­tan Hüseyin Mirza’nın yanma kaçmıştı  .

Sultan Murad’ın mağlup edilmesinden sonra Şah İsmail Yezd’i Lala Hüseyin Bey’e tuyul   olarak verdi. Hüseyin Bey, Şu- ayb Bey’i Daruga olarak Yezd’e gönderdi. Ancak Sultan Ahmed onu hile ile öldürdü. Bu esnada karışıklıktan istifade eden Ebr- kuh hâkimi Muhammed Kere  , Yezd’i istila edip Sultan Ahmed’i öldürdü  . Bunun üzerine Şah İsmail Yezd’e gelerek şehri ele ge­çirdi. Şehirde katliam yapılıp en az yedi bin kişi öldürüldü  . Mu­hammed Kere yakalanıp bir kafese konularak İsfahan’a getirildi. Burada kadın-erkek bütün akrabalarıyla birlikte yakıldı  . Dul- kadirliler Ebrkuh’u ele geçirdiler, Muhammed Kere’nin oğlu İsa yakalanarak kafes içinde Şiraz’a getirildi ve burada idam edildi (15O5)  -

Fars eyaletinin idaresi Dulkadirli Keçel Be/e verilmişti  . Ancak bir süre sonra, halka iyi davranmadığı gerekçesiyle görev­den alınıp idam edildi; Şiraz bir süreliğine Avşar Mansur Bey’in idaresinde kaldı  . Keçel Bey’in yerine yine Dulkadirli Türkmen­lerinin Şeyhli aşiretine mensup olan San Ümmet Bey, “Halil Sul­tan” lakabı verilerek tayin edildi, Dulkadir ordusu Halil Sultan’m emrine verilip, Fars eyaleti de ona bırakıldı  .

Yezd’in alınmasından hemen sonra Sultan Hüseyin Mirza’ıun elçisi güya Şah’ın fetihlerini tebrik amacıyla Yezd’e geldi. Fakat getirdiği mektup ve hediyeler küçültücü ve alaycı ifadeler taşıdı­ğından hızla Horasan hududundaki Tabes’e akın yapıldı. Burası Sultan Hüseyin Mirza tarafından Emir Muhammed Veli Bey’e So- yurgal olarak verilmiş ve onun adamlanndan Terdi Baha'nın ida­resine bırakılmıştı. Terdi Baba, Kızılbaşlann geldiğini haber alınca kaleye sığındı. Kızılbaşlar Tabes’i ele geçirip katliam yaptılar  . Bu haber Horasan’da büyük bir korkuya neden oldu. Sultan Hü­seyin Mirza, Şah’ın gönlünü almak için daha gösterişli hediyeler gönderdi. Şah İsmail, hızlı bir şekilde oradan ayrılarak Yezd üze­rinden İsfahan’a geçti  . Bu sıralarda bölgede büyük bir kıtlık yaşanmaktaydı. Şah İsmail daha önce söz verdiği halde orduya hububat satmakta gönülsüz davrandığı ve depolarında tuttuğu gerekçesiyle Emir Gıyaseddin Muhammed’i ve hakkında şüpheli mektuplaşmalar yapıyor diye dedikodu çıkarılan Şah Takiyüddin Muhammed’i idam ettirdi  .

II. Bayezid’in Elçileri

1505 yılının kışında Şah İsmail İsfahan’da iken, Fars ve Irak’taki zaferlerini tebrik etmek amacıyla Osmanlı sultanı II. Bayezid’in elçileri geldi. Eşikağası Başı Şamlu Durmuş Han ve diğer muha­fızlar gösterişli silahlarla Şah’ın yanında durdular. Tahtın bir ta­rafında tören giysileri içinde ordu kumandanları yani Kızılbaş re­isler, diğer tarafında ise Şemseddin Lahicî, Şerefeddin Şirazî gibi din adamları yer aldılar. Şah onları büyük bir gösterişle karşılayıp Nakş-ı Cihan sarayında ağırladı  . Ordusuna geçit resmi yaptır- diktan sonra Şah’a bağlı olanların kendilerini minareden atmaları istendi. Kızılbaşlar bu emre kayıtsız uyup sırayla minareye çıkıp aşağıya atlamaya başladılar. Yüzden fazla kişi atlayıp, çok sayıda kişi de atlamak için sıraya girince Osmanlı elçisi gördüğü manzara karşısında dehşete kapılıp, gösterinin durdurulmasını rica etti  . Aynca, Muhammed Kere ve ailesinin yakılması da Osmanlı elçi­sinin önünde cereyan etti  .

Şeyh Haydar’ın İntikamı

1506 yılında Dulkadirli’den Korçubaşı Dede Abdal Bey, Şeyh Haydar’a karşı savaşa katılanlann tespit edilip katledilmeleri ama­cıyla Tabersaran’a gönderildi. Suçlananların bizzat Abdi Bey’e mü­racaat ederek masum olduklarını ispat etmeleri istendi. Bu so­ruşturma esnasında muhtelif Türkmen kabilelerine mensup çok sayıda adam öldürüldü  .

Kürt Sarım

1506 yılında Azerbaycan sınırında Urumiye’ye saldırılarda bu­lunan Kürt Sanm’ın bertaraf edilmesi için ordu sevk edildi. Kürt Sanm’ın taraftarlarına katliam yapıldı, ancak kendisi ele geçiri­lemedi. Bir süre sonra yeniden ortaya çıkınca Karamanlu Bay­ram Bey, Talışlı Hadim Bey, Şamlu Ahdi Bey ve Tekeli San Ali Bey’in idaresinde yine ordu sevk edildi. Safevîler, Kürt Sanm’ın ailesini ve adamlanndan pek çoğunu sağ olarak ele geçirdiler. Bu savaşta Durmuş Han’ın babası Korçubaşı Abdi Bey ve San Ali öl­dürüldü. Şah İsmail bunlann intikamını almak için esirlerin hep­sini öldürdü (1507 yılının kışı)  .

Dulkadiroğulları ile Savaş

Dulkadir Türkmenleri, Safeviyye tarikatının en eski müridle- rinden olup tarikatın erken dönemlerinden itibaren Erdebil’e yer­leşmeye başlamışlar, Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’m faaliyetle­rine fiilen destek olmuşlardı. Şah İsmail’in Erdebil’de gizlenmesi de yine Dvdkadirliler tarafından sağlanmıştı. Yukanda da bahse­dildiği üzere Şah İsmail’in çağrısına en büyük desteği veren ve kalabalık bir şekilde onun hizmetine girenlerden biri de Dulka­dirli Türkmenleri’ydi. Dulkadir Beyi Alaüddevle Bey’in halkının Şah İsmail’in hizmetine girişini engelleyemeyişi her halde konar- göçer yapıdan kaynaklanıyordu ve Türkmenler bütünüyle kont­rol edilememişlerdi.

Şah İsmail’in Akkoyunlu tahtına oturduktan kısa bir za­man sonra Dulkadirliler üzerine yürümeye teşebbüs ettiği, ancak Elvend’in Tebriz’e doğru yola çıktığı haberi gelince bu düşünce­sini ertelediğine dair kayıtlara nazaran, o dönemde ciddî şekilde asker ihtiyacında olan Şah’m, Dulkadirli sahasından gelen Türk­menlerin engellenmesine içerlemiş olabileceği akla geliyor. Çünkü o sıralarda Dulkadirlilerle Safevîler arasında herhangi bir prob­lem görünmüyor.

Akkoyunlu hanedanın çökmesiyle birlikte bu devletin batı sı­nırında -yani Doğu Anadolu’da- otorite boşluğu meydana çılanca, ülkenin batı sınırında Maraş, Elbistan ve çevresinde hüküm sü-

ren Dulkadirliler yavaş yavaş hâkimiyetlerini Diyarbekir’e doğru yaymaya çalışmışlardı. Alaüddevle Bey, Akkoyunlulann son sul­tam Murad Bey’i himayesine aldığı gibi kızı ile de evlendirmek suretiyle akrabalık bağını kuvvetlendirmişti. Üstelik hâkimiyetini Harput’a kadar genişletmiş, Diyarbekir’de de Akkoyunlu Göde Ahmed Bey’in oğlu Zeynel Bey’in idaresini tesis etmişti  . Üste­lik Şia ile Sünnîlik arasına sıkışmış olan Eğil, Atak, ve Silvan'ın Kürt idarecileri kendiliklerinden Dulkadirlilere katılmışlardı. Bundan sonra Savur, Silvan, Mardin ve uzun uğraşlardan sonra Urfa Dulkadirlilerin hâkimiyetine geçmişti. Böylece Akkoyunlu topraklan yavaş yavaş el değiştirmeye başlamıştı. Her ne kadar Zeynel Bey’in Diyarbekir’deki hâkimiyeti Musullu Emir Han ta­ralından sonlandınldıysa da bölgede Safevî hâkimiyeti henüz te­sis edilmemişti  .                                             

Safevî kaynaklan Şah İsmail’in Dulkadir Beyliği’nin üzerine yürümesini, onun İran üzerine yürüyeceği haberinin alınmış ol­masına   bağlıyorlarsa da gerçekte, mesele henüz tam olarak hâkimiyet altına alınamamış olan bölgelerden Dulkadirlilerin ta­leplerini ortadan kaldırmaktı.

Şah İsmail 1507 yılının bahannda Dulkadirliler üzerine yü­rüdü. Aslında Diyarbekir üzerinden Dulkadir topraklarına ulaşması mümkün iken, gerek Osmanldara gözdağı vermek gerekse etraf­taki Kızılbaşlann toplanmasını temin etmek amacıyla Erzincan’a gelip bir süre konakladı  . Buradayken Osmanlılara ve Memlük- lere elçiler göndererek gerçek niyetinin Alaüddevle ile savaşmak olduğunu, kendilerine karşı herhangi bir kötü niyetinin bulunma­dığını bildirdi  . Daha sonra Erzincan-Suşehri yolunu kullanarak Osmanlı topraklatma girdi. Gösterisini tamamlamak üzere Kay­seri yakınlarında ordusunu konaklatıp  , bir süre dinlendi. Asker­lerin konakladığı esnada etrafa zarar vermemeleri hususunda ke­sin emirler verdiği gibi, etraftaki yerleşim yerlerinden ordugâha gelerek yiyecek satılmasına da müsaade etti  . Çavuşlulu Oğ­lan Ümmet’i Alaüddevle’ye elçi olarak gönderdi. Alaüddevle, el­çiye kötü muamelede bulunup Közgölü’nde hapsetti  . Bundan sonra Sarız üzerinden Dulkadir topraklarına giren Dede Bey’in   kumandasındaki öncü kuvvetlere Dulkadirli Kasım Bey gece bas­kım yapıp Kızılbaşlann bir kısmını öldürdü. Şah İsmail asıl kuv­vetlerle gelince Dulkadirliler Tumadağı’na çekildiler. Alaüddevle Bey Osmanlılardan ve Memlüklerden yardım talep ettiyse de ce­vap alamadı. Bununla birlikte Osmanlılann Yahya Paşa kuman­dasında gönderdiği az bir kuvvet, Ankara yakmlanna kadar gel­diyse de duruma müdahale etmedi  . Dulkadirliler zaman zaman dağdan inip baskınlar yaparak Kızılbaşlara zarar vermeye çalışı­yorlar; ancak gerek Şah İsmail’in gözcüleri ve gerekse Dulkadir ordusu içindeki Kızılbaşlann baskın haberini önceden ulaştırma- lan yüzünden neticesiz geri dönüyorlardı. Şah İsmail savaşacak kimseyi bulamayınca   Alaüddevle’ye “Ala Dana” diye lakap takıp ülkesini baştanbaşa tahrip ettikten sonra   kışın yaklaşması ve yi­yecek sıkıntısının baş göstermesi üzerine Hoy’a dönmek niyetiyle bölgeden ayrıldı. Dönüş yolunda Harput’u, Dulkadirlilerden aldı  ".

Şah İsmail, Elbistan’da iken Akkoyunlulann en önemli beyle­rinden Diyarbekir valisi Musullu Emir Han   emrindeki kalabalık bir Türkmen grubuyla gelip  , Diyarbekir şehrinin anahtarını ve Akkoyunlu sarayından intikal eden pek çok kıymetli mücevheri   takdim edip Şah’a itaatini bildirdi. O aynı zamanda Şah İsmail’in eşi Taçlı Begüm’ün de akrabasıydı. Şah bu bağlılıktan memnuni­yet duyup Emir Han’ı Mühürdar yaptı  . Diyarbekir eyaletini ise Ustaclu Muhammed Han’a verdi  .

Şah’ın çekilmesinden sonra Ustaclu Muhammed Han Diyarbekir’e yöneldi. Musullu Emir Han’ın kardeşi Kayıtmış Bey, Diyarbekir’i Muhammed Han’a vermeye yanaşmayıp, Dulkadir- lilerden yardım istedi. Kızılbaşlar şehre girmeyince açık alanda çadırlar kurarak beklemeye başladılar. Bu sırada bölgedeki Kült­lerin saldırısına uğrayınca Muhammed Han bunları takip edip yaklaşık yedi yüz kişiyi öldürdü.

Alaüddevle Bey, San Kaplan lakaplı oğlu Kasım Bey ile Er- duvan Bey’i Diyarbekir’e yardıma gönderdi. Ancak bunlar Kızıl- başlarla yaptıkları savaşta öldürülünce, Diyarbekir teslim oldu. Alaüddevle oğlullannm intikamını almak için oğlu Kör Şahruh

ve Ahmed Beyi yine Kızılbaşlann üzerine gönderdi. Fakat bun­lar da öldürüldüler (1513)  . Şahruh’un oğullarından Mehmed ve Ali Beyler esir edilerek Şah İsmail’in hizmetine gönderildiler  . Ustaclu Muhammed İlan daha sonra Urfa yakınlarında Mem­lûk kuvvetleriyle çarpıştı. Az bir kuvvete sahip olmasına rağmen, Memlükleri hezimete uğrattı.

Bu gelişmelerden kısa süre sonra Safevîler ile Dulkadirliler arasında sulh tesis olunduğu ve Şah İsmail’in Alaüddevle Bey’e gösterişli bir çadır hediye ettiği tespit olunmuştur  .

Bağdat’ın Alınması

Azerbaycan, Irak-ı Acem, Kirman ve Diyarbekir’de hâkimiyetin tesis edilmesinden sonra Şah İsmail, Irak-ı Arab’ın en önemli merkezi olan ve Akkoyunlu emirlerinden Pürnekli Barik Bey’in hâkimiyetindeki Bağdat’ın alınmasına karar verdi.

1508 yılının baharında Yasavul Halil Bey’i Bağdat’a gönde­rerek Barik Bey’den şehri kendisine teslim etmesini istedi. Ba­rik Bey adamlarına kızılbaşlıklar giydirip Şah’m elçisini göste­rişli bir şekilde karşıladı. Bununla kalmayıp Ebu İshak Şireci’yi Şah’a göndererek bağlılığım bildirdi. Şah İsmail, hiçbir beklen­tisi olmaksızın hizmete girdiği zaman onun sadakatinden emin olacağını bildirince korkuya kapılıp şehri tahkim etmeye başladı. Şiî ulemadan Seyyid Muhammed Kemune’yi bir kuyuya hapsetti. Yiyecek-içecek depolayıp kalenin sağlamlığıyla övünmeye başladı. Ancak Şah İsmail Bağdat üzerine yürüyünce direniş göstermeyip Haleb’e kaçtı  . Oradan Osmanlı ülkesine sığındı  .

1508 yılının Ekim ayında, Şah İsmail herhangi bir direniş görmeden Bağdat’a girmesine rağmen, kadınlar ve çocuklar yü­zünden şehri terk edememiş olan Türkmenlere katliam yaptı  . Böylece son Akkoyunlu emiri de bertaraf edilmiş oldu  .

Barik Bey’in kuyuda hapsettiği Muhammed Kemune kurtarı­lıp Necef ve etrafındaki bazı yerlerin tevliyeti ona verildi. Bağdaf m idaresi Talışh Hadim Beye bırakıldı  .

Kızılbaşlar Şah İsmail’in emriyle Kûfe’deki Ebu Hanife’nin türbesini yıktılar; mezarını açıp kemiklerini yakıp, küllerini et­rafa saçtılar. Bölgedeki Sünnîler, On İki İmam Şiası’na bağlan­dılar  .

Bağdaf m zaptından sonra Şah İsmail, başta Hz. Ali olmak üzere Hz. Hüseyin, İmam Musa Kâzım, İmam Muhammed Tâki ve diğer din büyüklerinin mezarlarını ziyaret edip, harab olmaya yüz tutmuş olan türbelerin tamirini emretti. Fırat ırmağından Necef e su getirilmesi için İlhanlılar zamanında yapılmış ama za­manla kullanılamayacak hale gelmiş olan kanalları tamir ettirdi. Çocukluğunda, Lahican’da iken bizzat istinsah ettiği Kur’an-ı Kerim’i Hz. Ali’nin türbesine hediye etti  .

Muşa’şa’alar Üzerine Harekât

Bağdat’ın fethinden hemen sonra Huveyze, gulat-ı Şia’dan sa­yılan Muşa’şa’alardan alındı  . Dizfiıl ve Şuşter hâkimleri Şah’a hediyeler getirerek bağlılıklarını bildirdiler. Küçük Lor hâkimi Me­lik Rüstem, Şah İsmail’e itaatini bildirince Hürremabad ve Kü­çük Lor’un idaresi yine ona bırakıldı. Lala Bey, Dede Bey ve Mir Necm-i Gilanî, Karamanlu Bayram Bey Huzistan bölgesinin zap­tını tamamlayıp Kuhgiluye üzerinden Şiraz’a ulaştılar  .

Yeni Tayinler

1508 yılında yapılan bazı tayinler Şah İsmail’in yakın çevre­sine karşı tutumunu yavaş yavaş değiştirmeye başladığını düşün­dürmektedir. Bu cümleden Necm-i Gilanî vezarete getirilip onun mührünün bütün emirlerin mührünün üzerine vurulmasını, Kı­zılbaş reislerin maliye işlerine karışmamalarını emretti  . Böy- lece İdarî işlerle askerî bürokrasiyi birbirinden ayırmaya çalıştığı söylenebilir. Ancak bu tayinle merkez bürokrasisinde Türklerin gücünü büyük ölçüde zayıflattı.

Öte yandan Emirül-ümeralık (Emir-i Divanî) Lala Hüseyin Bey’den alınarak Sofracı görevini yürüten Ustaclu Muhammed Han’a verilip bu görevi uhdesine aldıktan sonra ona Çayan Sul­tan denildi  . Kazvin, Sovuhbutağ, Har, Save ve Rey hâkimliği ise Dulkadirli Dede Abdal Bey’den alınarak Şamlu Zeynel Bey’e ve­rildi  . Bu görevi ile o da “han”   unvanına kavuştu. Bu değişik­likler Kızılbaş reisleri arasında kırgınlığa sebep oldu  .

Emirlik ve vezirlik makamlarında bulunmuş olan Kadı Muhammed-i Kaşî, Mir Necm-i Gilanî ile anlaşmazlığa düşünce onun tavassutuyla uygunsuz hareketlerde bulunduğu gerekçesiyle idam edildi  . Aynı yıl, ordu Tebriz’den Hoy ve Salmas tarafına giderken Hamane mevkiinde Şeyh Necm-i Gilanî öldü. Yerine Yar Ahmed-i İsfahanı atandı ve ona “Necm-i Sâni” lakabı verildi.

Safevî Devleti’nin ilk kuruluş yıllarından itibaren devlet ör­gütlenmesinde Kızılbaşlann belirgin bir ağırlığı vardı. Daha çok askerî sımfi temsilen görevleri paylaşan Kızılbaş reislerinin bir kısmı sarayda, Korçu, Eşik Ağası, Sofracı, Yüzbaşı gibi unvanlarla askerî bürokrasiyi bir kısmı ise eyaletlerin idaresini uhdesinde bu­lunduruyordu  . Eyalet idaresinde görevlendirilenler Han ve Sul­tan unvanı taşırlardı. Hâkimi bulunduklan bölgelere kendilerine kan bağı ile bağlı aşiretlerle giderlerdi. Buralar kendilerine “tuyul” olarak verildiğinden bölgenin vergilerini tahsil etmek yoluyla aynı zamanda ekonomik güce de kavuşurlar ve buna bağlı olarak emir­leri altındaki -ya da kendilerine bağlanmış otan- askerlerin geçi- inini teinin ederek güçlerini artırabilirlerdi. Bundan dolayı idare etmek üzere kendilerine tahsis edilen bölgelerin ekonomik gücü aynı zamanda onlann (Han veya Sultan) itibanyla da doğru oran­tılı addedilirdi. Bu yönüyle Akkoyunlu askeri yapısı aynen devam etmekteydi. Devletin düzenli askerî gücünün olmayışı sebebiyle, herhangi bir problemin ortaya çıkması halinde Kızılbaş reislerinin askerleriyle birlikte müdahalesine ihtiyaç duyulduğundan, onlar devlet içinde veya rakiplerine karşı güçlerini her zaman muhafaza edebiliyorlardı. Buna mukabil Şah’a tam bir teslimiyet içinde bağlı olmaları yüzünden mutlak otorite sahibi olarak gördükleri Şah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkamazlardı. Onun tarafından güçlü bir ikbal ile ödüllendirilebildikleri gibi, kısa zaman sonra idam ile sonuçlanan ceza ile de karşılaşabilirlerdi. Her iki durumda da “Mürşid-i Kâmil”in emrine karşı çıkmak söz konusu değildi.

Safevî Devleti’nin sivil bürokrasisi genellikle Tariklerin (=Fars veya İranlı diğer yerli unsurlar) elindeydi. Bunlar içinde Tebriz, Kaşan ve İsfahanlılann zamanla etkinlikleri hissedilmeye başlandı. Gerçi Haşan Rumlu, İskender Bey-i Türkmen, Budak Münşi-i Kazvinî, Abdi Bey-i Şirazî gibi Türkmen kökenli münşiler de si- vü bürokratlar arasında bulunuyorlardı, ancak bunların sayılan ehemmiyet arzedecek oranda değildi. İdaredeki böylesine bir bö­lünmüşlüğün temelinde Türklerin askerlik, Tariklerin ise bürok­rasideki tarihten gelen tecrübelerinin etkisi büyüktü. Bu iki ke­sim arasında zaman zaman meydana gelen çatışmalar, kavini taassuptan değil, kişisel menfaat, makam ve mansıp elde etme sevdasından kaynaklanıyordu. Kaldı ki bu tür mücadeleler Ta­riklerin veya Türklerin kendi aralarında da sıklıkla meydana ge­liyordu  . Şah İsmail bu tür çatışma durumlarında etkisi altında kaldığı, ya da haklılığına inandığı tarafın yanında yer alıyor, ha­kem rolü üstlenmiyordu. Buna ilave olarak, her türlü tayin, na­kil, azletme, makam ve mansıba yükseltme, unvan verme veya alma gibi işler görünürde Şah tarafından yapıldığından Kızılbaş- lann elinde olan askerî bürokrasi ve Tariklerin elinde olan sivil bürokrasi, geliri ve itibarı yüksek olan taşra idaresine nazaran daha ehemmiyetli sayılıyordu.

Şirvan Seferi ,

Şah İsmail, Tebriz’deyken Şeyh Şah’m Şirvan’a giderek halkı ayaklandırdığı, Lala Hüseyin Bey’in temsilcisi olan Şah Geldi Ağa’yı bölgeden çıkardığı haberi geldi. 1510 yılında kış mevsiminin hemen başlannda Şirvan üzerine sefer düzenlendi. Şeyh Şah, Safevî or­dusunun karşısında duramayarak Baygurd kalesine çekildi. Bakü, Şabran, Şamahı yeniden hâkimiyet altına alındı. Derbend şehri mukavemet göstermeye çalıştıysa da Şah İsmail bizzat şehri ku­şatarak teslim aldı. Derbend bölgesi Mansur Bey’e, diğer Şirvan şehirleri ise yine Lala Hüseyin Bey’in idaresine bırakıldı  .

Şirvan dönüşünde Şeyh Haydar’ın mezarı sökülerek kemikleri Erdebil’e getirilip, atalarının bulunduğu hazireye defnedildi  .

Özbeklerle Savaşlar

Şah İsmail, 1501 yılında Akkoyunlu tahtına oturduğu sırada, Doğu’da Özbekler, Şeybek Han'ın önderliğinde Horasan da dâhil olmak üzere Maveraünnehr’i zapt ederek Safevî topraklarına komşu olmuşlardı  . Şeybek Han’m hâkimiyet sahasını İran’ın içkesimlerine kadar genişletme niyetini belli etmesi ve Kirman’a saldırarak yağma ve talanda bulunması üzerine   Şah İsmail ona bir elçi göndererek ülkesine zarar vermemesini, kendilerinin eski ülkeleri olan Maverünnehr ile yetinmesini ve İran'ın bir parçası ve İran sultanlarının mülkü olan Horasan bölgesinden de çekil­mesini istedi  . Özbek hanı, Safevî elçilerine, Şah İsmail’in niçin Şiîliği ihdas ettiğini, sahabeye niçin küfrettiklerini sordu. Onlar da, Şia’nm hak mezhep olduğunu, yüzlerce âlimin 500 ciltten fazla eser yazdığını, Nasreddin Tusî’nin Hülagu Han gibi hüküm­darlardan itibar gördüğünü, Muhammed Hudabende’nin Şeyh Mutahhar-ı Hıllî’ye saygı gösterdiğini anlatıp, Şah İsmail’in Pey­gamber soyundan olduğunu ve bir padişah ile savaşa girmeden önce ona nasihat ve tenbih için elçiler gönderdiğini söylediler. Şeybek Han “Sanki ben kâfir miyim de bana nasihat ediyorsu­nuz?” diye kızıp elçilik heyetini huzurundan kovdu. Hemen ağır bir dille mektup hazırlayıp Şah İsmail’e yolladı  .

Şeybek Han mektubunda, ülkeler feth etmenin Tanrı tara­fından kendi soyuna bağışlandığını, padişahlığın babadan oğla kalan bir miras olduğunu söyleyerek, asıl niyetinin Kabe’yi ziya­ret etmek olduğunu, bundan dolayı Kabe yolunun hazırlanma- smı, kendi adına hutbeler okunmasını ve sikkeler kesilmesini, vergilerin hazırlanmasını ve Şah İsmail’in de tahttan çekilme­sini, aksi takdirde nerede direnecekse orayı açıklamasını bildi­rip açıkça tehdit etti  .

Şeybek Han tarafından gönderilen bir başka mektupta ise Şah İsmail’in soyunun derviş olduğu, dervişlerin sultanlık peşinde ol­malarının geleneklere uymadığı  , üstelik annesinin Uzun Hasan’ın kızı olduğu hatırlatılarak, ülkelerin anneden değil babadan miras kalacağı alaycı bir şekilde dile getirildi  . Ona mektubun yanı sıra keşkül ve asa göndererek babası ve dedesi gibi dervişlik yapma­sını, değilse başının kaygısına kalmasını bildirdi  .

Bu sıralarda Şirvan’da kışlakta olan Şah İsmail, Şeybek Han’a kendisini öldürmek üzere yola çıktığını bildiren bir mektup gön­derip  , bölgenin idaresini yeniden Şeyh Şah’a bıraktıktan sonra Horasan tarafına yöneldi. Asker toplamak amacıyla her tarafa adamlar gönderdi  . Sultaniye ve Rey üzerinden Damgan’a ulaştı. Damgan hâkimi ve Şeybek Han’ın damadı olan Ahmet Sultan şehri boşaltarak Herat’a, Esterabad hâkimi Ahmed Kankarat ise Harezm tarafına kaçta. Damgan, Hezarcerib, Esterabad ileri ge­lenleri Şah İsmail’i karşılayarak itaatlerini bildirdiler. Bu cümle­den Cürcan hâkimi Muzaffer Bitikçi de Safevîlere bağlandı  . Şah daha sonra Tus’a (Meşhed) giderek İmam Rıza’nın türbesini ziya­ret etti. Dönüşte Nesa ve Abiverd’i ele geçirip Merv’e yöneldi.

Şah İsmail’in geldiği haberi yayılınca Şeybek Han, Türkistan’a ve Deşt-i Kıpçak’a haberler göndererek yardım talebinde bulundu. Ancak bu yardımlar ulaşmadan Şah İsmail yaklaşınca Herat’ı bı­rakarak Merv’e çekildi, şehri tahkim etti, kale ve surları sağlam­laştırdı  . Öncü kuvvetlerle Merv üzerine yollanan Avşar Dâne Muhammed, Özbekler tarafından pusuya düşürülüp öldürüldü  . 22 Kasım 1510 yılında Safevîler Merv önlerine geldiler. Şehir ku- şatıldıysa da ele geçirilemedi. Safevîler çekiliyormuş gibi yaparak Şeybek Han’ın şehirden çıkmasını sağladılar. Merv yakınlarında yapılan büyük savaşta Şeybek Han öldürüldü  . Keza Özbek or­dusunun bütün ileri gelenleriyle birlikte on bine yakın asker de savaş meydanında kaldı  . Diğerleri hızla Maverünnehr’e çekildi­ler. Böylece Horasan bölgesi bütünüyle Safevîlerin eline geçti.

Şeybek Han’ın başı kesilerek kafa derisi yüzülüp içine saman dolduruldu ve Osmanlı padişahı II. Bayezid’e gönderildi. Kafata­sına altın kaplanarak Şah İsmail’e kadeh yapıldı  . Eli ise kesi­lip, bu mücadeleler sırasında Şeybek Han’a destek veren Mazen- daran hâkimi Aka Rüstem Ruzefzun’a gönderildi  .

Şah İsmail, Merv’e girip halkın canının bağışlanacağını bil­dirdi  . Şeybek Han’ın vezirlerinden Hoca Muhammed Surh, Merv’in anahtarını getirip, Şah’a biat etti  . Şeybek Han’a ait hazineler Kızılbaşlar arasında paylaştırıldı. Merv’in idaresi daha önce Kazvin, Rey ve çevresinin hâkimliğinden azledilmiş olan Dede Bey*e verildi  .

Şah daha sonra Herat üzerine yürüdü. Şeybek Han’a yardım için gelmiş olan Ubeyd Han, Şeybek Han’ın ailesini de yanma alıp şehri boşalttığından savaş yapmadan şehre girdi  . Herat’ta ahali Şiîliğe davet edildi. Hutbenin On İki İmam adına okunma­sını, Hz. Aişe, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a lanet ve küfredilmesini istedi. Hafız Zeyneddin minbere çıkıp, talep edüe- nin aksine küfür etmeyeceğini ve lanet okumayacağım bildirince feci şekilde öldürüldü  . Keza Herat şeyhülislamı Seyfeddin Ah- med de On iki İmam adına hutbe okumayı reddedince Herat pa­zarında yakılarak öldürüldü  .

Herat’m idaresi daha önce emirü’l-ümeralıktan azledilen Lala Hüseyin Bey’e bırakıldı  . Semerkand’ın idaresi ise Ustaclu Sufioğlu Ahmet Sultan’a verildi  . Böylece Şah, görevden alma­lardan dolayı Kızılbaşlar arasında yaşanan küçük kırgınlıkları gi­dermeye çalıştı.

Şah İsmail, Herat’tan ayrılıp Maveraünnehr’e yöneldiğinde Ubeyd Han ve Timur Sultan’ın elçileri ağır hediyelerle gelip Şah’a bağlılıklarını sundular. Şah onlara iltifat etti  . Belh, Andhod, Şabergan, Çiçektov, Meymene, Faryab, Morgab ve Garcistan’m idaresi ise Karamanlu Bayram Bey’e bırakıldıktan sonra kışla­mak üzere Kum’a dönüldü  . Burada iken, Horasan bölgesi­nin fethini tebrik amacıyla Mısır sultanı Kansu Gûrî’nin ve Os­manlI sultanı II. Bayezid’in elçileri geldi  . Kısa bir süre sonra Anadolu’da Tekelü Şah Kulu Baha'nın ayaklandığı ve İran’a yö­neldiği haberi geldi  .

Artık Safevîler merkezî İran’da zayıf mahallî hanlıklarla uğ­raşmaktan çıkıp, Doğu’da ve Batı’da güçlü devletlerin komşusu durumuna geldiler. Böylece zayıf ve savunmaya öncelik veren yerel güçlerin yerini saldırgan, büyük ve kuvvetli ordular almaya başladı. Safevîler zaten düzensiz, bakımsız, modem silahlardan yoksun ve sadece iyi savaşçılığı ilke edinmiş ve neredeyse on yıl­dan fazla zamandır fiilen savaşmakta olan askerlerini, yavaş ya­vaş eritmeye başladılar. Üstelik Batı/Osmanh sınırının tam ola­rak tesis edilmemiş olması, bölgeyi bir müddet dahi olsa kendi haline bıraktığı gibi, Osmanlı ülkesinde meydana gelen olayları takip edebilmek için de kuvvet ayırmaları icap ediyordu. Buna mukabil, Diyarbekir’deki Ustaclu Muhammed Han'ın küçük -ama başarılı- bir kuvvetinden başka bölgede denetim sağlayacak du­rumda değillerdi. Üstelik Kürt reislerinin Şah İsmail’e -ve tabii olarak Kızılbaşlığa- olan sadakatleri de her zaman şüphe götür­mekteydi  . Bu yüzden Şah İsmail, olayların daha hızlı geliştiği doğu sınırındaki durumunu kuvvetlendirmek için bütün dikka­tini buraya yöneltti. Bu yüzden 1507 yazında güneyde Portekizli­lerin, Salgurhılan yenerek kıyı şeridine yerleşmeye çalışmalarına müdahale edilemedi  . Batı sınırında meydana gelen olayları ise sadece takip etmekle yetindiğinden Şahkulu ayaklanması, Os­manlI Devleti’nin iç sorunu olmaktan öteye geçemedi ve Türk- menler, uğruna ayaklanma çıkardıkları Şah İsmail’den hiç bir yardım alamadılar.

Şahkulu Ayaklanması

Şeyh Haydar’m müridlerinden olup, onun telkin ve terbiye­sinden geçen Haşan Halife, memleketi Teke yöresine döndük­ten sonra Kızılkaya mevkiini kendisine mesken edinmiş ve bu­rada Teke Türkmenlerini irşada başlamış, onun telkinleriyle pek çok Türkmen Kızılbaşlığa meyletmişti. Haşan Halife’nin ölümün­den sonra yerine oğlu Şah Kulu Halife oturmuştu  . Osmanlıla­rın, kendilerini çok iyi gizleyen Safeviyye mensubu bu halifelerin ilk dönem faaliyetlerinden haberdar olmadıkları, hattâ onların hayatlarını daha rahat idame ettirebilmeleri için para gönder­dikleri anlaşılıyor  .

Antalya sancak beyi Şehzâde Korkut’un vakitsiz ve tedbirsiz bir şekilde Manisa’ya gitmesi üzerine, önceden beri bir takım ha­zırlıklar içinde olan Kızılbaşlar Şahkulu Halife’nin önderliğinde harekete geçerek önce Şehzâde’nin Manisa’ya götürülmekte olan eşyalarını yağmaladılar. Daha sonra Antalya’yı basarak kadısını öldürdüler. Şahkulu’nun “çıkış”mı haber alan Türkmenler her ta­raftan ona katılmaya başladılar. Hattâ Kızılbaş olmadıkları halde tımarlarını kaybettikleri için küskün duruma gelmiş olan bazı si­pahiler bile onu desteklediler. Sayılan kısa süre de artan Kızıl- başlar, Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu’yu basıp tahrip ettikten sonra Kütahya’ya yöneldiler. Karagöz Paşa az bir kuvvetle onların üzerine geldiyse de muvaffak olamadığı gibi Kü­tahya önlerinde öldürüldü (22 Nisan 1511). Şahkulu ve Kızılbaşlar Kütahya’yı ele geçirmeyip Karaman üzerine yöneldiler.

Şehzâde Korkut’un talebi üzerine Şehinşah’m oğlu Mehmet ve Şehzâde Ahmed’in oğlu Osman, isyanın bastırılmasına görev­lendirildi. Bunlar kuvvetlerini vezir Hadım Ali Paşa’nın kuvvetle­riyle birleştirdiklerinde, Kızılbaşlar Karaman Bey’i Haydar Paşa’yı çoktan öldürmüşler ve kuzeye doğru derleyerek Çubuk Ovası’na yaklaşmışlardı. Osmanlı ordusu onlan sarp bir yerde kıstırdı­ğında, bu defa Şehzâde Ahmed’in hükümdarane tavırları Yeniçe­riler arasında hoşnutsuzluğa sebep olduğundan gayretsizlik mey­dana çıkınca; Şahkulu bu vartayı da atlatmış oldu. Ancak Hadım Ali Paşa Çubukovası’nda onlara yetişti. Savaşta Şahkulu ve Hadım Ali Paşa öldü (2 Temmuz 1511). Kızılbaşlar Halife Baba’yı kendi­lerine halife seçip İran’a yöneldiler. Erzincan yolunda Tebriz’den dönmekte olan bir ticaret kervanına saldırıp beş yüz kişiyi katle­dip bütün mallan yağmaladılar  .

Teke Türkmenlerinin isyan ederek, Osmanlı ordusuyla savaş­tığı ve galip gelip İran’a yöneldikleri haberi geldiğinde Şah Özbek seferinden dönmekteydi  . Tekelü Çühe Sultan’ı, gelenler onun akrabaları olduğundan dillerinden kolay anlayacağı ve niyetlerini hemen öğreneceği düşüncesiyle onlan karşılamaya gönderdi  . Çühe Sultan bunlan alıp Rey’e getirdi. Niyetlerinin Şah’ın hiz­metine girmek olduğu anlaşılınca Şah İsmail, sebepsiz yere ti­caret kervanına saldırdıkları ve katliam yaptıkları gerekçesiyle reislerinin tümünün öldürülmesini emretti. Bunun yerine geti­rilmesinden sonra geriye kalan ahali diğer aşiret reisleri ve ordu komutanları arasında paylaştırılarak   birlikte hareket etmeleri­nin önüne geçildi.

Safevî ve Osmanlı kaynaklan isyan ederek İran’a giden Teke- lülerin yaklaşık on ilâ on beş bin kişi olduğunu kaydetmekteyse de nicelikleri hakkında bilgi vermemektedirler385. Şüphesiz bun­lar ailece hareket etmişlerdi. Bu yüzden asker sayısının en iyim­ser bir tahminle 5000 civannda olması gerekir.

Babür’e Yardım ve Horasan’da Bitmeyen Kavga

Şeybek Han’ın öldürüldüğü ve Şah İsmail’in Horasan’a hâkim olduğu haberi Babür Padişah tarafından duyulunca hemen hare­kete geçip Şaduman, Kunduz, Bedehşan ve Baglan’a yöneldi. Böl­genin hâkimleri Mehdi Sultan ve Hamza Sultan’ı yenip Bedehşan’a yerleşti. Özbek Hanları, kuvvetlerini birleştirip Babür’e karşı sal- din hazırlıklarına girişince, o, Şah İsmail’den yardım talep ede­rek, Semerkand ve Buhara’nm ele geçirilmesi halinde onun adına hutbe okunacağını vaat etti. Bunun üzerine Şah İsmail, Sufioğhı Ahmet Bey ve Avşar Şahruh Bey’i kalabalık bir orduyla bölgeye gönderdi. Özbek Timur Sultan ve Ubeyd Han, Kızılbaşlann kar­şısında duramayıp Türkistan’a çekildiler. Babür Padişah ve Kızıl- başlar Semerkand’ı ele geçirdiler( Ekim 1511), Şah İsmail adına hutbe okuttular  .

Bir müddet sonra Babür’ün bağımsız hareket etmeye baş­laması üzerine Şah İsmail, Necm-i Sâni’yi kuvvetli bir ordu ile onun üzerine gönderdi.

Bu esnada Türkistan hanlanndan aldığı yardımla Babür’ün üzerine yürüyen Ubeyd Han, Timur Sultan ve Canı Bek Han, onu Buhara’dan çıkarmayı başardılar. Babür Padişah, önce Şaduman kalesine gitti. Kaleyi tahkim ettikten başka Belh’e adam gönde­rerek Safevîlerden yardım istedi. Karamanlu Bayram Bey, Emir Muhammed-i Şirazî’yi yardıma gönderince Özbek hanları Babür’e saldırmaktan vazgeçip geri döndüler.

Böylece Kızılbaş ordusunun yönü Özbeklerin tarafına dön­müş oldu. Emir Necm-i Sâni, yaklaşık on iki bin kişilik bir or­duyla Horasan’a geldi. Herat hâkimi Lala Hüseyin Bey ile Belh hâkimi Karamanlu Bayram Bey de askerleriyle ona katıldılar. Ceyhun ırmağı geçilirken Emir Muhammed b. Yusuf, Babür Padişah’a gönderilerek orduya dâhil olması istendi. Kısa süre sonra Babür Padişah da onlara katıldı. Karşi şehri kuşatılarak ele geçirildikten sonra büyük bir katliam yapıldı  . Vilayetin ileri gelenleri eş ve çocuklarıyla bir camiye sığınıp, kendileri­nin de seyyid olduğu gerekçesiyle af dilediler; ancak Necm-i Sâni, savaş sırasında büyük, küçük, seyyid dinlemeden her­kesin öldürüleceğini söyleyerek orada bulunanların tamamını öldürttü.

Babür Padişah, Ubeyd Han ve Canı Bek Sultan’ı karşılamak amacıyla Buhara’ya yöneldi. Karamanlu Bayram Bey ise Timur Sultan ve Küçüm Sultan’ın oğlu Ebu Said Sultan’ın Semerkant üzerine yürüdüğü haberi üzerine onları karşılamaya çıktı. Öz- bekler savaşı göze alamayıp Gucduvan kalesine çekildiler. Bu ka­lenin etrafında cereyan eden savaşlar bir netice vermediği gibi, Kızılbaş ordusunda yiyecek sıkıntısı meydana çıkmaya başladı. Necm-i Sâni bütün uyanlara rağmen geri çekilip orduyu dinlen­dirmek yerine büyük bir savaşa hazırlandı. Bu görüş ayrılığı bazı Kızılbaş reislerin ordudan ayrılmasına neden oldu.

Ubeyd Han ve Cani Bek Sultan’da Buhara’dan ayrılıp Gucduvan’a gelip diğer Özbek ordüsuyla birleştiler. ıı Kasım 1512 yılında Guc­duvan önlerinde yapılan büyük savaşta Kızılbaş ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Neçm-i Sâni ve Karamanlu Bayram Bey öldü­rüldü  . Babür Padişah Şaduman kalesine kaçtı. Savaş meyda­nından kaçan Kızılt aşların çoğu Ceyhun ırmağında boğuldular. Safevî ordusunun bu ağır yenilgisi ve ciddî kayıplan Özbekleri cesaretlendirdiğinden Canı Bek Sultan Herat’a yöneldi. Savaştan güçlükle kurtulmuş olan Lala Hüseyin Bey ve Sufîoğlu Ahmet Bey Herat’ı savunmaydı çalıştılar. Uzun kuşatmadan sonra Özbekler 1513 yılının Martında bölgeden çekilip Meşhed üzerine yürüdüler ve Esferayin’e kadar olan yerleri hâkimiyetleri altına aldılar. Bu haber Herat’ta duyulunca Lala Hüseyin Bey ile Sufîoğlu Ahmet Bey şehri bırakıp Tabes üzerinden Irak ve Azerbaycan’a gittiler389. Timur Sultan Herat’a girerek Şiflerin çoğunu öldürdü390.

Horasan beldesinde cereyan eden başarısızlıklar Şah İsmail’e ulaşınca kalabalık bir orduyla Özbeklerin üzerine yürüdü391. Şiraz hâkimi Dıflkadirli Halil Sultan ordusuyla birlikte Meşhed’e gönde­rildi. O buraya yaklaşınca Ubeyd Han şehri boşaltarak Buhara’ya çekildi. Keza Herat’ı elinde bulunduran Timur Sultan da hemen Semerkant’a kaçtı. Dolayıyla, Şah İsmail daha bölgeye gelmeden Özbekler bütün Horasan’ı boşaltmış oldular392. Herat’ta meydana gelen otorite boşluğunu doldurmak isteyen Şeybek Han'ın mute­ber adamlarından Ebu’l-Kasım Bahşı, şehre girip halka baskılara başlayınca Fuşunc hâkimi Rumlu Piri Sultan, hızla Herat’a gele­rek onu şehirden çıkardı.

Şah İsmail, Hubuşan üzerinden Radgan’a geldi. Burada onun emriyle, Özbeklerin korkusundan Merv’i bırakarak kaçan Merv hâkimi Dede Abdal Bey’in sakalını ve saçım kesip, yüzüne pudra ve allık sürdüler, başına başörtüsü bağladılar, kadın elbisesi giy­dirip eşeğe ters bindirmek suretiyle ibret için ordugâhda ve çar­şıda dolaştırdılar393. Şah’ın zuhurundan beri yanında olan yaşlı bir Kızılbaş beyine yapılan bu hakaret, Kızılbaşlar arasında az­ledilme ve idamdan daha ağır bir durumdul Şah İsmail bu gös­teriyle gücünün zirvesine ulaştığını ve dizginleri bütünüyle eline aldığım gösteriyordu; ancak, haleflerinin döneminde iyice su yüzüne çıkacak olan derin kırgınlıkların ve ihtilafların da tohumunu atmış oluyordu  .

Şah İsmail Radgan’dan sonra Badgis’e geldi. Belde halkının Necm-i Sâni’nin kaybettiği savaştan kaçan Kızılbaşlara iyi dav­ranmadıkları hattâ bazılarını öldürdükleri gerekçesiyle katledil­meleri emredildi. Tekelü Çühe Sultan Badgis’te Şah’ın emrini ye­rine getirdi  .

Rumlu Div Sultan   Belh hâkimliğine atandı. Kayın, Mu­sullu Emir Han’ın ve Herat ise Şamlu Zeynel Han’m idaresine bırakıldı. Bu arada Avşar Şahruh Bey Kandahar üzerine başarılı bir akın yaptı, bölgenin hâkimi olan Şüca Bey itaatini bildirince hediyelerle geri döndü  .

Tebriz’de İsyan

Şah İsmail’in Horasan beldesindeki seferinin uzun sürmesi ve ortalıkta onun öldürüldüğü dedikodusunun yayılması üzerine durumdan istifade etmek isteyen üvey kardeşi Seyyid Süleyman, Tebriz’i ele geçirmek amacıyla harekete geçti; mevsim kış olduğu için her tarafa sular dökülerek sokakların buz tutması sağlandı ve böylece Seyyid Süleyman’ın şehre girmesi engellenmeye çalışıldı. Ancak o yine de ana caddeye girmeyi başarınca, Ustaclu Menteşe Sultan tarafından öldürüldü  .

Tahmasb’ın Doğumu ve Şah İsmail’in Çocukları

1514 yılının Şubat ayında Şah İsmail’in ilk oğlu Tahmasb İs­fahan yakınlarında Şahabad’da dünyaya geldi     . Daha sonra oğul­lan Elkas (1516)4OU, Sam (1517), Behram (1517); kızlan Haneş, Pe­rihan, Mehin Banu Sultanem, Ferengis ve Şah Zeynep doğdu.

Şah İsmail’in oğullanna verdiği isimlerin hepsi, İran'ın millî destan kahramanlarının adını taşımaktaydı. Bu yönüyle kendisini İran destanlarında olduğu gibi Batı’da Roma (=Rum), Doğu’da Turan ile savaşan eski İran hükümdarlanndan biri olarak görüyor olmalıdır. Bir farkla ki, Turan’ın yerini şimdi Özbekler, Rum’un yerini de Osmanlılar almıştı ki, Safevî literatüründe -büyük bir tesadüf eseri olarak- Osmanlılar ısrarla Rum, Rumlu, Rum as­kerleri, Rum sultanı (=Roma’nın Sultam) gibi sıfatlarla anılmış­lardır. Buna göre Safevî İran’ı komşularından sadece mezhep yönünden değil, tarihî sebeplerden dolayı da farklılaşıyor; Şah İsmail, antik dönem İran'ını referans yaparak bütün İran coğ­rafyasının mutlak hâkimi rolünü üstleniyordu. Nitekim Özbek Hanı’na gönderdiği mektupta bu anlayışa atıfta bulunarak Ho­rasan beldesinin “Eski İran Sultanlan”nm mülkü olduğundan ve kendilerine iadesi gerektiğinden söz etmişti. Böylece Şah İs­mail, zuhurundan ölümüne kadar hemen her vesile ile referans olarak kullandığı On İki İmam Şia'sının dışında, bütünüyle po­litik amaçlarla, henüz kuruluş aşamasında olan devletini, sa­dece Şiîlerin değil, İran mülkünün yeni devleti olarak görmekte ve kadîm İran imparatorluklarına işaret etmekteydi. Bu vesile ile kendisi sadece Kızılbaşlann Şahı değil İran mülkünün de Şehinşah’ı durumuna geliyordu.

Rum Sultanı

Şah İsmail’in hurûcu, Akkoyunlu topraklarında iktidarın el değiştirmesi ve nihayet ülkenin doğu sınırında güvenliğin bütü­nüyle ortadan kalkmasına rağmen II. Bayezid’in Safevîlere karşı takındığı tutum oldukça karmaşıktı. Bir yandan Kızılbaşlann İran’a gitmesini engellemeye çalışıp sert tedbirler alma yoluna giderken, diğer yandan Şah İsmail’in Akkoyunlulara karşı kazandığı zaferi tebrik amacıyla elçi gönderebiliyordu. Daha önemlisi Şah İsmail’in Dulkadir seferi esnasmda Osmanlı topraklanndan izinsiz olarak geçmesine ses çıkarmaması anlaşılmaz bir durumdu. Bütün bun­lar Şah İsmail’e büyük bir cesaret kazandırmış, onun gururunu ve kibrini okşamış, Şeybek Han’a karşı kazandığı zaferden sonra onun başım kestirip, n. Bayezid’e hediye olarak göndermişti. Şah İsmail’in bu tavrı aslında apaçık bir meydan okuma anlamına ge­liyor ve kendisine karşı savaşan sultanların akıbeti bu olur mesa­jım veriyordu. Gariptir ki, II. Bayezid bu meydan okuma ve teh­dide de layık olduğu cevabı vermedi. Bunun sebebi tam olarak anlaşılamamakla birlikte, şehzadeler arasında tahta geçmek için içten içe mücadelenin başlamış olması etkili olmuş olabilir.

Şah İsmail tahta geçtiğinde II. Bayezid’in oğullarından Şe- hinşah Konya’da     , Selim Trabzon’da, Ahmed Amasya’da ve Kor­kut Antalya’da sancak beyliği yapıyordu. II. Bayezid, daha sağlı­ğında çocuklarının taht için birbirleriye mücadeleye hazırlandığını görme talihsizliğine erişmişti.

Şehzâde Korkut yumuşak huylu, şair tabiatlı biriydi. Fatih Sul­tan Mehmed öldüğünde küçük yaşta olmasına rağmen babası II.' Bayezid İstanbul’a gelinceye kadar göstermelik olarak tahta otur­tulmuştu. Birkaç gün süren sultanlık onda zamanı gelince tahta geçme isteğini alevlendirmiş, hattâ küçük bir denemeden sonra Mısır’a kaçmış ve nihayet babası tarafından affedildikten sonra Teke Sancak beyliğine tayin edilmişti (1509). Ne var ki bu teşeb­büsü onun tahta geçmesinin yolunu da kapatmıştı. Çünkü Os­manlI tahtına oturacak olan bir kişinin can korkusuna kapılarak başka bir ülkenin hükümdanna sığınması Osmanlı sivil ve askerî bürokratları tarafından kabul edilemez bir durum olarak değer­lendirilmişti. Dahası oğlu yoktu ve tahta geçmesi halinde hane­danın geleceği tehlikeye girebilirdi402.

Amasya’da sancak beyliği yapan Şehzâde Ahmed, Osmanlı tahtının en kuvvetli adayıydı. Devlet adamları tarafından büyük ölçüde desteklendiğinden, II. Bayezid de ona yakın duruyordu.

Selim ise Trabzon’da sancak beyi olarak bulunuyor, ülke­nin doğu sınırında meydana gelen olayları yakından takip edi­yor, zaman zaman Gürcistan üzerine alanlarda bulunuyordu. Şehzâde Ahmed’in en önemli rakibiydi. Bu yüzden Ahmed, yeğeni Süleyman'ın (müstakbel Kanuni Sultan Süleyman) Bolu’ya sancak beyi olarak atanmasını, Amasya-İstanbul yolu üzerinde bulunması ve kendisinin İstanbul’a tahta geçmek üzere yürümesi halinde en­gel çıkarma ihtimaline karşı önlemiş; onun Kefe’ye tayin edilme­sini sağlamıştı. Ancak bu tayin, Ahmed’in saltanat yolunda artık hiçbir engel görmek istemediği, keza sarayın da Ahmed’in sultan­lığına onay çıkardığı anlamına geldiğinden, Selim’in bunu bahane ederek Trabzon’dan ayrılmasına ve oğlunun yanma giderek mev­cut durum karşısında değerlendirme yapmasına sebep oldu.

Şehzâde Korkut ise İstanbul’a yaklaşmak gayesiyle, Teke ilin­den ayrılarak Saruhan’a geçti. Teke ilindeki beklenmedik boşluk önceden beri İran’a gitme hazırlığı içinde olan Kızılbaşlann ayak­lanmasına fırsat verdi. Kızılbaşlar Şahkulu’nun liderliğinde hare­kete geçip, Manisa’ya götürülmekte olan Şehzâde Korkut’un eş- yalannı yağmaladılar. Böylece şahsî mallannı bile koruyamayan bir şehzâdenin Osmanlı tahtı için hiçbir şansı kalmadı. Bu yüz­den o her ne kadar tahta geçme ümidini muhafaza ediyor olsa da Selim ile işbirliği yapmayı ihmal etmedi.

Şahkulu isyanı, Şehzâde Ahmed’e de büyük darbe vurdu. Onun ayaklanmaalann tam da kıstırıldığı ve imha edilmelerinin imkân dâhilinde olduğu bir zamanda Yeniçerilerden kendisine biat etmelerini istemesi, daha sonra da savaş meydanından çeki­lerek Amasya’ya gitmesi büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Üstelik Şahkulu’nun küçük şehzâdelerin ve Hadım Ali Paşa’nın kuman­dasındaki orduyu yenmesi Ahmed’in prestijini bütünüyle sarstı. Yine de o İstanbul’a yaklaşmayı ihmal etmedi.

Kefe’de oğlu Süleyman’ı ziyaret eden Şehzâde Selim, kardeşi Ahmed’in, babasının ve vezirlerin geniş desteğini sağladığım gör­düğünden hangi şekilde olursa olsun İstanbul’a ulaşmak duru­munda olduğunu biliyordu. Bu maksatla Kırım Hanı’ndan des­tek alıp Rumeli üzerinden İstanbul’a yürüdü. Ancak bu ilk hamle püskürtüldü. Selim babasmın ordusuyla yaptığı savaştan kendini kurtarabildiyse de, artık tahta geçme niyeti isyancı bir şehzâde olarak iyice belirginleştiğinden İstanbul üzerinde derin bir korku yarattı. Bu yüzden ona Semendire sancağı teklif edildi. Ancak o, daha kalabalık bir kuvvetle İstanbul’a tekrar yürüdü. Kendisini destekleyen Yeniçerilerin İstanbul’da ayaklanma çıkarmaları ve Şehzâde Ahmed taraftan olarak bilmen bazı devlet adamlarının evlerini yağmalamalan Selim’in önünü iyice açtı. n. Bayezid or­dusuyla onu karşılamaya çıktıysa da son anda savaşmaktan vaz­geçip tahtı oğluna bıraktı (24 Nisan 1512); Dimetoka’ya gitmek üzere yola çıktıktan bir müddet sonra öldü.

I.Selim

Selim İstanbul’da tahta geçtiği sıralarda Şehzâde Ahmed, Mal­tepe yakınlarında bulunuyordu. O kardeşinin kendisinden önce İstanbul’a hâkim olduğu haberini alır almaz Anadolu’nun iç ke­simlerine yöneldi. Konya’ya çekilerek sultanlığını ilan edip her­kesi kendisine itaate çağırdı, berathlann beratlarını yenilemesi için huzuruna gelmelerini emretti. Oğlu Alâeddin’i Bursa’ya gön­dererek işgal ettirip kendi adına hutbe okuttu.

LSelim’in, Şehzâde Ahmed’in isyanını bastırmak için İstanbul’dan ayrılması gerekiyordu. Ne var ki İstanbul’da ve Rumeli’de oto­riteyi henüz bütünüyle eline alamamıştı. Bu yüzden İstanbul’u emin bir kişiye bırakmak amacıyla oğlu Süleyman’ı Kefe’den İstanbul’a getirerek yerine kaim-i makam yaptı  . 18 Temmuz 1512’de Anadolu’ya geçip Ahmed’in üzerine yürüdü. Ahmed, sa­vaşıp savaşmamakta kararsızlığa düşüp kuvvetlerini Ankara’ya çekti. Selim’e haber göndererek, kendisine bir yer tahsis edil­mesi halinde çatışmaktan vazgeçeceğini sakin ve zararsız bir ha­yat süreceğini bildirdi. Ama bu talebi, kesinlikle reddedilip başka bir ülkeye gitmesi telkin edildi. Hattâ oğlu Murad, İran’a gidil­mesi halinde Şah İsmail’in kendilerine yirmi bin kişilik bir kuv­vede destek sağlayacağını söyledi  . Ancak o, başka hükümdar- lann gölgesinde sefil bir şekilde yaşamaktansa, savaşıp ölmeyi tercih etti  . Ahmed son bir hamle yaparak Selim’den kendisine Karaman topraklarının verilmesi halinde sakin bir hayat süre­ceğini vaat etti  . Ancak Selim, bu teklifi dikkate almadı. Bu sı­ralarda Şehzâde Korkutun  '*7 bazı hareketlerinden şüpheye ka­pılarak onun bertaraf edilmesine yöneldi. Korkut Manisa’da ele geçirilerek idam edildi.

Bundan sonra hızla Ahmed’in üzerine giden Selim, 15 Nisan 1513’te Yenişehir yakınlarında yapılan savaşta onu öldürdü  . Böylece rakiplerinden kurtulup kısa zaman içinde ülkede kesin otoritesini temin etti.

Selim tahta oturduğunda Şah İsmail, Maverünnehr’de Özbek­lerle savaşla meşguldü. O Sultan Selim’i tebrik etmemekle bera­ber Anadolu’daki kargaşaya bütünüyle ilgisiz kalmadığı görülü­yor. Turgutoğlu Musa’ya   gönderdiği mektubunda Karamanlu Ahmed’i Anadolu’ya gönderdiğini ve ona tâbi olunmasını istediği tespit olunuyor  .

Rumlu Nur Ali Halife

Osmanlı topraklarında meydana çıkan karışıklıktan istifade etmek isteyen Şah İsmail, 1512’de Nur Ali Halife’yi Osmanlı sını­rına göndererek çeşitli sebeplerden dolayı hizmetine gelememiş olan Kızılbaşlan hareketlendirip, asker toplamasını istedi.

Nur Ali Halife, Şebinkarahisar’a gelip Şah İsmaü’in çağrısını her tarafa duyurdu. Bu vesile etrafında, aileleri de yanlarında ol­mak üzere üç-dört bin sipahi toplandı  . Osmanlı tahrir kayıtla­rında bölgede boşalan köylerden bahsedilmesi bu katılım ile il­gili olmalıdır  .

Nur Ali Halife yeni katılanlarla birlikte Malatya üzerine yürü­yüp buranın hâkimi Faik Bey’i yendi. Haşan Rumlu, Faik Bey’in Sultan Selim tarafından bölgeye tayin edilmiş olduğunu yazıyorsa da bu bilgi eksik olmalıdır, çünkü bu tarihlerde Malatya henüz Osmanlı hâkimiyetine girmemişti  . Kızılbaşlar zengin ganimet­ler elde etmiş olarak Tokat’a yöneldiler. Tokatlılar Halife’nin ya­nma gelerek ona bağlılıklarını bildirdiler, şehirde Şah İsmail adına hutbe okundu. Nur Ali Halife, Cumapazan üzerinden Kazababad’a (Kazovası) geldiği sırada Şehzâde Ahmed’in oğlu Şehzâde Murad yaklaşık on bin kişilik ordusuyla Nur Ali Halife’ye katıldı  . Bir­likte tekrar Tokat’a döndüklerinde ahali, bunlan bu defa şehre sok­mak istemedi. Bunun üzerine Tokat’ı ateşe verip Niksar’a yöneldi­ler. Burada iken Şehzâde Murad, Nur Ali Hâlife’den ayrılarak Şah İsmail’in yanma gitti. Şah İsmail, genç şehzâdeye iltifatlarda bulu­nup onu Şiraz’a gönderdi. Şehzâde yolculuk sırasında vefat etti  .

Nur Ali Halife adamlarından bir kısmıyla Hasanlu beldesine alanlarda bulundu. Bu arada Çemişkezek’i kuşattı. Çemişkezek beyi Melkişli   aşiretinden Rüstem Bey, Nur Ali Halife’ye direniş göstermeden Safevîlere bağlanıp, itaatini bildirmek üzere Halife tarafından Şah İsmail’e gönderildi. Rüstem Bey iltifatlara mazhar olduktan sonra Irak’a gönderildi. Nur Ali Halife ise Çemişkezek’te Melkişli aşiretinin ileri gelenlerine ve etraftaki ahaliye eziyetlerde bulunup çok kişiyi öldürdü  .

Nur Ali Halife, tuyulu (=dirliği) olan Erzincan’a yöneldiği sı­rada Osmanlı vezirlerinden Sinan Paşa’nın kalabalık bir ordu ile kendisini takip ettiği haberini aldı. Eyüyazı mevkiinde yapılan sa­vaşta Sinan Paşa yenildi ve öldürüldü. Kaçmaya çalışan Osmanlı askerlerinin bir bölümü de, sığındıklan yerde meydana gelen he­yelanın altında kaldılar. Her iki olayda yaklaşık üç bin kişi kay­bettiler*18.

Nur Ali Halife’nin başarılı harekâtına rağmen etrafında çok fazla Kızılbaş toplanamamıştı. Buna rağmen muzaffer bir kuman­dan olarak Erzincan’a döndü.

Yeni Zülkarneyn                                                     '

Selimin İstanbul’da tahtım sağlamlaştırdıktan sonra çözmesi gereken birinci problem, Doğu sınırlarım güvenlik altına almak ve babası zamanında iyice doruğa çıkmış olan Safevî problemini or­tadan kaldırmaktı. Safevîlerin, Osmanlı topraklarındaki Kızılbaş- lan İran’a davet etmeleri ve bu yolda girişimlerde bulunmaları; Şah İsmail’in, II. Bayezid’i sık sık aşağılaması ve nihayet ona Şey­bek Hanı’nın başını göndererek dolaylı olarak tehdit etmesi İran ile yapılacak savaşın belli başlı sebeplerini teşkil ediyordu.

Safevî kaynaklan ise daha çok sınır olaylarına dikkat çeke­rek, Diyarbekir beylerbeyi Muhammed Han Ustadu’nun, bölgede kazandığı başarılardan cesaret alarak Osmanlılara karşı meydan okur bir tavra girmesini ve Nur Ali Halife’nin sınır boylarını tah­rip edip Tokat’ı yakmasını Osmanh-Safevî savaşının başlıca ne­deni olarak gösterirler     .

Buna karşın Osmanlı kaynaklan ısrarla Şiîliğin yayılmasının İslam memleketleri için büyük tehlike arz ettiğine vurgu yaparlar420. Celalzâde, Safevîlerin İslam’ın esaslarım ortadan kaldırıp yeryü- zündeki inanç sahiplerini saf dışı ettiklerini, küfürden daha kötü ve sapık bir yola gittiklerim kayd ettikten başka, Sultan’ın, “Ma­demki o topluluk bu yola gidip sapıklık yolundan dönüp tövbe etmiyorlar, her yönüyle kâfirden daha kötüler.” diye düşündü­ğünü belirtiyor421. Keza, Hoca Saddedin Efendi’de Safevîlerin din­siz ve sapık olduklan için bertaraf edilmelerinin bir mecburiyet şekline dönüştüğünü bildirir422.

Ancak bu görünür sebeplerin altında Osmanlı Devleti’nin Doğu sınırındaki güvenliğin bütünüyle ortadan kalkmış olması, Akkoyunlu topraklarının büyük bölümünün mahallî idarecilerin denetimine geçmesi ve Dulkadirlilerin Safevîlere karşı durama­mış olması yüzünden Osmanlı topraklan üzerindeki Safevî bas­kısının artması, çözülmesi gereken daha ciddî bir problem olarak duruyordu. Öte yandan Şah İsmail’in, Özbeklere karşı kazandığı savaşlar ve ülkesinin sınırlarını Maveraünnehr’e kadar dayan­dırması üzerine sıranın Osmanhlara geleceğinden endişe duyul­maya başlanmıştı423.

Bütün bunlara ilave olarak Yavuz Sultan Selim’in Iran üzerine yürümesini ve Kızılbaşlan ortadan kaldırmasını isteyen İran’dan ve Horasan’dan pek çok mektubun ulaştığı da vakidir. Bunlardan Hâce Molla-yı İsfahanî’nin gönderdiği mektup-her ne kadar Çal­dıran savaşından sonra ulşamış ise de- Yavuz Sultan Selim’i İran’a sefer yapması hususunda en kışkırtıcı olanlarından biriydi. O, Kı- zılbaşlan zehirli bir yılana benzetmekte, onlann Hz. Muhammed’e küfretmelerinin reva görülemeyeceğinden bahsetmekte ve Selim’i yeni Zülkameyn olarak nitelendirmekteydi. Buna göre, Zülkar- neyn doğu seferine çıktığında İran topraklarına hâkim olup İran hükümdarlarının devrine son verdiğinden; şimdi tıpkı Zülkar- neyn gibi, Selim de İran seferine çıktığında bunu gerçekleştire- bilirdi. Mektupta, sahabeden nakledilen bir hadise atıf yapılarak “İslam’da ıızunca bir süreden sonra bir Zülkameyn uyanır.” denildiğini, Selim’in ise işte bu vaat edilen Zülkameyn olduğunu bildiriyor ve ona “Gel ey dinin yardımcısı putu kır da Rum tah­tına Fars mülkünü ekle.” deniliyordu     . Böylece Şah İsmail’in kendisini kadim İran imparatorlarından biri gibi görmesine pa­ralel olarak Yavuz Sultan Selim de -kendisinin böyle bir düşün­cesi olmamakla birlikte- İran hükümdarlarını ortadan kaldıran Zülkameyn gibi görülmeye başlanmıştı.

Savaş Hazırlıkları

Yavuz Sultan Selim, 1513 yılında Safevîlerle savaş konu­sunu divanda müzakere ettikten   ve vezirleriyle de hemfikir olduktan sonra ilk iş olarak İran seferine dair fetva çıkarttı. Bu fetvada Kızılbaşlar üzerine sefer yapmanın gerekçesi ola­rak, Safevîlerin mülhid ve zındık bir topluluk olduğu, saha­beye küfrettikleri, büyük sahabelerin büyüklüklerini tanımadık­ları, değerli kişüerin kanlarını dökmekte sakınca görmedikleri, mescidleri ve ibadethaneleri yıktıkları gösterildi. Onlarla savaş­manın, fesat kapılarını kapatacağından, vacip; kanlarının dö­külmesinin helal, köle ve cariyelerinin yağmalanmasının mü- bah olduğu ifade edildi  . Fetvada ayrıca, Kızılbaşlara meyledip onlara yardım edenlerin de kâfir olduğu, bunları kırıp cema­atlerinin dağıtılmasının Müslümanlar üzerine vacip ve farz ol­duğu, bir belde ahalisinin bunlardan olması halinde Sultan’m Allah adına bunların ileri gelenlerini katledip mallarını, kadın­larını ve çocuklarını İslam gazileri arasında dağıtıp paylaştıra- bileceği, bunların pişmanlık göstermesine asla itibar olunma­ması gerektiği bildirilmekteydi  .

Bundan sonra etrafa emirler gönderilerek 1514 yılının Nevruz’unda   (Mart) sefere çıkılacağı bildirilip ordunun toplan­maya başlaması istendi. Bazı erzak, sefer güzergâhına daha kolay ulaştırılabileceği düşüncesiyle gemiyle Trabzon limanına gönde­rildi. Yavuz Sultan Selim 21 Mart 1514’te orduyla Edirne’den ha­reket ederek bir aylık bir yürüyüşten sonra İstanbul’a geldi. 20 Nisan 1514’te Üsküdar’a geçildi. Orduya yeni katılımlarla birlikte harekete edilip Kayseri yakınlarında Kızdırmak geçilip Sivas üze­rinden Safevî topraklarına girildi.

Kızılbaş Takibi

Bu arada, Anadolu’daki Kızılbaşlann herhangi bir kanşıkhğa sebep olmamalan için tespit edilmeleri ve ileri gelenlerinin öldü­rülmeleri yolunda bir emir çıkarıldı. İdris-i Bitlisi bu emre uygun olarak kırk bin Kızılbaş’ın yâzddığı ve hepsinin öldürüldüğünü kay-: dediyor  . Diğer Osmanlı kronikleri de daha çok İdris-i Bitlisî’yi kaynak olarak alıyorlar  . Buna karşılık, Anadolu’daki olaylan ta­kip eden Safevî kaynaklanndan hiç biri Kızdbaşlara yönelik sis­temli bir katliamın yapddığından söz etmemektedirler.

Bununla birlikte, bu hususun tam olarak gerçekleşip gerçek­leşmediği hususu şüphelidir. Çünkü öncelikle yukarıda ifade edil­diği üzere Osmanlı sınırlan içindeki Kızılbaş sahalan oldukça sı­nırlıydı ve bunlann en kalabalık olduğu yerlerden biri olan Teke ve Hamid bölgesinden kalabalık bir grup II. Bayezid döneminde çoktan İran’a gitmişlerdi.

İkinci olarak, Osmanlı topraklarındaki nüfus hareketlerini çok iyi takip edebildiğimiz vergi defterlerinde bu denli bir nüfus kaybının varlığına dair bir iz yoktur. Eğer bu katliam gerçekleşmiş olsaydı, en iyimser ihtimalle yüzlerce köyün haritadan silinmiş ol­ması gerekirdi*51. Ya da en az 8000 ilâ 10000 hanelik bir grubun birdenbire yok edilmesi söz konusu olabilirdi     . Bu durum mer­kezi hazine ve gelirleri paylaşan zümreler için ciddi bir vergi kaybı anlamına gediği için her halükârda kayıplarının nedenlerini açık­layan ifadeleme rastlanılması gerekir. Oysa tahrir kayıtlarında böy- lesine büyük ölçekli bir kayıp yerine nadiren “Kızılbaşfetretinde ahalisi boşalan köylere rastlanmaktadır. Mesela Şahkulu ayklan- masının cereyan ettiği Karaman topraklarında Larende ye ait bir köyün vergisiyle alakalı derkenarında Kızılbaş fetretinden   bah­sedilmektedir. Keza Osman Gümüşçü’nün tespitlerine göre 1500 ilâ 1518 yıllan arasında bütün Larende’de bölgesinde kaybolan köy sayısı 34 olup, sadece birinde “Kızılbaş Feteratı” notu düşülmüş­tür  . Diğer köylerin niçin tespit edilemediğne dair kayıt yoktur. Gümüşçü bu durumun sebepleri arasında bölgenin anılan tarih­ler arasında çatışmalara ve orduların geçişlerine (1511 Şahkulu ayaklanması, 1514 İran seferi, 1516-1517 Mısır Seferi) sahne olma­sını da sebepler arasında sayıyor ki, bu görüş yabana ahlamaz  .

Ayrıca, Osmanlı-Safevî ilişkilerinin gerilmeye başladığı dönem­lerde Doğu Anadolu’da bazı köylerin boşaldığının tespit edilmesi de görüşümüzü doğrulamaktadır»6. Kaldı ki bu köylerin ahalisi­nin bütünüyle Kızılbaş olmadığı, aralarında Sünnî ahalinin      de bulunduğu, bunların çatışma bölgesinden kaçtıkları   ve bir kıs­mının geri döndüğü tespit olunmaktadır  .

Topkapı Sarayı Arşivi’nde tesadüf edilen tarihsiz bir defter parçasında katledilen Kızılbaşlara dair isimler bulunmakta olup, bunlann sefere katılmadıklan veya bozgunculuk yaptıldan gibi sebeplerden, öldürüldükleri kayıtlıdır  . Bu parçada sadece er­kek şahıs adlan bulunmakta olup katledilenlerin sayısı on yedidir. Buna ilave olarak, Şah İsmail’in Karaman bölgesindeki müridle- rini yönlendirmek için 1512 yılında mektup gönderdiği Turgu- toğlu Musa’nın, 1516 yılında hâlâ tımar tasarruf eden bir sipahi olarak görevini sürdürmesi   Kızılbaş takibinin etkin şekilde yü- rütülmediği kanaatini kuvvetlendirmektedir.

Mektuplar

Yavuz Sultan Selim, sefer yolunda Şah İsmail’e bir mektup göndererek savaş için harekete geçtiğini bildirdi. Bu ilk mektupta “Allah katında din İslam’dır, kim İslamiyet’ten başka bir dine tabi olursa onunki kabul edilmeyecektir.” ayetlerine yer verile­rek başlar  . Böylece gerçekte Şah İsmail ve Safevîleri din dışı gördüğünü ima eder. Bununla birlikte Selim kendisini sultanlı­ğını atadan-dededen miras olarak aldığım ifade etmek için Sul­tan Mehmed oğlu Sultan Bayezid oğlu Sultan Selimşah diye tak­dim ederken; Şah İsmail’e “Fermande-iAcem, Sipehsalar-ı azam, Serdar-ı muazzam, Dahhak-ı rüzgar, Darab-ı girudar, Afrasiyab-ı ahd, Emir İsmair diye hitap ederek onun sadece bir kumandan veya en fazla bey olduğuna, padişah soyundan gelmediğine işa­ret eder. Mektupta devamla “Orman aslandan boşalınca, yiğitler yurdunu çakal aldı.” sözüyle kendisinin, Akkoyunlu tahtım, tıpkı çakalın arslan yuvasını alması gibi, ele geçirdiği, Müslümanlara her yönüyle zulme başladığı, değerli kimselerin kanlarını akıttığı, minberleri ve mescidleri yıktığı, ashaba küfrettirdiği, halkın te­miz inançlarını yıktığı şeklinde suçladıktan sonra, ileri gelen din adamlarını, kendisinin ve taraftarlarının küfre düştüğü ve dinden çıktığı için öldürülmeleri gerektiği yolunda fetvalar verdiğini, bu yüzden dini savunmak amacıyla yola çıktığını, ipekli elbiseleri bı­rakıp zırh giydiğini ve amacının kendisini ortadan kaldırmak ol­duğunu bildirir. Son olarak Şah İsmail’i İslam’a davet eder, piş­manlık göstermesini, bu durumda ülkesinin diğer idareciler gibi olmak kaydıyla kendisinin idaresine bırakmayı düşünebileceğini, aksi halde savaşa hazır olmasmı bildirir  .

Yavuz Sultan Selim, bu mektuba cevap beklemeksizin ikinci bir mektup daha yolladı. Bunda da ilk mektubunda dile getirdiği ifadeleri kısmen tekrarladıktan sonra Şah İsmaü’i yine pişman­lık göstermeye ve itaat etmeye çağırdı. Eğer buna razı gelmezse ölüme hazır olması tehdidini yineledi  .

Bu arada ordu Karaman toprağında iken Şah İsmail’in du­rumdan bilgi edinmek amacıyla Dukakinzâde Ahmet Paşa kala­balık bir ordu ile Sivas’a gönderildi  . Sivas’a gelindiğinde or­dunun durumunu tespit amacıyla sayım yapıldı. Yüz kırk bin kişiye baliğ olduğu anlaşılınca yaklaşık kırk bin kişilik bir kuv­vetini ihtiyat unsuru olmak üzere geride bıraktı  . Muhteme­len Dulkadiroğullanndan veya Memlüklerden bir saldın gele­bileceği düşünülmüştü. Dulkadir beyi Alâüddevle Bey’e haber gönderilerek orduya katılması istendi. Ancak o bu talebe ce­vap vermedi.

Osmanlılar savaşın Erzincan yakınlannda gerçekleşebilece­ğini tahmin etmişler ve bütün hazırhklannı buna göre yapmış­lardı. Ancak Osmanlı ordusu Sivas’tan çıkıp Erzincan’a doğru ilerlediği halde Safevîlere dair herhangi bir iz görünmüyordu. Bu yüzden yabancı topraklarda, bütün güvenlik imkânlanndan mahrum halde ve düşmanın nerede olduğunu bilmeden ilerle­mek orduda huzursuzluğa neden oldu. Üstelik Safevîler bölge­den çekilirken ekin ve bostanlan tahrip etmiş, etraftaki ahaliyi de iç kesimlere göçürmüşlerdi  .

Bu yüzden Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’i kışkırtarak or­taya çıkmasını sağlamak amacıyla üçüncü mektubu gönderdi. Bu mektupta da diğerlerinde olduğu gibi tehdit ifadeleri çoğunluk­taydı; kendisine Osmanlı ordusunun yola çıktığı ve hazırlıklarım görmesi gerektiği haberinin gönderildiğini, ancak günlerdir Azer­baycan yöresinde Osmanlı ordusu dolaştığı halde bunu duymaz­dan geldiği ve gizlendiği ifade ediliyor   ve korkmasının nedeni ordunun sayıca çokluğu ise bu korkunun kaldırılması için kırk bin kişinin geride bırakıldığı anlatılıyor, "Sende azıcık yiğitlik var ise gelip askerime karşı koy F diye bitiriliyordu  .

Mektubun yaratacağı kışkırtmayı daha da kuvvetlendirmek için Şah İsmail’e onun tekkede dervişlik yapmasını tavsiye eder nitelikte asa, aba ve hırka; korkaklığına vurgu yapmak için kadın giysileri, peçe ve çemberler gönderildi  .

Çaldıran’a Doğru

Yavuz Sultan Selim’in İran üzerine yürüdüğü haberi gel­diğinde Şah İsmail İsfahan’da bulunuyordu  . Hemen Tebriz’e doğru harekete geçti. Ustaclu Han Muhammed’in orduya ka­tılması için Diyarbekir’e adam gönderdi. Hemedan’da iken Ya­vuz Sultan Selim’in savaşa çağıran üçüncü mektubunu getiren elçi geldi  . Şah İsmail bu mektuba verdiği cevapta: Selim’i öven cümlelerden sonra II. Bayezid ile ilişkisine atıfta bulunarak Dul- kadiroğlu ile yaptığı savaşa giderken onunla dostluk kurulduğuna, kendisinin de bu sıralarda Trabzon’da vali olduğuna ve aynı gö­rüşü paylaştıklarına dikkat çekti. Şimdi ise kızgınlığının sebebini ve mektuptaki kaba ifadeleri anlayamadığını, bunun da olsa olsa kâtiplerin afyonlan azaldığı için bunalmış kafa ile yazmış olabile­ceklerini, bu amaçla onlann kullanması için cevabî mektupla be­raber afyon da gönderdiğini bildirdi. Mektubun tehdit kısmında ise Anadolu ile ilgilenmesinin sebebinin orada müridlerinin çok olmasından kaynaklandığını, Osmanlı hanedanına karşı sevgi beslemesinden dolayı Anadolu’da tıpkı Timur’un yaptığı   gibi bir kargaşalığa sebep olmak istemediğini ifade edip, yine de bu “nazik” üsluptan anlamaz ise daha fazla beklemeden savaşa ha­zır olduğunu bildirdi  .

Şah İsmail’in bu mektubu ile gönderdiği afyon Yavuz Sultan Selim’e Temmuz ayında Yassıçemen menzilindeyken ulaştı  . Böylece kışkırtmalar neticesini vermiş ve Şah İsmail’in hiç ol­mazsa karşı çıkacağına dair bir işaret alınmıştı. Son olarak ona daha kışkırtıcı ve hakaret dolu bir mektup daha hazırladı: “İsmail Bahadır, mektup gönderip cesaretle ilgili birkaç söz söylemişsin ve gelmekte acele ediniz, biz de beklemekten kurtulalım demiş­siniz. Biz de cibilliyetimizdeki cüreti harekete geçirip uzak yol­dan sayısız miktarda asker ile yollar ve menziller geçerek, ta­sarrufunda olan memleketlere girdik... Padişahların hâkimiyeti altındaki topraklar, onun nikâhlı karısı gibidir. Erkeklikten ve delikanlılıktan azıcık pay almış, en azından içinde cesareti olan kişilerin, başka birileri tarafından ona taarruz edildiğinde ta­hammül etme ihtimalleri yoktur. Öyle ise kahraman askerlerim bunca zamandır senin topraklarında dolaşıp murat alıyorlar. Senin ne adın var ortada, ne vücudun. Öyle bir gizlenmişsin ki varlığınla yokluğun birbirine eşit. Cesaret toplamaya kimin ih­tiyacı olduğunu durum ortaya çıkardı. Durum şudur: Şimdiye kadar senden bir fiil ortaya çıkmadı ki biz cesaretli ve yiğit ol­duğunu anlayalım... Mübtela olduğun derdin devasını da öğren­dik. O tür nesneler kullanmak kalbe cesaret verirmiş. Sen şimdi tecrübeli olduğun bu nesneleri kullan ki savaş zamanı bana karşı koymaya cesaretin gelsin. Bizim tarafımızdan da sana büyük yardım yapıldı; senin kalbinin zayıflığını ortadan kaldırmak için kırk bin kişiyi ordudan ayırıp Kayseri ile Sivas arasında bı­raktım. Düşmana mürüvvet ancak bu kadar olur, daha olmaz.

Eğer bundan sonra da korkudan saklanmaya devam edersen erlik adı sana haramdır. Miğfer yerine başörtüsü, zırh yerine çarşaf giyip kumandanlık sevdasından vazgeç.” 

Bu mektubun gönderilmesinden birkaç gün sonra Akko­yunlu beylerinden Ferrubşad Bey, Osmanlı ordusuna katıldı  . Tercan Bey’i Ahmed Bey yakalanıp, idam edildi. Keza aynı gün­lerde orduda “Kızılbaş geldi.” diye bir dedikodu yayılınca hemen savaş düzenine geçildi. Ancak bu haberin asılsız olduğu anlaşı­lınca sorumluları yakalanarak idam edildi. Keza orduda itaat­sizliklerin kaynağı olarak suçlanan Karaman beylerbeyisi Hem- dem Paşa idam edilip yeri ümeradan Zeynel Bey’e verildi  . Bu arada Trabzon’a gelmiş olan zahirenin orduya ulaştırılması için çalışmalara başlandı  . Çünkü gerek sefer güzergâhı boyunca ekin ve bostanlann Safevîler tarafından tahrip edilmiş olması gerekse neredeyse üç aydır yolculuk yapıldığı için orduda zahire sıkıntısının baş göstermesi yavaş yavaş huzursuzluklara neden olmaktaydı. Ancak daha önemlisi, Safevîlerden bir haber alına­mamış olması, onların nerede olduklarının bilinmemesi ve sal­dırının nereden geleceği hususundaki belirsizlik, her an baskına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalınması Yeniçeriler ile Yavuz Sultan Selim’i karşı karşıya getirdi. Onlar, Padişah’ı döndürmek için çadırına kurşun bile sıktılar  . Ancak Selim, etkili konuş­malar yapmak suretiyle ordusunu ikna etti. Bu arada îran içle­rine gönderilen akıncıların getirdiği esirlerden Şah İsmail ve Kı­zılbaş ordusunun durumuna dair haberler alındı.

Osmanlı ordusu Tebriz’e doğru yaklaştığı halde, Şah İsmail anlaşılmaz bir tutumla, avlanmakla meşgul oldu. Bu durum şim­diye kadar az kuvvetlerle daha kalabalık ordulara karşı kazandığı zaferlerin etkisi olduğunu düşündürmektedir. Bununla birlikte yaklaşık kırk bin kişilik bir kuvvet toplayıp Yavuz Sultan Selim’in yaklaştığı haberi gelince Tebriz’den ayrılarak karşılamaya çıktı  . Tebriz’de ise yaklaşık yedi bin kişilik ihtiyat kuvveti bıraktı  .

İki ordu Hoy yakınlarında Çaldıran ovasında karşı karşıya geldi. Şah İsmail, Kızılbaş reislerini toplayarak durumu müza­kere etti. Savaşa girilip girilmemesi konusunda herkes hemfikir değildi. Özellikle Diyarbekir beylerbeyi Han Muhammed Ustaclu, Osmanlı ordusunun kuvvetli olduğunu ve Akkoyunlu ordusu ile mukayese edilmemesi gerektiğini, onlarla yüz yüze savaşmanın yanlış olduğunu, savaşmak yerine geri dönüş için yola çıkmala­rını beklemeyi ve bu esnada saldırmayı teklif etti  . O, Osmanlı ordusunun arabaları yan yana dizip aralarına düşman askerinin geçmemesi ve safların dağılmaması için zincir çektiklerini, Yeni­çerilerin bu zincirin arkasında durduğunu, geride ise çok miktarda zahire tuttuklarını anlattı. Keza Nur Ali Halife de benzer şeyleri söyleyip Osmanlılann Çaldıran ovasına yerleşip saflarım kurma­dan saldırmayı önerdi  .

Durmuş Han bu tekliflere şiddetle karşı çıktı. Hattâ Mu­hammed Han Ustaclu’nun görüşlerinde direnmesi üzerine ona “Senin sözlerin Diyarbekir’de geçer.”   diye çıkıştığı gibi onu aşağılayıp “Han korkmuş” dedi  . Durmuş Han’a göre şimdiye kadar girdikleri bütün savaşları kazandıkları gibi bunu da ra­hatlıkla kazanabilirlerdi; bu yüzden düşmanın saflarını bağla­masına müsaade edilmeli ve merdi merdine savaş yapmalıy­dılar  . Şah İsmail ve oradaki diğer Kızılbaş reisler bu öneriyi kabul ettiler  . Bu sayede Osmanlı ordusu ovaya rahatlıkla yerleşip saflarını bağladı. Aynı şekilde Osmanh karargâhında da savaşın nasıl yapılması gerektiği konusu müzakere edildi. Piri Paşa, ordunun içindeki Kızılbaş varlığına dikkat çeke­rek hemen savaşa girilmesini, aksi takdirde saflarda yarılma­lar meydana gelebileceğini söyledi. Padişah bu fikri muvafık buldu.

Safevî ordusunun sağ kanadında Durmuş Han-ı Şamlu, Ha­lil Sultan-ı Dulkadir, Lala Hüseyin Bey, Nur Halife-i Rumlu, Hu- lefa Bey ile diğer Dulkadir, Avşar, Şamlu ve Musullu beyleri yer aldı. Sol kanatta Ustaclu Muhammed Han ve Çayan Sultan ile Rumlu, Ustaclu, Kaçar ve diğer oymaklar yer aldılar. Merkezde ise Şah İsmail ile beraber Mir Abdülbaki, Seyyid Muhammed Ke­mime, Mir Seyyid Şerif yer aldı. Şah bin kadar korçuya yanından ayrılmamasını söyledi. Korçubaşı Sanı Pire Korçubaşı öncü ya­pıldı     . Bütün bu hazırlıklar yapılırken bile Şah, bıldırcın avla­maktan geri durmadı47”.

— Çaldıran Savaşı

23 Ağustos 1514 günü sabahın erken saatlerinde Safevî ordu­sunun saldırıya geçmesiyle savaş başladı. Safevîler daha çok Os­manlI ordusunun sol tarafındaki Rumeli ordusunun üzerine yük­lendiler. Şah İsmail de merkezden saldırıp Osmanlı saflarının son noktası olan zincirlere kadar yedi defa yaklaştı471. Ancak, Osmanlı ordusunun ateş gücü karşısında472 Safevî ordusu yavaş yavaş çö­zülmeye ve ağır kayıplar vermeye başladı. Sultan Ali-i Avşar, Şah İsmail zannedilerek yakalanıp Yavuz Sultan Selimin huzuruna gö­türüldü. Hapiste tutulmakta olan Safevî elçisi getirilerek yüzleşti­rildi; Şah İsmail olmadığı anlaşılınca öldürüldü  .

Akşama kadar süren savaşın sonunda Safevî ordusu dağıl­maya başlayınca Şah İsmail savaş meydanını terk etmeye karar verdi. Hızlı bir şekilde Dergezin’e çekildi. Savaşta Ustaclu Han Muhammed, Korçubaşı Saru Pire, Lala Hüseyin Bey, Pir Ömer Bey Şireci, Avşar Sultan Ali Mirza, Muhammed Kemime, Mir Abdülbaki, Mir Seyyid Şerif, Hulefa Bey, Korçu Köse Hamza Te­kelü Yeğen Bey, Köse Hamza gibi ünlü Kızılbaş reislerinin pek çoğu öldü  .

Yavuz Sultan Selim, Safevî ordusunun geri çekilmesini bir savaş hilesi zannederek, tuzağa düşmek korkusundan dolayı, on­ların takip edilmemesi ve yağmaya girişilmemesini emretti. Bir müddet sonra savaşın kazanıldığı anlaşılınca orduya yağma izni verildi473 *   . Ele geçirilen esirlerin çoğu katledildi  .

Bu savaşta Osmanlı ordusu da ciddî kayıplar verdi. Rumeli Beylerbeyi Haşan Paşa, Sofya Sancağı Beyi Malkoçoğlu AH Bey   ve Süistre Sancağı Beyi Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Prizren Sancağı Beyi Süleyman Bey, Kayseri Sancağı Beyi Üveys Bey, Niğde Beyi İsken­der, Beyşehir Beyi Karlıoğhı Sinan Mora Sancağı Beyi Haşan Ağa gibi pek çok kumandan savaşta maktul düştü  . Savaşın şiddetine rağmen Safevî kaynaklan ölü sayısını beş bin olarak vermektedir  .

Taçlı Hanım Meselesi

Çaldıran savaşında Şah İsmail’in eşi Taçlı Begüm’ün Osmanlılara esir düştüğü yolunda özellikle Osmanlı kaynaklannda yay­gın bir kanaat bulunmaktadır.

Taçlı Hanım’m asıl adı Bigi Hanım olup Musullu Türkmen­lerinden Bektaşlu Hanıza Bey’in oğlu Mihmad Bey’in kızıdır  . Onun Musullu Türkmenlerine mensubiyetine dair herhangi bir tereddüt bulunmamakla birlikte  , Alem-ârâ-yı Şah İsmail adlı eserde Taçlı Begüm’ün Şamlu Türkmenlerinden Abidin Han’ın kızı olduğunu, güzelliği, yiğitliği ve cesareti ile dikkat çektiğini, kardeşi Durmuş Han ile güreşip onu yendiğini; bu vasıflarından Şah İsmail’e bahsedilince onunla evlenmek üzere talip olduğunu, fakat kızın ok ve yay ile kendisinden üstün gelecek, güreşte kendi­sini yenecek bir kişi ile evleneceğini söylediğini, savaşa gitmesine engel olunmadığı sürece Şah ile evlenebileceğini bildirdiğini; Şah İsmail’in de kızın şartlarım kabul ederek onunla evlendiğini kay­detmektedir  . Burada nakledilenler Dede Korkut destanlarında Kam Püre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Boyu’nda geçen Banu Çiçek’in Beyrek ile evlenmeden önce öne sürdüğü şartlar ile benzeşmek­tedir  . Buradan alınmış olması muhtemel olan bu hikâyenin, aslında Taçlı Begüm’ün Çaldıran savaşma katılmasının kendisi­nin cesaretinden kaynaklandığım ve Şah İsmail’in onu engelle­mediğini söylemek üzere kurgulandığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki, onun Şamlu Türkmenlerine mensubiyetine dair hiçbir delile sa­hip değiliz. Walter Hinz ise Taçlı Hanım’ı Akkoyunlu Sultam Ya­kup Bey’in kızı olarak kabul eder  . Ancak o, bu bilgiyi Venedikli seyyah Angiolello’ya dayandırmaktadır ki bunun tamamen asıl­sız olduğu açıktır  .

Şah İsmail’in Firuzkuh’u zaptı sırasında esirler arasında Bigi Hanım’ı görmüş ve kendisine eş olarak seçmişti (1503). Cevahirü’l- Ahbar’da onun kardeşleriyle birlikte şahın haremine dâhil edildiği kaydedilmektedir  . Bu evlilikten sonra o Taçlı Hanım, Taçlı Be­güm, Şah Bigi Hanım adlarıyla anılmaya başlanmıştı.

Taçlı Hanım’m Çaldıran savaşma katılması konusuna ge­lince: Haşan Rumlu ve İskender Bey Münşi Türkmen gibi dev­rin önemli tarihçileri başta olmak üzere pek çok kaynak Taçh Hanım’m Çaldıran savaşma katıldığına dair haberlerden hiç bah- setmemektedir. Hurşah b. Kubad ise onun Çaldıran savaşından sonra güven içinde olduğu haberinin Şah İsmail’e ulaştırılması­nın sevinç yarattığını bildirerek, savaşta yer aldığını ima eder  . Anonim Alem Ara-yı Şah İsmail, daha önce Taçh Hanım’m ce­sur ve savaşçı bir hanım olduğundan bahsettiği hikâyesini onun Çaldıran savaşına bizzat katıldığını bildirerek tamamlamaya ça­lışır  . Keza yine müellifi belli olmayan Alem-ârâ-yı Safevî adlı eser de Taçh Hanım’m savaş meydanında olduğunu kaydeder ve bir hikâye anlatır: Güya Taçlı Hanım, savaş esnasında Şah’ın yaralandığı veya öldüğü haberi yayılınca bizzat savaşa dâhil olur; Şah onu görünce durumun zor olduğunu savaş meyda­nım terk etmesini ister, o da bunun üzerine Çaldıran’dan ayrı­lır. Savaşı kaybeden ve hızla Dergezin’e çekilen Şah, ertesi gün sabah eşi Taçlı Hanım’ı sorar. Gelmediğini, Tebriz’e gitmiş ola­bileceğini söylerler. Şah da hemen Tebriz’e adamlar göndere- fek durumun araştırılmasını ister. İkinci gün Taçlı Hanım’m Tebriz’de olmadığı haberi gelir. Bunun üzerine Şah derin bir teessüre kapüıp “Eğer namusumuz Kayser’in eline düştüyse, bize yaşamak haram olur; ocağımız ortadan kalkar” diye ya­kınır. Derhal Durmuş Han’ı, Taçh Hanım’m bulunması için gö­revlendirir. Bu sırada savaş meydanından yaralı çıkan ve nereye gittiğini bilmeden at sürmekte olan Taçh Hanım, Şah Hüseyin İsfehanî ile karşılaşır. Bu adamın yardımıyla Şah İsmail’in yanına gider  .

Safevî kaynaklarının suskunluğuna rağmen Osmanlı kronikleri Taçlı Hanım’m savaş meydanında olduğunu ve Osmanlı askerleri tarafından esir edildiğini kaydetmektedirler  . Celalzâde, Çaldıran savaşında sadece Taçh Hanım’m değil çok sayıda kadının ele geçi­rildiğini büyük bir övünç içinde anlatır, kadınların vasıflarını sa­yarken onların güzelliklerini ön plana çıkarır  . Anonim Tevarih-i Al-i Osman ise Şah İsmail’in eşlerini savaş meydanında bırakarak kaçtığını söyledikten sonra, onun eşlerinden birinin Osmanlıla­rın eline geçtiğini nakleder, ancak bu hanımın ismini vermez  . Şükrî-i Bitlisi, Şah İsmail’in karısının zırhlar içinde olduğunu, sa­vaş meydanında ordunun merkezinde bulunduğunu nakleder  . Keza Sucudî de çok güzel kızların Osmanlıların eline geçtiğinden bahseder  . Buna göre Çaldıran savaşında ele geçen esirler ara- smda çok sayıda kadın da bulunuyordu  . Bu husus, savaşa gi­recek olan askerleri cesaretlendirme arzusundan çok; Safevîlerin askerî yapısından kaynaklanıyordu. Bilindiği gibi, Safevî ordusu bütünüyle Kızılbaş Türkmenlerden oluşuyordu ve hemen hepsi aşiret reislerinin idaresi altında savaşa katılıyordu. Türkmenler sefer esnasında aileleriyle birlikte hareket ediyorlardı. Akkoyunlu Uzun Haşan Bey’i ziyaret eden J. Barbara bu duruma bizzat şahit olmuş, ailelerin orduda bulunmasının hareket kabiliyetini kısıt­lamadığım, hattâ şaşılacak derecede hızlı hareket ettiklerini an­latmıştı  . Safevîlerin, Akkoyunlu Türkmenlerine dayandığı göz önünde bulundurulduğunda Çaldıran savaşında çok sayıda kadı­nın ve çocuğun bulunduğu ve bunlann bir kısmının esir edildiği yolundaki bilgilerin eksik olmadığı ortaya çıkar.

Taçlı Hanım’ın esareti konusunda hemfikir olan Osmanlı kro­nikleri, onun akıbeti hususunda tutarsız ve birbiriyie uyuşmayan bilgiler nakletmektedirler. Celalzâde, Taçh Hanım’ın yakalanıp Sultan Selim’in huzuruna getirildiğini, bu sırada huzurda bulu­nan Kadıasker Tacizâde Cafer Çelebi’ye verildiğini, Taçlı Hanım’ın Anadolu vilayetlerinde yerleşip kaldığım naklediyor  . Haydar Çe­lebi Ruznâmesi’nde Çaldıran savaşında ele geçirilen esirlerin mu­ayenesi esnasında altın sırmalı elbiseler giymiş olan bir kadının yakalandığını, tahkik edilince onun Şah İsmail’in karısı olduğu­nun anlaşıldığını, Cafer Çelebi’ye verildiğini bildiriyor; ancak ka­dının ismini zikretmiyor  . Tarihçi Lütfî de hanımın Tacizâde’ye verildiği bilgisini tekrarlıyor  . Zaim Mir Mehmet Katibî’ye göre ise Tacizâde Cafer Çelebi kendisine emanet edilmiş olan hanımı nikâhına alarak Sultan Selim’in hışmına uğramıştır  .

Öte yandan gerek Celalzâde Tabakatül-Memalik adlı eserinde, gerekse Alî, Künhü’l-Ahbar’da Taçlı Hanım’m hem yakalanışı hem de akıbeti hakkında Tacizâde ile ilişkilendirilen hikâyenin dışına çıkarak, onun Mesih Paşazâde tarafından yakalandığım -ya da ya­kalanıp Mesih Paşazâde’ye teslim edildiğini- savaş gecesi Mesih Paşazâde’nin misafiri olduğunu, ertesi gün onun izniyle serbest kalıp hızlı bir şekilde Hoy’a ulaştığım naklediyorlar. Böylece hiç ol­mazsa Taçlı Hanım’m Hoy yakınlarında Şah İsmail’in adamlarına kavuştuğu ve kocasının yanma gittiği bilgisi ile Safevî kroniklerine yaklaşıyorlar  . Ancak onların bu bilgiyi Hoca Sadeddin Efendi’den aldıkları anlaşılıyor. Keza, Müneccimbaşı da savaşta ele geçirilen kadınlardan bahsederken, Şah İsmail’in Bihrûze adlı eşinin esir edildiğini bildiriyor ve kendi döneminde de Taçlı Hanım’m yaka­landığına dair meşhur bir hikâye bulunduğunu, ancak bunun asıl­sız olduğunu söylüyor. O, bu konuda Hoca Sadeddin Efendi’nin verdiği bilgilerin muteber olduğuna dikkat çekerek ondan geniş bir alıntı yapıyor  . Şu halde Hoca Sadeddin Efendi’nin naklettiği bilgiler diğer Osmanlı tarihçilerine göre daha muteber olması ge­rekir. Çünkü Hoca Sadedin Efendi, Osmanlı ordusunda bulunan Babası Haşan Can ile Safevî ordusunda yer alan dedesi İsfahanlı Hafız Muhammed’den iki farklı hikâye dinlemiştir. Bu hikâyeler aslında hem Osmanlı hem de Safevî tarihleri tarafından nakle­dilen ve tekrarlanan bilgiler ile öıtüşmektedir. Hoca Sadeddin’in dedesinden naklettiği hikâyeye göre, Şah İsmaü savaş meydanım terk ettikten sonra Muhammed Hafiz İsfahan! ve yoldaşları da Çaldıran ovasından ayrılmışlar, Tebriz yakınlarında rastladıkları Kızılbaşlardan Şah’m durumunu sormuşlar; onlar da Şah’m iyi olduğunu fakat Taçlı Hanım’dan haber alınamadığım söylemiş­ler. Daha sonra yolda Helvacıoğlu Hüseyin Bey ile karşılaşmış­lar, o, Şah’m yaralı olduğunu, Taçlı Hanım’m bulunamamasın- dan dolayı derin üzüntü duyduğunu, kendisini de Taçlı Hanım’ı aramakla görevlendirdiğini anlatmış. Hafız Mehmed ve yoldaş­ları Tebriz’e gidip gizlenmişler. Sonraları Taçh Hanım’m kaçarak Hoy Meliki’ne vardığım, onun da aceleyle Şah İsmail’e ulaştırdı­ğım duymuşlar  . Bu hikâye, Alî tarafından da yine Molla Mu­hammed İsfahanî’ye dayandırılarak anlatılır  .

Burada nakledilen bilgiler, yukarıda da izah edildiği gibi Safevî kaynaklarında nakledilenler ile hemen hemen aynıdır. An­cak savaşın sona ermesi ve Safevî ordusunun dağılması ile Taçlı Hanım’m kaybolup bulunması arasındaki bir veya iki günlük boş­luk tam olarak doldurulamamaktadır.

Hoca Sadeddin’in naklettiği ikinci hikâye ise Sultan Selim’in mutemet adamlarından babası Haşan Çan’a ait. Onun “Rahmetli Babam kimi doğru haber vericilerden anlatırdı ki.” diye başladığı hikâyesinde Taçlı Hanım’ın savaşm en kızgın zamanında Mesih Paşazâde’nin eline geçtiğini, onun çadırında bir gece saklandığını, yanında bulunan “Lâl-i Böğrek” diye bilmen mücevheriyle bera­ber diğer değerli ziynetlerini verip azat olmak için yalvardığını, Mesih Paşazâde’nin de onun durumuna acıyarak serbest bıraktı­ğım naklediyor5'15. Lâl-i Böğrek Akkoyunlu sultanlarının hâzine­sine ulaşmış nadir ve şöhretli taşlardan biriydi. Akkoyunlulann inkırazı sırasında Emir Han Musullu’nun eline geçmiş olmalı ki o, Şah İsmail’e itaatini bildirdiği sırada bu taşı da yanında getir­miş ve Şah’a sunmuştu     .

İkinci hikâyede yer alan Taçlı Hanım'm mücevherleri hususu Osmanlı arşiv vesikalarınca da doğrulanmış olması, hakikaten böyle bir olayın varlığını kanıtlıyor  . Bir farkla ki vesikada mü­cevherlerin vasıflan tanımlanırken “Lâl-i Böğrek”in adı zikredil­memektedir. Bununla birlikte Hoca Sadedin, kendi döneminde duyduklannm veya kitabına kaynak olan diğer tarihlerin tesiri ile olsa gerek Tacizâde’ye nikâhlandığı meselesini tekrarlıyor; hattâ Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’e elçi göndererek Taçlı Hanım’ın serbest bırakılması için ricada bulunduğunu naklediyor  .

Oysa Safevî kaynaklanndan anlaşıldığına göre Taçlı Begüm, Çaldıran savaşından sonra Şah İsmail ölünceye kadar onun ya- anıdaydı ve Şah İsmail’in üzerinde tesirli olduğundan, devlet ka­demesinde yapılan tayin ve azillerde sözü geçiyordu  . Mesela, Musullu Emir Han, Herat’ta iken, Babür Padişah ile işbirliği yap­tığı gerekçesiyle Şiî ulemadan Mir Muhammed Mir Yusufu öl- dürtünce, bu durum Şah İsmail’in çok zoruna gitmiş, onu görev­den alıp Tebriz’e çağırtmıştı (1521/22). Emir Han öldürüleceğini düşündüğünden Taçlı Hamm’a sığınmış, bu suretle Şah’ın gaza­bından kurtulmuştu  . Hattâ Tahmasb’ın hükümdar olması hu­susunda etkin rol oynamış; Şah’ın ölümünden sonra ülkede karı­şıklık çıkmasına mahal vermemek için henüz 10 yaşlarında olan Tahmasb’ın elinden tutarak bizzat getirip tahta oturtmuştur  . Bu yönüyle, gerek haremde gerekse saray bürokrasisi üzerinde etkililiğinin devam ettiği görülmektedir  .

Görülüyor ki, Taçh Hanım Çaldıran savaşında yer almış ve Osmanlılann eline esir düşmüştür. Ancak, onun esaretinin bir günden fazla sürmediği kısa zaman içinde Şah İsmail’in yanına gittiği ve kalan hayatını Safevî sarayında tamamladığı tespit olu­nuyor  .

Yavuz Sultan Selim Tebriz’de

Savaşın ertesi günü divan toplandı. Neticeler tartışıldıktan sonra Tebriz’e yüründü. Tebrizliler Osmanlı ordusunu karşıla­maya çıktılar. Dukakinzâde Ahmet Paşa ve Defterdar Piri Paşa’yı önden göndererek Tebriz’de herhangi bir yağma olmaması için tedbirler aldırttı  . Bu sayede Tebriz şehri yağma edilmedi  . 8 Eylül 1514’de Haşan Padişah Camü’ne (Nasıriye Camii) gidilerek namaz kılındı  . Hutbede Dört Halife’nin adı okunup Sünnîlik yeniden ikame edildi  . Alî’nin naklettiğine göre Tebriz’de ken­dini gizlemek zorunda kalan Sünnîler bu durumdan çok mem­nun kaldılar  .

Heşt Beheşt sarayındaki bütün eşyalara el konularak def­tere kaydedildi  . Bu kayıtlardan Şah İsmail’in hâzinesinin ön­ceden kaçırıldığı, geriye çok fazla kıymeti olmayan eşyaların kal­dığı anlaşılıyor.

Yavuz Sultan Selim, Tebriz’de bir hafta   kaldıktan sonra, gerek zahire darlığının baş göstermesi, gerekse Şah İsmail’in ele geçiri­lememiş olmasından dolayı güvenliğin tam olarak sağlanamaması yüzünden   kışı Tebriz’de geçirmeyi göze alamayarak Amasya’ya doğru harekete geçti. Dönerken Hüseyin Baykara’nın oğlu Bedi- üzzaman Mirza   ile beraber Tebriz’in usta ve sanatkârlarından kalabalık bir grubu yanma aldı  .

Yavuz Sultan Selim’in geri dönüşü Osmanlılann en başından beri bütün İran mülkünü ele geçirme niyetinde olmamalarından kaynaklanıyordu. Çünkü İran, doğu-batı ve kuzey-güney yönle­rinde derinliği fazla olan bir yerdi. İran’ın içlerine doğru girmek, ordunun bütünüyle savunmasız hale gelmesi, yiyecek ve zahire tedarikinin zorlaşması anlamına gelirdi. Çaldıran zaferi ile Şah İsmail efsanesi yıkıldığından maksat geniş ölçüde hâsıl olmuş, İran’dan Anadolu’ya gelebilecek tehlikelerin önü alınmış, sınır­ların güvenliğini tesise yönelik faaliyetlere sıra gelmişti.

Yeni Dönem

Şah İsmail, Osmanlı ordusunun çekildiği haberim alınca hemen Tebriz’e geldi  . Artık eski gücünü ve itibarım büyük öl­çüde kaybetmiş, yenilmezlik anlayışı büsbütün kırılmış, moral­siz ve mağlup bir hükümdardı. Ortaya çıktığı günden Çaldıran’a kadar girdiği dört büyük savaşı belirgin bir üstünlükle kazanan ordusu, kalabalık ve ateşli silahlara sahip Osmanlı ordusu karşı­sında hiçbir varlık gösteremediği gibi yenilmezliğine inandıkları Şahlarının yenilgisini görme talihsizliğine de ermişlerdi  . Üs­telik daha yenilginin ilk günlerinde bazı itaatsizlikler de ortaya çıkmaya başladı. Bediüzzaman Mirza’nın oğlu Muhammed Za­man Mirza Şah’ın ordusundan ayrılarak Esterebad’a gidip böl­genin hâkimi Talışlı Pir Gaib’i yenerek şehri ele geçirdi. Esfera- yin hâkimi Tekelü Burun Sultan üe Hoca Muzaffer Bitikçi onun üzerine yürüdülerse de Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’e girmesi yüzünden yavaş hareket edip ortada dolaşan dedikoduları anla­maya çalıştılar. Nihayet, Osmanlı Sultanı’nm çekilmesi üzerine Muhammed Zaman Mirza’yı Esterabad’dan çıkardılar. O, Gar- cistan tarafına kaçtı  .

İlginç bir problem ise Şiraz hâkimi Dulkadirli Halil Sultan ile ilgili olarak Çaldıran savaşında yaşanmıştı  . Onun savaş mey­dandaki hatalarını affetmeyen Şah İsmail, Şiraz’a adam gönde­rerek onu öldürtüp yerini Dulkadirlilerin Çiçekli aşiretinden Ali Bey’e verdi  . Bu esnada Halil Sultan kalabalık askerlere sahip olmasına rağmen direnmemiş, tek başına Şah’ın emrini yerine getirmeye gelen Kotçu Kör Süleyman’a başını vermekte tered­düt göstermemişti. Bu durum Kızılbaşlann Şah İsmail’e her du­rumda bile sınırsız bir itaat ile bağlandığını göstermesi bakımın­dan önemliydi.

Şah İsmail, Çaldıran savaşındaki kayıplarını telafi edebilmek, özellikle ölmüş olan kumandanlarının yerlerini doldurmak amacıyla yeni tayinler yaptı. Bu cümleden, Emirü’l-ümerahk Ustaclu Çayan Sultan’a, Nezaret-i Divan-ı Âli Mirza Şah Hüseyin-i İsfahanî’ye  ; Sadaret ise Cemaleddin Muhammed-i Esterabadî’ye   verildi. Ustaclu Muhammed Han’ın savaşta ölmesi üzerine kardeşi Kara Bey, “Han” unvanıyla Diyarbekir eyaletinin idaresiyle görevlendi­rildi. Hoylu Melek Bey, emirlik makamına yükseltildi  .

— Zeynel Han, Durmuş Han, Çayan Sultan, Div Sultan gibi önde gelen Kızılbaş reisleri Şah İsmail’in otoritesini yeniden temin için bütün güçleriyle çalışmaya devam ettiler.

Batı Sınırında Kayıplar

Osmanlı ordusu dönüş yolunda Kemah kalesini kuşattı. Bu­rayı savunmakta olan Varsaklar direniş gösterdilerse de kale kısa süre içinde Osmanlılann eline geçti (19 Mayıs 1515). 300 kadar kale muhafızı katledildi  .

Trabzon ve çevresinin idaresine tayin olunmuş olan Bıyıklı Mehmed Paşa’nın, kalabalık bir ordu ile Erzincan üzerine yürü­düğü haberi ulaşınca Rumlu Nur Ali Halife sekiz yüz kadar sipa­hisiyle onu karşılamaya çıktı. Ancak, kalabalık Osmanlı ordusu karşısında hiçbir varlık gösteremeyerek yenilip maktul düştü. Yanında bulunan Aykutoğhı Muhammed küçük bir grup ile kaç­mayı başardı  .

Yavuz Sultan Selim’in emriyle Kürt beylerini itaate davet et­meye giden İdris-i Bitlisi onlarla toplantılar yaparak hepsini her­hangi bir savaşa mahal bırakmadan Osmanlı idaresine kattı. Böy­lece kısa süre içinde Kiğı, Hani, Bitlis, Sürt, Hizan, Hısn-ı Keyfe, Palu gibi irili ufaklı merkezler Safevî hâkimiyetinden çıktı. Os­manlı sınırlan Kars’tan güneye doğru Erzincan, Bayburt, Kemah, Bitlis’ten Diyarbekir’e dayandı. Böylece doğu sınınnın kuzey ke­simleri geniş ölçüde meydana çıkmış oldu. Ancak güney kesimi­nin en önemli şehri olan Diyarbekir hâlâ Safevîlerin idaresinde bulunuyordu.

Ustaclu Muhammed Han’ın Çaldıran savaşında öldürülme­sinden sonra Safevîlere karşı direnişe geçen Diyarbekirliler Ahmed Çelebi’nin idaresinde, Şah İsmail tarafından yeni vali olarak ata­nan Ustaclu Kara Han’ın şehre girmesini engellediler. Kara Han da Mardin’e yöneldi. Ahmed Çelebi, Osmanlılarla işbirliğine gi­rip Bıyıklı Mehmed Paşa’yı Diyarbekir’e davet etti. Paşa hızla ge­lip şehre girdi. Kara Han durumdan haberdar olunca, Diyarbekir üzerine yürüdü. Askerleri Osmanlı kuvvetlerine nazaran sayıca az olmasına rağmen onlarla savaşa tutuştu. Öncü birliklerini yendi. Bunun üzerine Bıyıklı Mehmed Paşa yirmi binden fazla asker ile gelip Mardin yakınlarında yapılan savaşta Kara Han’ı öldürdü  . Böylece Diyarbekir ve çevresi bütünüyle Osmanh hâkimiyetine girmiş oldu (1516).

İçe Kapanan Kızılbaşlık

Osmanlılann Çaldıran savaşından sonra doğu şuurlarım de­netim altına almalannın en önemli etkisi, Osmanlı hâkimiyetinde kalan Kızılbaş Türkmenler üzerinde oldu. Osmanlı idarecileri­nin sınır ve yol güvenliği hususunda teyakkuz halinde olmalan Anadolu’daki Kızılbaşlann İran ile irtibatını geniş ölçüde engelledi. Bunun tabii neticesi olarak tarikatının dini işlevlerinde devamlı­lığı sağlayacak ve bilgi tazelenmesine imkân verecek olan Safevî halifelerinin ülkeye girişi hemen hemen sonlandınldı. Yazılı kay­naklardan da beslenememeleri yüzünden Kızılbaş ocaklan zaten var olan sözlü geleneğe daha çök yaslanmaya başladılar.

Diğer yandan, gerek ulaşım imkânlarının sınırlı oluşu, gerekse topluca yaptıkları hareketlerin takip edilmesi ve koğuşturulması yüzünden konar-göçer veya yerleşik Kızılbaşlann kendi aralann­daki irtibat da büyük Ölçüde koptu. Bu durum aralannda şekü ba­kımından bazı küçük farkhlıklann da doğmasına yol açtı.

Ama asıl farklılık İran’a giden Kızılbaşlar ile Anadolu’dakiler arasında görüldü. Safevî Devleti’ni kuran Kızılbaşlar, Şah İsmail’in Şiileştirme politikası içinde evrilip hızla Şiîleşirken, Anadolu’daki Kızılbaş Türkmenler içe kapanıp inançlarım geleneksel usullerle devam ettirdiler  .

Barış Girişimi

Şah İsmail çok fazla gecikmeden Yavuz Sultan Selim henüz Amasya’da iken bir mektup göndererek banş girişiminde bu­lundu. Ancak Yavuz Sultan Selim, gelen elçilere iltifat gösterme- yip hapse attırdı. Şah İsmail, onun İstanbul’a dönmesinden sonra gösterişli hediyelerle birlikte yine elçiler gönderdi. Osmanlılar, Şah İsmail’in banş isteyen mektubunu defalarca okuyup, müza­kerelerde bulundular ve nihayet bu tür çabaların bir hile olabile­ceğine, Şah İsmail’in zaman kazanmaya çalıştığına yorumladılar. Elçiler Dimetoka ve Kilidbahir’de hapsedildi  .

Doğu Sınırındaki Gelişmeler

1514 yılında Safevî Devleti’nin batı sının hızla değişirken, doğu sınınnda yer alan Horasan ve özellikle Herat’ta şiddetli bir kıtlık meydana gelmişti. Yiyecek sıkıntısı o dereceye ulaşmıştı ki, bölgenin hâkimi Zeynel Han, insan yediği söylenenleri cezalan­dırmaya başlamıştı  .

Daha önemlisi Şah İsmail’in yenilmesinden cesaret alan Öz- bekler, 1515’te Horasan’a saldırmaya başladılar. Kayın Hâkimi Musullu Emir Han ve Belh hâkimi Rumlu Div Sultan Tebriz’e ge­lerek Özbeklerin saldırılarından bahsettiler; Div Sultan, Özbek­lerle yaptığı savaşlarda askerlerden ve atlardan çıkardığı bir san­dık dolusu ok ve mızrak uçlanm Şah İsmail’e gösterip Özbeklerle giriştiği savaşları kazandığım ancak Horasan’ın şu anda sahip­siz kaldığım anlattı. Bunun üzerine Şah İsmail, Horasan bölgesi­nin idaresini henüz bir yaşındaki oğlu Tahmasb’a verip, ona, Ka­yın hâkimi Musullu Emir Han’ı lala, Gıyaseddin Muhammed’i de vezir olarak atadı  . Horasan'ın yeni idarecileri 1516 Nisan’ında Herat’a gelip idareyi ellerine aldılar.

Bu esnada Muhammed Zaman Mirza, Emir Orduşah üe be­raber Belh’e saldırdı  . Rumlu Div Sultan’ın hizmetinde bulunan Baharlu Muhammed şehri tahkim edip savunmaya çekildi. Ancak birkaç aydan fazla dayanamayıp şehri teslim etmek zorunda kaldı. Böylece Belh elden çıktı. Emir Orduşah Belh’in idaresini kardeşi Kıvam Beye bırakınca Muhammed Mirza ile aralarına soğukluk girdi. Kısa süre sonra da onun tarafından öldürüldü. Bunun üze­rine korkuya kapılan Kıvam Bey, Babür Padişah’tan yardım istedi. Babür’ün geldiği haberini alan Muhammed Zaman Mirza, Belh’ten ayrılarak Garcistan’a gitti. Babür, Belh’i kendi adamlarından Emin Be/e bırakıp, Mirza’yı takibe devam etti. Garcistan hâkimlerinden Emir Şah Muhammed Seyfiil-Mülük ve Gıyaseddin Ali, Muham­med Zaman Mirza’yı karşılayıp destek verince Babür geri dönmek zorunda kaldı. Bir yıl sonra (1517) Şah İsmail, Musullu İbrahim Han ile Avşar Ahmed Sultan’ı Muhammed Zaman Mirza’nın üze­rine gönderdi. Seyfii’l-Mülük ve Gıyaseddin Ali, Kızılbaşlar karşı­sında tutunamayıp geri çekilince Kızılbaşlar Muhammed Zaman Mirza’yı kolaylıkla yendiler  . Daha sonra Belh hâkimi tarafından yakalanan Mirza, esir olarak Kabil’e Babür Padişaha gönderildi An­cak burada Babür’ün kız kardeşiyle evlendikten sonra Belh hâkimi olarak geri dönüp şehrin idaresini eline aldı  .

1521 Mayıs’mda Özbek Han’ı Ubeyd Han’ın otuz binden fazla süvari ile Ceyhun’u geçip Herat üzerine yürüdüğü haberi geldi. Rumlu Piri Sultan, Emir Han’m oğlu Mercimek Sultan ve Nohut Bey (Emir Bey’in kardeşi) şehri tahkim etmeye başladı­lar. Şehrin bütün kapılarını tuttular. Ubeyd Han, Herat’ı yakla­şık iki hafta kuşatma altında tuttuktan sonra Haziran ayının ba­şında Buhara’ya döndü  .

Aynı yıl Herat hâkimi ve şehzâde Tahmasb’ın lalası olan Mu­sullu Emir Han, Şah îsmail tarafından çok sevilen ve saygı du­yulan bir kişi olan Mir Muhammed Mir Yusuf u öldürdü. Bu du­rum Şah İsmail tarafından kendisine karşı bir itaatsizlik teşebbüsü olarak algılandı. Hemen Durmuş Han’ı bölgeye gönderdi. Onun arkasından da Hoca Habibullah’ı olayı soruşturması için Herat’a yolladı. Ancak Durmuş Han, Emir Han’a saygısından dolayı bu soruşturmaya izin vermedi  .

Emir Han Herat hâkimliğinden ve lalalıktan azledilerek Tebriz’e çağrılıp Durmuş Han, Herat hâkimliğine getirildi. Emir Han, bu gelişmeden dolayı büyük bir üzüntüye kapıldığından dö­nüş yolunda hastalandı. Bununla birlikte Şah’ın eşi Taçlı Begüm, onun herhangi bir zarar görmesine mani oldu. Emir Han 6 Tem­muz 1522’de vefat etti  .

Kuzey Sınırlan

1518 yılında ülkenin pek çok yerinde meydana gelen karı­şıklıklardan istifade etmek isteyen Mazendaran hâkimi Aka Mu­hammed bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Şah İsmail, Rumlu Durmuş Han ve Şamlu Zeynel Han’ı Mazendaran’a gönderdi. Onlar kalabalık bir ordu ile gelip önce Kelis kalesini daha sonra Evlad kalesini ele geçirdiler. Mazendaran yeniden itaate alındı. Daha sonra Sari üzerine gidildi. Sari, Rüstemdar ve Hezarcerib hâkimleri Kızılbaş ordusuna gelerek Şah İsmail’e bağlılıklarını bil­dirdiler  . Aka Muhammed 1521’de yeniden isyan ettiyse de Te- kelü Çühe Sultan tarafından isyanı bastırıldı.

Aynı yıl içinde Reşt hâkimi Emir Dibac, Lahican hâkimi Kar­kiya Sultan Ahmed, Şirvan hâkimi Şeyh Şah Tebriz’e gelerek Şah İsmail’e bağlılıklarını bildirdiler  . Şah, Emir Dibac   ve Şeyh Şah’ı kız kardeşleriyle evlendirdi.

Öte yandan, 1516 yılında Gürcistan beylerinden Karkara ile Menuçehr arasında çatışma meydana geldi. Karkara, Tebriz’e ka­çarak Şah İsmail’den yardım istedi. Şah, Rumlu Div Sultan, Te- kelü Çirkin Haşan, Kaçar Narin Bey ve Rumlu Kazak Bey’i Gürcüs- tan üzerine gönderdi. Kızılbaş ordusu Şuregil üzerinden Akşehir’e yöneldiler. Menuçehr, elçiler göndererek banş isteğinde bulun­duysa da sonuç alamayınca Osmanlı Devleti’ne sığındı. Div Sul­tan, Gürcüstan hâkimiyetini Karkara’ya bıraktı  . Bu sefer esna­sında Kızılbaş reisleri arasında anlaşmazlık meydana çıktığından Div Sultan, Tekelü Çirkin Han’ı öldürdü  . Böylece Şah İsmail’in ölümünden sonra meydana çıkacak olan oymakçılık taassubunun ve aşiretler arasındaki kavganın da fitilini yakmış oldu.

1522 yılında Gürcistan hâkimi Levent Han, Şeki vilayetine saldırıya geçince Rumlu Div Sultan, Şeki hâkimi Haşan Bey’in yardımına gitti. Ancak, Levent Han’m Şah’a itaat edeceğini bil­dirmesi ve barış talebinde bulunması üzerine Div Sultan herhangi bir savaşa girmeden geri döndü.

İçerde

Daha önce Durmuş Han’m veziri iken Şah İsmail’in gö­züne girerek vekâlet makamına yükselmiş olan Şah Hüseyin-i İsfehanî’nin uygulamaları devletin ileri gelenleri arasında kır­gınlık yarattığından onu ortadan kaldırmak isteyenlerin sayısı artmıştı. 1523 yılında Rikabdar Arapkirlü Mehter Şahkulu, sa­rayın avlusunda rastladığı Şah Hüseyin’e kılıcıyla vurdu. Etraf­tan yetişenlere de şahın emrini yerine getirdiğini söyledi. Onla­rın da katılmasıyla vezir öldürüldü. Meselenin aslı anlaşılınca Şah İsmail, onun yakalanmasını emretti. Şahkulu hemen ora­dan uzaklaşıp Şirvan’a gittiyse de yakalanıp Tebriz’e gönderildi ve burada idam edildi  .

Emirü’l-ümera Çayan Sultan’ın vefatı üzerine makamı oğlu Bayezid Be/e verildi ve ona Bayezid Sultan denildi. O da bir yıl sonra vefat edince emirü’l-ümeralık Rumlu Div Sultan’a geçti  . Esterabad, Zeynel Han’a, Ferah vilayeti Avşar Ahmed Sultan’a verildi.

Son Kızılbaş

Görüldüğü üzere Çaldıran yenilgisinden sonra Şah İsmail -tıpkı Uzun Haşan Bey’in Otlukbeli savaşından sonra yaptığı gibi- devlet işlerinden elini büyük ölçüde çekti. Ülke doğudan ve batı­dan saldırılara maruz kalmasına ve toprak kaybına uğramasına rağmen, bizzat ordunun başına geçerek problemleri ortadan kal­dırma veya kaybettikleri yerleri geri alma gibi bir niyet göster­medi. Durmuş Han, Zeynel Han, Çayan Sultan, İbrahim Han, Emir Han, Div Sultan gibi sadık Kızılbaşlann gayreti ile daha bü­yük bir dağılma yaşanmadı. Ülkenin iç kesimlerinde görülen kü­çük ayaklanma belirtileri kısa zaman içinde bertaraf edildi. En büyük toprak kaybına uğradığı Doğu Anadolu’da Bitlis, Erzin­can, Diyarbekir gibi büyük eyaletleri kaybetmiş olmasına rağmen Osmanlılarla banşı yeniden tesis etmek için çaba sarfetti. Belki de bu yüzden Orta Anadolu’da patlak veren Bozoklu Celal ayak­lanmasına herhangi bir destek vermedi. Yavuz Sultan Selim’in Ölümü üzerine hem baş sağlığı hem de tebrik için Kanunî Sultan Süleyman’a elçi gönderdiyse de bu girişiminden de netice ala­madı. Elçileri yine hapsedildi  .

Diğer taraftan Osmanlılara karşı Avrupah devletlerden müt­tefik bulmaya çalıştı. Macaristan kralı II. Lodovik’in ortak düş­manlan olan Osmanlılara karşı ittifak kurmak amacıyla gönder­diği elçisini layıkıyla ağırladıktan sonra memnuniyetini bildiren bir mektup ile geri gönderdi. Aynı elçiye Avusturya imparatoru Şarlken’e verilmek üzere Ekim/Kasım 1518 tarihli başka bir mek­tup verdi.   O bu mektubunda 1519 yılının Nisan ayı içinde Os-

manidara karşı saldınya geçmeyi planladığını ve Avusturya'nın da batıdan saldırıya geçmesini talep ediyordu. Ancak mektup Şah İsmail’in ölümünden iki yıl sonra Avusturya kralının eline ulaşabildi. Avusturya Krah bu sıralarda Ispanya’da bulunuyordu ve mektup ulaştığında her nasılsa Şah İsmail’in ölümünden ha­berdar değildi. Kral, 25 Ağustos 1525 tarihinde gönderdiği ceva­bında, mektubun geç gelmesi üzerine Nisan ayında Osmanlılara birlikte saldırının mümkün olmadığı ama kendisiyle ittifak kur­maktan ve Osmanlılara karşı birlikte hareket etmekten memnun­luk duyacağım bildirdi. Mektup yine Ferer Petrus ile gönderildi. Ancak İran kaynaklarında mektubun ulaşıp-ulaşmadığma dair bir kayıt bulunmamaktadır  .

Osmanlılara karşı ittifak arayışında olan bir başka devlet ise Hürmüz kıyılarına yerleşmeye çalışan Portekizliler idi. On­lar 5 Mayıs 1515’te Şah İsmail’e ağır hediyelerle bir elçilik he­yeti göndererek denizlerde Osmanlılara karşı birlikte hareket etmeyi talep ettiler. Şah İsmail öncelikle kendilerine savaş ge­misi verilmesini talep etti. Ancak elçi bu hususta söz verme yetkisine sahip olamdığını bildirince görüşmelerden bir netice alınamadı. Elçilerin dönüşünde yanlarında Şah İsmail’in elçi- sinid e götürdüler. Ancak bu şahsın herhahngi bir netice alıp- alamadığı bilinmiyor. 1523 Nevruz’unda gelen Portekiz elçisi ise sadece bayram dolayısıyla tertip edilen eğlenceleri seyrede­bildi. Şah İsmail’in hastalığı ve ölümü herhangi bir mzüakere yapılmasına imkân tanımadı.

Şah İsmail’in Çaldıran sonrası günlerini daha çok eğlence ve av partilerinde geçirmesi ve bu yönüyle halkın nazarında Mürşid-i Kâmil sıfatından uzaklaşarak sıradan insan konumuna inmesi Kı- zılbaşlar arasında ciddî bir kırılma meydana getirdi. Özellikle ma­kam ve mansıp için gizli veya açık mücadeleler yaşanmaya başladı. Daha önce, Şah’ın emriyle ölüme giden ve dünya hayatına değer vermeyen Kızılbaş reisler, bu defa gerek eyaletlerdeki gerekse sa­raydaki etkinliklerini koruma gayreti içine düştüler. Şah, bu tür çekişmeleri sert bir şekilde cezalandırmasına rağmen zaman za­man kontrolünü de kaybetti. Yine de av ve eğlenceyi bırakmadı. Hülasatü’t-Tevârih müellifi, Şah’a musallat olan iki İsfahan’ımın -yani Mir Necm-i Sâni ve Mirza Şah Hüseyin’in- Şah’ın sonunu hazırlayan bir dizi olaylara sebep olduğunu; Necm-i Sanî’nin boş yere Maverünnehr’e ordu çekip ordunun kırılmasına yol açtığını   ve bu yüzden Şah’ın dört bir tarafa sefer düzenlemesini engelle­diğini; Mirza Şah Hüseyin ise Şah’ı içki ve şaraba alıştırıp onun bedenini zayıf düşürdüğünü kaydediyor.

1524 yılının yazında yaban atı avlamak için gittiği Şeki’de has­talandı  . Tebriz’e döndükten kısa süre sonra 23 Mayıs 1524’te ve­fat etti  . Emir Muhammed Sadr-ı Esterabadî na’şını yıkadıktan sonra Erdebil’e götürülüp atalarının bulunduğu hazireye defnedildi.

O, orta boylu, güzel görünümlü, sağlam vücutlu ve kuvvetli biriydi. Diğer Kızılbaşlar gibi sakalını tıraş edip sadece bıyık bıra­kırdı. Avcılığa meraklı ve iyi okçuydu. Hâzinesi her zaman boştu. Ülkenin dört bir yanından gönderilen her türlü hediyeleri etra­fındakilere dağıtırdı  .

Mührü “Z” şeklinde ve yarım ceviz büyüklüğünde olup, orta­sında Şah İsmail’in, etrafına da Oniki İmam’m adlan kazınmıştı. Gilanda iken Şiî ortamda büyümüş, hükümdar olunca da Şiîliği resmî mezhep yapmış olmasına rağmen etrafı tamamen Kızılbaş- lardan oluşmaktaydı. Hataî mahlasıyla Türkçe söylediği şiirlerinde Kızılbaşlığın derin tesirleri görülür  . Ne var ki, onun ruh dünya- sini inşa eden Kızılbaşlık, dinî siyasete bütünüyle hâkim olama­mış, Şiîlik ona galip gelmiştir.

Şah İsmail öldüğünde oğulla henüz çocuk yaştaydılar. Taçlı Begüm henüz on bir yaşında olan büyük oğul Tahmasb’ın bizzat elinden tutarak getirip tahta oturttu. Askeri ve sivil bürokratlar ile eyaletlerdeki Kızılbaş reisler Tahmasb’a biat ettiler. Ancak fırtınalı günler de başladı. Çünkü Şah İsmail’e kayıtsız şartsız itaat eden Kızılbaşlar, Tahmasb’a karşı aynı bağlılığı göstermediler.

 KAYNAKLAR

A-ARŞİV KAYNAKLARI

Başbakanlık Osmanlı Arşivi

Tahrir Defterleri (TD)

Nr. 58 (Karaman)

Nr. 63 (Karaman)

Nr. 199 (Bayburd, Kelkit, Erzincan, Kemah)

Mühimme Defteri nr. 3

Topkapı Sarayı Arşivi

D. 5270.

D.1O734

B-KAYNAK ESERLER

ABDİ BEY-İ ŞİRAZÎ, Tekmiletü’l-Ahbâr, (neşr. Hazırlayan Ab­dülhüseyn Nevaî), Tahran 1369/1991.

ÂLİ, Künhül-Ahbâr, c. I-II, (neşr. Ahmet Uğur-Mustafa Çuha­dar), Kayseri 1997.

ALİ b. ŞEMSEDDİN b. Hacı Hüseyin-i Lahicî, Tarih-i Hani, (neşr.

Menuçehr Sotude), Tahran 1352/1974.

ANONİM, Tarih-i Kızilbaşan, (neşr. Mir Haşim Muhaddis), Tah­ran 1361/1983.

ANONİM, Cihangüşa-yı Hakanî -Tarih-i Şah İsmail-, (neşr. Dr. AHahdota Muzattar) İslamabad 1984.

ANONİM, Alem-ârâ-yı Şah İsmail, (neşr. Asgar Muntazer Sa­hih) Tahran 1349/1971.

ANONİM, Alem-ârâ-yı Şah Tahmasb, (neşr. İrec Afşar), Tah­ran 1370/1992

ANONİM, Tezkiretü’l-Mülûk, (neşr. Seyyid Muhammed Debirsiyakî), Tahran 1378/2000.

ANONİM Tevârih-iAl-i Osman-Giese Neşri (neşr. Nihat Aza- mat), İSTANBUL 1992.

ANONİM Osmanlı Kroniği, (neşr. Necdet Öztürk), İstanbul 2000.

AŞIKPAŞAZÂDE, Tevârih-i Al-i Osman, (neşr. Ali Bey), İstan­bul 1332.

BUDAK MÜNŞÎ-İ KAZVİNÎ, Cevâhirü’l-Ahbâr, (neşr. Muhsin Behram Nejad), Tahran 1378/2000.

CELALZÂDE Mustafa, Selim Nâme, (neşr. Ahmet Uğur-Mustafa Çuhadar), Ankara 1990.

DEDE KORKUT Hikâyeleri (neşr. Orhan Şaik Gökyay), İstan­bul 1985.

EBU’L-HASAN-I KAZVİNÎ, Fevaid-i Safeviyye, (neşr. Meryem Mir Ahmedî), Tahran 1368/1990

EMİRMAHMUD HANDMİR, Tarih-i Şah İsmail ve Şah Tahmasb-ı Safevî -Zeyl-i Habibü’s-Siyer-(neşr. Dr.Muhammed Ali Cer­rahi), Tahran 1370/1992.

EMİR SADREDDİN İbrahim Eminî-i Herevî, Fütûhat-ı Şahî, (neşr. Muhammed Rıza Nasırî), Tahran 1383/2005.

EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatname, c. X, (neşr. Seyit Ali Kahraman- Yücel Dağlı), İstanbul 2009.

FAZLULLAH RUZBİHAN-i Huncî-i İsfahanî, Alem-ârâ-yı Emini, (neşr. Muhammed Ekber Aşık), Tahran 1381/2003.

FERİDUN BEY, Münşeatü’s- Selâtin, c. I, İstanbul 1264.

GIYASEDDİN B. HİMAMEDDİN Handmir, Tarih-i Habibü’s-Siyer vefiAhbar-ı Efrad-ı Beşer, (neşr. Celaeddin Humaî,-Dr.Mu- hammed Debirsiyakî) c. I-IV, Tahran 1362/1984.

HAMDULLAH MUSTEVFÎ-i Kazvinî, Nuzhetü’l-Kulûb, (neşr. Muhammed Debirsiyakî) Tahran 1381/2003.

HASAN-I RUMLU, Ahsenü’t-Tevârih, (neşr. Abdülhüseyn Nevaî), Tahran i357/i979Hataî Şah İsmail, Külliyat-ı Divan, Nasihatnâme, Dehnâme, Koşmalar, Farsça Şiirler, (neşr. Resul İsmailzâde), Tahran 1380/2002.

HAYDAR ÇELEBİ Ruznâmesi, (neşr. Yavuz Senemoğlu), İstanbul (Tarihsiz)

HOCASADDEDDİN EFENDİ, Tacü’t-Tevârih, (neşr. İsmet Par- maksızoğhı), c. I-V, Eskişehir 1992.

HURŞAH B. KUBAD el-Hüseynî, Tarih-iîlçi-yiNizamşah, (neşr. Mu­hammed Rıza Nasırî-Koiçi Haneda), Tahran 1379/2001.

İBN-İ BEZZAZ-IERDEBİLÎ, Sajvetü’s-Safa, (neşr. Gulamnza Tabatabaî-mecd) Tahran 1376/1998.

İDRİS-İ BİTLİSİ, Selimşahnâme, (çev. Hicabi Kırlangıç), An­kara, 2001.

İSKENDER BEY-İ MÜNŞÎ-TÜRKMEN, Tarih-i Alem-ârâ-yı Abbasi, e. I-IH, (neşr. Muhammed İsmail Rızvanî), Tahran 1377/1999.

JOSAPHAT BARBARO, Anadolu’ya ve İran’a Seyahat, (çev. Tu­fan Gündüz), İstanbul 2005

KADI AHMED GAFFARÎ-i Kazvinî, Tarih-i Cihan-ârâ, (neşr. Ha­şan Nerakî), Tahran 1342/1966.

KADI AHMED B. ŞEREFEDDİN el-Hüseyn el-Hüseynî d- Kumî, Hülasatü’t-Tevârih, c. I-H, (neşr. Ihsan İşrakî) Tah­ran 1359/1971-

KADI AHMED TETEVÎ-ASAF HAN KAZVİNÎ, Tarih-i Elfi, (neşr. Seyyid Ali-i Al-i Davud), Tahran 1378/2000.

LÜTFİ PAŞA, Teuârih-i Al-i Osman, (neşr. Kayhan Atik), An­kara 2001.

MESUDÎ, Miiruc ez-Zeheb,(. çev. Ahsen Turan), İstanbul 2004.

MİRZABEK CONABEDÎ, Ravzatü’s-Safeviyye, (neşr. Gulamnza Tabatabî-mecd), Tahran 1378/2000.

MİRZA MUHAMMED Tahir Vahid-i Kazvinî, Tarih-i Cihan- ârâ-yı Abbasî, (neşr. Mir Muhamed Said), Tahran 1383/2005

MİRZA MUHAMMED HAYDAR DOGLAT, Tarih-i Reşidi, (neşr. Abbaskulu Gaffari-ferd), Tahran 1383/2005.

MUHAMMED YUSUF VALE-İ İSFAHANI, Holdeberin, (neşr. Mir Haşim Muhaddis), Tahran 1372/1994.

MÜNECCİMBAŞI AHMED DEDE, Müneccimbaşı Tarihi- Sahaifiil-Ahbâr fi Vekayiü’l-Asar, c. I-II. (çev. İsmail Erünsal), İstanbul tarihsiz.

REŞİDÜDDİN FAZLULLAH, Sevanihü’l-Eflcâr-ı Reşidi, (neşr. Muhammed Tâki Danişpejuh) Tahran 1358/1980.

RIZA KULU HAN HİDAYET, Tarih-i Ravzatü’s-Safa-yı Nasırı, e. XII, (neşr. Cemşid Kiyanfer) Tahran 1380/2002.

Seyyahların Gözüyle Sultanlar ve Savaşlar, Giovvanni Maria Agiolello, Venedikli Bir Tüccar ve Vîncenzo D’Alessandri’nin Seyahatnameleri, (çev. Tufan Gündüz), İstanbul 2005.

SEYYİD HAŞAN B. MURTAZA Hüseynî-i Esterabadî, ez-Şeyh Safi ta Şah Safi, (neşr. İhsan İşrakî) Tahran 1358/1980.

ŞAH İSMAİL Hataî Külliyatı (neşr. Babek Cevanşir, Ekber N. Necef) İstanbul 2006.

ŞAH TAHMASB b. İsmail Safevî, Tezkire-i Şah Tahmasb, Tah­ran, 1363/1985.

ŞEREF HAN b. Şemseddin Bidlisî, Şerefnâme, (neşr. V. Veliai- nof Zemof, Tahran 1377/1999

ŞEYH HÜSEYİN, Silsiletü’n-Neseb-i Safeviye, Berlin 1343/1965.

ŞÜKRÎ-İ BİTLİSÎ, Heşt-i Beheşt, (neşr. Mustafa Argunşah), Kay­seri 1997

TAHMASB-I SAFEVÎ, Tezkire (trc. Hicabı Kırlangıç), İstanbul 2001.

TAŞKÖPRÜZÂDE, Osmanlı Bilginleri, Şakaik-i Numaniyye Fî Ulemai’d-DevletiTOsmaniyye, (çev. Muharrem Tan), İs­tanbul 2007.

VELİ KULU B. DAVUD Kulu-yı Şamlu, Kısasii’1-Hakanî, c. I-H, (neşr. S. Haşan Sadat Nasırı), Tahran 1371/1993.

YAHYA B. ABDÜLLATİF-i Kazvinî, Lübbu't-Tevârih, (neşr. Mu­hammed Bakır), Tahran 1363/1985.

ZEYNEDDİN MAHMUD VASIFÎ, Bedayiü’l-Vekâyi, c. II, (neşr. Aleksandr Belderof), Tahran 1350/1972.

C-ARAŞTIRMALAR VE İNCELEMELER

AHMEDÎ, Meıyem Mir, Din ve Devlet der Asr-ı Safevî, Tahran 1369/1991.

AKAÇERİ, Seyyid Haşini, Mukaddemeî. ber Münasebat-ı Din ve Devlet der İran Asr-ı Safevî, Tahran 1389/2010.

BİLGİLİ, Ali Sinan, Tarsus Kazası ve Tarsus Türkmenleri, An­kara 2001.

CAFERYAN, Resul, Safeviye der Arsa-i Din, Ferheng, Siyaset, e. II, Tahran 1379/2001.

ÇUHADAR, İ. Hakkı, Sucûdî’nin Selim-nâmesi, Erciyes Üniver­sitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Kay­seri 1988.

DEMİR, Alpaslan, 16. Yüzyılda Samsun-Ayıntab Hattı Bo­yunca Yerleşme Nüfiıs ve Ekonomik Yapı, Ankara Üniv. Sosyal Büimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara 2007.

EMECEN, Feridun-ŞAHİN, İlhan, II. Bayezid Dönemine Ait 906/1501 Tarihli Ahkâm Defteri, İstanbul 1994.

EMECEN, Feridun, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, İstanbul

2009.

FELSEFÎ, Nasrullah, Ceng-i Mihenî-i İraniyan der Çaldıran, Tahran 1381/2003.

HİNZ, Walter, Uzun Haşan ve Şeyh Cüneyd. XV. Yüzyılda İran’ın MÜH Bir Devlet Olarak Yükselişi,(qev. Tevfîk Bıyıhoğlu) An­kara 1992.

GÜMÜŞÇÜ, Osman, XVI. Yüzyıl Larende (Karaman) Kazasında Yerleşme ve Nüfiıs, Ankara 2001.

GÜNDÜZ, Tufan, XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda Danişmendli Türkmenleri, İstanbul 2005.

GÜNDÜZ, Tufan, Şah İsmail’in Eşi Taçlı Begüm, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Dergisi, (Ankara 2009) sayı 51, s. 223-233.

GÜNDÜZ, Tufan, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri, İstanbul

2010.

KAPLAN, Doğan, Buyruklara Göre Kızılbaşlık, Doktora Tezi, Konya 2008.

KARADENİZ, Haşan Basri, Atçekenlik veAtçeken Oymakları (1476-1716), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Doktora Tezi), Kayseri 1995.

KESREVÎ, Ahmed, Şeyh Safi ve Tebareş, Tahran 1379/2001.

KUTLU, Sönmez-PARLAK, Nizamettin, Makalat-Şeyh Safi Buy­ruğu, İstanbul 2008.

MİNORSKY, V., Karakoyunlu Cihan Şah ve Şiirleri, (çev. Mine Erol), Selçuklu Araştırmaları Dergisi, II (1970), s. 153-180.

MUVAHHİD, Samed, Safiyüddin Erdebilî, Tahran 1381/2003.

MÜNFERD, Mehdi Ferhanî, Muhaceret-i Ulema-yı Şia ez Cebel-i Amul be İran derAsr-ı Safevî, Tahran 1377/1999.

NEVAÎ, Abdülhüseyin, Revabıt-ı İran ve Avrupa der asr-ı Safevî, Tahran. 1372/1994.

NOVİDÎ, Daryuş, Tağyirat-ı İctimaî-İktisadî der-İran Asr-ı Safevî, (tere. Haşim Akaçeri) Tahran 1386/2008.

OCAK, Ahmet Yaşar, Türk Safiliğine Bakışlar, İstanbul 2004. PARSADOST, Menuçehr, Şah İsmail-i Evvel, Tahrani375/1999. PETROŞEVSKİ, İlya Pavloviç, İslam der İran, (çev. Kerim Ke- şaverz), Tahran 1354/1976.

PİTCHER, Donald Edgar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarih­sel Coğrafyası, İstanbul 1999.

ROEMER, H., Kızılbaş Türkmenler Safevî Teokrasisinin Kurucu­ları ve Kurbanları, (çev. Harun Yüksel), Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Dergisi, sayı 38 (2006).

SADIKÎ, Gulam Hüseyin, Cenbeşha-yi Dinî-i İran, Tahran 1375/1997.

SAVORY, R., Tahkiki der Tarih-i İran Asr-ı Safevî, (Farsça trc. A.Gaffariferd- M. Aram), Tahran, s. 1382/2004

SEFATGOL, Mansour, Sakhtar-i Nehad ve Endişe-i Dinî Der Asr-ı Safevî, Tahran 1381/2003.

SERVER, Gulam, Tarih-i Şah İsmail (Farsça’ya tercüme M.B. Aram-A.Gaffariferd) Tahran 1374/1996.

SEVAKIB, Cihanbahş, Tarih Nigarî Asr-ı Safevî, Tahran, 1380/2002.

SÜMER, Faruk, Safevî Devleti’nin Kuruluşunda ve Gelişme­sinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara, 1976.

ŞAHİN, Haşim, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Dinî Zümreler (1299-1402), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Doktora Tezi, İstanbul 2007.

TANSEL, Selahattin, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969.

UZUNÇARŞILI, İsmail H. (1959): Şah İsmail’in Zevcesi Taçlı Hanım’m Mücevheratı, Belleten, c. XXIII, sayı 92.

YILDIZ, Naciye, Manas Destanı ve Kırgız Kültürü İle İlgili Tes­pit ve Tahliller, Ankara 1995.

YİNANÇ, Refet, Dulkadir Beyliği, Ankara 1989.

D-ANSİKLOPEDİ MADDELERİ

GÖĞEBAKAN, Göknur, “Malatya”, DİA XXVII/47i. GÖLPINARLI, Abdulbaki, “Kızılbaş” İA VI/789-795. GÜNDÜZ, Tufan, “Şah” DİA, c. XXXVIII/248-28o. GÜNDÜZ, Tufan, “Şah İsmail”, DİA, c. XXXVIII/253-255. GÜNDÜZ, Tufan, “Safevîler”, DİA XXXV/45i-457. ÖNGÖREN, Reşat, “Safeviyye” DİA XXXV/4Öo.

ÖNGÖREN, Reşat,”Safiyüddin-i Erdebilî” DİA XXXV/476-478. ÖNGÖREN, Reşat, “İbrahim b. Edhem” DİA, KZI/293-295. SÜMER, Faruk, “Akkoyunlular”, DİA, 11/270-274.

ÜZÜM, İlyas, “Kızılbaş” DİA XXV/546-557- YAZICI, Tahsin, “Cüneyd-i Safevî”, DİA, VIII/123-124. TOGAN, Zeki Velidi, “Azerbaycan”, İA, I/91-118. Dizin

 

 

Ümit

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to