Yazan: TUFAN
GÜNDÜZ
İranlı tarihçi
Abdülhüseyin Nevaî, önemli bir Safevî kroniği olan Tekmiletül-Ahbar’ın girişine
Kızübaşlar hakkında “Genellikle bilgili insanlar değillerdi. Süvarilik,
okçuluk, avcılık ve adam öldürmekten başka bir şey bilmezlerdi. Onlar zevk ve
eğlenceyle, avcılık, çapulculuk ve zamparalıkla zaman geçirsinler ve hükümet
etsinler diye devlet kurumlannda -mecburen- bilgili, devletin gelir ve
giderlerini kaydeden, okuyan ve yazan kişiler bulunmalıydı. Bu bilgin sınıf,
bir avuç cahil, mütekebbir, çıkara ve kaypağa hizmete mecburdular. Bunlara
Tacik (=İranlı) deniliyordu.” diye yazmıştı. Bu rahatsız edici sözler bütün
İran aydınlan için genellenemezdi elbette. Ancak, Tahran Üniversitesi’nde
katıldığım bazı derslerde Kızılbaşlarm layıkı veçhile anlatamadığına, Safevî
Devleti’nin kuruluşunda Türk olmayan İranlılann yani Tariklerin ön plana çıkarıldığına
şahit olmuştum.
Sadece bu değil tabii.
Türkiye’de de merhum Faruk Sümer’in Safevî Devleti’nin kuruluşunda Türkmenlerin
rolünü inceleyen meşhur kitabından başka hem Kızılbaşlar, hem de Şah İsmail
hakkında kapsamlı bir çalışma ortaya konulmadı. Bu yüzden Şah İsmail’in tarihî
şahsiyeti ve Kızılbaşlann İran tarihine katkıları Türk araştırmacılar
tarafından tam olarak değerlendirilmediğinden Şah İsmail sadece İran hükümdarı
olarak tanındı. Kızılbaş- lann hareketi ise genellikle görmezden gelindi.
Oysa İran’a hâkim olan ve
Safevî Devleti’ni kuran güç bütünüyle Kızılbaş TürkmenlerdL Şeyh Cüneyd, Şeyh
Haydar ve nihayet Şah İsmail’in çıkışı da aslında başlı başına bir Kızılbaş hareketiydi.
Kızılbaşlar pek çok darbeler almış olmalarına rağmen şeyhlerini şah yapma
yolundan asla dönmemişlerdi. İsmail’in şansı, yediği darbelerle daha da
güçlenen inanmış bir topluluğun şeyhi olmasıydı. Şeyhlikten şahlığa geçiş
onların eseriydi.
Şah İsmail sadece İran’a
hâkim olmakla yetinmedi. İmamiye Şiası’m resmî mezhep yapınca İran’daki
Kızılbaşlığın hızlı bir şekilde evrilerek Şiiliğe dönüşmesinin yolunu da açtı.
Onun halefleri ise Şiîliği bütünüyle İran’a hâkim hale getirdi.
Bu yüzden Şah İsmail
Kızılbaş hareketinin de sonuncusu oldu. Kızılbaşlar ise Abdülhüseyin Nevaî’nin
söylediklerinin aksine ömürlerini işret ve eğlence meclislerinde değil, Şah’ın
yolunda ve savaş meydanlarında tükettiler.
Bu çalışmanın sonuna pek
çok yönüyle uzun ve meşakkatli bir yoldan geçilerek gelindi. Bu yolda teşekkür
borçlu olduğum pek çok isim bulunuyor. Fikir veren, yol gösteren, düzeltmelere
yardım eden, bazı konulan benimle tartışarak daha uygun ifade etmemi sağlayan
bütün dostlanma can u
gönülden teşekkür ediyonım. Ailemin sağladığı destek
ise her türlü teşekkürün üstündedir.
Tufan Gündüz
Ankara 2010 Ali İsmail’em geldim
seyran eyledim
Zülfikar durmaz kınında günde yüz bin kan
eyledim.
Hataî Kaynaklara Dair
Safevî dönemi tarihçiliği
İran-Türk tarihinin diğer devrelerinden farklı olarak İran’da Şia mezhebinin
tesisi ve yaygınlaştırılması devresini ihtiva ettiğinden, tarihçiler de bu
politikanın savunucuları olmuşlardır. Bu yüzden devrin kroniklerinde ilk göze
çarpan husus On İki İmam Şiası’na dair meşruiyet yaklaşımlarıdır. Bu
çerçevede, Büveyhoğullan’mn İran’ı Şiîleştirme çabalarına dikkat çekilmekte,
bu politikanın kesintiye uğramasından Şah İsmail’e kadar hiçbir devlet adamının
İran’da On İki İmam Şiası’nı resmî mezhep yapamadığından söz edilmektedir. Şah
İsmail sadece Safevî Devleti’nin kurucusu değil, On İki İmam Şiası’nın da
İran’a hâkim olmasını sağlayan ilk kişi olmasından dolayı tarihçiler Erdebil
tekkesinin şeyhleri hakkında derin bir saygı ile onlara dair menkıbevî
hikâyeler anlatırlar, Safevîlerin soyunu y.İmam Musa Kâzım’dan Hz. Ali’ye
bağlarar. Böylece Şah İsmail’in soyunun en eski zamanlardan beri Şia mezhebinin
içinde olduğunu vurgularlar.
Şeyh Safiyüddin’in
kerametlerini anlatan Safvetü’s Safa adlı eser adı geçen şeyhe dair kaleme
alınan tüm hikâyelerin temel kaynağı durumundadır
.
Eser, 1370 yılında İbn-i Bezzaz tarafından kaleme alınmış, Şah İsmail ve
halefleri döneminde de birkaç kez istinsah edilmiştir. Ancak, muhtemelen Şah
Tahmasb zamanında yapılan istinsahlarda eserin özellikle mezhep ile alakalı
yerlerinde değişiklikler yapıldığı ve Şeyh Safiyüddin’in daha başlangıçtan
itibaren Şia mezhebinden olduğu tezinin kurulmaya çalışıldığı savunulmaktadır
.
Erdebil tekkesinin
şeyhleri arasında en fazla dikkat çekenleri şüphesiz, Şeyh Cüneyd ve onun oğlu
Şeyh Haydar’dır. Safevî kaynaklan, Sufi hareketi siyasal bir harekete
dönüştüren Şeyh Cüneyd ve oğlu Şeyh Haydar konusunda tatminkâr bilgi vermemektedirler.
Hele Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya gelişi konusunda neredeyse hepsi susmaktadır.
Buna karşılık Osmanh tarihçisi Aşıkpaşazâde, eserinde hem Cüneyd’in II. Murad’a
adamlar göndererek yer talep etmesi ve Sultan Murad’m buna cevabı hem de
Konya’da kendisinin de bizzat tanık olduğu Sadreddin Konevî dergâhı şeyhi Şeyh
Abdüllatif ile hararetli tartışmalan hakkında çok değerli bilgiler verir.
Üstelik Aşıkpaşazâde bununla da yetinmeyerek Cüneyd’in Varsak ve Halep
Türkmenleri arasında yaşadıkları ile yeniden İran’a dönünceye kadar ki
faaliyetlerini de takip eder. Elbette, Aşıkpaşazâde, Cüneyd’den uzaklaştıkça
haberleri de etkin ve doyurucu olmaktan çıkmaktadır. Bundan sonra tekrar
Safevî kaynaklarına müracaat etmek ve boşluğu doldurmak icap etmektedir. Ne var
ki, kaynaklar bu konuyu da genel ifadeler ile geçiştirmişlerdir.
Safevî kaynaklan Şeyh
Cüneyd ve Şeyh Haydar’ın faaliyetleri konusunda onlan çok ince bir çizgide de
olsa “Öbür dünya- nm sultanı olmayı bırakıp bu dünyanın sultam olmaya heves etmekle”
eleştirmektedirler. Bu
ifadeler aslında İran’da On İki İmam Şiası’nı tesis eden Şah İsmail’e
yöneltilen övgüler ile çelişmekle birlikte bu ifadelerden hem Şeyh Cüneyd’in
hem de oğlunun faaliyetlerinin tasvip edilmediği anlamı da çıkarılabilir. Her
iki şeyhin Akkoyunlu sarayında bir müddet kalmaları ve Cüneyd’in Uzun Hasan’m
kızkardeşi Hatice Begümle ve Haydar’m yine aynı padişahın kızı Halime Begümle
evlenmeleri bahsinde müellifler ittifakla Uzun Haşan Padişah! övgüyle anarlar.
Bu övgüler Ak- koyunlular ile Safevîlerin ilk çatışma dönemleri anlatılırken
bile devam eder.
Bütün bunlara
karşılık, Şeyh Cüneyd ve Haydar’m faaliyetleri konusunda en teferruatlı bilgiler,
Safevîlere muhalif Sünnî bir tarihçi olan Fazhıllah Ruzbihan Huncî-i
İsfahanî’den gelmektedir. Aslen İsfahanlı Sünnî bir aileden olup, Safevîlerin
Akkoyunlu tahtını ele geçirdiği sıralarda onların korkusuyla Maveraünnehr’e gidip
Özbeklere sığınan Fazhıllah Ruzbihan bu devrin olaylarım ağdalı bir dil ile
anlattığı Alem-ârâ-yı Eminî adlı eserinde, Erdebil şeyhlerinin emin ve
müemmen kimseler olduklarım söyledikten sonra Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’dan
kin ve nefretle bahseder. Hattâ bunların zamanına kadar hiçbir sufi şeyhin
sultanlık iddiasında bulunmadığını, bunların geleneği bozduğunu ifade eder.
Bütün bunlann yanı sıra diğer tarihlerde görülmeyen tahlil denemeleri de
vardır. Mesela her iki şeyhin Gürcüler ve Çerkezler üzerine cihad yapma ve ganimet
toplama iddiasıyla hareket etmelerini diğer kaynaklardan farklı olarak “Onlar
aslında güçlerinin neye yeteceğini öğrenmek istiyorlardı” sözüyle izah etmeye
gayret eder. O, Erdebil Tekkesi’nin müridlerini, sapık ve dinsiz hattâ Şeyh
Haydar’ı tanrı olarak gören ve onu kıblegâh yapan şeytanın askerleri diye
tavsif eder . Fazhıllah Ruzbihan Hund, İran’dan ayrıldıktan
sonra Mihmannâme-i Buhara ve Sülûkül-Mülûk
adlı iki eser daha kaleme almıştır.
Alem-ârâ-yı
Eminî’nin muhalif yaklaşımının dışında kaynakların hemen hepsi Şah İsmail’i ve
onun ahfadını övgü ile yad ederler. Hattâ Şah İsmail’in Çaldıran savaşma
hazırlanışı ve savaşı kaybedişi bile sadece oğlu Tahmasb tarafından kendi devrinde
meydana gelen hadiseleri anlattığı ve bir tür hatırat niteliğinde olan Tezkire
isimli eserinde sert bir şekilde
eleştirilmiştir. “Babasının Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim ile savaşmasının büyük
bir hata olduğunu, çünkü Kızılbaş ordusunun sayıca az ve yeterli donanıma sahip
bulunmadığını, hattâ babasının beylerinin sözüne kanarak kendisine çok fazla
güvendiğini ve savaş arefesinde avlanıp eğlendiğini” kaydeder
.
Safevî tarihçileri ise savaşı Kızılbaş reislerinin başlattığını, Şah’ı da ikna
ettiklerini belirtirler . Bu cümleden olarak,
Safevî kaynaklan Çaldıran savaşı ile ilgili bahislerde Osmanhlann İran’da Şia
mezhebinin kuruluşunu içlerine sindiremediklerini, Şia’yı ortadan kaldırmak ve
İran mülkünü el geçirmek için Tebriz’e kadar geldiklerini söylerler. Ama bu
meseleler anlatılırken, Osmanlıların Çaldıran öncesi Anadolu’da bulunan Kızılbaşlara
yönelik sert uygulamalarına dair bilgilere hiç değinmezler. Hattâ Osmanlı
tarihçilerinin naklettiği 40.000 Kızılbaş’ın defter edildiği ve sonra
katledildiği şeklindeki haberlere yer vermezler. Halbuki böyle bir olay -iddia edildiği
gibi gerçekleştiyse- İran’dan duyulmamasının imkânsız olması gerekirdi. Çünkü
aynı dönemde Teke bölgesinde ortaya çıkan ve bir Kızılbaş ayaklanması olan
“Tekelü İsyanı”na dair haberler hemen İran’a ulaşmıştır.
Kaynaklarda Çaldıran
Savaşı’nın cereyan edişi çoğu kez tafsilatlı bir şekilde yer alır. Şah’ın
savaşta gerçekten yiğitçe savaştığı, Osmanlılann ünlü beylerinden
Malkoçoğhı’nun başım bir kılıç darbesiyle neredeyse ikiye böldüğü , top
arabalarına kadar ulaştığı ve kılıcıyla top arabalarını birbirine bağlayan
zincirleri parçaladığı, Kızılbaş askeri dağılınca meydandan çekilmek zorunda
kaldığı anlatılır. Ancak bundan sonra Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’e girişi ve
burada bir hafta kalması konusuna gelince teferruatlı anlatım hemen hemen kaybolur.
Hattâ Abdi Bey-i Şirazî’den başka hiçbir kaynak Osmanlı Sultanı’nın Tebriz’den
âlim ve sanatkârları İstanbul’a götürdüğüne dair herhangi bir haber, vermez.
Şah’a destek veren
Kızılbaşlann coşkulu ifadeler ile övüldüğü satırlar Çaldıran sonrası yerini
yavaş yavaş tenkitlere bırakmaya başlar. Çünkü bu savaş Kızılbaş Türkmenler
açısından kırılma noktası olmuştur ve bu durum Safevî kroniklerinde de hissedilmektedir.
Bu hususun en açık delili savaşın bütün günahlarının Kızılbaş reislere
yüklenmesidir. Hattâ bu konuda Şah İsmail de aynı kanaatte olup, mesela
Çaldıran savaşından hemen sonra Şiraz’da bir Dulkadir reisini bu savaştaki
suçundan dolayı öldürtmüştür. Kızılbaş Türkmenlere yönelik tenkitler Şah
Tahmasb dönemi olayları aktarılırken iyice artar.
Safevîlerin ilk
dönemleriyle ilgili kaynakların bazdan İslam devletleri tarihi veya umumî tarih
olarak hazırlanmış olan eserlerdendir. Handmir diye bilinen Gıyaseddin b.
Himameddin el- Hüseynî’nin Habibü’s-Siyer adlı eseri de bu cümledendir. Eser, aslında
dünya tarihi olarak tanzim edilmiş ve son cildi Safevîlere, mahsusen Şah
İsmail’e ve Tahmasb’ın ilk dönemlerine ayrılmıştır. Burada zaman zaman devrin
ulemasına ve füzelasma dair biyografilere de yer verilmiştir. Eserin
Ahsenü’t-Tevarih’e kaynaklık ettiği görülmektedir. Handmir’in oğlu Emir Mahmud
tarafından kaleme alman Tarih-i Şah İsmail ve Şah Tahmasb-ı Safevî
adlı eser de Habibü’s-Siyer’den geniş ölçüde
etkilenmiş olup, Şah İsmail devrini ana hatlanyla, Şah Tahmasb devri olaylannı
ise tafsilatlı bir şekilde nakleder. Eser 1550/51 yılı olayları ile sona erer.
Yahya b. Abdüllatif
Kazvinî’nin Lübbu’t-Tevarih adlı eseri 1541/42 yılında telif edilmiş olup,
aslında bir umumî tarih olarak tanzim edilmiştir. Hz. Muhammed’e ve Oniki
İmam’a ait biyografik bilgilerden sonra İslam öncesi ve İslâmî dönemde İran’a
hâkim olan devlet ve hanedanlardan bahsetmektedir. Bu eserin dördüncü kısmı
Safevîlere ayrılmış olup, Şah İsmail dönemine ait son derece kısa ancak
fevkalade değerli bilgiler vermektedir.
Budak Münşî-i Kazvinî’nin
Cevahirü’l-Ahbar adlı eseri
de aslında umumî tarih niteliğinde olup insanlığın ortaya çıkışından 1576/77
yılma kadar geçen olaylar anlatılmıştır. Bu eseri değerli kılan nokta ise
müellifinin Safevî sarayında münşilik görevini yerine getirmesi, bu vesile ile
devlete ait pek çok yazışmayı bizzat yürütmesi ve yine pek çok meseleyi izaha
yarayacak evrakı görmüş olmasıdır . Bu yüzden her ne kadar
Şah İsmail’e dair verdiği bilgiler umumî mahiyette ise de Tahmasb dönemi
hakkında bizzat tanık olduğu olayları nakletmiştir. Keza, Abdi Bey-i
Şirazî’nin Tekmiletü’l-Ahbar’ı da bu cümledendir
.
Müellif Şah İsmail konusunda kısa fakat kıymetli bilgiler verdikten sonra
Tahmasb döneminde kendisinin de tanığı olduğu olayları nakleder. Kitabın
sonunda bazı eksiklikler veya kronoloji hataları ile birlikte OsmanlI tarihine
de yer verir.
Budak Münşî
gibi Safevî sarayında münşilik makamına yükselen ve yine onun gibi Türkmen
kökenli olan Haşan Rumlu’nun Ahsenü’t-Tevârih
adlı eseri de aslında umumî tarihler arasında
yer almaktadır. On iki cilt olduğu söylenen eserin ne yazık ki sadece on
birinci ve on ikinci ciltleri günümüze ulaşmış olup, sonuncu cilt Şah
İsmail’in ilk dönemlerinden Şah Abbas’a kadar geçen olayları ihtiva etmektedir.
Haşan Rumlu kendisi aslen bir Türk olduğu halde olayları naklederken bu
özelliğini hissettirmez. Ahsenü’t-Tevarih’te olaylar İran merkezli
anlatıldıktan sonra o dönemde İran’a komşu olan Mevarünnehr ve Anadolu’da
meydana gelen olaylara da yer verilir. Zaman zaman da vefayat ekler. Eser
Safevî araştırmaları için son derece kıymetlidir.
Umumî tarih
niteliğinde kaleme alman eserlerden bir diğeri de Kadı Ahmed Gafiarî-i
Kazvinî’nin Tarih-i Cihan-ârâ adlı ese-
tidir. Eser peygamberler tarihi olarak başlayıp İslam devletleri tarihi olarak
devam etmekte ve bu çerçevede Safevî dönemine dair bilgiler vermektedir.
Hurşah b.
Kubad el-Hüseynî, Hindistan hükümdarı Nizamşah’ın elçisi olarak İran’a
gelmiştir. Onun eseri olan Tarih-i İlçi-yi Ni- zamşah21 da aslında
umumi bir tarih olup, eserin son kısınılan Şah Tahmasb’m dönemi de dâhil olmak
üzere Safevî tarihine ayrılmıştır. Osmanlılara ait olan kısımlar
Kanunî Sultan Süleyman dönemine kadar olup son derece kısa tutulmuştur.
Bu neviden
eserlerin en kayda değer olanlarından biri şüphesiz Hindistan’da hüküm süren
Celaleddin Ekber’in emriyle 1585 tarihinde yazılmaya başlanan Tarih-i Elfi’dir
.
Eser, Umumî tarih olarak hazırlanmaktan başka, diğer eserlerden farklı bir
üslup takip edilerek kronolojik bir sura içinde Osmanlı, İran, Maveraünnehr,
Türkistan ve Hindistan’da meydana gelen olaylar nakledilmiştir. Eser kalabalık
bir tarihçiler grubu tarafından kaleme alınmıştır.
Müstakil
olarak Şah İsmail dönemini anlatan ve 1541-1548 tarihleri arasında telif
edildiği anlaşılan Tarih-i Cihan-Güşa-yı Hakan
adlı eserin müellifi bilinmemektedir. Eser Şah
Tahmasb döneminde kaleme alınmış olup Şah İsmail’in soyunun açıklanması ile
başlayıp Şah Tahmasb’m cülusuna kadar geçen olaylan anlatmaktadır. Öte yandan
müellifleri belli olmayan Alem ârâ-yı Şah İsmail
ve Tarih-i Alem-ârâ-yı Safevî
adlı eserler ile büyük benzerlikleri görülür.
Kaldı ki bu iki eserin muhteva, konular, anlatım tarzı ve hattâ vak’a
tasvirleri bakımından büyük benzerliklerin olması bunların Cihangüşa-yı
Hakan’dan geniş ölçüde istifade ettikleri kanaatini kuvvetlendirmektedir. Bu
eserler pek çok rivayeti ve olağanüstü hikâyeleri ihtiva etmesi bakımından güvenilir
olmaktan uzak görünseler de olayları sıralayış, kronolojiye riayet etme ve
olaylarda geçen şahıslara dair bilgiler vermeleri açısından değerli olduklarına
şüphe yoktur.
Emir
Sadreddin İbrahim Eminî-i Herevî’nin Fütûhat-ı Şahî adlı eseri de müstakil
olarak Şah İsmail devri olaylarım içermektedir. Ancak eser Çaldıran savaşım
anlatmadan sonra erer .
Tarih-i
Kızılbaşan , yazan belli olmayan eserler arasında hacim
bakımından küçük fakat muhteva bakımından önemli bir yere sahiptir. Çünkü bu
eser sadece Safevî Devleti’nin kuruluşunda rol oynayan Türkmen aşiretlerine ve
bu devlette üst düzey görevler alan Kızılbaş beylerine dair özet mahiyetinde
bilgilere yer vermektedir. Eserin mahsusen Kızılbaşlara atfedilmiş olması müellifinin
Türk olduğu kanaatini kuvvetlendirmektedir.
Safevî
tarihçiliği içinde şüphe yok ki en önemli evre Şah Abbas dönemidir. Çünkü bu
dönem aynı zamanda devletin de en parlak dönemi olup, kuramların geniş ölçüde
oturduğu, içeride ve dışarıda kuvvet kazanıldığı ve özellikle Avrupalı
devletler ile temasın arttığı bir dönemdir. Bu gelişmeler İran edebiyatım da
geniş ölçüde etkilemiş parlak eserler verilmeye başlanmıştır. Bu devrin ilk
eserlerinden biri Kadı Ahmed Kumî’nin Hülasatü’t-Tevarih
adlı eseri olup, Şeyh Safiyüddin’den
başlayarak Şah Abbas devrinin ilk yıllanna kadar geçen devreyi tafsilatlı bir
şekilde ele almaktadır. Bu eserde Haşan Rumlu’nun Ahsenü’t-Tevarih’inden geniş
ölçüde istifade edildiği görülmektedir. İskender Münşî-i Türkmen’in Tarih-i
Alem-ârâ-yı Abbasî adlı eseri
de müstakilen Safevî hanedanının tarihine ayrılmıştır. İskender Bey Türkmen’in
sarayda münşilik görevini yürütüyor olması tıpkı Budak Münşî ve Haşan Rumlu
gibi olayların pek çoğuna tanık olması, pek çoğunun ise belgelerini görmesi
bakımından fevkalede önem taşımaktadır. O da Türk kökenlidir ve Türkmen
nisbesini taşımaktadır. Eserin baş kısımlarında Şah İsmail dönemine yer
verilmiştir.
Safevî
kaynaklarında Türkmen tabiri genel olarak Akkoyun- lular için kullanılır ve bu
yönüyle Sünnîlik ile eşleştirilir. Kızılbaşlık ise doğrudan Safevî ordusu
anlamında kullanılır. Bu yüzden Türkmenler yani Akkoyunlular, zalim ve vahşi
olarak tanımlanır ve aşağılayıcı ifadelerle birlikte anılır.
Hoca Sadedin
Efendi, Tacü’t-Tevarih’inde I.Selim dönemine geniş bir yer ayırmıştır.
Onun pek çok bügiyi babası Haşan Can ile dedesi Hafiz Muhammed îsfahanî’den
dinlemiş olması, eserine önemli bir kıymet katmaktadır. Çünkü bu yönüyle
problemli olan pek çok konuda hem Safevî hem de Osmanlı taralını öğrenme
imkânı elde edilmektedir. Tarihçi Alî’nin Künhül- Ahbar’ı yakarken Hoca
Sadeddin Efendi’den geniş ölçüde istifade ettiği anlaşılıyor
.
İdris-i
Bitlisî’nin Selimşahnâme adlı eseri mahsusen I.Selim dönemi olaylarına
hasredilmiştir . İdris-i Bitlisî’nin tarihçiliği daha çok İran
tarih yazıcılığının tesirinde olduğundan edebi anlatıma daha çok dikkat
edilmiş, Sultan’ı övme gayreti yüzünden bütün rakamları abartılı vermiştir.
Eserinde temel kaynak olarak Haydar Çelebi Ruznamesi’ni kullandığı, bazı
münşeat mecmualarından istifade ettiği anlaşılmaktadır
Celalzâde
Mustafa’nın, Selimnâme adlı eserinin Çaldıran savaşı ile ilgili
bahisleri bilgi bakımından İdris-i Bitlisi ve Hoca Sadeddin’in çok gerisinde
kalmaktadır. Bu cümleden olarak pek çok Osmanlı kaynağının Safevîlerle ilgili
bölümlerinin bilgi bakımından oldukça sınırlı olduğunu belirtmek gerekir.
Habibü’s-Siyer’e
göre Şeyh Safiyüddin, bir gece rüyasında Erdebil camimin kubbesinin üzerine
otururken aniden güneşin doğup bütün dünyayı aydınlattığını görür. Rüyasını
annesine anlatıp bunu yorumlamasını ister. Annesi de onun nurunun -yani
fikirlerinin- bütün dünyayı aydınlatacağını söyler. Bir başka gün yine
rüyasında, belinde uzun ve geniş bir kılıç, başında samurdan bir tac, yüksek
bir dağın tepesine oturur, Cibril’in oğluna kılıç ve tacın ne anlamı vardır,
diye kendi kendine söylenir; başındaki tacı kaldırınca birden arkasından güneş
doğar, başını kapatınca güneş batar; bu durum üç defa tekrarlanır
.
Benzer bir rüya da Alem-ârâ-yı Şah İsmail adlı eserde nakledilir: Şeyh
Safiyüddin bir gün rüyasında başına bir tac giydirildiğini ve beline de kırmızı
kılıflı bir kılıç kuşandınl- dığını görür. Ertesi gün bu rüyayı Şeyh Zahid-i
Gilanî’ye anlatır. Şeyh de: “Ey oğul, mübarek olsun talihin döndü, müjdeler
olsun, oğullarının oğullarından biri padişah olacak, hak dinini yüceltecek”
diye yorumlar .
Sonradan
kurgulandığı çok belli olan bu üç rüyanın ortak noktası Safevîlerin İran
tahtına geçişinin mistik kökenlerine atıf yapmasıdır. Rüya motifinde
kullanılan kılıç ve ışık sembolleri, dinî ve siyasî anlamlar ifade eder. Işık
geleneksel İslam inancında dinin yayılması, aydınlanma, Tann’nın kendisini
göstermesi gibi anlamlara gelir. Şeyh Safiyüddin’in annesinin yorumu da bunun
üzerine kurgulanmıştır. Kılıç ise siyasî gücü ve savaşçılığı sembolize eder.
Onun soyundan gelen biri kılıç zoruyla, daha açık ifade ile kan dökücü- lükle
iktidarı ele geçirecekti . Zahid-i Gilanî’ye
atfedilen yorum temelde Safiyüddin’in annesinin yaptığı yorumdan farklı olmasa
da, siyasî geleceği bildirmesi bakımdan daha önemli addedilebilir. Güya Şeyh
Zahid bu rüyadan sonra Safiyüddin’i damadı olarak alıp, kızı Fatıma’yı onunla
evlendirmiştir . Böylece Safevî hanedanın soyu Kuzey İran’ın
şöhretli bir mutasavvıfı ile irtibatlandınhr, bu vesile ile onların sufî
çevrelerle olan bağlarının kökleri ortaya konulmaya çalışılır.
Şeyh
Safiyüddin’in hayatı hakkındaki bilgilerimizin efsaneler ile gerçekler arasında
sıkıştırılmasının ve mistik hikâyelerle örül- mesinin temelinde onun menkıbevî
hayatını anlatan Safvetü’s- Safa adlı eser yer almaktadır. Şeyh Safiyüddin’in
oğlu Sadreddin Musa zamanında kaleme alınan bu eserin özellikle Şah Tahmasb
zamanında bir takım değişikliklere uğramış olması ve tahmin edileceği üzere
Şeyh Safiyüddin’in nesebi üe ilgili olarak etnik tanımlardan çok dinî
kökenlere atıf yapılması Safevîlerin soyunun izahını büsbütün karmaşık bir hale
sokmuştur. Safvetü’s-Safa’da yer alan şecereye göre
Safevîlerin soyu y.İmam Musa Kazım’a ve
nihayet Hz. Ali’ye ulaştırılarak seyyidlik payesi de kazandırılmış olur.
Böylece hanedanın dip dededen itibaren Şia mezhebinden olduğu ve On İki
İmam’ın yolunu takip ettikleri iddiası cilalanır. Her ne kadar Safiyüddin’e
atfedilen hikâyelerde onun Haşanı mi yoksa Hüseynî mi olduğu konusunda açıklama
yapmadığından bahsedilirse de Safevî Sultanları Hüseynî payesini kullana
gelmişlerdir .
Şah İsmail
döneminde kaleme alındığı tahmin edilen Cüıangüşa-yı Hakan adlı eserde Erdebil
şehrinden bahsedilirken, Sünnîlik ve Hristiyanlığuı serbest olduğu, Şiîliğin
ise gizli kaldığından bahisle, Şeyh Safiyüddin ve ahfadının gizli Şiî olduğu
ima edilmektedir . Oysa elimizdeki en önemli kaynaklardan biri
olan Nuzhetül-Kulûb’da Erdebil şehrinin vasıflan anlatılırken, burada
yaşayanların Şafî mezhebinden ve Şeyh Safiyüddin’in mü- Ficilerinden oldukları
vurgulanır . Başkaca hiçbir kaynakta yer almayan bu bilginin
bütün Safevî kaynaklan tarafından görmezden gelindiği hattâ yer yer Şeyh’in
mezhebi konusunda sessiz kalındığı görülmektedir. Safvetüs’s-Safa, onun Şafi
mezhebinden olmadığına dair bir rivayet anlatır. Güya Şafi mezhebinden olan ve
Şeyh Safiyüddin’e inancı olmayan bir genç, Neyr ırmağına altın kesesini düşürür
ve kimse keseyi sudan çıkaramaz. Bunun üzerine Safiyüddin’in müridlerinden
Pire Muhammed, altın kesesini çıkarır, genç de Safiyüddin’in müridleri araşma
girer . Eser bu olayı naklederken, Şeyh’in hangi
mezhebe bağlı olduğu hususunda bir ipucu vermemekle birlikte, Şafi mezhebini
başka veya öteki gibi göstererek, gencin Safiyüddin’e mürid olmasım bir çeşit
“dine dönüş/aydınlanma” aracı olarak göstermeye çalışmaktadır. Buna ilave
olarak Hanefî mezhebinden olanlara karşı eserin tutumu daha belirginleşir ve
Hanefilerin Cuma namaz! ile ilgili görüşlerini tenkit eder. Mesela Pumik
beldesinden bahsederken, “Burası Hanefi mezhebindendi ve ahalisi Cuma namazını
kılmazdı" der . Safvetü’s-Safa’daki
ilginç ayrıntılardan bir diğeri ise Şia düşüncesi ile çelişki arz edebilecek
niteliktedir. Buna göre, birgün Şeyh Safiyüddin rüyasında Hz. Muhammed’i, Dört
Halife’yi, Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin’i görür. Hz.Ebubekir ona “oğlum” diye hitap
eder . Bir başka yerde ise Hz. Aişe için “Müminlerin
Annesi” ifadesine yer verir . Şu halde daha çok Sünnî
gelenek içinde yer alan Hz. Aişe ve Hz. Ebubekir’e bağlılık ve saygı anlayışının
Safvetü’s-Safa’ya girmiş olması nasıl açıklanabilir? Şeyh Safiyüddin eğer
gerçekten Şafi mezhebine mensup ise, Safvetü’s- Safa’daki onun seyyid olduğuna
dair ifadelerin yanı sıra Şeyh’in Hanefilik ve Şafiiliğe uzak olduğu yolundaki
hikâyelerin de sonradan kurgulandığı ortaya çıkar. Karşı tez olarak da şunu
savunabiliriz; İlk üç halifeye ve Hz. Aişe’ye küfür ve lanet okuma Şah İsmail
zamanından itibaren başlayan bir tutum olup, Şeyh Safiyüddin ve dönemi için
genelleştirilemez.
Öte yandan
Safvetü’s-Safa’da Şeyh’e hangi mezhebe bağlı olduğu sorulduğunda “Biz
sahabenin mezhebindeniz, her dördünü de severiz ve her dördü için de dua
okuruz.” cevabım verdiği, mezheplerden hangisi daha sağlam ise onu seçip
ona göre amel ettiği kaydedilmektedir . Samed Muvahhid’in
tespitlerine göre Şeyh Safiyüddin Sünnî çevrede yetişmişti, Azerbaycan ve
özellikle Erdebil’de Şia havzaları yoktu. Keza Şeyh’e her vesile ile saygı göstermeyi
ihmal etmeyen İlhanlı emirü’l-ümerası Emir Çoban ve İlhanlI veziri Reşidüddin
Fazlullah da mutaassıp Sünnî’ydiler ve İlhanlI sarayında Şiîliğin yayılmasına
karşı da oldukça sert tedbirler almışlardı . Bütün bunlar bile onun
Şia’ya bağlı bir sufi olmadığım göstermektedir. Şeyh Safiyüddin’in çağdaşı
olan Hamdullah Kazvinî’nin naklettiğine göre, İsfahan, Kazvin, Ebher, Zencan,
Save, Talikan, Kağezkonan, Muzdekan, Sehriverd, Secas, Tanım (Tanımin), Tirek,
Mercemnan, Endicen, Tefruş, Curbadkan, Ese- dabad, Dergezin, Yezd, Ovcan,
Şahrud, Mişkin, Keliber, Salmas, Urumiye, Aşneviye, Serav, Meraga, Dihharkan,
Nilan, Nahci- van, Guştasefi, Kazrun, Kuhgiluye, şehirlerinin ekserisi Sünnî
idi. Buna mukabil Kum, Kaşan, Ferahan, Veramin, Eşkur, Deyleman, Vilayet-i
Tevaliş, Harkan, Ave ve Nihavend Şiflerin çoğunlukta olduğu yerlerdi
.
Keza, diğer kaynaklardan öğrenildiğine göre Ma- zendaran ve Gilan bölgesinde de
Şiî havzalar bulunuyordu. Bu durumda, XIV. yüzyılda iyimser bir tahmin ile
İran’ın yansmdan fazlası Sünnî (çoğunluk Şâfî, bir kısmı Hanefî) idi
.
Şeyh Safiyüddin’in
mezhebi gibi etnik kökeni de karmaşık bir haldedir. Safvetü’s-Safa, onun
atalarından Firuzşah Zerrin Külah’m el-Kürdî nisbesi taşıdığını belirtilip bunu
şöyle izah etmektedir. “Pirûz’un Kürt nisbesine gelince, bu durum şöyleydi:
Kürd askerleri tarikat erbabı Şeyh İbrahim Edhem’in -rahme- tullahi aleyh-
evladından olan padişah ile birlik olup Sincar tarafından hurûc ettiler.
Azerbaycan’ı bütünüyle fethedip ele geçirdiler. Mugan bölgesinin ahalisinin
hepsi Zerdüşt idi. Erran, Alivan ve memleket ahalisinin hepsi kâfirdi. İslam
askeri buraları istila edince, bu beldeleri İslam’a döndürdüler veMüslüman- laştırdılar.
Bu beldelerin ele geçirilmesi tamamlanınca Erdebil vilayeti ve mülhakatı
Piruz’a verildi <bu Pirûz, Zerrin Külah diye şöhret bulmuştu> Bu Pirûz
güçlü, varlıklı ve servet sahibi biriydi.
” Bu rivayet benzer olaylarla ama Firuzşah’ın el-Kürdî nisbesine
yer verilmeksizin pek çok eserde tekrar edilmektedir
.
Bu rivayetdeki en önemli problem, aslında bir sûfi olan İbrahim b. Edhem’in
hükümdar olarak yansıtılması ve Azerbaycan’ın İslamlaşması konusunda bütünüyle
gerçekle bağdaşmayan bir hikâye anlatmasıdır63. Eser, bu nisbenin
izahından başka hiçbir yerde Şeyh Safiyüddin’in etnik kökenine dair herhangi
bir imada bulunmaz. Silsiletül-Neseb-i Safeviye de ise.Firuzşah’ın sadece
zengin ve dindar bir kişi olduğundan Gilan’ın Rengin adı verilen beldesinde yaşadığından
ve İbrahim Edhem’in soyundan gelen devrin hükümdarının Erdebil ve çevresini
ona bıraktığından söz eder . Buna mukabil müellifi belli olmayan Alem-ârâ-yı
Şah İsmail adlı eserde ise Şeyh Safiyüddin ve ailesi Türk olarak anılmaktadır.
Şeyh’in babası Seyyid Cibril’in Şiraz’a yaptığı yolculuk anlatılırken onun bir
Türk dervişi olduğuna vurgu yapılır . Keza Şeyh
Safiyüddin’den bahsederken “Türk oğlu” ve “Türk genci” ifadelerine yer verir
.
Şu halde Şeyh
Safiyüddin’in etnik kimliği hususunda da iki rivayet ile karşı karşıya
bulunduğumuz ortadadır. İran’da Pehleviler döneminin politik tarihçisi A.
Kesrevî, Safevî hanedanının etnik ve dinî kökenine dair neşrettiği uzun
makalesinde onun İran’ın yerli ahalisinden olabileceğini öne sürmüş, Kürt nisbesinin
sonradan verildiğine dikkat çekmiştir . Faruk Sümer ise hiçbir
tartışmaya girmeksizin onlan Kürt olarak kabul etmiştir
. Buna mukabil, AzerbaycanlI tarihçi Mirza
Abbaslı ise onun Türklüğünü ispat için geniş bir değerlendirme yapmış,
kaynaklan ortaya koymaya gayret göstermiştir . Her ne olursa olsun,
Safiyüddin’in soyu ile ilgili anlatılar, menkıbevî hikâyelerin içine
karıştığından gerçeği ortaya koymak oldukça zordur.
Safevî hanedanının
menkıbevî dip tarihinden kendimizi soyutladığımızda karşımıza çıkan en önemli
gerçek devletin birinci unsur olarak Türklere dayanması, Şah İsmail’in duru bir
Türkçe ile şiirler yazması ve nihayet saray dilinin Türkçe olmasıdır. Bunlar
hiç değilse Safevî devletindeki Türk etkisini görmezden gelmemizi engellemektedir.
Safvetü’s-Safa’ya göre
Safiyüddin daha anne kamında iken istikbale dair bazı işaretler göstermeye
başlamıştı .0 ailenin altı çocuğundan biriydi
.
Henüz altı yaşındayken babası Eminüddin Cibril vefat etti
.
Safevî kaynaklan onun daha çocukluk yıllarında akranlarından ayrıldığını
liderlik özellikleri göstermeye başladığını kaydediyor
.
Ama onu asıl değiştiren olay, Şiraz’a yaptığı yolculuk olmuştur.
Safvetü’s-Safa’ya göre kendisine bir mürşid bulmak için yola çıkan Safiyüddin,
Şiraz’da aradığını bulamaz; ona Gilan’a dönmesi ve Şeyh Zahid-i Gilanî’yi
bulması telkin edilir . Erdebü’e dönen
Safiyüddin, Şeyh Zahid-i Gilanî’yi bularak ona infisah eder; tasavvuf
terbiyesi, dinî bilimler, Kur’an ve Sünnet üzerine dersler alır
.
Dahası Şeyh Zahid’in kızıyla evlenir ve nihayet onun ölümünden sonra da
tekkenin başına geçer .
Şeyh
Safiyüddin’in tekkenin başmda olduğu zaman içinde Türk ve Moğol sultanlarından
büyük saygı gördüğü ve maddî destekler temin ettiği görülmektedir
.
Şeyh Safiyüddin’in sohbetinde bulunanların ekserisi esnaf zümresindendi. Bu
yönüyle onun Erdebil’in orta sınıfi tarafından da geniş bir desteğe sahip
olduğu savunulabilir. Kısa zamanda gelişip büyük bir maddî gücü yönetmeye
başlayan tekkenin mutfağında etraftaki fukaraya dağıtılmak üzere günde
yüzlerce kazan yemek pişer hale gelmişti.
Şeyh Safiyüddin’in şeyhi,
Zahid-i Gilanî’ye nisbet olarak Za- hidiyye denilen tarikatın adı fazla uzun
ömürlü olmamış, Şeyh Safiyüddin’in tekkenin başına geçmesinden itibaren bu tarikat
Safeviyye diye anılmaya başlamıştır. Osmanlı kaynaklarında daha çok
“Erdebiliyye” ve müridlerine de “Erdebil Sûfileri” denilmektedir. Reşat
Öngörenin tespitlerine göre Şeyh Zahid’den sonra silsile Halvetiyye ve
Safeviyye olarak iki kol halinde devam etmiştir
.
Kaynaklarda Safeviyye tarikatının silsilesi Zahid-i Gilanî vasıtasıyla Cüneyd-i
Bağdadî ve daha sonra 7-îmam Musa Kâzım’a ulaşmaktadır
.
Şeyh Safiyüddin ile
beraber Safeviyye tarikatının Deşt-i Kıpçak, Kırım, Azerbaycan, Gilan,
Taberistan, Türkistan, Türkmenistan, Çin, Hindistan ve hattâ Seylan’a kadar
yayıldığı ileri sürülmektedir . Ancak ne var ki
tarikatın aktivistleri daha çok Suriye, İran, Azerbaycan ve Anadolu’daki
konar-göçer zümreler olmuşlardır.
Safiyüddin’in vefatından
sonra vasiyeti üzerine tarikatın başına geçen oğlu Sadreddin Musa, Azerbaycan
hâkimi Emir Çoban tarafından siyasî emeller taşıdığı gerekçesiyle tutuklandı
ve üç ay gözetim altında tutuldu. Safevîlerin siyasî otorite ile ilk çatışmaları
sayılabilecek olan bu durum aslında Şeyh Cüneyd’e kadar bir istisna özelliği
taşıyorsa da, tekkenin müridlerinin siyasal iktidarları tehdit eder boyuta
ulaştığım göstermesi bakımından önemlidir. Gerçi Sadreddin Musa’nın bu vaziyeti
kısa sürmüştür. Ancak onun hikâyesi kısmen Şeyh Cüneyd’in kısmen de Şah
İsmail’in hikâyeleriyle benzerlik göstermektedir. Buna göre Sadreddin Musa
Azerbaycan tahtım ele geçirme niyetinde olduğu gerekçesiyle takibata uğrar ki
bu Şeyh Cüneyd’in Erdebil’den çıkarılması gibidir. Devamında Sadreddin Musa
Gilan bölgesine kaçar ve orada bir müddet saklanır. Bu olay da Şah İsmail’in
Akkoyunlu takibinden kaçışım ve Gilan’a sığınmasını çağrıştırmaktadır. Eğer
hikâye kurmaca ise Safevîlerin ezelden beri siyasî iktidarı ele geçirme
niyetinde oldukları yolundaki iddiayı kuvvetlendirmek amacıyla meydana
getirilmiştir. Aksi halde bunun güçlü bir benzerlikten öteye geçmediğini
söylemek icap eder. Nitekim Sadreddin Musa’dan sonra tarikatın başına geçen
oğlu Hoca Ali’nin son derece sakin bir hayat sürdüğü ve devrin hükümdarlarının
iltifatına mazhar olduğu görülmektedir . Bunlardan Timur’un
Anadolu seferinden dönerken Hoca Ali’yi ziyaret edip ona yanında getirdiği
otuz bin kadar Türk’ü armağan ettiği yolundaki hikâye de tevatürden ibarettir
.
Çünkü Timurlular dönemi kaynaklarının hiç birinde böyle bir mülakattan ve kayda
değer hediyeleşmeden söz edilmemektedir.
Safeviyye tarikatının
Hoca Ali’den itibaren Şiîliğe temayül ettiğine dair ortaya konulan görüşleri de
teyid etmek mümkün görünmüyor. Çünkü gerek Şahruh gibi mutaassıp bir Sünnî hükümdarın
ona iltifat etmesi, gerekse onun Hac maksadıyla yola çıktığında temas kurduğu
Sünnî fakih ve alimlerin Hoca Ali’den saygıyla bahsetmeleri onun Şiîliğe
meyletmediğini ortaya koymaktadır . Keza Hoca Ali’nin oğlu
Şeyh Cafer’in, yeğeni Cüneyd’i Rafizîlikle suçlayarak tarikatın başına
geçmesini engellemeye çalışması da bu yoldaki görüşleri doğrular niteliktedir.
O halde tarikatın Şiüeşmesini Şeyh Cüneyd’in kişiliğinde ve faaliyetlerinde
aramak uygun olacaktır. Ama ne yazık ki onun kimlerle temas ettiği ve Şiî
fikirlerin tesirinde nasıl kaldığı yolunda hiçbir bilgiye sahip değiliz.
Şeyh Cüneyd, Şeyh Şah
lakabıyla tanınan babası Şeyh İbrahim vefat edince geleneğe uygun olarak
tarikatın başına geçmek isteyince amcası Şeyh Cafer, onu gali
fikirlere kapıldığı ve gerçek niyetinin
siyasal iktidarı ele geçirmek olduğu gerekçesiyle, o sıralarda Doğu Anadolu ve
Azerbaycan’da hüküm süren Karako- yunlu hükümdarı Cihanşah’a şikâyet etti
.
Aslında kendisi de Şiî eğilimleriyle meşhur olan Cihanşah
,
Cüneyd’in bölgedeki varlığından rahatsız olduğundan, mülkünü kaybetme
korkusuna kapılıp Erdebil’i terk etmesini istedi
.
Kaynaklar bu durumun asıl
gerekçesini
Şeyh Cüneyd’in müridlerinin sayıca artmış olmasına, onun da şeyhlik ile
yetinmeyişinin iyice ortaya çıkmış bulunmasına bağlamakta
; Şeyh Cüneyd’in şah olma hevesine düşmesini de, “ecdadının
yolunu terk etmek”60 ve “geçici saltanata meyletmek”
olarak tavsif ederek az da olsa eleştirmektedirler
.
Cüneyd,
Cihanşah’m talep ve tehdidi karşısında çok fazla direnemeyerek Erdebil’den
ayrılıp Anadolu’ya gitti. Ne yazık ki Safevî kaynaklan Cüneyd’in Anadolu
seyahati hakkında hemen hemen hiçbir bilgi vermemektedirler. Osmanlı
tarihçilerinden ise sadece Aşıkpaşazâde, Konya’da bulunduğu sırada Cüneyd’i
bizzat görmesi sayesinde bizim için son derece kıymetli bilgileri
nakletmektedir . Buna göre, Şeyh Cüneyd Anadolu’ya gelip, ya-
nmdaki dervişlerden oluşturduğu bir heyeti Osmanlı Sultanı II. Murad’a gönderir
ve kendisine Kurt Beli mevkiinin verilmesini, irşada Osmanlı topraklarında
devam etmek istediğini bildirir. II. Murad, Çandarh Halil Paşa ile istişare
yaptıktan sonra “Bir tahta iki sultan sığmaz” cevabı ile Cüneyd’in
talebini reddeder. Bu husus Cüneyd’in faaliyetlerinin ve müstakbel niyetinin
etraftaki hükümdarlar tarafından takip edildiğini göstermektedir. Cüneyd bu
defa Karamanoğullannın idaresinde bulunan Konya’ya gider ve Sadreddin Konevî
dergâhında misafir olur. Ancak burada da iltifat görmediği gibi, cemaate de
dâhil edilmeyip namazda caminin dışından imama uymak zorunda kalır. Üstelik
Sadreddin Konevî dergâhının şeyhi, Şeyh Abdüllatif ile uzun bir tartışmaya
girişir. Tartışma Şeyh Cüneyd’in yönelttiği ve tarikat geleneklerini
sorgulayan “Ashaba mı bağlılık evladır, yoksa evlada mı?” sorusunda
düğümlenir. Şeyh Abdüllatif. “Kast ettiğiniz konuda ashaba bağlılık evladır,
çünkü bu hususta ayet vardır.” cevabım verir. Şeyh Cüneyd: “O ayetler
nazil olduğunda sen orada mıydın/onlarla birlikte miydin?” diye çıkışınca
Şeyh Abdüllatif, Cüneyd’e, bu sözleri ile kâfir olduğunu, onun yolundan gidenlerin
de kâfir olacağım, çünkü Kur’an’ı tezyif ve ayetleri inkâr ettiğini söyler.
Tartışma kavgaya dönüşmüş olacak ki, orada bulunanlar her iki şeyhin kollarına
girerek dışan çıkarırlar.
Bundan sonra
Konya’da kalamayan Cüneyd Toroslarda bulunan Varsak Türkmenlerinin içine
gitti. Şah İsmail’i destekleyen gruplar arasında Varsaklann da bulunuyor
olması, onlann Cüneyd’in bu seyahati sırasında Safeviyye tarikatına bağlandıklarım
göstermektedir. Ancak Karamanoğullannın baskısı devam edince buradan ayrılarak
Kuzey Suriye’deki Türkmenler ile Dul- kadirli Türkmenlerinin kışlak sahalan
olan Halep tarafına geçmiş, ondan haberdar olan bazı Bedreddinî zümreler de onu
takip ederek yanma gitmişlerdir. Bu süre zarfinda irşad faaliyetlerine devam
eden Cüneyd’in bu defa da bölgedeki Sünnî çevreleri rahatsız ettiği ve Memlûk
hükümdarına şikâyet edildiği tespit olunmaktadır
.
Buradan büyük bir meşakkatle kaçan Cüneyd, Canik tarafına gidip,
faaliyetlerine orada devam etmiştir. Safevî Devleti’nin kuruluşunda yer alan
Çepni Türkmenleri ile de burada temas ettiği, onların bir bölümünü kendisine
bağladığı anlaşılmaktadır.
Cüneyd’in
Canik’te iken strateji değişikliğine giderek ilk defa fiili olarak gaza
hareketini başlattığı ve bölgedeki tek gayrimüslim topluluk olan Trabzon Rum
İmparatorluğu’na saldırdığı görülmektedir. Görünürde bu faaliyeti onun
kendisine ülke edinmek istediği şeklinde yorumlanabilir. Ancak Cüneyd - her ne
kadar saldırılan Trabzon Rumlannı epey korkuttuysa da- gerçekte orayı ele
geçirecek güce sahip değildi. Burada iki hususa dikkat çekmek gerekiyor.
Birincisi Türklerin bölgedeki hâkimiyetleri büyük ölçüde gerçekleştiğinden
Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türkler hariç, diğerleri uzunca sayılabilecek bir
süreden beri gaza ve cihad faaliyetlerinde bulunmuyorlardı. Çünkü
“darü’l-harb” sayılacak bölge kalmamış, Trabzon Rum Devleti ile Hıristiyan
Gürcüler ve Çerkes- ler ise vergi vermek suretiyle Müslüman komşuları ile banş
sağlamışlardı. Cüneyd’in yeniden başlattığı cihad hareketi müridleri için
heyecan verici bir durum yaratabilirdi. İkinci ve en önemlisi bu savaşların
neticesi olarak Cüneyd gücünün neye yettiğini öğrenmek istiyordu. Ama Trabzon
surlan önünde iken Osmanlıların baskısı gelince bölgeden uzaklaşarak Akkoyunlu
ülkesine geçip Uzun Haşan Bey’e sığındı. Bundan dolayı onun henüz “çıkış”
yapacak güce erişmediğini anladığı ve kısa süreli de olsa bu fikrini
ertelediği savunulabilir.
Cüneyd’in
Diyarbekir’de kaldığı müddet zarfında Türkmenler ile irtibatı devam etmiştir.
Bu süre içinde Akkoyunlu Devleti’ni meydana getiren konfedere aşiretler ile
temas halinde olan Cüneyd, Avşar, Musullu, Döğer, Harbendelü, İnallu,
Karamanlu gibi cemaatler üzerinde tesirli olmuştur. Onun Uzun Hasan’ın kız kardeşi
Hatice Begüm ile yaptığı evlilik ise itibarının artmasına ve karizmasının
güçlenmesine imkân sağlamıştır . Bununla birlikte
aslında bir Sünnî hükümdar olan Uzun Hasan’ın Şeyh Cüneyd’in sahip olduğu
Sünnîlik dışı fikirlerden haberdar olmaması imkânsızdır. Şu halde onu
sarayında ağırlaması ve hattâ kız kardeşi ile evlendirmesi, rakibi Karakoyunlu
Cihanşah’a karşı Cüneyd’in müridlerinden istifade etmek gibi bir düşünceye
sahip olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Ne var ki, Uzun Hasan’ın Ka- rakoyunlularla
mücadelesinde ve Cihanşah’m ortadan kaldırılmasında bu düşüncesini ne kadar
gerçekleştirdiği belli değildir.
Bundan sonra tekrar
Erdebil’e dönen Şeyh, bir müddet sonra etrafında müridlerini toplayarak yine
cihad amacıyla Kafkaslara yönelmiş, henüz İslamiyete girmemiş olan Çerkeslere
saldırarak ganimetler elde etmiştir. Kalabalık sayılmayacak ölçüdeki mürid-
leri ile yaptığı bu sefer, Şirvanşah Halil’i ciddî bir şekilde rahatsız etmiş
ve ona bir mektup göndererek “Şeyhliği niçin bıraktığını ve hangi amaçla
memleketler ele geçirme niyetinde olduğunu” sormuştu.
Onun gerçek niyeti aşikâr olunca ikinci defa
olarak Çerkeslere saldırmasına müsaade etmemiş, nihayet Cüneyd ve müridleri ile
yaptığı savaşta onu öldürmüştür (1460) . Bununla birlikte
Erdebil sufilerinin Şeyh Cüneyd’in ölümünü hiçbir zaman kabullenmedikleri, onun
hakkında "öldü” fiilini asla kullanmadıkları tespit olunmaktadır
.
Devrin önemli tanıklarından Ruzbihan Huncî, “sapıklar”, ‘buzağıya tapanlar”,
“şeytanın askerleri” gibi sıfatlarla andığı Anadolu Türkmenleri’nin Şeyh
Cüneyd’i ilah yerine koyduklarından söz etmektedir
.
Cüneyd’in
öldürülmesinden bir süre sonra 1468’de Uzun Haşan Bey, Karakoyunlu Cihanşah’ı
yenerek bütün Azerbaycan’ı hâkimiyeti altına almıştır.
Bu sıralarda
henüz bebek olan oğlu Şeyh Haydar, dayısı Uzun Haşan Bey tarafından
yetiştirildi, tarikatın müridleri ise onu şeyh olarak benimsedi. Bununla
birlikte Sünnî akidelere sadık olan Uzun Hasan’m yanında yetişen Şeyh Haydar’m
,
Sünnîlik dışı inanışı hangi yolla ve nasıl benimsediği, dinî ve tasavvufî terbiyeyi
kimlerden aldığı konusu belirsizdir.
Uzun Hasan’m
kızı Alemşah Begüm (Halime Begüm) ile evlenen Şeyh Haydar’m bu evlilikten
oğullan sırayla Sultan Ali, İbrahim ve İsmail doğdu (17 Temmuz 1487)
.
Uzun Haşan Bey’in de izin vermesiyle Erdebil’e dönerek tarikatın başına geçen
Şeyh Haydar amcası
Şeyh Cafer’i Erdebil’den uzaklaştırdı . Böylece Şeyh Cüneyd’in
öldürülmesini takip eden yaklaşık yirmi yıllık sessizlikten sonra Safevî
müridleri arasında yeniden bir hareketlenme başladı.
Kaynaklar Şeyh Haydar’ın
tekkenin başına geçtikten sonra, günlerini ok ve mızrak uçlan, kılıç ve zırh
yapmakla geçirdiğini , özellikle Rum’dan yani Anadolu’dan gelen
müridlerini devamlı suretle savaşa hazırladığını kaydediyorlar
.
Haydar da tıpkı babası gibi cihad amacıyla kuzeydeki Çerkesler üzerine yürümüş
Şirvanşahlar ülkesini tepeleyerek Çerkeslere akınlar yapmış çok sayıda köle ve
bol ganimet ile Erdebil’e dönmüştür . Alem ârâ-yı Eminî’de
nakledüen Şeyh Haydar’ın Kafkas seferi ve Çalpert’in yağmalanması ile ilgili
bilgiler büyük bir tesadüf eseri olarak Venedikli Elçi Josaphat Barbaro’nun
naklettikleriyle örtüşmektedir. Barbaro’nun Kefe’li bir Katolik rahipten
dinlediğine göre 1484 yılında bir grup mutaassıp Müslüman aralannda bazdan
silahsız olduğu halde “kâfirlere ölüm” diye bağırarak Bakü tarafından kuzeye
yönelmişler, Şamahı, Derbend ve Tümen üzerinden Terch’e yürümüşler ve buradaki
Hristiyanlann hepsini öldürmüşler, etraftaki Hristiyan yerleşmelerini
yağmaladıktan sonra Çerkeslerin topraklarına girmişler Çalpert’i
yağmalamışlardır .
Bu bilgi
oldukça kısa olmasına rağmen Haydar’m ve mürid- lerinin etrafa yaydığı korkunun
boyutlarını göstermesi bakımından önem taşımaktadır. O da babası gibi gazayı
vesile yaparak askerlerinin gücünün neye yettiğim ölçmek istiyordu. Aslında
tasavvuf ehlinde pek rastlanılmayan bu savaşçı ruh, etraftaki hâkimleri hem
şaşırtıyor hem de korkutuyordu. Çünkü uzun zamandan beri hareketsiz kalmış
olan bir kitle gaza amacıyla yeniden canlanmış, özellikle bölgenin konar-göçer
zümreleri Haydar’m etrafında büyük bir coşkuyla toplanmaya başlamışlardı
.
Ruzbihan Huncî’ye göre kâfirlerle gaza yapıyor gibi görünmek Müslümanları
aldatmak için bir yoldu ve bu sayede etraftaki müridle- rinden Erdebil’e çok
sayıda adam toplanmıştı . Müridleri ona o kadar
bağlıydılar ki, “Eğer canlarını istese, kölenin küçük bir hediyesi
sayıyorlardı.” Bu
gelişmeler Akkoyunlu Sultam ve aynı zamanda kayınatası olan Uzun Haşan Bey’i
rahatsız ettiğinden onu, “Sağa sola asker sevk etmekten murad nedir?
Dervişlikten niçin yüz çeviriyor?”’00 diye Tebriz’e çağırdı (1478).
Şeyh Haydar bu davete uyup, eski bir hırka, çirkin bir takye ile Tebriz’e
gelerek Şah Hüseyin Dergâhı’na kondu. Ona sağa-sola asker çekmemesi, eğer bunu
yaparsa vatanından dışan çıkarılacağı ve Rum’daki halifelerinin de onu ziyaret
etmesinin engelleneceği söylenip, kendisine de bu hususta yemin ettirildi
.
Bu gelişmeler sırasında Şeyh Haydar’m müridlerine on iki dilimli ve kırmızı
renkli bir başlık giydirdiği , bu suretle kendinden
olanlar ile olmayanları sembolik olarak ayırdığını da biliyoruz. Bundan dolayı
Safevî tarikatının müridlerine Kızılbaş denilmeye başlandığı da vakıadır. Buna
mukabil, Kızılbaş tacmın ilk olarak Şah İsmail’in Tebriz’e girmesinden sonra
kullanılmaya başladığına dair iki zayıf rivayet de bulunmaktadır
.
Ruzbihan Hund’nin naklettiğine göre Kızılbaşlar Şeyh Haydar’ı mabud yerine
koyuyorlar, ibadeti bırakıyorlar ve onu kıblegâh yapıyorlardı
.
Benzer bir hikâyeyi Aşıkpaşazâde de nakletmektedir. Buna göre, Erdebil
sufilerine bu kadar meşakkat çekip Erdebil’e gideceğinize, hacca gitseniz diye
söyleyenlere onlar “Biz ölüye değil, diriye gideriz” cevabını vermekteydiler
.
Uzun Haşan Bey’in 1478
yılında vefat etmesinin ardından Akkoyunlu tahtına Sultan Yakup oturdu. Bu
süreç içinde meydana gelen dâhili buhranlar Şeyh Haydar’ı yeniden yanm
bıraktığı faaliyetlerine döndürdü. Hem babasının intikamını almak
hem de ülkeler ele geçirmeye Azerbaycan
tarafından başlamak üzere Şirvanşahlar üzerine yürüdü. Şamahı’yı ele geçirip
katliam yaptı. Demü-kapı’yı (Derbend) kuşattı. Gülistan kalesine kaçmış olan
Şir- vanşah Ferruh Yesar damadı Akkoyunlu Sultanı Yakup Bey’den yardım istedi
.
Sultan Yakup bu sıralarda Sultaniye yakınlarındaki Güzeldere yaylağındaydı.
Akkoyunlu sarayında Haydar’ın durumu her yönüyle tartışıldıktan sonra, onun
memleketler ele geçirme niyetinin iyice açığa çıktığı kanaatiyle Şirvanşahlara
yardım etmeye karar verdiler . Ferruh Yesar’ı
cesaretlendirmek için bir mektup gönderdiler, arkasından da Biçenli Süleyman
Bey’i kalabalık bir ordu ile Azerbaycan’a yolladılar. Erdebil hâkimi Cakirlü
Ömer Bey de askerleriyle onlara katıldı . Böylece daha da kalabalık
hale gelen Akkoyunlu ordusu Tabersaran’a geldi
.
Bu sıralarda Şirvan’ın kuzeyinde akınlarda bulunan ve Derbend’i kuşatmakta
olan Şeyh Haydar, haberi alınca kuşatmayı kaldırarak orduyu karşılamaya çıktı
.
Tabersaran’da Süleyman Bey’in kumandasındaki Akkoyunlu ordusu ile yapılan
savaşta Şeyh Haydar öldürüldü112. Cesedi Tabersaran’a gömüldü113.
Başı kesilerek Tebriz’e getirildi114. Sokaklarda iki gün teşhir
edildikten sonra Tebriz meydanında köpeklerin Önüne atıldı (1488)115.
Savaş meydanından sağ kurtulan Kızılbaşlar ise etrafa dağılıp gizlendiler. Bu
savaşta Kızılbaş aşiretlerinden Dulkadirli116, Ustaclu ve Kaçarların117
varlığını tespit edebiliyoruz.
Şeyh Haydar’m
takibatı bununla kalmadı. Tekkenin başına Haydar’m oğlu Sultan Ali’nin geçtiği
haberi yayılınca118, Sultan Yakup hemen Erdebil’e adamlar gönderip
Haydar’m Alemşah Begüm’den olma çocukları Sultan İbrahim, Sultan Hoca Ali ve İsmail’i
tutuklattı; anneleriyle birlikte Pümekli Mansur Bey’in idaresinde olan Fars
eyaletine gönderdi. Mansur Bey hükümdarın emrine uyarak onlan İstahr kalesinde
hapsetti .
Sultan
Yakub’un ölümü (149ı) Akkoyunlu ülkesini uzun yıllar sürecek olan
iktidar kavgasının içine sürükledi. Kudretli beylerden Musullu Sufi Halil,
Pürnek aşireti ile birlikte Yakup Bey’in oğlu Baysungur’u destekleyip
Bayındırlı beylerinin desteğini almış olan Uzun Hasan’ın oğlu Mesih Mirza’yı
Karabağ yakınlarında yaptıkları savaşta öldürüp
Baymdırlılara büyük zayiat verdirdi. Maksud
Mirzanın oğlu Rüstem Mirza’yı da yakalayıp Alıncak kalesine hapsettirdi.
Böylece Baysungur’un etrafını boşaltıp, tahta oturttu. Sufi Halil bu galebeden
sonra diğer Türkmen reislerine karşı katı bir tutum izlemeye başladı.
Türkmenler ittifak kurup Diyarbekir hâkimi Biçenli Süleyman Bey’den yardım
istediler. Süleyman Bey Van kalesi yakınlarında Musullu Sufi Halil’i öldürdü
(149ı) . Bu arada Aybe Sultan diye meşhur olan Dânâ
Halil Bey, Almcak kalesine giderek Rüstem Mirza’yı kurtarıp Süleyman Bey’in
muhalefetine rağmen Tebriz’de tahta oturttu (1492)
.
Baysungur ise Şirvanşah Ferruh Yesar’a sığındı
.
Taht kavgaları Rüstem Bey’in Akkoyunlu tahtına oturmasıyla kısa süreli de olsa
teskin edilmişse de Akkoyunlu Türkmenlerinin birbirleri ile olan çekişmelerini
daha da derinleştirmişti.
1493’te Baysungur,
Şirvanşahlardan sağladığı kuvvetlerle tahtı ele geçirmek içüı yeniden harekete
geçince Rüstem Bey, ordusunu güçlendirmek gayesiyle Şirvanşahlann düşmanı olan
Kızılbaşlar- dan istifade etme yolunu seçip , Şeyh Haydar’ın
çocuklarını hapsedildikleri İstahr kalesinden serbest bıraktırıp Erdebil’e
dönmelerine izin verdi . Onların dört buçuk yıl
aradan sonra serbest kalarak Erdebil’e gelişleri büyük heyecan uyandırdı;
Kızılbaşlar coşkuyla Erdebil’e akmaya başladılar
.
Rüstem Bey, Sultan Ali’yi
Tebriz’e davet ederek Baysungur üzerine yapılacak sefere katılmasını rica etti.
O da etrafında toplanmış olan Kızılbaş Türkmenlerle birlikte Akkoyunlu
ordusuna katıldı. Bu sırada Bayındırlı beylerinden İsfahan hâkimi Köse Hacı
isyan edip Baysungur adına hutbe okuttu . Rüstem Bey, Kaçar Kara
Piri’nin reisliğindeki Kızılbaşlann da içinde bulunduğu bir orduyu İsfahan
üzerine gönderip, Köse Hacı’mn isyanını bastırdı
.
Aybe Sultan’m idaresindeki Akkoyunlu ordusu ise Kür ırmağı kenarında
Baysungur’un ordusuna kavuştu’ . İlk çatışmalarda iki
taraf da birbirine üstünlük kuramadı, ancak ikinci savaşta Baysungur öldürüldü
.
Sultan Ali,
muzaffer bir kumandan ve Akkoyunlu Sultanı’nın iltifatına mazhar olmuş bir
tarikat şeyhi olarak Erdebil’e döndü. Onu kalabalık bir taraftar kitlesi
karşıladı. Bu güç gösterisi Rüstem Bey’in korkuya kapılmasına sebep oldu.
Onlann, ülkenin zayıf durumundan istifade ederek devletleşebileceklerinden
endişelenerek, Sultan Ali, İsmail ve İbrahim’i yeniden Tebriz’e getirtip göz
hapsine aldı. Kızılbaşlar ile temas etmesinin engellenmesini tembih etti. Buna
rağmen Kızılbaşlann Sultan Ali’yi ziyaretleri ve nezirler sunmalan devam etti
. Rüstem Bey, Hoy kışlağında iken Sultan Ali’yi
öldürtmeye karar verip Aybe Sultan ile Hüseyin Bey-i Ali Hanî’yi bu iş için
görevlendirdi Sufilerden biri bu haberi Sultan Ali’ye ulaştmnca, o başındaki
tacı İsmail’in başının üzerine koyup’34 -bu suretle kendisinden
sonra Kızılbaşlann kime itaat edeceklerinin de yolunu göstererek- onu ve
İbrahim’i geceleyin gizlice Edebil’e yolladı. Kardeşler kaçış yolunda iken
Aybe Sultan ve Hüseyin Bey-i Ali Hani tarafından Sultan Ali’nin öldürüldüğü
haberi geldi (898) . Şamlu Lala Hüseyin Bey, Halifetül- Hulefa
(Tahşh Hadim Bey) ve Dede Bey onun naşını Erdebil’e getirip atalarının
bulunduğu mezarlığa defnettiler .
Böylece
Kızılbaşlar, iktidar yolunda üçüncü defa olarak şeyhlerini (=liderlerini)
kaybetmiş oldular. Bu durumda onların dağılmaları beklenirken tam aksine küçük
yaştaki İsmail’e biat ettiler ve şeyhleri olarak benimseyip, daha önce Şeyh
Cüneyd ve Şeyh Haydar’da olduğu gibi onun vücudunu da kutsal kabul ettiler. Bu
durum onlardaki, Ehl-i Beyt’ten gelen imametin Safevî şeyhlerinin
çocuklarından çıkacağı inancından kaynaklanıyordu
.
Artık iyice tecrübe kazanmış ve tam bir savaş makinesi haline gelmiş olarak
yeni şeyhlerinin hurucunu beklemeye başladılar.
.
Akkoyunlular Sultan Ali’nin öldürülmesiyle yetinmeyerek İsmail’i ve İbrahim’i
takibe başladılar. Aybe Sultan Erdebil’e gelerek ev ev İsmail’i aramaya başladı.
Akkoyunlu
Sultam’nın kızkardeşinin çocuklarına karşı bu kadar sert bir politikaya
yönelmesinin sebebi, Kızılbaşlann inanç bakımından farklılıklarından çok,
güçlerinin kontrol edilemez bir noktaya ulaşmış olmasndan kaynaklanıyordu.
Kızılbaşlar Safevî hanedanına karşı o kadar derin bir saygı ve sevgiyle
bağlanmışlardı ki, kısa aralıklarla şeyhlerini kaybetmiş olmalarına rağmen
yine toparlanabiliyorlar, talep edildiğinde güçlü bir ordu haline
gelebiliyorlardı. Üstelik şeyhlerinin genç ya da yaşlı olmasının bir önemi
yoktu ve Şeyh Cüneyd’in öldürülmesinden sonra biat ettikleri Haydar, Sultan
Ali ve son olarak İsmail hep küçük yaştaydılar. Anlaşılıyor ki, şeyhin yaşından
çok vücudunun varlığı önemliydi ve Kızılbaşlar şeyhlerinde ilahi tecelliyi
görüyorlardı. Fazhıllah Ruzbi- han Huncî’nin “Bunlar şeyhlerini ilah gibi
görüyorlardı” ifadesi de bunun doğruluğunu kanıtlamaktadır. Bu yönüyle artık
sayıca ciddî, bir tehdit haline gelmiş olan Kızılbaşlann toparlanmalarına
firsat vermemek için ailenin bütün fertlerini ortadan kaldırma fikri Rüstem
Bey’e hâkim duruma geldiğinden henüz 5-6 yaşlarında olan İsmail’in yakalanıp
öldürülmesi için geniş bir takibat başlattı .
Şeyh
Cüneyd’in kızlanndan olup Muhammed Bey ile evli olan Şah Paşa Hatun yeğeni
İsmail’i bir süre gizledi. Daha sonra üç gün boyunca Kadı Ahmet Kakülî’nin
evinde saklandı. Ancak burası Er- debil şeyhlerinin türbelerine yakın yerde
olduğundan şüphe çekeceğinden korkulup Han Can adlı bir başka kadının evine
götürüldü. Burada da yaklaşık olarak bir ay kaldı. Şah Paşa Hatun ile meşveret
yapılarak Dulkadir Türkmenlerinden Aba Hatun adlı bir kadının evinde
saklanmasına karar verildi. Aba Hatun, İsmail’e Rumlular mahallesindeki evinde
birkaç gün baktıktan sonra onu Erdebil Cuma Camii’in yanında başka bir eve
götürüp on gün kadar da burada sakladı. Gizlüiğe o kadar çok riayet ediliyordu
ki, İsmail’in annesi Alemşah Begüm bile çocuğunun durumundan habersiz
kalıyordu. Buna rağmen İsmail’in yerini söylemesi için Alemşah Begüm’e bile
işkence yapıldı.
Rüstem Bey
tekrar ferman çıkararak İsmail’in her ne suretle olursa olsun yakalanmasını ve
öldürülmesini emretti. Takibat günden güne artmaya ve çember daralmaya
başlayınca Aba Hatun başka bir mahalleye taşınmaya karar verdi. Sultan Ali ile
beraber Aybe Sultan’a karşı savaşmış ve yaralı halde Erdebfl’de gizlenmekte
iken yarasının tedavisi için Aba Hatun’a gelmiş olan bir Kızılbaş’tan yardım
istedi. O da yine kendisi gibi savaşta yaralanıp kaçan Karamanla Rüstem Bey’i
durumdan haberdar etti. Rüstem Bey gece yarısı
gelip Erdebil Camii yakınlarında İsmail’i atının terkisine alıp Buğru tarafına
götürdü. Bu esnada Buğru köyünde saklanmakta olan 80 kadar Kızılbaş da onlara
katılıp İsmail’i güvenli bir şekilde Gurkan köyüne ulaştırdılar. Üç gün Hatip
Femıhzad Gurkanî’nin evinde gizlendiler.
Sultan
Ali’nin Aybe Sultan ile yaptığı savaştan sağ kurtulan Mansur Bey Kıpçakî, Lala
Bey, Kazak Şeydi Ali, Çolpan Bey, Hu- lefa Bey, Gök Ali ve diğer Kızılbaş ileri
gelenleri aralarında uzunca bir müzakere yapıp, Şah Paşa Hatun’un eşi Muhammed
Bey ve kayınbiraderi Ahmedî Bey’le Reşt valisi Emire İshak arasındaki dostluğa
güvenerek, İsmail’i Reşt’e götürmeye karar verdiler
.
Seksen kişilik Kızılbaş gurubuyla birlikte Reşt’e bağlı Tul mevziine geldiler.
Emire Muzaffer onları karşılayıp ikramda bulundu.
Aybe Sultan,
İsmail’in Reşt’te olduğu haberini alınca o tarafa yönelip Reşt valisinden
İsmail’in iadesini istedi. Halhal hâkimi Pümekli Cakir Bey, İsmail’i almak
üzere Reşt’e adam gönderdi. Emire Muzaffer İsmail’in Tul’da bulunmadığına dair
yemin etti. Bununla birlikte sufiler orada kalamayacaklarını anlayıp Kesger’e
yöneldiler. Kesger hâkimi Siyavuş’a durumu anlatıp yardım istediler. Siyavuş,
Safeviyye tarikatının müridi olduğundan onları heyecanla karşılayıp üç gün
misafir ettikten sonra hep beraber Reşt’e doğru yola çıktılar. Emire İshak
onları karşılayıp misafir etti. Daha sonra İsmail'in kardeşleri de ona katıldı
ve bir süre Reşt’teki Mescid-i Sefid’de ikamet ettiler. İsmail, burada kaldığı
süre içinde mescid
yakınlarındaki kuyumcu dükkânının sahibi Mir Necm’den başkasının yanına
gitmedi.
Aybe Sultan ise
Erdebil’deki takibatına devam etti. Aba Sultan, İsmail’in gizlenişi ve
kaçınhşmdaki rolü anlaşılınca yakalanarak Tebriz’e götürüldü ve orada idam
edildi. Muhammed Bey ve Ahmedî Bey’in mallan ellerinden alındı.
Lahican valisi Karkiya
Mirza, İsmail’in Erdebil’den kaçarak Reşt’e geldiği ve Emire İshak’m onu
korumak gayesiyle hiçbir yere çıkamadığı haberini alınca, İsmail’i Lahican’a
davet etti. Sufiler Karkiya Mirza’nın Safeviyye tarikatına bağlılığım
bildiklerinden Lahican’a gitmeye karar verdiler. Karkiya Mirza, İsmail’i
karşılayıp Kiya Feridun Medresesi’nin karşısındaki bir evi onlara tahsis
etti. Böylece İsmail’in 6 yıl sürecek olan Gilan dönemi başlamış oldu (1494)
.
Bu sıralarda henüz yedi yaşında bile değildi . Bir müddet sonra
kardeşi İbrahim gizlice Erdebil’e dönüp annesi Alemşah Begüm’ün yanında
saklanmaya devam etti .
İsmail, Lahican’daki 6
yıllık ikameti esnasında Karkiya Mirza Ali ve onun kardeşinden büyük destek
gördü. Adeta onun dizinin dibinde büyüdü . Şemseddin Lahicî’den
Kur’an öğrendi . Bir aralık hastalanınca bir yıl boyunca Mevlana
Nimetullah tarafından tedavi edildi . Küçük yaşta olmasına
rağmen ok atmada usta olup avcılıkla meşgul oldu
.
Bir yandan halası Şah Paşa Hatun’un himayesi sürerken, diğer yandan
Anadolu’dan, Karacadağ’dan, Tuman Mişkin’den ve başka yerlerden gelen
Kızılbaşlann İsmail’i gizli gizli ziyaretleri devam etti. Kızılbaşlar ona
nezirlerini sunup geri dönüyorlardı. İsmail, Akkoyunlu sultanı Rüstem Bey’e
verilmek üzere hediyeler hazırlatarak halasıyla gönderdi. Şah Paşa Hatun ve
Ahmedî Bey, bu hediyelerle Rüstem Be/i ziyaretlerinde müsadere edilen
mallarını talep edip İsmail ve kardeşleri için af dilediler. Rüstem Bey bu
istekleri kabul etti, İsmail’e af çıkardığını kimsenin onlara dokunmamasını
emretti .
Akkoyunlu şehzâdeleri
arasındaki taht kavgalanna ilave olarak vilayetlerdeki Türkmen reislerinin de
birbirleriyle çekişmeleri zaten toplama bir orduya sahip olan Akkoyunlu
Devleti’ni iyice zayıflatmıştı. 1497 yılında, Haşan Ali Tercanî İstanbul’a
giderek, devletin durumu hakkında izahatta bulunup, bu sıralarda Osmanlı
sarayında ikamet etmekte olan Uğurlu Mehmed’in oğlu Göde Ahmet Bey’e destek
verilirse karşılarında duracak bir ordu bulunmadığım, onun tahtı ele
geçirebileceğini bildirdi. II. Bayezid, damadı Göde Ahmet Bey’i emrine verdiği
bir grup askerle birlikte Akkoyunlu ülkesine gönderdi. Bu haber Azerbaycan’da
yayılınca bazı Türkmen emirleri Ahmet Bey’in tarafına geçti; hattâ Hüseyin Bey
Alihanî, Ahmet Bey adına hutbe okutup sikke kestirdi. Bunun üzerine Rüstem Bey
harekete geçip Göde Ahmet Beyi karşılamaya çıktı. Araş ırmağı kenarında
yapılan savaşta Aybe Sultan’m beklenmedik bir şekilde saf değiştirmesiyle Rüstem
Bey yenildi ve öldürüldü. Göde Ahmet Bey Tebriz’e gelerek tahta oturdu150.
Göde Ahmet
Bey iktidan ele geçirdikten sonra hızlı bir şekilde merkezîleşme çabasına
girişti. Bu amaçla öncelikle etrafındaki kudretli Türkmen reislerinden
kurtulmaya ve aşiretlerin gücünü kırmaya çalıştı151. Hüseyin Bey-i
Alihanî’yi öldürttü. Aybe Sultan’ı ise Tebriz’den oldukça uzakta yer alan
Kirman hâkimliğine gönderdi; Şiraz valisi Kasım Bey-i Pümek’i yanma çağırdı.
Kasım Bey bu çağrıdan şüphelenerek kaçış yollarını aramaya başladığı sırada
Aybe Sultan’m Kirman yolunda olduğu haberini aldı. Onunla ittifak kurup Sultan
Yakub’un oğlu Murad’ı Akkoyunlu tahtına oturtmaya karar verip ordularım
birleştirerek İsfahan’a yöneldiler. Göde Ahmet Bey durumdan haberdar olup
kalabalık bir ordu ile bunların üzerine yürüdü. Hoca Haşan Mazî denilen yerde
yapılan savaşta Göde Ahmet Bey öldürüldü (Aralık 1497). Aybe Sultan Kum’a gelerek
Murad adına hutbe okutup sikke kestirdi. Sultan Murad’ı getirtmek için Şirvan’a
adamlar gönderdi, Kum’da küçük bir saray inşa ederek Sultan Murad adına
fermanlar çıkarmaya ve ülkeyi yönetmeye başladı152. Ancak
beklenmedik bir şekilde karar değiştirip Sultan Murad’ı Ruyendiz kalesine
hapsederek Yusuf Mirza’nın oğlu Elvend’i Tebriz’e getirtip tahta oturttu.
Yusuf Mirza’nın diğer
oğlu Muhammedi Mirza, Aybe Sultan’ın Göde Ahmet Bey ile yaptığı savaşta, Göde
Ahmet Bey’in yanında idi. O öldürülünce Yezd’e gitti. Yezd hâkimi Bayındırlı
Murad Bey ile Eşref Bey onu padişah ilan edip hep beraber Şiraz’a yöneldiler
(1498). Pürnekli Kasım Bey onlara karşı koymaya çalıştıysa da başardı olamayıp
Sain kalesine kaçtı. Muhammedi Mirza Şiraz’a gelip buranın idaresini Avşar
Mansur Bey’e verdi153. Bundan Sonra İsfahan’ı ele geçirdi. Rey’de
kışladığı esnada Elvend ve Aybe Sultan’ın geldiği haberini alınca Firuzkuh
bölgesinin hâkimi Emir Hüseyin Çelavî’nin yanına sığındı. Elvend de kışın
ortasında Azerbaycan’a yöneldi.
Etrafına kalabalık bir
ordu toplayan Muhammedi Mirza hemen Elvend’in peşine düştü. Azizkendi’nde
yapılan muharebede Aybe Sultan öldürüldü; Elvend yenildi ve Diyarbekir’e kaçtı.
Muhammedi Mirza, Tebriz’e gelerek tahta oturdu. Ancak kısa süre sonra Elvend’in
Tebriz’e yürüdüğü haberini alınca buradan ayrılarak Sultaniye’ye gitti. Bu defa
tahta Elvend Bey oturdu. Bu sıralarda Pürnekli Kasım Bey Şiraz’ı ele geçirmeye
çalıştıysa da başarılı olamayıp îstahr kalesine sığındı154.
1499 yılında Aybe
Sultan’ın kardeşi Kızıl Ahmed Bey, Bayındırlı Ferruhşad Bey ile birlikte
Sultan Murad’ı tahta oturtmak için harekete geçtiler. Onu yanlarına alarak
Şiraz’a yöneldiler. Kasım Bey de îstahr kalesinden çıkarak onlara katıldı. Bu
haberi alan Muhammedi Mirza onlarla savaşmak üzere yola çıktı. Sultan Murad’ın
ordusuyla İsfahan yakınlarında yapılan savaşta Muhammedi Mirza öldürüldü155.
Bundan sonra Sultan Murad Azerbaycan’a yöneldi. Elvend ordusuyla onu Ebher’de
karşıladı. İki Türkmen ordusu yeni bir savaşa girmek üzereyken Baba Hay- rullah
adlı bir dervişin telkiniyle ülkeyi ikiye bölmeye ve savaşı sonlandırmaya karar verdiler. Buna göre
Kızılözen ırmağı sınır olmak üzere Azerbaycan, Erran ve Diyarbekir vilayetleri
Elvend’in; Irak, Fars ve Kirman memleketleri de Murad’m hâkimiyetine bırakıldı.
Böylece Göde Ahmet Bey’in Azerbaycan’a gelmesiyle başlayan çatışmalar devlet
otoritesinin bütünüyle sarsılması, ordunun neredeyse ortadan kalkması ve
nihayet ülkenin ikiye bölünmesiyle sonuçlanmış oldu.
Bu
mücadeleler esnasında fırsattan istifade eden Bayındırlı Murad Bey Yezd’de;
Reis Muhammed Kere Eberkuh’da; Hüseyin Kiya Çelavî Semnan, Har ve Firuzkuh’da;
Pümekli Barik Bey Irak-ı Arab’da; Pürnekli Kasım Bey Diyarbekir’de; Kadı Muhammed
ve Mevlana Mesud Bidikli Kaşan’da; Sultan Hüseyin Mirza Horasan’da; Emir Zünnun
Kandahar’da; Bediüzzaman Mirza Belh’te; Bayındırlı Ebulfeth Bey Kirman’da
otoritelerini güçlendirmeye ve bağımsız hareket etmeye başladılar'56.
Akkoyunlu
ülkesinin kısa zaman içinde büyük bir karmaşaya sürüklenmesi ve devlet
otoritesinin neredeyse her yerde ortadan kalkması Kızılbaşlar için önemli bir
firsat yaratmıştı. Şimdi Şeyh Cüneyd ile başlayan ancak büyük darbelerle Şeyh
İsmail’e kadar ulaşan hareketin yeniden canlanma zamanı gelmişti. Kızılbaş
ileri gelenleri Gilan’a giderek Şeyh İsmail’in hurûcu yolunda aralarında
müzakere ettiler: Fırsata doğduğuna ve harekete geçme zamanının geldiğine
karar verdiler. İsmail bu sıralarda henüz 12-13 yaşlarındaydı. Onlar, Karkiya
Mirza’nın yanma varıp Gilan’dan ayrılmak için izin istediler
. Karkiya Mirza, İsmail’in henüz küçük yaşta,
düşmanlarının ise kuvvetli olduğundan ve onlarla mücadelenin zorluğundan
bahsetti, acele etmemesi gerektiğini söyledi138. Ancak İsmail ve
Kızılbaş reisler kararlılıklarını gösterince onların çıkışına ruhsat verip
uğurladı (1497)139.
Böylece,
ergenlik çağındaki Şeyh İsmail, kendisine gönülden bağlı Kızılbaş reisleriyle
birlikte Şah olmak amacıyla yola çıktı . Başka bir söyleşiyle Kızılbaş reisler, ortamın
gerçek anlamda müsait olmasından istifade ederek şeyhlerini “şah” yapmak
amacıyla harekete geçtiler . Gerçi Şeyh Cüneyd ve
Şeyh Haydar’m da gayesi aynıydı, fakat onlar hiçbir zaman bu düşüncelerini
açığa vurmamışlar sadece bunu başanp başaramayacaklarını denemişlerdi. Onların
başarısızlığının temelinde Azerbaycan, Kafkaslar ve İran’a hâkim olan
devletlerin kuvvetlerinin zirvesinde olması; Erdebil sufilerinin ise yeterli
askerî güce sahip olmamaları en önemli etkendi. Bu yüzden onlar “çıkış’lannın
bedelini hayatlarıyla ödediler, pek çok Kızılbaş da şeyhlerinin yolunda can
verdiler. Ancak bu iki denemenin en önemli sonucu daha deneyimli, sabırlı ve intikam
duygularıyla bilenmiş bir kitle meydana çıkarmasıydı. Şeyh İsmail’in
çocukluğunda yaşadığı 4,5 yıllık zindan hayatı, arkasından Erdebil’de takibi
ve öldürülme ihtimali, sonra 6 yıl süren kaçış ve gizlenme, onun erken
yaşlarda olgunlaşmasını sağlamışta. Elbette bütün bunlar onun kalbinde
Akkoyunlu hanedanına karşı kuvvetli bir nefret ve intikam duygusu uyandırmışta.
Şeyh İsmail, Kızılbaş
reislerle birlikte Gilan’dan (Lahican’dan) ayrıldığında yanında sadece yedi
kişi bulunuyordu . Tanm’a geldiklerinde İsmail’in hurûcunu haber
alan Türkmenlerden 1500 kişi onlara katıldı .0 kışı Astara
vilayetindeki Ercivan’da geçirdikten sonra ecdadının mezarlarını ziyaret etme
bahanesiyle Erdebil’e
yöneldiler. Erdebil’de babasının evinde alta ay kadar kalan İsmail, çeşitli
sebeplerden dolayı şehirden ayrılamamış olan müridleriyle ilgilendi
.
Bölgenin hâkimi olan Cakirlü Ali Bey, İsmail’in varlığından rahatsızlık duyup
Tahşlı Mirza Muhammed’in de askerî desteği ile onun Erdebil’den çıkmasını
istedi. İsmail, Şamlu Abdi Bey, Lala Hüseyin Bey, Talışlı Hulefa Bey ve diğer
reisler bir araya gelip durumu müzakere ettiler. Direnecek güce sahip olmadıklarını
düşünerek en doğru yolun Erdebil’den ayrılmak olduğuna karar verdiler
.
Ne tarafa gidileceği tartışıldı; İsmail Gürcüstan üzerine sefer yapmayı önerdi.
Kızılbaş reisleri bunu kabul etmiş gibi göründüler; ancak öncelikle asker
toplamanın uygun olacağını söylediler. Bunun üzerine Irak ve Azerbaycan’a
adamlar göndererek Şeyh’in hurûcunu haber verdiler ve müritleri onun etrafında
toplanmaya çağırdılar .
İsmail ve Kızılbaşlar
Erdebil’den aynlıp Memi köyüne gitti. Bu esnada hem Akkoyunlu Sultanı Elvend
hem de Şirvanşah Ferruh Yesar, Talışlı Mirza Muhammed’e çeşitli vaatler sunarak
İsmail’i ortadan kaldırmasını teklif ettiler. Durumdan haberdar olan
Kızılbaşlar tedbirler alarak onu beklemeye başladılar. Mirza Muhammed
adamlarıyla birlikte Memi köyüne gelip, beklenenin aksine İsmail’e bağlılığını
bildirdi. Böylece Safeviyye tarikatına bağlı Talışlann katılımı temin edilmiş
oldu .
Kış Ercivan havalisinde
geçirildikten ve etrafta
bazı ziyaretlerde bulunulduktan sonra Karabağ tarafına yöneldiler. Gökçedeniz
yakınlarında Cihanşah’m torunlarından olduğu iddiasıyla Karakoyunlu devletini
yeniden canlandırmak için “çıkış” yapmış olan Sultan Hüseyin-i Baranî üe
karşılaşıldı. O da ülkede meydana gelen karmaşadan istifade etmek için
harekete geçmişti. Sultan Hüseyin’e elçiler gönderilerek İsmail’in saflarına
katılması istendi. Fakat onun bir hile içinde olduğu anlaşılınca, Kı-
zılbaşlar, askerî gücünü öğrenmek amacıyla yanma gittiler. Kendilerinden daha
kuvvetli olduğunu fark edince İsmail’i geceleyin gizlice kaçırdılar
.
Kızılbaşlar yeni
katılanlarla birlikte Çukursa’d’a, oradan da Dokuz Ulam’a geldiler. Burada iken
Bayburtlu aşiretinden Karaca İlyas kendisine bağlı Rumlu sufilerle İsmail’e
bağlılığını bildirmek üzere geldi (1498/99) . Bu büyük katlımın
etkisi etrafta hemen yankılandı, Kızılbaşlar kafile kafile İsmail’in hizmetine
girmeye başladılar .
Çukursa’d’da iken
bölgedeki Menteş kalesi ahalisinin Karaca İlyas ile gelen Kızılbaşlara
saldırdığı haberi gelince Menteş kalesinin üzerine yürüdüler. Kaleyi ele
geçirip içindekileri öldürdüler. Böylece daha toparlanma aşamasında iken
etrafa, amaçlarının Safevî hanedanın intikamım almak olduğu, kendilerine karşı
koyacakların akıbetinin böyle olacağı mesajını verdiler
.
Bundan sonra Kağızman üzerinden Tercan’a, oradan da Sankaya’ya geldiler
.
Burada iki ay kaldıktan sonra Erzincan’a geldiler. Oradan Bingöl
yaylalarındaki Ustaclu Türkmenlerinin içine gittiler.
Ustaclu’nun
aksakalhlan ve oymakbaşlan İsmail’e refakat ettiler. Fethoğlu Hamza Bey müjdeci
olarak gidip ahaliyi İsmail’in hizmetine çağırdı. Türkmenler onu ayaklarım
yere vurarak ve türküler söyleyerek karşılayıp aşiretlerinin içine götürdüler
.
Çavuşlu aşiretinden Baba Süleyman'ın babası Oğlan Ümmet’in evine misafir
oldular. Ustadular bir defada yaklaşık bin aile olarak İsmail’e bağlılıklarını
bildirdiler. Bu haber etrafa yayılır yayılmaz bir anda Kızılbaşlar kalabalık
gruplar halinde toplanmaya başladılar. Us- taclulardan başka, Şamlu, Avşar,
Tekelü, Varsak, Dulkadir , Kaçar ve Karacadağ
sufilerinden 7000 kişi toplandı . Böylece bir yıl önce
yedi kişi ile çıkılan yolda en az yedi bin kişilik güçlü orduya ulaşıldı.
Görüldüğü üzere, Şah İsmail’in Erzincan’a gelmesi daha çok güvenlik
gerekçelerine dayanıyordu . Çünkü Erdebil’i merkez
edinme çabalan boşa çıkmıştı; Karabağ-Nahcivan bölgesinde ise hem Hüseyin
Baranî gibi yeni hurûc etmiş kişi veya gruplar dolaşıyor, hem de bölgenin
yerleşik ahâlisi tarafından desteklenmiyorlardı; Kuzey ve Güney Azerbaycan’da
ise Şirvanşahlar ve Akkoyurdulann otoritesi devam ediyordu. Bu sebeple onlar
önce- lilde askerî açıdan güçlenmek için ister istemez Erzincan’a başka bir
ifade ile Doğu Anadolu yaylalarına gelmek durumundaydılar. Kaldı ki bu
hesaplarında da yanılmamışlar, bekledikleri desteği kısa zaman içinde
sağlamışlardır.
Etraftaki Kızılbaşlann
toplanması beklenirken, II. Bayezid’e elçiler göndererek, Anadolu’daki
müridlerinin Erdebil Ocağı’nı ziyaret etmesine izin verilmesini istedi
.
Bu suretle hurûc harekâtına giriştiğinden ve niyetinin devlet kurmak olduğundan
Osmanlı Sultanı’nı da haberdar etmiş oldu.
İsmail’in Akkoyunlulara
karşı mücadelesinin başladığında Osmanlı tahtında II. Bayezid hüküm sürüyordu.
Bu sıralarda OsmanlI Devletinin doğudaki en uç sının Trabzon’dan başlıyordu.
Trabzon’un güney batısındaki Şebinkarahisar Otlukbeli savaşından sonra
Osmanhlara geçmişti. Şeyh İsmail’in Kızılbaşlan toplamak için geldiği Erzincan
Şebinkarahisar'ın doğusunda yer almakta ve gerçekte Akkoyunlu
hakimiyetindeydi; ama ortaya çıkmış olan otorite boşluğu yüzünden bölgede onun
hareketlerini engelleyecek kimse yoktu. Erzincan’a kara yoluyla bağlanan Sivas
Osmanlıların elindeydi. Dolayısıyla Akkoyunlu sının bu iki şehri
birbirinden ayırmaktaydı. Buradan Güneybab’ya doğru Kayseri ve Niğde de
Osmanlı sınır şehirleriydi ve Dulkadir Beyliği ile ortak sının paylaşıyorlardı.
Çukurova’ya doğru inilirken Toroslar üzerinde batıya doğru yay çizen sınır
Tarsus’u Ramazanoğullan idaresine bırakarak Akdeniz’e ulaşıyordu .
Buna göre,
XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı coğrafyasının en kalabalık konar-göçer
gruplarından Dulkadir, Bozuluş, Yeni İl, Varsak, Şam, Halep Türkmenleri ile
Çukurova ve Bozok bölgelerindeki Türkmenler henüz Osmanlı hâkimiyetine
alınmamışlardı. Orta Anadolu’daki Atçekenler ile Eskişehir’den Tokat’a kadar
uzanan sahada bulunan Uluyörük, Osmanlı Anadolu’sunun en kalabalık Türkmen
teşekkülüydüler. Batı Anadolu hemen her sancağa dağılmış durumdaki Yürükler
daha çok dar alanda yaylak kışlak hayatı sürdürdüklerinden yerleşik hayata
mütemayil duruyorlardı.
Şu halde,
İsmail ile yeni bir devlet kurma yoluna giren Kızılbaş Türkmenlerden
Dulkadirliler adından da açıkça belli olduğu gibi Dulkadir Beyliği
topraklarından yani Maraş ve çevresinden gitmişlerdi. Avşarlar, Akkoyunlu
konfedere aşiretleri içinde önemli bir konuma sahiptiler ve bunların bir kısmı
daha Cüneyd döneminden itibaren Safevîlerin sadık takipçileri olmuşlardı. Keza
Şamlular da Osmanlı hâkimiyetinin henüz uzanmadığı Halep bölgesi
Türkmenleriydiler. Oldukça kalabalık bir nüfus gü- cime sahip olan Ustadular da
Şamlulann yani Halep Türkmenlerinin koluydular. XVI. yüzyıla ait vergi
kayıtlarından anlaşıldığına göre Halep bölgesinden Şah İsmail’in hizmetine
giden ve Safevî Devleti’nde oldukça etkin roller oynayan Şamlular, Halep
Türkmenlerinin tamamım temsil etmiyordu. Onlann gidişinden sonra sayıca oldukça
kalabalık bir konar-göçer grup geride kalmış ve bunlar daha sonra Yeni İl diye
anılan Sivas bölgesi Türkmenlerinin de çekirdeğini oluşturmuştu. Bunlar gibi
Osmanlı hâkimiyetinden uzakta olan Varsak Türkmenleri
de -geride kalanlara ve Safevî Devleti’ndeki
etkinliklerine oranla- sayıca oldukça az olmak üzere Şah İsmail’in hizmetine
girmişlerdi. Bunlar galip ihtimal Şeyh Cüneyd’in Anadolu seyahati sırasında Safeviyye
tarikatına bağlanmışlardı.
Rumlulara ve
Tekelülere gelince; bunlann Anadolu’dan yani Osmanlı hâkimiyet sahalarından
gittikleri kesin olarak bellidir. Teke ili Şeyh Haydar zamanında Safeviyye
halifelerinin etki saha- sındaydı. Şeyh Haydar’ın gönderdiği Haşan Halife
bölgede irşad ile meşguldü. Şah İsmail’in hurûc ettiği ve müridlerini kendisine
katılmaya davet ettiği haberi ulaşınca, çağnya hemen uydular.
Rumlu olarak
tanımlanan Türkmenlerin Timur zamanında Anadolu’dan İran’a götürüldükleri
yolundaki rivayetin hiçbir doğrulanabilir tarafi olmadığı belirtilmişti. Ancak
Şah İsmail’in hurûcundan çok önce Erdebil’de Rumlular diye bir mahallenin
varlığına bakılarak en geç Şeyh Haydar veya Şeyh Cüneyd zamanında Safeviyye
tarikatına bağlandıkları ve peyderpey Erdebil’e yerleştikleri savunulabilir.
Bunlann Anadolu’nun hangi kesimlerinden gittikleri tam olarak belli değildir.
II. Bayezid dönemi Ahkâm defterinde İran’a giden Türkmenlerin nerelerden
hareketlendiklerine dair herhangi bir ipucu yoktur. Aşıkpaşazâde de,
Safevîlere destek verdikleri için Rumeli’ne sürgün edildiklerini naklettiği su-
filerin hangi sancaklardan olduklarına dair bilgi vermek yerine genel olarak
menûeket-i Rum diye anmıştn4®2. Bununla birlikte Sivas,
Tokat, Amasya gibi sınıra yakın bölgelerden toplandıklarını savunabiliriz
. Ayrıca, Bayburtlu aşiretinden Karaca İlyas’ın
Rumlülann reisi olduğu yolundaki kayıda nazaran bunların Karaman bölgesindeki
konar-göçer gruplardan olabileceği kuvvetli ihtimaldir. Çünkü Anadolu’da
Karaman bölgesi Turgut, Bayburt ve Eski il diye ayrılıyordu
.
Kaçar,
Karacadağhı, Karamanlu, Çepni, Alpavut vd aşiretlerin ise Azerbaycan
bölgesinde konar-goçerlik eden aşiretler olduğunu ilave etmek gerekir. Bundan
dolayı vaktiyle Faruk Sümer tarafından ileri sürülen Safevî Devleti’ni kuran
ve onu ayakta tutan unsurun Anadolu Türklerinden meydana geldiği, Akkoyunlu ulusundan
olmadığı gibi Karakoyunlularla da hiçbir münasebetlerinin bulunmadığı, bunların
hepsinin Orta ve Güney Anadolu’ya mensup “yeni” bir Türk topluluğu olduktan
yolundaki görüşlerin kabul
edilebilir bir yanı bulunmamaktadır . Yukanda açıkça
belirtildiği üzere Safevî Devleti’ni kuran Türkmenlerin ezici çoğunluğu Akkoyunlu
ve Karakoyunlu sahasında Safevî tarikatına bağlananlardır.
Öte yandan,
hemen belirtmek gerekir ki bölgedeki konar- göçer aşiretler Horasan’dan
Anadolu’nun en uç kesimlerine kadar yayılmış olmalarından dolayı anılan
coğrafyada aynı aşiretin birden fazla koluna tesadüf etmek mümkün olup, bunların
hepsinin Kızılbaş kabul edilmesi imkân dâhilinde değildir. Örneğin Akkoyunlu
Türkmenlerinin bir bölümü Kızılbaş olup Safevî Devleti’nin kuruluşuna ve
gelişmesine iştirak ederken, Osmanlı hâkimiyetine giren kollan ise Sünnî
kalmışlardır . Keza Musulhı aşiretinin bir bölümü Emir Han’ın
reisliğinde Şah İsmail’in hizmetine girerken, diğer bir bölümü Kızılbaşlardan
kaçıp Firuzkuh bölgesine gitmişler, ancak bölgenin Safevîlerin eline geçmesi
üzerine katliama uğramışlardı. Hatta Emir Han’ın kardeşi Kayıtmış Bey,
Diyarbekir’de kalarak Kızılbaşlara katılmamış, şehrin teslimi hususunda da
direniş göstermişti. Aynı şekilde Dulkadirli Türkmenlerinin bir bölümü Şah
İsmail’in hizmetine girmiş, 1507 yılında Şah İsmail Dulkadir topraklarına
girince ana vatanlarına ve kan akrabalarına karşı savaşmışlardır.
Benzer bir durum Osmanlı
hâkimiyetindeki bölgelerde konar- göçerlik eden Türkmenler için de varittir.
Evvel emirde konar- göçer zümrelerin bütünüyle Sünnîlik dışı inanışlara
mütemayil olduğu kanaati kabul edilebilir bir husus değildir. Gerek arşiv kaynaklarında
gerekse, sözlü edebiyatta bunu doğrulayacak delillerle sahip değiliz. Buna
mukabü Anadolu’nun her yerinde Selçukluların ilk devirlerinden itibaren Sünnî
akideye uygun medreseler açıldığını, buralarda tahsil gören talebelerin ülkenin
her tarafına dağıldığını biliyoruz. Keza Anadolu’da sadece Sünnîlik dışı tarikatlar
veya tasavvuf zümreleri değil, Nakşibendiye başta olmak üzere kaynağını Sünnî
akideden alan pek çok tarikat faaliyet göstermiştir. Osmanlıların
kuruluş ve gelişme dönemlerinde de aynı hususun varlığından söz edüebüir . Bundan
dolayı Safeviyye tarikatının etki sahalarını diğer tarikatları da göz önüne
alarak tespit etmek doğru bir hareket tarzı olacaktır.
İkinci olarak, Şah
İsmail’in hizmetine giden Türkmenlerin Osmanlı yönetiminden rahatsız
oldukları, devlet idaresinin merkezîleşmesiyle birlikte geri plana atıldıkları
ve yerleşik hayata geçmeye zorlandıkları; buna bütün güçleriyle direndikleri
için baskı ve zulme uğradıkları, bu yüzden mehdid propagandadan kolayca
etkilendikleri, kendilerine makam, mansıp vaat eden Şah İsmail’i tercih
ettikleri yolundaki yaygın görüşün de cidden gözden geçirilmesi gerekmektedir
. Yukarıda da belirtildiği üzere Safevî
Devleti’nin kuruluşuna iştirak eden ve bu devletin askerî gücünün tamamım
oluşturan Türkmenler daha çok Azerbaycan, İran (Akkoyunlu sahası) ve Suriye
bölgesinden toplananlardan teşekkül etmekteydi ve buna karşın Osmanlı
coğrafyasından gidenler genel nüfiısa göre ciddî bir yekûn tutmamaktaydı. Buna
bağlı olarak, Osmanlı merkezîleşmesine direnen Türkmenlerin varlığı da göreceli
bir yaklaşımın sonucudur. Çünkü konar-göçer Türkmenlerin (ya da Yürüklerin)
devletin merkezileşmesi sonucu uğrayacakları bir kayıp söz konusu değildi.
Konar-göçerler bir boy beyi veya kethüdanın reisliğinde yaylak-kışlak hayatı
yaşıyorlar ürettikleri mallan en yakın şehirlerde pazarlıyorlardı. Onların dış
saldırılara karşı korunaksız durumda olmaları, ekonomik güçlerinin kısa zaman
içinde değerlenmesi veya kayba uğraması gibi
değişken
İktisadî yapıya sahip bulunmaları yüzünden temel ihtiyaçları güvenlikti ve
buna da ancak güçlü bir otorite sayesinde kavuşabilirlerdi. Mesela, Akkoyunlu
Devleti’nin yıkılmasından sonra bu devletin hâkim olduğu topraklarda bir müddet
otorite boşluğu meydana çıkınca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da konar- göçerlik
yapan Türkmenler, yaylak kışlak güzergâhları boyunca topraklarından geçtikleri
her kazanın idarecisine vergi ödemek zorunda kalmışlar ve adeta onlann insafına
terk edilmişlerken;190 bölgenin Osmanlı idaresine girmesinden sonra
hukukî haklanm koruyabilecek duruma gelmişlerdi’
'.
Osmanlı
Devleti’nin ilk kuruluş yıllanndan itibaren özerk veya yan özerk yönetilen bir
Türkmen teşekkülü bulunmuyordu. Türkmenler veya Yörükler topraklarında konar-göçerlik
ettikleri kazanın veya sancağın reayası sayılırlardı. Konfedere bir yapıya
sahiplerse boy beyi, değilse kethüda veya oymakbaşı tarafından idare
edilirlerdi ve bu idarecilerin tayini merkezi yönetimin onayından geçerdi
.
Üstelik hukukî problemlerini kendi töre veya iç yasalan ile değil merkezî
hükümetin ikame eylediği kanunlar ve tayin ettiği kadılar vasıtasıyla
çözüyorlardı. Her Türkmen teşekkülünün kendine mahsus kanunnâmesi bulunuyordu.
Eğer İktisadî faaliyetlerini tehdit eden bir durum ortaya çıkarsa haksızlığı
kendi inisiyatifleri ile çözmek yerine merkezî otoriteden yardım talep
ediyorlar ve ellerindeki kanunnâmeye aykırı davranıl- dığını bildiriyorlardı.
Dahası onların vergi düzeni hakkında ciddî şikâyetleri de vâki değildir
.
Osmanlılann
hâkimiyetine giren beylikler için de durum aynıydı. Dahası Osmanlılar, yönetim anlayışları gereği ele geçirdikleri bölgelerde
reayanın lehine iyileştirmeler yaptıkları için Osmanlı yönetimi pek çok yönüyle
cazip bile sayılabilirdi. Bu cümleden olarak Osmanlı Devleti’ne siyasal
muhalefeti ile meşhur olan Karaman topraklarından çok az bir Varsak grubundan
başka siyasî veya ekonomik saiklerle Şah İsmail’in hizmetine giren Türkmen-
lerin (=veya Türklerin) varlığına şahit olamıyoruz . Kaldı ki
Şeyh Cüneyd’in Konya’dan ve daha sonra Toroslarda Varsaklann içinden
çıkarılmasının Karamanoğullan tarafından yapıldığı yukarıda dile getirilmişti.
Tarihçi Celalzâde
Mustafa, I. Selim döneminde kaleme aldığı eserinde Türkmenlerin Osmanlı
topraklarından ayrılmalarıyla ilgili olarak başka bir meseleyi naklediyor:
Eskiden dirliklerin yararlı kişilere verildiğini, tımara liyakatin kılıca
liyakat anlamına geldiğini, oysa son zamanlarda (II. Bayezid’in son dönemleri)
bu hususa riayet gösterilmeyip rüşvet ve iltimasla dirlikler dağıtıldığını
anlattıktan sonra, yiğit, işe yarar ve hak sahiplerinin ise adlarının bile
anılmaz olduğundan bahisle bunların küstürüldüğünü; bu sıralarda İran’da
Kızılbaşlann hâkimiyeti ele geçirip dirliklerin hak ve adaletle dağıtıldığı ve
işe yarar kişilere verildiği yolunda haberler geldiğini; Anadolu halkının
çoğunun da o tarafa meylettiğini ve oralara mektuplar göndererek bozgunculuk
yaptıklarını bildiriyor. Celalzâde’ye bakılırsa halkın İran’a yönelmesinin
temel nedeni kötü idareydi. Eğer yönetim düzelirse -yani I. Selim tahta
geçerse- bu problemler de ortadan kalkacaktı .
Celalzâde’nin
naklettiklerinden çıkan sonuca göre İran’a yönelenler askerî sınıftan
kimselerdir ve öncelikli kaygılan geçimlerini temin edebilecekleri ve itibar
görebilecekleri başka bir coğrafyaya gitmek, daha doğrusu kaderlerini başka
topraklarda yeniden sınamaktır. O, herhangi bir dinî etkiden bahsetmemekte
konuyu bütünüyle politik ve ekonomik sebeplere dayandırmaktadır. Ona göre kötü
idare ortadan kalkar ve istikrarlı bir yönetim temin edilirse -ki bunu I.Selim
yapabilir- problemler ortadan kalkacak, göç meselesi de hallolacaktır. Güya I.
Selim de Anadolu halkına haberler göndererek îran’a meyletmemelerini tembih
edip kendisinin saltanatını beklemelerini istemiştir.
Oysa Şeyh
İsmail’in hurûc ettiği yolundaki haberlerin yayılması sırasında onun etrafında
toplanan Türkmenlerin birinci düşüncesi makam ve mansıp elde etmekten çok
şeyhlerinin yani İsmail’in başarmasını sağlamak, en azından bu yolda Ölmekti.
Tamamen dinî fanatizmle yola çıkılıyor ve onunla beraber savaşmaktan başka bir
şey düşünülmüyordu. Venedikli bir tüccarın anlattığına göre Kızılbaşlar
şahlarının yanında savaşmaktan ve ölmekten büyük haz duyuyorlardı. Öylesine
büyük bir sevgi ile bağlanmışlardı ki, birinin başına bir bela gelse Allah
yerine Şah’a dua ediyor, savaşta zırhsız ve belden yukarısı çıplak olarak
savaşıyor ve “Şah! Şahl” diye bağırıyor, canlarını onun yolunda vermeyi
kendileri için şans addediyorlardı. Hattâ bazıları onu Tann gibi görüyor ve asla
ölmeyeceğini düşünüyordu . Bu durum Şah’ın
varlığında yücelen bir bağlılıktı ve Şah’ın emrinin dışına asla çıkılmıyordu.
Savaşlarda galip gelinmesi veya bir şehrin ele geçiril- meşinden sonra elde
edilen ganimetlerin Türkmenlerin nazarında gerçekte hiç bir değeri yoktu
,
Anadolu’dan giden Türkmenlerin de bunlardan farklı olduğunu savunamayız. Çünkü
“Mürşid-i Kâmil” olarak gördükleri şeyhlerinin hurûc hareketine katılmaları
çağrısı yapılmıştı ve onun sözünü ihmal etmenin hayırlı olmayacağı kanaatine
sahiptiler.
Osmanlı merkezî
yönetiminin İran’a göç edenler konusunda teyakkuz halinde olduğu görülmektedir.
II. Bayezid’in sancaklara gönderdiği fermanlarda meselenin özüne dair herhangi
bir der ğerlendirme yapılmayıp sadece İran’a giden Erdebil sufilerinin
yakalandıkları yerlerde idam edilmeleri ve mallarının müsaderesi emredilmiştir
.
Ayrıca, Anadolu’daki bir kısım Kızılbaşlar, Rumeli’ye ve adalara sürgün edildi
.
II. Bayezid’in İran’daki Kızılbaş hareketini Şeyh Haydar’dan itibaren takip
etmeye başladığı, Akkoyunlu Sultanlarının Safevîlere karşı elde ettiği
başarılardan dolayı memnunluk duyduğu tespit olunmaktadır2'10.
II.
Bayezid’in böylesine katı bir tutum sergilemesinin nedeni halk arasındaki
İran’a göç etme eğilimlerim sert bir şekilde bastırmak olduğu açıkça bellidir.
Bununla birlikte fermanların sık sık yenilendiğine bakılırsa bu hususta da tam
bir başarı elde edilemediği, bazı idarecilerin sufileri yakaladıktan sonra ya
rüşvet alarak ya da mallarına el koyarak onları serbest bıraktığı anlaşılmakta-
dır2"1. II. Bayezid emrinin yerine getirilip
getirilmediğini denetleyebilmek için her ay idam edilenlere veya yakalananlara
dair kayıtların gönderilmesini bile talep etmiştir.
Anadolu’daki
Kızılbaşlann İran’a yönelmelerinin kısmen de olsa önüne geçilmesi İsmail’in
faaliyetleri için ciddî bir engel sayılmazdı. Onlar Erzincan’da yeni
katılanlarla birlikte harekete geçecek kadar askere sahip olmuşlardı. Öte
yandan bu göçlerin tek yönlü olmadığı ve bazı Türkmen topluluklannın Osmanlı
toprak- lanna sığındığı da vakidir .
Erzincan’da
İsmail’e katılanlarla birlikte kendi dönemine nazaran orta büyüklükte bir
orduya sahip olunduğu kanaati hasıl olunca ilk önce ne tarafa sefere çıkılacağı
müzakere edildi . Buna göre iki “düşman” bulunuyordu. Birincisi
Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’m öldürülmesine iştirak eden Şirvanşahlar, İkincisi
akrabaları olmasına rağmen Şeyh Haydar ve Sultan Ali’yi öldüren, İsmail’i de 6
yıl boyunca ölüm korkusu içinde yaşatan Akkoyunlular. Bir kısmı Diyarbeldr’e
Akkoyunlular üzerine yürümeyi, bir kısmı da Gürcüstan’ı fethetmeyi önerdi.
İçlerinden bazı beyler ise müridlerin çoğalması için bir müddet daha beklemenin
uygun olacağını savundu .
İsmail
müzakerelerin sonunda o gece istiareye yatacağını ve On İki İmam’dan alacağı
ilham ile ertesi sabah sefer yerini söyleyeceğini bildirdi
.
Gerçekte burada seçilen yolun Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’ın stratejilerinden
bir farkı yoktu: Çünkü Şir- vanşahlar Akkoyunlulara nazaran daha zayıf bir
orduya sahiptiler. Bunlara karşı elde edilebilecek olan bir zafer
Akkoyunlulara karşı yapılacak savaşların neticesi hakkında fikir verebilirdi.
Diğer taraftan Şirvan ülkesinin fethi başarılı olursa Azerbaycan’ın zaptına
kuzeyden başlanmış olacak, hem de henüz silahsız olan bir kısım Kızılbaşlar
için silah temin edilmiş olacaktı.
1500 yılında
Şirvan üzerine yola çıkılırken Hulefa Bey küçük bir kuvvetle Gürcüstan üzerine
akına gönderildi. Hulefa Bey’in akından getirdiği ganimetler Kızılbaşlar
arasında paylaştırıldı . Aykutoğlu îlyas Bey de
Menteş kalesini ele geçirdi . Her iki başarı da
Kızılbaşlann moralini yükseltti.
Karamanlu
Bayram Bey, kalabalık bir Dulkadirli ordusuyla birlikte öncü olarak yola çıktı.
Koyun Ölümü mevkiinde Kür ırmağının kenarında geçit bulunamamış olması ordunun
ilerleyişini engellemişti. İsmail onlara kavuşunca atım ırmağa sürerek karşıya
geçti . Kızılbaşlar bu olayı şeyhlerinin bir kerameti
olarak yorumladılar ve coşkuyla peşine düştüler.
.... Öte
yandan, Kızdbaşlann Şirvanşahlann üzerine yürüdüğü haberi Şirvanşah Ferruh
Yesar’m kulağına gelince savaş hazırlıklarına başlamıştı
.
Şamahı yakınlarındaki Cebani mevkiinde iki ordu karşılaştı. Safevî
kaynaklarının bildirdiğine göre Kızılbaşlar 7000 kişi, Şirvanşahlar ise 20000’i
süvari olmak üzere 26000 kişiydi . Kızılbaş ordusunun
sağında Şamlular, solunda Ustaclu- lar yer alıyordu. Dulkadirliler, Tekelüler
ve Rumlular ise İsmail ile beraber merkezde bulunuyordu
.
Savaşta Ferruh Yesar öldürüldü . Böylece Şeyh Haydar’ın
intikamı alınmış oldu . Kızıl- başlar Şamahı’yı
ele geçirdiler. Ferruh Yesar’m oğlu Şeyh Şah
(Şeyh İbrahim) Nev şehrine gelerek Şirvanşah ordusunu toparlamaya çalıştıysa
da Hulefa Bey üzerine yürüyünce gemiyle Gilan’a kaçtı. Nev’in idaresi Hulefa
Bey’e bırakıldı . Şirvan seferinden dönülürken ele geçirilen pek
çok kıymetli taşlan da içeren bütün ganimetler onlann pis (Sünnî) olduğu
gerekçesiyle İsmail’in emriyle suya atıldı .
Bu zaferin ilginç
yönlerinden bir diğeri ise yıllarca Akkoyunlu sarayında vezirlik görevinde
bulunan ve son olarak Elvend Padişah’m veziriazamı olan Emir Zekeriya-i
Tebrizî-Kececi’nin İsmail’in hizmetine girmesiydi. İsmail onu hemen vezaret makamına
getirdi ve ona “Azerbaycan’ın Kilidi” unvanını verdi
.
Çünkü bu yaşlı ve tecrübeli vezirin katılımı Akkoyunlu sarayı için de bir çözülme
işareti sayılabilirdi.
O yıl Mahmudabad’da
kışlanırken Bakü ahalisinin vergi vermekten
kaçındığı haberi geldi. İsmail, Ustaclu Muhammed Han ile Aykutoğlu îlyas Bey’i
Bakii kalesinin zaptına görevlendirdi. Ancak onlann çabalan oldukça sağlam
yapılı olan Bakü kalesini ele geçirmeye yetmeyince İsmail, Bakii’ye geldi. Bakü
kalesinde- kiler teslim olmakta direnince kale zorla zapt edilip direnişçilerin
bir kısmı kılıçtan geçirildi. Geriye kalanlar aman bedeli ödeyerek canlarını
kurtarabildiler .
Bakü’nün
alınması Şeyh Cüneyd’in intikamının alınması anlamına geliyordu. Bu vesile ile
Şeyh Cüneyd’e karşı savaşmış olanlann tespitine girişildi. Bunların mezarları
tek tek tespit edilip tahrip edildi. Şeyh Cüneyd’i öldüren Şirvanşah Halil’in
mezarı sökülüp, kemikleri yakıldı, toprağı rüzgâra savruldu. Şirvanşah Halil’in
künbedinin içinde çok miktarda altın bulundu . Daha sonra Şirvanşah
askerlerinin bir bölümünün sığındığı Gülistan kalesinin zaptına yöneldiler.
Gülistan
kalesi sarp ve zaptı zor bir kale durumunda olduğundan Kızılbaşlar burayı ele
geçirmekte zorlanıyordu. İsmail karar değiştirip Gülistan’m zaptı için
uğraşmaktansa Azerbaycan’ı ele geçirmenin daha uygun olacağını söyleyip orduyu
Azerbaycan üzerine döndürdü. Bu karar değişikliğinin sebebi olarak kaynaklar
İsmail’in bir gece rüyasında On İki İmam’dan birini gördüğünü ve onun Gülistan
kalesi ile uğraşmaktansa Azerbaycan'a yönelmesini telkin ettiğini söylüyorlar22’.
Ancak, gerçekte Emir Zekeriya’mn İsmail’in hizmetine girmesi ve onu Azerbaycan
üzerine yürümeye teşvik etmesinin etkisi büyüktür
. Şüphesiz, bu karar değişikliğinde Elvend
Bey’in bu sıralarda Muhammed Karçıgay’ı kalabalık bir ordu ile Gence tarafına
göndermesinin de payı vardı .
Yiğitliğinden
ve cesaretinden dolayı kendisine “Tozkoparan” denilen Kaçar Piri Bey öncü
olarak Nahcivan üzerine gönderildi . Onun gelişinden
haberdar olan Şekeroğlu Haşan Aga, Elvend Sultan’a haber vererek Kızılbaşların
Azerbaycan üzerine yürüdüğünü bildirdi. Akkoyunlu Sultam Elvend bunun üzerine
Musullu Osman Bey’i, Kara Piri’yi karşılamaya gönderdi. Kara Piri, Osman Bey’in
kuvvetlerini dağıttı, onu yakalayıp Şah İsmail’in huzuruna gönderdi, orada
öldürüldü . Elvend bunu duyunca Çukursa’d tarafına yöneldi
ve Şurur’da hazırlıklara başladı .
İsmail yedi
bin kişilik ordusuyla Şurur’a gelip Elvend’in otuz bin kişilik ordusunun
karşısında saf tuttu . Şirvan seferinde yer alan Kızılbaş reisleri
yine aynı düzen içinde ordunun sağında ve solunda yer aldılar. Denk olmayan
kuvvetlerin savaşında Kızıl- başlar büyük bir başarı elde edip
Elvend’in ordusunu ağır bir mağlubiyete uğrattılar. Kaçmaya çalışan
Türkmenler, ordunun arka tarafında yer alan develer ile Kızılbaşlar arasında
sıkıştı. Bundan dolayı kayıp miktan neredeyse yedi bini buldu
.
İleri gelen Bayındır emirlerinden Karçıgay Muhammed, Latif Bey, Şeydi Gazi Bey
de öldürülenler arasındaydı . Elvend savaş meydanını
terk edip Erzincan üzerinden Diyarbekir’e gitti. Akkoyunlu hâzineleri
Kızılbaşlann eline geçti . Böylece Kızılbaşlar
ikinci defa olarak az bir kuvvetle kendilerinden sayıca üstün kuvvetlere karşı
büyük bir zafer elde etmiş oldular. Bu zafer onlara Akkoyunlu tahtının
merkezi olan Tebriz’in yolu açtı.
İsmail ve
Kızılbaşlar birkaç gün bölgede kaldıktan ve Elvend’in Diyarbekir’e gittiği hususunda
emin olduktan sonra Tebriz’e yöneldiler. Yaklaşık 12000 Kızılbaş görkemli bir
şekilde şehre girdi . Tebriz’in ileri gelenleri İsmail’i karşılayıp
ona bağlıhklannı bildirdiler .
Tebriz’de de
büyük bir katliama girişildi. Akkoyunlu hanedanına mensup kişilerin ve Şeyh
Haydar ile savaşanların mezarları sökülüp kemikleri yakıldı. Elvend’in hassa
askerlerinden sekiz yüzden fazlası kılıçtan geçirildi. Hattâ Şeyh Haydar’m
başının Tebriz sokaklarında dolaştırılması ve köpeklere atılmasının intikamını
alırken bütün sokak köpekleri öldürüldü .
İsmail Heşt
Beheşt sarayında tahta oturdu ve şahlığını ilan etti (1501 yılının ortalan).
Adına üzerinde On İki İmam’m adı ve “La ilahe İllâ Allah Ali Veliyullah” yazılı
sikke kesildi . Böylece Hurufiler, Serbedarlar, Muşaşa’alar
gibi siyasal iktidarı ele geçirmeye çalışan tasavvuf! hareketlere nazaran
Safevîler başanya ulaşmış oldular.
Şah İsmail’in
asıl meselesi ise Şiîliğin üanı idi . Konuyu etrafıyla müzakere etti. Emirler üç yüz
bin kişiye yakın Tebriz ahalisinin neredeyse dörtte üçünün Sünnî olduğunu ve
aralannda "Biz Şü Padişah istemiyoruz.” diye konuştuklannı,
Şiîliğin ilan edilmesine karşı çıkabilecekleri ve bunun büyük bir tehlike olabileceğini
söylediler. Şah İsmail, “Kimseden korkmuyorum. Allah ve On İki İmam
benimledir. Eğer bir söz söylenirse kılıcımı çeker ve kimseyi sağ bırakmam.”337
dedi. Ertesi gün Tebriz Cuma Camii’nde Kızılbaşlar ahalinin arasına tepeden
tırnağa silahlı olarak karıştılar. Neredeyse iki Tebriz'imin arasında bir
Kızılbaş bulunuyordu. Şah İsmail de elinde kılıcıyla minberin yanında duruyordu.
Mevlana Ahmed-i Erdebilî minbere çıkıp On İki İmam adına hutbe okudu.
Kaynaklara göre camidekilerin yansı bundan memnuniyet duydular. Geri kalanlar
rahatsız olup kıpırdanmaya başlayınca Kızılbaşlar hemen kıhçlannı çekip onları
susturdular . Ezan’a “Eşhedii enne Aliyye veliyullah”
ve “Hayyi alâ hayrili-ameV "Muhammed ve Ali hayrüİ-beşer”
sözleri ilave edildi
.
Hutbeden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Emevîler ve Abbasîlere lanet
okundu. Bundan sonra her yerde ilk üç halifeye lanet okunması
,
okumayanların katledilmesi , Sünnîler gibi namaz
kılanların başlarının kesilmesi, Şah’ın zuhurundan önce Safevîlere ve Şülere
sevgi duyanlara zulmeden Sünnîlerin intikam ateşinde yakılmaları
emredildi . Bundan sonra
Azerbaycan’da pek çok kişi öldürüldü .
Bu katliamın
anlamı açıktı. Şah İsmail, öncelikle ailesine yapılmış olan kötülüklerin
intikamım alıyordu. Şüphe yok ki, o kendisinin eğitimi ile meşgul olan Kızılbaşlardan
dedesi, babası ve Kızılbaşlann mücadelesi hakkında hemen hemen hepsi dramatik
bir sonla biten pek çok hikâye dinlemişti. Şirvanşahlardan sonra
Akkoyunlulardan da Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Sultan Ali’nin -elbette buna
İsmail’in öldürülme korkusuyla geçirdiği İstahr, Erdebil ve Gilan’daki yıllarım
da ilave etmek gerekir- intikamı alınmaktaydı. Bu yüzden seleflerinin acılan,
kendi acı ve sıkıntılanyla birleşip, düşmanlannı can korkusuna düşüren bir
intikam hırsına dönüştürmüştü.
İkinci olarak katliamlann
tesiriyle Sünnîlik bütünüyle sindiriliyor, Şiflerin Sünnflerden kaynaklanan
korkulan ortadan kaldırılıyor ve Şiîlik takiyye ve gizlilik döneminden çıkıp
resmî bir mezhep haline getiriliyordu. Bu yönüyle şiddet gösterisinin temelinde
Kerbelâ olayının ve bunun etrafında oluşan acı, ıstırap ve gözyaşı ile süslenen
hikâyelerin derin bir intikam duygusu yaratması da yatıyordu.
Son olarak sultanlığının
kabulü ve fethedilmesi planlanan bölgeler için de bir tür gözdağı amacını
güdüyordu. Ortaya öylesine dehşetli bir manzara çıkarılmıştı ki, Şah’a direnen
ister Sünnî ister Şiî kökenli her kim olursa olsun akıbet aynı olacaktı. Bu
yönüyle Sultanlığın tesisi konusunda da oldukça katı bir tutum içindeydi ve
hâkimiyetine karşı çıkan herkes aynı akıbeti paylaşacaktı
Bu şiddet gösterisi en
çok Şiîliğin yayılmasında kendisini gösterdi ve başta Tebriz olmak üzere
hâkimiyet altına alınan sahalardaki insanlar Şiîlik ile ölüm arasında bir
tercihe mecbur bırakıldı. Her ne kadar Safevî kaynaklan herkes Şiîliğe girmeye
başladı ve bu mezhep revaç buldu diye kaydediyorsa da ileride görüleceği üzere
Kaznın, Yezd, Tabes, Karşi, Bağdat ve Horasan’da büyük katliamlar yapıldı.
Netice olarak Sünnîlik azalmaya başladı ve kimse Sünnî olduğunu gösteremez oldu
.
Safevî kaynaklan Şah
İsmail’in kan dökücülüğü konusunda ona hiçbir eleştiri getirmezler. Sadece
Hurşah b. Kubad, İsmail’in doğumu bahsinde, Orta Asya kökenli bir inanca atıf
yaparak, onun avucunda kan pıhtısıyla doğduğunu
,
bunun da ileride büyük ve kan dökücü bir hükümdar olacağına delalet ettiğini
yazdıktan sonra, “kan dökücülüğü o hale gelmişti ki, kan içici Behram (Savaş
Tanrısı) bile onun korkusundan Nahid yıldızının (Çoban Yıldızı/Savaş Tanrıçası)
çarşafının altına saklanırdı.” diyerek dolaylı bir eleştiri yapar
.
Öte yandan
Şiîlik hususundaki bu kadar yoğun vurguya rağmen Şah İsmail, yola çıkmasından
bütün İran’da hâkimiyetini tesis edinceye kadar geçen süre zarfında İran'ın
diğer Şiî zümreleri tarafından her yönüyle desteklenmemişti. Bu yüzden aslında
Safeviyye hareketini ve Şah İsmail’in hurûcunu başlı başına Kızılbaş hareketi
olarak ele almak icap etmektedir. Bu yönüyle İran’da Şiîliğin tesisi ve
Şiîleştirme, dolaylı olarak, aşın fikirlere sahip olan Kızılbaşlann da eş
zamanlı Şiîleşmesi anlamına geliyordu. Çünkü görüldüğü kadarıyla Kızılbaşlann
fikrî hayatım besleyen tek merkez Erdebil tekkesiydi ve daha çok “Dedeler”
tarafından temsil edilmekte ve sözlü geleneğe dayanmaktaydı. Şah İsmail’in
etrafındaki Kızılbaşlar bütünüyle askerlik sahasında göründüğünden askerî
uygulamaların dışında Şiîliğin tesisinde teorik bir rol oynayacak durumda da
değillerdi . Bu yüzden Şah İsmail, etrafa haberler
göndererek Şiî ulemayı İran’a çağırdı. Cebel-i Amul
ve
Bahreyn’den gelen Şiî-Arap ulema yerel ulema ile birlikte Şiîliğin temel
dinamiklerini ortaya koymuşlar, pek çok eser telif etmişler ve İran’ın fikrî
anlamda Şiîleşmesinde gerçek rolü oynamışlardır
.
Ahaliyi
Şiîliğe geçirmede uygulanan birinci yöntem ise oldukça basitti. Halk Tebriz’de
büyük bir meydanda toplanıyor, Şiî ulemadan biri halka Şiîliğin esaslarını
anlatıyor, diğeri ise hazır bekler hutbe ve vaazdan sonra ahaliyi yeni mezhebe
döndürürdü .
Şah İsmail’in
Şiîliği resmî mezhep yapması ve devlet gücünü her yönüyle Şiîliğih hizmetine
vermesi, eski İran’da var olan, “Din ve devlet iki kardeştir ve biri diğeri
olmaksızın olmaz, din padişahlığın temelidir, padişah dinin koruyucusudur.
” anlayışının yeniden canlandırılması anlamına geliyordu.
Böylelikle “Zıllıdlahu fii-arz” yani Allah'ın yeryüzündeki gölgesi
anlayışı yeniden tesis ediliyordu. Şah, “Mürşid-i Kâmil'’ sıfatıyla en
yüksek dinî otoriteyi temsil ediyordu. Ama aynı zamanda Şah sıfatıyla da dinin
en önemli koruyucusu durumundaydı . Nitekim Cihangüşa-yı Hakan
adlı eserin içinde yer alan Şah İsmail’in elinde kılıç ile camide On İki İmam
Şiası’nı ilan edişini tasvir eden minyatür, onun koruyuculuk vasfinı bütün
sadeliği ile ifade etmektedir.
Şahlığın
ilanından sonra Şah İsmail, Mir Zekeriya’yı vezarete getirdi
.
Gilan’da iken hocalığını yapmış olan Mevlana Şemsed- din Gilanî ise en yüksek
dinî makam olan “Sadaret” ile görevlendirildi. Emirü’l-ümeralık ise
Lala Hüseyin Bey ve Dede Abdal Bey’e verildi’
.
Rumlu Div Ali’ye “sultan” unvanı verilerek emirliğe yükseltildi. Karamanlu
Bayram Bey ise Şah İsmail’in kız kardeşi ile evlendi
.
Bundan sonra tayinlerde göreve atanacak kişinin Şiîliğe duyduğu samimiyeti esas
ölçü haline geldi, Şiîliğe sadakatinden şüphe duyulan kişiler her zaman
gizlice takip edildi .
Akkoyunlu Sultanlarıyla Son Savaş
Şah İsmail,
Akkoyunlu Sultam Elvend’in, Erzincan dolaylarında ordusunu yeniden toparlamaya
çalıştığı haberinin alınması üzerine Erzincan’a doğru yola çıktı
.
Yolda avlanarak bir süre oyalandı. Fakat bu esnada Elvend’in Tebriz’e yürüdüğü
haberi ge- linçe, ordusunu hemen döndürdü. Elvend Tebriz’e hâkim otamadan
kaçmak zorunda kaldı, ordusu dağıldı. O, Ovcan üzerinden Bağdat’a geldi; ama
burada Pürnekli Barik Bey’in muhalefeti ile karşılaşınca Diyarbekir’e gidip,
şehrin idaresini eline aldı .
Bundan sonra
Diyarbekir’e yerleşen Elvend’in Şah İsmail’e muhalefeti devam ettiyse de karşı
da koymadı. Onun ölümü konusu şüphelidir. Safevî kaynaklan onun 1504/5 yılında
Diyarbekir’de eceli ile öldüğünü kaydetmesine rağmen254, adı
bilinmeyen Venedikli Tüccar, Diyarbekir’de Musullu Emir Han tarafından
yakalanıp Şah İsmail’e teslim edildiğini, kendisinin de onu Malatya’da iken
çadırda zincirlenmiş vaziyette bizzat gördüğünü, Şah İsmail’in Dul- kadir
seferinden döndükten sonra onu öldürdüğünü bildiriyor255.
Şah İsmail’in bütün Azerbaycan’ı ele
geçirmesinden oldukça rahatsız olmuş olan Irak, Fars ve Kirman bölgelerinin
hükümdarı Murad, büyük bir ordu toplayarak savaş hazırlıklarına başladı.
Delican’a
gelerek kendisine bağlı Akkoyunlu emirlerinin askerleriyle gelip katılmaları
için her tarafa adamlar gönderdi. Burada yaklaşık 7000 kişi toplanınca bunları
Hemedan tarafına gönderdi.
Akkoyunlu
toprakları hızlı bir şekilde Kızılbaşlann eline geçtiği halde Akkoyunlu aşiret
reislerinin birbirleriyle mücadelesi devam ediyordu. Sultan Murad’m annesi
Gevher Hatun öncelikli işin Şah İsmail’in ve Kızılbaşlann bertaraf edümesi
olduğunu söyleyerek Ferruhşad Bey ve Eslemez Bey’den aralanndaki ihtilafın hiç
olmazsa bir süreliğine ertelenmesi ve oğlu Murad’a yardım edilmesi için onlan
ikna etmeye çalıştı .
Önemli bir
Şiî merkezi olan Kum’un idareciliğini yapan ve ahalinin baskısı ile Şia
mezhebini benimseyen Eslemez Bey, Murad Sultan’m çağrısına uymamıştı. Elbette
bu itaatsizlik Şah İsmail’in Şiîliği terviç etmesinden çok kendi aralanndaki
rekabetten kaynaklanıyordu. Ancak Gevher Hanım, Kum’a giderek Eslemez ile
görüşüp durumun nezaketinden bahsetti. Eslemez Bey ikna olarak Kum’dan aynhp
Hemedan’a doğru yola çıktı .
Şah İsmail,
Murad Sultan’a elçi gönderip akrabalık bağlarından bahsedip kendisine tâbi
olmasını istedi . Murad, bu teklifi elbette reddetti. 1503
yılının Haziran’ında iki taraf Hemedan ya- kmlanndaki Alma Bulağı
denilen
yerde karşı karşıya geldiler . Akoyunlular sayıca
üstün durumdaydılar . Öncü durumdaki Eslemez Bey, Kızılbaş ordusunun
öncülerini yerinden oynatıp, ordunun merkezine ağır darbeler vurmaya başladı.
Onun bu başarısı diğer Bayındır beylerinin kıskançlığına sebep olduğundan ona
gerekli desteği vermediler. Safevî ordusunun içine girmiş olan Eslemez Bey,
Kızılbaşlar tarafından kuşatılarak ordusuyla birlikte bertaraf edildi. Bu
yüzden üstünlük bir anda Kızılbaşlann eline geçti. Akkoyunlu ordusu dağıldı.
Bayındır beylerinden Eslemez Bey, Ali Bey ve Güzel Ahmed Bey ile birlikte
yaklaşık on bin kişi öldürüldü . Şah İsmail’in “Nâ-Murad
(=Muradsız)” dediği Sultan Murad, savaşı kaybedince Şiraz’a gitti. Safevîler
her tarafa elçiler göndererek zaferlerini duyurdular
.
Böylece bütün Azerbaycan ve Irak-ı Arap Safevîlerin eline geçmiş oldu
.
O kış Elvend dağının eteğinde kışlandı.
Sultan
Murad’m Şiraz’dan çıkarak Fars memleketlerini ele geçirmeye başladığı haberi
gelince, Şah İsmail yeniden onun üzerine yürüdü. İsfahan üzerinden Fars’a
yöneldiği sırada Fi- ruzkuh bölgesinin hâkimi Hüseyin Kiya Çelavî’nin isyan
ettiği haberi geldi . Şah İsmail, Aykutoğhı İlyas Bey’i onun üzerine
gönderip kendisi İsfahan’a ulaştı. Şehir halkı onu memnuni- yede karşıladı.
Şehrin idaresi Şamlu Abdi Bey’in oğlu Durmuş Han’a bırakıldı.
Kirman’m
idaresi ise Ustaclu Han Muhammed’e verildi. O 600 kişilik bir kuvvetle Kirman’a
yönelince, şehrin idaresini elinde bulunduran Türkmen Mahmud Bey, emrinde en az
iki bin kişi olmasına rağmen direniş göstermeyip Horasan’a kaçtı
.
Sultan Murad,
Şah İsmail’in geldiğini haber alınca Şiraz’ı bırakarak önce Şuşter’e daha sonra
Bağdat’a kaçtı. Böylece Şi- raz zahmetsizce ele geçirildi
.
Kazrun hatipleri Sünnî oldukları gerekçesiyle'öldürüldü. Şiraz Eyaleti
Dulkadirlilerin Hacılar oymağından Keçel Beye verildi. Bundan sonra Şiraz
Dulkadirlilerin merkezi haline gelip uzun yıllar onlar tarafından idare edildi
.
Son Akkoyunlu
Sultan’ı Murad Bağdat’ta Pürnekli Barik Bey tarafından karşılandı. Ancak o
burada da fazla kalamayarak Barik Beyle birlikte Haleb’e gidip bir müddet
Memlûk sultanı Kansu Gûrî’nin himayesinde kaldı. Daha sonra Dulkadiroğlu
Alaüddevle Bey’in yanına gitti. Onun kızı üe evlendi. Bu evlilikten Haşan ve
Yakup adıyla iki de oğlu oldu. Çaldıran savaşında Osmanlı ordusunda yer alan
Sultan Murad, I. Selim tarafından Diyarbekir üzerine gönderildi. Urfa
yakınlarında Kaçar Karaca (Açe) Sultan ile yaptığı savaşta öldürüldü
. Karaca Sultan onun başını ve yüzük parmağını
Şah İsmail’e gönderdi. Böylece Akkoyunlu hanedanı sona erdi (1514) 28°.
Mazendaran
hâkimi Emir Hüseyin Kiya Çelavî, Rey, Fi- ruzkuh; Demavend, Har, Semnan ve
çevresini ele geçirmiş, aslında bir Şiî olmasına rağmen
Şah İsmail’e karşı ayaklanıp karşı çıkmaya
başlamıştı. Sultan Murad’ın yenilmesinden sonra onun muhalefetinden cesaret
alan bir kısım Türkmen de Kı- zılbaşlardan kaçarak ona sığınmışlardı. Şah
İsmail, daha önce Azerbaycan'ın idaresini verdiği Aykutoğlu İlyas Bey’?
,
onun bertaraf edilmesi için gönderdi (1504). Ancak, Hüseyin Kiya daha atak
davranarak İlyas Bey’i öldürdü. Şah İsmail, hurûcundan beri yanında olan
Aykutoğlu İlyas Bey’in öldürüldüğü haberini alınca çok üzüldü. Hemen Hüseyin
Kiya’nın üzerine yürüdü. Önce Gülhandan kalesine yöneldi; burası ele
geçirildikten sonra Demavend’de katliam yapıldı. Arkasından Firuzkuh kalesi teslim
alındı. Mir Necm-i Gilanî’nin tavassutuyla kale halkı katliamdan kurtuldu ama
muhafızların hepsi öldürüldü . Oradan Asta kalesine
geldiler. Hüseyin Kiya Çelavî ile Türkmenlerin reisi olan Cihanşahlu Murad Bey
bir ay direndikten sonra 11 Mayıs 1504’te aman ile kaleyi teslim ettilerse de
kale halkına ve Türk- menlere katliam yapıldı
.
Hüseyin Kiya bir kafese konulunca, o buna dayanamayıp intihar etti. Buna rağmen
cesedi Aykutoğlu İlyas Bey’i öldürdüğü yerde yakıldı. Kaleye sığınmış olan
Türk- menlerin reisi Cihanşahlu Murad Bey ise bir kazığa geçirilerek yakıldı
.
Bu şiddet gösterisi de
hemen yankısını buldu: Gilan bölgesinin hâkimi Karkiya Mirza Ali’nin kardeşi
Karkiya Sultan Hüseyin, Şah İsmail’e bağlılığını bildirip ülkesine döndü
.
Şah Sovuhbulağ’da ®7 iken Erdsend kalesinin kumandam
Suhrab Çelavî, Harakan yaylasına gelindiğinde de İstinadak kalesi halkı Şah’a
bağlılıklarını bildirdiler . Bu sıralarda Reis
Muhammed Kere’nin Yezd’e saldırdığı haberi geldi.
Asta
kalesinin zaptından sonra Şah İsmail, esirler arasında Musullu Türkmenlerinden
Begüm Hanım’ı görüp onu kendisine nikahladı .
Sultan Murad’ın
Bağdat’a kaçmasından sonra Yezd hâkimi Bayındırlı Murad Bey de Şah İsmail’den
korktuğu için şehrin idaresini veziri Hoca Sultan Ahmed-i Saruyî’ye bırakıp
Herat’a, Sultan Hüseyin Mirza’nın yanma kaçmıştı
.
Sultan
Murad’ın mağlup edilmesinden sonra Şah İsmail Yezd’i Lala Hüseyin Bey’e tuyul
olarak verdi. Hüseyin Bey, Şu- ayb Bey’i
Daruga olarak Yezd’e gönderdi. Ancak Sultan Ahmed onu hile ile öldürdü. Bu
esnada karışıklıktan istifade eden Ebr- kuh hâkimi Muhammed Kere
,
Yezd’i istila edip Sultan Ahmed’i öldürdü . Bunun üzerine Şah
İsmail Yezd’e gelerek şehri ele geçirdi. Şehirde katliam yapılıp en az yedi
bin kişi öldürüldü . Muhammed Kere yakalanıp bir kafese konularak
İsfahan’a getirildi. Burada kadın-erkek bütün akrabalarıyla birlikte yakıldı
.
Dul- kadirliler Ebrkuh’u ele geçirdiler, Muhammed Kere’nin oğlu İsa yakalanarak
kafes içinde Şiraz’a getirildi ve burada idam edildi (15O5)
-
Fars
eyaletinin idaresi Dulkadirli Keçel Be/e verilmişti
.
Ancak bir süre sonra, halka iyi davranmadığı gerekçesiyle görevden alınıp idam
edildi; Şiraz bir süreliğine Avşar Mansur Bey’in idaresinde kaldı
.
Keçel Bey’in yerine yine Dulkadirli Türkmenlerinin Şeyhli aşiretine mensup
olan San Ümmet Bey, “Halil Sultan” lakabı verilerek tayin edildi, Dulkadir
ordusu Halil Sultan’m emrine verilip, Fars eyaleti de ona bırakıldı
.
Yezd’in
alınmasından hemen sonra Sultan Hüseyin Mirza’ıun elçisi güya Şah’ın
fetihlerini tebrik amacıyla Yezd’e geldi. Fakat getirdiği mektup ve hediyeler
küçültücü ve alaycı ifadeler taşıdığından hızla Horasan hududundaki Tabes’e
akın yapıldı. Burası Sultan Hüseyin Mirza tarafından Emir Muhammed Veli Bey’e
So- yurgal olarak verilmiş ve onun adamlanndan Terdi Baha'nın idaresine
bırakılmıştı. Terdi Baba, Kızılbaşlann geldiğini haber alınca kaleye sığındı.
Kızılbaşlar Tabes’i ele geçirip katliam yaptılar
.
Bu haber Horasan’da büyük bir korkuya neden oldu. Sultan Hüseyin Mirza, Şah’ın
gönlünü almak için daha gösterişli hediyeler gönderdi. Şah İsmail, hızlı bir
şekilde oradan ayrılarak Yezd üzerinden İsfahan’a geçti
.
Bu sıralarda bölgede büyük bir kıtlık yaşanmaktaydı. Şah İsmail daha önce söz
verdiği halde orduya hububat satmakta gönülsüz davrandığı ve depolarında
tuttuğu gerekçesiyle Emir Gıyaseddin Muhammed’i ve hakkında şüpheli
mektuplaşmalar yapıyor diye dedikodu çıkarılan Şah Takiyüddin Muhammed’i idam
ettirdi .
1505 yılının kışında Şah
İsmail İsfahan’da iken, Fars ve Irak’taki zaferlerini tebrik etmek amacıyla
Osmanlı sultanı II. Bayezid’in elçileri geldi. Eşikağası Başı Şamlu Durmuş Han
ve diğer muhafızlar gösterişli silahlarla Şah’ın yanında durdular. Tahtın bir
tarafında tören giysileri içinde ordu kumandanları yani Kızılbaş reisler,
diğer tarafında ise Şemseddin Lahicî, Şerefeddin Şirazî gibi din adamları yer
aldılar. Şah onları büyük bir gösterişle karşılayıp Nakş-ı Cihan sarayında
ağırladı . Ordusuna geçit resmi yaptır- diktan sonra Şah’a
bağlı olanların kendilerini minareden atmaları istendi. Kızılbaşlar bu emre
kayıtsız uyup sırayla minareye çıkıp aşağıya atlamaya başladılar. Yüzden fazla
kişi atlayıp, çok sayıda kişi de atlamak için sıraya girince Osmanlı elçisi
gördüğü manzara karşısında dehşete kapılıp, gösterinin durdurulmasını rica etti
.
Aynca, Muhammed Kere ve ailesinin yakılması da Osmanlı elçisinin önünde
cereyan etti .
1506 yılında
Dulkadirli’den Korçubaşı Dede Abdal Bey, Şeyh Haydar’a karşı savaşa katılanlann
tespit edilip katledilmeleri amacıyla Tabersaran’a gönderildi. Suçlananların
bizzat Abdi Bey’e müracaat ederek masum olduklarını ispat etmeleri istendi. Bu
soruşturma esnasında muhtelif Türkmen kabilelerine mensup çok sayıda adam
öldürüldü .
1506 yılında
Azerbaycan sınırında Urumiye’ye saldırılarda bulunan Kürt Sanm’ın bertaraf
edilmesi için ordu sevk edildi. Kürt Sanm’ın taraftarlarına katliam yapıldı,
ancak kendisi ele geçirilemedi. Bir süre sonra yeniden ortaya çıkınca
Karamanlu Bayram Bey, Talışlı Hadim Bey, Şamlu Ahdi Bey ve Tekeli San Ali
Bey’in idaresinde yine ordu sevk edildi. Safevîler, Kürt Sanm’ın ailesini ve
adamlanndan pek çoğunu sağ olarak ele geçirdiler. Bu savaşta Durmuş Han’ın
babası Korçubaşı Abdi Bey ve San Ali öldürüldü. Şah İsmail bunlann intikamını
almak için esirlerin hepsini öldürdü (1507 yılının kışı)
.
Dulkadir Türkmenleri,
Safeviyye tarikatının en eski müridle- rinden olup tarikatın erken
dönemlerinden itibaren Erdebil’e yerleşmeye başlamışlar, Şeyh Cüneyd ve Şeyh
Haydar’m faaliyetlerine fiilen destek olmuşlardı. Şah İsmail’in Erdebil’de
gizlenmesi de yine Dvdkadirliler tarafından sağlanmıştı. Yukanda da bahsedildiği
üzere Şah İsmail’in çağrısına en büyük desteği veren ve kalabalık bir şekilde
onun hizmetine girenlerden biri de Dulkadirli Türkmenleri’ydi. Dulkadir Beyi
Alaüddevle Bey’in halkının Şah İsmail’in hizmetine girişini engelleyemeyişi her
halde konar- göçer yapıdan kaynaklanıyordu ve Türkmenler bütünüyle kontrol
edilememişlerdi.
Şah İsmail’in Akkoyunlu
tahtına oturduktan kısa bir zaman sonra Dulkadirliler üzerine yürümeye
teşebbüs ettiği, ancak Elvend’in Tebriz’e doğru yola çıktığı haberi gelince bu
düşüncesini ertelediğine dair kayıtlara nazaran, o dönemde ciddî şekilde asker
ihtiyacında olan Şah’m, Dulkadirli sahasından gelen Türkmenlerin
engellenmesine içerlemiş olabileceği akla geliyor. Çünkü o sıralarda
Dulkadirlilerle Safevîler arasında herhangi bir problem görünmüyor.
Akkoyunlu hanedanın
çökmesiyle birlikte bu devletin batı sınırında -yani Doğu Anadolu’da- otorite
boşluğu meydana çılanca, ülkenin batı sınırında Maraş, Elbistan ve çevresinde
hüküm sü-
ren Dulkadirliler yavaş yavaş hâkimiyetlerini Diyarbekir’e doğru
yaymaya çalışmışlardı. Alaüddevle Bey, Akkoyunlulann son sultam Murad Bey’i
himayesine aldığı gibi kızı ile de evlendirmek suretiyle akrabalık bağını
kuvvetlendirmişti. Üstelik hâkimiyetini Harput’a kadar genişletmiş,
Diyarbekir’de de Akkoyunlu Göde Ahmed Bey’in oğlu Zeynel Bey’in idaresini tesis
etmişti . Üstelik Şia ile Sünnîlik arasına sıkışmış olan
Eğil, Atak, ve Silvan'ın Kürt idarecileri kendiliklerinden Dulkadirlilere
katılmışlardı. Bundan sonra Savur, Silvan, Mardin ve uzun uğraşlardan sonra
Urfa Dulkadirlilerin hâkimiyetine geçmişti. Böylece Akkoyunlu topraklan yavaş
yavaş el değiştirmeye başlamıştı. Her ne kadar Zeynel Bey’in Diyarbekir’deki
hâkimiyeti Musullu Emir Han taralından sonlandınldıysa da bölgede Safevî
hâkimiyeti henüz tesis edilmemişti . ’
Safevî
kaynaklan Şah İsmail’in Dulkadir Beyliği’nin üzerine yürümesini, onun İran
üzerine yürüyeceği haberinin alınmış olmasına
bağlıyorlarsa da gerçekte, mesele henüz tam
olarak hâkimiyet altına alınamamış olan bölgelerden Dulkadirlilerin taleplerini
ortadan kaldırmaktı.
Şah İsmail
1507 yılının bahannda Dulkadirliler üzerine yürüdü. Aslında Diyarbekir
üzerinden Dulkadir topraklarına ulaşması mümkün iken, gerek Osmanldara gözdağı
vermek gerekse etraftaki Kızılbaşlann toplanmasını temin etmek amacıyla
Erzincan’a gelip bir süre konakladı . Buradayken Osmanlılara
ve Memlük- lere elçiler göndererek gerçek niyetinin Alaüddevle ile savaşmak
olduğunu, kendilerine karşı herhangi bir kötü niyetinin bulunmadığını bildirdi . Daha sonra
Erzincan-Suşehri yolunu kullanarak Osmanlı topraklatma girdi. Gösterisini
tamamlamak üzere Kayseri yakınlarında ordusunu konaklatıp , bir süre
dinlendi. Askerlerin konakladığı esnada etrafa zarar vermemeleri hususunda kesin
emirler verdiği gibi, etraftaki yerleşim yerlerinden ordugâha gelerek yiyecek
satılmasına da müsaade etti . Çavuşlulu Oğlan Ümmet’i Alaüddevle’ye elçi olarak
gönderdi. Alaüddevle, elçiye kötü muamelede bulunup Közgölü’nde hapsetti . Bundan
sonra Sarız üzerinden Dulkadir topraklarına giren Dede Bey’in kumandasındaki öncü kuvvetlere Dulkadirli
Kasım Bey gece baskım yapıp Kızılbaşlann bir kısmını öldürdü. Şah İsmail asıl
kuvvetlerle gelince Dulkadirliler Tumadağı’na çekildiler. Alaüddevle Bey Osmanlılardan ve Memlüklerden yardım talep ettiyse de cevap
alamadı. Bununla birlikte Osmanlılann Yahya
Paşa kumandasında gönderdiği az bir kuvvet, Ankara yakmlanna kadar geldiyse
de duruma müdahale etmedi . Dulkadirliler zaman zaman dağdan inip baskınlar yaparak
Kızılbaşlara zarar vermeye çalışıyorlar; ancak gerek Şah İsmail’in gözcüleri
ve gerekse Dulkadir ordusu içindeki Kızılbaşlann baskın haberini önceden
ulaştırma- lan yüzünden neticesiz geri dönüyorlardı. Şah İsmail savaşacak
kimseyi bulamayınca Alaüddevle’ye “Ala
Dana” diye lakap takıp ülkesini baştanbaşa tahrip ettikten sonra kışın yaklaşması ve yiyecek sıkıntısının baş
göstermesi üzerine Hoy’a dönmek niyetiyle bölgeden ayrıldı. Dönüş yolunda
Harput’u, Dulkadirlilerden aldı
".
Şah İsmail,
Elbistan’da iken Akkoyunlulann en önemli beylerinden Diyarbekir valisi Musullu
Emir Han emrindeki
kalabalık bir Türkmen grubuyla gelip , Diyarbekir şehrinin
anahtarını ve Akkoyunlu sarayından intikal eden pek çok kıymetli mücevheri
takdim edip Şah’a
itaatini bildirdi. O aynı zamanda Şah İsmail’in eşi Taçlı Begüm’ün de
akrabasıydı. Şah bu bağlılıktan memnuniyet duyup Emir Han’ı Mühürdar yaptı
.
Diyarbekir eyaletini ise Ustaclu Muhammed Han’a verdi
.
Şah’ın
çekilmesinden sonra Ustaclu Muhammed Han Diyarbekir’e yöneldi. Musullu Emir
Han’ın kardeşi Kayıtmış Bey, Diyarbekir’i Muhammed Han’a vermeye yanaşmayıp,
Dulkadir- lilerden yardım istedi. Kızılbaşlar şehre girmeyince açık alanda
çadırlar kurarak beklemeye başladılar. Bu sırada bölgedeki Kültlerin
saldırısına uğrayınca Muhammed Han bunları takip edip yaklaşık yedi yüz kişiyi
öldürdü.
Alaüddevle
Bey, San Kaplan lakaplı oğlu Kasım Bey ile Er- duvan Bey’i Diyarbekir’e yardıma
gönderdi. Ancak bunlar Kızıl- başlarla yaptıkları savaşta öldürülünce,
Diyarbekir teslim oldu. Alaüddevle oğlullannm intikamını almak için oğlu Kör
Şahruh
ve Ahmed Beyi
yine Kızılbaşlann üzerine gönderdi. Fakat bunlar da öldürüldüler (1513)
.
Şahruh’un oğullarından Mehmed ve Ali Beyler esir edilerek Şah İsmail’in
hizmetine gönderildiler . Ustaclu Muhammed İlan
daha sonra Urfa yakınlarında Memlûk kuvvetleriyle çarpıştı. Az bir kuvvete
sahip olmasına rağmen, Memlükleri hezimete uğrattı.
Bu
gelişmelerden kısa süre sonra Safevîler ile Dulkadirliler arasında sulh tesis
olunduğu ve Şah İsmail’in Alaüddevle Bey’e gösterişli bir çadır hediye ettiği
tespit olunmuştur .
Azerbaycan,
Irak-ı Acem, Kirman ve Diyarbekir’de hâkimiyetin tesis edilmesinden sonra Şah
İsmail, Irak-ı Arab’ın en önemli merkezi olan ve Akkoyunlu emirlerinden
Pürnekli Barik Bey’in hâkimiyetindeki Bağdat’ın alınmasına karar verdi.
1508 yılının
baharında Yasavul Halil Bey’i Bağdat’a göndererek Barik Bey’den şehri
kendisine teslim etmesini istedi. Barik Bey adamlarına kızılbaşlıklar giydirip
Şah’m elçisini gösterişli bir şekilde karşıladı. Bununla kalmayıp Ebu İshak
Şireci’yi Şah’a göndererek bağlılığım bildirdi. Şah İsmail, hiçbir beklentisi
olmaksızın hizmete girdiği zaman onun sadakatinden emin olacağını bildirince
korkuya kapılıp şehri tahkim etmeye başladı. Şiî ulemadan Seyyid Muhammed
Kemune’yi bir kuyuya hapsetti. Yiyecek-içecek depolayıp kalenin sağlamlığıyla
övünmeye başladı. Ancak Şah İsmail Bağdat üzerine yürüyünce direniş göstermeyip
Haleb’e kaçtı . Oradan Osmanlı ülkesine sığındı
.
1508 yılının
Ekim ayında, Şah İsmail herhangi bir direniş görmeden Bağdat’a girmesine
rağmen, kadınlar ve çocuklar yüzünden şehri terk edememiş olan Türkmenlere
katliam yaptı . Böylece son Akkoyunlu emiri de bertaraf edilmiş
oldu .
Barik Bey’in
kuyuda hapsettiği Muhammed Kemune kurtarılıp Necef ve etrafındaki bazı
yerlerin tevliyeti ona verildi. Bağdaf m idaresi Talışh Hadim Beye bırakıldı
.
Kızılbaşlar
Şah İsmail’in emriyle Kûfe’deki Ebu Hanife’nin türbesini yıktılar; mezarını
açıp kemiklerini yakıp, küllerini etrafa saçtılar. Bölgedeki Sünnîler, On İki
İmam Şiası’na bağlandılar .
Bağdaf m
zaptından sonra Şah İsmail, başta Hz. Ali olmak üzere Hz. Hüseyin, İmam Musa
Kâzım, İmam Muhammed Tâki ve diğer din büyüklerinin mezarlarını ziyaret edip,
harab olmaya yüz tutmuş olan türbelerin tamirini emretti. Fırat ırmağından
Necef e su getirilmesi için İlhanlılar zamanında yapılmış ama zamanla
kullanılamayacak hale gelmiş olan kanalları tamir ettirdi. Çocukluğunda,
Lahican’da iken bizzat istinsah ettiği Kur’an-ı Kerim’i Hz. Ali’nin türbesine
hediye etti .
Bağdat’ın fethinden hemen
sonra Huveyze, gulat-ı Şia’dan sayılan Muşa’şa’alardan alındı
.
Dizfiıl ve Şuşter hâkimleri Şah’a hediyeler getirerek bağlılıklarını
bildirdiler. Küçük Lor hâkimi Melik Rüstem, Şah İsmail’e itaatini bildirince
Hürremabad ve Küçük Lor’un idaresi yine ona bırakıldı. Lala Bey, Dede Bey ve
Mir Necm-i Gilanî, Karamanlu Bayram Bey Huzistan bölgesinin zaptını tamamlayıp
Kuhgiluye üzerinden Şiraz’a ulaştılar .
1508 yılında yapılan bazı
tayinler Şah İsmail’in yakın çevresine karşı tutumunu yavaş yavaş değiştirmeye
başladığını düşündürmektedir. Bu cümleden Necm-i Gilanî vezarete getirilip
onun mührünün bütün emirlerin mührünün üzerine vurulmasını, Kızılbaş reislerin
maliye işlerine karışmamalarını emretti . Böy- lece İdarî işlerle
askerî bürokrasiyi birbirinden ayırmaya çalıştığı söylenebilir. Ancak bu
tayinle merkez bürokrasisinde Türklerin gücünü büyük ölçüde zayıflattı.
Öte yandan
Emirül-ümeralık (Emir-i Divanî) Lala Hüseyin Bey’den alınarak Sofracı görevini
yürüten Ustaclu Muhammed Han’a verilip bu görevi uhdesine aldıktan sonra ona
Çayan Sultan denildi . Kazvin, Sovuhbutağ,
Har, Save ve Rey hâkimliği ise Dulkadirli Dede Abdal Bey’den alınarak Şamlu
Zeynel Bey’e verildi . Bu görevi ile o da
“han” unvanına
kavuştu. Bu değişiklikler Kızılbaş reisleri arasında kırgınlığa sebep oldu
.
Emirlik ve vezirlik
makamlarında bulunmuş olan Kadı Muhammed-i Kaşî, Mir Necm-i Gilanî ile
anlaşmazlığa düşünce onun tavassutuyla uygunsuz hareketlerde bulunduğu
gerekçesiyle idam edildi . Aynı yıl, ordu
Tebriz’den Hoy ve Salmas tarafına giderken Hamane mevkiinde Şeyh Necm-i Gilanî
öldü. Yerine Yar Ahmed-i İsfahanı atandı ve ona “Necm-i Sâni” lakabı verildi.
Safevî Devleti’nin ilk
kuruluş yıllarından itibaren devlet örgütlenmesinde Kızılbaşlann belirgin bir
ağırlığı vardı. Daha çok askerî sımfi temsilen görevleri paylaşan Kızılbaş
reislerinin bir kısmı sarayda, Korçu, Eşik Ağası, Sofracı, Yüzbaşı gibi
unvanlarla askerî bürokrasiyi bir kısmı ise eyaletlerin idaresini uhdesinde bulunduruyordu
.
Eyalet idaresinde görevlendirilenler Han ve Sultan unvanı taşırlardı. Hâkimi
bulunduklan bölgelere kendilerine kan bağı ile bağlı aşiretlerle giderlerdi.
Buralar kendilerine “tuyul” olarak verildiğinden bölgenin vergilerini tahsil
etmek yoluyla aynı zamanda ekonomik güce de kavuşurlar ve buna bağlı olarak
emirleri altındaki -ya da kendilerine bağlanmış otan- askerlerin geçi- inini
teinin ederek güçlerini artırabilirlerdi. Bundan dolayı idare etmek üzere
kendilerine tahsis edilen bölgelerin ekonomik gücü aynı zamanda onlann (Han
veya Sultan) itibanyla da doğru orantılı addedilirdi. Bu yönüyle Akkoyunlu
askeri yapısı aynen devam etmekteydi. Devletin düzenli askerî gücünün olmayışı
sebebiyle, herhangi bir problemin ortaya çıkması halinde Kızılbaş reislerinin
askerleriyle birlikte müdahalesine ihtiyaç duyulduğundan, onlar devlet içinde
veya rakiplerine karşı güçlerini her zaman muhafaza edebiliyorlardı. Buna
mukabil Şah’a tam bir teslimiyet içinde bağlı olmaları yüzünden mutlak otorite
sahibi olarak gördükleri Şah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkamazlardı. Onun
tarafından güçlü bir ikbal ile ödüllendirilebildikleri gibi, kısa zaman sonra
idam ile sonuçlanan ceza ile de karşılaşabilirlerdi. Her iki durumda da
“Mürşid-i Kâmil”in emrine karşı çıkmak söz konusu değildi.
Safevî
Devleti’nin sivil bürokrasisi genellikle Tariklerin (=Fars veya İranlı diğer
yerli unsurlar) elindeydi. Bunlar içinde Tebriz, Kaşan ve İsfahanlılann zamanla
etkinlikleri hissedilmeye başlandı. Gerçi Haşan Rumlu, İskender Bey-i Türkmen,
Budak Münşi-i Kazvinî, Abdi Bey-i Şirazî gibi Türkmen kökenli münşiler de si-
vü bürokratlar arasında bulunuyorlardı, ancak bunların sayılan ehemmiyet arzedecek
oranda değildi. İdaredeki böylesine bir bölünmüşlüğün temelinde Türklerin
askerlik, Tariklerin ise bürokrasideki tarihten gelen tecrübelerinin etkisi
büyüktü. Bu iki kesim arasında zaman zaman meydana gelen çatışmalar, kavini
taassuptan değil, kişisel menfaat, makam ve mansıp elde etme sevdasından
kaynaklanıyordu. Kaldı ki bu tür mücadeleler Tariklerin veya Türklerin kendi
aralarında da sıklıkla meydana geliyordu . Şah İsmail bu tür
çatışma durumlarında etkisi altında kaldığı, ya da haklılığına inandığı tarafın
yanında yer alıyor, hakem rolü üstlenmiyordu. Buna ilave olarak, her türlü
tayin, nakil, azletme, makam ve mansıba yükseltme, unvan verme veya alma gibi
işler görünürde Şah tarafından yapıldığından Kızılbaş- lann elinde olan askerî
bürokrasi ve Tariklerin elinde olan sivil bürokrasi, geliri ve itibarı yüksek
olan taşra idaresine nazaran daha ehemmiyetli sayılıyordu.
Şah İsmail, Tebriz’deyken
Şeyh Şah’m Şirvan’a giderek halkı ayaklandırdığı, Lala Hüseyin Bey’in
temsilcisi olan Şah Geldi Ağa’yı bölgeden çıkardığı haberi geldi. 1510 yılında
kış mevsiminin hemen başlannda Şirvan üzerine sefer düzenlendi. Şeyh Şah,
Safevî ordusunun karşısında duramayarak Baygurd kalesine çekildi. Bakü,
Şabran, Şamahı yeniden hâkimiyet altına alındı. Derbend şehri mukavemet
göstermeye çalıştıysa da Şah İsmail bizzat şehri kuşatarak teslim aldı.
Derbend bölgesi Mansur Bey’e, diğer Şirvan şehirleri ise yine Lala Hüseyin
Bey’in idaresine bırakıldı .
Şirvan dönüşünde Şeyh
Haydar’ın mezarı sökülerek kemikleri Erdebil’e getirilip, atalarının bulunduğu
hazireye defnedildi .
Şah İsmail, 1501 yılında
Akkoyunlu tahtına oturduğu sırada, Doğu’da Özbekler, Şeybek Han'ın önderliğinde
Horasan da dâhil olmak üzere Maveraünnehr’i zapt ederek Safevî topraklarına
komşu olmuşlardı . Şeybek Han’m hâkimiyet sahasını İran’ın
içkesimlerine kadar genişletme niyetini belli etmesi ve Kirman’a saldırarak
yağma ve talanda bulunması üzerine Şah İsmail ona bir elçi göndererek ülkesine
zarar vermemesini, kendilerinin eski ülkeleri olan Maverünnehr ile yetinmesini
ve İran'ın bir parçası ve İran sultanlarının mülkü olan Horasan bölgesinden de
çekilmesini istedi . Özbek hanı, Safevî elçilerine, Şah İsmail’in
niçin Şiîliği ihdas ettiğini, sahabeye niçin küfrettiklerini sordu. Onlar da,
Şia’nm hak mezhep olduğunu, yüzlerce âlimin 500 ciltten fazla eser yazdığını,
Nasreddin Tusî’nin Hülagu Han gibi hükümdarlardan itibar gördüğünü, Muhammed
Hudabende’nin Şeyh Mutahhar-ı Hıllî’ye saygı gösterdiğini anlatıp, Şah İsmail’in
Peygamber soyundan olduğunu ve bir padişah ile savaşa girmeden önce ona
nasihat ve tenbih için elçiler gönderdiğini söylediler. Şeybek Han “Sanki
ben kâfir miyim de bana nasihat ediyorsunuz?” diye kızıp elçilik heyetini
huzurundan kovdu. Hemen ağır bir dille mektup hazırlayıp Şah İsmail’e yolladı
.
Şeybek Han mektubunda,
ülkeler feth etmenin Tanrı tarafından kendi soyuna bağışlandığını,
padişahlığın babadan oğla kalan bir miras olduğunu söyleyerek, asıl niyetinin
Kabe’yi ziyaret etmek olduğunu, bundan dolayı Kabe yolunun hazırlanma- smı,
kendi adına hutbeler okunmasını ve sikkeler kesilmesini, vergilerin
hazırlanmasını ve Şah İsmail’in de tahttan çekilmesini, aksi takdirde nerede
direnecekse orayı açıklamasını bildirip açıkça tehdit etti
.
Şeybek Han tarafından
gönderilen bir başka mektupta ise Şah İsmail’in soyunun derviş olduğu,
dervişlerin sultanlık peşinde olmalarının geleneklere uymadığı
,
üstelik annesinin Uzun Hasan’ın kızı olduğu hatırlatılarak, ülkelerin anneden
değil babadan miras kalacağı alaycı bir şekilde dile getirildi
.
Ona mektubun yanı sıra keşkül ve asa göndererek babası ve dedesi gibi dervişlik
yapmasını, değilse başının kaygısına kalmasını bildirdi
.
Bu sıralarda Şirvan’da
kışlakta olan Şah İsmail, Şeybek Han’a kendisini öldürmek üzere yola çıktığını
bildiren bir mektup gönderip , bölgenin idaresini
yeniden Şeyh Şah’a bıraktıktan sonra Horasan tarafına yöneldi. Asker toplamak
amacıyla her tarafa adamlar gönderdi . Sultaniye ve Rey
üzerinden Damgan’a ulaştı. Damgan hâkimi ve Şeybek Han’ın damadı olan Ahmet
Sultan şehri boşaltarak Herat’a, Esterabad hâkimi Ahmed Kankarat ise Harezm
tarafına kaçta. Damgan, Hezarcerib, Esterabad ileri gelenleri Şah İsmail’i
karşılayarak itaatlerini bildirdiler. Bu cümleden Cürcan hâkimi Muzaffer Bitikçi
de Safevîlere bağlandı . Şah daha sonra Tus’a
(Meşhed) giderek İmam Rıza’nın türbesini ziyaret etti. Dönüşte Nesa ve
Abiverd’i ele geçirip Merv’e yöneldi.
Şah İsmail’in
geldiği haberi yayılınca Şeybek Han, Türkistan’a ve Deşt-i Kıpçak’a haberler
göndererek yardım talebinde bulundu. Ancak bu yardımlar ulaşmadan Şah İsmail
yaklaşınca Herat’ı bırakarak Merv’e çekildi, şehri tahkim etti, kale ve
surları sağlamlaştırdı . Öncü kuvvetlerle Merv
üzerine yollanan Avşar Dâne Muhammed, Özbekler tarafından pusuya düşürülüp
öldürüldü . 22 Kasım 1510 yılında Safevîler Merv önlerine
geldiler. Şehir ku- şatıldıysa da ele geçirilemedi. Safevîler çekiliyormuş gibi
yaparak Şeybek Han’ın şehirden çıkmasını sağladılar. Merv yakınlarında yapılan
büyük savaşta Şeybek Han öldürüldü . Keza Özbek ordusunun
bütün ileri gelenleriyle birlikte on bine yakın asker de savaş meydanında kaldı . Diğerleri hızla Maverünnehr’e çekildiler.
Böylece Horasan bölgesi bütünüyle Safevîlerin eline geçti.
Şeybek Han’ın
başı kesilerek kafa derisi yüzülüp içine saman dolduruldu ve Osmanlı padişahı
II. Bayezid’e gönderildi. Kafatasına altın kaplanarak Şah İsmail’e kadeh
yapıldı . Eli ise kesilip, bu mücadeleler sırasında
Şeybek Han’a destek veren Mazen- daran hâkimi Aka Rüstem Ruzefzun’a gönderildi
.
Şah İsmail, Merv’e girip
halkın canının bağışlanacağını bildirdi . Şeybek Han’ın
vezirlerinden Hoca Muhammed Surh, Merv’in anahtarını getirip, Şah’a biat etti
.
Şeybek Han’a ait hazineler Kızılbaşlar arasında paylaştırıldı. Merv’in idaresi
daha önce Kazvin, Rey ve çevresinin hâkimliğinden azledilmiş olan Dede Bey*e
verildi .
Şah daha sonra Herat
üzerine yürüdü. Şeybek Han’a yardım için gelmiş olan Ubeyd Han, Şeybek Han’ın
ailesini de yanma alıp şehri boşalttığından savaş yapmadan şehre girdi
.
Herat’ta ahali Şiîliğe davet edildi. Hutbenin On İki İmam adına okunmasını,
Hz. Aişe, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a lanet ve küfredilmesini istedi.
Hafız Zeyneddin minbere çıkıp, talep edüe- nin aksine küfür etmeyeceğini ve
lanet okumayacağım bildirince feci şekilde öldürüldü
.
Keza Herat şeyhülislamı Seyfeddin Ah- med de On iki İmam adına hutbe okumayı
reddedince Herat pazarında yakılarak öldürüldü
.
Herat’m
idaresi daha önce emirü’l-ümeralıktan azledilen Lala Hüseyin Bey’e bırakıldı
.
Semerkand’ın idaresi ise Ustaclu Sufioğlu Ahmet Sultan’a verildi
.
Böylece Şah, görevden almalardan dolayı Kızılbaşlar arasında yaşanan küçük
kırgınlıkları gidermeye çalıştı.
Şah İsmail, Herat’tan
ayrılıp Maveraünnehr’e yöneldiğinde Ubeyd Han ve Timur Sultan’ın elçileri ağır
hediyelerle gelip Şah’a bağlılıklarını sundular. Şah onlara iltifat etti
.
Belh, Andhod, Şabergan, Çiçektov, Meymene, Faryab, Morgab ve Garcistan’m
idaresi ise Karamanlu Bayram Bey’e bırakıldıktan sonra kışlamak üzere Kum’a
dönüldü . Burada iken, Horasan bölgesinin fethini tebrik
amacıyla Mısır sultanı Kansu Gûrî’nin ve OsmanlI sultanı II. Bayezid’in
elçileri geldi . Kısa bir süre sonra Anadolu’da Tekelü Şah Kulu
Baha'nın ayaklandığı ve İran’a yöneldiği haberi geldi
.
Artık Safevîler merkezî
İran’da zayıf mahallî hanlıklarla uğraşmaktan çıkıp, Doğu’da ve Batı’da güçlü
devletlerin komşusu durumuna geldiler. Böylece zayıf ve savunmaya öncelik veren
yerel güçlerin yerini saldırgan, büyük ve kuvvetli ordular almaya başladı.
Safevîler zaten düzensiz, bakımsız, modem silahlardan yoksun ve sadece iyi
savaşçılığı ilke edinmiş ve neredeyse on yıldan fazla zamandır fiilen
savaşmakta olan askerlerini, yavaş yavaş eritmeye başladılar. Üstelik
Batı/Osmanh sınırının tam olarak tesis edilmemiş olması, bölgeyi bir müddet
dahi olsa kendi haline bıraktığı gibi, Osmanlı ülkesinde meydana gelen olayları
takip edebilmek için de kuvvet ayırmaları icap ediyordu. Buna mukabil,
Diyarbekir’deki Ustaclu Muhammed Han'ın küçük -ama başarılı- bir kuvvetinden
başka bölgede denetim sağlayacak durumda değillerdi. Üstelik Kürt reislerinin
Şah İsmail’e -ve tabii olarak Kızılbaşlığa- olan sadakatleri de her zaman şüphe
götürmekteydi . Bu yüzden Şah İsmail, olayların daha hızlı
geliştiği doğu sınırındaki durumunu kuvvetlendirmek için bütün dikkatini
buraya yöneltti. Bu yüzden 1507 yazında güneyde Portekizlilerin, Salgurhılan
yenerek kıyı şeridine yerleşmeye çalışmalarına müdahale edilemedi
.
Batı sınırında meydana gelen olayları ise sadece takip etmekle yetindiğinden
Şahkulu ayaklanması, OsmanlI Devleti’nin iç sorunu olmaktan öteye geçemedi ve
Türk- menler, uğruna ayaklanma çıkardıkları Şah İsmail’den hiç bir yardım
alamadılar.
Şeyh Haydar’m
müridlerinden olup, onun telkin ve terbiyesinden geçen Haşan Halife, memleketi
Teke yöresine döndükten sonra Kızılkaya mevkiini kendisine mesken edinmiş ve
burada Teke Türkmenlerini irşada başlamış, onun telkinleriyle pek çok Türkmen
Kızılbaşlığa meyletmişti. Haşan Halife’nin ölümünden sonra yerine oğlu Şah
Kulu Halife oturmuştu . Osmanlıların,
kendilerini çok iyi gizleyen Safeviyye mensubu bu halifelerin ilk dönem
faaliyetlerinden haberdar olmadıkları, hattâ onların hayatlarını daha rahat
idame ettirebilmeleri için para gönderdikleri anlaşılıyor .
Antalya sancak beyi Şehzâde
Korkut’un vakitsiz ve tedbirsiz bir şekilde Manisa’ya gitmesi üzerine, önceden
beri bir takım hazırlıklar içinde olan Kızılbaşlar Şahkulu Halife’nin
önderliğinde harekete geçerek önce Şehzâde’nin Manisa’ya götürülmekte olan
eşyalarını yağmaladılar. Daha sonra Antalya’yı basarak kadısını öldürdüler.
Şahkulu’nun “çıkış”mı haber alan Türkmenler her taraftan ona katılmaya
başladılar. Hattâ Kızılbaş olmadıkları halde tımarlarını kaybettikleri için
küskün duruma gelmiş olan bazı sipahiler bile onu desteklediler. Sayılan kısa
süre de artan Kızıl- başlar, Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve
Keçiborlu’yu basıp tahrip ettikten sonra Kütahya’ya yöneldiler. Karagöz Paşa az
bir kuvvetle onların üzerine geldiyse de muvaffak olamadığı gibi Kütahya
önlerinde öldürüldü (22 Nisan 1511). Şahkulu ve Kızılbaşlar Kütahya’yı ele
geçirmeyip Karaman üzerine yöneldiler.
Şehzâde Korkut’un talebi
üzerine Şehinşah’m oğlu Mehmet ve Şehzâde Ahmed’in oğlu Osman, isyanın
bastırılmasına görevlendirildi. Bunlar kuvvetlerini vezir Hadım Ali Paşa’nın
kuvvetleriyle birleştirdiklerinde, Kızılbaşlar Karaman Bey’i Haydar Paşa’yı
çoktan öldürmüşler ve kuzeye doğru derleyerek Çubuk Ovası’na yaklaşmışlardı.
Osmanlı ordusu onlan sarp bir yerde kıstırdığında, bu defa Şehzâde Ahmed’in
hükümdarane tavırları Yeniçeriler arasında hoşnutsuzluğa sebep olduğundan
gayretsizlik meydana çıkınca; Şahkulu bu vartayı da atlatmış oldu. Ancak Hadım
Ali Paşa Çubukovası’nda onlara yetişti. Savaşta Şahkulu ve Hadım Ali Paşa öldü
(2 Temmuz 1511). Kızılbaşlar Halife Baba’yı kendilerine halife seçip İran’a
yöneldiler. Erzincan yolunda Tebriz’den dönmekte olan bir ticaret kervanına
saldırıp beş yüz kişiyi katledip bütün mallan yağmaladılar
.
Teke Türkmenlerinin isyan
ederek, Osmanlı ordusuyla savaştığı ve galip gelip İran’a yöneldikleri haberi
geldiğinde Şah Özbek seferinden dönmekteydi . Tekelü Çühe Sultan’ı,
gelenler onun akrabaları olduğundan dillerinden kolay anlayacağı ve niyetlerini
hemen öğreneceği düşüncesiyle onlan karşılamaya gönderdi
.
Çühe Sultan bunlan alıp Rey’e getirdi. Niyetlerinin Şah’ın hizmetine girmek
olduğu anlaşılınca Şah İsmail, sebepsiz yere ticaret kervanına saldırdıkları
ve katliam yaptıkları gerekçesiyle reislerinin tümünün öldürülmesini emretti.
Bunun yerine getirilmesinden sonra geriye kalan ahali diğer aşiret reisleri ve
ordu komutanları arasında paylaştırılarak birlikte hareket etmelerinin önüne geçildi.
Safevî ve Osmanlı
kaynaklan isyan ederek İran’a giden Teke- lülerin yaklaşık on ilâ on beş bin
kişi olduğunu kaydetmekteyse de nicelikleri hakkında bilgi vermemektedirler385.
Şüphesiz bunlar ailece hareket etmişlerdi. Bu yüzden asker sayısının en iyimser
bir tahminle 5000 civannda olması gerekir.
Babür’e Yardım ve Horasan’da Bitmeyen Kavga
Şeybek Han’ın öldürüldüğü
ve Şah İsmail’in Horasan’a hâkim olduğu haberi Babür Padişah tarafından
duyulunca hemen harekete geçip Şaduman, Kunduz, Bedehşan ve Baglan’a yöneldi.
Bölgenin hâkimleri Mehdi Sultan ve Hamza Sultan’ı yenip Bedehşan’a yerleşti.
Özbek Hanları, kuvvetlerini birleştirip Babür’e karşı sal- din hazırlıklarına
girişince, o, Şah İsmail’den yardım talep ederek, Semerkand ve Buhara’nm ele
geçirilmesi halinde onun adına hutbe okunacağını vaat etti. Bunun üzerine Şah
İsmail, Sufioğhı Ahmet Bey ve Avşar Şahruh Bey’i kalabalık bir orduyla bölgeye
gönderdi. Özbek Timur Sultan ve Ubeyd Han, Kızılbaşlann karşısında duramayıp
Türkistan’a çekildiler. Babür Padişah ve Kızıl- başlar Semerkand’ı ele
geçirdiler( Ekim 1511), Şah İsmail adına hutbe okuttular
.
Bir müddet
sonra Babür’ün bağımsız hareket etmeye başlaması üzerine Şah İsmail, Necm-i
Sâni’yi kuvvetli bir ordu ile onun üzerine gönderdi.
Bu esnada
Türkistan hanlanndan aldığı yardımla Babür’ün üzerine yürüyen Ubeyd Han, Timur
Sultan ve Canı Bek Han, onu Buhara’dan çıkarmayı başardılar. Babür Padişah,
önce Şaduman kalesine gitti. Kaleyi tahkim ettikten başka Belh’e adam göndererek
Safevîlerden yardım istedi. Karamanlu Bayram Bey, Emir Muhammed-i Şirazî’yi
yardıma gönderince Özbek hanları Babür’e saldırmaktan vazgeçip geri döndüler.
Böylece
Kızılbaş ordusunun yönü Özbeklerin tarafına dönmüş oldu. Emir Necm-i Sâni,
yaklaşık on iki bin kişilik bir orduyla Horasan’a geldi. Herat hâkimi Lala
Hüseyin Bey ile Belh hâkimi Karamanlu Bayram Bey de askerleriyle ona
katıldılar. Ceyhun ırmağı geçilirken Emir Muhammed b. Yusuf, Babür Padişah’a
gönderilerek orduya dâhil olması istendi. Kısa süre sonra Babür Padişah da
onlara katıldı. Karşi şehri kuşatılarak ele geçirildikten sonra büyük bir
katliam yapıldı . Vilayetin ileri gelenleri eş ve çocuklarıyla
bir camiye sığınıp, kendilerinin de seyyid olduğu gerekçesiyle af dilediler;
ancak Necm-i Sâni, savaş sırasında büyük, küçük, seyyid dinlemeden herkesin
öldürüleceğini söyleyerek orada bulunanların tamamını öldürttü.
Babür
Padişah, Ubeyd Han ve Canı Bek Sultan’ı karşılamak amacıyla Buhara’ya yöneldi.
Karamanlu Bayram Bey ise Timur Sultan ve Küçüm Sultan’ın oğlu Ebu Said
Sultan’ın Semerkant üzerine yürüdüğü haberi üzerine onları karşılamaya çıktı.
Öz- bekler savaşı göze alamayıp Gucduvan kalesine çekildiler. Bu kalenin
etrafında cereyan eden savaşlar bir netice vermediği gibi, Kızılbaş ordusunda
yiyecek sıkıntısı meydana çıkmaya başladı. Necm-i Sâni bütün uyanlara rağmen
geri çekilip orduyu dinlendirmek yerine büyük bir savaşa hazırlandı. Bu görüş
ayrılığı bazı Kızılbaş reislerin ordudan ayrılmasına neden oldu.
Ubeyd Han ve
Cani Bek Sultan’da Buhara’dan ayrılıp Gucduvan’a gelip diğer Özbek ordüsuyla
birleştiler. ıı Kasım 1512 yılında Gucduvan önlerinde yapılan büyük savaşta
Kızılbaş ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Neçm-i Sâni ve Karamanlu Bayram Bey
öldürüldü . Babür Padişah Şaduman kalesine kaçtı. Savaş
meydanından kaçan Kızılt aşların çoğu Ceyhun ırmağında boğuldular. Safevî
ordusunun bu ağır yenilgisi ve ciddî kayıplan Özbekleri cesaretlendirdiğinden
Canı Bek Sultan Herat’a yöneldi. Savaştan güçlükle kurtulmuş olan Lala Hüseyin
Bey ve Sufîoğlu Ahmet Bey Herat’ı savunmaydı çalıştılar. Uzun kuşatmadan sonra
Özbekler 1513 yılının Martında bölgeden çekilip Meşhed üzerine yürüdüler ve
Esferayin’e kadar olan yerleri hâkimiyetleri altına aldılar. Bu haber Herat’ta
duyulunca Lala Hüseyin Bey ile Sufîoğlu Ahmet Bey şehri bırakıp Tabes üzerinden
Irak ve Azerbaycan’a gittiler389. Timur Sultan Herat’a girerek
Şiflerin çoğunu öldürdü390.
Horasan beldesinde
cereyan eden başarısızlıklar Şah İsmail’e ulaşınca kalabalık bir orduyla
Özbeklerin üzerine yürüdü391. Şiraz hâkimi Dıflkadirli Halil Sultan
ordusuyla birlikte Meşhed’e gönderildi. O buraya yaklaşınca Ubeyd Han şehri
boşaltarak Buhara’ya çekildi. Keza Herat’ı elinde bulunduran Timur Sultan da
hemen Semerkant’a kaçtı. Dolayıyla, Şah İsmail daha bölgeye gelmeden Özbekler
bütün Horasan’ı boşaltmış oldular392. Herat’ta meydana gelen otorite
boşluğunu doldurmak isteyen Şeybek Han'ın muteber adamlarından Ebu’l-Kasım
Bahşı, şehre girip halka baskılara başlayınca Fuşunc hâkimi Rumlu Piri Sultan,
hızla Herat’a gelerek onu şehirden çıkardı.
Şah İsmail, Hubuşan üzerinden Radgan’a geldi. Burada onun emriyle,
Özbeklerin korkusundan Merv’i bırakarak kaçan Merv hâkimi Dede Abdal Bey’in
sakalını ve saçım kesip, yüzüne pudra ve allık sürdüler, başına başörtüsü
bağladılar, kadın elbisesi giydirip eşeğe ters bindirmek suretiyle ibret için
ordugâhda ve çarşıda dolaştırdılar393. Şah’ın zuhurundan beri
yanında olan yaşlı bir Kızılbaş beyine yapılan bu hakaret, Kızılbaşlar arasında
azledilme ve idamdan daha ağır bir durumdul Şah İsmail bu gösteriyle gücünün
zirvesine ulaştığını ve dizginleri bütünüyle eline aldığım gösteriyordu; ancak,
haleflerinin döneminde iyice su yüzüne çıkacak olan derin kırgınlıkların ve
ihtilafların da tohumunu atmış oluyordu .
Şah İsmail
Radgan’dan sonra Badgis’e geldi. Belde halkının Necm-i Sâni’nin kaybettiği
savaştan kaçan Kızılbaşlara iyi davranmadıkları hattâ bazılarını öldürdükleri gerekçesiyle
katledilmeleri emredildi. Tekelü Çühe Sultan Badgis’te Şah’ın emrini yerine
getirdi .
Rumlu Div
Sultan Belh
hâkimliğine atandı. Kayın, Musullu Emir Han’ın ve Herat ise Şamlu Zeynel Han’m
idaresine bırakıldı. Bu arada Avşar Şahruh Bey Kandahar üzerine başarılı bir
akın yaptı, bölgenin hâkimi olan Şüca Bey itaatini bildirince hediyelerle geri
döndü .
Şah İsmail’in Horasan
beldesindeki seferinin uzun sürmesi ve ortalıkta onun öldürüldüğü dedikodusunun
yayılması üzerine durumdan istifade etmek isteyen üvey kardeşi Seyyid Süleyman,
Tebriz’i ele geçirmek amacıyla harekete geçti; mevsim kış olduğu için her
tarafa sular dökülerek sokakların buz tutması sağlandı ve böylece Seyyid
Süleyman’ın şehre girmesi engellenmeye çalışıldı. Ancak o yine de ana caddeye
girmeyi başarınca, Ustaclu Menteşe Sultan tarafından öldürüldü
.
Tahmasb’ın Doğumu ve Şah İsmail’in Çocukları
1514 yılının Şubat ayında
Şah İsmail’in ilk oğlu Tahmasb İsfahan yakınlarında Şahabad’da dünyaya geldi
. Daha sonra oğullan Elkas (1516)4OU,
Sam (1517), Behram (1517); kızlan Haneş, Perihan, Mehin Banu Sultanem,
Ferengis ve Şah Zeynep doğdu.
Şah İsmail’in oğullanna
verdiği isimlerin hepsi, İran'ın millî destan kahramanlarının adını
taşımaktaydı. Bu yönüyle kendisini İran destanlarında olduğu gibi Batı’da Roma
(=Rum), Doğu’da Turan ile savaşan eski İran hükümdarlanndan biri olarak görüyor
olmalıdır. Bir farkla ki, Turan’ın yerini şimdi Özbekler, Rum’un yerini de Osmanlılar
almıştı ki, Safevî literatüründe -büyük bir tesadüf eseri olarak- Osmanlılar ısrarla Rum, Rumlu, Rum askerleri, Rum sultanı
(=Roma’nın Sultam) gibi sıfatlarla anılmışlardır. Buna göre Safevî İran’ı
komşularından sadece mezhep yönünden değil, tarihî sebeplerden dolayı da
farklılaşıyor; Şah İsmail, antik dönem İran'ını referans yaparak bütün İran coğrafyasının
mutlak hâkimi rolünü üstleniyordu. Nitekim Özbek Hanı’na gönderdiği mektupta bu
anlayışa atıfta bulunarak Horasan beldesinin “Eski İran Sultanlan”nm mülkü
olduğundan ve kendilerine iadesi gerektiğinden söz etmişti. Böylece Şah İsmail,
zuhurundan ölümüne kadar hemen her vesile ile referans olarak kullandığı On İki
İmam Şia'sının dışında, bütünüyle politik amaçlarla, henüz kuruluş aşamasında
olan devletini, sadece Şiîlerin değil, İran mülkünün yeni devleti olarak
görmekte ve kadîm İran imparatorluklarına işaret etmekteydi. Bu vesile ile
kendisi sadece Kızılbaşlann Şahı değil İran mülkünün de Şehinşah’ı durumuna
geliyordu.
Şah İsmail’in
hurûcu, Akkoyunlu topraklarında iktidarın el değiştirmesi ve nihayet ülkenin
doğu sınırında güvenliğin bütünüyle ortadan kalkmasına rağmen II. Bayezid’in
Safevîlere karşı takındığı tutum oldukça karmaşıktı. Bir yandan Kızılbaşlann
İran’a gitmesini engellemeye çalışıp sert tedbirler alma yoluna giderken, diğer
yandan Şah İsmail’in Akkoyunlulara karşı kazandığı zaferi tebrik amacıyla elçi
gönderebiliyordu. Daha önemlisi Şah İsmail’in Dulkadir seferi esnasmda Osmanlı
topraklanndan izinsiz olarak geçmesine ses çıkarmaması anlaşılmaz bir durumdu.
Bütün bunlar Şah İsmail’e büyük bir cesaret kazandırmış, onun gururunu ve
kibrini okşamış, Şeybek Han’a karşı kazandığı zaferden sonra onun başım
kestirip, n. Bayezid’e hediye olarak göndermişti. Şah İsmail’in bu tavrı
aslında apaçık bir meydan okuma anlamına geliyor ve kendisine karşı savaşan
sultanların akıbeti bu olur mesajım veriyordu. Gariptir ki, II. Bayezid bu
meydan okuma ve tehdide de layık olduğu cevabı vermedi. Bunun sebebi tam
olarak anlaşılamamakla birlikte, şehzadeler arasında tahta geçmek için içten
içe mücadelenin başlamış olması etkili olmuş olabilir.
Şah İsmail tahta
geçtiğinde II. Bayezid’in oğullarından Şe- hinşah Konya’da
, Selim Trabzon’da, Ahmed Amasya’da ve Korkut
Antalya’da sancak beyliği yapıyordu. II. Bayezid, daha sağlığında çocuklarının
taht için birbirleriye mücadeleye hazırlandığını görme talihsizliğine
erişmişti.
Şehzâde Korkut yumuşak
huylu, şair tabiatlı biriydi. Fatih Sultan Mehmed öldüğünde küçük yaşta
olmasına rağmen babası II.' Bayezid İstanbul’a gelinceye kadar göstermelik olarak
tahta oturtulmuştu. Birkaç gün süren sultanlık onda zamanı gelince tahta geçme
isteğini alevlendirmiş, hattâ küçük bir denemeden sonra Mısır’a kaçmış ve
nihayet babası tarafından affedildikten sonra Teke Sancak beyliğine tayin
edilmişti (1509). Ne var ki bu teşebbüsü onun tahta geçmesinin yolunu da
kapatmıştı. Çünkü OsmanlI tahtına oturacak olan bir kişinin can korkusuna
kapılarak başka bir ülkenin hükümdanna sığınması Osmanlı sivil ve askerî
bürokratları tarafından kabul edilemez bir durum olarak değerlendirilmişti.
Dahası oğlu yoktu ve tahta geçmesi halinde hanedanın geleceği tehlikeye
girebilirdi402.
Amasya’da sancak beyliği
yapan Şehzâde Ahmed, Osmanlı tahtının en kuvvetli adayıydı. Devlet adamları
tarafından büyük ölçüde desteklendiğinden, II. Bayezid de ona yakın duruyordu.
Selim ise Trabzon’da
sancak beyi olarak bulunuyor, ülkenin doğu sınırında meydana gelen olayları
yakından takip ediyor, zaman zaman Gürcistan üzerine alanlarda bulunuyordu.
Şehzâde Ahmed’in en önemli rakibiydi. Bu yüzden Ahmed, yeğeni Süleyman'ın
(müstakbel Kanuni Sultan Süleyman) Bolu’ya sancak beyi olarak atanmasını,
Amasya-İstanbul yolu üzerinde bulunması ve kendisinin İstanbul’a tahta geçmek
üzere yürümesi halinde engel çıkarma ihtimaline karşı önlemiş; onun Kefe’ye
tayin edilmesini sağlamıştı. Ancak bu tayin, Ahmed’in saltanat yolunda artık
hiçbir engel görmek istemediği, keza sarayın da Ahmed’in sultanlığına onay
çıkardığı anlamına geldiğinden, Selim’in bunu bahane ederek Trabzon’dan
ayrılmasına ve oğlunun yanma giderek mevcut durum karşısında değerlendirme
yapmasına sebep oldu.
Şehzâde Korkut ise
İstanbul’a yaklaşmak gayesiyle, Teke ilinden ayrılarak Saruhan’a geçti. Teke
ilindeki beklenmedik boşluk önceden beri İran’a gitme hazırlığı içinde olan
Kızılbaşlann ayaklanmasına fırsat verdi. Kızılbaşlar Şahkulu’nun liderliğinde
harekete geçip, Manisa’ya götürülmekte olan Şehzâde Korkut’un eş- yalannı
yağmaladılar. Böylece şahsî mallannı bile koruyamayan bir şehzâdenin Osmanlı
tahtı için hiçbir şansı kalmadı. Bu yüzden o her ne kadar tahta geçme ümidini
muhafaza ediyor olsa da Selim ile işbirliği yapmayı ihmal etmedi.
Şahkulu isyanı, Şehzâde
Ahmed’e de büyük darbe vurdu. Onun ayaklanmaalann tam da kıstırıldığı ve imha
edilmelerinin imkân dâhilinde olduğu bir zamanda Yeniçerilerden kendisine biat
etmelerini istemesi, daha sonra da savaş meydanından çekilerek Amasya’ya
gitmesi büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Üstelik Şahkulu’nun küçük
şehzâdelerin ve Hadım Ali Paşa’nın kumandasındaki orduyu yenmesi Ahmed’in
prestijini bütünüyle sarstı. Yine de o İstanbul’a yaklaşmayı ihmal etmedi.
Kefe’de oğlu Süleyman’ı
ziyaret eden Şehzâde Selim, kardeşi Ahmed’in, babasının ve vezirlerin geniş
desteğini sağladığım gördüğünden hangi şekilde olursa olsun İstanbul’a ulaşmak
durumunda olduğunu biliyordu. Bu maksatla Kırım Hanı’ndan destek alıp Rumeli
üzerinden İstanbul’a yürüdü. Ancak bu ilk hamle püskürtüldü. Selim babasmın
ordusuyla yaptığı savaştan kendini kurtarabildiyse de, artık tahta geçme niyeti
isyancı bir şehzâde olarak iyice belirginleştiğinden İstanbul üzerinde derin
bir korku yarattı. Bu yüzden ona Semendire sancağı teklif edildi. Ancak o, daha
kalabalık bir kuvvetle İstanbul’a tekrar yürüdü. Kendisini destekleyen
Yeniçerilerin İstanbul’da ayaklanma çıkarmaları ve Şehzâde Ahmed taraftan
olarak bilmen bazı devlet adamlarının evlerini yağmalamalan Selim’in önünü
iyice açtı. n. Bayezid ordusuyla onu karşılamaya çıktıysa da son anda
savaşmaktan vazgeçip tahtı oğluna bıraktı (24 Nisan 1512); Dimetoka’ya gitmek
üzere yola çıktıktan bir müddet sonra öldü.
Selim İstanbul’da tahta
geçtiği sıralarda Şehzâde Ahmed, Maltepe yakınlarında bulunuyordu. O
kardeşinin kendisinden önce İstanbul’a hâkim olduğu haberini alır almaz
Anadolu’nun iç kesimlerine yöneldi. Konya’ya çekilerek sultanlığını ilan edip
herkesi kendisine itaate çağırdı, berathlann beratlarını yenilemesi için
huzuruna gelmelerini emretti. Oğlu Alâeddin’i Bursa’ya göndererek işgal
ettirip kendi adına hutbe okuttu.
LSelim’in, Şehzâde
Ahmed’in isyanını bastırmak için İstanbul’dan ayrılması gerekiyordu. Ne var ki
İstanbul’da ve Rumeli’de otoriteyi henüz bütünüyle eline alamamıştı. Bu yüzden
İstanbul’u emin bir kişiye bırakmak amacıyla oğlu Süleyman’ı Kefe’den
İstanbul’a getirerek yerine kaim-i makam yaptı
.
18 Temmuz 1512’de Anadolu’ya geçip Ahmed’in üzerine yürüdü. Ahmed, savaşıp
savaşmamakta kararsızlığa düşüp kuvvetlerini Ankara’ya çekti. Selim’e haber
göndererek, kendisine bir yer tahsis edilmesi halinde çatışmaktan
vazgeçeceğini sakin ve zararsız bir hayat süreceğini bildirdi. Ama bu talebi,
kesinlikle reddedilip başka bir ülkeye gitmesi telkin edildi. Hattâ oğlu Murad,
İran’a gidilmesi halinde Şah İsmail’in kendilerine yirmi bin kişilik bir kuvvede
destek sağlayacağını söyledi . Ancak o, başka
hükümdar- lann gölgesinde sefil bir şekilde yaşamaktansa, savaşıp ölmeyi tercih
etti . Ahmed son bir hamle yaparak Selim’den kendisine
Karaman topraklarının verilmesi halinde sakin bir hayat süreceğini vaat etti
.
Ancak Selim, bu teklifi dikkate almadı. Bu sıralarda Şehzâde Korkutun
'*7
bazı hareketlerinden şüpheye kapılarak onun bertaraf edilmesine yöneldi.
Korkut Manisa’da ele geçirilerek idam edildi.
Bundan sonra
hızla Ahmed’in üzerine giden Selim, 15 Nisan 1513’te Yenişehir yakınlarında
yapılan savaşta onu öldürdü . Böylece rakiplerinden
kurtulup kısa zaman içinde ülkede kesin otoritesini temin etti.
Selim tahta
oturduğunda Şah İsmail, Maverünnehr’de Özbeklerle savaşla meşguldü. O Sultan
Selim’i tebrik etmemekle beraber Anadolu’daki kargaşaya bütünüyle ilgisiz kalmadığı
görülüyor. Turgutoğlu Musa’ya gönderdiği mektubunda Karamanlu Ahmed’i
Anadolu’ya gönderdiğini ve ona tâbi olunmasını istediği tespit olunuyor
.
Osmanlı topraklarında
meydana çıkan karışıklıktan istifade etmek isteyen Şah İsmail, 1512’de Nur Ali
Halife’yi Osmanlı sınırına göndererek çeşitli sebeplerden dolayı hizmetine
gelememiş olan Kızılbaşlan hareketlendirip, asker toplamasını istedi.
Nur Ali Halife,
Şebinkarahisar’a gelip Şah İsmaü’in çağrısını her tarafa duyurdu. Bu vesile
etrafında, aileleri de yanlarında olmak üzere üç-dört bin sipahi toplandı
.
Osmanlı tahrir kayıtlarında bölgede boşalan köylerden bahsedilmesi bu katılım
ile ilgili olmalıdır .
Nur Ali Halife yeni
katılanlarla birlikte Malatya üzerine yürüyüp buranın hâkimi Faik Bey’i yendi.
Haşan Rumlu, Faik Bey’in Sultan Selim tarafından bölgeye tayin edilmiş olduğunu
yazıyorsa da bu bilgi eksik olmalıdır, çünkü bu tarihlerde Malatya henüz
Osmanlı hâkimiyetine girmemişti . Kızılbaşlar zengin
ganimetler elde etmiş olarak Tokat’a yöneldiler. Tokatlılar Halife’nin yanma
gelerek ona bağlılıklarını bildirdiler, şehirde Şah İsmail adına hutbe okundu.
Nur Ali Halife, Cumapazan üzerinden Kazababad’a (Kazovası) geldiği sırada
Şehzâde Ahmed’in oğlu Şehzâde Murad yaklaşık on bin kişilik ordusuyla Nur Ali
Halife’ye katıldı . Birlikte tekrar Tokat’a döndüklerinde ahali,
bunlan bu defa şehre sokmak istemedi. Bunun üzerine Tokat’ı ateşe verip
Niksar’a yöneldiler. Burada iken Şehzâde Murad, Nur Ali Hâlife’den ayrılarak
Şah İsmail’in yanma gitti. Şah İsmail, genç şehzâdeye iltifatlarda bulunup onu
Şiraz’a gönderdi. Şehzâde yolculuk sırasında vefat etti
.
Nur Ali
Halife adamlarından bir kısmıyla Hasanlu beldesine alanlarda bulundu. Bu arada
Çemişkezek’i kuşattı. Çemişkezek beyi Melkişli
aşiretinden Rüstem Bey, Nur Ali Halife’ye
direniş göstermeden Safevîlere bağlanıp, itaatini bildirmek üzere Halife
tarafından Şah İsmail’e gönderildi. Rüstem Bey iltifatlara mazhar olduktan
sonra Irak’a gönderildi. Nur Ali Halife ise Çemişkezek’te Melkişli aşiretinin
ileri gelenlerine ve etraftaki ahaliye eziyetlerde bulunup çok kişiyi öldürdü
.
Nur Ali Halife, tuyulu
(=dirliği) olan Erzincan’a yöneldiği sırada Osmanlı vezirlerinden Sinan
Paşa’nın kalabalık bir ordu ile kendisini takip ettiği haberini aldı. Eyüyazı
mevkiinde yapılan savaşta Sinan Paşa yenildi ve öldürüldü. Kaçmaya çalışan
Osmanlı askerlerinin bir bölümü de, sığındıklan yerde meydana gelen heyelanın
altında kaldılar. Her iki olayda yaklaşık üç bin kişi kaybettiler*18.
Nur Ali Halife’nin
başarılı harekâtına rağmen etrafında çok fazla Kızılbaş toplanamamıştı. Buna
rağmen muzaffer bir kumandan olarak Erzincan’a döndü.
Selimin İstanbul’da
tahtım sağlamlaştırdıktan sonra çözmesi gereken birinci problem, Doğu sınırlarım
güvenlik altına almak ve babası zamanında iyice doruğa çıkmış olan Safevî
problemini ortadan kaldırmaktı. Safevîlerin, Osmanlı topraklarındaki Kızılbaş-
lan İran’a davet etmeleri ve bu yolda girişimlerde bulunmaları; Şah İsmail’in,
II. Bayezid’i sık sık aşağılaması ve nihayet ona Şeybek Hanı’nın başını
göndererek dolaylı olarak tehdit etmesi İran ile yapılacak savaşın belli başlı
sebeplerini teşkil ediyordu.
Safevî kaynaklan ise daha
çok sınır olaylarına dikkat çekerek, Diyarbekir beylerbeyi Muhammed Han
Ustadu’nun, bölgede kazandığı başarılardan cesaret alarak Osmanlılara
karşı meydan okur bir tavra girmesini ve Nur Ali Halife’nin sınır boylarını tahrip
edip Tokat’ı yakmasını Osmanh-Safevî savaşının başlıca nedeni olarak
gösterirler .
Buna karşın
Osmanlı kaynaklan ısrarla Şiîliğin yayılmasının İslam memleketleri için büyük
tehlike arz ettiğine vurgu yaparlar420. Celalzâde, Safevîlerin
İslam’ın esaslarım ortadan kaldırıp yeryü- zündeki inanç sahiplerini saf dışı
ettiklerini, küfürden daha kötü ve sapık bir yola gittiklerim kayd ettikten
başka, Sultan’ın, “Mademki o topluluk bu yola gidip sapıklık yolundan dönüp
tövbe etmiyorlar, her yönüyle kâfirden daha kötüler.” diye düşündüğünü
belirtiyor421. Keza, Hoca Saddedin Efendi’de Safevîlerin dinsiz ve
sapık olduklan için bertaraf edilmelerinin bir mecburiyet şekline dönüştüğünü
bildirir422.
Ancak bu
görünür sebeplerin altında Osmanlı Devleti’nin Doğu sınırındaki güvenliğin
bütünüyle ortadan kalkmış olması, Akkoyunlu topraklarının büyük bölümünün
mahallî idarecilerin denetimine geçmesi ve Dulkadirlilerin Safevîlere karşı
duramamış olması yüzünden Osmanlı topraklan üzerindeki Safevî baskısının
artması, çözülmesi gereken daha ciddî bir problem olarak duruyordu. Öte yandan
Şah İsmail’in, Özbeklere karşı kazandığı savaşlar ve ülkesinin sınırlarını
Maveraünnehr’e kadar dayandırması üzerine sıranın Osmanhlara geleceğinden
endişe duyulmaya başlanmıştı423.
Bütün bunlara
ilave olarak Yavuz Sultan Selim’in Iran üzerine yürümesini ve Kızılbaşlan ortadan
kaldırmasını isteyen İran’dan ve Horasan’dan pek çok mektubun ulaştığı da
vakidir. Bunlardan Hâce Molla-yı İsfahanî’nin gönderdiği mektup-her ne kadar
Çaldıran savaşından sonra ulşamış ise de- Yavuz Sultan Selim’i İran’a sefer
yapması hususunda en kışkırtıcı olanlarından biriydi. O, Kı- zılbaşlan zehirli
bir yılana benzetmekte, onlann Hz. Muhammed’e küfretmelerinin reva
görülemeyeceğinden bahsetmekte ve Selim’i yeni Zülkameyn olarak
nitelendirmekteydi. Buna göre, Zülkar- neyn doğu seferine çıktığında İran
topraklarına hâkim olup İran hükümdarlarının devrine son verdiğinden; şimdi
tıpkı Zülkar- neyn gibi, Selim de İran seferine çıktığında bunu gerçekleştire-
bilirdi. Mektupta, sahabeden nakledilen bir hadise atıf yapılarak “İslam’da
ıızunca bir süreden sonra bir Zülkameyn uyanır.” denildiğini, Selim’in ise
işte bu vaat edilen Zülkameyn olduğunu bildiriyor ve ona “Gel ey dinin
yardımcısı putu kır da Rum tahtına Fars mülkünü ekle.” deniliyordu
. Böylece Şah İsmail’in kendisini kadim İran
imparatorlarından biri gibi görmesine paralel olarak Yavuz Sultan Selim de
-kendisinin böyle bir düşüncesi olmamakla birlikte- İran hükümdarlarını
ortadan kaldıran Zülkameyn gibi görülmeye başlanmıştı.
Yavuz Sultan
Selim, 1513 yılında Safevîlerle savaş konusunu divanda müzakere ettikten
ve vezirleriyle de hemfikir olduktan sonra ilk
iş olarak İran seferine dair fetva çıkarttı. Bu fetvada Kızılbaşlar üzerine
sefer yapmanın gerekçesi olarak, Safevîlerin mülhid ve zındık bir topluluk
olduğu, sahabeye küfrettikleri, büyük sahabelerin büyüklüklerini tanımadıkları,
değerli kişüerin kanlarını dökmekte sakınca görmedikleri, mescidleri ve
ibadethaneleri yıktıkları gösterildi. Onlarla savaşmanın, fesat kapılarını
kapatacağından, vacip; kanlarının dökülmesinin helal, köle ve cariyelerinin
yağmalanmasının mü- bah olduğu ifade edildi . Fetvada ayrıca,
Kızılbaşlara meyledip onlara yardım edenlerin de kâfir olduğu, bunları kırıp
cemaatlerinin dağıtılmasının Müslümanlar üzerine vacip ve farz olduğu, bir
belde ahalisinin bunlardan olması halinde Sultan’m Allah adına bunların ileri
gelenlerini katledip mallarını, kadınlarını ve çocuklarını İslam gazileri
arasında dağıtıp paylaştıra- bileceği, bunların pişmanlık göstermesine asla
itibar olunmaması gerektiği bildirilmekteydi
.
Bundan sonra etrafa
emirler gönderilerek 1514 yılının Nevruz’unda
(Mart) sefere çıkılacağı bildirilip ordunun
toplanmaya başlaması istendi. Bazı erzak, sefer güzergâhına daha kolay
ulaştırılabileceği düşüncesiyle gemiyle Trabzon limanına gönderildi. Yavuz
Sultan Selim 21 Mart 1514’te orduyla Edirne’den hareket ederek bir aylık bir
yürüyüşten sonra İstanbul’a geldi. 20 Nisan 1514’te Üsküdar’a geçildi. Orduya
yeni katılımlarla birlikte harekete edilip Kayseri yakınlarında Kızdırmak geçilip
Sivas üzerinden Safevî topraklarına girildi.
Bu arada, Anadolu’daki
Kızılbaşlann herhangi bir kanşıkhğa sebep olmamalan için tespit edilmeleri ve
ileri gelenlerinin öldürülmeleri yolunda bir emir çıkarıldı. İdris-i Bitlisi
bu emre uygun olarak kırk bin Kızılbaş’ın yâzddığı ve hepsinin öldürüldüğünü
kay-: dediyor . Diğer Osmanlı kronikleri de daha çok İdris-i
Bitlisî’yi kaynak olarak alıyorlar . Buna karşılık,
Anadolu’daki olaylan takip eden Safevî kaynaklanndan hiç biri Kızdbaşlara
yönelik sistemli bir katliamın yapddığından söz etmemektedirler.
Bununla birlikte, bu
hususun tam olarak gerçekleşip gerçekleşmediği hususu şüphelidir. Çünkü
öncelikle yukarıda ifade edildiği üzere Osmanlı sınırlan içindeki Kızılbaş
sahalan oldukça sınırlıydı ve bunlann en kalabalık olduğu yerlerden biri olan
Teke ve Hamid bölgesinden kalabalık bir grup II. Bayezid döneminde çoktan
İran’a gitmişlerdi.
İkinci
olarak, Osmanlı topraklarındaki nüfus hareketlerini çok iyi takip edebildiğimiz
vergi defterlerinde bu denli bir nüfus kaybının varlığına dair bir iz yoktur.
Eğer bu katliam gerçekleşmiş olsaydı, en iyimser ihtimalle yüzlerce köyün
haritadan silinmiş olması gerekirdi*51. Ya da en az 8000 ilâ 10000
hanelik bir grubun birdenbire yok edilmesi söz konusu olabilirdi
. Bu durum merkezi hazine ve gelirleri paylaşan
zümreler için ciddi bir vergi kaybı anlamına gediği için her halükârda
kayıplarının nedenlerini açıklayan ifadeleme rastlanılması gerekir. Oysa
tahrir kayıtlarında böy- lesine büyük ölçekli bir kayıp yerine nadiren “Kızılbaşfetretinde
ahalisi boşalan köylere rastlanmaktadır. Mesela Şahkulu ayklan- masının
cereyan ettiği Karaman topraklarında Larende ye ait bir köyün vergisiyle
alakalı derkenarında Kızılbaş fetretinden bahsedilmektedir. Keza Osman Gümüşçü’nün
tespitlerine göre 1500 ilâ 1518 yıllan arasında bütün Larende’de bölgesinde
kaybolan köy sayısı 34 olup, sadece birinde “Kızılbaş Feteratı” notu düşülmüştür
.
Diğer köylerin niçin tespit edilemediğne dair kayıt yoktur. Gümüşçü bu durumun
sebepleri arasında bölgenin anılan tarihler arasında çatışmalara ve orduların
geçişlerine (1511 Şahkulu ayaklanması, 1514 İran seferi, 1516-1517 Mısır
Seferi) sahne olmasını da sebepler arasında sayıyor ki, bu görüş yabana
ahlamaz .
Ayrıca, Osmanlı-Safevî
ilişkilerinin gerilmeye başladığı dönemlerde Doğu Anadolu’da bazı köylerin
boşaldığının tespit edilmesi de görüşümüzü doğrulamaktadır»6. Kaldı
ki bu köylerin ahalisinin bütünüyle Kızılbaş olmadığı, aralarında Sünnî
ahalinin de
bulunduğu, bunların çatışma bölgesinden kaçtıkları
ve bir kısmının geri döndüğü tespit
olunmaktadır .
Topkapı
Sarayı Arşivi’nde tesadüf edilen tarihsiz bir defter parçasında katledilen
Kızılbaşlara dair isimler bulunmakta olup, bunlann sefere katılmadıklan veya
bozgunculuk yaptıldan gibi sebeplerden, öldürüldükleri kayıtlıdır
.
Bu parçada sadece erkek şahıs adlan bulunmakta olup katledilenlerin sayısı on
yedidir. Buna ilave olarak, Şah İsmail’in Karaman bölgesindeki müridle- rini
yönlendirmek için 1512 yılında mektup gönderdiği Turgu- toğlu Musa’nın, 1516
yılında hâlâ tımar tasarruf eden bir sipahi olarak görevini sürdürmesi
Kızılbaş takibinin etkin şekilde yü-
rütülmediği kanaatini kuvvetlendirmektedir.
Yavuz Sultan
Selim, sefer yolunda Şah İsmail’e bir mektup göndererek savaş için harekete
geçtiğini bildirdi. Bu ilk mektupta “Allah katında din İslam’dır, kim
İslamiyet’ten başka bir dine tabi olursa onunki kabul edilmeyecektir.”
ayetlerine yer verilerek başlar . Böylece gerçekte Şah
İsmail ve Safevîleri din dışı gördüğünü ima eder. Bununla birlikte Selim
kendisini sultanlığını atadan-dededen miras olarak aldığım ifade etmek için
Sultan Mehmed oğlu Sultan Bayezid oğlu Sultan Selimşah diye takdim ederken;
Şah İsmail’e “Fermande-iAcem, Sipehsalar-ı azam, Serdar-ı muazzam, Dahhak-ı
rüzgar, Darab-ı girudar, Afrasiyab-ı ahd, Emir İsmair diye hitap ederek
onun sadece bir kumandan veya en fazla bey olduğuna, padişah soyundan
gelmediğine işaret eder. Mektupta devamla “Orman aslandan boşalınca,
yiğitler yurdunu çakal aldı.” sözüyle kendisinin, Akkoyunlu tahtım, tıpkı
çakalın arslan yuvasını alması gibi, ele geçirdiği, Müslümanlara her yönüyle
zulme başladığı, değerli kimselerin kanlarını akıttığı, minberleri ve
mescidleri yıktığı, ashaba küfrettirdiği, halkın temiz inançlarını yıktığı
şeklinde suçladıktan sonra, ileri gelen din adamlarını, kendisinin ve
taraftarlarının küfre düştüğü ve dinden çıktığı için öldürülmeleri gerektiği
yolunda fetvalar verdiğini, bu yüzden dini savunmak amacıyla yola çıktığını,
ipekli elbiseleri bırakıp zırh giydiğini ve amacının kendisini ortadan
kaldırmak olduğunu bildirir. Son olarak Şah İsmail’i İslam’a davet eder, pişmanlık
göstermesini, bu durumda ülkesinin diğer idareciler gibi olmak kaydıyla
kendisinin idaresine bırakmayı düşünebileceğini, aksi halde savaşa hazır
olmasmı bildirir .
Yavuz Sultan
Selim, bu mektuba cevap beklemeksizin ikinci bir mektup daha yolladı. Bunda da
ilk mektubunda dile getirdiği ifadeleri kısmen tekrarladıktan sonra Şah İsmaü’i
yine pişmanlık göstermeye ve itaat etmeye çağırdı. Eğer buna razı gelmezse
ölüme hazır olması tehdidini yineledi .
Bu arada ordu
Karaman toprağında iken Şah İsmail’in durumdan bilgi edinmek amacıyla
Dukakinzâde Ahmet Paşa kalabalık bir ordu ile Sivas’a gönderildi
.
Sivas’a gelindiğinde ordunun durumunu tespit amacıyla sayım yapıldı. Yüz kırk
bin kişiye baliğ olduğu anlaşılınca yaklaşık kırk bin kişilik bir kuvvetini
ihtiyat unsuru olmak üzere geride bıraktı . Muhtemelen
Dulkadiroğullanndan veya Memlüklerden bir saldın gelebileceği düşünülmüştü.
Dulkadir beyi Alâüddevle Bey’e haber gönderilerek orduya katılması istendi.
Ancak o bu talebe cevap vermedi.
Osmanlılar savaşın Erzincan yakınlannda gerçekleşebileceğini
tahmin etmişler ve bütün hazırhklannı buna göre yapmışlardı. Ancak Osmanlı
ordusu Sivas’tan çıkıp Erzincan’a doğru ilerlediği halde Safevîlere dair
herhangi bir iz görünmüyordu. Bu yüzden yabancı topraklarda, bütün güvenlik
imkânlanndan mahrum halde ve düşmanın nerede olduğunu bilmeden ilerlemek
orduda huzursuzluğa neden oldu. Üstelik Safevîler bölgeden çekilirken ekin ve
bostanlan tahrip etmiş, etraftaki ahaliyi de iç kesimlere göçürmüşlerdi .
Bu yüzden
Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’i kışkırtarak ortaya çıkmasını sağlamak
amacıyla üçüncü mektubu gönderdi. Bu mektupta da diğerlerinde olduğu gibi
tehdit ifadeleri çoğunluktaydı; kendisine Osmanlı ordusunun yola çıktığı ve
hazırlıklarım görmesi gerektiği haberinin gönderildiğini, ancak günlerdir Azerbaycan
yöresinde Osmanlı ordusu dolaştığı halde bunu duymazdan geldiği ve gizlendiği
ifade ediliyor ve
korkmasının nedeni ordunun sayıca çokluğu ise bu korkunun kaldırılması için
kırk bin kişinin geride bırakıldığı anlatılıyor, "Sende azıcık yiğitlik
var ise gelip askerime karşı koy F diye bitiriliyordu
.
Mektubun
yaratacağı kışkırtmayı daha da kuvvetlendirmek için Şah İsmail’e onun tekkede
dervişlik yapmasını tavsiye eder nitelikte asa, aba ve hırka; korkaklığına
vurgu yapmak için kadın giysileri, peçe ve çemberler gönderildi
.
Yavuz Sultan
Selim’in İran üzerine yürüdüğü haberi geldiğinde Şah İsmail İsfahan’da
bulunuyordu . Hemen Tebriz’e doğru harekete geçti. Ustaclu
Han Muhammed’in orduya katılması için Diyarbekir’e adam gönderdi. Hemedan’da
iken Yavuz Sultan Selim’in savaşa çağıran üçüncü mektubunu getiren elçi geldi
.
Şah İsmail bu mektuba verdiği cevapta: Selim’i öven cümlelerden sonra II.
Bayezid ile ilişkisine atıfta bulunarak Dul- kadiroğlu ile yaptığı savaşa
giderken onunla dostluk kurulduğuna, kendisinin de bu sıralarda Trabzon’da vali
olduğuna ve aynı görüşü paylaştıklarına dikkat çekti. Şimdi ise kızgınlığının
sebebini ve mektuptaki kaba ifadeleri anlayamadığını, bunun da olsa olsa
kâtiplerin afyonlan azaldığı için bunalmış kafa ile yazmış olabileceklerini,
bu amaçla onlann kullanması için cevabî mektupla beraber afyon da gönderdiğini
bildirdi. Mektubun tehdit kısmında ise Anadolu ile ilgilenmesinin sebebinin
orada müridlerinin çok olmasından kaynaklandığını, Osmanlı hanedanına karşı
sevgi beslemesinden dolayı Anadolu’da tıpkı Timur’un yaptığı
gibi bir kargaşalığa sebep olmak istemediğini
ifade edip, yine de bu “nazik” üsluptan anlamaz ise daha fazla beklemeden
savaşa hazır olduğunu bildirdi .
Şah İsmail’in
bu mektubu ile gönderdiği afyon Yavuz Sultan Selim’e Temmuz ayında Yassıçemen
menzilindeyken ulaştı . Böylece kışkırtmalar
neticesini vermiş ve Şah İsmail’in hiç olmazsa karşı çıkacağına dair bir
işaret alınmıştı. Son olarak ona daha kışkırtıcı ve hakaret dolu bir mektup
daha hazırladı: “İsmail Bahadır, mektup gönderip cesaretle ilgili birkaç söz
söylemişsin ve gelmekte acele ediniz, biz de beklemekten kurtulalım demişsiniz.
Biz de cibilliyetimizdeki cüreti harekete geçirip uzak yoldan sayısız miktarda
asker ile yollar ve menziller geçerek, tasarrufunda olan memleketlere
girdik... Padişahların hâkimiyeti altındaki topraklar, onun nikâhlı karısı
gibidir. Erkeklikten ve delikanlılıktan azıcık pay almış, en azından içinde
cesareti olan kişilerin, başka birileri tarafından ona taarruz edildiğinde tahammül
etme ihtimalleri yoktur. Öyle ise kahraman askerlerim bunca zamandır senin
topraklarında dolaşıp murat alıyorlar. Senin ne adın var ortada, ne vücudun.
Öyle bir gizlenmişsin ki varlığınla yokluğun birbirine eşit. Cesaret toplamaya
kimin ihtiyacı olduğunu durum ortaya çıkardı. Durum şudur: Şimdiye kadar
senden bir fiil ortaya çıkmadı ki biz cesaretli ve yiğit olduğunu anlayalım...
Mübtela olduğun derdin devasını da öğrendik. O tür nesneler kullanmak kalbe
cesaret verirmiş. Sen şimdi tecrübeli olduğun bu nesneleri kullan ki savaş
zamanı bana karşı koymaya cesaretin gelsin. Bizim tarafımızdan da sana büyük
yardım yapıldı; senin kalbinin zayıflığını ortadan kaldırmak için kırk bin
kişiyi ordudan ayırıp Kayseri ile Sivas arasında bıraktım. Düşmana mürüvvet
ancak bu kadar olur, daha olmaz.
Eğer
bundan sonra da korkudan saklanmaya devam edersen erlik adı sana haramdır.
Miğfer yerine başörtüsü, zırh yerine çarşaf giyip kumandanlık sevdasından
vazgeç.”
Bu mektubun
gönderilmesinden birkaç gün sonra Akkoyunlu beylerinden Ferrubşad Bey, Osmanlı
ordusuna katıldı . Tercan Bey’i Ahmed Bey yakalanıp, idam edildi.
Keza aynı günlerde orduda “Kızılbaş geldi.” diye bir dedikodu yayılınca
hemen savaş düzenine geçildi. Ancak bu haberin asılsız olduğu anlaşılınca
sorumluları yakalanarak idam edildi. Keza orduda itaatsizliklerin kaynağı
olarak suçlanan Karaman beylerbeyisi Hem- dem Paşa idam edilip yeri ümeradan
Zeynel Bey’e verildi . Bu arada Trabzon’a gelmiş olan zahirenin orduya
ulaştırılması için çalışmalara başlandı . Çünkü gerek sefer
güzergâhı boyunca ekin ve bostanlann Safevîler tarafından tahrip edilmiş olması
gerekse neredeyse üç aydır yolculuk yapıldığı için orduda zahire sıkıntısının
baş göstermesi yavaş yavaş huzursuzluklara neden olmaktaydı. Ancak daha
önemlisi, Safevîlerden bir haber alınamamış olması, onların nerede
olduklarının bilinmemesi ve saldırının nereden geleceği hususundaki
belirsizlik, her an baskına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalınması
Yeniçeriler ile Yavuz Sultan Selim’i karşı karşıya getirdi. Onlar, Padişah’ı
döndürmek için çadırına kurşun bile sıktılar . Ancak Selim, etkili
konuşmalar yapmak suretiyle ordusunu ikna etti. Bu arada îran içlerine
gönderilen akıncıların getirdiği esirlerden Şah İsmail ve Kızılbaş ordusunun
durumuna dair haberler alındı.
Osmanlı
ordusu Tebriz’e doğru yaklaştığı halde, Şah İsmail anlaşılmaz bir tutumla,
avlanmakla meşgul oldu. Bu durum şimdiye kadar az kuvvetlerle daha kalabalık
ordulara karşı kazandığı zaferlerin etkisi olduğunu düşündürmektedir. Bununla
birlikte yaklaşık kırk bin kişilik bir kuvvet toplayıp Yavuz Sultan Selim’in
yaklaştığı haberi gelince Tebriz’den ayrılarak karşılamaya çıktı
.
Tebriz’de ise yaklaşık yedi bin kişilik ihtiyat kuvveti bıraktı
.
İki ordu Hoy
yakınlarında Çaldıran ovasında karşı karşıya geldi. Şah İsmail, Kızılbaş
reislerini toplayarak durumu müzakere etti. Savaşa girilip girilmemesi
konusunda herkes hemfikir değildi. Özellikle Diyarbekir beylerbeyi Han Muhammed
Ustaclu, Osmanlı ordusunun kuvvetli olduğunu ve Akkoyunlu ordusu ile mukayese
edilmemesi gerektiğini, onlarla yüz yüze savaşmanın yanlış olduğunu, savaşmak
yerine geri dönüş için yola çıkmalarını beklemeyi ve bu esnada saldırmayı
teklif etti . O, Osmanlı ordusunun arabaları yan yana dizip
aralarına düşman askerinin geçmemesi ve safların dağılmaması için zincir
çektiklerini, Yeniçerilerin bu zincirin arkasında durduğunu, geride ise çok
miktarda zahire tuttuklarını anlattı. Keza Nur Ali Halife de benzer şeyleri
söyleyip Osmanlılann Çaldıran ovasına yerleşip saflarım kurmadan saldırmayı
önerdi .
Durmuş Han bu
tekliflere şiddetle karşı çıktı. Hattâ Muhammed Han Ustaclu’nun görüşlerinde
direnmesi üzerine ona “Senin sözlerin Diyarbekir’de geçer.”
diye çıkıştığı gibi onu
aşağılayıp “Han korkmuş” dedi . Durmuş Han’a göre
şimdiye kadar girdikleri bütün savaşları kazandıkları gibi bunu da rahatlıkla
kazanabilirlerdi; bu yüzden düşmanın saflarını bağlamasına müsaade edilmeli ve
merdi merdine savaş yapmalıydılar . Şah İsmail ve oradaki
diğer Kızılbaş reisler bu öneriyi kabul ettiler
.
Bu sayede Osmanlı ordusu ovaya rahatlıkla yerleşip saflarını bağladı. Aynı
şekilde Osmanh karargâhında da savaşın nasıl yapılması gerektiği konusu
müzakere edildi. Piri Paşa, ordunun içindeki Kızılbaş varlığına dikkat çekerek
hemen savaşa girilmesini, aksi takdirde saflarda yarılmalar meydana
gelebileceğini söyledi. Padişah bu fikri muvafık buldu.
Safevî ordusunun sağ
kanadında Durmuş Han-ı Şamlu, Halil Sultan-ı Dulkadir, Lala Hüseyin Bey, Nur
Halife-i Rumlu, Hu- lefa Bey ile diğer Dulkadir, Avşar, Şamlu ve Musullu
beyleri yer aldı. Sol kanatta Ustaclu Muhammed Han ve Çayan Sultan ile Rumlu,
Ustaclu, Kaçar ve diğer oymaklar yer aldılar. Merkezde ise Şah İsmail ile
beraber Mir Abdülbaki, Seyyid Muhammed Kemime, Mir Seyyid Şerif yer aldı. Şah
bin kadar korçuya yanından ayrılmamasını söyledi. Korçubaşı Sanı Pire Korçubaşı
öncü yapıldı . Bütün bu hazırlıklar yapılırken bile Şah,
bıldırcın avlamaktan geri durmadı47”.
23 Ağustos 1514 günü
sabahın erken saatlerinde Safevî ordusunun saldırıya geçmesiyle savaş başladı.
Safevîler daha çok OsmanlI ordusunun sol tarafındaki Rumeli ordusunun üzerine
yüklendiler. Şah İsmail de merkezden saldırıp Osmanlı saflarının son noktası
olan zincirlere kadar yedi defa yaklaştı471. Ancak, Osmanlı
ordusunun ateş gücü karşısında472 Safevî ordusu yavaş yavaş çözülmeye
ve ağır kayıplar vermeye başladı. Sultan Ali-i Avşar, Şah İsmail zannedilerek
yakalanıp Yavuz Sultan Selimin huzuruna götürüldü. Hapiste tutulmakta olan
Safevî elçisi getirilerek yüzleştirildi; Şah İsmail olmadığı anlaşılınca
öldürüldü .
Akşama kadar süren
savaşın sonunda Safevî ordusu dağılmaya başlayınca Şah İsmail savaş meydanını
terk etmeye karar verdi. Hızlı bir şekilde Dergezin’e çekildi. Savaşta Ustaclu
Han Muhammed, Korçubaşı Saru Pire, Lala Hüseyin Bey, Pir Ömer Bey Şireci, Avşar
Sultan Ali Mirza, Muhammed Kemime, Mir Abdülbaki, Mir Seyyid Şerif, Hulefa Bey,
Korçu Köse Hamza Tekelü Yeğen Bey, Köse Hamza gibi ünlü Kızılbaş reislerinin
pek çoğu öldü .
Yavuz Sultan Selim,
Safevî ordusunun geri çekilmesini bir savaş hilesi zannederek, tuzağa düşmek
korkusundan dolayı, onların takip edilmemesi ve yağmaya girişilmemesini
emretti. Bir müddet sonra savaşın kazanıldığı anlaşılınca orduya yağma
izni verildi473 * . Ele
geçirilen esirlerin çoğu katledildi
.
Bu savaşta Osmanlı ordusu
da ciddî kayıplar verdi. Rumeli Beylerbeyi Haşan Paşa, Sofya Sancağı Beyi
Malkoçoğlu AH Bey ve Süistre
Sancağı Beyi Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Prizren Sancağı Beyi Süleyman Bey, Kayseri
Sancağı Beyi Üveys Bey, Niğde Beyi İskender, Beyşehir Beyi Karlıoğhı Sinan
Mora Sancağı Beyi Haşan Ağa gibi pek çok kumandan savaşta maktul düştü
.
Savaşın şiddetine rağmen Safevî kaynaklan ölü sayısını beş bin olarak vermektedir
.
Çaldıran savaşında Şah
İsmail’in eşi Taçlı Begüm’ün Osmanlılara esir düştüğü yolunda özellikle
Osmanlı kaynaklannda yaygın bir kanaat bulunmaktadır.
Taçlı Hanım’m asıl adı
Bigi Hanım olup Musullu Türkmenlerinden Bektaşlu Hanıza Bey’in oğlu Mihmad
Bey’in kızıdır . Onun Musullu Türkmenlerine mensubiyetine dair
herhangi bir tereddüt bulunmamakla birlikte , Alem-ârâ-yı Şah İsmail
adlı eserde Taçlı Begüm’ün Şamlu Türkmenlerinden Abidin Han’ın kızı olduğunu,
güzelliği, yiğitliği ve cesareti ile dikkat çektiğini, kardeşi Durmuş Han ile
güreşip onu yendiğini; bu vasıflarından Şah İsmail’e bahsedilince onunla
evlenmek üzere talip olduğunu, fakat kızın ok ve yay ile kendisinden üstün
gelecek, güreşte kendisini yenecek bir kişi ile evleneceğini söylediğini,
savaşa gitmesine engel olunmadığı sürece Şah ile evlenebileceğini bildirdiğini;
Şah İsmail’in de kızın şartlarım kabul ederek onunla evlendiğini kaydetmektedir
.
Burada nakledilenler Dede Korkut destanlarında Kam Püre Bey Oğlu Bamsı Beyrek
Boyu’nda geçen Banu Çiçek’in Beyrek ile evlenmeden önce öne sürdüğü şartlar ile
benzeşmektedir . Buradan alınmış olması muhtemel olan bu
hikâyenin, aslında Taçlı Begüm’ün Çaldıran savaşma katılmasının kendisinin
cesaretinden kaynaklandığım ve Şah İsmail’in onu engellemediğini söylemek
üzere kurgulandığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki, onun Şamlu Türkmenlerine
mensubiyetine dair hiçbir delile sahip değiliz. Walter Hinz ise Taçlı Hanım’ı
Akkoyunlu Sultam Yakup Bey’in kızı olarak kabul eder
.
Ancak o, bu bilgiyi Venedikli seyyah Angiolello’ya dayandırmaktadır ki bunun
tamamen asılsız olduğu açıktır .
Şah İsmail’in Firuzkuh’u
zaptı sırasında esirler arasında Bigi Hanım’ı görmüş ve kendisine eş olarak
seçmişti (1503). Cevahirü’l- Ahbar’da onun kardeşleriyle birlikte şahın
haremine dâhil edildiği kaydedilmektedir . Bu evlilikten sonra o
Taçlı Hanım, Taçlı Begüm, Şah Bigi Hanım adlarıyla anılmaya başlanmıştı.
Taçlı Hanım’m Çaldıran
savaşma katılması konusuna gelince: Haşan Rumlu ve İskender Bey Münşi Türkmen
gibi devrin önemli tarihçileri başta olmak üzere pek çok kaynak Taçh Hanım’m
Çaldıran savaşma katıldığına dair haberlerden hiç bah- setmemektedir. Hurşah b.
Kubad ise onun Çaldıran savaşından sonra güven içinde olduğu haberinin Şah
İsmail’e ulaştırılmasının sevinç yarattığını bildirerek, savaşta yer aldığını
ima eder . Anonim Alem Ara-yı Şah İsmail, daha önce Taçh
Hanım’m cesur ve savaşçı bir hanım olduğundan bahsettiği hikâyesini onun
Çaldıran savaşına bizzat katıldığını bildirerek tamamlamaya çalışır
.
Keza yine müellifi belli olmayan Alem-ârâ-yı Safevî adlı eser de Taçh Hanım’m
savaş meydanında olduğunu kaydeder ve bir hikâye anlatır: Güya Taçlı Hanım,
savaş esnasında Şah’ın yaralandığı veya öldüğü haberi yayılınca bizzat savaşa
dâhil olur; Şah onu görünce durumun zor olduğunu savaş meydanım terk etmesini
ister, o da bunun üzerine Çaldıran’dan ayrılır. Savaşı kaybeden ve hızla
Dergezin’e çekilen Şah, ertesi gün sabah eşi Taçlı Hanım’ı sorar. Gelmediğini,
Tebriz’e gitmiş olabileceğini söylerler. Şah da hemen Tebriz’e adamlar
göndere- fek durumun araştırılmasını ister. İkinci gün Taçlı Hanım’m Tebriz’de
olmadığı haberi gelir. Bunun üzerine Şah derin bir teessüre kapüıp “Eğer
namusumuz Kayser’in eline düştüyse, bize yaşamak haram olur; ocağımız ortadan
kalkar” diye yakınır. Derhal Durmuş Han’ı, Taçh Hanım’m bulunması için görevlendirir.
Bu sırada savaş meydanından yaralı çıkan ve nereye gittiğini bilmeden at
sürmekte olan Taçh Hanım, Şah Hüseyin İsfehanî ile karşılaşır. Bu adamın
yardımıyla Şah İsmail’in yanına gider .
Safevî
kaynaklarının suskunluğuna rağmen Osmanlı kronikleri Taçlı Hanım’m savaş
meydanında olduğunu ve Osmanlı askerleri tarafından esir edildiğini
kaydetmektedirler . Celalzâde, Çaldıran savaşında sadece Taçh
Hanım’m değil çok sayıda kadının ele geçirildiğini büyük bir övünç içinde
anlatır, kadınların vasıflarını sayarken onların güzelliklerini ön plana
çıkarır . Anonim Tevarih-i Al-i Osman ise Şah İsmail’in
eşlerini savaş meydanında bırakarak kaçtığını söyledikten sonra, onun
eşlerinden birinin Osmanlıların eline geçtiğini nakleder, ancak bu hanımın ismini
vermez . Şükrî-i Bitlisi, Şah İsmail’in karısının zırhlar içinde
olduğunu, savaş meydanında ordunun merkezinde bulunduğunu nakleder . Keza Sucudî
de çok güzel kızların Osmanlıların eline
geçtiğinden bahseder . Buna göre Çaldıran savaşında ele geçen esirler ara- smda
çok sayıda kadın da bulunuyordu
. Bu husus, savaşa girecek olan
askerleri cesaretlendirme arzusundan çok; Safevîlerin askerî yapısından
kaynaklanıyordu. Bilindiği gibi, Safevî ordusu bütünüyle Kızılbaş Türkmenlerden
oluşuyordu ve hemen hepsi aşiret reislerinin idaresi altında savaşa
katılıyordu. Türkmenler sefer esnasında aileleriyle birlikte hareket
ediyorlardı. Akkoyunlu Uzun Haşan Bey’i ziyaret eden J. Barbara bu duruma
bizzat şahit olmuş, ailelerin orduda bulunmasının hareket kabiliyetini kısıtlamadığım,
hattâ şaşılacak derecede hızlı hareket ettiklerini anlatmıştı .
Safevîlerin, Akkoyunlu Türkmenlerine dayandığı göz önünde bulundurulduğunda
Çaldıran savaşında çok sayıda kadının ve çocuğun bulunduğu ve bunlann bir
kısmının esir edildiği yolundaki bilgilerin eksik olmadığı ortaya çıkar.
Taçlı Hanım’ın esareti
konusunda hemfikir olan Osmanlı kronikleri, onun akıbeti hususunda tutarsız ve
birbiriyie uyuşmayan bilgiler nakletmektedirler. Celalzâde, Taçh Hanım’ın
yakalanıp Sultan Selim’in huzuruna getirildiğini, bu sırada huzurda bulunan
Kadıasker Tacizâde Cafer Çelebi’ye verildiğini, Taçlı Hanım’ın Anadolu
vilayetlerinde yerleşip kaldığım naklediyor . Haydar Çelebi
Ruznâmesi’nde Çaldıran savaşında ele geçirilen esirlerin muayenesi esnasında
altın sırmalı elbiseler giymiş olan bir kadının yakalandığını, tahkik edilince
onun Şah İsmail’in karısı olduğunun anlaşıldığını, Cafer Çelebi’ye verildiğini
bildiriyor; ancak kadının ismini zikretmiyor
.
Tarihçi Lütfî de hanımın Tacizâde’ye verildiği bilgisini tekrarlıyor
.
Zaim Mir Mehmet Katibî’ye göre ise Tacizâde Cafer Çelebi kendisine emanet
edilmiş olan hanımı nikâhına alarak Sultan Selim’in hışmına uğramıştır
.
Öte yandan gerek
Celalzâde Tabakatül-Memalik adlı eserinde, gerekse Alî, Künhü’l-Ahbar’da Taçlı
Hanım’m hem yakalanışı hem de akıbeti hakkında Tacizâde ile ilişkilendirilen
hikâyenin dışına çıkarak, onun Mesih Paşazâde tarafından yakalandığım -ya da yakalanıp
Mesih Paşazâde’ye teslim edildiğini- savaş gecesi Mesih Paşazâde’nin misafiri
olduğunu, ertesi gün onun izniyle serbest kalıp hızlı bir şekilde Hoy’a
ulaştığım naklediyorlar. Böylece hiç olmazsa Taçlı Hanım’m Hoy yakınlarında
Şah İsmail’in adamlarına kavuştuğu ve kocasının yanma gittiği bilgisi ile
Safevî kroniklerine yaklaşıyorlar . Ancak onların bu
bilgiyi Hoca Sadeddin Efendi’den aldıkları anlaşılıyor. Keza, Müneccimbaşı da
savaşta ele geçirilen kadınlardan bahsederken, Şah İsmail’in Bihrûze adlı
eşinin esir edildiğini bildiriyor ve kendi döneminde de Taçlı Hanım’m yakalandığına
dair meşhur bir hikâye bulunduğunu, ancak bunun asılsız olduğunu söylüyor. O,
bu konuda Hoca Sadeddin Efendi’nin verdiği bilgilerin muteber olduğuna dikkat
çekerek ondan geniş bir alıntı yapıyor . Şu halde Hoca Sadeddin
Efendi’nin naklettiği bilgiler diğer Osmanlı tarihçilerine göre daha muteber
olması gerekir. Çünkü Hoca Sadedin Efendi, Osmanlı ordusunda bulunan Babası
Haşan Can ile Safevî ordusunda yer alan dedesi İsfahanlı Hafız Muhammed’den iki
farklı hikâye dinlemiştir. Bu hikâyeler aslında hem Osmanlı hem de Safevî
tarihleri tarafından nakledilen ve tekrarlanan bilgiler ile öıtüşmektedir.
Hoca Sadeddin’in dedesinden naklettiği hikâyeye göre, Şah İsmaü savaş meydanım
terk ettikten sonra Muhammed Hafiz İsfahan! ve yoldaşları da Çaldıran ovasından
ayrılmışlar, Tebriz yakınlarında rastladıkları Kızılbaşlardan Şah’m durumunu
sormuşlar; onlar da Şah’m iyi olduğunu fakat Taçlı Hanım’dan haber alınamadığım
söylemişler. Daha sonra yolda Helvacıoğlu Hüseyin Bey ile karşılaşmışlar, o,
Şah’m yaralı olduğunu, Taçlı Hanım’m bulunamamasın- dan dolayı derin üzüntü
duyduğunu, kendisini de Taçlı Hanım’ı aramakla görevlendirdiğini anlatmış.
Hafız Mehmed ve yoldaşları Tebriz’e gidip gizlenmişler. Sonraları Taçh Hanım’m
kaçarak Hoy Meliki’ne vardığım, onun da aceleyle Şah İsmail’e ulaştırdığım
duymuşlar . Bu hikâye, Alî tarafından da yine Molla Muhammed
İsfahanî’ye dayandırılarak anlatılır .
Burada
nakledilen bilgiler, yukarıda da izah edildiği gibi Safevî kaynaklarında
nakledilenler ile hemen hemen aynıdır. Ancak savaşın sona ermesi ve Safevî
ordusunun dağılması ile Taçlı Hanım’m kaybolup bulunması arasındaki bir veya
iki günlük boşluk tam olarak doldurulamamaktadır.
Hoca
Sadeddin’in naklettiği ikinci hikâye ise Sultan Selim’in mutemet adamlarından
babası Haşan Çan’a ait. Onun “Rahmetli Babam kimi doğru haber vericilerden
anlatırdı ki.” diye başladığı hikâyesinde Taçlı Hanım’ın savaşm en kızgın
zamanında Mesih Paşazâde’nin eline geçtiğini, onun çadırında bir gece
saklandığını, yanında bulunan “Lâl-i Böğrek” diye bilmen mücevheriyle beraber
diğer değerli ziynetlerini verip azat olmak için yalvardığını, Mesih
Paşazâde’nin de onun durumuna acıyarak serbest bıraktığım naklediyor5'15.
Lâl-i Böğrek Akkoyunlu sultanlarının hâzinesine ulaşmış nadir ve şöhretli
taşlardan biriydi. Akkoyunlulann inkırazı sırasında Emir Han Musullu’nun eline
geçmiş olmalı ki o, Şah İsmail’e itaatini bildirdiği sırada bu taşı da yanında
getirmiş ve Şah’a sunmuştu .
İkinci hikâyede yer alan
Taçlı Hanım'm mücevherleri hususu Osmanlı arşiv vesikalarınca da doğrulanmış
olması, hakikaten böyle bir olayın varlığını kanıtlıyor
.
Bir farkla ki vesikada mücevherlerin vasıflan tanımlanırken “Lâl-i Böğrek”in
adı zikredilmemektedir. Bununla birlikte Hoca Sadedin, kendi döneminde
duyduklannm veya kitabına kaynak olan diğer tarihlerin tesiri ile olsa gerek
Tacizâde’ye nikâhlandığı meselesini tekrarlıyor; hattâ Şah İsmail’in Yavuz
Sultan Selim’e elçi göndererek Taçlı Hanım’ın serbest bırakılması için ricada
bulunduğunu naklediyor .
Oysa Safevî kaynaklanndan
anlaşıldığına göre Taçlı Begüm, Çaldıran savaşından sonra Şah İsmail ölünceye
kadar onun ya- anıdaydı ve Şah İsmail’in üzerinde tesirli olduğundan, devlet kademesinde
yapılan tayin ve azillerde sözü geçiyordu . Mesela, Musullu Emir
Han, Herat’ta iken, Babür Padişah ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle Şiî
ulemadan Mir Muhammed Mir Yusufu öl- dürtünce, bu durum Şah İsmail’in çok
zoruna gitmiş, onu görevden alıp Tebriz’e çağırtmıştı (1521/22). Emir Han
öldürüleceğini düşündüğünden Taçlı Hamm’a sığınmış, bu suretle Şah’ın gazabından
kurtulmuştu . Hattâ Tahmasb’ın hükümdar olması hususunda
etkin rol oynamış; Şah’ın ölümünden sonra ülkede karışıklık çıkmasına mahal
vermemek için henüz 10 yaşlarında olan Tahmasb’ın elinden tutarak bizzat
getirip tahta oturtmuştur . Bu yönüyle, gerek
haremde gerekse saray bürokrasisi üzerinde etkililiğinin devam ettiği
görülmektedir .
Görülüyor ki,
Taçh Hanım Çaldıran savaşında yer almış ve Osmanlılann eline esir düşmüştür.
Ancak, onun esaretinin bir günden fazla sürmediği kısa zaman içinde Şah
İsmail’in yanına gittiği ve kalan hayatını Safevî sarayında tamamladığı tespit
olunuyor .
Savaşın ertesi günü divan
toplandı. Neticeler tartışıldıktan sonra Tebriz’e yüründü. Tebrizliler Osmanlı
ordusunu karşılamaya çıktılar. Dukakinzâde Ahmet Paşa ve Defterdar Piri
Paşa’yı önden göndererek Tebriz’de herhangi bir yağma olmaması için tedbirler
aldırttı . Bu sayede Tebriz şehri yağma edilmedi
.
8 Eylül 1514’de Haşan Padişah Camü’ne (Nasıriye Camii) gidilerek namaz kılındı
.
Hutbede Dört Halife’nin adı okunup Sünnîlik yeniden ikame edildi
.
Alî’nin naklettiğine göre Tebriz’de kendini gizlemek zorunda kalan Sünnîler bu
durumdan çok memnun kaldılar .
Heşt Beheşt sarayındaki
bütün eşyalara el konularak deftere kaydedildi
.
Bu kayıtlardan Şah İsmail’in hâzinesinin önceden kaçırıldığı, geriye çok fazla
kıymeti olmayan eşyaların kaldığı anlaşılıyor.
Yavuz Sultan Selim,
Tebriz’de bir hafta kaldıktan
sonra, gerek zahire darlığının baş göstermesi, gerekse Şah İsmail’in ele geçirilememiş
olmasından dolayı güvenliğin tam olarak sağlanamaması yüzünden
kışı Tebriz’de geçirmeyi göze alamayarak
Amasya’ya doğru harekete geçti. Dönerken Hüseyin Baykara’nın oğlu Bedi- üzzaman
Mirza ile
beraber Tebriz’in usta ve sanatkârlarından kalabalık bir grubu yanma aldı
.
Yavuz Sultan Selim’in
geri dönüşü Osmanlılann en başından beri bütün İran mülkünü ele geçirme
niyetinde olmamalarından kaynaklanıyordu. Çünkü İran, doğu-batı ve kuzey-güney
yönlerinde derinliği fazla olan bir yerdi. İran’ın içlerine doğru girmek,
ordunun bütünüyle savunmasız hale gelmesi, yiyecek ve zahire tedarikinin
zorlaşması anlamına gelirdi. Çaldıran zaferi ile Şah İsmail efsanesi
yıkıldığından maksat geniş ölçüde hâsıl olmuş, İran’dan Anadolu’ya gelebilecek
tehlikelerin önü alınmış, sınırların güvenliğini tesise yönelik faaliyetlere
sıra gelmişti.
Şah İsmail, Osmanlı
ordusunun çekildiği haberim alınca hemen Tebriz’e geldi
.
Artık eski gücünü ve itibarım büyük ölçüde kaybetmiş, yenilmezlik anlayışı
büsbütün kırılmış, moralsiz ve mağlup bir hükümdardı. Ortaya çıktığı günden
Çaldıran’a kadar girdiği dört büyük savaşı belirgin bir üstünlükle kazanan
ordusu, kalabalık ve ateşli silahlara sahip Osmanlı ordusu karşısında hiçbir
varlık gösteremediği gibi yenilmezliğine inandıkları Şahlarının yenilgisini
görme talihsizliğine de ermişlerdi . Üstelik daha
yenilginin ilk günlerinde bazı itaatsizlikler de ortaya çıkmaya başladı.
Bediüzzaman Mirza’nın oğlu Muhammed Zaman Mirza Şah’ın ordusundan ayrılarak
Esterebad’a gidip bölgenin hâkimi Talışlı Pir Gaib’i yenerek şehri ele
geçirdi. Esfera- yin hâkimi Tekelü Burun Sultan üe Hoca Muzaffer Bitikçi onun
üzerine yürüdülerse de Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’e girmesi yüzünden yavaş
hareket edip ortada dolaşan dedikoduları anlamaya çalıştılar. Nihayet, Osmanlı
Sultanı’nm çekilmesi üzerine Muhammed Zaman Mirza’yı Esterabad’dan çıkardılar.
O, Gar- cistan tarafına kaçtı .
İlginç bir
problem ise Şiraz hâkimi Dulkadirli Halil Sultan ile ilgili olarak Çaldıran
savaşında yaşanmıştı . Onun savaş meydandaki hatalarını affetmeyen
Şah İsmail, Şiraz’a adam göndererek onu öldürtüp yerini Dulkadirlilerin
Çiçekli aşiretinden Ali Bey’e verdi . Bu esnada Halil Sultan
kalabalık askerlere sahip olmasına rağmen direnmemiş, tek başına Şah’ın emrini
yerine getirmeye gelen Kotçu Kör Süleyman’a başını vermekte tereddüt
göstermemişti. Bu durum Kızılbaşlann Şah İsmail’e her durumda bile sınırsız
bir itaat ile bağlandığını göstermesi bakımından önemliydi.
Şah İsmail,
Çaldıran savaşındaki kayıplarını telafi edebilmek, özellikle ölmüş olan
kumandanlarının yerlerini doldurmak amacıyla yeni tayinler yaptı. Bu cümleden,
Emirü’l-ümerahk Ustaclu Çayan Sultan’a, Nezaret-i Divan-ı Âli Mirza Şah
Hüseyin-i İsfahanî’ye ; Sadaret ise Cemaleddin
Muhammed-i Esterabadî’ye verildi. Ustaclu Muhammed Han’ın savaşta
ölmesi üzerine kardeşi Kara Bey, “Han” unvanıyla Diyarbekir eyaletinin
idaresiyle görevlendirildi. Hoylu Melek Bey, emirlik makamına yükseltildi
.
— Zeynel Han,
Durmuş Han, Çayan Sultan, Div Sultan gibi önde gelen Kızılbaş reisleri Şah
İsmail’in otoritesini yeniden temin için bütün güçleriyle çalışmaya devam ettiler.
Osmanlı
ordusu dönüş yolunda Kemah kalesini kuşattı. Burayı savunmakta olan Varsaklar
direniş gösterdilerse de kale kısa süre içinde Osmanlılann eline geçti (19
Mayıs 1515). 300 kadar kale muhafızı katledildi .
Trabzon ve çevresinin
idaresine tayin olunmuş olan Bıyıklı Mehmed Paşa’nın, kalabalık bir ordu ile
Erzincan üzerine yürüdüğü haberi ulaşınca Rumlu Nur Ali Halife sekiz yüz kadar
sipahisiyle onu karşılamaya çıktı. Ancak, kalabalık Osmanlı ordusu karşısında
hiçbir varlık gösteremeyerek yenilip maktul düştü. Yanında bulunan Aykutoğhı
Muhammed küçük bir grup ile kaçmayı başardı .
Yavuz Sultan
Selim’in emriyle Kürt beylerini itaate davet etmeye giden İdris-i Bitlisi
onlarla toplantılar yaparak hepsini herhangi bir savaşa mahal bırakmadan
Osmanlı idaresine kattı. Böylece kısa süre içinde Kiğı, Hani, Bitlis, Sürt,
Hizan, Hısn-ı Keyfe, Palu gibi irili ufaklı merkezler Safevî hâkimiyetinden
çıktı. Osmanlı sınırlan Kars’tan güneye doğru Erzincan, Bayburt, Kemah,
Bitlis’ten Diyarbekir’e dayandı. Böylece doğu sınınnın kuzey kesimleri geniş
ölçüde meydana çıkmış oldu. Ancak güney kesiminin en önemli şehri olan
Diyarbekir hâlâ Safevîlerin idaresinde bulunuyordu.
Ustaclu
Muhammed Han’ın Çaldıran savaşında öldürülmesinden sonra Safevîlere karşı
direnişe geçen Diyarbekirliler Ahmed Çelebi’nin idaresinde, Şah İsmail
tarafından yeni vali olarak atanan Ustaclu Kara Han’ın şehre girmesini
engellediler. Kara Han da Mardin’e yöneldi. Ahmed Çelebi, Osmanlılarla
işbirliğine girip Bıyıklı Mehmed Paşa’yı Diyarbekir’e davet etti. Paşa hızla
gelip şehre girdi. Kara Han durumdan haberdar olunca, Diyarbekir üzerine
yürüdü. Askerleri Osmanlı kuvvetlerine nazaran sayıca az olmasına rağmen
onlarla savaşa tutuştu. Öncü birliklerini yendi. Bunun üzerine Bıyıklı Mehmed
Paşa yirmi binden fazla asker ile gelip Mardin yakınlarında yapılan savaşta
Kara Han’ı öldürdü . Böylece Diyarbekir ve çevresi bütünüyle Osmanh
hâkimiyetine girmiş oldu (1516).
Osmanlılann
Çaldıran savaşından sonra doğu şuurlarım denetim altına almalannın en önemli
etkisi, Osmanlı hâkimiyetinde kalan Kızılbaş Türkmenler üzerinde oldu. Osmanlı
idarecilerinin sınır ve yol güvenliği hususunda teyakkuz halinde olmalan
Anadolu’daki Kızılbaşlann İran ile irtibatını geniş ölçüde engelledi. Bunun
tabii neticesi olarak tarikatının dini işlevlerinde devamlılığı sağlayacak ve
bilgi tazelenmesine imkân verecek olan Safevî halifelerinin ülkeye girişi hemen
hemen sonlandınldı. Yazılı kaynaklardan da beslenememeleri yüzünden Kızılbaş
ocaklan zaten var olan sözlü geleneğe daha çök yaslanmaya başladılar.
Diğer yandan, gerek
ulaşım imkânlarının sınırlı oluşu, gerekse topluca yaptıkları hareketlerin
takip edilmesi ve koğuşturulması yüzünden konar-göçer veya yerleşik Kızılbaşlann
kendi aralanndaki irtibat da büyük Ölçüde koptu. Bu durum aralannda şekü bakımından
bazı küçük farkhlıklann da doğmasına yol açtı.
Ama asıl farklılık İran’a
giden Kızılbaşlar ile Anadolu’dakiler arasında görüldü. Safevî Devleti’ni kuran
Kızılbaşlar, Şah İsmail’in Şiileştirme politikası içinde evrilip hızla Şiîleşirken,
Anadolu’daki Kızılbaş Türkmenler içe kapanıp inançlarım geleneksel usullerle
devam ettirdiler .
Şah İsmail çok fazla
gecikmeden Yavuz Sultan Selim henüz Amasya’da iken bir mektup göndererek banş
girişiminde bulundu. Ancak Yavuz Sultan Selim, gelen elçilere iltifat
gösterme- yip hapse attırdı. Şah İsmail, onun İstanbul’a dönmesinden sonra
gösterişli hediyelerle birlikte yine elçiler gönderdi. Osmanlılar,
Şah İsmail’in banş isteyen mektubunu defalarca okuyup, müzakerelerde
bulundular ve nihayet bu tür çabaların bir hile olabileceğine, Şah İsmail’in
zaman kazanmaya çalıştığına yorumladılar. Elçiler Dimetoka ve Kilidbahir’de
hapsedildi .
1514 yılında Safevî
Devleti’nin batı sının hızla değişirken, doğu sınınnda yer alan Horasan ve
özellikle Herat’ta şiddetli bir kıtlık meydana gelmişti. Yiyecek sıkıntısı o
dereceye ulaşmıştı ki, bölgenin hâkimi Zeynel Han, insan yediği söylenenleri
cezalandırmaya başlamıştı .
Daha önemlisi Şah
İsmail’in yenilmesinden cesaret alan Öz- bekler, 1515’te Horasan’a saldırmaya
başladılar. Kayın Hâkimi Musullu Emir Han ve Belh hâkimi Rumlu Div Sultan
Tebriz’e gelerek Özbeklerin saldırılarından bahsettiler; Div Sultan, Özbeklerle
yaptığı savaşlarda askerlerden ve atlardan çıkardığı bir sandık dolusu ok ve
mızrak uçlanm Şah İsmail’e gösterip Özbeklerle giriştiği savaşları kazandığım
ancak Horasan’ın şu anda sahipsiz kaldığım anlattı. Bunun üzerine Şah İsmail,
Horasan bölgesinin idaresini henüz bir yaşındaki oğlu Tahmasb’a verip, ona, Kayın
hâkimi Musullu Emir Han’ı lala, Gıyaseddin Muhammed’i de vezir olarak atadı
.
Horasan'ın yeni idarecileri 1516 Nisan’ında Herat’a gelip idareyi ellerine
aldılar.
Bu esnada Muhammed Zaman
Mirza, Emir Orduşah üe beraber Belh’e saldırdı
.
Rumlu Div Sultan’ın hizmetinde bulunan Baharlu Muhammed şehri tahkim edip
savunmaya çekildi. Ancak birkaç aydan fazla dayanamayıp şehri teslim etmek
zorunda kaldı. Böylece Belh elden çıktı. Emir Orduşah Belh’in idaresini kardeşi
Kıvam Beye bırakınca Muhammed Mirza ile aralarına soğukluk girdi. Kısa süre
sonra da onun tarafından öldürüldü. Bunun üzerine korkuya kapılan Kıvam Bey,
Babür Padişah’tan yardım istedi. Babür’ün geldiği haberini alan Muhammed Zaman
Mirza, Belh’ten ayrılarak Garcistan’a gitti. Babür, Belh’i kendi adamlarından
Emin Be/e bırakıp, Mirza’yı takibe devam etti. Garcistan hâkimlerinden Emir Şah
Muhammed Seyfiil-Mülük ve Gıyaseddin Ali, Muhammed Zaman Mirza’yı karşılayıp
destek verince Babür geri dönmek zorunda kaldı. Bir yıl sonra (1517) Şah
İsmail, Musullu İbrahim Han ile Avşar Ahmed Sultan’ı Muhammed Zaman Mirza’nın
üzerine gönderdi. Seyfii’l-Mülük ve Gıyaseddin Ali, Kızılbaşlar karşısında
tutunamayıp geri çekilince Kızılbaşlar Muhammed Zaman Mirza’yı kolaylıkla
yendiler . Daha sonra Belh hâkimi tarafından yakalanan
Mirza, esir olarak Kabil’e Babür Padişaha gönderildi Ancak burada Babür’ün kız
kardeşiyle evlendikten sonra Belh hâkimi olarak geri dönüp şehrin idaresini
eline aldı .
1521
Mayıs’mda Özbek Han’ı Ubeyd Han’ın otuz binden fazla süvari ile Ceyhun’u geçip
Herat üzerine yürüdüğü haberi geldi. Rumlu Piri Sultan, Emir Han’m oğlu
Mercimek Sultan ve Nohut Bey (Emir Bey’in kardeşi) şehri tahkim etmeye başladılar.
Şehrin bütün kapılarını tuttular. Ubeyd Han, Herat’ı yaklaşık iki hafta
kuşatma altında tuttuktan sonra Haziran ayının başında Buhara’ya döndü
.
Aynı yıl
Herat hâkimi ve şehzâde Tahmasb’ın lalası olan Musullu Emir Han, Şah îsmail
tarafından çok sevilen ve saygı duyulan bir kişi olan Mir Muhammed Mir Yusuf u
öldürdü. Bu durum Şah İsmail tarafından kendisine karşı bir itaatsizlik
teşebbüsü olarak algılandı. Hemen Durmuş Han’ı bölgeye gönderdi. Onun
arkasından da Hoca Habibullah’ı olayı soruşturması için Herat’a yolladı. Ancak
Durmuş Han, Emir Han’a saygısından dolayı bu soruşturmaya izin vermedi
.
Emir Han
Herat hâkimliğinden ve lalalıktan azledilerek Tebriz’e çağrılıp Durmuş Han,
Herat hâkimliğine getirildi. Emir Han, bu gelişmeden dolayı büyük bir üzüntüye
kapıldığından dönüş yolunda hastalandı. Bununla birlikte Şah’ın eşi Taçlı
Begüm, onun herhangi bir zarar görmesine mani oldu. Emir Han 6 Temmuz 1522’de
vefat etti .
1518 yılında
ülkenin pek çok yerinde meydana gelen karışıklıklardan istifade etmek isteyen
Mazendaran hâkimi Aka Muhammed bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Şah İsmail,
Rumlu Durmuş Han ve Şamlu Zeynel Han’ı Mazendaran’a gönderdi. Onlar kalabalık
bir ordu ile gelip önce Kelis kalesini daha sonra Evlad kalesini ele
geçirdiler. Mazendaran yeniden itaate alındı. Daha sonra Sari üzerine gidildi.
Sari, Rüstemdar ve Hezarcerib hâkimleri Kızılbaş ordusuna gelerek Şah İsmail’e
bağlılıklarını bildirdiler . Aka Muhammed 1521’de
yeniden isyan ettiyse de Te- kelü Çühe Sultan tarafından isyanı bastırıldı.
Aynı yıl
içinde Reşt hâkimi Emir Dibac, Lahican hâkimi Karkiya Sultan Ahmed, Şirvan
hâkimi Şeyh Şah Tebriz’e gelerek Şah İsmail’e bağlılıklarını bildirdiler
.
Şah, Emir Dibac ve Şeyh
Şah’ı kız kardeşleriyle evlendirdi.
Öte yandan,
1516 yılında Gürcistan beylerinden Karkara ile Menuçehr arasında çatışma
meydana geldi. Karkara, Tebriz’e kaçarak Şah İsmail’den yardım istedi. Şah,
Rumlu Div Sultan, Te- kelü Çirkin Haşan, Kaçar Narin Bey ve Rumlu Kazak Bey’i
Gürcüs- tan üzerine gönderdi. Kızılbaş ordusu Şuregil üzerinden Akşehir’e
yöneldiler. Menuçehr, elçiler göndererek banş isteğinde bulunduysa da sonuç
alamayınca Osmanlı Devleti’ne sığındı. Div Sultan, Gürcüstan hâkimiyetini
Karkara’ya bıraktı . Bu sefer esnasında Kızılbaş reisleri arasında
anlaşmazlık meydana çıktığından Div Sultan, Tekelü Çirkin Han’ı öldürdü
.
Böylece Şah İsmail’in ölümünden sonra meydana çıkacak olan oymakçılık
taassubunun ve aşiretler arasındaki kavganın da fitilini yakmış oldu.
1522 yılında
Gürcistan hâkimi Levent Han, Şeki vilayetine saldırıya geçince Rumlu Div
Sultan, Şeki hâkimi Haşan Bey’in yardımına gitti. Ancak, Levent Han’m Şah’a
itaat edeceğini bildirmesi ve barış talebinde bulunması üzerine Div Sultan
herhangi bir savaşa girmeden geri döndü.
Daha önce
Durmuş Han’m veziri iken Şah İsmail’in gözüne girerek vekâlet makamına
yükselmiş olan Şah Hüseyin-i İsfehanî’nin uygulamaları devletin ileri gelenleri
arasında kırgınlık yarattığından onu ortadan kaldırmak isteyenlerin sayısı
artmıştı. 1523 yılında Rikabdar Arapkirlü Mehter Şahkulu, sarayın avlusunda
rastladığı Şah Hüseyin’e kılıcıyla vurdu. Etraftan yetişenlere de şahın emrini
yerine getirdiğini söyledi. Onların da katılmasıyla vezir öldürüldü. Meselenin
aslı anlaşılınca Şah İsmail, onun yakalanmasını emretti. Şahkulu hemen oradan
uzaklaşıp Şirvan’a gittiyse de yakalanıp Tebriz’e gönderildi ve burada idam
edildi .
Emirü’l-ümera
Çayan Sultan’ın vefatı üzerine makamı oğlu Bayezid Be/e verildi ve ona Bayezid
Sultan denildi. O da bir yıl sonra vefat edince emirü’l-ümeralık Rumlu Div
Sultan’a geçti . Esterabad, Zeynel Han’a, Ferah vilayeti Avşar
Ahmed Sultan’a verildi.
Görüldüğü üzere Çaldıran
yenilgisinden sonra Şah İsmail -tıpkı Uzun Haşan Bey’in Otlukbeli savaşından
sonra yaptığı gibi- devlet işlerinden elini büyük ölçüde çekti. Ülke doğudan ve
batıdan saldırılara maruz kalmasına ve toprak kaybına uğramasına rağmen,
bizzat ordunun başına geçerek problemleri ortadan kaldırma veya kaybettikleri
yerleri geri alma gibi bir niyet göstermedi. Durmuş Han, Zeynel Han, Çayan
Sultan, İbrahim Han, Emir Han, Div Sultan gibi sadık Kızılbaşlann gayreti ile
daha büyük bir dağılma yaşanmadı. Ülkenin iç kesimlerinde görülen küçük
ayaklanma belirtileri kısa zaman içinde bertaraf edildi. En büyük toprak
kaybına uğradığı Doğu Anadolu’da Bitlis, Erzincan, Diyarbekir gibi büyük
eyaletleri kaybetmiş olmasına rağmen Osmanlılarla banşı yeniden tesis
etmek için çaba sarfetti. Belki de bu yüzden Orta Anadolu’da patlak veren
Bozoklu Celal ayaklanmasına herhangi bir destek vermedi. Yavuz Sultan Selim’in
Ölümü üzerine hem baş sağlığı hem de tebrik için Kanunî Sultan Süleyman’a elçi
gönderdiyse de bu girişiminden de netice alamadı. Elçileri yine hapsedildi .
Diğer taraftan Osmanlılara
karşı Avrupah devletlerden müttefik bulmaya çalıştı. Macaristan kralı II.
Lodovik’in ortak düşmanlan olan Osmanlılara
karşı ittifak kurmak amacıyla gönderdiği elçisini layıkıyla ağırladıktan sonra
memnuniyetini bildiren bir mektup ile geri gönderdi. Aynı elçiye Avusturya
imparatoru Şarlken’e verilmek üzere Ekim/Kasım 1518 tarihli başka bir mektup
verdi. O bu mektubunda 1519
yılının Nisan ayı içinde Os-
manidara
karşı saldınya geçmeyi planladığını ve Avusturya'nın da batıdan saldırıya
geçmesini talep ediyordu. Ancak mektup Şah İsmail’in ölümünden iki yıl sonra
Avusturya kralının eline ulaşabildi. Avusturya Krah bu sıralarda Ispanya’da
bulunuyordu ve mektup ulaştığında her nasılsa Şah İsmail’in ölümünden haberdar
değildi. Kral, 25 Ağustos 1525 tarihinde gönderdiği cevabında, mektubun geç
gelmesi üzerine Nisan ayında Osmanlılara birlikte saldırının mümkün olmadığı
ama kendisiyle ittifak kurmaktan ve Osmanlılara
karşı birlikte hareket etmekten memnunluk duyacağım bildirdi. Mektup yine
Ferer Petrus ile gönderildi. Ancak İran kaynaklarında mektubun ulaşıp-ulaşmadığma
dair bir kayıt bulunmamaktadır
.
Osmanlılara
karşı ittifak arayışında olan bir başka devlet ise Hürmüz kıyılarına yerleşmeye
çalışan Portekizliler idi. Onlar 5 Mayıs 1515’te Şah İsmail’e ağır hediyelerle
bir elçilik heyeti göndererek denizlerde Osmanlılara karşı birlikte hareket etmeyi talep ettiler. Şah İsmail
öncelikle kendilerine savaş gemisi verilmesini talep etti. Ancak elçi bu
hususta söz verme yetkisine sahip olamdığını bildirince görüşmelerden bir
netice alınamadı. Elçilerin dönüşünde yanlarında Şah İsmail’in elçi- sinid e
götürdüler. Ancak bu şahsın herhahngi bir netice alıp- alamadığı bilinmiyor.
1523 Nevruz’unda gelen Portekiz elçisi ise sadece bayram dolayısıyla tertip
edilen eğlenceleri seyredebildi. Şah İsmail’in hastalığı ve ölümü herhangi bir
mzüakere yapılmasına imkân tanımadı.
Şah İsmail’in Çaldıran
sonrası günlerini daha çok eğlence ve av partilerinde geçirmesi ve bu yönüyle
halkın nazarında Mürşid-i Kâmil sıfatından uzaklaşarak sıradan insan konumuna
inmesi Kı- zılbaşlar arasında ciddî bir kırılma meydana getirdi. Özellikle makam
ve mansıp için gizli veya açık mücadeleler yaşanmaya başladı. Daha önce, Şah’ın
emriyle ölüme giden ve dünya hayatına değer vermeyen Kızılbaş reisler, bu defa
gerek eyaletlerdeki gerekse saraydaki etkinliklerini koruma gayreti içine
düştüler. Şah, bu tür çekişmeleri sert bir şekilde cezalandırmasına rağmen
zaman zaman kontrolünü de kaybetti. Yine de av ve eğlenceyi bırakmadı.
Hülasatü’t-Tevârih müellifi, Şah’a musallat olan iki İsfahan’ımın -yani Mir
Necm-i Sâni ve Mirza Şah Hüseyin’in- Şah’ın sonunu hazırlayan bir dizi olaylara
sebep olduğunu; Necm-i Sanî’nin boş yere Maverünnehr’e ordu çekip ordunun
kırılmasına yol açtığını ve bu yüzden Şah’ın dört bir tarafa sefer
düzenlemesini engellediğini; Mirza Şah Hüseyin ise Şah’ı içki ve şaraba
alıştırıp onun bedenini zayıf düşürdüğünü kaydediyor.
1524 yılının
yazında yaban atı avlamak için gittiği Şeki’de hastalandı
.
Tebriz’e döndükten kısa süre sonra 23 Mayıs 1524’te vefat etti
.
Emir Muhammed Sadr-ı Esterabadî na’şını yıkadıktan sonra Erdebil’e götürülüp
atalarının bulunduğu hazireye defnedildi.
O, orta
boylu, güzel görünümlü, sağlam vücutlu ve kuvvetli biriydi. Diğer Kızılbaşlar
gibi sakalını tıraş edip sadece bıyık bırakırdı. Avcılığa meraklı ve iyi
okçuydu. Hâzinesi her zaman boştu. Ülkenin dört bir yanından gönderilen her
türlü hediyeleri etrafındakilere dağıtırdı .
Mührü “Z”
şeklinde ve yarım ceviz büyüklüğünde olup, ortasında Şah İsmail’in, etrafına
da Oniki İmam’m adlan kazınmıştı. Gilanda iken Şiî ortamda büyümüş, hükümdar
olunca da Şiîliği resmî mezhep yapmış olmasına rağmen etrafı tamamen Kızılbaş-
lardan oluşmaktaydı. Hataî mahlasıyla Türkçe söylediği şiirlerinde
Kızılbaşlığın derin tesirleri görülür . Ne var ki, onun ruh
dünya- sini inşa eden Kızılbaşlık, dinî siyasete bütünüyle hâkim olamamış,
Şiîlik ona galip gelmiştir.
Şah İsmail öldüğünde
oğulları henüz çocuk yaştaydılar. Taçlı Begüm henüz on bir yaşında olan büyük oğul Tahmasb’ın bizzat elinden tutarak getirip tahta oturttu. Askeri ve sivil
bürokratlar ile eyaletlerdeki Kızılbaş reisler Tahmasb’a biat ettiler. Ancak
fırtınalı günler de başladı. Çünkü Şah İsmail’e kayıtsız şartsız itaat eden
Kızılbaşlar, Tahmasb’a karşı aynı bağlılığı göstermediler.
A-ARŞİV KAYNAKLARI
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
Tahrir Defterleri (TD)
Nr. 58 (Karaman)
Nr. 63 (Karaman)
Nr. 199 (Bayburd, Kelkit, Erzincan, Kemah)
Mühimme Defteri nr. 3
Topkapı Sarayı Arşivi
D. 5270.
D.1O734
ABDİ BEY-İ ŞİRAZÎ, Tekmiletü’l-Ahbâr,
(neşr. Hazırlayan Abdülhüseyn Nevaî), Tahran 1369/1991.
ÂLİ, Künhül-Ahbâr,
c. I-II, (neşr. Ahmet Uğur-Mustafa Çuhadar), Kayseri 1997.
ALİ b.
ŞEMSEDDİN b. Hacı Hüseyin-i Lahicî, Tarih-i Hani, (neşr.
Menuçehr Sotude), Tahran 1352/1974.
ANONİM, Tarih-i Kızilbaşan, (neşr. Mir Haşim Muhaddis), Tahran
1361/1983.
ANONİM, Cihangüşa-yı Hakanî -Tarih-i Şah İsmail-, (neşr.
Dr. AHahdota Muzattar) İslamabad 1984.
ANONİM, Alem-ârâ-yı Şah İsmail, (neşr. Asgar Muntazer Sahih)
Tahran 1349/1971.
ANONİM, Alem-ârâ-yı Şah Tahmasb, (neşr. İrec Afşar), Tahran
1370/1992
ANONİM, Tezkiretü’l-Mülûk, (neşr. Seyyid Muhammed
Debirsiyakî), Tahran 1378/2000.
ANONİM Tevârih-iAl-i Osman-Giese Neşri (neşr. Nihat Aza- mat),
İSTANBUL 1992.
ANONİM Osmanlı Kroniği, (neşr. Necdet Öztürk), İstanbul 2000.
AŞIKPAŞAZÂDE, Tevârih-i Al-i Osman, (neşr. Ali Bey), İstanbul
1332.
BUDAK MÜNŞÎ-İ KAZVİNÎ, Cevâhirü’l-Ahbâr, (neşr. Muhsin
Behram Nejad), Tahran 1378/2000.
CELALZÂDE Mustafa, Selim Nâme, (neşr. Ahmet Uğur-Mustafa
Çuhadar), Ankara 1990.
DEDE KORKUT Hikâyeleri (neşr. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1985.
EBU’L-HASAN-I KAZVİNÎ, Fevaid-i Safeviyye, (neşr. Meryem Mir
Ahmedî), Tahran 1368/1990
EMİRMAHMUD HANDMİR, Tarih-i Şah İsmail ve Şah Tahmasb-ı Safevî
-Zeyl-i Habibü’s-Siyer-(neşr. Dr.Muhammed Ali Cerrahi), Tahran 1370/1992.
EMİR SADREDDİN İbrahim Eminî-i Herevî, Fütûhat-ı Şahî, (neşr.
Muhammed Rıza Nasırî), Tahran 1383/2005.
EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatname, c. X, (neşr. Seyit Ali
Kahraman- Yücel Dağlı), İstanbul 2009.
FAZLULLAH RUZBİHAN-i Huncî-i İsfahanî, Alem-ârâ-yı Emini, (neşr.
Muhammed Ekber Aşık), Tahran 1381/2003.
FERİDUN BEY, Münşeatü’s-
Selâtin, c. I, İstanbul 1264.
GIYASEDDİN B. HİMAMEDDİN Handmir, Tarih-i Habibü’s-Siyer
vefiAhbar-ı Efrad-ı Beşer, (neşr. Celaeddin Humaî,-Dr.Mu- hammed
Debirsiyakî) c. I-IV, Tahran 1362/1984.
HAMDULLAH MUSTEVFÎ-i Kazvinî, Nuzhetü’l-Kulûb, (neşr.
Muhammed Debirsiyakî) Tahran 1381/2003.
HASAN-I RUMLU, Ahsenü’t-Tevârih, (neşr. Abdülhüseyn Nevaî),
Tahran i357/i979Hataî Şah İsmail, Külliyat-ı Divan, Nasihatnâme, Dehnâme,
Koşmalar, Farsça Şiirler, (neşr. Resul İsmailzâde), Tahran 1380/2002.
HAYDAR ÇELEBİ Ruznâmesi, (neşr. Yavuz Senemoğlu), İstanbul
(Tarihsiz)
HOCASADDEDDİN EFENDİ, Tacü’t-Tevârih, (neşr. İsmet Par-
maksızoğhı), c. I-V, Eskişehir 1992.
HURŞAH B. KUBAD el-Hüseynî, Tarih-iîlçi-yiNizamşah, (neşr.
Muhammed Rıza Nasırî-Koiçi Haneda), Tahran 1379/2001.
İBN-İ BEZZAZ-IERDEBİLÎ, Sajvetü’s-Safa, (neşr. Gulamnza
Tabatabaî-mecd) Tahran 1376/1998.
İDRİS-İ BİTLİSİ, Selimşahnâme, (çev. Hicabi Kırlangıç), Ankara,
2001.
İSKENDER BEY-İ MÜNŞÎ-TÜRKMEN, Tarih-i Alem-ârâ-yı Abbasi,
e. I-IH, (neşr. Muhammed İsmail Rızvanî), Tahran 1377/1999.
JOSAPHAT BARBARO, Anadolu’ya ve İran’a Seyahat, (çev. Tufan
Gündüz), İstanbul 2005
KADI AHMED GAFFARÎ-i Kazvinî, Tarih-i Cihan-ârâ, (neşr. Haşan
Nerakî), Tahran 1342/1966.
KADI AHMED B. ŞEREFEDDİN el-Hüseyn el-Hüseynî d- Kumî, Hülasatü’t-Tevârih,
c. I-H, (neşr. Ihsan İşrakî) Tahran 1359/1971-
KADI AHMED TETEVÎ-ASAF HAN KAZVİNÎ, Tarih-i Elfi, (neşr.
Seyyid Ali-i Al-i Davud), Tahran 1378/2000.
LÜTFİ PAŞA, Teuârih-i Al-i Osman, (neşr. Kayhan Atik), Ankara
2001.
MESUDÎ, Miiruc ez-Zeheb,(. çev. Ahsen Turan), İstanbul
2004.
MİRZABEK CONABEDÎ, Ravzatü’s-Safeviyye, (neşr. Gulamnza
Tabatabî-mecd), Tahran 1378/2000.
MİRZA MUHAMMED Tahir
Vahid-i Kazvinî, Tarih-i Cihan- ârâ-yı Abbasî, (neşr. Mir Muhamed Said),
Tahran 1383/2005
MİRZA MUHAMMED HAYDAR
DOGLAT, Tarih-i Reşidi, (neşr. Abbaskulu Gaffari-ferd), Tahran
1383/2005.
MUHAMMED YUSUF VALE-İ
İSFAHANI, Holdeberin, (neşr. Mir Haşim Muhaddis), Tahran 1372/1994.
MÜNECCİMBAŞI AHMED DEDE, Müneccimbaşı
Tarihi- Sahaifiil-Ahbâr fi Vekayiü’l-Asar, c. I-II. (çev. İsmail Erünsal),
İstanbul tarihsiz.
REŞİDÜDDİN FAZLULLAH, Sevanihü’l-Eflcâr-ı
Reşidi, (neşr. Muhammed Tâki Danişpejuh) Tahran 1358/1980.
RIZA KULU HAN HİDAYET, Tarih-i
Ravzatü’s-Safa-yı Nasırı, e. XII, (neşr. Cemşid Kiyanfer) Tahran 1380/2002.
Seyyahların Gözüyle
Sultanlar ve Savaşlar, Giovvanni Maria Agiolello, Venedikli Bir Tüccar ve
Vîncenzo D’Alessandri’nin Seyahatnameleri, (çev. Tufan Gündüz), İstanbul 2005.
SEYYİD HAŞAN B. MURTAZA
Hüseynî-i Esterabadî, ez-Şeyh Safi ta Şah Safi, (neşr. İhsan İşrakî)
Tahran 1358/1980.
ŞAH İSMAİL Hataî
Külliyatı
(neşr. Babek Cevanşir, Ekber N. Necef) İstanbul 2006.
ŞAH TAHMASB b. İsmail
Safevî, Tezkire-i Şah Tahmasb, Tahran, 1363/1985.
ŞEREF HAN b. Şemseddin
Bidlisî, Şerefnâme, (neşr. V. Veliai- nof Zemof, Tahran 1377/1999
ŞEYH HÜSEYİN, Silsiletü’n-Neseb-i
Safeviye, Berlin 1343/1965.
ŞÜKRÎ-İ BİTLİSÎ, Heşt-i
Beheşt, (neşr. Mustafa Argunşah), Kayseri 1997
TAHMASB-I
SAFEVÎ, Tezkire (trc. Hicabı Kırlangıç), İstanbul 2001.
TAŞKÖPRÜZÂDE, Osmanlı
Bilginleri, Şakaik-i Numaniyye Fî Ulemai’d-DevletiTOsmaniyye, (çev.
Muharrem Tan), İstanbul 2007.
VELİ KULU B. DAVUD
Kulu-yı Şamlu, Kısasii’1-Hakanî, c. I-H, (neşr. S. Haşan Sadat Nasırı), Tahran
1371/1993.
YAHYA B. ABDÜLLATİF-i
Kazvinî, Lübbu't-Tevârih, (neşr. Muhammed Bakır), Tahran 1363/1985.
ZEYNEDDİN MAHMUD VASIFÎ,
Bedayiü’l-Vekâyi, c. II, (neşr. Aleksandr Belderof), Tahran 1350/1972.
C-ARAŞTIRMALAR
VE İNCELEMELER
AHMEDÎ, Meıyem Mir, Din ve Devlet der Asr-ı Safevî, Tahran
1369/1991.
AKAÇERİ, Seyyid Haşini, Mukaddemeî. ber Münasebat-ı Din ve
Devlet der İran Asr-ı Safevî, Tahran 1389/2010.
BİLGİLİ, Ali Sinan, Tarsus Kazası ve Tarsus Türkmenleri, Ankara
2001.
CAFERYAN, Resul, Safeviye
der Arsa-i Din, Ferheng, Siyaset, e. II, Tahran 1379/2001.
ÇUHADAR, İ. Hakkı, Sucûdî’nin
Selim-nâmesi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans
Tezi, Kayseri 1988.
DEMİR, Alpaslan, 16.
Yüzyılda Samsun-Ayıntab Hattı Boyunca Yerleşme Nüfiıs ve Ekonomik Yapı,
Ankara Üniv. Sosyal Büimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara 2007.
EMECEN, Feridun-ŞAHİN,
İlhan, II. Bayezid Dönemine Ait 906/1501 Tarihli Ahkâm Defteri, İstanbul
1994.
EMECEN, Feridun, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset,
İstanbul
2009.
FELSEFÎ, Nasrullah, Ceng-i
Mihenî-i İraniyan der Çaldıran, Tahran 1381/2003.
HİNZ, Walter, Uzun
Haşan ve Şeyh Cüneyd. XV. Yüzyılda İran’ın MÜH Bir Devlet Olarak
Yükselişi,(qev. Tevfîk Bıyıhoğlu) Ankara 1992.
GÜMÜŞÇÜ, Osman, XVI.
Yüzyıl Larende (Karaman) Kazasında Yerleşme ve Nüfiıs, Ankara 2001.
GÜNDÜZ, Tufan, XVII.
Ve XVIII. Yüzyıllarda Danişmendli Türkmenleri, İstanbul 2005.
GÜNDÜZ, Tufan, Şah
İsmail’in Eşi Taçlı Begüm, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırmaları
Dergisi, (Ankara 2009) sayı 51, s. 223-233.
GÜNDÜZ, Tufan, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri, İstanbul
2010.
KAPLAN, Doğan, Buyruklara
Göre Kızılbaşlık, Doktora Tezi, Konya 2008.
KARADENİZ, Haşan Basri, Atçekenlik
veAtçeken Oymakları (1476-1716), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü (Doktora Tezi), Kayseri 1995.
KESREVÎ,
Ahmed, Şeyh Safi ve Tebareş, Tahran 1379/2001.
KUTLU, Sönmez-PARLAK,
Nizamettin, Makalat-Şeyh Safi Buyruğu, İstanbul 2008.
MİNORSKY, V., Karakoyunlu
Cihan Şah ve Şiirleri, (çev. Mine Erol), Selçuklu Araştırmaları Dergisi,
II (1970), s. 153-180.
MUVAHHİD,
Samed, Safiyüddin Erdebilî, Tahran 1381/2003.
MÜNFERD, Mehdi Ferhanî, Muhaceret-i
Ulema-yı Şia ez Cebel-i Amul be İran derAsr-ı Safevî, Tahran 1377/1999.
NEVAÎ, Abdülhüseyin, Revabıt-ı
İran ve Avrupa der asr-ı Safevî, Tahran. 1372/1994.
NOVİDÎ, Daryuş, Tağyirat-ı
İctimaî-İktisadî der-İran Asr-ı Safevî, (tere. Haşim Akaçeri) Tahran
1386/2008.
OCAK, Ahmet Yaşar, Türk Safiliğine Bakışlar, İstanbul
2004. PARSADOST, Menuçehr, Şah İsmail-i Evvel, Tahrani375/1999.
PETROŞEVSKİ, İlya Pavloviç, İslam der İran, (çev. Kerim Ke- şaverz),
Tahran 1354/1976.
PİTCHER, Donald Edgar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel
Coğrafyası, İstanbul 1999.
ROEMER, H., Kızılbaş Türkmenler Safevî Teokrasisinin Kurucuları
ve Kurbanları, (çev. Harun Yüksel), Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli
Araştırmaları Dergisi, sayı 38 (2006).
SADIKÎ, Gulam Hüseyin, Cenbeşha-yi
Dinî-i İran, Tahran 1375/1997.
SAVORY, R., Tahkiki
der Tarih-i İran Asr-ı Safevî, (Farsça trc. A.Gaffariferd- M. Aram),
Tahran, s. 1382/2004
SEFATGOL, Mansour, Sakhtar-i
Nehad ve Endişe-i Dinî Der Asr-ı Safevî, Tahran 1381/2003.
SERVER, Gulam, Tarih-i
Şah İsmail (Farsça’ya tercüme M.B. Aram-A.Gaffariferd) Tahran 1374/1996.
SEVAKIB, Cihanbahş, Tarih
Nigarî Asr-ı Safevî, Tahran, 1380/2002.
SÜMER, Faruk, Safevî
Devleti’nin Kuruluşunda ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara,
1976.
ŞAHİN, Haşim, Osmanlı
Devleti’nin Kuruluş Döneminde Dinî Zümreler (1299-1402), Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Doktora Tezi, İstanbul 2007.
TANSEL, Selahattin, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969.
UZUNÇARŞILI, İsmail H.
(1959): Şah İsmail’in Zevcesi Taçlı Hanım’m Mücevheratı, Belleten, c.
XXIII, sayı 92.
YILDIZ, Naciye, Manas
Destanı ve Kırgız Kültürü İle İlgili Tespit ve Tahliller, Ankara 1995.
YİNANÇ, Refet, Dulkadir Beyliği, Ankara 1989.
D-ANSİKLOPEDİ MADDELERİ
GÖĞEBAKAN, Göknur, “Malatya”, DİA XXVII/47i.
GÖLPINARLI, Abdulbaki, “Kızılbaş” İA VI/789-795. GÜNDÜZ, Tufan, “Şah” DİA,
c. XXXVIII/248-28o. GÜNDÜZ, Tufan, “Şah İsmail”, DİA, c.
XXXVIII/253-255. GÜNDÜZ, Tufan, “Safevîler”, DİA XXXV/45i-457. ÖNGÖREN,
Reşat, “Safeviyye” DİA XXXV/4Öo.
ÖNGÖREN,
Reşat,”Safiyüddin-i Erdebilî” DİA XXXV/476-478. ÖNGÖREN, Reşat,
“İbrahim b. Edhem” DİA, KZI/293-295. SÜMER, Faruk, “Akkoyunlular”, DİA,
11/270-274.
ÜZÜM, İlyas, “Kızılbaş” DİA XXV/546-557- YAZICI,
Tahsin, “Cüneyd-i Safevî”, DİA, VIII/123-124. TOGAN, Zeki Velidi, “Azerbaycan”,
İA, I/91-118. Dizin
Ümit