Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

EL - MUNTEKA (ŞİİLİK VE MAHİYETİ) Şeyhü'l İslam İbn-i Teymiyye 2

 

Üçüncü Bölüm

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) İmameti Hakkında

Şiilerin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Üstünlüğünü İsbat Eden Deliller Vardır İddiaları

Râfizî şöyle diyor:

“İmamiyye mezhebi mensubları, seven ve sevmiyen kimselerin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında naklettikleri ve sayılmayacak kadar olan faziletlerini, bunun yanında cumhurun da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hariç, başkaları hakkında rivayet ettikleri kusur ve eksiklikleri görünce, Ali'ye (r.a.) uyarak O'nu imam edindiler, başkasını da terkettiler. Biz Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üstünlüğüne dair ve onların (Ehl-î Sünnet) yanında da sahih olan birkaç delili zikredeceğiz ki, bunlar kıyamet gününde onların aleyhinde hüccet olacaktır. Bu delillerden bir tanesi Ebul Hasan el-Endülüsî'nin “El Cemiu beynes-Sihahissitte” adlı eserde Ümmü Seleme'den rivayet ettiği şu hadisedir:

Ümmü Seleme kendi evinde otururken:

“Ey Ehlibeyt = Peygamber ailesi! Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[1] Ayet-i kerimesinin inmesi üzerine, Yâ Rasûlullah! ben ehl-i beytten değil miyim? diye sordu.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

Sen bana hayırlısın. Sen peygamberin zevcelerindensin, cevabını verdi. Ümmü Seleme devamla şöyle dedi:

Evde Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (r. Anhum) da bulunuyorlardı. Rasulullah Onları bir aba (bürgü) ile bürüdükten sonra şöyle buyurdu:

“Allahım! bunlar ehl-i beytimdir. Onların günahını affet ve tertemiz kıl!”[2]

Râfizî'nin bu iddiasına şöyle cevab veriyoruz:

Her şeyden önce Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) faziletleri hakkında rivayet edilen hadisler Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) faziletleri hakkında rivayet edilen hadislerden fazladır. Kaldı ki râfizînin cumhura atfederek sahih dediği hadislerin çoğu cumhura yapılan en açık iftiralardır. Gerçekten sahih olanlar ise onların hiç birisinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ebu Bekir'den (r.a.) üstün olduğu belirtilmemiştir. Üstelik böyle hadîslerde başkalarının da fazilet hususunda Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile müşterek olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) faziletleriyle ilgili hadisler ise yalnız onlara hastır. Özellikle Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) faziletlerine başkaları ortak edilmemiştir.

İlk üç halifeye isnad edilen eksiklik ve kusurlara gelince, bunlar ancak râfizînin yaptığı gibi, nâsibînin (Ehl-i beyte düşmanlık edenler) Ali'ye (r.a.) tevcih ettiği kötü sözleri gibidir.

Ey Râfizî!

“İmâmîler, seven ve sevmeyenler de Ali'yi (r.a.) tenzih ettikleri için O'nu imam edindiler. Başkasını da terkettiler. Çünkü başkası dediğimiz kimse hakkında imametine inanan kimseler dahi halifeliğine dil uzatmışlardır.” diyorsun.

Ey Râfizî!

Bu iddian açık bir iftiradır. Ali'ye (r.a.) muhalif olanlar onu tenzih etmemişlerdir. Üstelik Onu zemmedenler müteaddit fırkalardır. Hem de Ali'yi (r.a.) zemmeden bu fırkalar Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve Osman'ı (r.a.) zemmedenlerden nisbeten daha iyidirler. Ali'yi (r.a.) zemmedenler de O'nun lehinde aşırılığa gidenlerden daha üstündürler.

Meselâ; Hâricîler[3] Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) (Hâşâ!) küfrü üzerine ittifak etmişlerdir. Bununla beraber haricîler bütün müslümanların indinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ilâhlığına veya peygamberliğine inanan (sapık) ğulât-i şîadan daha iyidirler. Yine haricîler ve Ali'ye (r.a.) karşı savaşan sahabe ve tabiîn, bütün müslümanların indinde, Ali'yi (r.a.) ma'sum imam olarak kabul eden ve bu şekilde inanan râfizî İmamilerden de hayırlıdırlar.[4]

Hem de râfizîlerden başka Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'i zemmeden kimse yoktur.[5] Hatta haricîler bile her ikisinin halifeliğini kabul ediyor ve onlardan iyilikle bahsediyorlar. Mervânîler dahi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) (hâşâ!) zâlim olduğunu ve halifeliğe hakkı olmadığını söylemelerine rağmen, akrabaları olmadıkları halde Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) halifeliklerini kabul ediyorlar.

Bütün bu ihtilaflardan sonra Ali'yi (r.a.) sevenler de sevmeyenler de Onu iyilikle andılar da diğer üç halifeyi anmadılar denilebilir mi?

Üstelik bütün bu halifeleri tenzih edenler hem daha çok hem de daha faziletlidirler. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den (hâşâ!) küfür, zulüm ve isyan ile bahsedenler ise mahdut bir kaç guruptur. Onlar da râfizîlerden daha bilgili ve onlara nazaran daha dindardır. Rafizîler onlara karşı aciz kalırlar. Râfizîlerin onları ilzam edecek bir delil getirmeleri de mümkün değildir. Savaşta dahi rafizîler haricilere galip gelemediler.

(Hakem olayından sonra) Ali'ye (r.a.) küfür ve zulüm nisbet edenlerden hiç bir gurubun İslâmdan irtidat ettiği bilinmemektedir. Ama diğer üç halifeyi zemmedenler böyle değildir. Onlardan aşırı gidenler irtidat etmiş sayılırlar. Ali'nin
(r.a.) ulûhiyetini iddia eden Nusayrîler, nusayrilerden de daha berbat olan mulhid İsmailîler ve Peygamberliğini iddia edenler gibi. Bütün bunlar kâfir ve mürteddirler. Allah ve Resulüne olan küfürleri, İslâm dinini bilen herkes için gizlenemiyecek kadar açıktır.

Bir beşer hakkında ulûhiyet iddia edenler veya Rasûlullah'tan sonra bir peygamberin varlığına inananlar, bütün bu söz ve benzeri sözlerin sahipleri, İslamı az da olsa bilen kimsenin yanında kafirlikleri çok açıktır.

Hayret edilecek şey râfizîlerin ona peygamber ismi verip vermemeleri değildir. Esas hayreti gerektiren şey Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)”yi peygamber sıfatlarıyla nitelendirmeleridir. Onların indinde “Buhari” mesabesinde olan El-Küleynî'nin “El-Kâfi” adlı eserinin konu başlıklarında bu durum şöyle müşahade edilmektedir:

“İmamlar, Allah (celle celâlühü)'ın halifeleri ve ilminin hazineleridir, imamlar yeryüzünün direkleridir, imamlar, dilleri ayrı olmalarına rağmen bütün kitapları bilirler. İmamlardan başkası Kur'an-ı Kerimi toplamamıştır. İmamlar peygamberlere ve meleklere verilen bütün ilimleri bilirler. İmamlar ne zaman öleceklerini bildikleri gibi ölüm onların isteklerine bağlıdır. İmamlar olmuş ve olacak şeyleri bilip, Onardan hiçbir şey gizli değildir. Allah peygamberine ne bildirdiyse onu Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)ye bildirmesini emretmiş ve ilimde ortak olduklarını söylemiştir. İmamlar insanların gizlediklerini, leh ve aleyhlerindeki şeyleri dilerlerse açıklayabilirler. Bir imam ondan önce geçen imamın hallerini bilir. İmam, kendisinden sonra imam olacak kimseyi bilir. İmamlar hakim olduklarında Davud (a.s.) ve Ali'nin hükmüyle hüküm verirler. İmamlar yaptıklarından sorulamazlar. Ancak, imamlardan çıkan emir ve yasaklar haktır. Arzın tümü imamın hükmü altındadır.” Bütün bu konular itimad ettikleri kitaplarının başlıklarındandır. Râfizîlerin aşırılığa gitmeden önceki itikadları böyle idi. Aşırılıktan sonraki itikadlarının bu şekilde olması artık mezheblerinin gerekliliğinden oldu. “Tuhfetül İsnâ Aşeriyye” adlı eserde itikad ettikleri sapıklıklardan bazılarının kısacası şöyledir:

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) peygamberlerden üstündür.[6]

İmamlar peygamberlerden âlim oldukları için makamca onlardan üstündürler.[7]

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) gelmiş ve geleceklerin hayırlısı olduğuna dair uydurdukları hadisler[8]

Metin Kutusu: 189
190
191
192
İmamiyyeye göre Ali'ye (r.a.) vahiy gelirdi. Fakat yalnız sesi işitiyordu.[9] Ama Ali'yi (r.a.) tekfir edip, Ona lanet eden hariciler ile Muaviye (r.a.) taraftarlarından ve Mervanoğullarından Ona lanet okuyup Onunla savaşanlar bu statüde sayılmazlar.

Bunlar İslâmı ve hükümlerini kabul ederek namaz kılıyor, zekat veriyor, ramazan orucunu tutuyor, Haccediyor ve Allah (celle celâlühü)'ın haram kıldığını da haram kılıyorlar. Onlarda açık bir küfür alâmeti de yoktur. Aksine onlarda açıkça görülen İslâm şiarı ve onu üstün tutma duygusu vardır. İslâmı bilen herkesçe bu böyle bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen sevenler ve sevmeyenler, ilk üç halifeyi değil de ancak Ali'yi (r.a.) tenzih etmişler, iddiası nasıl doğru olabilir?

Ali'ye (r.a.) buğzedip Osman'ın (r.a.) halifeliğini kabul edenlerle, Osman'a (r.a.) buğzedip Ali'yi (r.a.) sevenler ayrı ayrı düşünülecek olursa haricîlerin bütün bunlardan bazı yönlerde daha iyi oldukları görülecektir.

Ehl-i Sünnet Ali'yi (r.a.), halifeliği esnasında kısmî de olsa tek başına bırakmışlarsa onların Ali'ye (r.a.) buğzeden harici, emevî ve Mervanîlere karşı koyacak bir güce sahip olmayışlarındandır. Çünkü bu guruplar kalabalık idiler. Bilindiği gibi Ali'yi (r.a.) zemmedenlerin en kötüleri de hâricilerdir. Onlar Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir ediyor, mürtedliğini iddia ediyor ve Allah (celle celâlühü)'a yaklaşabilmek için kanını helal görüyorlardı.

Hatta şâirlerinden biri olan İmran b. Hittan şöyle diyor:

-    Öyle temiz birisinden bir darbe indi ki, (Ali'ye (r.a.))

-    Ki O, Onunla ancak Allah (celle celâlühü)'ın rızasını istedi.

-    Öyle bir günde hatırlıyacağım ki Onu, biliyorum.

-    Allah indinde tam mükâfatını alacaktır.

Ehl-i Sünnetten bir şâir de bu harici şâir'e şöyle cevap veriyor:

-    Öyle bedbaht birisinden bir darbe indi ki (Ali'ye (r.a.))

-    Ki O, onunla Allah rızasını kaybetti.

-    Öyle bir günde hatırlıyacağım ki, Ona lanet edeceğim.

-    İmran b. Hittane de lanet okuyacağım.

İşte hariciler de bunlardır...

Bunlar sahabe ve Tabiîn zamanında yaşıyor ve onlarla münakaşa ederek gerektiğinde savaşıyorlardı. Ashab-ı kiram onların öldürülebileceği hususunda ittifak etmelerine rağmen, onları tekfir etmiyorlardı. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de onları tekfir etmemiştir.

Ama Ali'ye (r.a.) olan bağlılıklarında aşırı gidenlerin küfürleri hususunda sahabe ve diğer müslümanlar ittifak etmişlerdir. Hatta Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bizzat onları tekfir etmiş ve ateşle yakmıştır. Fakat müslümanlardan birini öldürmedikleri ve mallarını gasbetmedikleri müddetçe Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) haricîlerle savaşmamıştır.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında aşırı gidenlerin mürted olduklarına Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve sahabe hüküm vermelerine rağmen haricîler için böyle bir hüküm vermemişlerdir.

Bundan da anlaşılıyor ki;

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer ve Osman'ı (r.a.) terkedip Ali'yi (r.a.) imam kabul ettiklerini iddia edenlerde bulunan kötülük ve küfür - Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ashabın icmaı ile - Ali'ye (r.a.) düşmanlık edip küfür isnad eden kimselerde bulunan kötülük ve küfürden daha çoktur.

Yine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'e buğzedenlerin -Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve sahabe indinde- Ali'ye (r.a.) buğzedenlerden kötü oldukları anlaşılmış oldu.

Âbâ hadîsine gelince;

Tirmizî bunu sahih görmüştür. Müslim de Aişe (r.a.)'den rivayet edilen hadisten tahric etmiştir. O da şudur:

Aişe (r.a.) buyuruyor ki:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) güneşin doğumuna yakın bir zamanda, üstünde siyah kıldan yapılmış süslü bir peştimal olduğu halde çıka geldi. Hemen o esnada Hasan ve Hüseyin de geldiler. Onları peştimalın altına aldı. Sonra Fâtıma geldi. Onu da peştimalın altına aldı. Sonra Ali geldi Onu da peştimalın altına aldı. Sonra “Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[10] ayetini okudu.

“Aslında bu hadisin övgüsüne Fatıma, Hasan ve Hüseyinde (r.a.) katılmışlardır. Onun için yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) özelliklerinden sayılmaz. Bilindiği gibi kadın imam olamaz.

Binaenaleyh bu hadisin fazileti yalnız imamlar hakkında değil aksine başkaları da buna müşterektir. Eğer delilin mazmumunda Allah (celle celâlühü)'ın ehli beytin günahını giderip onları tertemiz çıkarması varsa, Ebubekir es-Sıddık (r.a.) hakkında da Allah (celle celâlühü):

“Uzaklaştırılacaktır ondan (cehennemden) takva sahibi olan, malını (hayra) veren, (Gösteriş yapmıyarak) temizlenen.”[11] buyurmuştur.

O esnada Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) takva övgüsüne girmemişti. Çünkü o zaman onun malı yoktu. Ama hayberi fethedip mal sahibi olunca o da ayetin şümulüne girmiştir.

Râfizî :

“Ey iman edenler! (Fakirler faydalansın, peygambere hürmet olsun diye) siz peygambere mahrem bir şey arz edip konuşmak istediğiniz zaman, (bu) konuşmanızdan önce bir sadaka verin...”[12] ayetin mealini zikrettikten sonra Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Benden başka bu ayetle kimse amel etmemiştir” sözünü naklediyor.

Evet bunun da cevabı şudur:

Müslümanlara verilen sadaka verme emri, vacib değildir ki onu terketmekle âsi olsunlar. Üstelik sadaka verme emri, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile mahrem konuşmak isteyenlere verilmiştir. O esnada da Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) başka kimsenin mahrem konuşmak istemediğini ve bunun için Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) sadaka verdiği anlaşılmış oldu. Bu durum hacc-ı temettü' yapmak isteyen fakat meşru bir sebepten dolayı haccını tamamlayamayan kimseye hedy'in, meşru bir sebepten dolayı ihramda iken saçını kesene fidyenin, yeminini bozana keffaretin vacib olması gibidir. Sonra mahrem konuşurken sadaka verme emri devam etmemiştir. Bu da Ali'ye (r.a.) dek gelmiştir ki, iki dirhem veya miktarınca tasadduk etmiştir.

Metin Kutusu: 193
194
195
Halbuki Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.) bütün malını defaten tasadduk ettikten sonra Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) geldiğinde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) O'na Ehline ne bıraktın? diye sorması üzerine, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Allah ve Rasulünü bıraktım cevabını vermiştir.

Rafizî şöyle diyor:

Muhammed b. Ka'b el-Kurazi şöyle dedi:

Abduddar oğullarından Talha b. Şeybe, Abbas ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bir birlerine karşı iftihar ederek Talha; Kabe'nin anahtarları bendedir, istersem içinde yatarım.

Abbas (r.a.);

“Sıkaye (su dağıtma) vazifesi bendedir. Ben de istersem içinde gecelerim.” dedim.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de;

“Ben herkesten önce ben Kabe'ye doğru altı ay namaz kıldım, cihadın gerçek sahibi de benim” dedi. Bunun üzerine:

“Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile mescid-i Haram'ın imârını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz?”[13] mealindeki ayet-i kerime indi.”

Râfizînin bu iddiasına şöyle cevap veriyoruz:

Naklettiğin bu ibare itimad edilen hiçbir hadis kitabında yoktur. Aksine yalan olduğu hakkında açık deliller vardır. Şöyleki:

Herşeyden önce Taha b. Şeybe isminde biri yoktur. Ka'be'nin hizmetçisi Şeybe b. Osman b. Ebi Talha'dır.[14]

Bu dahi hadisin sahih olmadığını sana ispatlamağa kâfidir. Sonra hadiste Abbas'ın; İstersem mescidde gecelerim, sözü vardır. Mescidde gecelemenin büyük bir iş olduğu nereden çıkıyor ki hatta onunla iftihar edilsin?

Yine mezkûr hadiste Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh); “herkesten önce ben Ka'be'ye doğru altı ay namaz kıldım”, sözü vardır ki, bu sözle mezkûr hadisin batıl olduğu zarureten anlaşılmış oldu. Çünkü Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Zeyd, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hatice'nin müslüman oluşları arasında birkaç günlük fark vardır. O halde nasıl olur da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) herkesten önce altı ay Kabe'ye doğru namaz kılmış olabilir?

Bütün bunlara rağmen ve başkası da cihada katıldığı halde Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), “Cihad sahibi, yalnız benim” der mi? Şu halde bu hadis uydurmadır.

Râfizînin iddiasına sahihi Müslimde Nu'man b. Beşir'den rivayet edilen bir hadis ile de cevap verilebilir. Şöyleki:

Nu'man b. Beşir şöyle diyor:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in mimberi yanında bulunduğunun bir sırada adamın biri:

“İslamı kabul ettikten sonra hacılara su vermekten başka bir amel işlemesem umurumda değildir.” Bir diğeri:

“İslamı kabul ettikten sonra mescid-i haramı imar etmekten başka bir amel işlemesem umurumda değildir.”

Bir başkası da:

“Cihadı zikrederek, o dediklerinizden üstündür,” dedi. Bunun üzenine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) onları dağıtarak:

Bugün Cumadır. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mimberi yanında sesinizi yükseltmeyin. Cumayı kıldıktan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yanına girip ihtilaf ettiğiniz konuyu soracağım, dedi. Bunun üzerine:

“Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Haramın imarını, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz?”[15] mealindeki ayeti kerime nazil oldu.

Bundan da anlaşılmış oldu ki Cihad yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus bir özellik değildir. Onunla beraber cihad edenler çoktur. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“İman edenler, hicret yapanlar, Allah yolunda mallarıyla ye canlarıyla savaşanlar, Allah katında daha büyük dereceye sahibidirler.”[16]

Şüphesiz ki, Ebu Bekir'in (r.a.) can ve malıyla yaptığı cihad Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve başkalarınkinden daha çoktur. Onun içindir ki rivayet edilen sahih bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onun hakkında şöyle buyururlar.

“İnsanlar arasında sohbetinde ve harcamasında bana en çok yardımı olan Ebu Bekir'dir.”[17] Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) hem diliyle hem de eliyle mücahid idi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan sonra Allah (celle celâlühü)'a ilk davet eden eden, hicretinde ve cihadında onunla birlikte olan yine odur. Hatta Bedir Muharebesinde El-Arişte (Rasûlullah'a ait özel çadır) yalnız kendisi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber idi. Uhud muharebesi gününde de Ebu Süfyan; - Şiddetli düşmanlığından dolayı - yalnız Rasulullah, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) sormuştur. Ebu Süfyan:

“Muhammed içinizde mi?” diye sorunca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Cevab vermeyiniz” buyurdu. Ebu Süfyan:

“İbn-i Ebi Kuhafe (Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)) aranızda mı? Hz. Ömer (radiyallâhü anh) aranızda mı?” sorularını da sorunca yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)

“Cevab vermeyiniz” buyurdular. Bunun üzerine Ebu Süfyan’ın:

“Bu sizin için yeter”, diye müslümanlara hakarette bulunması üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kendini tutamadı ve yalan söylüyorsun ey Allah (celle celâlühü)'ın düşmanı! Saydıklarının hepsi hayattadır. Allah (celle celâlühü) seni yasa boğacak olanı sana bıraktı, dedi (Buharî).

Râfizî şöyle diyor:

“Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üstünlüğünü isbat eden deliller, den biri de şudur:

Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiğine göre Enes (r.a.) Selman-i Farisi'ye:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den sor bakayım yerine vâsi olarak kimi tayin etti? Selman sordu. O da Selman'a:

Musa'nın vâsisi kimdi? diye sorması üzerine, Selman, Yuşa' (a.s.) dır, dedi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) o zaman şöyle buyurdu:

“Benim vasim ve vârisim Ali'dir.”[18] Binaenaleyh onun her zikrettiğini sahih olması şart değildir. Sonra yalan ve uydurmadır. Ahmed b. Hanbel'in müsnedinde böyle bir şey yoktur. Üstelik Ahmed b. Hanbel başta Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olmak üzere sahabenin faziletleri hakkında bir kitab te'lif etmiştir. Bu eserinde sahabenin faziletleri ile ilgili olarak rivayet edilen zaif ve sahih hadisleri bilinsin diye zikretmiştir. Binaenaleyh onun her zikrettiğinin sahih olması şart değildir. Sonra onun bu eserinde oğlu Abdullah'ın Ahmed b. Ca'fer b. Ham'dan el-Katîî'nin üstadlarından rivayet ettikleri ziyadeler vardır. El-Katî'nin ziyade ettikleri rivayetlerinin çoğu yalandır. Bazıları ileride zikredilecektir.[19]

El-Katîî'nin şeyhleri Ahmed'in (r.a.) tabakatında bulunan zatlardan rivayet ettikleri için bu câhil rafizîler bu tabakatta bir hadis gördüler mi bunun Ahmed (r.a.) tarafından rivayet edildiğini zannederler. Halbuki kendisinden değildir. Bu ancak EI-Katîi ve üstadlarının bir iddiasıdır. Bunun gibi Müsned'de de Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah tarafından özellikle Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) müsnedinde bir çok ziyadelikler konulmuştur.[20]

Yukarıdaki hadis de yalancıların uydurmalarındandır. Vallahi Ahmed bu hadisten bahsetmemişti.

İşte Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i ve sahabe hakkında te'lif ettiği kitabı ortadadır.

Râfizî şöyle bir rivayetin mevcudiyetini iddia ediyor:

“Yezid b. Ebi Meryem, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle dediğini rivayet ediyor:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber Kabe'ye gittik. Rasulullah omuzuma çıktı Kalkmağa çalıştım. Bende bir kuvvetsizlik hissedince indi. Bu sefer o çöktü ben de omuzuna çıktım. Kabe'nin damına çıkıncaya kadar beni yukarıya doğru kaldırdı. Orada bakırdan yapılmış bir heykel vardı. Onu aldım, yere attım ve kırıldı. Sonra koşarak ayrıldık ve gizlendik.”

Bu rivayet karşısında deriz ki:

Eğer bu doğru ise imamlara has bir özellik ihtiva etmemektedir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) namaz kılarken bazan Ümâme binti Ebil As'ı omuzuna alırdı. Bir gün secdede iken Hasan (r.a.) gelip omuzuna çıkmıştır. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kız ve erkek çocukları sırtında taşıması, onlara has meziyetlerinden değildir. Ali'yi (r.a.) taşımasında da böyle bir şey söz konusu değildir. Ancak Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) taşıyamayınca kendisi Onu taşımıştır. Bu da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in menakıbıyte ilgilidir.

Şüphesiz ki Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) taşıyanın üstünlüğü, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat taşıdığı kimsenin üstünlüğüne karşı daha çoktur. Uhud'da Talha b. Ubeydullah ve diğer sahabelerin Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) taşımaları gibi.

Birisi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) faydalı olmuştur.

Diğeri ise Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) can ve malıyla yardımcı olması, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kimseye bizzat canıyla yardımcı olmasından daha üstün bir meziyettir.

Râfizî şöyle diyor:

“İbn-i Ebi Leylâdan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Sâdıklar üç tanedir. Habibu'n-Neccar, Firavun kavminden mü'min olan zat ve Ali'dir. Ali, hepsinden üstündür.”

Bu da yalandır diyoruz. Çünkü sahih hadis ile Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Ebubekir'i (r.a.) Sıddîk” diye nitelendirdiği sabittir. Kaldı ki, İbn-i Mes'ud'un (r.a.) merfu olarak rivayet ettiği hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Kişi doğru konuşur ve doğruyu öğrenmeğe çalıştığı müddetçe Allah indinde sâdıklardan yazılır.”[21]

Bundan da anlaşılıyor ki, sâdıklar çoktur.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Onun annesi (Meryem) sıddîkadır.”[22] Râfizî şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye:

“Ben sendenim, sen de bendensin”, dedi.”[23] Diyoruz ki:

Evet bu hadisi El-Berâ hadisinden Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir. Hamza'nın (r.a.) kızı kimin yanında kalacak diye Ali, Ca'fer ve Zeyd münakaşa ederlerken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):

“Ben şendenim, sen de bendensin”[24] Ca'fere:

“Yaratılışta ve ahlâkta bana benziyorsun”, Zeyde:

“Sen kardeşimiz ve azâdlı kölemizsin” buyurdular. Fakat Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) söylediği:

“Ben şendenim, sen de bendensin” lâfzı başka sahabîlere de söylenmiştir.

Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Eş'arîler için:

“Onlar benden, ben de onlardanım”[25] buyurmuşlardır. Râfizî şöyle naklediyor:

“Amr b. Meymun şöyle dedi:

“Ali'nin başkasında olmayan on üstünlüğü vardır. Onlar da şunlardır:

Rasulullah (Ali için):

Allah (celle celâlühü)'ın ebede kadar mahcup etmiyeceği bir adamı göndereceğim, O Allah ve Rasulünü sever, Allah ve Rasulü de onu sever, bu vazifeye nail olan şereflenmiştir.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Ali b. Ebi Talib nerededir?” diye sordu.

Ashab:

“Değirmende kendisinden başka öğütecek kimse olmadığı için gözleri rahatsızlanmıştır. cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) geldi fakat nerdeyse göremiyordu. Rasulullah gözlerine üfürdü ve bayrağı üç defa sallayarak Ali'ye (r.a.) verdi. O da savaşı kazanarak Safiyye binti Huyayy ile döndü.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir'i (r.a.) bir ültimatomla gönderdikten sonra Ali'yi (r.a.) arkasından yolladı ve:

“Onu benden olan, benim de ondan olduğum kimse götürsün” buyurdu.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de hazır olduğu bir yerde amca çocuklarına:

“Sizden hanginiz dünya ve ahirette yardımcım olabilir?” sorusuna karşı hepsi çekimser kaldılar. Bunun üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Ahirette de, dünyada da ben seninle beraberim” dedi.

Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu bırakarak teker teker orada oturanlara yukarıdaki soruyu sordu. Hiç kimseden ses çıkmayınca Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) tekrar:

“Ya Rasulallah! ahirette de dünyada da ben seninle beraberim” dedi. Bu hâdise üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):

“Sen dünya ve ahirette benim dostumsun” buyurdu.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Hatice'den (r.a.) sonra ilk müslüman olanlardandır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) elbisesini Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyn'in (r. Anhum) üzerine gererek:

“Ey ehli Beyt = Peygamber ailesi! Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor”[26] ayeti kerimesini okudu.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) canını feda ederek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) elbisesini giydi ve yatağına yattı. Müşrikler de onu taşlamağa başladılar.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Tebuk gazvesine çıktığında Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ona:

“Seninle geleyim mi?” dedi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hayır demesi üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ağladı. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) şöyle dedi:

“Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibi sen de bana yakın olmak istemez misin? Ama sen Peygamber değilsin Seni halife tayin etmeden sefere çıkmam uygun değildir”.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):

“Benden sonra bütün mü'minlerden önce sen benim dostumsun” buyurmuştur.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kapısı hariç mescide açılan bütün Kapıları kapatmıştır. Başka yolu olmadığı için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cünüp iken de camiden geçerdi.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır”[27] buyurmuştur.

Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem), merfu olarak rivayet edildiğine göre O, Ebubekir'i Mekke'ye götürmek üzere bir ültimatomla gönderdi. Beraberinde de üç kişi vardı. Sonra Ali'yi (r.a.) arkalarından göndererek; çabuk ona yetişip kendisinin ültimatomu bildirmesini istedi. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bu işi o şekilde yaptı. Ebu Bekir geri döndüğünde ağladı ve:

“Ya Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bende bir kusur mu meydana geldi? demesi üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

Hayır, fakat onu benim veya benden olan birisi tarafından tebliğ edilmesi için bana emir verildi, buyurdu.”

Râfizînin yukardan beri devam ede gelen ve hadis olarak iddia ettiği bu sözlerine karşı diyeceğimiz şudur:

Bu hadis sabit ise her şeyden önce mürseldir, demek mecburiyetindeyiz. Çünkü râvisi olan Amr b. Meymun Muaz b. Cebel’in tebliği üzerine müslüman olmuş ve Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) görmemiştir. Ayrıca içinde yanlış haberler vardır. “Seni halife tayin etmeden benim gitmem doğru değildir” sözü gibi. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başka zamanlarda Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) başkasını yerine vekil tayin etmiştir.

Râfizînin “Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kapısından başka diğer bütün kapıları kapatın” şeklinde naklettiği haber de şiîlerin uydurmasıdır. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat etmeden önceki son hastalığında:

“Malında ve sohbetinde insanlar arasında bana en çok minneti olan Ebubekir'dir. Eğer bir dost edinseydim O'nu dost edinirdim. Lakin İslâm yüzünden olan kardeşlik efdaldir. Mescide açılan kapılar arasından Ebubekir'in kapısından başka hiçbir kapı kalmasın. Hepsi kapatılsın” buyurmuşlardır.”[28] Râfizî “Bütün mü'minlere bedel sen benim yerimdesin” iddiası, bütün hadis ehlinin ittifakı ile uydurmadır.

Geri kalan özellikler ise yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus değildir. Allah ve Resulünü sever denilmesi; Medineye halife tayin edilmesi, Harun'un Musa'ya yakınlığı gibi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yakın olması Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ültimatomunu Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başka kimse tebliğ etmesini demesi gibi.[29]

Çünkü carî olan âdete göre anlaşmayı ancak itaat edilenlerden birisi bozmalıydı.

Râfizînin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üstünlüğünü ispat etmek için iddia ettiği delillerden birisi de şudur:

Ahtab Havarzem'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) şöyle dedi:

“Biri, Nuh'un kavmi arasında yaşadığı kadar Allah (celle celâlühü)'a' ibadet etse, Uhud dağı kadar da Allah yolunda altın infak etse, yaya olarak yüz kere hac etse ve Safa ile Merve arasında mazlum olarak öldürülse seni sevmedikten sonra cennetin kokusunu almaz ve ona giremez de..”

Zaten Ahtab b. Havarzem[30]'in bu konuda kitabı vardır. Onda da hadsiz hesapsız yalanlar vardır. Vallahi bu da onlardandır.

Râfizî şöyle diyor:

“Adamın biri Selman-i Fârisi'“ye:

“Ali'ye (r.a.) karşı sevgin ne kadar çoktur!” demesi üzerine Selman:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:

“Kim Onu severse beni sevmiş gibidir, buyurduğunu işittim.” dedi. Enes'ten merfu olarak rivayet edildiğine göre Rasulullah şöyle buyurmuştur:

“Allah (celle celâlühü) Ali'nin yüzü nurundan bin melek yarattı. Bunlar kıyamete kadar Ona ve Onu sevenlere dua ederler”,

İbn-i Ömer'den Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Kim Ali'yi severse Allah Onun namazını, orucunu, gece ibadetini ve duasını kabul eder. Biliniz ki kim Ali'yi severse Allah ona bedenindeki her damara karşı cennette bir köşk verir. Kim Muhammed'in ehl-i beytini severse hesab, mizan ve sıratta emîn olur. Kim Muhammed'in âli'ni sevdiği halde ölürse cennette Peygamberlerle birlikte olacağına kefilim. Kim Muhammed'in âline buğzederse kıyamet gününde alnında “Allah (celle celâlühü)'ın rahmetinden uzak kaldı” cümlesi yazılı olduğu halde gelecektir.”

Yine İbn-i Ömer'den, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a:

“Mi'rac gecesinde Rabbin hangi lügat ile seninle konuştu?” diye soruldu. Rasulullah:

“Ali'nin lügati ile,” cevabını verdi. Sonra içime bir ilham geldi ve:

“Ya Rabbi sen mi, Ali mi bana hitab etti?” dedim. Allah (celle celâlühü) şöyle cevab verdi:

“Ey Muhammed! Ben hiçbir şeye benzemem. Kimseye mukayese edilmem. Eşyalarla tavsif edilmem. Ben seni kendi nurumdan yarattım. Ali'yi de senin nurundan. Sonra kalbindeki gizlilikleri bildim ve anladım ki Ali'den daha sevimli sana hiç kimse yoktur. Onun için Onun diliyle sana hitab ettim ki kalbin mutmain olsun”.

İbn-i Abbas'dan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu :

“Bahçelerin ağaçları kalem, denizler mürekkeb, cinler muhasip, insanlar da kâtib olsalar yine Ali'nin faziletlerini kaydedemezler. Allah Ali'nin faziletlerini zikredene sonsuz sevab verir. Kim Onun faziletlerinden birini hatırlar ve okursa Allah onun geçmiş ve gelecek günahlarını affeder. Yüzüne bakmak ibadettir. Onu hatırlamak ibadettir. Bir kimse Onu sevmedikçe ve düşmanlarından uzak kalmadıkça Allah onun imanını kabul etmez.”

Hâkim b. Hizam'dan merfu olarak rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Ali'nin hendek gününde Amr b. Vidd'e karşı çarpışması, ümmetimin kıyamete kadar yapacağı amelinden üstündür.”

Yukardan beri sıralamakta olduğumuz hadisler hakkındaki cevabımız şudur:

Vallahi bunların hepsi de yalandır.

Allah bunları uyduranlara lanet etmiştir. Ali'yi (r.a.) sevmeyen de melundur.

Ey râfizî sen daha önce bizce - ehli sünnetçe - sahih olandan başkasını zikretmiyeceğini söylemiştin. Peki bu hurafeleri nereden getirdin? Fakat anladık ki râfizîler insanların en yalancısıdırlar. Sen de onların liderisin. Hâlin de malûmdur.

Râfizî diyor ki:

Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)’tan gelen bir rivayette Muâviye, Ona Ali'yi (r.a.) sebbetmesi (sövmesi) için emrettiği halde Sa'd Onu sebbetmemiştir. Bunun üzerine Muaviye:

Ona sebbetmekten seni alıkoyan şey nedir? diye sordu. Sa'd şöyle cevap verdi:

“Beni Ali'ye sövmekten alıkoyan üç şey vardır ki onları Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) söylemiştir. Onlardan bir tanesi bende olması benim için kırmızı develerden daha iyidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gazveye çıkarken Ali'yi (r.a.) Medine'de yerine tayin etti. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ona “Ya Rasulullah! beni kadın ve çocuklara mı emir tayin ediyorsun?” demesi üzerine Rasulullah Ona şöyle buyurdu:

“Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibi sen de bana o nisbette olmak istemez misin? Yalnız benden sonra peygamber yoktur.”[31] Sa'd devamla:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu işittim:

“Bu bayrağı Allah ve Resulünü seven, Allah ve Resulünün de onu sevdiği birisine vereceğim. ”

Bunun üzerine oradakiler ellerini bayrağa doğru uzatmaya başladılar. O esnada Rasulullah şöyle buyurdu:

“BanaAli'yi çağırınız.”

Ali gözleri ağrıdığı halde Ona geldi. Rasulullah gözlerine - şifa için - tükürdü ve bayrağı ona verdi.

“Allah Ali'ye bir çok yerleri fethe müyesser kıldı”[32] dedikten sonra şu ayeti kerime indi.

“Gelin, oğullarımız ve oğullarınızı çağıralım”[33]

Ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hemen Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin'i (R. Anhum) çağırarak:

“Bunlar benim ehlimdir”, dedi.”

Evet yukarda rivayet ettiğin hadis sahih olup onu müslim rivayet etmiştir.

Cahilliğinden dolayı hadisi bu mevzulara karıştırdın. Bu durum incilerin arasına koyun kığısını dizen birinin haline benzer.

Kaldı ki, bu özellik yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus değildir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine'ye ondan başkalarını da tayin etmiştir.

Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi (r.a.) Harun'a benzetmesi (a.s.), Ebubekir'i (r.a.) İbrahim (a.s.) ve İsa'ya (a.s.), Ömer'i (r.a.) de Nuh (a.s.) ve Musa'ya (a.s.) benzetmesinden büyük değildir.[34]

Bu dört peygamber de Harun'dan üstündürler. Üstelik Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bunlardan birine değil ikisine benzetilmiştir.

Bu benzetme de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) benzetmesinden daha büyük ve beliğ olmuştur. Kaldı ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başkalarını da istihlaf etmiştir. Binaenaleyh istihlaf ve bir peygamberin bazı hallerine benzetme yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) yüceliğine mahsus bir durum değildir. Ayrıca hadiste Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafetini kabul etmeyip. Onu sevmeyen Nâsibilere ve Onu tekfir eden haricilere red vardır.

Fakat Sahabe-i Kiram hakkında vârid olan ve faziletleriyle ilgili olan nassları (hâşâ!) irtibatlarından önce söylenmiş olduğunu iddia eden râfizîler, bu reddi yeterli görmemişlerdir. Râfizîlerin ashab hakkında söyledikleri şeylerin aynısını hâriciler de Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkından söylüyorlar ki her ikisinin de iddiaları tamamen bâtıldır. Çünkü Allah (celle celâlühü), kâfir olarak öleceğimi bildiği bir kimseden hoşnut olmaz. Ali'ye (r.a.) (haşa!) lanet okuyanlar bununla kalmayıp iki oğlunu da beraber zikrediyorlar.

Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) neden onlardan bir tanesini temenni etti? diye sorulacak olursa verilecek cevap şudur:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için açık-gizli her zaman iman ile şahitlikte bulunmuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın belli bir kimse hakkında müsbet yönden şahitlik etmesi o insan için en büyük fazilettir.

Bir gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir cenazenin namazını kıldıktan sonra:

“Allah'ım onu affet, rahmetine kavuştur...” dediğinde Avf b. Mâlik:

Keşke o cenaze ben olsaydım, temennisinde bulunmuştur. Bu dua da yalnız o meyyite mahsus bir şey değildi.

Râfizî şöyle diyor:

“Âmir b. Vasile, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Şûra gününde -Hz. Ömer (radiyallâhü anh) altı kişi seçmiş bunların do kendi aralarında yerine halife olması için birini seçmelerini emretmişti- şöyle dediğini rivayet ediyor:

“Bu işe benim layık olduğuma dair sizden hiç birinizin inkâr edemiyeceği delilleri size getireceğim. Şöyle ki: Allah aşkına aranızda benden önce Allah (celle celâlühü)'a iman edeniniz var mı?”

“Hayır dediler...”

Râfizî yalanla dolu olan hadisin (!) cümlesini anlatıyor[35] Bunun için de:

“Allah aşkına içinizde bir anda üç bin melek ile Cîbril, Mikail ve İsrafil'in - Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) Kalîb” denilen yerden su getirdiğinde - kendisine selam verdikleri kimse var mıdır? Hayır dediler” gibi uydurmalar vardır.

Râfizînin uydurmalarından biri de şudur:

“Ebu Ömer ez-Zâhid, İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'de kimsede olmayan dört haslet vardır. O, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ilk namaz kılandır. Bütün savaşlarda Rasûlullah’ın sancağı onunla beraber idi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber Huneyn gazvesinde sabretmiştir. Rasulullah'ı yıkayan ve kabre koyan O'dur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Miraca çıkarken dudakları yırtılmış ve kan akan bir topluluğu gördüm. “Ey Cibril, bunlar kimdir?” dedim. Cibril:

“Bunlar insanların gıybetini yapanlardır”, dedi. Sonra yalvaran bir topluluğa uğradım.

“Ey Cibril bunlar kimlerdir?” dedim. Cibril:

“Bunlar kafirlerdir”, dedi. Sonra yolumuzu değiştirdik. Dördüncü semaya çıkınca birini namaz kılarken gördüm:

“Ey Cibril bu kimdir? Bu Ali midir ki, bizi geçti? dedi. Cibril:

“Hayır bu Ali değildir. Fakat melekler onu görmeği çok arzu ettiler. Onun faziletlerini ve özellikle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ona:

“Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibi sen de bana o nisbette olmak istemez misin? sözünü işitince Ali'yi istediler. Binaenaleyh Allah, Ali suretinde bir melek yarattı.”

İbni Abbastan gelen rivayette Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün:

“Ben gencim, gençoğlu gencim, gencin kardeşiyim” diyerek bununla Ali'yi kasdediyordu. Bu söz, Bedir gününde Cibril'in semalara çıktığında ve çok sevinçli olduğu bir sırada:

“Zülfikar gibi kılıç, Alt gibi bir genç yoktur” dediği sözünün benzeridir. Yine İbn-i Abbas şöyle diyor:

“Ebu Zerr (r.a), Kabe'nin perdesine asılarak dua ederken şöyle dediğini işittim:

“Bilen beni biliyor. Ben Ebu Zerr'im. İstediğiniz kadar oruç tutun ve namaz kılınız. Ali'yi (r.a.) sevmedikten sonra size hiçbir faydası olmayacaktır.”

Râfizînin yukardan beri hadis (!) diye iddia ettiği Amir b. Vasile'nin hadisi, bütün hadis hafızlarının ittifak ile yalandır.

Şûra gününde Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) böyle bir şey söylememiştir. Aksine Abdurrahman b. Avf Ali'ye (r.a.):

“Sana emredersem adaleti uygulayacak mısın? Osman'a biat edersem sen de biat edecek misin? diye sorması üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Evet” cevabını vermiştir. Aynısını Hz. Osman (radiyallâhü anh)'a sorduğunda o da aynı cevabı vermiştir. Bunun üzerine müslümanlarla istişare etmek için üç gün bekledi.

İbn-i Abbas'ın hadisine gelince; bu hadis batıldır. Uhud gününde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sancağı ittifak ile Musab b. Umeyr'in elindeydi. Fetih gününde de Zübeyr'in elinde olduğu Buharî'de varid olmuştur. Hüneyn gününde ise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bineğine en yakın olanlar Amcası Hz. Abbas ve Ebu Sufyan b. El-Haris idi. Hz. Abbas Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) özengisini tutmuştu.

Mi'rac gecesinde carî olan ve güya Allah, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) suretinde bir melek yaratmıştır gibi hadis ve haberler de tamamen yalandır. Çünkü Mi'rac hadisesi Mekke'de iken vuku bulmuştur. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):

“Harun'un Musa'ya olan yakınlığı nisbetinde sen de bana yakın olmak istemez misin?”

Sözü ise hicri dokuzuncu yılında vuku bulan ve en son gaza olan Tebuk gazvesinde söylenmiştir. Aynı şekilde:

“Zülfikardan başka kılıç, Ali'den başka genç yoktur” sözü de yalandır.

“Genç” liğe gelince bu isim medih ve zem isimlerinden değildir. Bu söz, Dinç!, Dinamik! mânâsında bir sözdür.

“İşittik ki, bir delikanlı bunları kötülüyor..”[36] mealinde olan ayeti kerimedeki “delikanlı” kelimesiyle müşrikler, hiçbir zaman medhi kasdetmemişlerdir.

Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Ömer'le (r.a.) kardeşlik akdettiklerine dair hadis ise yalandır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ancak Ensar ile Muhacir arasında kardeşlik akdetmiştir. Zülfikar ise bir kılıçtır. Bedir gazvesinde müslümanlar tarafından ganimet olarak alınmıştır. Bedir gününde müslümanların Zülfikar isimli bir kılıçları yoktu.

Üstelik Ahmed ve Tirmizî'nin İbn-i Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir günü kılıcını bağışlamıştı ve o gün yaşça genç değil olgunlamış bir durumdaydı. Binaenaleyh o gün için “Ben gencim” demesi akla muvafık değildir. Ebu Zerr'den nakledilen söz de doğru değildir.

Bununla beraber Ali'yi (r.a.) sevmek farz olduğu gibi Ebubekir'i (r.a.) ve Ensarı da sevmek farzdır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“İmanın alameti Ensarı sevmektir” buyurmuşlardır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de şöyle buyurur:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Beni ancak mümin olan sever ve ancak münafık olan buğzeder, diye ahdetti.”[37]

Râfizî şöyle diyor:

“Firdevsin müellifi, Muaz'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Ali'yi sevmek kötülüğün kendisine zarar veremediği bir iyiliktir. Ona buğzetmek ise iyiliği katiyyetle kabul etmeyen bir kötülüktür.”[38] Diyoruz ki:

“Firdevs'“in müellifi Şireveyh b. Şehriyar ed-Deylemî'dir ki, kitabında uydurma hadis çoktur. Bu da onlardan bir tanendir. Ma'sum olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu asla söylemez. Çünkü Allah ve Rasulünü seven mümine günah zarar verdiği gibi içki içecek olursa had cezasına da çarptırılır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir şarapçıya had tatbik edilmesi için emrettiklerinde adamın birisi de o şarapçıya lanet okudu. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Bırak onu, (Ona lanet okuma). Çünkü o Allah ve Rasulünü sever.” buyurmuşlardır.[39]

Ebu Talib de oğlu Ali'yi (r.a.) çokça sevmesine rağmen, şirk onu cehenneme sokuncaya kadar ona zarar vermiştir. İsmailîler, Nusayrîler, Şeyhîler gibi bu sapıklar da Ali'yi (r.a.) sevdiklerini iddia etmelerine rağmen cehennem ehlidirler. Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) sevmek Ali'yi (r.a.) sevmekten daha üstün olmasına rağmen onu seven bir çok kimseler vardır ki (günahlarından dolayı) cehenneme girecekler fakat sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şefaatıyla çıkacaklardır.

Firdevst'te İbni Mesud'dan rivayet edilen ve:

“Muhammed'in ehlini birgün sevmek, bir senelik ibadetten hayırlıdır”.

“Ben ve Ali Allah (celle celâlühü)'ın kulları üzerindeki hüccetiyiz” mealindeki hadisler de tamamen yalandır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyamette: “Bizi imana çağıran olmadı”, diye Allah'a bir huccet ve özürleri olmasın.”[40]

“İnsanların tümü Ali'yi (r.a.) sevselerdi cehennem yaratılmazdı” sözü de uydurmadır.

Binaenaleyh biz, İsmaililerin ve benzer Şiilerin ateşe yem olarak yaratıldığını görüyoruz. Biz hem Ali'yi (r.a.) severiz hem de cehennemden korkarız. Ondan sonra peygamberleri tasdik etmiş öyle kişiler var ki, Ali'yi (r.a.) tanımadıkları halde cennete gireceklerdi.

Yine Şireveyh:

“Ali hidayetin bayrağı, velilerin imamı, Allah'tan korkanların inanmaları gereken kişi” diye rivayet ettiği hadis de uydurmadır. Hilyenin sahibi de dört halife hakkında çokca uydurulmuş haber nakletmektedir[41] Râfizî şöyle diyor:

“Rasulullahın bütün eshabında bulunan eksikliklere gelince, onların tâbilerinden bu hususta bir çok haberler gelmiştir ki, hatta El-Kelbî Sahabe kusurları ile ilgili olarak bir kitap tasnif etmiştir.”

Râfızînin bu iddiasına karşı şöyle diyoruz:

El-Kelbî ve oğlu Hişam yalancı ve râfizîdirler.[42]

El-Kelbî'nin sahabe hakkındaki eksikliklerle ilgili olarak rivayet ettikleri haberler ikiye ayrılır.

Birincisi: Ya hepsi yalandır. Veya haberleri zemme götürecek kadar tahrif etmiştir. Sahabe hakkında rivayet edilen eksikliklerin çoğu bu tip haberlerin neticesidir. Bu haberlerin çoğunu da yalancılıkla tanınan yalancılar naketmişlerdir. Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî gibi. Bunun içindir ki kendisine reddiye yapılan râfizî, Hişam el-Kelbî'nin eserleriyle delil getirmeye kalkışıyor. Halbuki Hişam insanların en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından ve Ebu Mihnef'ten rivayet ediyor ki, her ikisi de terkedilmiş yalancılardır.

Ahmed b. Hanbel Hişam el-Kelbî hakkında şöyle diyor:

“İlim ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis naklettiğini zannetmiyorum.”

Dârekutnî onun için “Metruktür.” diyor.

İbn-i Adiy: “Kendisine fazla seminer verdirilen Hişam'ın güvenilecek hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası da yalancıdır,” diyor.

El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de:

“Hişam yalancıdır,” diyorlar. Yahya da hakkında “O bîr şey değildir, yalancı ve değersizdir.” diyor.

İbni Hibban da şöyle diyor:

“Hişam el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer vasıflarını ortaya koymaya hacet yoktur.”

İkincisi: Doğru olan rivayetlerdir. Bu kabil rivayetlerde ashabın

noksanlıklarına dair haberler söz konusu ise ma'zerete binaen olduğu için kusur

Ali, Yahyadan O da Süfyandan naklen Kelbî, Süfyana:

“Ebu Salih'ten sana neyi nakletmişsem yalandır” demiştir. İbn-i Hibban devamla şöyle diyor:

Kelbî'nin dindeki yeri ve açık olan yalancılığı meydandadır.

Başka yönlerini anlatmağa gerek yoktur. Kelbî, tefsirinde, Ebu Salih'ten O da İbn-i Abbastan rivayet ediyor. Halbuki Ebu Salih İbni Abbas'ı görmediği gibi El-Kelbî de Ebu Salih'ten bir tek harf nakletmemiştir. Bu adamı kitaplarda zikretmek caiz bile değildir. Artık nasıl olur da ondan delil getirilir. Ahmet b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin tefsirini okumanın caiz olup olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım. Ebu Avane, Kelbînin şöyle dediğini işittim diyor:

Cibril vahyi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yazdırıyordu. Tuvalete gittiğinde, Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı. İbni Maîn şöyle diyor:

Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor:

Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle dediğini işittim:

Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu. Sonra Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen unuttuklarımı hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey nakletmeyeceğim dedim ve onu terketim. Ebu Muaviye, Kelbî'nin şöyle dediğini işittim diyor:

“Kimsenin ezberleyemediğini ben ezberledim. Kur'anı altı veya yedi günde ezberledim. Kimsenin unutmadığını yine ben unuttum, sakalımı tuttum ve tutamdan fazlasını kesmek isterken alt taraftan keseceğime üst taraftan kestim.”

İşte bütün bunlar ümmetin bu yalancıdan işittikleridir. Râfizî İbnul Mutahhar yani kendisine reddiyye yapılan adam, Kelbî'yi ehli sünnet aleyhinde hüccet (!) olarak saymak ve eserlerini delil göstermek ister ki, O Rasulullah'tan sonra insanların en hayırlısı olan ashabı sebbetmiştir.) olmaktan çıkarlar. Bir müctehid isabet ettiğinde iki, hata ettiğinde de bir ecir kazandığı gibi.

Hulafâ-i Râşidin hakkında sabit olan nakillerin hepsi de bu kabildendir. Bu kabilden olup ve muhakkak olarak günah kabul edilenler hiç bir zaman onların faziletli oluşlarına halel getirmez. Cennet ehlinden olmadıklarını da göstermez. Çünkü gerçekten günah olan şeylerin cezası bazı sebeplerden dolayı ahirette affedilebilir. Bu sebeplerden bîri tevbedir. İmamiyye imamlarının itirafı ile Raşid halifeler bu tip günahlardan tevbe etmişlerdir. Diğer bir sebep de günahları silen iyiliklerdir. Muhakkak ki iyilikler kötülükleri silerler.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.”[43] Musibetler, mü'minlerin birbirlerine olan duaları ve peygamberlerinin şefaatları da günahları affettiren sebeplerdendir. Ümmetten hehangi bir vesile ile cezası affedilecek hiçbir günah yoktur ki, o günah ashabda olması halinde affedilmesi daha lâyık olmasın.

Medhe en layık, zemden de en uzak olmayı hakkeden onlardır. Bu hususta gerek ashab ve gerekse sair ümmet hakkında genel kaide mahiyetinde bazı maddeleri zikretmeye çalışacağız. Şöyle ki:

Bilerek ve adaletle, tâli meseleleri onlara kıyas ederek konuşabilmesi için insanda olması gereken genel prensipler vardır. Bununla beraber insan, talî meselelerin nasıl meydana geldiğini bilmesi gerekir. Aksi halde onlar hakkında hüküm vermekten âciz kalır. Böylece esas konuları da bilemeyeceğinden zulmetmeye kalkışır ve büyük fitnelerin doğmasına sebep olur.

İnsanlar bazan müctehidlerin yaptıkları ictihadlarından dolayı isabet edip etmediklerinden, sevap alıp almadıklarından bahsederler.

İşte biz, bu hususta faydalı genel kaideleri zikretmeğe çalışacağız.

Birincisi: Her insanın her meselede ictihad ederek hakkı bilmesi mümkün müdür?

Bununla beraber ictihad eder ve bütün gücünü harcadıktan sonra mutlak hakkı bulmaz fakat kanaatimce -hak olmayan bir şeye- şu haktır derse cezaya müstahak olur mu, olmaz mı? İşte bu meselelerin aslı budur. Âlimlerin bu hususta üç görüşü vardır. Her görüşün de savunucuları mevcuttur.

1    - Bu görüşe göre Allah (celle celâlühü) her mesele hususunda bir ölçü koymuştur. Bu ölçüyü bilen gücünü kullanarak ictihad ettiği takdirde hakkı bulur. Böyle olmasına; rağmen ister aslî ister ferî meselede olsun tefrite kapılmasındandır. Bu görüş kaderiyye ve mutezilenin görüşü olmakla bazı kelam ehli de bunu savunmaktadırlar.

2   - Delillere göre hareket eden müctehid asıl meselede hakkı bilmesi mümkündür. Bazan da bilmeyebilir. Fakat âciz kaldığında Allah (c.c), dilerse onu cezaya çarptırır, dilerse çarptırmaz. Bu görüş de Cehmiyye, Eş'ariyye ve dört mezhebe uyan birçok fakihin görüşüdür.

3   - Her ictihad edenin hakkı bulması mümkün değildir. Cezaya da ancak bir emri terkeden ve bir yasağı işleyen müstahak olur. Bu görüş de fakih imamların ve diğer fakihlerin, Selefin ve cumhuru müsliminin görüşüdür. Bu görüş aynı zamanda diğer iki görüşe nazaran sevab olanı içine almıştır.

İkincisi: Bu mesele, “Allah, ahirette ancak emredileni yapmayıp yasak olara da işleyerek ona isyan edeni cezaya çarptırır.” diyenlerin sözleriyle ilgilidir.

Esas olan, selef ve cumhurun da kabul ettiği Cenab-ı Allah (celle celâlühü)'ın hiç kimseye gücünden fazlasını emretmemesidir. Bir şeyin vacip olabilmesi için yapılmasına gücün yetmesi şart olduğu gibi, ceza da açık bir delilden sonra emrin terkedilmesi veya yasağın yapılmasından sonra tahakkuk eder.

Daha önce âlimlerin- ceza ve mükafaat ile ilgili durumlarını, kötülük işleyenin on kadar vesile ile cehennem cezasından kurtulabileceğine dair bilgi vermiştik.

Müctehidler, günah işleyenler ve diğer bütün ümmet hakkında bu durumlar söz konusu olursa, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı hakkında durum acaba nasıl olur?

Ashabtan sonra gelen müctehidlerden ve günahkârlardan bazı vesilelerle cezalar düşerse, muhacir ve ensar hakkında durum nasıl otacaktır? Elbetteki müsbet olacaktır.

İşte bu mevzuyu genişleterek şöyle diyoruz:

Râfizînin ve başkalarının, halifeleri ve diğer ashabı zemmetmeleri eşya hakkındaki konuşmaları babından olmuştur. Halbuki burada Allah (celle celâlühü)'ın hukukunu ilgilendiren taraf vardır. Onlara dost olmak; düşman olmak veya onları sevmek ve sevmemek gibi.

Aynı zamanda bu kabil konuşmalar da beşeriyetin hukukuna taalluk eden taraflar da vardır. Malum olduğu gibi biz sahâbîden daha aşağı olan kullar, âlimler ve şeyhler hakkında bile konuşacak olursak, bu konuşmanın delilli ve adalete uygun olması, delilsiz ve zulmen olmaması gerekir.

Çünkü adalet her halde ve herkes için vaciptir. Zulüm de hiçbir zaman ve hiçbir kimseye mubah kılınmamıştır ve kesinlikle haramdır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe götürmesin. Adalet yapın ki, o takvaya en çok yakın olandır.”[44] Allah (celle celâlühü)'ın emrettiği adalet, sahibini kendisine buğzeden kimseye zulmetmekten alıkoyuyorsa; te'vil, şüphe veya mücerred bir nefis arzusu ile müslümana buğzetmek nasıl olur? Elbette ki müslümana zulmetmemek onun hakkında adaletli davranmak daha evlâdır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı ise, kendilerine sözde ve fiilde adaletli davranılması gereken kişilerin en lâyığıdırlar.

Adalet, yeryüzündeki bütün insanların övdükleri, sevdikleri ona sahip çıkanların da sevilmelerine vesile olan iyi bir şeydir.

Zulüm ise kötülenmesi ve onu yapanların da zemmedilmeleri üzerine ittifak edilmiş bir şeydir. Maksat olan her zaman ve mekanda herkesin ve herkes için adaletle hükmetmenin vacip olmasıdır.

Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e indirilen kitapla hükmetmek adelettir.

Hem de adaletin en mükemmeli ve en iyisidir.

Onunla hükmetmek Peygambere ve Ona inananlara da farzdır.

Allah ve Rasulünün hükmüne boyun eğmeyen kâfirdir.

Adalet; itikadi ve ameli, ümmetin ihtilaf ettiği her hususta uyulması gereken bir vecibedir.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Allaha itaat edin. Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman etmişseniz onu Allah’a ve Rasulüne (Kitaba ve Sünnete) götürün. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir.”[45] Ümmet arasında müşterek olan konularda ancak kitap ve sünnet hüküm verebilir.

Böyle konularda Emîr, Şeyh ve Kral mücerred görüşleriyle insanları bağlayamazlar.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Hâkimler üç çeşittir. İkisi cehennemde, biri cennettedir. Kim hakkı bilir ve onunla hükmedrese cennettedir. Kim ki hakkı bilir hilafına hükmederse cehennemdedir. Kim ki bilmeden hükmederse o da cehennemdedir. Kim ki bilerek ve adaletle hükmeder, ictihad edip isabet ederse iki sevab kazanır. İctihad edip de hata ederse bir sevab alır.”[46]

Mü'minler arasında çekişme konusu olan meselede bilerek ve adaletle konuşmak vacip olunca, bu durum da Allah ve Rasulüne havale edinilmesi istenince elbette ki bu şekilde bir hareketin sahabe hakkından uygulanmasının şart olduğu daha açıktır.

Râfizîler ise Ashab konusunda tefrika yoluna sapmışlardır. Bazılarını dost edinirken diğer bazılarına düşmanlık etmişlerdir. Bütün bunlar Allah ve Rasulünün yasak ettiği tefrika ve kamplaşmadan kaynaklanmaktadır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek veya hükümlerin bir kısmını tanımamak suretiyle dinlerini ayrı ayrı fırkalara ayırarak parçalananlar var ya, senin onlarla hiçbir ilgin yoktur.”[47]

“Ey mü'minler, kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşen Hıristiyan ve Yahudiler gibi olmayın. İşte onlar için çok büyük bir azap vardır. Kıyamet gününde bir takım yüzler ak ve bir takım yüzler de kara olacak. O, vakit, yüzleri; kara olanlara şöyle denecek:

“İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezası olarak tadın azabı...” Amma yüzleri ak olanlar, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar, orada (cennette) ebedî olarak kalacaklardır.”[48]

İbn-i Abbas (r.a.):

“Ehl-i Sünnetin yüzü ak, ehli bidatin ise kara olacaktır” buyuruyor.

Ebu Hureyre (r.a.)'nın rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Allah sizin için üç şeyinizden razı olur.

-     Allah'a ibadet edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak,

-     Topyekûn Allah'ın ipine bağlanıp tefrikaya düşmemek,

-    İşlerinizi görmek üzere Allah'ın iş başına getirdiği kimselerle nasihatleşmek.”[49]

Allah (celle celâlühü) müslümanın ölüsüne, dirisine zulmetmeyi, kanlarını akıtmayı, mallarını gasbedip, ırzlarına tecavüz etmeyi haram kılmıştır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Veda haca hutbesinde şöyle buyurur:

“Bu gününüz, bu anınız ve bu beldeniz (Mekke) nasıl mukaddes bir belde ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da mukaddestir. Tebliğ ettim mi?”

“Ettin! ”

“İnsanlar! hazır olan hazır olmayana bunu bildirsin. Kendisine tebliğ edilen nice insan vardır ki bizzat işitenden daha anlayışlıdır...”[50]

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Erkek mü'minlerle kadın mü'minlere, işlemedikleri bir günahla eziyet edenler (onlara iftira atanlar), doğrusu açık bir günah yüklenmişlerdir.”[51]

Kim hayatta veya vefat etmiş olan bir mü'mini, onda olmayan bir şey ile eziyet vermeye kalkışırsa bu âyetin şümulüne girer.

Müctehide gelince içtihadında hata dahi etse, bir sevabı vardır ve hiçbir günâhı yoktur. Ona birisi eziyet etmeye kalkışırsa kesbetmediği bir şeyle ona eziyet etmiş sayılır.

Yine günahkâr olan birisi tevbe ederek veya bir sebebe binaen affedilip günahı kalmadığı halde başkası ona eziyet etmeğe kalkışırsa haksızlıkla ona eziyet etmiş sayılır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Sizden biriniz diğerinin gıybetini yapmasın”[52] [53]

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

“Gıybet, kardeşini hoşlanmadığı bir şekilde anmandır.” Denildi ki:

“Yâ Rasulullah, dediğim şey kardeşimde varsa?” Rasulullah:

“Dediğin kardeşinde varsa ona gıybet etmişsin, dediklerin onda yoksa ona iftira etmiş olursun,”26 buyurdular.” Birisi bir başkasını onda olmayan bir hasletle lekelendirirse ona iftira etmiş sayılır. Bunun aynısı sahabeye yapılırsa artık nasıl olur! Yine birisi bir müctehid için:

Gerçeğe aykırı olarak O, zulmü, Allah ve Rasulüne isyanı kasdederek içtihadını yapmıştır, diyecek olursa ona iftira etmiştir. Gerçekten bu durum onda varsa yine ona gıybet etmiş sayılır.

Fakat bütün bunlara rağmen Allah ve Rasulünün mubah kıldığı nisbette gıybetten mubah olanı vardır. O da;

-     Adaleti gerektiren bir iş için yapılan anlatım,

-     Müslümanların maslahatı için gerek duyulan bir durum veya

-     Müslümanların nasihati için yapılan konuşmalardır.

Mesela:

Bir mazlumun falan adam beni dövdü, malımı aldı, hakkıma tecavüz etti vs. anlatımda bulunması gibi. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Allah fena sözün açıklanıp söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayanlar müstesnadır.”[54]

Bu âyet bir kavme misafir olmak isteyen ve o kavim tarafından kabul edilmeyen bir kimse hakkında nazil olmuştur. Çünkü misafiri kabul etmek sahih hadislerin işaret ettikleri gibi vacibtir. Kavim bunu kabul etmeyince misafirin onlardan bahsetmesi artık onun hakkı olur.

Bir ihtiyacı gidermek için gıybet yapılabileceğine bir misal de şudur:

Utbe’nin kızı Hind Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a:

“Ya Rasulullah! Ebu Sufyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarıma yetecek kadar olan nafakayı iyilikle vermiyor. (Ne yapalım?)” demesi üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Sana ve çocuğuna yetecek kadarını iyilikle al”[55] buyurdular. Hindin yukardaki ifadesi bir mazlumun sözleri cinsindendir.

Nasihatla ilgili mevzuda da şu hadisi misal olarak verebiliriz:

Fâtıma bint-i Kays (R. Anha):

(Bir gün) Nebî aleyhisselama geldim. “Ebul Cehm ve Muaviye'den biri beni nikahlamak istiyor,” dedim. Resul-i Ekrem:

“Muaviye malı olmayan bir fakirdir. Ebul Cehm ise asasını omuzundan yere koymaz (kadınları çok döver)[56] buyurdular.

Görülüyor ki sahabiye kiminle evlenmesinin uygun olacağını istişare ediyor, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)de ona uygun olanı tavsiye ediyor.

Ortaklık kuracak şahsı sormak da böyledir. Aslında nasihat, istişare olmadan da yapılması gereken bir şeydir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur:

“Din Nasihattir, Din nasihattir, Din nasihattir, (üç defa tekrarladı).

Kime Ya Rasulullah dediler? Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Allah'a, Allah'ın kitabına, peygamberine ve müslümanların reislerine ve bütün müslümanlara buyurdu.”[57] İlim ehlinin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a yanlış veya yalan rivayet isnad edenler hakkındaki konuşmaları da gıybet değildir.

Dini bir konuda yanılan bir kimsenin yanıldığını beyan etmek de bu kabildendir.

Böyle konularda bilerek, adalet ölçüleri dâhilinde ve nasihati kastederek birisi konuşacak olursa Allah (celle celâlühü) onun mükâfaatını verir. Hassaten bidata davet eden kişinin fikirlerini reddederek açıklamada bulunmak bir vecibedir. Böyle bir kimsenin şerrini insanlardan defetmek, yol kesicinin şerrini defetmekten daha önemlidir.

Bir müctehidin ilmî bir konuda konuşması diğer müctehidler gibidir. Yani bazan hata eder, bazan isabet. Bazan her ikisi de hata ederler ve Allah onları affeder. Bunun misali sahabe arasında cereyan etmiştir. Onun içindir ki bu müctehidler arasında çıkan görüş ayrılıklarından dolayı münakaşaya girmekten nehyolunulmuştur. Bu müctehidler ister sahabi ister başkaları olsun aynıdır.

İki müslüman, iki müctehidin geçmişte ihtilaf ettikleri ve ilgileri olmayan bir meseleyi alır münakaşa edecek olurlarsa onların bu husustaki konuşmaları ilimsiz ve adaletsiz olur. Üstelik haksız olarak onlara eziyet etmiş olurlar. O müctehidlerin hata ettiklerini bildikleri halde meseleyi zikredecek olurlarsa bunda hiçbir maslahat yoktur. Bu durumda mezmum olan gıybeti irtikab etmiş olurlar.

Yalnız Ashab-ı Kiram bu hususta başkalarına benzemezler. Onlar bütün müctehidlerden üstündürler. Başkası hakkında vârid olmayan üstünlükler ashabın bütünü hakkında vârid olmuştur. Bundan dolayıdır ki o yüce zatlar arasında çıkan ihtilaflardan dolayı onları zemmetmek, başkaları hakkında yapılan zemden daha hatalı ve tehlikelidir.

“Siz de râfizîleri zemmetmekle onların kusurlarını açıklamakla gıybet ediyorsunuz” denilecek olursa, şu cevabı veririz:

Bizim bu şekildeki açıklamalarımız, kötü hata ve kusurları yapan şahısların isimlerini zikretmeden yaptığımız açıklamalardır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in böyle kötü halleri lanetle anması çok olmuştur.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Allah'ın laneti zalimler üzerine olsun! İnsanları Allah yolundan çevirenler ve o yolu eğri bir hale getirmek isteyenler, işte onlar, ahireti inkar edenlerdir.”[58]

Kur'an ve hadis kötü işler ve onları irtikab edenleri zemmeden delillerle doludur. Bunun sebebi de başkasının bu fiilleri yapmaması ve onları yapanların da uğrayacakları akibetin kötü olduğunu açıklamaktır. Sonra masiyetin günah olduğunu bilen kimse ondan tevbe eder.

Bid'at ehli ise, böyle değildir. Onlar kendilerinin hak bir davada olduklarını, -hâriciler ve müslüman cemaata savaş ilan eden nâsibler gibi- zannediyorlar. Bid'atlar icad ederek onlara uymayanları tekfir ediyorlar. Netice itibariyle bunların zararı, zulmü haram kabul etmelerine rağmen müslümanlara zulmeden zalimlerin zararından daha büyüktür.

Râfizîler, haricilerden daha sapıktırlar. Zira onlar haricilerin tekfir etmedikleri Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) gibi zatları tekfir ediyorlar. Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabına kimsenin cesaret edemediği bir şekilde iftira ediyorlar. Hariciler ise buna tevessül etmezler. Üstelik haricîler onlardan daha sadık, cesur ve fedakârdırlar.

Râfizîler ise yalancı, korkak, hain ve alçaktırlar. Zira onlar müslümanlara karşı kâfirlerden yardım alıyorlar. Tatarların reisi Cengiz Han'ın müslümanlara karşı kafirlerle ittifak etmesi gibi. İşte râfizîler bununla işbirliği yapmışlardır.

Cengiz'in torunu Hülâgû ile işbirliği ederek Horasan, Irak ve Şam'a akınlar etmeleri hiç kimsenin inkâr edemeyeceği kadar açıktır.[59]

Râfizîler, Irak ve Horasan'da Hülâgû'nun güçlü yardımcıları idiler. Bağdad'da halifenin veziri de İbnu'l-Alkamî adında bir şiî idi. Durmadan halifeye tuzak kurmaya çalışıyor, müslüman askerlerinin erzakını kesmeye uğraşıyor. Müslümanları Hülâgû ile çarpışmaktan alıkoyuyor, öyle ki Hülâgû'nun askerleriyle Bağdad'a girip on milyon müslümanın öldürülmesine sebep olmuştur.

İslâm tarihinde kâfir tatarların yaptıkları katliamdan daha büyük bir katliam görülmüş değildir. Hâşimileri öldürmüşler, Abbasî olan ve olmayanların hanımlarını köleleştirmelerdir. Kâfirleri müslümanlara karşı kışkırtanlar hiçbir zaman Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ehline dost olmaları mümkün değildir. Onlar, Haccac'ın eşrafı öldürdüğünü iddia ederek ona da iftira ediyorlar. Halbuki Haccac, zulüm ve gaddarlığıyla beraber hiçbir haşimiyi öldürmemiştir. O hâşimîlerin dışında arapların eşraflarından bir çoğunu öldürmüştür. Üstelik Haccac hâşimiyyeden olan Abdullah b. Ca'fer'in kızıyla da evlenmiştir. Bundan dolayı emevîler, Haccac'ın mezkur hâşimiyyeye lâyık olmadığını dile getirerek onları birbirlerinden ayırmışlardır.[60]

Râfizîlerden bazıları ibadet ve zühde düşkün olmalarına rağmen, heva ve heveslerine düşkün olan diğer fırkalara bu hususta da yetişememektedirler. Meselâ, Mutezile onlardan daha akıllı, bilgili ve dindardırlar. Onlarda yalan ve ahlâksızlık râfizîlere göre çok daha azdır.

Şiîlerden olan Zeydîler de râfizîlerden daha iyi; doğruluk, adalet ve ilme daha yakındırlar. Yine heva ve heveslerine tabî olan guruplar arasında hâricilerden daha gerçekçi ve âbid kimse yoktur. Hatta daha önce zikredildiği gibi müslüman cemaatlara düşmanlık yapıp onları tekfir etmelerine rağmen ehl-i sünnet onlara karşı adaletli ve insaflı davranıyor ve onlara kesinlikle zulmetmiyorlar. Çünkü zulüm mutlak olarak haramdır. Daha doğrusu ehl-i sünnet, râfizîlerin bir gurubunun diğer guruba karşı olan tutumlarından daha adil ve gerçekçidir. Kendileri de bunu itiraf ederek şöyle diyorlar:

“Siz bir kısmımızın diğer bir kısmımıza karşı olan tutumundan daha insaflısınız.”

Bu sapık fırkaların birbirlerine karşı olan insafsızca tutumları cehalet ve zulme dayalı bir temel üzerine birleşmelerinden kaynaklanmaktadır. Onlar diğer müslümanlara zulmetmekte müşterek davrandıkları için yol kesiciler hükmündedirler. Bütün bunlara rağmen şüphesiz ki adaletli ve bilgili bir müslüman, onlara karşı kendilerinin dahi birbirlerine göstermedikleri ölçüde insaflı davranır.

Zira Hâriciler; cemaat ehlini, mutezilenin çoğu kendilerine karşı çıkanları, Râfizîler ve diğer bid'at ehli fırkalar da bir görüş uydurarak ona uymayanları tekfir ediyorlar. Bu üç guruptan tekfir etmiyenler ise karşılarındakileri fâsıklıkla damgalıyorlar.

Ehl-i sünnet ise; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Allah'dan getirdiği mutlak hakka uyarak, kendilerine muhalefet edenleri hiçbir zaman tekfir etmezler. Onlar hakkı en iyi bir şekilde biien, yaratıklara en merhametli davrananlardır.

Allah (celle celâlühü) onları şöyle nitelendiriyor:

“Siz insanlar için gönderilen en hayırlı ümmetsiniz”[61] Ebu Hureyre (r.a.) şöyle der:

“Sizler insanlara karşı en iyi davrananlarsınız.” Özellikle ehl-i sünnet müslümanların en seçkinleri ve insanlara karşı en iyi davrananlardır.

Şam civarında büyük bir dağ vardır.[62]

Bu dağda binlerce rafizî yaşıyordu. Bunlar halkın kanını akıtıyor, mallarını gasbediyorlardı. Müslümanlar Gâzân zamanında yenilgiye uğrayınca Şam askerlerinin silah ve atlarını gasbedip onları Kıbrıs kâfirlerine satmaya başladılar. Müslümanlar için diğer düşmanlardan daha zararlı olan râfizîlerin liderlerinden biri, hıristiyan bayrağını taşıdığında ona “Müslümanlar mı, hıristiyanlar mı daha iyidir?” diye sordular. Bu da hıristiyanlar daha iyidir, cevabını verdi. Kıyamet gününde kiminle haşrolunacaksın? demeleri üzerine de, hıristiyanlarla cevabını verdi. Râfizîler, bir kısım İslâm beldelerini de hıristiyanlara teslim etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen bazı devlet adamları râfizîlerle savaş hususunda bana soru sorup, İstişare etmeleri üzerine kendilerine müsbet yönden cevab verdim. Sonra onlara doğru gittik. Onlardan bir gurup yanıma geldi. Aramızda çeşitli konularda münakaşa ve münazaralar geçti. Müslümanlar, topraklarını fethedip onlara hâkim olunca onları öldürmekten alıkoydum.. Ama bir araya gelmemeleri için râfizîleri İslâm beldelerinin çeşitli yerlerine dağıttık. Aslında râfizîlerin zemmi, yalan ve cahillikleriyle ilgili olarak şu kitapta zikrettiklerim çok azdır. Onlar daha aşırıdırlar. Kötülükleri beyan edilemiyecek kadar çoktur.[63]

Kendisine reddiye yazdığımız kitabın müellifi İbnul Mutahhar ve benzeri râfizîleri ümmet-i Muhammediyye'nin selef ve halefine yaptıkları kötülüklerle tanıyoruz. Onlar geçmiş ve gelecek ümmetlerin efendisi olup peygamberlerden sonra gelen ve insanlar için örnek olarak çıkarılan Ashab-ı Kiramı kasdederek onlara en ağır iftiralarda bulunmuşlardır.

Bu gibi râfizî müellifler, heva ve hevesleri peşine giden râfizîlere ve onların yandaşlarına örnek olmuş ve ashabın iyiliklerini kötülük diye iddia etmişlerdir.

Allah da biliyor ki İslama müstesib olan bütün bid'atçılar bid'at ve kötülüklerine rağmen râfizîler onlardan daha cahil, yalancı ve zâlimdirler.

Hatta küfür, fısık ve isyana en yakın iman hakikatlerinden de en uzak duran yine bu râfizîlerdir.

Bunlar utanmadan Allah (celle celâlühü)'ın seçkin kulları olduklarını iddia ediyorlar. Daha ileri giderek kendilerinin dışında kalan ümmet-i Muhammediyyeyi ya tekfir ediyor veya sapık olduklarını ileriye sürüyorlar. Yalnız kendilerinin hak üzere olup, asla batılda birleşmediklerini iddia eden râfizî müellifleri, tâbilerini insanoğlunun en seçkin insanları olarak kabul etmektedirler.

Bu gibi müellifler koyunları çok olan bir kimseye benzerler ki, ondan kurban etmek üzere koyun istendiğinde kör, zaif, topal ve kemiğinde ilik kalmamış bir koyunu vererek geride kalan iyi koyunlara da domuz deyip onların kurban olmayacaklarını söyler. Sahih hadiste beyan buyrulduğu üzere Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Kim ki bir mü'mini münafığa karşı korursa, Allah kıyamet gününde o mü’minin etini cehennem ateşine karşı korur.”

Halbu ki bu rafiziler ya münafık veya Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiklerini bilmeyen cahillerdir.

Bunların Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in getirdiklerine karşı olan düşmanlıklarını ancak cahil ollan kimse bilmeyebilir.

Bu güruhun müellifleri, bunların söylediklerini yalan bilmelerine rağmen onları müdafaa kabilinden eserler tasnif etmektedirler. Aslında bu hareketleri râfizîlere lider görünmeleri içindir. Yoksa kendisine reddiyye yazdığımız kitabın müellifi İbnul-Mutahhar, bunların yalancı olduklarını mutlaka bilir. Fakat sırf rafiziler ona tâbi olsunlar diye bu tasniflerini yapıyor.

Hadd-i zâtında rafizilerden biri, İbnul-Mutahhar'ın söylediklerini batıl bilmesine rağmen, bunların Allah indinde hak olduklarını iddia ederse yahudi alimlerine benzemiş olur.

Yüce Allah söz konusu âlimleri şöyle tarif eder:

“Artık büyük azab o kimseleredir ki, kendi elleriyle Tevrat'ı yazarlar da, sonra biraz para almak için:

“Bu Allah tarafındandır” derler. Ellerinin yazdıkları yüzünden büyük azab onlara, kazanmakta oldukları günah yüzünden yazıklar olsun onlara...”[64]

Tabiî ki batıl bildikleri bu bilgilere kalben de hak olduklarına inanırlarsa tamamen sapık olurlar.

Selef Allah Muhammed'in ashabına af dilemeyi emretti” deyince râfizîler onlara sebbetmeye başladılar. Halbuki ashab hakkında istiğfarda bulunmak haktır. Sahih hadiste “Ashabımı sebbetmeyiniz.” buyrulması onlara sebbetmenin kesin olarak haram olduğunu beyan ediyor. Bununla beraber bütün mü'minlere istiğfarda bulunmak, onlara hakaret etmemek umumi bir emirdir. Bir hadis-i şerifte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Müslümana sebbetmek fâsıklık, onu kasden öldürmek ise küfürdür”[65]

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Ey iman edenler, bir kavim, diğer bir kavimle alay etmesin, olur ki, alay edilenler kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Bir takım kadınlar da diğer kadınlarla eğlenmesin, olur ki eğlenceye almanlar kendilerinden daha hayırlı olurlar. Hem birbirinizi ayıplamayın ve kötü lakablarla atışmayın. İmandan sonra fâsıklıkla adlanmak ne kötü isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar kendilerine zulmedenlerdir.”[66] diğer bir ayette yüce Allah şöyle buyurur:

“Onlardan (Muhacir ve Ensardan) sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. İman; etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin”[67]

Bu Ayet-i Kerime ile yaptığı te'vil sünnete muhalif olsa da iman ile gelip geçmiş bütün ümmetlere af dilemenin caiz ve makbul olduğu bilinmektedir. Çünkü böyle bir kimse yetmiş iki fırkadan biri olsa da ettiği iman ile mü'min kardeşlerinin umum dairesine girmiş sayılır.

Hiçbir sapık fırka yoktur ki içinde kâfir olmayanları bulunmasın.

Bunlar azaba müstahak olan âsî mü'minler gibidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunları İslâm dairesinin dışına çıkarmamış ve cehennemde ebedi kalacaklarını da söylememiştir.

Bu önemli bir prensiptir. Ona riayet etmek gerekir.

Ehl-i sünnetten olup da râfizî ve hâricilerde bulunan bazı bidatları irtikab edenler de vardır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı, -Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve diğerleri- kendileriyle savaşan haricileri tekfir etmemişlerdir.

Üstelik Haravra 'da (Küfeye iki mil uzaklıkta bir kasabadır. ) Ali'ye (r.a.) karşı ayaklanarak taat ve cemaattan ilk ayrılanlara Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle der:

“Va'd olsun ki sizi mescitlerimizden ve cihaddan gelen ganimetlerdeki hakkınızdan alıkoymıyacağız”.

Daha sonra onlara İbn-i Abbas'ı göndererek yürüdükleri yolun yanlış olduğunu bundan vazgeçmelerini istedi. İbn-i Abbas'ın onlarla yaptığı münazaralardan sonra onlardan yarısı kadarı fikirlerinden vazgeçtiler. Geri kalanlarına da savaş ilan etti. Bütün bunlara rağmen soylarını esir etmemiş, mallarını -bîr koyun da olsa- almamış, Ashab-ı Kiramın Mürtedler hakkında yaptığı şiddetli muamelenin aynısını bunlara uygulamamıştır. Museylimetül Kezzab ve benzerlerine yaptıkları gibi.

Kays b. Müslim, Târik b. Şihâb'tan naklettiğine göre. Târik şöyle diyor:

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Nehrevan'da hâricilerin işini bitirdiğinde ben de Onun yanındaydım. Ali'ye (r.a.) denildi ki:

“Bunlar müşrik midir?” Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Şirkten kaçtılar”.

“Münafık mıdır?”

“Münafıklar Allah'ı çok az zikrederler.”

“Peki nedir bunlar?”

“Bunlar bize isyan eden bir kavimdir. Biz de onlarla savaştık” buyurdular.

Görülüyor ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) haricilerin kâfir veya münafık olmadıklarını aksine mü'min olduklarını açıkça beyan etmiştir. Ama bazı alimler, bu görüşte değildirler. Ebu İshak el-İsferâyînî ve Onun yolunu izleyenler gibi. Bunlar:

“Açıkça bizi tekfir edenlerden başka hiç kimseyi tekfir etmeyiz. Kafir kılmak onların değil, yalnız Allah (celle celâlühü)'a mahsus bir haktır. Yine insanın kendisine iftira edene misliyle muamelede bulunması, akrabasına kötülük ettiği için kendisinin de onun akrabalarına kötülük etmesi doğru ve hakkı değildir. Böyle bir şey Allah (celle celâlühü)'ın hukukuna göre haramdır. Hıristiyanlar Peygamberimize sövseler, biz de İsa (a.s.)'ya sövemeyiz. Râfizîler Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'i tekfir ediyorlarsa, bizim de Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir etmemiz doğru değildir.” diyorlar.

Süfyan, Ca'fer b. Muhammed O da babası el-Bakır'dan naklettiğine göre Muhammed Bakır şöyle diyor:

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Cemel vakasında -yani Siffin gününde- aşırı giden bir kişinin sözlerini işitince ona şöyle dedi:

“Konuşacaksanız yalnız doğru olanı dile getiriniz.”

Ortada bir topluluk vardır iki, kendilerine zulmettiğimizi iddia ediyorlar. Biz de onların bize zulmettiklerini söylüyoruz. Bundan dolayı da onlara savaş açtık.”

Mekhûl’un rivayet ettiğine göre, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) taraftarları, Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından ölenlerin durumunu sormaları üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Onlar mü'mindirler,” cevabını verdi.

Abdul vâhid b. Ebi Avn şöyle diyor:

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Estere dayalı olduğu bir vaziyette Sıffînde vefat edenlerin yanından geçti. Hâbis el-Yemanî'yi[68] de vefat edenler arasında gördü.

O esnada Ester:

Allah'tan geldik, Allah (celle celâlühü)'a gideceğiz -hayretini izhar ederek- Ey Emirul Mü'minin! İşte Habis el-Yemanî Muaviye'nin taraftarları arasındadır. Üstünde de Muaviye'nin alameti vardır. Vallahi ben onu müslüman zannediyordum, demesi üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“O şu anda da müslümandır.” buyurdular.

Şiilerin Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) Hakkında Uydurdukları İftiralar

Râfizî şöyle diyor:

“Ehli sünnet, Ebu Bekir'in mimberden halka şöyle hitab ettiğini naklederler:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy ile korunuyordu. Halbuki beni aldatan şeytanım vardır. Doğru olursam bana yardımcı olunuz, saparsam da beni doğrultunuz.”

Mâhiyetindekilerden kendisinin doğrultulması için yardım dileyen kimse imamete yarar mı?”

Ey Râfizî!

Bu söz onun faziletine delalet eden en büyük delillerdendir. Onun başkanlığa düşkün ve zalim olmadığını gösteriyor. Onun içindir ki, Hak yolda olduğum müddetçe bana yardımcı olunuz. Haktan saptığım taktirde de beni doğrultunuz, buyurmuştur.

Ayrıca, Allah (celle celâlühü)'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz, demiştir. Ebu Bekir'i (r.a.) aldatmağa çalışan şeytan, başkasını da aldatıyor. Çünkü hiçbir insan yoktur ki, cinlerden veya meleklerden bir arkadaşı olmasın. Kaldı ki şeytan insanoğlunda kanın mecrasında gezip dolaşıyor.

Ebu Bekir'in (r.a.) gayesi masum olmadığını ifade etmektir. Gerçekten de doğru söylemiştir. Zira imam, maiyetindekiler için Rab değildir ki, onlara muhtaç olmasın. Aksine iyilikte ve takvada ona yardımcı olurlar. Namazdaki imam gibi. Doğru kıldığında cemaat ona uyarlar. Yanıldığında da ona tesbih ile hatırlatır ve doğrulturlar.

Ondan sonra, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) mâhiyetindekilerden yardım talebi, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) mâhiyetindekilerden yardım dilemesinden daha çok olduğu söylenmiştir. Ebu Bekir'in (r.a.) halka hâkimiyeti ve halkın da ona itaati, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halka hakimiyetinden ve halkın da ona itaat etmelerinden daha çoktur. Çünkü, halk Ebu Bekir'le (r.a.) münakaşaya kalkışmak istediklerinde, delil getirerek onları ilzam ederdi. Hatta Hz. Ömer (radiyallâhü anh) zekatı vermeyenlere karşı savaşa itiraz etmesi üzerine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ona deliller getirerek ikna etmiştir. Onun için Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) bir şeyi emretti mi, mutlaka onu yerine getirirlerdi.

Ali'ye (r.a.) çocukları olan cariyenin satılıp satılamayacağı hususunda soru sorduklarında önce Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) görüşüne muvafakat ederek, satılamayacağını söylemiş ise de daha sonra satılabileceğine hükmetmiştir. Bunun üzerine kendisinin tayin ettiği kadısı Ubeyde es-Selmanî, ona şöyle demiştir:

Vallahi görüşünüzün Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) görüşüne muvafık olup cemaatla beraber olmanız, bizim için ayrı kalmanızdan daha sevimlidir.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakimlerine:

Daha önce hüküm verdiğiniz gibi hüküm veriniz. Ben müslümanların tek cemaat olmalarını isterim. Onların ihtilafa düşmelerini istemem. Bu hal, ben ölünceye kadar böyle devam edecektir, demiştir. Buna rağmen imameti esnasında çok ihtilaflar vardı. Bazan ona fikir veriyorlardı, fakat onlara muhalefet ederdi. Daha sonra da onların fikri doğru çıkıyordu.

Hasan (r.a.), Ona Medine'den çıkmamasını ve Muaviye'yi (r.a.) görevden olmamasını tavsiye etmişti. Tabii ki siyaset, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'in devrinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) devrinden daha çok muntazam olduğu hususunda hiçbir akıl sahibinin şüphesi yoktur. Allah (celle celâlühü) cümlesinden razı olsun.

Râfizî şöyle diyor:

“Ebubekir: “Beni görevden alınız. Ali aranızda iken ben sizin en faziletliniz olamam.” demiştir. Binaenaleyh imameti hak ise, görevden azledilmesini taleb etmesi günah olur. imamet batıl ise ona itiraz şart olur.”

Râfizîye şöyle cevap veriyoruz:

Bu haberin yalandır. Mesnedi yoktur. Ancak Sakife günü, Ebu Ubeyde ve Ömer b. Hattab'a işaret ederek bu ikisinden birine biat ediniz, dediği sabittir. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

“Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüz ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) en çok sevimli olanımızsın.”

Sonra “Ali aranızda varken, ben sizin en hayırlınız olamam” sözü doğru ise neden vefatı esnasında Ali'yi (r.a.) halife tayin etmedi?

Ayrıca, halifeliğin mesuliyetinden kurtulmak için halifenin hilafet makamından ayrılmasını taleb etmesi onun hakkıdır. Kişinin mutevazi olması hiçbir zaman rütbesini küçültmez.

Râfizî:

“Ömer demiştir ki: Ebu Bekir'e yapılan biat, Allah (celle celâlühü)'ın bizi ondan koruduğu bir kaymaydı, kim onun benzerini yaparsa onu öldürünüz.” diyor.

Evet, râfizînin bu sözü de yalan ve iftiradır.

Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) dediği şudur:

“Aranızda Ebubekir gibi, boyunların önünde kesileceği bir kimse yoktur.”

Yani Ebubekir'e (r.a.) yapılan biat beklemeden ve süratle yapılmıştır. Çünkü onu hakketmişti.

Râfizî:

“Ebubekir şöyle demiştir:

“Keşke Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) Ensarın hilafette hakları olup olmadığını sorsaydım” “ diyor.

Evet bu da yalandır. Devamla deriz ki:

Bu iddianız Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için getirdiğiniz nassı da çürütüyor. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halife olmasını isteseydi ve bu hususta nass olsaydı, Ensarın ve diğerlerinin de hakkı düşmüş olurdu.

Râfizî;

“Ebubekir, sekeratta iken, “Keşke annem beni doğurmasaydı ve keşke kerpiçte bir saman çöpü olsaydım” demiştir. Halbuki Ehl-i Sünnet mensupları, sekeratta olan herkes cennetteki veya cehennemdeki yerini görüyor diye rivayet ediyorlar.” diyor.

Râfizînin bu iddiası da yalandır.

Aksine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) sekeratta iken, Aişe (r.a.) şiir halinde şu sözleri söylemiştir:

“Allah'a (celle celâlühü) kasem ederim ki, ruh boğaza gelip, göğüs daralınca, servetler insana fayda vermez.”

Bunun üzerine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):

O şekilde konuşma. Şu Âyet-i Kerimeyi oku:

“Bir de ölüm sarhoşluğu (can çekişme) gerçek olarak gelmiştir. (Ey insanoğlu) İşte bu, senin kaçıp durduğun şey.”[69]

“Keşke annem beni doğurmasaydı” sözünü henüz sıhahatli iken söylediği rivayet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiğine göre, Ebuzer (r.a.), şöyle demiştir:

“Keşke kesilen bir ağaç olsaydım.”

Abdullah b. Mesud (r.a.) de:

“Cennet ve cehennem arasında olsaydım ve bana, ikisinden birinde mi, yoksa kül mü olmayı tercih ediyorsun? deselerdi, kül olmayı tercih ederdim,” buyurmuştur.

Ben de (Kitabı kısaltan Hafız ez-Zehebi. ) diyorum ki:

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh): “gizli açık her şeyimden Allah'a sığınırım”, dediği rivayet edilmiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ebubekir: Keşke Saide oğulları gününde (Halife seçiminde) iki kişiden birisine biat etseydim de, o emîr ben de veziri olsaydım, demiştir.”

Buna da cevabımız şudur:

Böyle bir söz ancak nefsini kırıp tavazu yapmak isteyen ve Allah (celle celâlühü)'tan korkan bir kimsenin sözü olabilir. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yanında Ali'nin hilafetine dair Rasulullah'tan bir nass olsaydı, onun korkusu içinde olur ve bu nassı yerine getirirdi. O zaman da iki kişiden bahsetmezdi. Çünkü Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafetine nass bulunmasına rağmen - Sizin iddia ettiğiniz gibi - onlardan birisine biat etseydi imametin yerini kaybetmiş, hilafeti hak etmemiş bir zalime vezîr olmuş, dünyaya karşı ahiretini satmış olurdu. Allah'tan korkan ve ona sığınan bunu asla yapmaz.

Râfizî:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) son hastalığı esnasında “Üsame'nin ordusunu gönderiniz. Üsame'nin ordusundan geri kalanı Allah lanet etsin” buyurmuş. Her üçü Usame ile birlikte olmalarına rağmen Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'i de vazgeçilmiştir” diyor.

Bu da, Peygamberimizin hayatını bilen herkesçe yalan olduğu bilinmektedir.

Namazı kıldırmak üzere tayin ettiği ve müslümanlara oniki gün namaz kıldırdığı mütevatir olarak bilinmesine rağmen, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir'i Üsame'nin ordusuyla gönderdiğimi nasıl kabul edebiliriz?

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir pazartesi günü sabah namazında perdeyi açıp müslümanların Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) arkasında saf bağladıklarını görünce sevincini izhar etmekten kendini alamamıştır. Onu namazı kıldırmak üzere imam tayin ettikten sonra, orduyla beraber gitmesi için emir verdiğini tasavvur etmek mümkün müdür?

Aslında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Üsame'nin ordusunu sefere gönderen Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) olmuştur. Ancak İslama yararlı görüşleri olduğundan Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) yanında kalması için Üsame'den müsaade istemiş O da muvafakat etmiştir. Hatta bazıları Ebu Bekir'e (r.a.) seferi iptal etmesini tavsiye etmişlerdi. Bunlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatıyla ordunun hezimete uğrayacağından korkuyorlardı. Buna rağmen Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bağladığı sancağı çözmem, buyurmuştur.

Râfizî:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman Ebubekir'i bir işe emîr tayin etmemiştir. Bilakis bir kere Amr b. As'ı, diğer bir defa da Üsame'yi O'na emîr kılmıştır. Berae sûresinin tebliğini ona verince vahiy ile tekrar ondan almıştır” diyor.

Ey Râfizî!

Bu iddian en açık yalanlardandır. Kesin olarak bilinmektedir ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hicri dokuzuncu senede Ebu Bekir'i (r.a.) hacca emir tayin etmiştir. Bu durum Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) özelliklerindendi. Namazı kıldırmak üzere tayin etmesi de onun yüce meziyetinden kaynaklanır. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) emîr olarak tayin, edildiği hacc seferinde Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de vardı. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ebubekir'e (r.a.) gelince, Emîr olarak mı, memur olarak mı geldiniz? diye sorunca, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

Bilakis memur olarak geldim, buyurmuşlardır. Bu hacc seferinde Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), diğer sahabiler gibi Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) arkasında namaz kılmıştır. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.) gönderdikten sonra Ali'yi (r.a.) O'nun peşinden göndermesinin sebebi, müşriklerle olan ahidnamelerin feshi içindi.

Amr b. el-As'ın kıssasına gelince, O da şöyledir:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Amr b. As'ın bir seriyye ile Zâtü's- Selâsil gazvesine gönderdi. Amr'ın başında bulunduğu seriyye dayıları olan Uzre oğullarına doğru gidiyordu. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu komutan tayin etmesinin sebebi -akrabaları oldukları için- Ona itaat ederek müslüman olacaklarını umduğu içindir. Arkasından da yanında Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer olduğu halde Ebu Ubeyde'yi de gönderdi. Ebu Ubeyde'ye:

“Birbirinize itaat ediniz, ihtilafa düşmeyiniz” buyurdu.

Daha sonra hepsi Amr'ın arkasında namaz kıldılar. Halbuki bütün müslümanlar, Ebubekir, Ömer ve Ubeyde'nin (r.a.) Amr'dan üstün olduklarını biliyorlardı. Bir kimsenin kendisinden üstün olanlara emîr tayin edilmesi maslahat içindir. Babasının öcünü alsın diye Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Usame'yi komutan olarak tayin etmesi gibi.

Râfizî:

“Ebubekir hırsızın elini kesmiş, fakat kesilecek elin sağ el olduğunu bilmiyordu.” diyor.

Rafızî'ye cevabımız şudur:

Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) bu durumu bilmemesini iddia etmek en bariz bir yalandır. Farz-ı muhal Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) bunu yapmışsa, yine caiz olmuştur. Çünkü Kur'an'ın nassında sağ elin kesileceği açıkça belirtilmemiştir. Sağ elin tayini de İbn-i Mesud'un (r.a.) kıraatına göredir. Sünnet de bu şekilde cereyan etmiştir. Buna rağmen, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) sol eli kestiğine dair râfizînin getirdiği delilin mesnedi yoktur. Hadis âlimlerinin kitaplarında da böyle bir şey mevcut değildir.

Râfizî:

“Ebubekir, haram olmasına rağmen Fücâe es-Selemi'yi yakmıştır” diyor.

Evet Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zındıkları ateşle yaktıkları daha meşhurdur. Hatta Buhari'de rivayet edildiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'ye bir grup zındık getirilmiş ve onları yakmıştır. İbn-i Abbas bunu işitince:

Ben olsaydım onları yakmazdım. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah (celle celâlühü)'ın azabıyla azab etmeyi yasak etmiştir. Ben onların boyunlarını uçururdum. Zira Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Dinini değiştireni öldürünüz” buyurmuştur, dedi.

Râfizî:

“Ebubekir şeraît hükümlerinin çoğunu bilmezdi. Kelâlenin hükmünü bilmediği için; Kelâleyi görüşüme göre açıklarım. İsabet edersem Allah'tandır, hata edersem şeytandandır, diyordu. Dedenin mirastaki payı ile ilgili olarak yetmiş defa ayrı ayrı hükümler vermiştir. Bu da Onun ilmindeki geriliğe delalet eder.” diye iddia ediyor.

Râfizînin bu iddiasına karşı cevabımız şudur:

Bu iddia büyük bir iftiradır. Ebubekir'den (r.a.) başta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in huzurunda hüküm ve fetva verebilen olmadığı halde, nasıl olur da şeriat hükümlerini bilmesin?

Hatta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), en çok Onunla ve Ömer'le (r.a.) istişare ediyordu. Mansur b. Abdil Cabbar ve daha başkasından gelen nakillere göre, Ebubekir'in bütün ümmetten daha âlim olduğu üzerinde icma vuku bulmuştur. Bu acık bir gerçektir.

Ümmet, onun zamanında bir meselede ihtilafa düştüğünde mutlaka Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Kur'an ve Hadisten delil getirerek onu kendilerine tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır.

Ümmete Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatını ve defnedilecek yeri açıklayıp, onları imanlarında karar kıldırması, onlara âyet okuyarak, zekatı inkar edenlerle savaşın gerekli olduğunu beyan etmesi ve Hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu ilan etmesi gibi.

Eğer haccın menâsikini ve namazla ilgili malumatı bilmemiş olsaydı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu bu işlerle görevlendirmezdi. Enes'in (r.a.) Ebu Bekir'den (r.a.) aldığı ve sadaka ile ilgili açıklamaları fakihlerin dayandıkları açıklamalardır.

Hülasa olarak Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yanıldığı şerî bir meselenin var olduğunu bilmiyoruz. Ama başkaları için bu ölçüde isabet etmek söz konusu değildir.

Râfizînin “Ebubekir Kelâle'nin hükmünü bilmiyordu” iddiasına gelince;

Buna da şu cevap verilir:

Aslında Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) bu konudaki bilgisi onun derin bilgisine işaret ediyor. Çünkü O'nun Kelâle hakkındaki görüşünü Cumhur-u Ulemâ kabul etmiş ve onunla amel etmişlerdir. Kelâle de, çocuğu ve babası olmayan kimse demektir.

Dede meselesine gelince, bu Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) hükmüdür. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) dedeyi baba yerine saydırdığı görüşünde ihtilaf olmamıştır. On kişiden fazla sahabî, Ebu Hanife'nin mezhebi ve bir kısım Şafiî ve Hanbelî fukahasının görüşleri de bu istikamettedir. Bu görüş, delillerinin sağlamlığı bakımından en isabetli görüştür. Mâlik, Şafiî ve Ahmed; Zeyd b. Sabit'in görüşündedirler. Ama Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) dede hakkındaki görüşüne fakihler yanaşmamışlardır. Fakihler, uzak dedenin amcalardan mukaddem olduğu görüşünde ittifak edince, elbetteki yakın dede kardeşlerden mukaddem olacağı ortaya çıkmış olur. Kardeşlerin mirasta dedeye ortak olduğunu söyleyenlerin görüşleri de kendi aralarında mütenâkızdır.

Râfizî:

“Ebubekir, “Beni kaybetmeden sorunuz. Göklerin yollarını sorunuz. Ben onları yerdeki yollardan daha iyi bilirim” sözünü söyleyen zatla mukayese edilir mi?” diyor.

Evet, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu sözü dinlerini öğretmek için Küfe ehline söylemiştir. Çünkü Küfe ehlinin çoğu câhil idi. Ama Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) mimberi civarında olanlar Ashab-ı Kiram'ın en yüceleri idi. Binaenaleyh idaresindeki müslümanlar, ümmetin en âlimi ve en dindarı idiler.

Yine Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hitab ettiği kişiler, halkın ve tabiînin avamından idiler. Hatta aralarında tabiînin şerli olanları da vardı. Bunun için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), onları zemmeder ve bedduada bulunurdu. Mekke, Medine, Şam ve Basra'da bulunan tabiîn onlardan daha iyi idiler.

Dört halifenin verdikleri fetvalar bir araya getirilmiş, onlardan en doğru ve sahibinin ilmî derinliğine delâlet edenlerin Ebu Bekir'in (r.a.) fetvaları olduğu müşahede edilmiştir. Onu da Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) fetva ve işleri takib etmiştir. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) nassa muhalif işleri olmuşsa, bu durum Ali'de (r.a.) daha çok görülmüştür. Fakat Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) için böyle bir şey söz konusu değildir. Muğlak meseleleri Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) çözüyordu. Zamanında ihtilaf vuku bulduğu vaki değildir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ebul Bahteri[70] şöyle der:

“Üstüne bir zırh giymiş, kılıç kuşanmış ve sarıklı olduğu bir halde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Küfe mimberine çıktığını gördüm. Parmağında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yüzüğü olan Ali, karnını açarak şöyle dedi:

“Beni kaybetmeden sorunuz. Kaburgalarımın arası ilimle doludur. Bu göğüs ilim sandığıdır. Vâhiysiz olarak, doğrudan doğruya Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bana verdiği ilimdir bu. Allah (celle celâlühü)'a yemin ederim ki, bir döşek serip üzerine oturur ve fetva vermeye kalksaydım, Tevrat ehline Tevrat ile, İncil ehline de İncil iie hüküm verirdim. Öyle ki, Tevrat ve İncil:

“Ali doğru söylüyor, gerçekten Allah (celle celâlühü)'ın indirdiğiyle size fetva veriyor” diyeceklerdi.”

Evet, bu haber fahiş bir yalandır.

Hakikaten Allah (celle celâlühü)'ın varlığını tanıyan Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ehl-i Kitaba da olsa Tevrat ve İncil'e hükmedilemiyeceğini biliyor. Çünkü Kur'an varken böyle bir hüküm caiz olmaz.

Kim Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Yahudi ve Hıristiyanlar arasında Tevrat ve İncil'le hükmettiğini veya fetva verdiğini der ve Onu bununla överse, ya dinde câhil veya dinsiz bir zındıktır.

Bu kişi, sahabeyi zem ve cezaya müstahak kılan bu gibi sözlerle Ali'yi (r.a.) töhmet altına almak istemiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hiç bir zaman bu sözle övülemez ve bundan dolayı da sevaba nail olmaz.

Râfizî:

“Beyhakî, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:

“Kim Âdem'in ilmini, Nuh'un takvasını, İbrahim'in yumuşaklığını, Musa'nın heybetini ve İsa'nın ibadetini görmek isterse Ali'ye baksın, buyurduğunu rivayet ediyor” diye iddia etmektedir.

Ey Râfizî!

Evvela; bu haberin isnad bilinmemektedir. Doğru iseniz isnadını getiriniz.

İkincisi; hadis alimlerince bu rivayetin Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)isnad edilen yalan ve uydurma olduğu bilinmektedir.

Onun için, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) faziletleriyle ilgili haberleri toplamaya gayret etmelerine rağmen hadis âlimleri böyle bir rivayeti zikretmemişlerdir. Nesâî gibi. Çünkü Nesâî “El-Hesâis” adı altında Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) faziletleriyle ilgili bir kitap derlemek istemiştir. Tirmizî de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) faziletleriyle ilgili çok hadis rivayet etmiştir. Tabiî ki aralarında zaif, hatta mevzu olanı da vardır. Buna rağmen bu ve benzeri hadisleri zikretmemiştir.

Râfizî:

“Ebu Ömer ez-Zâhid, Ebu Abbas Sa'lebe'den[71] naklen şöyle demiştir:

Peygamberden sonra Ali'den başka “Bana sorunuz” diyen bir başkasını bilmiyoruz. Öyleki Ebubekir, Ömer ve benzerleri büyük sahabiler soruları bitinceye kadar ondan soru sormuşlardır. Bu suallerden sonra Ali:

“Ey Kümeyl b. Ziyad! Bu göğüsün bütünü ilimle doludur. Yeter ki onu alabilecek birisini bulayım, demiştir.”

Bu iddiaya da cevabımız şöyledir:

Eğer bu haberin Ebu Abbas Sa'lebe'den rivayeti doğru ise, Ebu Sa'lebe bunun senedini zikretmemiştir ki, delil olarak ileriye sürülebilsin. Kaldı ki, Sa'lebe, hadisin zaif olanını sıhhatli olanından ayırabilecek hadis imamlarından değildir ki, bu haber onun indinde sahihtir, denilebilsin. Hatta Sa'lebede daha âlim olan fakihler vardır ki, aslı olmayan hadisler zikrediyorlar. Durum böyle olunca Sa'lebe'nin hâli nice olur. Sa'lebe bu rivayeti olsa olsa söylediklerini kimden işitip aldıklarını söylemeyen, belki de bilmeyen bazı insanlardan işitmiştir.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), ne Ebu Bekir ne Ömer ve ne de Osman'ın (r.a.) hilafetleri zamanında böyle bir söz söylememiştir. Bilakis benzerini halife iken Kûfe'de söylemiştir. Zira ilim tahsili için soru sormalarını halka emrediyordu. Kümeyl b. Ziyad da bunlardan birisidir. Kümeyl Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile yalnız Kûfe'de görüşmüştür. İşte o zaman Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendisine:

“Göğsüm, ilimle doludur. Yeter ki onu taşıyabilecek kimseleri bulayım,” demiştir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hiçbir şey sormamıştır. Ama Hz. Ömer (radiyallâhü anh) başkasıyla istişare ettiği gibi onunla da istişare etmiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ebubekir, Allah (celle celâlühü)'ın ceza hukukunu tatbik etmekte ihmalkârlık göstermiştir. Halid b. Velid, Malik b. Nuveyre'yi öldürünce, Ömer, Ebubekir'e kısas tatbik etmesini söylemesine rağmen, kısası tatbik etmemiştir.”

Ey Râfizî,

Eğer ma'sum bir kimseyi öldüren katile kısas tatbik etmemek, halifelerin yadırganmasına sebep ise bu durum, Hz. Osman (radiyallâhü anh) taraftarlarının Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) aleyhinde kullanacakları en büyük hüccet olur. Çünkü Hz. Osman (radiyallâhü anh) Malik b. Nuveyre ve emsalinden çok daha üstündür. Üstelik zülmen şehid edilmiştir. Böyle olmasına rağmen Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Hz. Osman (radiyallâhü anh)'ın katillerine kısas tatbik etmemiştir. Hatta bundan dolayı Şamlılar Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'ye biat etmemişlerdir.

Eğer siz kısası tatbik etmediği için Ali'yi (r.a.) yadsıyorsanız biz de Ebubekir'i (r.a.) yadırgarız. Hürmüzanı öldürdüğü için Ubeydullah b. Ömer'e kısas tatbik etmedi diye Osman'ı (r.a.) yadırgamanız da, Ebubekir'i (r.a.) yadırgamanıza benzer. Kaldı ki, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) Ebubekir'den (r.a.) Halid hakkında kısas tatbik etmesini istemesi içtihadından kaynaklanan bir istektir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer'den rivayet edildiğine ve el-Hilye kitabında yazıldığına göre Ebubekir, ölmek üzere iken:

“Keşke kavmim için bir koç olsaydım da beni keserlerdi,” demiştir. Bu söz kâfirin “Keşke toprak olsaydım” sözünden başka bir söz müdür?

İbn-i Abbas,Ömer ölmek üzere iken:

“Yeryüzü dolusu altınım olsaydı, şu halin korkunç neticesinden kurtulmak için hepsini feda ederdim,” dediğini naklediyor. Bu söz de:

“Eğer bütün aradakiler -bir misli ile beraber- o kafirlerin olsa, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlak feda ederlerdi.”[72]

Ayetinin mefhumu değil midir? İnsaf sahibi, olan şu iki adamın dediklerine ve şehid edildiği zaman Ali'nin “Ka'be'nin Rabbına yemin ederim iki, zafere ulaştım” sözüne baksın.”

Ey Râfizî:

Bu iddianda da aşırı bir cehalet vardır.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den naklettiğin sözün benzeri ondan başkasından da nakledilmiştir. Hatta bazı hariciler dahî bu sözü söylemişlerdir. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) azadlı kölesi Bilal vefat etmek üzere iken, hanımı da ahu vahlar çekerken Bilal:

“Yarın Dostum Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve arkadaşlarıma kavuşacağım,” diyordu.

Buhari'de, Misver b. Mahreme'nin rivayetine göre, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) vurulunca elem çekmeğe ve endişelenmeye başlamıştı. Hemen İbn-i Abbas yanına gelerek endişesini gidermek ve teselli etmek maksadiyle:

“Ey Emirul Mü'minin, vaziyetten o kadar endişe etme!” demiş ve sözüne şöyle devam etmiş:

“Ey Emirul mü'minin! Sen Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yâr oldun. Ona pek güzel dostluk ettin, Sonra Rasulullah'tan, o, senden memnun olarak ayrıldın. Ondan sonra Ebubekir'e arkadaş oldun. Ona da pek iyi refakat ettin. Sonra Ebubekir'den, O da senden hoşnut ve razı olarak ayrıldın. Sonra Peygamberin ve Ebubekir'in bunca ashabına dost oldun. Bunlara da pek güzel dostluk ettin. Eğer sen (bu defa) Ashabtan ayrılırsan, muhakkak onlar senden hoşnut ve razı oldukları halde ayrılacaksın!” demiştir.

Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

“Ey sevgilim İbn-i Abbas! Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ile sohbet ve O'nun rıza ve memnuniyeti hakkında yadettiğin o güzel hatıralar, zikri âli olan Allah (celle celâlühü)'ın bana bahşettiği bir nimet ve ihsanıdır. Ebubekir'in sohbeti ve onun memnuniyeti hakkındaki hatıralar da, zikri âli olan Allah (celle celâlühü)'ın bir nimet ve ihsanıdır ki, onu bana bahsetmiştir. Benim şu andaki ızdırap ve endişem senin içindir. Vallahi şu yer dolusu altınım olsa Aziz ve Celil olan Allah (celle celâlühü)'ın azabından kurtulmak için (bir an tereddüt etmeden ve millet hukukunu îfâda kusur etmek endişesiyle derhal) o altını feda ederdim,” demiştir.

Evet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde Ondan razı olmuştur. Müslümanlar adaletine şahitlik ederek ondan memnun olmuşlar. Allah da ondan razı olmuştur. Allah'tan korkması onun allameliğine delildir. Allah (celle celâlühü):

“Allah'tan, kulları içinde, ancak (Kudret ve azametini bilen) âlimler korkar.”[73] buyurur.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da namaz kılarken kaynayan kazandan gelen ses gibi, Allah korkusundan göğsünden iniltiler geliyordu. Müslim'de rivayet edildiğine göre Osman b. Maz'un şehid edildiğinde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Vallahi, Peygamber olmama rağmen bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum”,

“Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyurmuştur.

Ebu Zer (r.a.):

“Kesilen bir ağaç olmak isterdimdemiştir.

Kafir ise kıyamette:

“Keşke toprak olsaydım”[74] diyecektir.

Bir başka ayette de:

“Allah'ın emrine itaat etmeyenler ise, arzda bulunan şeylerin hepsine bir o kadarı ile beraber sahip olsalar, (azabdan) kurtulmak için hepsini verirlerdi..”[75] buyrulmuştur.

Mü'minin dünyada Allah (celle celâlühü)'a karşı olan korkusunu, kâfirin ahiretteki korkusuna benzetmek nuru karanlığa, gölgeyi güneş sıcaklığına benzetmek kadar yanlıştır.

Müslüman ümmeti idare eden, ümmetin hakkında adaletle şahitlik ettiği ve buna rağmen acaba zulüm etmişmiyim, diye korkan bir kimse, şüphesiz ki meriyetinde bulunanların çoğunun hakkında zalim dedikleri ve haddi zatında ameliyle güvenilir olan bir zattan daha üstündür.

Kaldı ki, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) adaleti atasözleriyle ifade edilmektedir.

Hafız ez-Zehebi şöyle diyor:

“İbn-i Üyeyne, Ca'fer-i Sadıktan, O de babasından, O da Câbir'den rivayet ettiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ömer'i (r.a.) yerde uzanmış ve üstüne örtü çekmiş olarak görmüş ve :

“Allah (celle celâlühü)'ın rahmeti üzerinde olsun ey Ömer!” demiştir. Bu haber de en sıhhatli haberlerdendir.

İbnül Mübarek, Amr b. Said b. Ebi Hüseyn en-Nevfeli el Mekkî, İbn-i Ebi Müleyke, O da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle buyurmuştur:

“Ömer vefat edince tabuta konuldu ve bir cemaat onu ortalarına alarak övüp dua etmeğe başladılar. Aralarında beni takib eden birisi omuzumu tuttu. Bir de baktım ki, Ali, Ömer'e rahmet okuyarak,

“Senden başka ameline gıpta edip, onun gibi Allah (celle celâlühü)'ın huzuruna kavuşmayı arzu ettiğim kimse geçmemiştir” diyordu.”

Bu haber de sahihtir.

Râfizî şöyle diyor:

“İbn-i Abbas'ın rivayet ettiğine göre Rasalullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hastalığı esnasında şöyle buyurmuştur:

“Bana kâğıt kalem getiriniz. Size öyle bir kitap (vaziyetname) yazacağım ki, benden sonra sapmıyacaksınız.” Bunun üzerine Ömer:

Bu adam sayıklıyor mu? Allah (celle celâlühü)'ın kitabı bize kâfidir, dedi. Rasulullah:

“Yanımdan savulun, benim yanımda kargaşa olmaz” buyurdu. İbn-i Abbas şöyle dedi:

“Ah ne büyük musibettir. O musibet ki Rasulullah ile yazmak istediği kitap arasına engel çıktı. Rasulullah vefat ettiğinde Ömer:

“Muhammed ölmedi. Bazılarının el ve ayaklarını kesmeden de ölmez.”

Ebubekir Ömer'i bu sözlerinden vazgeçirtip Ona:

Metin Kutusu: 258
259
(Ey Resulüm) elbette sen öleceksin ve elbette o kâfirler de ölecekler”[76]

“Şimdi O (Muhammed) ölür veya öldürülürse siz ardınıza dönüverecek misiniz?”[77] ayetlerini okuyunca Ömer: Bu ayetleri işitmiş gibiyim, dedi.”

Ey Rafizî:

Herşeyden önce Ebu Bekir'in (r.a.) dışında hiç kimseye nasib olmamış ilim ve faziletin Hz. Ömer (radiyallâhü anh) için sabit olduğu bir gerçektir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ömer (radiyallâhü anh) için şöyle buyurmuştur:

“Sizden önceki ümmetlerde (Allah tarafından mülhem olan) öyle kimseler vardır ki, onlar peygamber olmadıkları halde kendilerine haber ilham olunurdu. Ümmetim içinde de bunlardan bir kimse varsa o da muhakkak Ömer'dir.”[78]

Müslim'de de buna benzer rivayetler vardır.

Buhari'nin Ebu Hureyre yoluyla rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Uykuda iken bana bir kadeh süt getirdiler. O kadar içtim ki, kanıklık tâ tırnaklarımdan sızdığını duyuyordum. Artığımı Ömer b. Hattab'a verdim” buyurmuştur.

“Ya Rasulullah! Bunu ne ile te'vil ettin?” diye sormaları üzerine:

“İlim ile” cevabını- verdi.[79] Buharî'deki bir -başka hadiste Ebu Said'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Rüyamda gördüm ki halk bana arz olunuyordu. Üstlerinde gömlekler vardı. Kiminin gömleği memelerine kadar uzanıyor, kiminin ki daha uzun bulunuyordu. Ömer b. El-Hattab da bana arzolundu. Üstünde (etekleri) yere sürünen gömleği vardı ki onu yukarıya doğru çekiyordu.”

“Ya Rasulullah, bunu ne ile te'vil ettin” diye sormaları üzerine:

“Din ile” cevabını verdi.”[80]

Buhari ve Müslim'de rivayet edildiiğne göre Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle buyuruyor:

“Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim. (Y ani görüşüm, Rabbimin ezeli hükmüne muvafık düştü).

“Ya Rasulullah, makam-i İbranim'i musalla (Y ani namazgah) ittihaz etsek” dedim. “Makam-ı İbrahim'i namazgah edinin.” âyeti nazil oldu.

Bir de âyet-i hıcab: “Ya Rasulallah, emretsen de ezvac-ı tâhirâtın hicab içine girseler. Çünkü iyiler ve kötüler onlarla konuşabiliyor” dedim. Derken tesettür ayeti nazil oldu. Üçüncüsü Bedir esirleri meselesidir.”[81] Vasiyetname meselesine gelince, Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Aişe (r.a.) şöyle buyurur:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) (son) hastalığında (bana) şöyle buyurdu:

“Babanı, kardeşini bana çağır da bir mektup yazayım. Belki biri bir sevdaya düşer, bir müddet davaya kalkar da, ben daha lâyıkım, der. Lakin Allah da, mü'minler de Ebubekir'den başkasını istemezler.”[82] Buhari'de rivayet edildiğine göre Aişe (r.a.):

“(Şiddetli bir baş ağrısından) Vay başım (ölüyorum!) demişti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de:

“Eğer sen ölür de ben hayatta kalırsam senin için istiğfar eder ve senin için dua eylerim,”buyurdu. Bunun üzerine Aişe (r.a.):

“Vay başıma gelen musibet! Vallahi öyle sanıyorum ki, muhakkak sen benim ölümümü istiyorsun. Eğer ben ölürsem muhakkak sen o son günün gecesinde kadınlarının birisiyle gerdekte olup yaşayacaksın,” dedi Aişe'nin bu sözü üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Yâ Aişe! (Endişelenme!) belki ben “vay başım!” demeliyim.

“Yâ Âişe! Şimdi Ebubekir'e ve oğluna haber göndermek ve -Hilafet dedikoducuların sözlerinden ve hilafet umanların temennilerinden nefret ederek- Hilafeti Ebubekir'e vasiyyet etmeği arzu ettim. Fakat sonra düşündüm ki, Allah (Hilafeti Ebubekir'den başkasına müyesser kılmaktan) imtina eder. Mü'minler de Ebubekir'den başkasının halife olmasını men' ederler. Yahud Allahu Taâlâ (Ebubekir'den başkasının halife olmasını) men' eder. Mü'minler de (Ebubekir'den başkasına bîat ve mutâbaattan) imtina' ederler.”

Müslim'de rivayet edildiğine göre İbn-i Ebi Müleyke şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yerine halife tayin etseydi, kimi edecekti? diye Aişe'ye soruldu. Aişe:

“Ebubekir'i”, dedi. Ondan sonra kimi?”

“Ömer'i” dedi.

“Ömer'den sonra kimi denilince”:

“Ebu Ubey'de'yi” dedi.”

Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) sözleri ise; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hastalığı anındaki sözlerini hastalık şiddetinden mi? Yoksa bilinen normal sözlerinden midir? Şeklindeki bir şüpheye düşmesinden kaynaklanıyor. Tabii ki Peygamberler için de hastalık caizdir. Onun için Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

“Rasulullah sayıklıyor mu?” diye şüphe etmiştir. Kesin olarak sayıklıyor dememiştir. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şüpheye düşmesi caizdir. Çünkü peygamberlerden başka masum bir kimse düşünülemez. Binaenaleyh Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) söylediklerini hummanın şiddetinden olduklarını caiz görmüştür. Hatta bundan dolayı vefat etmediğini zanetmiştir. Ama vefatını müşahade edince inanmıştır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da Aişe (r.a.) için zikrettiği kitabı (vasiyetnameyi) yazmağa azmetmişti. Ancak bazı şüpheleri müşahade edince bu vasiyetnamenin şüpheleri kaldıramıyacağına, böylece faydasının da olmayacağına inandı. Fakat, Allahu Taala'nın ashab-ı kiramı razı olacağı davada birleştireceğini bildiği için:

“Allah da, mü'minler de Ebubekir'den başkasını istemezler”[83]

buyurmuştur.

İbn-i Abbas'ın:

“Ah ne büyük musibettir. O musibet ki Rasulullah ile yazmak istediği kitab (vasiyyetname) arasına engel çıktı” sözü engelin gerçekten musibet olduğunu gösteriyor.

Bu söz haddi zatında Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafetinde şüphe edenlerin ve meselenin kendillerine şüpheli geldiği kimselerin aleyhindedir. Hilafetin Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hakkı olduğuna inananlar için hiçbir musibet yoktur. Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun!

Vasiyyetname, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafeti ile ilgiliydi, diye hayal kuranlar, bütün ehl-i sünnet âlimlerinin ittifakı ile dalalettedirler. Hatta şiîlerin bir kısmı da, ehl-i sünnetin Ebu Bekir'in (r.a.) hilafet ve imametinde müttefik olduklarını kabul etmişlerdir.

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halife olduğunu söyleyen şiîler ise, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) daha önce açık bir nass ile Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halife olduğunu beyan ettiğini iddia ederek, onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vasiyyetname yazmamıştır, diyorlar.

Şiilerin Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Hakkında Uydurdukları İftiralar

Râfizî şöyle diyor:

“Fatıma, Fedek (arazisi) ile ilgili olarak Ebubekir'e hitabta bulununca, Ebubekir de bir yazı ile cevabını verdi Fatıma yanından ayrılıp dışarıya çıkınca Ömer'le karşılaştı. Ömer, Fatıma'nın elindeki yazıyı alıp yakması üzerine, Fatma Ona beddua etti ve Ebu Lu'lue'nin belâsına duçar oldu.”

Ey Râfizî!

Vallahi bu iddian râfizîlerin uydurdukları hayasızca yalanlardandır.

Fatıma'nın (r.a.) vefatından onüç sene sonra, kâfir Ebu Lu'lue'nin eliyle şehid edilerek Allah (celle celâlühü)'ın lutfuna nail olan Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bu şehadetinden dolayı ayıplanabilir mi?

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) gibi Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de şehid edilerek Allah (celle celâlühü)'ın keremine nail olmuştur.

Râfizî diyor, ki:

“Ömer Allah (celle celâlühü)'ın hududunu (kanunlarını) ihmal etmiştir. Muğire b. Şubeyi cezaya çarptırmamıştır.”

Ey Râfizî!

Cumhuru ulema, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) Muğire b. Şu'be kıssasında takib ettiği yolun doğruluğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Muğire'ye yapılan zina iftirasında şahidlerin sayısı dörde tamamlanmamıştı. Kaldı ki Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh), Muğire kıssasındaki uygulamayı, aralarında Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bulunduğu ashab-ı Kiramdan müteşekkil bir cemaat huzurunda yapmıştır. Ashab da Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) yaptığını uygun görmüşlerdir. Delilimiz de şudur:

Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Muğire'nin zina ettiğini iddia eden üç kişiyi kırbaçlayınca, Ebubekir'e (r.a.). Muğire'rin zina ettiğini bir daha tekrarladı. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Onu bir daha kırbaçlamak isteyince Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Ey Ömer onu kırbaçlayacaksan Muğireyi de recmetmen gerekecektir,” dedi. Yani Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'in ikinci şehadeti bir şahit mesabesinde kabul edilerek, böylece şahidler dörde tamamlanmış olacak ve Muğire de recmedilecekti. İşte bu hadise mezkûr üç kişiyi kırbaçlamasından dolayı Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ömer'e (r.a.) muvafakat ettiğini açıkça göstermektedir.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh), kendi oğlunu da Mısır'da içtiği içkiden dolayı had cezasına çarptırmıştır. Şöyle ki:

Mısır valisi Amr b. As cezayı evinde ve gizli olarak tatbik ettiği için Hz. Ömer (radiyallâhü anh) buna rıza göstermemiştir. Çünkü diğer suçlulara cezalar açıkça tatbik ediliyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Amr b. As'a mektup göndererek oğlunu koruduğu için tehdit etmiş ve oğlunun kendisine gönderilmesini emretmiştir. Oğlu geldikten sonra onu ikinci defa ve alenen cezalandırmıştır.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) öyle bir zat idi ki, Allah için başkasının kınamasından çekinmiyordu. Onun adaleti mutevatir olup ancak rafizi olanlar adaletini inkâr edebilir. Aynı şekilde Osman'ın (r.a.) katillerine cezayı tatbik etmediği için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de kınanamaz. Çünkü müctehid idi.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer, Beytülmâlden Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcelerine gerektiğinden fazla mal veriyordu. Ayşe ve Hafsa'ya da her sene onbin ödüyordu.”

Ey Râfizî!

Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) ödemedeki prensibi tercih esasına dayanıyordu. Hâşim oğullarına diğerlerine nazaran daha fazla maaş vermesi gibi. Önce onlara vermeye başlar ve bu malı ilk hak eden sizsiniz derdi. Ayrıca, kişinin maddi ihtiyaçlarına bakılarak ödeme yapılır, sözlerini de eklerdi. Hatta oğlu Abdullah'a Usame b. Zeyd'e verdiğinden daha az verirdi. Vallahi Hz. Ömer (radiyallâhü anh), bazılarını sevdiği, için onlara fazla ödemede bulunurdu gibi sözlerle itham edilemez.

Râfizî:

“Ömer sürgün edilenler hakkındaki Allah (celle celâlühü)'ın hükmünü değiştirmiştir” diyor.

Ey Râfizî!

İçki içenleri sürgün etmek İmamın (Devlet reisi) yetkisinde ve içtihadına mebnî bir şeydir. Bir kısım ashab içki içenlere kırk, bir kısmı da seksen sopa vurmuşlardır.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de “Her iki; durum sünnettirbuyurmuştur.

Âlimler de kırk sopadan fazla had'detmek vaciptir, demişlerdir. Ebu Hanife, Malik ve Ahmed'den nakledilen bir rivayetle hüküm böyledir.

İmam-ı Şafiî “Fazlalık ta'zir olup, imam dilerse uygular.” demiştir.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de içki içenleri sürgün ederdi. Hatta dört defa içki içenlerin Rasulullah tarafından öldürülmeleri için emir verildiği sahihtir. Ancak neshinde ihtilaf vardır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de, kırk sopadan fazla ceza tatbik eder ve şöyle derdi:

“Kendilerine had tatbik edildiğinden ölenler için üzülmezdim. Ancak içki içenlere üzülür ve onlara diyetlerini vermek isterdim. Çünkü bu işi içtihadımıza binaen yapardık.”

İmam-ı Şafiî, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu sözünü delil getirerek, kırktan fazlasının ta'zîr olduğunu ve içtihada binaen yapıldığını, söylemiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer hükümlerin, mânâlarını anlamıyordu. Hatta hâmile bir kadının recmedilmesi için emir vermiş, Ali onu bu hareketinden alıkoymuştur.”

Ey Râfizî!

Gerçekten böyle bir hadise vukubulmuşsa, muhtemelen Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kadının hâmile olduğunu bilmemiştir. Çünkü esas olan hâmile olmamaktır. Veyahutta Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bu hükmü hatırlamamış bilahare Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) O'na bu hükmü hatırlatmıştır.

Kaldı ki, Ali'ye (r.a.) de Sünnetle ilgili bir çok hususlar kapalı kalmıştır. Bilindiği gibi ictihadına binaen sıffînde, Cemel vakasında doksanbin kişi öldürülmüştür. Elbette bu daha büyük bir şeydir.

Râfizi şöyle diyor:

“Ömer, deli bir kadının recmedilmesi için emretmiş, Ali, ayılıncaya kadar delinin hüküm dışında olduğunu kendisine hatırlatmıştır. Bunun üzerine Ömer emrini durdurmuş ve “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.” demiştir.

Ey Râfizî!

Bu fazlalık da bilinmemektedir. (Yani; Ali olmasaydı Ömer helak olurdu sözü).

Böyle bir şey vuku bulmuştur. Fakat Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kadının durumunu bilmediği için bunda hiçbir beis yoktur. Yok bilmiş de unutmuş veya içtihadına mebnî olarak bunu yapmışsa başka müctehidlerde de bunun misali vardır. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) masum da değildir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer bir hutbesinde: “Kim kadınlara verdiği mehirde aşırı giderse onu beytülmala katarım,” demesi üzerine kadınlardan biri:

“Allah (celle celâlühü)'ın kitabında:

“Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, evvelkine yüklerle mehir vermiş de bulunsanız, o verdiğinizden bir şey almayınız.”[84] ayet-i kerimesi ile bize verdiğini nasıl bizden alabilirsiniz?” diye karşı gelmiştir. Bunun üzerine Ömer:

“Herkes Ömer'den âlimdir,” demiştir.

Ey Râfizî!

Bu hadise Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) kemal ve faziletine delalet eder. Durum meydana çıkınca Allah (celle celâlühü)'ın kitabına müracaat etmiştir. Kadından da gelse hakkı kabul edip, tevazu ile onu itiraf ettiğini görüyoruz. Üstün olana, ondan aşağı olanların kendisini ikaz etmemeleri üstünlük şartlarından değildir.

-    İbibik kuşu Süleyman'a (a.s.): “Ben senin bilmediğin bir şeyi bildim” demiştir.

-    Kendisinden aşağı olmasına rağmen ondan bazı şeyleri öğrenmesi için Hz. Musa (a.s.), Hızır ile yolculuk etmiştir.

-    Ömer'i (r.a.) mehir ile ilgili görüşü faziletli bir müctehidden sadır olabilen bir görüştür. Çünkü mehirde Allah (celle celâlühü)'ın hakkı vardır. Mehir mücerred bir ücret değildir.

Râfizî şöyle diyor:

“Kudame b. Maz'un içki içmiş ve haddedilmesi gerekirken Ömer'e:

“İman edip salih ameller işleyenler üzerine, bundan böyle sakındıkları ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ile imanlarında kökleştikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları takdirde, önceden (haram kılınmazdan evvel) taktıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur. Allah, iyilik yapanları sever!”[85] ayetini okumuş, Ömer de onu haddetmemiştir.

Bunun üzerine Ali, Kudamenin bu ayetin ehlinden olmadığını hatırlatmıştır. Yine de Ömer, Kudâme'nin ne kadar haddedileceğini bilemediği için Ali, Ona seksen değnek vur, demiştir.”

Ey Râfizî!

Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) bu konudaki bilgisinin mevcudiyeti çok açıktır. Çünkü içki içenleri defalarca kırbaçlamıştır. Bu hadisenin doğrusu şöyledir:

Ebu İshak el-Cevzcânî, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Kudâme b. Maz'ûn içki içince Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Kudâme'ye:

Seni bu duruma sevkeden nedir? diye sorması üzerine Kudâme Allah (celle celâlühü):

“İman edip salih ameller işleyenler üzerine, bundan böyle sakındıkları ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ve imanlarında kökleştikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları takdirde, önceden (haram kılınmazdan evvel) tattıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur. Allah iyilik yapanları sever”[86] buyuruyor.

Ben de ilk Muhacirlerdenim. Hz. Ömer (radiyallâhü anh), cevab veriniz dedi. Fakat ashab susmuştu. Bunun üzerine İbn-i Abbas'a sen cevab ver dedi.

İbn-i Abbas şöyle cevab verdi :

Metin Kutusu: 268
269
“Allah (celle celâlühü) bu ayet-i kerimeyi içki haram kılınmadan önce onu içenlere mazeret olarak indirmiştir.”

Daha sonra Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Kudame'nin haddedilip edilmiyeceğini sorması üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şu cevabı verdi:

“İçki içen sarhoş olur, sarhoş olan, saçmalar, saçmalayınca da iftira eder. Şu halde ona seksen deynek vur.”

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de Kudâme'yi seksen deynekle cezalandırmıştır.

Şâyân-i dikkat olan şu ki, sarhoşun seksen deynekle cezalandırılması için bu fikri Ömer'e (r.a.) veren Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olmasına rağmen, Buhâri ve Müslim'de sahih olarak bilindiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Osman'ın yanında Velîd b. Ukbe'yi kırk deynekle cezalandırmıştır. Seksen deynek meselesini de Ömer'e (r.a.) mal etmiştir.

Yine Buhari'de sabit olduğuna göre İbn-i Avf da seksen deynek ile cezalandırılması için Ömer'e (r.a.) tenbih etmiştir. Dolayısıyla seksen deynek meselesinde Hz. Ömer (radiyallâhü anh) yalnız Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) istifade etmiş değildir. Daha önce de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

İçkiden dolayı kırbaçlanıp ölen kimsenin diyetini vermeyi arzuluyorum. Fakat Rasulullah bunu (diyet verme işini) bize sünnet kılmamıştır. Biz, bunu içtihadımızla yapardık dediğini nakletmiştik.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer bir hamileyi çağırınca korkusundan çocuğunu düşürdü. Bunun üzerine ashab O'na:

“Seni sert bir terbiyeci olarak görüyoruz. Sana birşey gerekmez, dediler. Sonra durumu Ali'ye sorunca Ali, diyet vermesini gerekli gördü.”

Ey Râfizî!

Bu mesele ictihâdidir. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) her zaman Osman, Ali, İbn-i Mesud, Zeyd ve İbn-i Abbas ile istişare ediyordu. Yaptığı istişareler onun kemaline delalet eder.

Bir ara zina ettiğini bizzat ikrar eden bir kadını getirirler. Yukarıdaki zevat da kadının recmedilmesinde ittifak ediyorlar. O esnada Hz. Osman (radiyallâhü anh), Kanaatimce kadın zinanın haram olduğunu bilmiyor, der. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kadını recmetmiyor.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, “Lailahe illallah” diyen birisini öldürdüğü için Usame'ye kısas tatbik etmemiştir. Çünkü Üsâme'nin kanaatine göre o kişi korkusundan kelime-i tevhid getirmişti. Onun için öldürülmesini caiz görmüştü.

Halid'in Malik b. Nüveyre'yi öldürmesi de bunun gibidir. (Yani ictihadidir.)

Râfizî şöyle diyor:

“İki kadın bir çocuk üzerine hak iddia ederek münakaşa ettiler, Durum Ömer'e aktarıldı. Ömer aralarında hükmedemedi.. Ömer meseleyi emirul mü'minine (Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)) havale etti. Ali her iki kadını da çağırdı. Onlara vaazetti. Kadınlardan her biri ısrarla çocuğa sahip çıkmak isteyince, Ali kendisine bir testere getirilmesini istedi. Ve kendilerine çocuğu böleceğini söyledi. İşte o zaman kadınlardan biri; Yâ emirel mü'minin müsaade edersen çocuğun hepsi öbür kadının olsun dedi. Ali de :

“Allahu Ekber! çocuk şenindir. Eğer şu kadının olsaydı mutlaka çocuğa acırdı,” dedi

Ey Râfizî;

Bu anlattığın mesele Ömer'le (r.a.) ilgili değildir. Aksine hadise, Ebu Hüreyre'nin merfu olarak rivayet ettiği sahih bir hadis ile Süleyman'a (a.s.) ait olduğu bilinmektedir. Hadisenin anlatılmasındaki maksat da Allahu Taala'nın Süleyman'a (a.s.) bildirdiği hükümleri Davud'a (a.s.) bildirmediğini açıklamaktır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Biz, o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirdik”[87]

Süleyman (a.s.) Cenab-ı Allah'tan hükmüne uyacak bir hükmü kendisine vermesini isteyince Allah da Ona istediğini vermişti. Bununla birlikte Süleyman'ın (a.s.) Davud'dan (a.s.) daha üstün olduğunu bilmiyoruz. Davud'un (a.s.) bütün insanlardan daha âbid olduğu hakkında da rivayetler gelmiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer doğumundan henüz altı ay geçmiş olan kadının recmedilmesi için emretmiştir. Bunun üzerine Ali O'na: Kadın isterse Allah (celle celâlühü)'ın kitabıyla sana davacı olur, diyerek şu âyetleri okudu:

“Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilme müddeti otuz aydır.”[88]

“Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler.”[89]

Ey Râfizî!

Herşeyden evvel Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ashab ile istişare ediyordu. Allah (c.c) da istişareden dolayı mü'minleri medhederek:

“İşleri de hep aralarında danışıklıdır.”[90] buyurmuştur.

Kocası, efendisi olmayan veya şüpheyle münasebette bulunduğunu iddia etmeyen hamile kadının recmedilip edilmeyeceğinde âlimler ihtilaf etmişlerdir.

İmam Malike göre recmedilir. Ahmed'den bir rivayet de böyledir.

Ebu Hanife ve Şafiî kadının zorla veya münasebet kurulmaksızın hamile kalabileceği ihtimalini nazar-i dikkate alarak recmedilmiyeceğini söylemişlerdir.

Birincilerin görüşü hulafaî râşidinden nakledilmiştir.

Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ömrünün son günlerinde şöyle demiştir:

“Kesin olarak isbat edildikten, hâmilelik veya bizzat itiraf vuku bulduktan sonra zâniyi recmetmek haktır.”

İçki içenin kusması halinde haddelip edilmiyeceği hususunda da âlimler ihtilaf etmişlerdir.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) nâdir olduğunu tahmin etmekle beraber kadının altı aydan önce doğurabileceğini zannetmiş olabilir. Dört yıl veya yedi yıl hâmile kalanların çok nadir olduğu gibi. Bu gibilerin haddedilmesi hususunda âlimlerin ihtilafı vardır.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer hükümlerde tereddüt ediyordu. Dedenin mirası hususunda yüz çeşit hüküm vermiştir.”

Ey Râfizî!

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) dedenin payı meselesinde ihtilâfa düşen sahabilerin en bahtiyarlarındandır. Ashâb-ı Kiram, dede kardeşlerle bulunduğu takdirde durumu nasıl olur meselesinde iki görüştedirler.

Birincisi: Dedenin kardeşleri mirastan düşürmesidir. Bu görüş Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ebu Musa, İbn-i Abbas ve daha bir kısım ashab ile Ebu Hanife, şâfiîlerin İbn- i Süreye ve Hanbelilerden Ebu Hafs el-Bermekkî'nin görüşüdür. Hak olanda budur. Alimler dedenin torunlarla bulunması halinde baba gibi mütâlâa edileceğinde ittifak etmişlerdir. Baba da elbette amcalardan mukaddemdir. Onun için babanın babası (dede) kardeşlerden önce olması gerekir.

İkincisi: Dede kardeşlerle ortak olacağı fikridir. Bu da Osman, Ali, Zeyd ve İbn-i Mesud'un (r.a.) görüşüdür. Fakat tafsilata geçince aralarında çok açık bir ihtilaf vardır. Cumhur, Zeyd'in görüşündedirler. Mâlik Şafiî ve Ahmed gibi.

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) dedenin payı hususundaki görüşüne fakihlerden hiçbir imam katılmamıştır. Ancak İbn-i Ebi Leylâ'nın bu görüşe katıldığı söylenmektedir.

Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) dede meselesinde yüz çeşit hüküm vermesi mümkün değildir. Kaldı ki on senelik halifeliği esnasında dede meselesinde az konuşmuş ve Buhari'de rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Üç şeyin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bize açıklanmasını istiyordum. Dedenin mirastaki payı, Kelâlenin durumu ve Ribanın bütün çeşitleri. ”

Bunları bilmeyenler onlar hakkında hüküm vermemişlerdir.

Râfizî şöyle diyor:

“Allah (celle celâlühü) eşitliği emretmesine rağmen Ömer, ganimet mallarının dağıtımında bazılarına az, bazılarına fazla verirdi.”

Ey Râfizî!

Herşeyden önce ganimeti kendisi değil, Onun komutanları taksim ederlerdi. Onlar ganimetin dörtte birini dağıtırlar, beşte birini de Ömer'e (r.a.) gönderirlerdi.

Alimler ganimetlerin taksiminde maslahata binaen bazılarına ez, bazılarına çok verilmesi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel'den iki rivayet vardır ki, birisi caiz diğeri caiz olmadığı hususundadır.

Ebu Hanife maslahata binaen ganimetlerin şahıslara göre az veya çok taksim edilmesini caiz görmüştür. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başlangıçta ganimetleri beşe böler ve beşte dördünü taksim etmesine rağmen, bilahare geri kalan beşte biri dörde bölmüş ve dörtte üçünü taksim etmiştir.

Müslimde rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) El-Gabe gazvesinde Seleme b. El-Ekve'e yaya olmasına rağmen bir süvari ve bir yaya hissesini vermiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Seleme'yi tercih etmesinin sebebi başkasına nazaran Onun savaşta kahramanca davranması, düşmanı yıldırması ve ganimeti elde etmesi olmuştur. Mâlik ve Şafiî, bu fazlalığın ancak beşte birden verilebileceğini söylemişlerdir.

Evet Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) taksimde eşitliğe riayet ederken, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bazılarına ve maslahata binaen biraz fazla veriyordu. Fakat bu durum onun adaletsizliğine delalet etmez. O Ömer ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Onun hakkında:

“Allah hakkı Ömer'in kalbine ve lisânına damgalamıştır. ”

buyurmuşlardır.

Şüphesiz ki bu taksimler içtihadı bir meseledir.

Râfizînin “Allah, ganimetin taksiminde eşitliği vacip kılmıştır.” sözü delilsiz bir iddiadır. Bu hususta delil olsaydı, diğer ictihadi konularda konuştuğumuz gibi, bu konuda da konuşurduk.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer kendi görüş, istek ve zannına göre hükmederdi.”

Bu durum yalnız Ömer'e (r.a.) ait değildir.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de kendi görüşüne göre hükmedenlerden idi. Buna delil olarak da Sıffîn muharebesine gitmesini gösterebiliriz. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu hususta şöyle diyor:

“Rasulullah bu hususta bana bir şey söylememiştir. Ancak görüşüme göre bu savaşa gitmeliyim.”

Ama hâricilerle savaşması konusunda hadisten delili vardır. Cemel ve Sıffîn savaşıyla ilgili olarak her iki taraf da bir delil getirmemişlerdir. Ancak Kaidûn, (savaşa katılmayanlar) fitne çıkmaması için savaşın terkediimesine dair hadislerle delil getirmişlerdir.

Bilinen şu ki; görüş nasslara aykırı değilse onda hiçbir sakınca yoktur. Aykırı ise, bunun en uygun olmayanı binlerce müslümaran kanlarının akıtılmasına sebep olan ve o kişilerin öldürülmesinde ne dünya ve ne de âhiretlerine yararlı bir maslahatın bulunmadığı görüş olur.

Eğer Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), (Sıffîn ve Cemel Vak'ası) görüşü ile ayıplanmazsa -ki ayıplanamaz- Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve başkalarının ferâiz, talak v.s. fiıkhî meselelerle ilgili görüşlerinden dolayı haliyle kınanamazlar.

Bununla birlikte Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) fıkhî meselelerde ashabın görüşlerine iştirak etmiş fakat kan akıtma davasındaki görüşüyle tek başına kalmıştır. Oğlu Hasan (r.a.) ve ilk müslümanların çoğu bu savaşlarda maslahat görmemişlerdir. Onların bu görüşleri, birçok şer'î delillere dayandığı için savaşı gerektiren görüşe nazaran maslahata daha uygun idi.

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) dedenin payı vesâir ffkhî meselelerdeki hükümleri de aklî görüşlerine dayanıyordu. O şöyle diyordu:

“Ben ve Ömer cariyenin çocukları olduktan sonra satılamıyacağı hususunda görüş; birliğine varmıştık. Fakat şimdi onların satılmasını caiz görüyorum.”

Bunun üzerine kadısı Ubeyde es-Selmâni:

“Sizin ve Ömer'in cemaatla beraber olan görüşleriniz, senin küçük fırkalarla beraber olan görüşünden bize daha güzel geliyor”, demiştir.

Buharide rivayet edildiğine göre:

Ubeyde es-Selmânî Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den naklettiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle diyor:

“Daha önce hüküm verdiğiniz gibi hüküm veriniz. Ben ihtilaf istemiyorum. Müslümanların cemaat olmalarını ve arkadaşlarım olan üç halife gibi ölmek istiyorum.”

Bu sözü İbn-i Sîrin, Ubeydeden nakletmiş, ayrıca O, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den nakledilen sözlerin bir çoğunun kendisine isnad edilen yalanlar olduklarını söylemiştir.

İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle diyor:

Babamın (Hz. Ömer (radiyallâhü anh)) bir şey hususunda görüş beyan edip de onun öyle olmadığını görmüş değilim.

Nasslar, İcma ve muteber sözler, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) görüşü; Osman, Ali, Talha ve Zübeyr'in görüşlerinden daha isabetli olduğunu gösteriyorlar. Bunun içindir ki, görüşlerinin neticesi hayırla neticelenmiştir.

Zerre kadar insaf ve vicdanı olan kimse, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) ahlâk ve ilminin kemâlinde şüphe etmez.

Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) sadakat ve kemalinde şüphe eden, mutlaka ve zır câhil veya münafık zındıktır.

Onların yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmektir. Bu da râfizîlerin ve bâtınîlerin işidir.

Râfizî “Ali masumdur. Mücerred görüşüyle hükmetmez. Aksine onun söylediği herşey nass gibidir” derse, “Öte tarafta ve senin gibi aşırı giderek (haşa!) Ali'yi tekfir eden haricilerin var olduğu” kendisine hatırlatılır.

Râfizi şöyle diyor:

“Ömer yaptığı vasiyyette vefatından sonra halife seçimi işinin şûra ile halledilmesini icad ederek, Ebubekir'e muhalefet etmiştir. Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'e hayıflanarak:

Sâlim hayatta olsaydı şüphesiz ki, Onu halife olarak tayin edecektim, demiştir. O sırada Ali de hazır duruyordu..”

Ey Râfizi!

Senin bu sözlerin iki şeyden hâli değildir. Ya yalan bir nakildir. Veya hakkı inkar etmektir. Yalan olan kısmı ya gerçekten yalan olduğu bilinmekte veya doğru olduğu bilinmemektedir. Doğru olan kısmında da Ömer'i tezyif edecek hiçbir şey yoktur.

Aksine Onun ahlâk ve faziletine delalet eden deliller vardır. Fakat bu câhil râfizîler aklî ve nakli bütün delillerde hakikatleri ters çeviriyorlar. Meydana gelmiş olayları olmamış, olmamış olayları da olmuş gibi gösteriyorlar. Doğru olanları yanlış, yanlış olanları da doğru diye iddia ediyorlar. Onun için râfizîlerin ne akli ve ne de nakli delillerine itibar edilmez. Gerçekten şu âyet-i kerimeden nasiblerini almışlardır.

“Bir de şöyle derler: Biz işitir veya akıl eder olsaydık, şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık.”[91] Râfizînin,

“Ömer kendisinden öncekine muhalefet ederek halifeyi seçme işini şûraya havale etmiştir” sözüne gelince şöyle deriz:

Ey Rafızî:

Muhalefet ikiye ayrılır.

Birincisi; tam zıdlık ifade eden muhalefettir. Bir kimsenin bir şeyi vacip kılarken diğerinin onu haram kılması gibi.

İkincisi; fer'î olan muhalefettir. Kıraat şekilleri gibi. Bazıları bir kıraati seçerken diğer başkaları başka kıraatları seçmelerine rağmen bütün bu kıraat şekilleri caizdir.

Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullarr (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Kur'an-ı Kerim yedi lehçe üzerine inmiştir. Hepsi de şâfi ve kâfidir (haktır).”

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ile Hişam b. Hakîm b. Hizam “El-Furkan” sûresinin okunuşunda ihtilafa düşerek ayrı şekillerde okudular. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara “El-Furkan” suresi sizin ikinizin okuduğu şekilde inmiştir” buyurdu.

Halifenin tasarruf yetkisi de bu feri ihtilaflar arasındadır. Onun içindir ki, Rasulullah, Bedir muharebesinde esir edilenlerin durumu hususunda Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'i istişare ettiğinde Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Fidye karşısında esirlerin salınmalarını, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de öldürülmelerini istediler. Bunun üzerine Rasulullah Ebubekir'i (r.a.) İbrahim ve İsa peygambere, Ömer'i (r.a.) de Nuh ve Musa peygambere benzetti. Bu fikirlerinden dolayı hiçbir zaman Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'i (r.a.) ayıplamamıştır. Aksine her ikisini peygamberlere benzeterek medhetmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu iki fikirden birisiyle mükellef olsaydı onlarla istişare etmezdi.

Kaldı ki ictihadlar ayrı ayrı olmasına rağmen hepsi de hak olabilir. Mesela Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) savaşlarda Halid b. Velid'i komutan olarak tayin etmek isterken, Ömer Onun azledilmesini istiyordu. Fakat Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):

“O Allah (celle celâlühü)'ın müşrikler üzerinde musallat ettiği bir kılıçtır,” diyerek Halid'i azletmiyordu, Ömer halife olunca Halid’i azlederek yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı tayin etti. Buna rağmen her ikisinin icraatı, devirlerindeki maslahata binaen en münasib olanı idi. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yumuşaklığı karşısında Ömer biraz sert olmasına rağmen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) her ikisiyle istişare ederek:

“İkiniz bir hususta ittifak ettiğiniz takdirde size muhalefet etmem” buyurur.

Sahih hadiste rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Müslümanlar Ebubekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğruyu bulurlar.”[92] buyurmuşlardır. Bir başka rivayette de şöyle buyururlar:

“Ashabım! Mü'minler peygamberlerini kaybedip namazları da kendilerine ağır geldiğinde ne yapacaklarını biliyor musunuz?” Ashab:

“Allah ve Resulü bilir,” dediler. Rasulullah:

“Aralarında Ebubekir ve Ömer yok mu? (devamla) Mü'minler Ebubekir ve Ömer'e itaat ettikleri takdirde onlara itaat eden müslümanlarla beraber bütün ümmet hidâyete nail olur. Onlara isyan ederlerse kendilerine isyan eden bütün müslümanlarla birlikte bütün ümmet dalâlete duçar olur. ” (Bu son iki cümleyi üç defa tekrar etti.)

Müslimin rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas, Ömer'den (r.a.) rivayet ederek şöyle buyurur:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir muharebesinde müşriklerin bin, kendilerinin de üçyüzondokuz kişiden müteşekkil olduklarını görünce, kıbleye dönerek ellerini yukarıya kaldırdı ve Allah (celle celâlühü)'a şöyle dua etmeye başladı.

“Allah 'ım! Bana va'dettiğiniyerine getir. Allahım! Bana va'dettiğini ver. Allahım! Şu küçük İslâm topluluğunu yok edersen yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak”.

Cübbesi omuzlarından düşünceye kadar duaya devam etti. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek düşen cübbesini kaldırdı ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) omuzuna koydu. Sonra arkasında durarak:

“Ey Allah’ın Peygamberi! Allah (celle celâlühü)'a olan duanız yetti. Muhakkak iki, Allah sana vadettiğini verecektir,” dedi. Bunun üzerine Allah (celle celâlühü):

“O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size: Gerçekten ben arka arkaya bin melek ile imdad ediyorum, diye duanızı kabul buyurmuştu”[93] ayetini indirdi.

Böylece Allah (celle celâlühü) meleklerini Resulünün imdadına gönderdi.”

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) taraftarları ve istisnasız olarak Selef, Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) fazilette olan üstünlüklerini kabul etmişlerdir. İbn-i Batte, Ebul Abbas b. Mesruk diye bilinen hocasının şöyle söylediğini naklediyor:

Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:

“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:

“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.”[94]

Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den[95] aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. şöyle diyor:

“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”

Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : “

“Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”

Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbn-i Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur.

Bu söz bir çok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldon geldiği ayrıca beyan edilmiştir.

Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:

Cennetin kapıcısı olsaydım,

İki Hemadaniye selametle girin, derdim.

Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) oğlu) şöyle diyor:

“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.”

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), oğluna böyle söylediğine göre “Bu da takiyyedir” denilemez. Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.

Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle diyordu:

“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”

Sünen'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Benden sonraki iki kişiye, yeni Ebubekir ve Ömer'e uyunuz”[96] buyuruyorlar. Onun için Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen ve âlimlerin iki görüşünden bir görüşe göre -ki en kuvvetli görüş budur- Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bir hükümde ittifak ettiklerinde, O hüküm hüccet olur ve ondan ayrılmak caiz değildir. Alimlerin kuvvetli olan bir başka görüşlerine göre; dört halifenin ittifakı hüccettir. Onların hilafına hareket etmek caiz değildir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onların sünnetlerine uymayı emretmiştir. O Peygamberki, adil ve mükemmel emirlerle gönderilmiş, rahmet ve merhamet Peygamberidir. Ümmeti de bu güzel sıfatlarla tavsif edilmiştir.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlü...”[97]

Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu.

Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri oldular.

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), kemâlinin gereği olarak ve adaletin tecellisi için yumuşaklığı ve sertliği birbirine mezcetmiş ve tabiatında sert olanı tayin etmiştir.

(Halid b. Velid'i ordu komutanı olarak tayin etmesi gibi) çünkü yalnız yumuşaklık işi bozduğu gibi, yalnız sertlik de işi bozar.

Onun için Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'le (r.a.) istişare etmekle ve Halid'i komutanlığa getirmekle gerçekten Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) halifeliğine lâyık olmuştur. Bu da Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yüce faziletine delalet eder. Bunun içindir ki, Ömer'in şiddetini aşan bir şiddetle irtidad edenlere karşı savaşmıştır. Hatta Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

“Ey Ebâbekir! İnsanlara karşı yumuşak davranmakla kendini onlara sevdir”, demesi üzerine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):

“Neden kendimi onlara sevdireyim? (Suçun basit olmadığına işaret ederek) Yalan konuşmuş veya bir şiir mi söylemişlerdir?” Şeklinde Ona cevap verdiği rivayet edilmiştir.

Enes (r.a.) şöyle diyor:

“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı ile tilkiler gibi (şaşkın) olduğumuz bir halde iken Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) bize bir hutbe verdi. Bizi o kadar cesaretlendirdi ki, âdeta aslanlar gibi kesildik.”

Hz. Ömer (radiyallâhü anh), gerçekten tabiatında sert idi. Kemaline delalet eden en açık delil, işlerinde mutedil olması için yumuşaklığa sarılmasıdır. Onun için Ebu übeyde b. Cerrah, Sa'd b. Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde es-Sekafî, Nu'man b. Mukarrin, Said b. Âmir ve benzeri ashabtan yardım talep ediyordu. Bu zatlar zühd, takva ve ibadette Halid b. Velid ve emsalinden daha ileri idiler.

İşte bunun içindir ki Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Allah ve Resulünün açık olarak hükümlerini beyan etmedikleri meselelerde ashab ile istişare ediyordu. Çünkü Şâri'in kıyamete kadar herkes için ayrı ayrı hüküm koyması mümkün değildir. Hal böyle olunca, Genel hükümlerin kapsamına girip girmedikleri hususunda bazı muayyen meselelerde ictihad edilmesi gerekir. İşte bu ictihad şekline fakihlere göre “Tahkikül Menat denir.” Buhususta kıyası kabul eden ve etmeyen bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Meselâ:

Allah (c.c); âdil olanların şâhid olmasını emrediyor. İctihad yapılmadan şahitlik yapacak âdil kimselerin kim olduklarını bilmek mümkün müdür?

Yine Allah (celle celâlühü) emanetlerin sahiplerine verilmesini ve işlerin de ehline tevdi edilmesini emrediyor. Bunlara lâyık olanların veya başkasına tercih edilecek muayyen kimselerin nassla bilinmesi mümkün olmadığı için bunlar, ancak ictihadla tesbit edilebilir.

Râfizî,

İmamın nassla belirlenmiş ve ma'sum olması gerektiğini iddia ediyorsa:

Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) daha mı büyüktür ki O'nun vekilleri ve tayin ettiği memurları bile masum değillerdi. Şâri'nin her muayyen şeye nassla hüküm koyması mümkün olmadığı gibi, Peygamber ve imamın da muayyen olan her hususta gaybı bilmeleri mümkün değildir. Kaldı ki, ferî meselelerin bir çoğu Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zannettiği gibi çıkmamıştır. Binaenaleyh ma'sum olan ve olmayan kimseler için fer'î konularda içtihadın gerekli olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:

“Muhakkak ki, siz ihtilaflı meselelerinizde bana geliyorsunuz. Bazılarınız delil getirme hususunda diğerinizden daha maharetli olabilir. Ben getirdiğiniz delillere göre hükmederim. (Hakkı olmadığı halde ve getirdiği delillere istinaden) kime kardeşinin hakkından bir şey verirsem onu almasın. Çünkü ona cehennemden bir parça vermiş olurum.”[98] Bu hadisten anlaşıldığı gibi hakkında kesin nass olmayan muayyen yerlerde ictihad yapılır. Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zahir delillerin hilafına da olsa davayı kazanan şahsa eğer gerçekten haklı değilse kardeşinin hakkını olmamasını istemişlerdir.

Evet Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Halife olduğu için Müslümanlara en faydalı olan şahsı kendi yerine tayin etmesi gerekirdi. Onun için bu hususta ictihad etti ve hilafete lâyık olan altı kişiyi tesbit etti. İçtihadı da doğru ve haktır. Çünkü hiç bir sahabi bu altı kişiden başkası hilafete layıktır, dememiştir. Halifeyi seçme işini bu altı kişiye bırakmasının sebebi tayin edeceği bir kişinin diğerlerine nazaran daha yararlı olmayabileceğinden korktuğu içindir. Bu durum da Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) takvasına delâlet
eder. Bu yüzden ictihad ederek hilafet için altı kişi tercih etmiş fakat, birisini tayin etmemiştir. O şöyle diyordu:

“Tayin işi alt: kişinin hakkıdır. Onlar kendi aralarında birini tayin etsinler.”

Âdil olup ve havaî arzusu olmayan bir imam için bu en güzel bir ictihaddır. Allah ondan razı olsun.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“... Onların işleri aralarında danışma iledir.”[99]

“... İş hakkında onlarla danış...”[100].

Binaenaleyh Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şûra ile yaptığı işler mutlaka yararlı idi. Ebubekir'in, Ömer'i (r.a.) tayini de müslümanların maslahatı için olmuştur. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) olgunluğunu ve yüceliğini gören Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), bu tayin için Şûraya ihtiyaç duymamıştır. Tabii ki, Ebubekir'in bu güzel ve mübarek kararının eseri müslümanların hayatında açıkça görülmüştür. İnsafı olan her akıl sahibi Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf (Allah cümlesinden razı olsun)'ın Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) yerine geçemiyeceklerini gayet iyi bilir.

Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) hilafet için altı kişiyi tercih etmesi, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Ömer'i hilafete tayin edip müslümanların da Ona bîat etmesi gibidir.

Hatta bu sebepledir ki, Abdullah İbn-i Mesud (r.a.) şöyle demiştir :

İnsanlarını en ferasetlisi -çok ileri zekâlı- üçtür.

Birincisi Şuayb (a.s.)'ın kızıdır ki, şöyle demiştir:

“Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretli tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır.”[101]

İkincisi Mısır kralının hanımıdır ki, şöyle demiştir:

“... Belki bize faydalı olur yahut Onu oğul ediniriz.”[102] Üçüncüsü Ömer'i halife olarak tayin ettiği için Ebubekir'dir.

Evet Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hilafet işini seçtiği altı kişiden birine lâyık görmüş ve bu hareket tarzını şöyle açıklıyordu:

“Ben halife tayin edeceksem benden hayırlı olan -Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)- halife tayin etmiştir. Halife seçim işini başkasına bırakıp terkedeceksem yine benden hayırlı olan da -Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)- terketmiştir.”

Görülüyor ki, halifelerin tayin işinde ihtilaf olmamıştır. İhtilaf ancak kıraat şekilleri, fıkıh v.s. konularda olmuştur. Bu da normaldir. Çünkü bir tek âlimin de iki görüşü olduğu vâkidir. Hâlen de büyükler görüşlerde ihtilaf ediyorlar. Kaldı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:

“Müslümanlar Ebubekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğru yolu bulurlar.”[103] dediği sabittir. Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Bekir ve Ömer'e (r.a.):

Metin Kutusu: 282
283
284
285
286
“İkiniz bir hususta ittifak ederseniz size muhalefet etmem.” diyordu.

Başka bir hadislerinde de şöyle buyururlar:

“Benden sonraki iki kişiye, yani Ebubekir ve Ömer'e uyunuz.”[104] Onun içindir ki, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh), güzel meziyetlerinden dolayı Ömer'i halife olarak tayin etmesi uygun bir iş olup tesiri de müslümanların hayatında görülmüştür, diyebileceğimiz gibi, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) aynı işi faziletlerde birbirine yakın olan altı kişiye terkederek onlardan birini hilafete tercih etmemesi de maslahata binaendir diyebiliriz. İnsaf sahibi olan herkes de bunu böyle kabul eder.

Ondan sonra ashab-ı kiram Osman'ın (r.a.) hilafeti üzerine ittifak ettiler. Çünkü Onun halife olmasında başkasına nazaran çok fayda ve az zarar vardı. Gerekli olan da çok faydalı ve az zararlı olanın tercih edilmesidir. Halife'nin ölümünden sonrası için yerine birini tayin etmesi de vacip değildir. Onun için Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

“Halife seçme işi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendilerinden razı olarak ayrıldığı altı kişinin Şûrasına bağlıdır,” diyordu.

Ey Râfizî!

Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'den bahsederek bazı iddialarda bulunuyorsun.

Şu bilinen bir gerçektir ki, ashab hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Hadis kitapları bununla ilgili haberlerle doludur. Muhacirlerin Sakife günü Ensar'a itiraz etmeleri bunun misalidir. Böyle olmasına rağmen Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) bir köleyi halife olarak tayini düşünülebilir mi? Aklın nerededir?!

Ama Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) cüzî bir iş için Salimi görevlendirmesi veya tayin edeceği kimseler hakkında ve buna benzer işlerde Salim ile istişare etmesi mümkündür. Çünkü Salim ashabın en seçkinlerinden bir zât idi.

Ey Râfizî!

“Ömer meziyetleri ayrı olan kişileri eşit tutmuştur.” diyorsun.

Bu iddia sence doğrudur. Ama Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) tercih ettiği altı kişi, Onun nezdinde bunlar fazâilde birbirlerine yakın idiler. Hatta Şûra ehli dahi hangilerinin hilafete layık olduğu hususunda mütereddit idiler. Ama sen:

“Tercih edilenin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), kendisine tercih edilen de Osman'dır.” diyecek olursan; o zaman, sana:

“Ensar ve muhacirler kendisine tercih edilen bir kimsenin hilafeti üzerine nasıl ittifak ettiler?” sorusunu soracağız.

Eyyüb Sahtiyan ve arkadaşları:

“Kim Ali'yi Osman'a tercih ederse muhacir ve ensara hakaret etmiştir,” demişledir. Sahihaynde rivayet edildiğine göre İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle diyor:

“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) devrinde Onun ashabından hangisinin efdal olduğundan bahseder, önce Ebubekir sonra Ömer, sonra Osman'ı zikrederdik.”

Bir başka sözünde de:

Sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer ashabını bırakır, aralarında tercih yapmazdık, buyuruyor. Ashab-ı Kiram'ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanındaki hallerini işte böyle naklediyor. Aslında bunun eseri de ashabta açıkça görülmüştür. Onlar korkmadan ve bir mükafaat beklemeden Osman'ın (r.a.)' hilafetinde ittifak etmişler ve Ona bîât etmişlerdir. Onlar Allah (celle celâlühü)'ın kendilerini tavsif ettiği gibi idiler. Allah (celle celâlühü) onlar hakkında şöyle buyuruyor:

“... Allah onları sever onlar da O'nu severler. İnananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, yerenin yermesinden korkmazlar...”[105]

İbn-i Mesud da şöyle diyor:

“Hiç zorluk çekmeden bizden faziletli olanı tayin ettik.”

İbn-i Mesud, bu sözü söylerken Abbas, Ubade b. es-Sâmit ve Ebu Eyyub el-Ensari gibi zatlar vardı ki, bunların sözünü kabul etmeyecek hiçbir mazeret yoktu.

Bunlardan her biri Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiği kişiler hakkında fikir beyanında bulunabilen zatlardır. Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak olarak tayin etme hakkına sahib idi . Bu beyanlarından dolayı da kendilerine hiçbir zarar gelmezdi. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'i tayin edince Talha ve başkası, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında da Useyd b. Hudayr, Usame b. Zeyd'in tayini hususunda görüşlerini açıklamışlardır. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) yaptığı tayin ve azil işlerinde de görüşlerini açıklayabilen ashab, Umeyye oğullarından olması hasebi ile güçlü ve kuvvetli olmasına rağmen, Osman'ın (r.a.) tayin işlerinde de görüşlerini açıklayarak gerek Ümeyye oğullarından ve gerekse başkalarından olsun kendilerine yardım ettiği kimseler hususunda onunla münakaşa edebiliyorlardı. Bunun üzerine kendilerinden şikayetçi oldukları bazı görevlileri azletmiş, mali yardımda bulunduğu kişilerin yardımına da son vererek ashabın isteklerini yerine getirmiştir. Durum böyle olunca ashab Osman'ın (r.a.) hilafeti hakkında konuşsalardı -ki, onun zamanında birçok, fetihler ve hayırlı işler gerçekleşmiştir.[106]

Onların seslerine kulak vermemezIik mümkün olur muydu? Üstelik onlar güçlü kuvvetli ve muteber zatlar idi. Hz. Osman (radiyallâhü anh) akrabalarını iş başına getirmiş ve onlara çeşitli hediyeler vermişse, ondan sonra gelenler de aynı şeyi yapmışlardır. Üstelik onların bu hareketleri fitneye de sebep olmuştur.

Evet ashab-ı kiram yanlış olan bir harekete karşı asla susmazlardı. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'i (r.a.) halife olarak tayin ettiğinde onların kendisine:

“Bize sert tabiatlı olan Ömer'i halife tayin ettiğin için, Rabbinin huzuruna çıktığında Ona ne diyeceksin?” dediklerini görmedin mi? Bunun üzerine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ashaba şöyle dedi:

“Allah (celle celâlühü)'ın beni muahaze edeceğiyle mi korkutuyorsunuz? Dostlarına (müminlere) onların en hayırlı olanını halife olarak tayin ettim, diyeceğim.”

Râfizîler “bilahare kendilerine zulüm etmemesi için seçecekleri kimseye iltimasta bulunmaları insanların âdetlerindendir” diyorlar. Ama Osman'ın (r.a.) ehlinde ne vardı ki, ashab ona iltimas etsin?

Demek ki ashabın Osman'ı (r.a.) hilafete seçmeleri onun hakketmesindendir. Bu durum öyle açıktır iki, akıl sahibi olan biraz düşünecek olursa Onu daha da iyi kavrayacaktır. Câhil ve nefsî arzularına tabî olan kimsenin de elbette Allah kalbini köreltmiştir. Meseleyi delilleriyle bilen âlim de şüphesiz ki, meseleyi beyan ettiğimiz gibi kabul ediyor.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer seçtiği Şura heyetinin her ferdinde kusur görmüş, böylece kendisinden sonra hiç kimsenin müslümanların başına geçmesini istemediğini açığa vurmuştur. Sonra imameti altı kişiye münhasır kılmakla işi yine tekeline almıştır.”

Ey Râfizî!

Hz. Ömer (radiyallâhü anh); bazı kimselerin Şûra ehlini ta'n ederek:

“Bu altı kişinin dışında hilafete daha lâyık olanlar vardır.” dedikleri gibi bir söz söylemeyip seçtiği altı kişiden hiç birisine karşı güvensizlik duygusunu da asla beslememiştir. Aksine o muayyen bir şahsı tayin edemediğinin sebebini ve özrünü beyan etmiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer sonra kararında çelişkiye düştü. Hilafetin tayinini dört, sonra üç sonra bir kişiye havale etti. Zayıflıkla nitelendirmesine rağmen seçim işini Abdurrahman b. Avfa bıraktı.”

Ey Râfizî!

Naklî delil getiren kimse her şeyden önce onu isbatlaması gerekir. Buhari'de de sabit olan ve buna benzer hiç bir naklin bulunmamasıdır. Aksine iddianın tam zıddı olan nakiller vardır. Halifeyi seçme işini üç kişiye havale eden Hz. Ömer (radiyallâhü anh) değil aksine Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) seçtiği altı kişi olmuştur. Bu üç kişiye havale eden Hz. Ömer (radiyallâhü anh) değil aksine Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) seçtiği altı kişi olmuştur. Bu üç kişi de, yetkiyi onlardan biri olan Abdurrahman b. Avfa vermişlerdir.

Evet Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle demiştir:

“Sa'd halife seçilirse seçilir. Seçilmezse seçilecek zat onun yardımını taleb etsin. Kesinlikle ben Sa'd'ı acizliğinden veya hıyanetinden azletmiş değilim. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) sözlerine devam ediyor:

“Benden sonra seçilecek olan halifeye Allah'tan korkmasını, memleketlerinden çıkarılıp malları alınan ilk muhacirlerin hukukuna riâyet edip, onlara hürmet etmesini... tavsiye ediyorum.”

Hz. Ömer (radiyallâhü anh), hayatında hiç kimseden korkmuyordu. Râfizîler ise O'na bu ümmetin firavunu diyorlar.

Allah onları gebertsin! Hayatında hiç kimseden korkmayan Ömer, Osman'ı (r.a.) halifeliğe takdim etmekten nasıl korkacaktı?

Vefat etmeden önce O'nun halifeliğini ilan etseydi, bütün ashab mutlaka O'na itaat edeceklerdi. O, Ali'yi (r.a.) değil de Hz. Osman (radiyallâhü anh)'ı tercih etseydi bunda hiçbir menfaati da olmazdı. Hatta halife seçimi işinden kendi oğlunu çıkarmış ve cennetle müjdelenen on kişiden olan Sa'd b. Zeyd'i de Şûra heyetine sokmamıştır. İftira ettiğiniz gibi O nasıl olur da iltimas yapar?

Üstelik ömrünün son dakikalarında, ki; onlar, Fâcirin korktuğu ve kafirin iman etmek istediği anlardır. Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Ali'nin nass veya öncelikle hilafeti hak ettiğini gerektiren bir durumun mevcudiyetini bilseydi, Allah (celle celâlühü)'a istiğfar kabilinden veya O'nun rızasını kazanmak için mutlaka Onu hilafete takdim edecekti. Çünkü kişinin vefatından önceki anlarda dinine ve dünyasına fayda vermiyecek aksine onun cezalandırılmasını gerektirecek bir harekette bulunması normal değildir. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl düşman olabilir ki nail olduğu bütün nimetler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sayesinde kendisine ulaşmıştır.

Ayrıca Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Allah (celle celâlühü)'ın en zekî kullarından idi. Peygamberliğin delilleri de en açık şekilde ortadaydı. Halifeliği nassla hakkettiği halde onu Ali'ye (r.a.) vermeyip, düşmanlığına devam ettiği takdirde ahirette cezalandırılacağını bilmesine ve buna ilâveten de vefatı anında Hz. Osman (radiyallâhü anh)'dan bir fayda beklememesine rağmen nasıl olur da Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) amcası oğlu ve ehl-i beyti olan Ali'ye (r.a.) düşmanlık eder? Böyle bir şey mümkün olamaz. O Ömer ki, sâde bir hayat yaşamış, sâde giymiş ve adaleti tatbik için sabretmesini bilmiştir.[107]

Ey Râfizî!

“Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” şeklindeki iddiana gelince şöyle diyoruz:

Ebu'l-Meâlî El-Cüveynî:

“Dünya Hz. Ömer (radiyallâhü anh) gibisini görmemiştir.” der. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da Ömer'e (r.a.):

“Şeytan senin bir yolda yürüdüğünü görünce, mutlaka senin yolundan başka bir yola sapar” demiştir.

Binaenaleyh Emirulmümimîn Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) müsbet durumu güneşten daha aşikârdır.

Hâşim ve Umeyye oğulları Rasulullah ile Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) hilafetleri zamanında da müttefik idiler. Hatta Ebu Süfyan Mekke fethinde haber toplamak üzere Mekke'nin dışına çıktığında Abbas (r.a.) Onu gördü. Abbas (r.a.), Ebu Süfyan'ı bineğine bindirerek O'nu Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) götürdü. Rasulullah'a:

“Ebu Süfyân şerefi seviyor. Onu bir hediye ile şereflendir” dedi. Bütün bunlar Abbas'ın, Ebu Süfyân ve Ümeyye oğullarına karşı duyduğu sevgiden ileri geliyor. Çünkü her iki kabile de Abd-i Menaf oğullarındandır. Hatta Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile müslümanlardan bir zat arasında sınır ihtilafı vardı. Hz. Osman (radiyallâhü anh), aralarında Muaviye'nin (r.a.) de bulunduğu bir toplulukta ihtilafı çözmek için sınıra gittiler. Muâviye hemen sınırın nişanelerinden birine sorarak:

“Bu Nişane Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) zamanında da böyle miydi?” dedi.

“Evet” demeleri üzerine Muâviye (r.a.) şöyle buyurdu:

“Bu durum zulüm olsaydı -yani Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) (hâşâ) mütecaviz olsaydı- mutlaka Ömer Onu değiştirecekti.”

Böylece Muâviye (r.a.) bu meselede Ali'yi (r.a.) desteklemiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'de o sırada hazır değildi. Ancak yerine İbn-i Ca'fer'i vekil olarak tayin etmişti. O, “Husumetin aşılması güç olan problemleri vardır. Şeytan orada hazır olur.” diyordu. Onun için bu davada Abdullah b. Ca'fer'i yerine vekil olarak tayin etmişti.

İşte bu tevkile binaen Şafiî ve bazı fakihler bu hadiseye dayanarak davalarda vekaletin caiz olduğunu söylemişlerdir. Şafiî mezhebi, Hanbeli mezhebinden bazı fakihler ve bir rivayete göre Ebu Hanife bu görüştedirler. Davayı halledip döndüklerinde meseleyi Ali'ye (r.a.) anlattılar. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Muâviyenin bunu niçin yaptığını biliyor musunuz? Hepimiz Menaf oğullarından olduğumuz için yapmıştır. (Y ani aramızda ihtilaf yoktur)” dedi.

İbn-i Teymiye şöyle diyor:

Kâdilkuddât, bir mahkemenin durumunu benimle istişare etti ve bana bir kitap getirdi. Bu kitapta yukarda zikrettiğimiz hadise vardı. Hakimler “Menâfiyye = Menaf oğulları” lafzını bilmiyorlardı. Yukarıda açıkladığım şekilde onlara cevap verdim. Tabii ki, “Hepimiz Menaf oğullarındınız” cümlesinden maksat, hâşim ve Ümeyye oğullarının Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'in devirlerinde ittifak halinde olduklarını açıklamaktır.

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer, Abdurrahman'ın kardeşinden ve amcasının oğlundan vazgeçmeyeceğini bildi.”

Ey Râfizî!

Bu da açık bir yalan olup neseb ilmindeki cehaletini gösteriyor. Çünkü Abdurrahman ne Osman'ın kardeşi ne amcasının oğlu ve ne de kabilesindendir. Üstelik Zühre oğulları Haşim oğullarına daha yakındır. Çünkü Zühre oğulları Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dayıları idi.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Sa'd için:

“Bu dayımdır” dediği rivayet edilmiştir.

Evet Sa'd, Zührî olup, Abdurrahman b. Avfın kabilesindendir. Neden Abdurrahman, Sa'd'ı tercih etmedi?

Râfizî şöyle diyor:

“Ömer, üç gün içinde aralarında bir halife seçip ona bîat etmedikleri taktirde boyunlarının vurulmasını emretti.”

Ey Râfizî!

Bu iddianı ispatlıyacak doğru nakil var mıdır?

Bilinen ve gerçek olan Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh), birisine bîat edinceye kadar şûra ehlinden ayrılmamaları için ashaba emir vermesidir. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) yeryüzünde yaşayanların en faziletlisi olan altı kişinin öldürülmesi için emir vermesi hiç mümkün müdür?

Böyle bir şeyin olduğunu farzetsek (hâşâ!) bile ashabın, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Ömer'e (r.a.) itaat etmeleri tasavvur edilebilir mi?

Ömer onların katlini emretseydi, ölümünden sonra hilafete kimin lâyık olduğunu zikredecekti. Bütün bunlardan başka herbirisi bir aşiret reisi olan bu altı kişiyi kim öldürebilirdi?

Senin gördüğün şey, açıkça cereyan eden ve onlardan biri olan Osman'ın (r.a.) şehid edilmesidir. Altı kişiden hiçbiri halife olmasa da, onların katledilmeleri caiz olmadığı gibi, onlardan bir kişinin dahi öldürülmesi haramdır. Onlardan biri halife olmasaydı başka biri seçilirdi. Dünyada, hilafeti kabul etmediği için öldürülen hiç bir kimse de duymadık. Dolayısıyla senin bu iddianın yalan olduğu açıkça ortaya çıktı.

Râfizilerin acaib iddialarından biri de Ali'den başka diğer şûra ehlinin öldürülmeye müstahak olduklarını söylemeleridir. Yine acaib bir iddiaları daha var ki, o da Ömer'in hem onlara iltimas etmesi, hem de öldürülmeleri için emir vermiş olmasıdır. Böylece iki zıddı bir araya getiriyorlar!

Ey Râfizî!

Sa'd b. Ubâde, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) biatına muhalefet etmesine rağmen onu öldürmek şöyle dursun ne dövülmüş ve ne de hapsedilmiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de biati geciktirmesine rağmen Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) O'na bir şey dememiştir. Ebubekir'e (r.a.) biat edinceye kadar kimse O'na kıymamıştır. Hatta Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) O'na ikramda bulunuyordu. Aynı şeyi Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de O'na uygulamıştır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):

“Ey İnsanlar! Ehli beytine ikram ile Muhammed'i (sallallahu aleyhi ve sellem) ta'zim ediniz”, diyordu.

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) tek başına Ali'yi (r.a.) evinde ziyarete gittiğinde yanında Hâşim oğulları bulunuyordu; Onların faziletlerini anlatırken, Onlar da kendisinin (Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)) hilafete lâyık olduğunu itiraf ediyorlardı. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer, hilafetleri esnasında Ali'ye eziyet etmek isteselerdi buna güçleri yeterdi. Fakat onlar Allah'tan korkuyorlardı.

Ama bu cahil râfizîler, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'in:

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendisine yapılacak zulmü bertaraf edebilecek en güçlü olduğu ve bu iki zatın da ona zulmetmede en zayıf oldukları bir dönemde zulmettiklerini iddia ediyorlar. Acaba Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer güçlü oldukları zaman kralların yaptığı gibi halkın onlardan korktukları bir zamanda neden Ali'ye (r.a.) zulmetmediler? Bunu isteselerdi gayet kolay yapabilirlerdi. Aksine onlar her hususta Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile iyi muamelede bulunmuşlardır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bir tek kelime dahi olsa onlar hakkında çirkin bir şey söylememiştir. Aksine Onları sevdiğini, herhâlükârda onları yücelttiğini açıkça gösteren kendisinden gelmiş rivayetler vardır. Meseleye vâkıf olanlar için bu durum çok açıktır.

Şiilerin Hz. Osman (radiyallâhü anh) Hakkında Uydurdukları İftiralar

Râfizî şöyle diyor:

“Osman, ehil olmayanları iş başına getirmiştir. Hatta onlardan bazıları fâsık ve hâin idi. Memurluğu akrabaları arasında paylaştırmıştır. Said b. As'ı Küfe valiliğine tayin etmiş, ama ondan öyle haller sâdır olmuştur ki, onun Kûfe'den sınır dışı edilmesine sebep olmuştur. Mısır'a Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'i tayin etmiş O da zulmetmiştir. Halk Ondan şikayet etmelerine rağmen, görevine devam etmesi ve Muhammed b. Ebibekr'i öldürmesi için kendisine gizlice yazı yazmıştır. Muaviye'yi Şam'a tayin etti. O da nice fitneler çıkardı. Abdullah b. Âmir b. Kureyz'i Basra'ya tayin etti, bir çok haramlar işledi. Mervan'ı görevlendirerek mührünü Ona teslim etti. Fakat bu tayin Onun (Osman ) ölümüne sebep oldu. Osman akrabalarına bol bol mal veriyordu. Hatta kızlarıyla evlendirdiği dört kişiye dörtyüzbin dinar vermiştir. İbn-i Mesud Onu tekfir ederdi. İbn-i Mes'ud yargılanınca Osman ölünceye kadar onu dövmüştür. Fıtık oluncaya kadar Ammar'ı dövmüştür. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ammar iki gözümün arasındaki deridir. İsyankâr bir gurup onu öldürecektir. Allah onları şefaatıma erdirmiyecek” demiştir. Ammar da Osman'ı kötülüyordu. Rasulullah, Osman'ın amcası olan Hakem'i kovmasına rağmen, Osman Onu Medine'de oturtmuştur. Ebu Zerr'i “Rabeze” denilen yere sürmüş ve Onu dövmüştür. Osman, cezaları tatbik etmemiştir. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kölesi Hürmüzan'ı öldürmesine karşılık Ubeydullah b. Ömer'i kısasla öldürmemiştir. Şarap içtiği için Velid'e ceza tatbik etmemiştir. Bilahare Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Velid'e hadd cezası tatbik ederek:

“Ben varken Allah (celle celâlühü)'ın hududu iptal edilmez,” demiştir. Osman, Cuma günü ikinci ezanı ilave ederek bidat çıkarmıştır. Böylece öldürülünceye kadar müslümanlara muhalefet etmiştir. Müslümanlar işlerini ayıplayarak, ona:

“Bedir'de kayboldun, Uhud'dan kaçtın, Rıdvan biatına da gelmedin” diyorlardı. Bu husustaki haberler sayılamayacak kadar çoktur.”

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) valileri Osman'ın (r.a.) valilerinden daha fazla kendisine hiyanet ve isyan etmişlerdir. Hatta bazıları Muaviye'nin tarafına geçtiler. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ziyad b. Ebi Süfyan'ı tayin etmiş O da Hüseyin'e (r.a.) karşı savaşmıştır. Esteri ve Muhammed b. Ebibekir'i tayin etmiştir ki, Muaviye (r.a.) bütün bunlardan hayırlıdır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de anne ve baba tarafından olan akrabalarını tayin etmiştir. Amcası Abbas'ın oğulları olan Abdullah, Ubeydullah, Kuşem ve Sümame'yi tayin ettiği gibi Mısır'a da üvey oğlu Muhammed b. Ebi Bekr'i tayin etmiştir. İmamiyye mensupları, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), çocuklarının halife yapılması için emir vermiştir, diyorlar. Halbuki, akrabaları bazı küçük işlere görevlendirmek doğru değilse, hilafet gibi büyük bir işle görevlendirmek nasıl doğru olur?

Hz. Osman (radiyallâhü anh), akrabalarını tayin etmesi hususunda Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) misâl almıştır. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Attab b. Useyd el-Emevî'yi Mekke'ye, Ebu Süfyan'ı Mecran'a, Halid b. Saîd b. As'ı bir başka yere vali olarak tayin etmiştir. Hatta Velid b. Utbe'yi de “Bir fâsık size haber getirince” âyeti ininceye kadar vali tayin etmiştir.

Hz. Osman (radiyallâhü anh):

“Ben Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiklerinden veya onların kabilelerinden olanlardan başkasını vali olarak tayini etmedim.” demiştir. Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de Rasulullah'dan sonra aynı şeyi yapmışlardır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) Şam fethi için Yezid b. Ebi Sufyan b. Harb'ı tayin etmiş, Ömer de Onu uygun görmüştür. Bilahare Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Muaviye'yi tayin etmiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümeyye oğullarını vali olarak tayini hususundaki rivayetler de sahihtir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, sabit nasla vârid olduğu gibi Umeyye oğullarından vali tayin etmek, hilafetin Hâşim oğullarından muayyen birisine mahsustur şeklindeki iddiadan daha isabetlidir.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Haşim oğullarından yalnız Ali'yi (r.a.) Yemen'e vali, azadlı kölesi Zeyd ve İbn-i Ravha ile birlikte de Ca'feri Mu'te harbine komutan olarak görevlendirmiştir. Kaldı ki biz Osman'ın (r.a.), masum olduğunu da idaia etmiyoruz. Aksine Onun da hataları olabileceğine inanıyoruz. Fakat Allah (celle celâlühü) onları atfetmiştir. Rasulullah da Onu cennetle müjdelemiştir. Ama râfizî o kadar aşırı gidiyor ki, birinin hatalarını zorla iyiliğe çevirmeye çalışırken, cennetle müjdelenen bir diğerinin bütün iyiliklerini unutuyor. İşte zulüm budur.

Bütün ümmet tevbe ile günahların affedileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Hiç kimse de Osman hatalarından dolayı tevbe etmemiştir, diyemez. Allah (celle celâlühü)'ın, bütün günahları affedeceğine dair birçok ayet ve hadisler vardır. Namaz v.s. ibadetler de günahlara keffaret olurlar.

Kılınan bir namaz, iki namaz vakti arasında cereyan eden günahlara keffaret olduğuna göre; Cuma namazı, Ramazan, Arefe veya Aşure günü oruçları neye keffaret olurlar? diye sorulacak olursa; bunlar kişinin derecesini yükseltirler, cevabı verilir. Herşeyden önce amelin takvaya uygun olması gerekir ki, Allah (celle celâlühü) onunla hataları silsin.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Allah ancak muttaki olanların amelini kabul eder”[108] Yukardaki ayetin tefsirinde üç görüş vardır:

Birincisi Haricilerin ve Mutezilenin görüşüdür ki, Onlara göre Allah ancak kebâiri -büyük günahları- işlemeyenlerin amelini kabul eder ve kebâiri işleyenlerin o halde iken hiçbir iyilikleri kabul edilmediği istikametindedir.

İkincisi, Murcienin görüşüdür. Onlara göre kişi Allah (celle celâlühü)'a şirk koşmadıktan sonra kebâiri işleyip, namaz kılmasa da takva ehlindendir.

Üçüncüsü, Selef ve Müctehid imamların görüşüdür. Onlara göre:

Kişi Allah (celle celâlühü)'ın emrettiği işi ihlasla yaptıktan sonra Allah onun amelini kabul eder.

Fudayl b.İyad;

“... Hanginizin ameli daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için...”[109] ayet-i kerimesini açıklarken:

Güzel amel ihlaslı ve sevaba uygun (doğru) olan ameldir.

Çünkü bir amel ihlasla yapılır, şeriata uygun olmazsa veya şeriata uygun olur, ihlasla yapılmazsa kabule şayan değildir.

İhlaslı amel Allah rızası için yapılan ameldir.

Sevablı (doğru) amel ise sünnete muvafık (Şer'î ölçülere uygun) olan ameldir.

Sünende olan ve Ammar (r.a.)'dan nakledilen bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Kişi namazını kıldıktan sonra (İhlasına göre) Onun yarısı, üçte biri, dörtte biri, onda biri -söyleyinceye kadar devam etti- kadar sevabı vardır.”

İbn-i Abbas şöyle diyor:

“Namazından ancak şuurlu olarak eda ettiğinin sevabı vardır.” Hac, cihad ve oruç da böyledir.

Hata ve günahların affı kabul edilen amellerin sayesinde olur.

Saîd olan, yarısı da olsa namazının, cumasının ve orucunun kabul edilip hata ve günahlarının bu vesile ile affedildiği kimsedir.

Aflar, ağırlığı itibariyle bazan küçük bazan da büyük günahlar için gerçekleşir. Bu da amelin ihlasla yapılıp şeriata uygun oluşuna bağlıdır.

Kelime-i Tevhid her günahı siliyor ise, bu onu söyleyen kişinin Allah (celle celâlühü)'a karşı olan sıdkına, ihlasına ubudiyyet ve ihtiramına bağlıdır.

Ayakkabısı ile susuz bir köpeğe su verdiği için âsi bir kadın affedilmişse o andaki durumunun iyiliğine ve amelinin ihlasına bağlıdır.

Her âsi böyle bir durumda iken susuz bir köpeğe su veremez. Öyle kişiler vardır ki, kıldıkları namaz ile aralarındaki mesafe doğu ve batı arasındaki mesafe kadardır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı hakkında şöyle buyuruyor:

“Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak ederse onların bir müd (iki avuç) veya yarısı kadar yaptıkları infaka -onun sevabına- erişemez.”[110]

Ebubekir b. İyaş:

Ebubekir es-Sıddık (r.a.) namaz ve orucunun çokluğuyla ashabı geçmiş değildir. Belki o kalbine yerleşmiş olan şeyle -çok kuvvetli iman- onları geçmiştir, diyor. Müslim'de olan ve Ebu Musa'dan rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başını semaya kaldırarak şöyle buyurdu:

“Yıldızlar semanın emniyetidir. Onlar dökülüp yok olunca sema için va'dedilen gerçekleşecektir. Ben de ashabımın emniyetiyim. Ben gidersem ashabıma va'dedilen gelecektir. Ashabım da ümmetimin emniyetidir. Onlar giderse ümmetime va'dedilen gelecektir.”[111]

Müslim'de rivayet edilen bir başka hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:

“Bir zaman gelecek ki, insanlar cemaatlar halinde savaşacaklardır. Onlara:

“İçinizde Rasulullah'ı gören var mı? diye sorulacaktır. Evet dediklerinde onlara fetihler müyesser kılınacaktır. Tekrar bir zaman gelecek ki, insanlar cemaatlar halinde savaşacaklardır. Onlara: içinizde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını gören var mı? diye sorulacaktır. Evet, gördük diyeceklerdir. Onlara da fetihler müyesser kılınacaktır. Yine bir zaman gelecek ki, insanlar cemaatler halinde savaşacaklardır. Onlara:

Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabının ashabını gören var mı? diye sorulacaktır. Evet diyeceklerdir ve onlara fetihler müyesser kılınacaktır.”[112]

Yukardaki hadisten de anlaşıldığı gibi Rasulullah bir çok hadislerinde ilk üç tabakayı medhetmiştir. Bunda ittifak vardır. Dördüncü tabaka hakkında da bu istikamette bazı hadisler mevcuttur.

Hülasa amellerin faziletli ve makbul olmaları yalnız şekillerine bağlı değil, aynı zamanda onların yapılmasını isteyen kalbteki niyyetin ihlasına bağlıdır.

İnsanlar da bu hususta çok farklıdırlar. İşte bu hadis ashabın her birini onlardan sonra gelenlere tercih edenlerin delilidir. Alimler, bütün ashabın cümle tabiinden üstün olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Yalnız ashabın her biri tabiinin her birinden, mesela Muaviye Ömer b. Abdul Azizden üstün kabul edilir mi? Meselesinde ihtilaf vardır.

Kadı iyad ve başkaları bu hususta iki görüş zikrediyorlar. Çoğunluk ashabın her birisini tabiinden her birisine üstün tutuyorlar. İbnü'l-Mübârek, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları bu görüştedirler. Bu zatlara göre her ne kadar tabiinin amelleri fazla, Ömer b. Abdülazizin adaleti acık ve Muaviye’den daha zâhid ise de, faziletler Allah indinde kalbteki imanın hakikatiyle bilinir.

Bu hususta da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak ederse, ashabın iki avuç veya onun yarısı kadar yaptıkları inkafa -sevabına- erişemez.”[113]

buyururlarDolayısıyla Rasulullah, Tabiinin Uhud dağı kadar yaptıkları altın infakının ashabın yaptıkları iki avuç infakına denk olamıyacağını haber veriyor.

Bunun içindir ki, Selefden bazıları:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber cihad eden Muaviye (r.a.)'nin burnuna giren toz, Ömer b. Abdülazizin amelinden daha kıymetlidir, demişlerdir.”

Aslında bu meseleyi genişçe açmak ve izah etmek lazımdır. Fakat burası onun yeri değildir. Çünkü bizim konumuz Allah (celle celâlühü)'ın iyilikler sebebiyle kötülükleri af edeceği, iyiliklerin derecesi de sahibinin kalbindeki iman ve takvaya bağlı olduğu meselesidir. Hülasa ashabtan daha aşağı olanların iyilikleri günahlarının affına vesile olduğuna göre, artık ashab-ı kiram için bu durum elbette tahakkuk etmiştir.

Mü'min'e dua etmek, cenaze namazını kılmak veya Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) muayyen birisine istiğfarda bulunması da günahların affına vesile olan sebeplerdendir. Mü'mimin vefatından sonra ruhuna ithafen yapılan salih ameller verilen sadakalar ve ifâ edilen haclar da bunlardandır. Hadis-i Şerif ile bu ithafın müteveffaya vardığı sabittir. Müteveffanın oğlu tarafından yapılan dua müstesnadır. Yani oğlunun babasına yaptığı dua zaten müteveffanın amelinden sayılır. Nasslar sabit olduğu üzere mü'minin başına gelen musibetler de günahlarının keffaretine vesile oluyorlar. Müslimde rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:

“Rabbimden üç şey istedim. İkisini verdi birini vermedi.

Ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim. İstediğimi kabul etti.

Ümmetimi kökünden yok edecek bir düşmanı musallat etmemesini istedim, bu isteğimi de kabul etti.

Ümmetimin arasında düşmanlık olmamasını istedim. Fakat bu isteğimi kabul etmedi.”[114]

Müslim'de rivayet edilen bir başka hadiste de şöyle deniliyor:

“En'am sûresinin: “De ki. O, üstünüzden size bir azab göndermeğe kadirdir.” âyeti inince Rasulullah:

“Bu azabdan sana sığınırım”,

“... Ve ayaklarınızın altından (bir azab göndermeğe kadirdir)

Kısmında Rasulullah:

“Bu azabtan sana sığınırım”,

“Sizi fırka fırka yapıp kiminizi kiminize hıncını tattırmağa (Kadir olan O'dur)

kısmında da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Bu daha basittir” buyurmuşlardır.”

Bu fitne bütün ümmete takdir edilen bir iştir. Buna rağmen ashab-ı Kiramlardan sonra gelenlere nisbetle fitnelere daha az maruz kalmışlardır. Asırlar asr-ı saadetten uzaklaştıkça fitneler de o nisbette çoğalmıştır. Bunun için Osman'ın (r.a.)' devrine kadar açık bir fitne ortaya çıkmamıştır. Fakat Hz. Osman (radiyallâhü anh) şehîd edilince ve mü'minler fırkalara ayrılınca karşılıklı iki fitne çıktı.

-    Birisi Ali'yi (r.a.) tekfir eden haricîlerin fitnesi,

-    diğeri Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) imametini, masumluğunu veya peygamberliğini veya ilahlığını (Bu iddialar râfizîlerin ayrı ayrı olan fırkaları tarafından yapılıyor. ) iddia eden râfizîlerin fitnesidir.

Ashabın son devirlerinde yani Abdullah b. Zübeyr ve Abdümelik'in emirlikleri zamanında da Kaderiyye ve Murcie fitnesi ortaya çıktı.

Onları takib eden Tabiin'in ilk ve Emevi hilafetinin son zamanlarında Cehmiyye ve Müşebbihe fitnesi ortaya çıktı.

Halbuki ashab-ı Kiram zamanında bu fitnelerden hiçbirisi yoktu. Onların zamanında kılıç fitneleri de -kendi aralarında savaş- yoktu. Mü'minler Muaviye zamanında düşmana karşı savaş etmek için ittifak halinde olmalarına rağmen vefat edince Hz. Hüseyin şehid edilmiş, İbn-i Zübeyr Mekke'de muhasara edilmiş sonra Medine'de El-Harra fitnesi cereyan etmiştir. Yezid de ölünce Şam'da Mervan ile Dahhak arasında ayrı bir fitne meydana gelmiştir. Sonra El-Muhtar, İbn-i Ziyad'a galip gelerek onu öldürdü ve bunun üzerine bir fitne daha ortaya çıktı. Bunun üzerine Musab b. Zübeyr gelip El-Muhtarı öldürdü. Sonra Abdülmelik Mus'ab'ı öldürdü. Haccac İbn-i Zübeyri bir müddet muhasara ettikten sonra onu öldürdü. Sonra Haccac Irak'a doğru gidince, Muhammed b. el-Eş'as büyük bir kuvvetle ona karşı gelmiş ve büyük bir fitne olmuştur.

Bütün bunlar Muaviye (r.a.)'nin ölümünden sonra cereyan etmişlerdir.

Sonra Horasan'da İbn-i Mihleb fitnesi ortaya çıktı. Sonra Zeyd bin Ali Kûfe'de öldürüldü. Sonra Horasan' da anlatılması çok uzun sürecek fitneler oldu.

Binaenaleyh müslüman hükümdarları arasında Muaviye (r.a.)'den hayırlı bir hükümdar gelmemiştir. Diğer hükümdarlar zamanında yaşayan insanlar da Muaviye'nin zamanında yaşayan insanlardan hayırlı değildirler. Tabii ki, bu hüküm Muaviye'nin devrini ondan sonraki devirlere nisbet ettiğimiz taktirde doğrudur. Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) devirlerine nisbet edersek elbetteki bu iki zatın ve devirlerinin üstünlüğü tartışmasız kabul edilecektir.

Muaviye (r.a.) - hatalarıyla beraber-[115] ondan sonra gelen hükümdarların en iyisidir.

Katade (r.a.) şöyle diyor:

“Muaviye'nin icraatını görseydiniz, çoğunuz “Mehdi budur” diyecekti.”

Ahmed b. Cevvas[116] şöyle diyor:

“Ebu Hureyre el-Mukettib bize şöyle dedi:

A'meşin yanında otururken Ömer b. Abdülaziz ve adaletinden bahsettiler. A'meş:

“Muaviye'yi nasıl buluyorsunuz?” dedi.

“Onu yumuşaklığıyla tanıyoruz,” demeleri üzerine:

“Hayır, vallahi adaletiyle meşhurdur” cevabını verdi.

Ebu Usame es-Sekafî şöyle diyor:

Güvenilir kişiler Ebu İshak es-Sübey'î'nin Muaviye hakkında şöyle dediğini naklediyorlar:

“Muâviye'ye yetişseydiniz Onun mehdi olduğunu, söyliyecektiniz.”

Ebubekir b. İyaş, Ebu İshak, “Onun benzerini görmedim” dediğini naklediyor. Beğavî, Suveyd b. Saîd'den, O da Damam b. İsmail'den, Oda Ebu Kays'ten naklettiğine göre Ebu Kays şöyle diyor:

“Muâviye her bir kabileye bir görevli tayin etmişti. Bunlardan Ebu Yahya künyeli bir görevli her gün sabah kabileyi dolaşarak:

“Bu gece aranızda bir çocuk doğdu mu? Bu gece herhangi bir olay meydana geldi mi? Bu gün size misafir geldi mi?” diye soruyordu. Onlar da:

“Evet bu gün Yemen ehlinden biri çocuklarıyla bize misafir olarak geldi,” dediler. Ebu Yahya bütün kabileyi dolaştıktan sonra divana -Devlet idare meclisi- gelir onların isimlerini birer birer kaydederdi.

Muhammed b. Avf et-Tâî, Ebu Muğire'den O'da İbn-i Ebi Meryem'den, O'da Atiyye b. Kays'tan rivayet ettiğine göre Atiyye b. Kays şöyle demiştir:

Muâviye b. Ebi Süfyan'ın bize hutbe irad ederek:

“Size vereceklerimden başka Beyt'ül-Malda fazladan mal vardır. Onu aranızda paylaştırmak istiyorum. Size yetecek kadar bir nimet gelince onu da aranızda paylaştırırım. Aksi halde bana itab etmeyiniz. Beyt'ül Mal benim değildir. O Allah (celle celâlühü)'ın size bağışladığı kendi malıdır.” dediğini işittim.

Muaviyenin güzel ahlâka, adalet ve iyilikteki faziletleri oldukça fazladır. Müslim'de rivayet edildiğine göre adamın biri İbn-i Abbas'a:

“Muâviye vitiri bir rek'at olarak kıldı. Buna ne dersin?” diye sorunca İbn-i Abbas:

“İsabet etmiştir. Çünkü O fakihtir.” cevabını verdi.

Ebu ed-Derdâ:

“Şu imamınızdan başka namazı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) namazına -kılınışına- benzeyen bir kişi daha görmedim” diyerek, bununla Muaviye'yi (r.a.) kasdetmiştir.

İşte İbn-i Abbas ve Ebu'd-Derda gibi iki büyük sahabinin, Muaviye'nin fıkhı ve namazı güzel kılışı hakkındaki şehâdetleri...

Buna benzeyen daha bir çok deliller vardır. Üstelik Muâviye ilk müslümanlardan değildir. O Mekke fethinde müslüman olmuştur. Bazıları Fetihten önce müslüman olduğunu söylüyorlar. Kendisi de ashabın yücelerinden olmadığını itiraf ediyordu. Horasan'dan batı Afrika'ya, Kıbrıs'tan Yemen'e kadar olan topraklarda hüküm sürdüğü esnada Muaviye'nin yaşayışı bu şekilde takdire şâyân idi. Buna rağmen bütün müslümanlar Muaviye'nin fazilette, Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle dursun, Osman ve Ali'nin derecelerine bile yetişmemiş olduğu hususunda müttefiktirler. Böyle olunca ashabın dışında olan birisini onlara benzetmek mümkün müdür? Ayrıca herhangi bir hükümdarın hayatı Muaviye'nin (r.a.) hayatına benzetilebilir mi?

Evet ashabın büyük bir çoğunluğu haiifeleriyle beraber fitnelerden uzak kalmışlardır. Ebu Eyyub es-Sicistânî, İbn-i Sîrin'in :

“Fitne şiddetlendiğinde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı onbin kişi civarındaydı. Bu fitneye yüz kişi katılmamıştır. Belki de otuz kişiyi bulmamıştır.” dediğini naklediyor. Bunu yaşadığı bölgede takvasıyla tanınan ve övülen Muhammed b. Sîrin söylüyor. Mansur b. Abdurrahman, Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor:

“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'den başka hiç kimse Cemel Vakası'na katılmamıştır. Beşincisini isbat edebilirlerse ben yalancıyım.”

Bunlardan ilk muhacirleri kasdediyor. Abdurrahman b. Ebi Leyla:

“Bedir'e katılan yetmiş kişi Sıffin olayına katılmıştır.” Demesi üzerine Şube'de:

“Vallahi yalan söylüyor” demiştir. Şu'be devamla şöyle diyor:

Ben ve El-Hakem b. Uteybe el-Kufî bu konuyu araştırdık. Huzeyme b. Sabit'den başka Bedir ehlinden hiç kimsenin sıffine katılmadığını tesbit ettik.” Bu da Sıffine katılan ashabın çok az olduklarına delalet ediyor.

Mü'minin kabirdeki halleri ve orada maruz kalacağı sıkışma, Münker ve Nekirin soruları, Mahşerdeki kıyam ve onun sıkıntıları da cehennemden azad olunmasına vesile olacaklardır. Buhari'de rivayet edilen bir hadisten anlaşıldığı gibi, Mü'minler sırat köprüsünü geçerken cennet ile cehennem arasında olan bir yerde durdurulacaklardır. Orada hak sahiplerinin hakları alınarak kendilerine verilir. Böylece müslümanlar arındıktan sonra cennete girmelerine izin verilir.

Günahlara keffaret olacak bu gibi işler mü'minlerden çoğunun başına gelecektir. Artık siz bu ümmetin hayırlısı olan Ashabın durumunu düşünün. Ama gerçekten adamın biri Osman'ın (r.a.) aleyhinde konuşarak İbn-i Ömer'e:

“Osman Uhud savaşında geri çekilenlerle beraber geri çekilmiştir.” deyince, İbn-i Ömer'de Ona:

“Allah, onların hepsini affetmiştir,” demiştir. Aynı adam; Osman'ın Bedir Muharebesinde de bulunmadığını söyleyince, İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi Osman'ı kızının (Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) kızı ve Osman'ın hanımı Rukiyye hasta olduğu için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Osman'ın (r.a.)' Medine'de kızının yanında kalmasını istemiştir. ) başında kalmak üzere Medine'de bırakmış ve savaştaymış gibi Ona ganimetten bir pay ayırmıştır, dedi. Adam:

“Rıdvan biatına da katılmamıştır,” deyince bunun üzerine İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

“Zaten biat Osman'ın sebebiyle olmuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir elini diğer bir eliyle tutarak:

“Bu Osman için olsun,” demiştir. Şüphesiz ki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) eli bütün ellerden üstündür.

Hülâsa ashabın onlarla lekelenmek istendiği bütün iddialar ya bir inat veya bir yalanın eseridir.

Râfizî şöyle diyor:

“Osman ehil olmayanları vali olarak tayin etmiştir.”

Ey Râfizî!

Hz. Osman (radiyallâhü anh) müctehid idi. İçtihadında yanılmış olabilir. Allah da Onu affedecektir. Hatta Abdullah b. Sa'd irtidat edince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kanını helal kıldı. Fakat tekrar müslüman olunca tevbesini kabul etmiştir. Ali'de (r.a.), hiç aklına gelmeyen şeyleri valilerinde görmüştür. Osman'da (r.a.) Velid'in sarhoş olduğunu öğrenince Onu çağırtmış ve ceza tatbik etmiştir.

Rafızî şöyle diyor:

“Osman malları akrabasına dağıttı.”

Ey Râfizî!

Hz. Osman (radiyallâhü anh) bu malları dağıtırken günâh olduğunu ve âhirette cezasını göreceğini bilerek dağıtmamıştır. Kaldı ki içtihada binaen bunu yapmışsa -hata etse de bir sevabı olduğu için- bunun hiç bir sakıncası yoktur. Belki de ictihad etmiştir. Osman'ın (r.a.)' içtihadı gibi daha nice ictihadlar yapılmıştır. Mesela:

Fakihler Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrılan payda Onun vefatından sonra halifenin tasarrufu olup olmadığı meselesinde ictihad ederek iki görüşe ayrılmışlardır. Yetime yapılan velayetten dolayı ve yetim zengin ise ücret alınır mı, alınmaz mı?

Ücreti almamak mı efdal, yoksa almamak vacip imidir diye, iki görüşe ayrılmışlardır. Alınması caizdir diyenler, hazine memurlarının zengin olmalarına rağmen ücret almalarının caiz olduğuna dayanarak bu görüşü ileri sürmüşlerdir. Velayetten dolayı yetimin malından ücret almak caiz değildir, diyenler ise bu ücretin beytülmalden alınabileceğini söylemişlerdir. Zekat memurlarının zengin olmalarına rağmen ücretlerini beytül-maldan almalarının caiz olduğu gibi. Yetimin velisi hakkında Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Ey yetimlerin velileri! Yetimleri, bulûğ çağına ermelerine kadar deneyin. Eğer bulûğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve anlarsanız, hemen mallarını onlara teslim edin. Büyüyecek de ellerine alacaklar diye, o malları, israfla yemeğe kalkmayın. Veli zenginse yetimin malına dokunmasın. Fakir olduğu takdirde, örfe göre (meşru surette) bir şey yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da karşılarında şâhid bulundurun...”[117]

Bu ihtilaflı ictihadlardan bir tanesi de şudur:

Akrabalara ayrılan pay, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) akrabalarına mı, yoksa İmamın akrabalarına mıdır? Hasan Basri ve Ebu Sevr, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Mü'minlerin velisi olduğu için akrabalarına pay verirdi. Dolayısıyla vefat ettikten sonra akrabalarının payı düşmüştür, diyorlar. Ebu Hanife ve bazıları da bu görüştedirler. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı ile akrabalarının payı düşünce, bu payın silah, su işleri ve benzeri ihtiyaçların temininde harcanmasını söylemişlerdir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'de böyle yapıyorlardı.

Bazıları da Osman'ın akrabalarına mal dağıtmasının esası “akrabaların payı” hususundaki ihtilaftan kaynaklandığını söylemişlerdir. Çünkü Osman'ın (r.a.) bizzat kendisinin bu meseledeki ihtilafı ve Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ile Ömer'in tatbikatlarını zikrettiğini nakletmişlerdir. Ancak Hz. Osman (radiyallâhü anh) kendi içtihadına dayanarak akrabaların payını kendi akrabalarına dağıtmış ve bunun caiz olduğunu söylemiştir. Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) tatbikatları daha iyi olmasına rağmen halife iki görüşten birini alıp tatbik edebilir. Hülasa Ömer'den (r.a.) sonra gelen halifeler akrabalarına görev veya mal vermekle önem vermişlerdir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de akrabalarını tayin etmiştir.

Küfe ehlinin Saîd b. Âs'a karşı ayaklanmaları kesinlikle onun kötü olduğundan değildir. Aslında onlar, amirlerine karşı isyan ettiler. Said b. Âs gibi birisini nerede bulabilirlerdi?

Râfizi şöyle diyor:

“Osman, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'e[118] gizliden mektup yazarak görevine devam etmesini istemiştir. Görevden alınması ile ilgili olarak (Halk ondan şikâyet etmişti) hiçbir yazı yazmamıştır.”

Ey Râfizi!

Senin bu iddian tamamen yalandır. Hz. Osman (radiyallâhü anh), böyle bir mektubu yazmadığına dair yemin etmiştir. Doğru olan do budur. Ancak kâtibi olan Mervan'ın Osman'dan (r.a.) habersiz olarak böyle bir mektubu yazdığını söylemişlerdir. Bunun üzerine de Mervan'ı öldürmek istemişler, fakat Hz. Osman (radiyallâhü anh) mani olmuştur. Mervan'ı öldürmek caiz değilse isabet etmiştir. Vacip ise ictihad etmiştir. Çünkü Mervan'ın öldürülmesini gerektiren bir delil yoktu. Farzedelim Hz. Osman (radiyallâhü anh) hata etmiştir. Zaten biz Onun ma'sum olduğunu iddia etmemişiz. Kaldı ki, Osman'ın (r.a.) medhe lâyık bir çok meziyetleri olup, günahları bağışlanan Bedir ehlindendir.

Râfizî şöyle diyor:

“Osman, Muhammed b. Ebi Bekir'in öldürülmesini emretmiştir.”

Ey Râfizî!

Bu iddian da bir iftiradan ibarettir. Osman'ın (r.a.) hal ve hareketlerini bilen, bu iddianın bâtıl olduğunu gayet iyi bilir. Aksine Hz. Osman (radiyallâhü anh) Onu öldürmeye gelenleri her haliyle vazgeçirmeye çalışıyordu. Onun ma'sum olan birisinin kanını akıtması hiç mümkün müdür?

Hz. Osman (radiyallâhü anh), Muhammed b. Ebi Bekr'in öldürülmesi için emretmiş ise de, kendisinden gelecek bir kötülüğün önlenmesi gibi bir maslahattan dolayıdır. Muaviye'yi Şam'a vali olarak tayin ettiği de doğrudur. Hatta Hasan (r.a.) hilafeti Ona teslim edinceye kadar bu göreve devam etmiştir. Muâviye halim, selîm ve idarede mahir olduğu için maiyeti tarafından çok seviliyordu. Muaviye (r.a.), Ester en-Nahaî, Muhammed b. Ebi Bekr, Ubeydullah b. Amr, Ebul A'var es-Sülemî ve Bişr b. Ertat'dan da üstün idi.

İbn-i Mes'ud'un durumuna gelince O, mushaflar meselesinden dolayı yalnız kendi kendine üzülmüştür. Çünkü Hz. Osman (radiyallâhü anh) mushafları yazmak için Zeyd b. Sabit'i görevlendirmişti. Zeyd b. Sabit Cebrail (a.s)'ın Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından önce arz ettiği Kur'an-ı Kerim'in son okuyuş şeklini başkasından daha güzel ezberlemişti. Osman'dan evvel Ebu Bekir ve Ömer de Kur'an-ı Kerim'in mushaflarda yazılması için Zeyd'i görevlendirmişlerdi.

Farzedelim ki, İbn-i Mes'ud Hz. Osman (radiyallâhü anh) hakkında konuşmuştur. Onun bu konuşmasını Osman için hakaret olarak kabul etmek aynı şeyi İbn-i Mes'ud için bir kötülük kabul etmemekten evlâ değildir. Fakat her ikisi de müctehid olup, aynı zamanda ashabın ileri gelenlerinden ve affa mazhar olmuş Bedir ehlinden idiler, Ashab arasında geçen münakaşaları dile getirmemek en iyi şeydir.

Ömer b. Abdülaziz bu hususta şöyle diyor:

“Ashabın arasında geçen münakaşalar kandır. Allah elimi o kandan temiz kılmıştır. Dilimi o kana (o münakaşalara) bulaştırmak istemiyorum”

Ammar'ın “Osman açıkça kâfir olmuştur” dediği ve Hasan'ın (r.a.) Onun bu sözünü reddettiği rivayet edilmiştir.

Bir başka rivayette Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ammar'a:

“Ey Ammar! Sen Osman'ın kendisine inandığı Allah'ı inkâr mı ediyorsun?” dediği kaydedilmiştir.

Rafızî şöyle diyor:

“Osman, ölünceye kadar İbn-i Mesud'u dövmüştür.”

Ey Râfizî!

Ettiğin iftiraların en çirkeflerinden biri de budur.

Osman'ın (r.a.) Ammar ile İbn-i Mesûd'u dövmesi meselesi boş bir iddiadan ibarettir. Gerçekten Hz. Osman (radiyallâhü anh) onları dövmüşse O imamdır. Doğru veya yanlış olsun yaptığı ictihad ile ta'zir cezasını verebilir.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh), insanların Ubeyy'in arkasından yürüdüklerini görünce kendisine tâbi olunana azab, tabî olana da zillet olsun diye Übeyy'i kamçılamıştır. Ammar (r.a.), Âişe'nin (r.a.) dünya ve ahirette Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcesi olduğuna şahitlik etmiştir. Buna rağmen şöyle demiştir. “Allah sizi onunla imtihan ediyor ki ona mı yoksa kendisine mi itaat edeceksiniz?”

Ammar, bir maslahata binaen insanları Aişe'ye (r.a.) karşı savaşa teşvik etmesine rağmen, Âişe'nin (r.a.) cennetlik olduğuna da şehadette bulunmuştur.

Ammar'a gelince: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Onun hakkında:

“Seni bâği olan bir gurup öldürecektir” buyurduğu sahihtir.

Bunun dışında söylenenler hadis üzerine ilave edilmiş yalanlardır.

Râfizî şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) El-Hakem ve oğlunu Medinenin dışına sürgün etmiştir.”

Ey Râfizi!

O zaman Mervan yedi yaşındaydı. Sürgün edilecek bir suçu da yoktu. Babasının Medine'ye hicreti de söz konusu değildir ki, Medineden sürgün edilsin. Üstelik Mekkenin fethinde affedilenlerden hiçbiri Medineye hicret etmemiştir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :

“Fetihten sonra hicret yoktur”02 buyurmuşlardır.

EI-Hakem’in sürgünü ile ilgili hikayenin hiçbir senedi yoktur. Böyle bir şey olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu Medine'den değil Mekke'den sürgün edecekti ki, Medineden sürseydi yine böyle bir sürgün Mekkeye olurdu. İlim erbabının bir çoğu bu meselenin sıhhatsizliğinde konuşarak:

“El-Hakem isteğiyle herhangi bir yere gitmiştir” demişlerdir. Böyle bir sürgünün vücudu kabul edilse dahi sünnette sürgün ile ilgili tatbikatlar yapılmıştır. Mesela; bir zamanlar zâniler ile kadınlara benzemek isteyenler sürgün edilerek ta'zir edilmişlerdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) herhangi birisini ta'zir ederek sürmüşse de bu durum sürgününün sürekli olmasını gerektirmez. Böyle bir sürgün hiçbir suç hakkında vârid değildir. Aksine, tesbit edilmiş sürgün süresi bir yıldır. Yani sahabi de olsa sürgün ile ta’zir edilebilir. Yine El-Hakem'in sürgün edildiği kabul edilirse de, kesinlikle biliniyor ki, Hz. Osman (radiyallâhü anh), Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) isyan olsun diye veya İslam ahkâmının inadına El- Hakem'in Medine'ye dönmesine müsaade etmiş değildir. Hz. Osman (radiyallâhü anh), El-Hakem'i yaşayışını düzeltmiş olarak görünce ona izin vermiştir. Ama bu bir ictihaddır. Hata veya sevab olabilir. Mervan da bazı kusurlarına rağmen müslüman idi. Kur'ân okuyor ve fıkhı öğreniyordu. Osman'ın (r.a.) Onu kâtib olarak görevlendirmesinde hiçbir suçu yoktur. Maalesef Mervan bilahare çeşitli iftiralara maruz kalmıştır.

Ebu Zerr'in durumuna gelince de şöyle diyoruz:

Abdullah b. es-Sâmit, Ümmü Zerr'in şöyle dediğini rivayet ediyor:

“Vallahi Osman, Ebu Zerr'i Rabeze'ye göndermemiştir. Lakin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Zerr'e şöyle demişti:

“Binalar Sel'e (Sel vadisine) yetişince Medineden çık.”

302     (Buhari Cihad: 1, 27,194, Ciye: 22, Hacc: 43, Cezau's-Sayd: 10, Müslim İmaret: 20)

Hasan el-Basri:

“Osman Ebu Zerr'i çıkarmıştır, demekten Allah (celle celâlühü)'a sığınırım” diyor. Şüphesiz ki, Ebu Zerr zâhid idi. O, malın ihtiyaçtan fazlasını infak etmek gerekir; onu infak etmemek vücudu yakmaktır, diyerek ;

“... Bir de altını ve gümüşü biriktirerek saklayıp onları Allah yolunda harcamayan kimseler! İşte bunları acıklı bir azab ile müjdele... Kıyamette, o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde kızdırılacak da, bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara şöyle denecektir: İşte bu, nefisleriniz için kasalara tıkıp sakladıklarınız! Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım!..”[119] ayetini de okuyor ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu hadislerini hatırlıyordu:

“Ey Ebu Zerr! Uhud'un altın olup yanımda üç gün kalmasını istemem”,

“Dünyalığı çok olanlar, kıyamette az kurtulanlardır. Ancak malının zekatını sağındaki solundaki fakirlere verenler müstesnadır.”

Abdurrahman b. Avf vefat edince bir miktar mal bırakmıştı. Ebu Zerr bu malı insanın kendisiyle cezalandırılacağı mal birikintisi olarak kabul etmiştir. Hatta Şam'da bu meseleden dolayı Muaviye (r.a.) ile arasında (Ebu Zerr) münakaşalar olmuştur. Fakat diğer bütün imamlar Ebu Zerr'in görüşüne muhalefet ederek şöyle diyorlar:

“Kenz, (biriktirilen mal), zekatı verilmeyen mala denir.”

Allah (c.c), Kur'an-ı Kerimde mirasın taksimini yapmıştır. Miras da ancak gerisinde mal bırakanlar için söz konusudur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) devrinde ashabtan birçokların malları olmasına rağmen bazılarının da külliyetli malları vardı. Buna rağmen Ebu Zerr mal biriktirilmesine karşı o kadar ileriye gitmiştir ki, müslümanları mubahtan da alıkoymuş ve onlardan ayrı yaşamıştır. Ebu Zerr, idarecilik yapmaması gereken bir yapıya sahip olduğu için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona şöyle demiştir:

“Ben seni zayıf görüyorum. Ben nefsime istediğimi sana da istiyorum; iki kişiye de olsa, onlara emirlik yapma ve yetimin malına veli olmalı”,

“Kuvvetli mü'min zait mü 'minden üstün ve Allah 'a karşı daha sevimlidir. Bununla birlikte her ikisinde de fayda vardır.”

Şûra ehli de Ebu Zerre nisbeten daha güçlü, faziletçe de ondan daha üstün idiler.

Râfizi şöyle diyor:

“Osman şer'î hükümleri tatbik etmemiş, Ali'nin kölesi Hürmüzanı öldüren Ubeydullah b. Ömeri kısasen öldürmemiştir.”

Ey Râfizî!

Bu iddia yalandır. Çünkü Hürmüzan Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kölesi değildir. Müslümanlar tarafından esir edilmiş olan Hürmüzan, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) tarafından azâd edilmiş ve müslüman olmuş birisidir. Onun azâd edildiği yerde Hürmüzan'ı görmüşler ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şehid edilmesinde yardımı olmuş diye Ubeydullah b. Ömer'e söylemeleri üzerine, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) oğlu olan Ubeydullah, Hürmüzan'ı öldürmüştür. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) son dakikalarını yaşarken İbn-i Abbas'a:

“Sen ve baban bu İranlıların Medine'de çoğaltılmasına taraftardınız” demiş. İbn-i Abbas da:

“İstersen hepsini öldürelim!” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

“Hayır onlar sizin dilinizle konuştuktan, sizin kıblenize dönerek namaz kıldıktan sonra bu yapılamaz!” demiştir. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şehid edilmesinden ve Hz. Osman (radiyallâhü anh)'a da biat edildikten sonra Hz. Osman (radiyallâhü anh), Ubeydullah b. Ömer'in kısasen öldürülüp öldürülmemesi hususunda istişare etti. Bir kısım ashab öldürülmemesini isteyerek şöyle dediler:

Dün pederi şehid edildi. Bugün de kendisi öldürülürse fitne çıkacaktır. Hürmüzan'ın masum olduğu hususunda şüphe etmişlerdir. Hürmüzan'ın masumiyeti takdir edilmiş olsa da Ubeydullah, Hürmüzan'ı ölümden kurtaracak bir şüphe bulamadığı için onun öldürülmesini helâl görmüştür. Bu hadise Usame b. Zeyd'in savaşta kelime-i Tevhid getiren bir kişiyi öldürmesine benzer. Hatta bundan dolayı da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Onu ta'zir etmiştir. (Usame korkusundan şehadet getirdiğine inandığı için o kişiyi öldürmüştü.) Bütün bunlardan başka Üsame'nin öldürüldüğü kişi ile Hürmüzan'ın kan veya diyetlerini isteyecek velileri olmadığı için, onların velisi hükmünde olan Emirülmü'minin'in dilerse katili öldürme dilerse affedip diyeti terketme yetkisi vardır. İşte bu yetkisinden dolayı Hz. Osman (radiyallâhü anh), Ubeydullahı affetmiş, diyeti de Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) oğullarına bırakmıştır.

Aslında hayret edilecek durum, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şehid edilmesin. de yardımı olduğu hususunda şüpheli görürken Hürmüzan'ın kanı için kıyametlerin kopması ve Emirulmü'minin Osman'ın (r.a.) kanı için ses çıkartılmamasıdır.

Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Şu üç fitneye bulaşmayan kurtulmuştur.

-    Benim katlime,

-    Haksız olarak ve zülmen bir halifenin öldürülmesine ve

-    Deccal'ın fitnesine.”

Bu hadisi Ahmed b. Hanbel Müsnedinde rivayet etmiştir.

Velid'in durumuna gelince; aslında Buhari ve Müslim'de rivayet edildiği gibi Velid Osman'ın (r.a.) emri ile Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) tarafından hadd edilmiştir.

Râfizî'nin: “Ben var olduğum müddetçe Allah (celle celâlühü)'ın hadd (cezalarının tatbiki) leri iptal edilemez” diye Ali'ye (r.a.) izafeten naklettiği söz yalandır.

Hem de siz, Hz. Osman (radiyallâhü anh) devrinde hadlerin tatbik edilmediğini ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) susmuşsa takiyyeden ve korkudan sustuğunu iddia ediyorsunuz. Hatta daha ileri giderek Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendi hilafetinde de takiyyenin gereği olarak hadleri tatbik etmediğini ve doğru sözü terkettiğini söylüyorsunuz. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), bu sözü Osman'ın (r.a.) huzurunda söylemişse bu söz Hz. Osman (radiyallâhü anh) ve maiyetindekilerinin haddleri tatbik ettiklerini ifade etmek içindir. Eğer Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), onlardan korksaydı bu sözü huzurlarında söyleyemezdi.

Râfizî şöyle diyor:

“Osman, Cuma ezanına ikinci bir ezan ilave ederek bid'at ihdas etmiştir.”

Ey Râfizî!

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) buna muvafakat etmiş ve kendi hilafetinde de devam ettirmiştir. Bid'at olsaydı, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için bu bid'atı kaldırmak, Osman'ın (r.a.) vali olarak tayin ettiği Muaviye ve başkalarını azletmekten ve onlarla dövüşmekten çok kolaydı. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) böyle bir harekette bulunmuş olsaydı bunu herkes bilir ve naklederdi. Şayet buna karşı; herkes bunun kaldırılmasını istemiyordu, denilirse bundan herkesin bu âdetten hoşlandığı ve bu âdeti icad ettiğinden dolayı Osman'dan (r.a.) hoşnut olduğu, bunu sevdiği ve beğendiği, hatta Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile birlikte harb eden ve ilk müslümanlardan olan Ammar, Sehl b. Huneyf ve diğerlerinin de bundan memnun oldukları anlaşılır. İhtilâf vâkî olmuşsa bu bir ictihâdî meseledir. Bid'at olduğundan maksad, bunun daha evvel yapılmadığını beyan ise, kıble ehli ile silahlı çatışma da bid'attır. Çünkü Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den evvel hiç bir devlet başkanının kıble ehli ile savaştığı görülmemiştir.

Hem siz ey Râfizîler!

Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç izin vermediği bir bid'atı ezanın bizzat kendisine ilave etmişsiniz. O da “Hayyealel hayril amel”dir. Bu bid'atı icad ederken de İbn-i Ömer'in bunu tatbik ettiğini iddia ediyorsunuz, İbn-i Ömer'in bazan bunu söylediği mümkün olabilir. Fakat bazılarının ezanı ve ikamet arasında “Hayye alel hayrilamal, hayyealel felah[120]dediği vuku bulmuşsa da bu nidalara âmirlerin nidası denir ki, âlimlerin büyük bir çoğunluğu bunu kerih görmüşlerdir.

Râfizî şöyle diyor:

“Osman öldürülünceye kadar bütün müslümanlar O'na muhalefet etmişlerdir.”

Ey Râfizî!

Bu sözünle kanını mubah kılacak derecede müslümanlar Osman'a (r.a.) muhalefet etmişlerdir diye kasdediyorsan, bu tamamen yalandır. Osman'ı ancak zâlim ve isyankâr bir gurup öldürmüştür. Ashab hiçbir surette buna rıza göstermemişlerdir. Zübeyr (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehadetini duyunca şöyle dedi;

“Osman'ı öldürenlere lanet olsun. Onlar şehrin dışından gelen hırsızlar gibi O'na hücum ettiler. Allah onları öldürsün.”

Katiller gecenin karanlığından istifade ederek kaçtılar. Müslümanların çoğu da hazır değildiler. Medinelilerin çoğu mevcut idilerse de bunlar katillerin Osman'ı (r.a.) öldüreceklerini bilmiyorlardı. Şehadetini bilahare duymuşlardır.

Ey Râfizî!

Bütün müslümanlar Osman'a (r.a.) muhalefet etmemişlerdir. Aksine çoğunluğu O'na uymuşlardır. Hatta Osman'a (r.a.) itiraza sebep olan bazı meselelerde müslümanların çoğunluğu O'na muvafakat etmişlerdir. Üstelik Osman'a (r.a.) muvafakat eden âlimlerin yağcı olmaları da mümkün değildir. Osman'a (r.a.) itiraza sebep olan meselelerde de O'na muvafakat eden âlimler, Ali'ye (r.a.) itiraza sebep olan meselelerde O'na muvafakat eden âlimlerden daha çok ve daha üstün idiler. Bu durum bütün işlerde veya işlerin çoğunda böyledir.[121]

Râfizî şöyle diyor:

“Müslümanlar Osman'a: Bedir muharebesine katılmadın, Uhud savaşından kaçtın. Rıdvan biatına gelmedim demişlerdir.”

Ey Râfizî!

Bu söz ancak Osman'a (r.a.) karşı savaşan câhil râfizîlerin sözüdür. Hz. Osman (radiyallâhü anh) bizzat kendisinin ikrarından ve İbn-i Ömer'in ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hasta olan kızına bakmak için onun emri ile Medine'de kalmış ve Bedir Muharebesine katılamamıştır. Hudeybiye biatında da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nu elçi olarak Mekke'ye göndermişti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun öldürüldüğü haberini alınca ashabından ölüm pahasına “Rıdvan biati” adiyle meşhur olan biati almıştır. Uhud muharebesinde geri çekilenler hakkında da Allah (celle celâlühü) şöyle buyurdu:

“And olsun ki, Allah size verdiği sözde durdu. Onun izniyle kâfirleri kırıp biçiyordunuz, ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz; Sizden kimi dünyayı, kimi ahireti istiyordu; derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. And olsun ki O, sizi bağışladı. Allah'ın inananlara nimeti boldur...”[122]

“Allah, and olsun ki, onları affetti. Allah bağışlayandır, Halîm'dir.”[123]

Râfizî şöyle diyor:

“İslâmda ve müslümanlar arasında meydana gelen ilk muhalefet konusu imamettir.”

Ey Râfizî!

Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun müslümanlar bu konuda ihtilaf etmemişlerdir. Allah (celle celâlühü), Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (r.a.) hilafetleri için öyle bir icma' müyesser kılmıştır ki, aynı şeyi Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için söylemek mümkün değildir. Hatta Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şehid edildiğinde Şam halkı O'na asla bîat etmemişlerdi. Buna rağmen Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bazı taraftarları O'nun huzurunda Şam ehline hakaret ederlerken onları bu hakaretten alıkoyarak:

“Onlara hakaret etmeyiniz. Aralarında yüce zatlar vardır.” demiştir. Bir defasında da:

“Şam ehli bize isyan eden kardeşlerimizdir.” buyurmuştur.

Allah (c.c), şöyle buyuruyor:

“Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını İslah ediniz”[124]

Hülâsa olarak Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafeti haktır. O doğru yol gösteren bir imamdır. Büyük bir topluluk O'na biat etmemiş ise de muteber olan ehlül hal vel Akd'ın Cumhuru Ona bîat etmesidir.

Râfizî şöyle diyor:

“İslâm tarihinde meydana gelen ihtilaflardan biri de Fedek arazisinin taksimi ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı mirasla ilgilidir. Ehl­i Sünnet ise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Biz Peygamberler zümresi miras bırakmayız, bıraktığımız her şey sadakadır.” dediğini iddia ediyorlar.”

Ey Râfizî:

Bu ihtilaf Şer'î bir mesele ile ilgilidir. Bilahare ve yukardaki hadis ile bu ihtilaf ortadan kalkmıştır. Bu meseledeki ihtilaf diğer meselelere nisbeten daha azdır. Çocukların ve kardeşlerin; dede ve amca ile beraber bulundukları haldeki mirasın taksimi ile Ninenin torunu ile olan miras taksimi gibi. Bu meselelerdeki ihtilafın Fedek arazisindeki ihtilaftan daha büyük olması bazı sebeplerdendir.

Birincisi; bu meselelerde ihtilaf ederek ittifak etmemişlerdir. Çünkü bu hususta nass bulamamışlardır. Halbuki Fedek arazisi ile ilgili olarak nass rivayet edilmiştir.

İkincisi; Fedek'teki ihtilaf tekerrür etmemiştir. Çünkü bir tek mesele olup hem de az bir mal hakkındadır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Fâtıma (r.a.) ve diğerlerine miraslarından daha fazlasını vermişlerdir. Fedek arazisi ile ilgili meseleyi ancak câhil ve kötü kişiler büyütüyorlar. Kaldı ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halife olunca, Fedek arazisi Onun hükmü altına girmesine rağmen Onu Fâtıma (r.a.) ve çocuklarına vermemiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer terekesini de mirasçıları arasında bölüştürmemiştir. Sizce zulüm olan bu durumu neden ortadan kaldırmamıştır?

Râfizî şöyle diyor:

“Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan biri de zekatı vermeyenlerle savaş konusundadır. Ebubekir Onlara karşı savaştı. Ömer de hilafeti esnasında ictihad edip cariyeleri ve malları sahiplerine iade ederek, hapsedilenleri de serbest bırakmıştır.”

Ey Râfizî!

Bu iddian tamamen açık olan bir iftiradır. İddianın tam aksine Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) zekatı vermekten çekinenlere karşı savaş etmede ittifak etmişlerdir. Bunu yaparken'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisine dayanmışlardır. Buhari ve Müslim'de rivayet edilen mezkûr hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

“İnsanlara karşı, Allah 'dan başka ibadete layık ilah olmadığına ve benim Allah'ın Peygamberi olduğuma şehadet edinceye kadar savaşmam bana emredildi. Bunu kabul ettikleri takdirde canlarını ve mallarını benden kurtarırlar, ancak bunların hakkı kendilerinden istenir ve Allah tarafından muhasebe edilirler.”09

Ebubekirde, (r.a.) zekat kelime-i şehadetin kaklarındadır, diyerek diğer ashabın muvafakati ile zekatı vermeyenlere karşı savaş ilan etmiştir. Zekatı vermeyenler de savaştan sonra onu vermeyi kabul etmişlerdir. Hiçbir zaman Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) bunların çocuk ve kadınlarını esir etmemiş ve onlardan hiçbirisini de hapsetmemiştir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) zamanında Medine'de hapishane bile yoktu. Nasıl olur da Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) vefat ederken onlar hapishanede kalırlar?

Râfizî,

Ebubekir'in Ömer'i hilafetle görevlendirmesi hususunda ihtilaf çıktığını iddia ederek çıkan bu ihtilafla ilgili olarak da şöyle diyor:

“Bazı kişiler Ebubekir'e: Sert ve katı olan birisini bize tayin ettin, dediler.”

Ey Râfizî!

Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) ta'yinini ashab arasında ihtilaf olarak kabul etmen en kötü şeylerden olup, senin cehaletine delâlet eder. Efendimiz devrinde bile ashabtan bazıları Usame ve babasının görevlendirilmelerini hoş karşılamamışlardır. Buna rağmen hiçbir şey olmamıştır. Ondan sonra Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Ömer'i tayin etmesine karşı çıkan Talha olmuştur. O da bilahare vazgeçmiştir. Üstelik Talha Ömer'e (r.a.) en çok hürmet edenlerden idi.

Râfizî şöyle diyor:

“İhtilaf konusu olan noktalardan birisi de Şûra konusudur. İhtilaftan sonra Osman'ın halifeliği üzerinde ittifak ettiler.”

Ey Râfizî!

Bu da berbad iftiralarınızdandır. Osman'ın (r.a.) hilafetinde kimse ihtilaf etmemiştir. Hatta Abdurrahman b. Avf bu hususta üç gün halkla olan istişaresinin neticesinde onların Hz. Osman (radiyallâhü anh)'dan başkasını istemediklerini anlamıştır. Eğer Osman'ın (r.a.) hilafetinde ihtilaf olsaydı mutlaka bu ihtilaf bize nakledecekti. Sakif gününde ensarın muhacirlere hitaben bizden bir sizden de bir halife olsun demeleri gibi.

Ahmed b. Hanbel: “Osman'ın bîat'ı üzerine ittifak ettikleri gibi, insanlar hiçbir bîat üzerine ittifak etmemişlerdir.” diyor.

“Ashab arasında çıkan ihtilaflardan birisi de Osman'ın el-Hakemi Medine'ye geri çevirmesi konusudur.”

Ey Râfizî!

Bu gibi şeyleri ihtilaf kabul edersen, her halifenin hükmettiği bir hükme karşı yapılan bütün muhalefetleri de ihtilaf olarak kabul etmen gerekir. Bunlar da oldukça çoktur.

Râfizî şöyle diyor:

309     (Buhari İtisam: 2, İstitabe: 2, Müslim İman: 8, Tirmizi İman: 1, Nesai: Cihad: 1, Ebu Davud Cihad: 104, İbn Mace Fiten: 1).

“İhtilaflı meselelerden bir diğeri, Osman'ın kendi kızını Mervan b. Hakem'le evlendirerek, Ona ikiyüzbin dinar vermesiyle ilgilidir.”

Ey Râfizî!:

Osman'ın, kızını Mervan'a vermesinde ne gibi ihtilaf çıkmıştır? Osman'ın Mervan'a bu kadar mal verdiğini kim nakletmiştir? Evet biz Osman'ın (r.a.) akrabalarını sevdiğini, onlara yardım ettiğini inkâr etmiyoruz. Bunun gibi Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de yakınlarını ve taraftarlarını görevlendirmiş ve onlara mâli yardımda bulunmuştur. İctihad ederek de savaşmıştır. Bu savaştan dolayı da çok kötü neticeler doğmuştur. Her iki taraf da cennet ehlindendir.

Kaldı ki; Hz. Osman (radiyallâhü anh) ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) her ikisi de masum değildirler. Yaptıkları şeyler ictihad eseridir. Bunda da ihtilaf olması tabiîdir.

Râfizî şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), İbn-i Ebi Serh'in öldürülmesini emretmesine rağmen, Osman Onu himaye etmiştir.”

Ey Râfizî!

İbn-i Ebî Serh'in öldürülmesini emreden zat -ki Rasulullahtır- yine Osman'ın (r.a.) şefaatiyle Onu affetmiştir. Şu halde kınanacak bir şey yoktur.

İbn-i Ebî Serh önceleri hicret etmiş, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için Vahiy kâtipliğini yapmış, sonra da irtidat ederek müşriklere katılmış ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) iftira etmiştir. Bunun üzerine Rasulullah Onun öldürülmesini emretmiştir. Mekke fethinde Hz. Osman (radiyallâhü anh), İbn-i Ebi Serh'i Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) getirmiş fakat Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona iltifat etmemiştir. Hz. Osman (radiyallâhü anh):

“Ya Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah'ı kabul et,” diye sözünü üç defa tekrar ettikten sonra, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Abdullah b, Ebi Serh'i affetmiştir. Ondan sonra da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Bu adama iltifat etmediğim zaman, içinizde çıkıp da Onun boynunu vuracak bir akıllı yok muydu?” Ensardan bir zat:

Ya Rasulallah neden bana işaret etmediniz? demesi üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Peygamber için hain bakışların olması yakışmaz.” buyurmuşlardır.

Bütün bunlardan sonra da onun hakkında iyilikten başka bir şey nakledilmemiştir. Abdullah'tan başka İslama daha çok düşman olan kimseler bulunmasına rağmen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları atfetmiştir. Safvan ve Ebi Süfyan gibi.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Allah'ın sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur; Allah Kadir'dir. Allah bağışlayandır, acıyandır.”[125]

Râfizî şöyle diyor:

“Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan biri de Ali zamanında olmuştur. O da Ali'nin hilafeti üzerine ittifak edildikten sonra; Talha ve Zübeyr'in Ona karşı gelmeleriyle meydana gelen ihtilaftır. Ondan sonra Ali ile Muaviye arasında vuku bulan ihtilaflardan dolayı Sıffin savaşı meydana gelmiştir. Hülasa haklı olan Ali idi. Hak da Onunla beraber idi. Hilafeti zamanında haricilerden Eş'as b. Kays, Mis'er b. Fedekî ve Zeyd b. Husn gibi kimseler Ona karşı gelmişlerdir. Yine Onun hilafetinde aşırı giden Abdullah b. Sebe[126] çıkmıştır. Haricîler ve Abdullah b. Sebe'in mensupları bir çok bid'at ve sapıklıklar uydurmuşlardır.”

Ey Râfizî!

Sözü uzatmadan her üç halifenin hakka uygun hareket ettiklerini ve hakkın onlarla olduğunu söylemekle iktifa ediyoruz. Bu zatları red edip, yalnız Ali'yi (r.a.) hilafetle tahsis etmek delilsiz bir iddiadır.

“Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafeti üzerine ittifak edildikten sonra ihtilaf doğmuştur” diyorsun.

Halbuki bilinen şu ki, müslümanların bir çoğu, mesela Umum olarak Şam'lılar, Medine ehlinin bir kısmı, bir çok Mısır'lı ve Mağrib ehli Ona biat etmemişlerdi. Sonra kusuru Talha ve taraftarlarında bularak onlardan hiç bir mazeret kabul etmemiştir. Bütün âlimler, Talha ve Zübeyr'in Ali'ye (r.a.) karşı, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de onlara karşı savaş istemediğini bilmektedirler. Ne yazık ki, savaş ansızın tutuşuverdi. Talha ve Zübeyr Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile birbirlerine karşı çıkışmalarına rağmen maslahatta ittifak ederek Osman'ın (r.a.) katillerine ceza tatbik etme hususunda karar verdiler. Fakat o zaman Osman'ın (r.a.) katilleri daha önce yaptıkları gibi, fitne çıkarmak üzere birbirleriyle anlaştılar. Fitneci katiller; Talha, Zübeyr ve askerlerine hücum ettiler. Onlar da kendilerini müdafaa kabilinden onlara karşılık verdiler. Bunun üzerine fitneciler; Talha ve Zübeyr'in kendilerine hücum ettiklerini Ali'ye (r.a.) bildirdiler. Ali'de (r.a.) nefsi müdafada bulundu.

Hülâsa her iki tarafın da gayesi savaşa başlamak değil, nefsi müdafaa etmek idi.

Lakin râfizîler inatçı oldukları için ne nakle inanırlar ve ne de doğruyu kabul ederler. Her yaygaracının emrindedirler. Onlar ashabın ileri gelenlerine düşmanlık ederek, İslâm düşmanlarıyla dost oluyorlar.

Hatta Bağdad muharebesinde müslümanları perişan eden Tatarlarla işbirliği yaparak ehl-i sünnete eziyet ediyorlardı. İbn'ül Alkami'nin yaptığı gibi.

Bu hâin, Hülâgü ile yazışarak İslâm beldelerini yakıp kavurmuş, müslümanları da yok etmiştir. Yine Hülâgü müslümanların kanını sel gibi akıtmış, hem Abbasileri hem de Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) taraftarlarının kadınlarını esir etmiş, müslüman çocuklarını şirk ve küfür üzerine yetiştirerek müslümanların başına belâ etmiştir.

Öyle ki bu çocuklar da Mülhidleri ve sapık râfizîleri büyüterek bunun yanında da Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına buğz etmişlerdir.

Râfizîler tam şu âyetin şümulüne girerler. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Kendilerine kitab verilmiş olanların, Cibt ve tağuta kanıp, inkâr edenlere: “Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar” dediklerini

görmedin mi?”[127]

Durum böyle olunca açıkça yalan söyleyen ve ancak nefsî hevasına uyan nakilleri kabul eden râfizîleri, bizlerin hadislerin isnadını ve diğer durumlarını bilmediğimizi nasıl iddia edebilirler?

Onlar, taraftarlarından, birinin yalan veya doğru bir söz söylediğinde kendisinden ne kitab ve ne de hadisten delil isterler. Onun yan çizmesine asla iltifat etmezler. Ama onlara muhalif olan herhangi birisi, hem de delille karşılarına çıksa ya inad ederek veya tahrif ettikleri ayetlerle onu tekzib ederler. Muarızlarının güçlü olduğunu görür de az da olsa ondan çekinirlerse ona:

Doğru söylüyorsun, hak olan senin dediğindir, bundan böyle senin dediğin şekilde Allah (celle celâlühü)'a kulluk edeceğiz, diyerek hemen râfizîiiklerinden vazgeçerler. Hal böyle olunca münazaralarda kim onlardan insaf bekler?

Bunlar kendilerine üç fikir, kabul etmişlerdir.

Birincisi, imamlarının masum olduklarına inanırlar.

İkincisi, İmamlarının naklettikleri her şeyi Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) aldıklarını iddia ederler.

Üçüncüsü, Ehl-i beytin icma'ı hüccettir derler.

Kendilerini ehl-i beytten kabul eden bu gurubun, fıkıhtan mahrum olup, tahkik ve ilmi de idam ettiklerini görüyorsun. Onlara göre bir mesele bu üç temel görüş ve esasa uymadığı müddetçe kabul etmezler ki, onların temel ve esasları kitap, sünnet, akıl ve onlardan başka herkesin icmaı ile reddedilmişlerdir.

Şiilerin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ma'sumiyeti Ve İmamın

Ma'sum Olması Gerekir İddiaları

Râfizî şöyle diyor:

“Ali'nin imametine delalet eden deliller hususunda şöyle diyoruz:

İmamın ma'sum olması gerekir. Masumiyet şart olduğu müddetçe Ali imamdır. İnsanın tek başına yaşaması mümkün değildir. O yemeye, giyime, meskene ve yardımlaşmaya muhtaçtır. İnsan genellikle başkasının elindekine muhtaç olunca, kuvve-i şehevaniyesi muhtaç olduğu o şeyi zorla almağa teşvik eder. Bu da anarşi ve fitneyi doğurur. İşte bütün bu sebeplerden dolayı, insanları zulümden alıkoyacak, insaflı davranıp hakkı sahibine verecek ve kendisine hatâ ve unutkanlığın caiz olmadığı bir imamın tayini şarttır. Bu sıfatlara hâiz olmayan, bizzat kendisi ikinci bir imama muhtaç olur. Çünkü İmamlığa gerekli kılan sebepler kendisinde yoktur. Ama bu sıfatlara haiz olan ma'sum biri çıkarsa işte o imamdır. Aksi halde imam bulununcaya kadar teselsül gerekecektir. Ebubekir, Ömer ve Osman ittifak ile masum değildiler. Ali, ma'sum olduğuna göre haliyle o imamdır.”

Ey Râfizî!

Ma'sum olan Rasulullah'tır (sallallahu aleyhi ve sellem).

İnsanların her zaman Ona itaat etmeleri vaciptir. Ümmet, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emirlerini Muntazar'ın emirlerini bildiği iddia edilen bir güruhtan daha iyi bilir.

Evet masum imam olan zat Rasulullah'tır (sallallahu aleyhi ve sellem).

Ümmet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Onun emirleriyle kendisini başkalarından müstağni kılmıştır.

Ululemir ise ancak O'nun tebliğ ettiği dinin hükümlerini tatbik ederler. Onların başka görevleri yoktur.

Şu bilinen bir gerçektir ki, Yemen ve başka yerlerde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiği görevliler vardı. Bütün bunlar ictihadlarıyla halkı yönetiyorlardı. Bunlardan hiçbirisi de masum değildi. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başka imamete geçenlerden hiçbiri için ma'sumiyyet iddia edilmemiştir. Hatta Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) uzak beldelerde tayin etiği öyle görevliler vardı ki, Onun emir ve yasaklarını da bilmiyorlardı. Aksine Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de haberi olmadığı hususlarda tasarruf ediyorlardı.

Bütün bunlardan başka senin (râfizî) sıfatlarını saydığın imam zamanımızda mevcut değildir. Kaldı ki, bu sıfatlara hâiz olan imam sizce kaybolmuş, sizin dışınızdakilerin indinde de temelde yoktur. Bahsettiğiniz imamla imametin gayeleri asla tahakkuk etmez.

Aksine biraz, zulüm ve cehaleti olsa bile bizzat ümmetin başında bulunan bir imam, meydanda olmadığı için hiçbir faydası olamayacak imamdan daha faydalıdır.

Herhâlükârda ilmi tebliğ edecek ve maiyetinde çalışılacak bir imama ihtiyaç vardır.

Râfizî şöyle diyor:

“Ma'sum bir imamın ta'yini şarttır.”

Ey Râfizî!

Bu sözünle mutlaka Allah (celle celâlühü)'ın bir ma'sum imamı yaratmasını mı istiyorsun? Yoksa insanların böyle bir imama biat etmelerinin vacip olduğunu mu kastediyorsun?

Aslında sizin gayeniz Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) masumiyetini iddia etmektir. Lâkin Allah (celle celâlühü) Ali'yi (r.a.) ne ilk üç halife zamanında ve ne de kendi hilâfetinde ma'sum kılmamıştır. Binaenaleyh sizce Allah (celle celâlühü), zâlim (hâşâ!) olan ilk üç halifeyi desteklemiş, onlar da müslümanların maslahatına uygun olanı yapmışlar, Ali'yi (r.a.) de te'yid etmediği için, maslahata uygun olanı yapamamıştır. Böyle bir şey olamaz!

Râfizî şöyle diyor:

“İnsan tabiî olarak şehirde yaşayınca, şehir halkından kötülüğü defetmek için ma'sum bir imamın tayini vaciptir.”

Ey Râfizîler:

Siz Allah (celle celâlühü)'ın yarattığı her beldede, oranın halkından zulmü defeden ma'sum bir imamın hâlen mevcut olduğunu kabul ediyor musunuz?

Kabul ediyorsanız bu açık bir zorlamadır. Kâfir ve müşriklerin beldelerinde masum imam var mıdır?

Şam'da Muaviye'nin (r.a.) yanında ma'sum imam var mıydı?

Her beldede ma'sum imamın vekilleri vardır, diyecek olursan, sen gerçekleri inkar edip cerbeze ile galebe etmeğe çalışıyorsun. Yok, bazı beldelerde vardır dersen ve yakardaki iddianın Allah için vacip olduğunu ileri sürersen beldeler arasındaki fark nedir?

Üstelik ihtiyaç da aynıdır. Farzedelim ki, her beldede ma'sum imamın vekilleri vardır, deyip sana teslim olduk. Peki bunlar bizzat kendisi ma'sum olmadıklarına göre, ma'sum imamın belde halkına faydası nedir?

Elbette onların hiç faydası olmaz. Çünkü ma'sum olmayanın arkasında namaz kılıyor ve Ona itaat ediyorlar.

“O zaman işler ma'sum imama rucu' eder.” denilecek olursa, biz de şöyle diyeceğiz:

Bu imam Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve Onlardan başkaları gibi muktedir olmayıp her şehire adaleti ulaştıramazsa veya her belde için âdil ve güçlü birisini bulamazsa, ve bulamadığı için de sorumluluk ondan düştüğüne göre, “Allah için vaciptir” sözü nereden geliyor. Kaldı ki, sizce ma'sum aciz kabul edilmiş oldu. Zaten bizce böyle birisi asla mevcut değildir.

Meselenin diğer bir yönü de şudur:

İddia ettiğiniz ma'sum imamın başkasına gelecek zulmü defetmesi ve insaflı olması, bizzat kendisine yapılan zulme mani olması ve hakkını almasının bir çeşididir. Bu imamınız kendisine yapılan zulmü defetmiyecek derecede âciz olursa, Ona uyanların başına gelecek zulmü nasıl defedebilir? Bu imamınız öldürülecek diye korkusundan dörtyüzaltmış seneden beri ortaya çıkmadı.[128]

Ey Râfizî!

Allah (celle celâlühü) asla zulmetmez. O gerekli olan hiçbir şeyi ihmal etmez. O gerekli olanı yapmıştır. Buna rağmen sizce maslahatların kendisi tarafından yapılacağı ma'sum bir imam yaratmamıştır. Eğer mücerred olarak ma'sum imamın yaratılmasıyla maslahatlar meydana gelecekse, -Halbuki maslahatlar meydana gelmemiştir.- ma'sum imamın yaratılması vacip olur. Yok eğer bu maslahatların meydana gelebilmesi için masum bir imam ile birlikte daha bazı şeylerin yaratılması vaciptir, diyorsanız, Allah (celle celâlühü) böyle bir şey yaratmamıştır. Halbuki size göre bunları yaratması vaciptir. Vacibi ihlal etmek de Allah için caiz değildir. Yaratmadığına göre bundan da anlaşıldı ki imamet konusunda Allah için hiçbir şey vacip değildir. Şu halde Allah (celle celâlühü)'ın, mücerred varlığıyla maslahatların meydana gelmeyeceği ma'sum bir imamı yaratması ile yaratmaması arasında hiçbir fark kalmadı. O zaman da bu imamın mevcudiyeti gerekmez.

Bütün bu anlattıklarımızın neticesi şudur:

“Ma'sum bir imamı yaratmak Allah için vaciptir.” şeklindeki râfizîlerin sözü bâtıldır.

“Allah, yaratması kendisine vacip olan ma'sum imamı yaratmıştır, fakat insanlar Ona isyan etmekle maslahatı kaçırdılar” diyecek olursanız size şöyle deriz:

Birincisi; Allah (celle celâlühü) böyle bir ma'sumu yarattığı takdirde, maslahatın tahakkuku için insanların Ona yardımcı olmayacaklarını, aksine Ona isyan edeceklerini, bundan dolayı da cezalandırılacaklarını bilmişse, O imamı yaratması vacip değildir demektir.

İkincisi, bütün insanlar imama (Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kaydediliyor) isyan etmemişler. Bir kısmı Ona isyan ederken diğer bir kısmı da Ona itaat etmişlerdir. Acaba onları itaattan alıkoyan nedir?

Zâlimler onları itaattan alıkoymuşlar, diyecek olursanız o zaman şöyle deriz:

Allah zulmü defetmeye kadir olduğuna göre neden zâlimlere mâni olmadı? Allah bunun olmayacağını ve maslahatın da tahakkuk etmiyeceğini bildiği için onlara mâni olmamıştır, diyecek olursanız size şöyle deriz:

Peki bu iddialarınıza rağmen neden “Peygamberden başka ma'sum bir imamın yaratılması vaciptir” diyorsunuz? Bu ma'sum imam size lâzımdır! Bize lazım değildir.

Üçüncüsü, Siz “Allah (celle celâlühü) kulların fiillerini (cebren) yaratır” diyorsanız, Allah (celle celâlühü)'ın zulmü gerektirecek şeyleri yaratmaması lazımdır ki, itaatta bulunsunlar. Bunu kabul etmez.

“Allah kulların fiillerini yaratmaz” diyorsanız, Ma'sumiyet kulun kötülükleri değil, iyi olan şeyleri istemek ve yapmakla mümkün olur. Halbuki sizce Allah, kulun iradesini değiştiremez. Binaenaleyh kulunu Ma'sum kılması da gücünün dışında kalmış olur. Böylece kaderi inkar edenlere göre de Ma'sumiyet iptal edilmiş oldu. Çünkü ma'sumiyet kulun yalnız iyilikleri dilemesi demektir. Onlara göre kul kendi iradesini yaratıyorsa, yine onlara göre Allah (celle celâlühü)'ın iradesini yaratamadığı bir kulu ma'sum kılması mümkün olmamış olur.

Ey Râfizî!

Ma'sum imamdan istenen şey, Onun kötülükleri tamamen yok etmesi midir? Yoksa azaltması mıdır? Tamamen yok etmek ise âlemde böyle bir şey olamaz. Azaltmak ise, ma'sum olmadan da bu durum hasıl olabilir. Hatta Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) zamanında Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve başkalarının zamanından daha fazla hâsıl olmuştur.

Râfizî şöyle diyor:

“İmam ma'sum olmazsa, ma'sum olan bir imama muhtaç olur.”

Ey Râfizi!

Ehli sünnetin dediği gibi, bütün ümmetin hataya düşmemesi için, idare edilenlerden biri hata işlediğinde imamın onu ikaz ederek hatasını düzelttiği gibi, imam hata ettiğinde ümmetten biri de imamı ikaz ederse, böylece hatada ittifak etmeyeceklerinden dolayı masumiyet bütün ümmetin olursa daha iyi olmaz mı? Neden bu caiz olmasın?

Aynı şekilde haberi nakledenlerden her birisinin yalan söylemesi veya hata etmesi caiz olbailir ama, bütün ümmetin böyle olması normal değildir. Aslında masumiyeti bir cemaate mal etmek bir tek kişiye mal etmekten daha kolaydır. Böylece ma'sum imam tayin edilmeden de ondan beklenen şeyler hâsıl olmuş olurdu. Ama bu câhil râfizîler ümmetten bir kişinin ma'sum omasını vacip, tümünün de hata işlemelerini -aralarında ma'sum imam yoksa- caiz görüyorlar.

Bazılarının belirttikleri gibi, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sumiyetini ve Onun nass ile halife olduğunu iddia eden ilk kişi bir zındıktır. Bu zındık İslâmı ifsad ederek, Pavlosun hıristiyanlara yaptığı gibi o da müslümanlara aynısını yapmak istemiştir. Fakat Pavlos'un hıristiyaniara yaptığını bu zındık müslümanlara yapamamıştır. Çünkü hıristiyanlar aptaldırlar. Onlar, İsa (a.s.) göğe kaldırılmadan önce Ona ittiba ederek dinini öğrenmemişler ilmen ve amelen de O dini tatbik etmemişlerdir. Pavlos, İsa (a.s.) hakkında aşırı gidince (Onu ilahlaştırınca) kralları ile birlikte halkın çoğunluğu Ona uydular. Bir kısım ilim adamları Pavlos'a karşı çıkmaları üzerine bunlardan kimisi krallar tarafından öldürülmüş kimisi de kiliseye çekilmiştir.

Fakat Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun ki, ümmetimiz arasında her zaman hakkı müdafaa ve tatbik edecek bir topluluk mevcut olacaktır. Hiç bir mülhid ve müfsid yaptığı fesad veya hakka karşı direnmesi ile bu ümmeti yolundan saptıramıyacaktır. Ancak körü körüne Mülhid ve Müfsidlere tabi olacak bazı kişiler sapıklığa duçar olabilirler.

Ey Râfizî!

İmamın ma'sumiyeti ne demektir? Söyle bakalım, imamın kendi ihtiyarı - isteği- ile iyilikleri yapıp kötülükleri terketmesi midir? Halbuki siz Allah (celle celâlühü)'ın, kulun ihtiyarını yaratmadığını söylüyorsunuz.

Yoksa iyilikleri yaparken O'na kudreti verip, kötülükleri işlemek isterken de kudreti ondan alması mı demektir? Bu da olamaz. Çünkü daha önce Allah (celle celâlühü)'ın kulun ihtiyarını -isteğini- yaratmadığını söylemiştin.

Buna göre sence Allah ma'sum birisini yaratamaz. Kaderle ilgili sözlerini reddedersen, o zaman ma'sum imamın yaptığı iyilikler karşısında sevab almaması gerekir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali'den başka ma'sum olmadığı ittifak ile bilinmektedir.”

Ey Râfizî!

Senin bu iddianın doğruluğu mümkün değildir. Âbid ve avam halktan bir çoğu sizin gibi şeyhlerinin ma'sum olduklarına inanırlar. Onlar buna rağmen Ashab-ı kiramın kendi şeyhlerinden daha üstün olduklarını kesinlikle kabul ederler. Kaldı ki, hulafâ-i Râşidîn hakkındaki itikadları şühesiz ki daha müsbettir. İsmâililer de imamlarının ma'sum olduklarına inanırlar. Bunların imamları da oniki imamın dışındadır. Ümeyye oğulları'na tâbi olanlar da, halifenin sorguya çekilemeyeceğini ve tecziye edilemeyeceğini iddia ediyorlar. İmamın her emrine itaat vaciptir diyenlere göre imamın ma'sum olma şartı da yoktur. Bunlar:

“Allah'a itaat ediniz ve Rasûlüne itaat ediniz ve sizden olan idaricilere...”[129] ayetini delil getirerek liderlerine mutlaka itaat ediyorlar.

Ey Râfizî!

Bunların muhalefetine itibar edilmez diyecek olursan, şunu iyi bil ki, senin bu iddiana kulak verilmez. Kaldı ki Onlar mevcud olan birisine İttiba etmişler. Sizin gibi ortada olmayan ve ondan hiçbir menfaat beklenmeyen Muntazar'ınıza tabî olmamışlardır. Bütün bunlardan başka ashab, tabiîn ve müctehid imamlar arasında Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sum olduğunu söyleyen olmamıştır. Bu iddiayı ancak imamiyye mezhebinin câhil mensupları yapmışlardır.

İmâmîlerin sapık iddiaları kadar, sapık haricîler de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) (Hâşâ!) tekfirini, nâsibîler[130] de fâsıklığını iddia etmişlerdir. Ey Râfizî!

Ma'sum imamın varlığı ya vaciptir veya değildir. Vâcip değilse haliyle iddianız boşa çıkmıştır. Vacip olduğunda İsrar ediyorsanız ma'sum imamların ilk üç halife değil, yalnız Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olduğuna teslim olmuyoruz. Sizin bu sözünüz doğru ise Ma'sum imamların Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) olması gerekir. Çünkü ehl-i Sünnet her ikisinin imamet için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den daha layık oldukları hususunda ittifak etmişlerdir. Bu iki zat için ma'sumiyyet söz konusu olmadığına göre, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için de haliyle söz konusu değildir.

Bu durum Musa (a.s.) ve İsa'nın (a.s.) peygamberliğine benzer. Müslümanlar ancak Rasulullah'ın peygamberliğiyle beraber onların peygamberliklerine teslim oluyorlar. Bunun gibi Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (r.a.) hilafetiyle beraber Ali'nin halifeliğine inanıyor, başta Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sumiyeti olmak üzere ilk üç halifenin ma'sumiyetini de nefyediyoruz.

“İlk üçünün halifeliklerinin hilâfına Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilâfeti icma ile sabittir” şeklindeki sözün;

-        Yahudilerin “Muhammedin Peygamberliği hilâfına Musa'nın peygamberliği icma ile sabittir” ile

-    Hıristiyanların; “İlâhlık”(!) Musa ve Muhammede değil, İsa'ya has bir özelliktir” şeklindeki sözlerine benzer.

Halbuki biz kesin olarak biliyoruz ki İsa'nın, Musa ve Muhammed (a.s.) (Allah (celle celâlühü)'ın selamı hepsine olsun) den ayrı olarak özel bir meziyeti olmadığı gibi, Onun ilahlığını (hâşâ!) gerektirecek hiçbir özelliği de yoktur. Aynı şekilde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) diğer üç halifede olmayan ve ma'sumiyetini gerektirecek ayrı bir özelliği yoktur.

Ey Râfizî!

Yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sum olduğunu nereden biliyorsun? Diğer üçünün ma'sum olmadıkları hususundaki icmâdan biliyorum, diyecek olursan şöyle deriz:

Sizce icma hüccet değilse zaten iddianız bâtıldır.

İcma yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sumiyetinde hüccettir, diyecek olursanız, bu hususta yapılan icmadan kasıt Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şerî emirleri koruması ve onları olduğu gibi nakletmesidir.

Bütün bunlar şöyle dursun, zaten siz râfizîler icmanın hüccet olduğunu hiçbir surette kabul etmiyorsunuz. Nasıl olur da icma' ile hüccet getirerek bize karşı çıkıyorsun?!

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sumiyeti Rasulullah'tan tevatür yoluyla gelen haberlerle sabittir, dersin;

Bu iddian da imamet hususundaki nass'ın mütevâtir olduğunu iddia etmene benzer. Aslında sizin bu iddianız güya Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Ben ma'sumum, benden başkası ma'sum değildir” şeklindeki sözünden kaynaklanıyor. (Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) , böyle bir söz söylememiştir. )

Bu sözü herkes söyleyebilir. Bu söz, diğer konuşmalarında sadık olup olmadığı bilinmeyen bir kimsenin “Ben her sözümde doğruyum” demesine benzer.

İsmâililer de bunun aynısını iddia etmişlerdir. Onlara göre imam, ma'sum olan öğreticidir.

İsmâililer: İlim -nakli ve sem'î- yollarının doğruluğu ancak ma'sumun öğretmesiyle bilinir, derler. Bu hususta delil getirmeleri istenecek olursa, asla delil getiremezler. İddialarında da çelişkiye düşerler.

Farzedelim ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) “Ben ma'sumum” demiştir. Bu sözü kim ondan nakletmiştir? Aksine ondan tevatüren nakledilen bunun tam hilafınadır. O, kadılarının kendi görüşü hilâfına karar vermelerini kabul etmiştir. Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) gelen sahih bir rivayetle O şöyle buyurmuştur:

“Cariyelerin çocuk getirdikten sonra satılamayacakları hususunda Ömer'le ittifak etmiştik. Şimdi ise satılmalarını uygun görüyorum.”

Bunun üzerine kendisinin tayin ettiği kadısı Ubeyde es. Selmanî Ali'ye (r.a.) şöyle demişti:

“Ömer'le (r.a.) beraber cemaatle olan fikriniz, tek başınızda verdiğiniz ve cemaatten ayrı olan kararınızdan bize daha hoş geliyor.”

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kadılarından Şüreyh Ona müracaat etmeden içtihadıyla hükmederdi. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bunu hoş görüyordu. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bizzat kendisi ictihad eder, fetva verir ve bilâhare içtihadından vazgeçiyordu. Bu da sahih isnadlı rivayetlerle kendisinden nakledilmiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“İmamın nass ile tayin edilmesi gerekir. Seçim ile imam ta'yininin bâtıl olduğunu daha önce açıklamıştık. Çünkü seçimi gerçekleştiren ümmetin bir bölümü, seçime iştirak etmeyen ümmetin diğer bir bölümünden üstün değildir. İmam nass ile ta'yin edilmediği taktirde münakaşa ve kargaşa çıkar. Ali'den başka hiçbir imam icmâ ile tayin edilmediğine göre Ali'nin gerçek imam olduğu ortaya çıkmış oldu.”

Ey Rafızî!

Senin bu iddian her iki halde de batıldır.

Birincisi, Selef ve haleften birçok zatlar Ebu Bekir'in (r.a.), az bir gurup da Hz. Abbas'ın imametinin nass ile sabit olduğunu söylemişlerdir, icma nerede kaldı?

İkincisi, Nass imamet için ya muteber kabul edilecek veya edilmeyecek. Muteber kabul edilecekse, Nass Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) hakkındadır, deriz. Muteber değilse zaten Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) imameti ashab'ın icma'ı ile sabittir. Hepsini bir tarafa bırak! Bir kere siz icma'ı hüccet olarak kabul etmiyorsunuz. Size göre hüccet ma'sum imamın sözüdür. Dolayısıyla hüküm yine ma'sumiyetini iddia ettiğiniz zâtın bir nassı söyleyip söylemediğine kaldı. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) böyle bir nass'ı dile getirip getirmediği vâki olmadığı gibi ma'sumiyeti de söz konusu değildir. Sizin bu iddianız ancak kimin uydurduğu belli olmayan birinin Ali'ye (r.a.) izafeten, “Ben ma'sumum, imameti hususunda nass bulunan kişi benim” şeklinde söylediği sözden kaynaklanıyor.

Ey Râfizî!

“İmamın ma'sum olması ve hakkında nass bulunması gerekir” sözünle Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Benden sonra halife budur” demesinin şart olduğunu mu? Yoksa bu söz olmadan imametin tahakkuk etmiyeceğini mi kastediyorsun? Birincisini söylüyorsan, bu itibarla nass'ın vacip olduğunu kabul etmeyiz. Zeydîler de bu konuda Ehl-i sünnet vel Cemaat'la beraber olup bu nassı kabul etmemelerine rağmen onlar -ve biz- Ali'yi (r.a.) hiçbir şekilde itham etmemişlerdir.

“İmam nass ile tayin edilmediği takdirde münakaşa ve kargaşa çıkar.” şeklindeki iddiana gelince şöyle diyoruz:

İmamete layık olan kimsenin vasıflarıyla ilgili olarak rivayet edilen nasslar münakaşa ve münazarayı kesinlikle reddettiği için kasdedilen şey onlarla tahakkuk eder. Zaten Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) bu vasıflara hâiz idi. Ensardan bir kaç kişi Ebu Bekir'in (r.a.) hilafetinde konuşmuşlarsa O'nun üstün olmadığını iddia etmemişlerdir. Ancak onlar üstün olan zata Ondan daha aşağı olanı takdim etmek istemişlerdir.

“Ashab nefsî arzularına uymuşlardır” diyecek olursan, nassların delâleti onların nefsi arzularından alıkoymuştur, deriz.

“Nefsi arzuları olduğu için nasslara muhalefet etmişlerdir” diyecek olursan, şunu iyi bil ki böyle bir halde de olsa onların gayesi hakkı bulmaktır, had etmek değildir.

Farzedelim ki, imam ma'sumdur. Ama valileri halktan olup ma'sum olmadıkları için yine rna'sum'a ihtiyaç duyulacaktır. Ondan sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatta iken imamete tayin ettiği kimse, vefatından sonra imamete layık olduğunu gösteriyor. Kaldı ki biz her iki halde de ma'sumiyeti şart koşmuyoruz.

Ey Râfizîler!

Siz münakaşa ve kargaşa olmaması için nass'ın varlığını vacip kıldınız. Halbuki iş tam tersine oldu. Ebu Bekir, Ömer ve Hz. Osman (radiyallâhü anh) hiçbir fitne ve fesad olmadan hilafete geçmişlerdir. Yalnız Osman'ın (r.a.) son zamanlarında bazı fesadlar çıkmıştır. Buna karşılık, ma'sumiyetini iddia ettiğiniz Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zamanında ise fitneler şiddetlenmiştir. Böylece Onun zamanında sizin şart koştuğunuzun zıddı meydana gelmiştir. İlk üç halife zamanında münakaşa ve kargaşa değil, huzur ve sükûn meydana gelmiştir.

Ey Râfizî!

Nass fesadı giderir. Bu da bir kaç şekilde olur :

Birincisi: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) birinin velayetini - imamet- haber vermesi ve Onu medhetmesidir. “O'nu tayin ediniz” demese de, Ümmet, O zat imam olduğu takdirde durumun medhe medar olacağını ve kargaşalık çıkmayacağını gayet iyi bilir. Böyle bir haber de Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) hakkında vârid olmuştur.

İkincisi: İmameti istenen şahsın idaresinin faydalı ve uygun oluşu ile ilgili haberlerin vârid olması ile olur. Bunlar da Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'in zamanında vuku bulan ve Fars ile Rum (v.s.) beldelerinin fethiyle ilgili olan haberlerdir.

Üçüncüsü: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı esnasında yanına çağırdığı kişinin vefatından sonra kendisine halife olacağına delâlet eder. Bu da Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'dir. (Malum olduğu üzere Ebubekir'i kendi yerine cemaata imam olmasını emretmiştir.)

Dördüncüsü: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem), hilafeti tavsiye etmek üzere yazı yazmak istemesi, sonra “Allah ve mü'minler Ebubekir'den (r.a.) başkasını istemez” buyurması, bu da haber verdiği gibi tahakkuk etmiştir.

Beşincisi: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra halife olacak bir şahsa iktida etmeleri için emir vermesi.

Altıncısı: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra Hulafâ-i Râşidin'in sünnetlerine ittiba edilmesi için emretmesi ve onların halifeliklerine muayyen bir müddet ta'yin etmesi. Bu müddetin tayini, O müddet içinde halife olanların hidayete davet edici râşid halifeler olduğunu bildirir.

Yedincisi: Kendisinin tercih edilmesin gerektiren bazı şeylerle bir şahsı tahsis etmesi. Bu da Ebubekir'de (r.a.) mevcuttur.

Sekizincisi: Nassı terketmek caiz değildir. Caiz ise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nu terketmesi evladır. Çünkü ondan sonra ma'sum yoktur. Rasulullah'tan sonra Nass'ın ma'sum kişiden gelmesi söz konusu olmadığı gibi, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her sözüne ittiba etmenin vacip olduğu nass ile sabittir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra bizzat O'na müracaat etmek mümkün olmadığına göre O'nun ma'sum birisini ta'yin etmesi mümkün değildir. Çünkü o kişi hata edebilir, Onun içindir ki, “Dînî hususlarda kendilerine müracaat etmek üzere muayyen ve ma'sum imamlara ihtiyaç vardır” diye iddia etmek Allah (celle celâlühü)'ın peygamberleri göndermesinin lüzumsuzluğunu kabul etmek demektir.

Hülasa, yalnız Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ma'sum olduğu için O'nun sözleri hüccettir. Muayyen ma'sum kişilere ihtiyaç yoktur.

Dokuzuncusu: Cüzî meseleler hakkında nassların bulunması mümkün değildir. Ama bütün küllî meseleler hakkında Rasulullah'tan nassların vârid olduğu sabittir. Rasulullah, muayyen birisini ta'yin ederek küllî meseleler hakkında hüküm verme hususunda o kişiye itaat edilmesini emretseydi bu olmazdı. Çünkü Rasulullah bizzat kendisi küllî meseleler hakkında hüküm getirmiştir. Ta'yin ettiği o kişiye cüzî meselelerde itaat edilmesini emretmeseydi, hele o cüzî meselelerin küllî meselelere uyup uymadığına bakılmadan mutlak itaati isteseydi bu da doğru olmazdı. Fakat tayin ettiği imamın cüzî meselelerdeki hükümleri küllî hükümlere uyduğu takdirde Ona itaat edilmesini emretmişse bu doğrudur. Her idareci de bu hükme tâbidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) muayyen birisini ta'yin etseydi, ondan sonra gelecek kişiye itaat edilmemesi gerekirdi. Çünkü ikincisi hakkında nass yoktur. Eğer “Her imam kendisinden sonra geleni ta'yin etmekle bu iş tahakkuk eder” dersen, bunun mümkün olabilmesi için ikincisinin ma'sum olması gerekir. Halbuki Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra ma'sum kimse yoktur.

Şu halde râfizîlerin, kayıtsız şartsız olarak imama itaat edip onun sözlerini kitap ve sünnet ölçülerine vurmamak şeklindeki iddiaları tamamen bâtıldır.

Ama Allah (celle celâlühü)'ın emrettiği gibi ihtilaf ettiğimiz konularda kitap ve sünnete müracaat edeceksek -ki edeceğiz- o zaman muayyen bir imamın nass ile ta'yin edilmesine ihtiyaç yoktur.

Evet, Allah dinimizi korumuştur ve kıyamete kadar da Onu koruyacaktır.

Bir beşer için Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her bildiğini bilmesi veya Ona vahiy gelmesi mümkün değildir.

Şu halde Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen vahyi ancak Rasulullah'tan (sahih rivayetlerle) öğrenmek mümkündür.

Başka yola -Ma'sum imama- ihtiyaç yoktur

Râfizî şöyle diyor:

“İmamın; vahiy kesildiği, Kur'an ve sünnet de ahkâmı tafsil etmedikleri için Şer'î ahkâmı ezbere bilmesi gerekir. Onun için Allah tarafından nassla ta'yin edilmiş ma'sum bir imamın bulunması şarttır ki, bazı hükümleri terketmesin, bilerek veya bilmeyerek ahkam'a ekleme ve eksiltmede bulunmasın. Ali'den başka hiç kimsenin bu vasıfta olmadığı icma' ile sabittir.”

Ey Râfizî!

“İmamın Şer'î ahkâmı ezberlemiş olması gerekir.” şeklindeki iddianızı kabul edemeyiz.

Aksine bütün ümmetin Şer'î ahkâmı bilmekle onu korumasının gerekli olduğunu kabul ediyoruz.

Bu da cemaatlarla olduğu gibi bazan da fertlerle tahakkuk eder. Ancak şer'î hükümlerin tevatür yoluyla nakledilmesi, bir tek kişinin onları nakletmesinden daha hayırlıdır.

Şiîlerin iddia ettiği gibi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şerî ahkamı daha iyi bildiğini de kabul edemeyiz. Çünkü Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Ondan âlim idiler. Böylece iddia ettiğin icma'da hükümsüz kalmış oldu.

Ey Râfizî!

Eğer “Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) masumdur, binâenaleyh Şer'i bir hükmün sıhhati ancak Onun rivayetiyle bilinir” diye iddia edersen, O'nun rivayeti olmadan yeryüzünde bulunan hiç kimseye karşı hüccet getirmek mümkün olmaz. Halbuki biz Ondan gelen birçok rivayetlerin sıhhatini bilmiyoruz ki, O'nun ma'sum olduğunu kabul edelim.

Ondan sonra Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başkalarını ma'sum olmadıkları hakkında icma' olmadığı müddetçe O'nun ma'sum olduğunu kabul edemeyiz. İcmâ' sizce hüccet ise Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şer'î hükümleri ezberlediğini söylemek mümkün olabilir. Hüccet değilse masumiyetini asla kabul edemeyiz. (Şiîler icma'ı hüccet kabul etmediklerine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sum değildir. Müt.)

Ey Râfizî!

Şimdi söyle bakalım. İmam'ın şer'î ahkâmı kendisinden tevatür yoluyla almak isteyenlere tebliğ etmesi mümkün müdür? Veya halen de bu ahkâmı ma'sumlar teker teker birbirlerinden mi naklediyorlar?

Mümkündür diyorsan, bu durum Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için daha kolaydır. O zaman imamın nakline de ihtiyaç kalmaz. Mümkün değildir, diyorsan, İslâm dininin ahkâmı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) akrabaları tarafından ve biri diğerine tebliğ etmekle nakledilmesi gerekir. Böyle bir durum karşısında da peygamberliği zemmedenler “(Hâşâ!) Peygamberin akrabaları Ona dilediklerini isnad ediyorlar. O bir saltanat kurdu, akrabaları da Onu devam ettiriyor. Bu saltanatı devam ettirmeleri için onlara çeşitli imtiyazlar vermiştir” deme cür'etini göstereceklerdir.

Ey Râfizî!

“Dinin korunması ve ahkâmının nakli için ma'sumiyete şiddetle ihtiyaç vardır” diyorsan, acaba neden dinin ahkâmını koruyan ve Onları tebliğ eden ashabın cümlesine birden ma'sumiyet caiz olmasın?

Dini ahkâmı tebliğ ettikleri ve korudukları nisbette ma'sumiyet neden muhtelif cemaatların hakkı olmasın?

Mesela Kur'an-ı Kerim'i ezberleme ve tebliğ etmede, muhaddisler sahih hadisleri ezberleme ve tebliğ etmede, fakihler hükümleri anlamada ve istidlalda masum olmaları gerekir. Haddizatında doğru olan ve vâki olan da budur. Allah (c.c), bu zatlar vasıtasıyla bazı fertlerin tek başlarına biri diğerine yaptığı nakillere ihtiyaç bırakmamıştır. Farzedelîm ki, Şer'î ahkâmın tebliiğ bir ma'sumun diğer ma'suma tebliğ etmesiyle mümkündür. Dörtyüzaltmış[131] seneden beri hiç kimse de muntazar'dan bir tek mesele almadığına göre, bu müddet zarfında Kur'ân ve sünneti kimden öğrendiniz?

Eğer şu okuduğunuz Kur'ân-ı Kerim sizce Allah (c.c)'tan nazil olanın aynısı olmadığı caiz ise, beklediğiniz o ma'sum imamınızdan da ma'lûmat almadığınız halde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve amcasının oğlu (Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)) hakkındaki bilgiyi nereden öğrendiniz. “Bu bilgi arkası kesilmeden bize ulaştı diyecek olursanız, size şöyle deriz:

İmamlarınızdan ardı kesilmeden gelen nakiller şer'î ahkâmın korunmasını temin ediyorsa acaba topyekûn ümmetin Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) alıp naklettiği haberler neden aynı şeyi temin etmesin? Üstelik iddia ettiğiniz o fertlere de ihtiyaç kalmaz.

Râfizî şöyle diyor:

“Nasslar ahkâmı tafsil etmedikleri için onları açıklayacak ma'sum imama ihtiyaç vardır.”

Ey Râfizî!

Her imam küllî ahkâmın tafsilatını yapar. Emîr, insanlara hitab ettiğinde iş ve hareketleri kapsayacak konuşmaları yapar. Ama Onun her zaman ve her iş için muayyen bir kişiyi tayin etmesi mümkün değildir. Mesele küllî hitablara kaldı ki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu gibi küllî hitablarda bulunması caizdir. Ama sen haddine tecavüz eder “Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün nassları küllî değildir” dersen, biz de sana senin bu iddian hükümsüzdür, deriz. Farz-ı muhal Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nassları için iddiaların söz konusu oldu. Yine de sen umumîlik ifade eden lâfız ve mânâları tahsis edecek bir imama muhtaç olursun. Ama Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hitabı ister umumî olsun ister olmasın Rasulullah onları açıkladığı için kesinlikle ma'sum imama ihtiyaç kalmamıştır.

Şer'î ahkamı tebliğ ve beyan etmekle mükellef olan Rasulullah'tır. (sallallahu aleyhi ve sellem).

Allah (celle celâlühü) bu hususta şöyle buyuruyor:

(Ey Resulüm!), Sana da Kur'ân-ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara anlatasın.”[132]

Allah (celle celâlühü)'da indirdiği Kur'ân-ı Kerim'in garantisi altına aldığı için tebdil ve tağyirden uzak kalmıştır.

Bütün bunlardan başka Kur'ân ve sünnetin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) nakli olmadan da müslümanlara ulaştığı zaruret-i diniyye ile malumdur.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh), beldeleri fetheder etmez o beldelerin sakinlerine ilmi ve fıkhı öğretecek âlimler gönderiyordu. Böylece o âlimler İslama yeni girmiş kişilere ilimlerini aktarıyorlardı.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bu âlimlerdendir. O'da İbn-i Mes'ud, Muaz b. Ubey (v.s.) zatlar gibi ilmin bir bölümünü tebliğ etmiştir.

Bu kadar cahillik olmaz ey Râfizî!

Râfizî şöyle diyor:

“Allah (celle celâlühü), ma'sum birini ta'yin etmeye muktedirdir. Buna ihtiyaç olduğu gibi zararı da yoktur. Şu halde böyle bir ma'sumun tayini vaciptir. Ali'den başkası ma'sum olmadığına göre İmam Ali olmuş oldu.”

Ey Râfizî!

Bütün bu iddialar, geçmiş iddialarının tekrarıdır. Daha önce söylediğimiz gibi icma' sizce hüccet ise Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) masumiyetine yeterlidir. Hüccet değilse icmanın Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sumiyetine delalet etmesi hükümsüzdür. Ümmetin ma'sum imam ile beraber olan mevcudiyetinin daha kâmil olduğunu iddia ediyorsan, şüphesiz ki, Onun ma'sum vekilleri ile olan mevcudiyeti daha iyidir. Ama ümmetin bütün fertlerinin ma'sum olması da elbette ki her iki halden de kat kat üstündür. Buna rağmen böyle birşey Allah (celle celâlühü) için vacip değildir.

Ey Râfizî!

“Ma'sum imam olmasa mü'minler cehenneme girer, dünyada da şiddetli belâlara mübtelâ olurlar” diye iddia edersen sana şöyle diyeceğiz:

Bırak senin dediğin olsun. Peki, neden belânın defi vaciptir diyordun? Bilindiği gibi hastalıklar, kederler mevcuttur. Pahalılık, açlık ve musibetler çoktur. Mazluma isabet eden bu zarardan daha büyük zarar yoktur. İnsanlar da, sıhhat, kuvvet ve refaha şiddetle muhtaçtır. Senin bâtıl prensibine göre de Allah birini mü'min veya kâfir yaratamayacağına göre nasıl bir ma'sumu yaratabilir?

Bütün bu meseleler daha önce anlatılırken sizin çelişkili iddialarınız ortaya çıkmıştı. Bir yandan ma'sum imamın yaratılmasını Allah için vacip olduğunu söylerken diğer bir yandan da, Onun insanı ma'sum (Burada Ma'sum kelimesi, günahı sevaptan, sevabı günahtan ayıran kimse manasında kullanılmıştır) yaratamayacağını iddia ediyorsunuz.

Ayrıca Râfizîye şu soruyu sormak istiyoruz:

“Kendisine ihtiyaç duyulan kimse, maslahatları yapabilen ve kötülükleri izale edebilen güçte birisi mi olmalı? Yoksa bunları gerçekleştirmekten âciz de olsa ma'sum birisi mi olmalıdır?

Tabiî ki ikincisi mümkün olamaz. Çünkü âcizin hiç bir faydası yoktur. Bilakis iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin defedilmesinde kudret şarttır.

Birincisi zaten mevcut değildir. Varsa bunları yapmıyor. Yapabildiği halde yapmıyorsa, ya âcizdir veya âsîdir.

Rafızi şöyle diyor:

“İmam maiyetindeki kişilerden üstün olması gerekir. Ali'de zamanında yaşayanların en üstünü olduğu için imamdır. Üstün olmayanın üstün olana tercih edilmesi aklen ve naklen çirkindir.”

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), zamanında yaşayanların hepsinden üstün olduğunu kabul edemeyiz. Çünkü bizzat kendisi Kûfe'de mimberin üstünde, halka karşı şöyle buyurmuştur:

“Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir, sonra Ömer'dir.”

Âlimlerin çoğu da en üstün olan kişinin başkan olmasının vacip olduğunu söylememişlerdir. Hatta bazıları tayininde maslahat varsa, fazilet itibariyle üstünün altında olan kişinin tayinini vacip görmüşlerdir. Zeydîler de bu görüştedirler.


 


 



[1]   (Ahzab: 33/33)

[2]   Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed 1/331

[3]   (Bunlar Ali (r.a.) taraftarları ve en güçlü askerleri iken sonradan Ali'ye (r.a.) karşı çıkanlardır.)

[4]    (Haricîlerin, şiîlerden imtiyazlı oldukları bir başka nokta, onların peygamberden başkasına ma'sumiyet isnad etme sapıklığından uzak kalmalarıdır. Ali (r.a.) ile beraber oldukları zaman, Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) hakkındaki iyi kanaatleri, ondan ayrılmalarından sonra da devam etmiştir. Ayrıca haricîler, Ali'nin (r.a.) “Bu ümmetin en hayırlıları Ebu Bekir (r.a.), sonra Ömer'dir (r.a.)” görüşünden de ayrılmadılar. Fakat haricîler Osman'ın (r.a.)' şehid edilmesi olayında O'nunla ilgili hususlarda ve hakem olayından sonra Ali'yi (r.a.) tekfir ettikleri için sapıtmışlardır. Buna rağmen haricilerle râfizîlerin sapıttıkları konular tartılıp karşılaştırılacak olursa, haricilerin sapıklığı râfizîlerin sapıklığına karşı az görülecektir.

Bizim inancımıza göre Allah (c.c.)'ın Ali'ye (r.a.) vereceği cevabın en büyüğü bu iki sapık taifenin O'na yaptıkları iftira ve hakkındaki aşırı tutumları ve onların bu cinayetkârane aşırı davranışlarından ötürü Medine’den Irak'a hicret edip şehid oluncaya kadar sabretmesinden olacaktır.)

[5]    (Bazı hususlarda onlardan ayrılan ve hadd-i zâtında kardeşleri olan İsmailîler, Nusayrîler, Şeyhîler, Bâbîler ve Bahaîler de rafizîler gibi Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) zemmediyorlar.)

(S. 100)

(S. 102)

(S 103)

(S. 114)

(Azhab: 33-33)

(Leyl: 92/17-18)

(Mücadele: 58/12)

[13]  (Tevbe: 9/19)

[14]  (Bu zat Osman b. Talha b. Ebi Talha'nın amcası oğludur. Şeybe b. Osman, Halid ile birlikte Mekke'den gelirken “El Hed'e” denilen yerde Amr b. El-As ile karşılaşırlar. “El-Hede” Mekke ile Asafan arasında bir yerdir. Halid ve Amr b. El-As. müslüman oluyorlar, Şeybe ise Huneyn gazvesine kadar müslüman oluşunu te'hir ediyor. Hatta Huneynde Rasulullah’ı öldürmek isteyince, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem) elini Şeybenin göğsüne koyarak “Şeytanı senden kovalıyorum” buyurması üzerine Allah (c.c.) kalbine imanı yerleştirdi. Bundan sonra Şeybe Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte savaştı ve savaşlarda sabretti. Mekke fethi gününde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ka' be'nin anahtarlarını Osman b. Talha b. Ebi Talha ile amcasının oğlu Şeybe b. Osman b. Ebi Talhaya vererek onlara:

“Ey Ebi Talha oğulları anahtarları ebedi ve kalıcı olarak alınız. Onları sizden ancak zâlim olan alır.” buyurdular. Kabe anahtarları o günden bu güne Abduddar oğularından bir ailenin elinde bulunmaktadır. Bu aileye “Şeybiyyîn” denilmektedir. )

[15]  (Tevbe:9/19)

[16]  (Tevbe: 9/20)

[17]  (Buhari Salat: 80, Fedail: 3, Tirmizi, Menakıb: 15, Ahmed: 2/18)

[18]   (Şiî olan El-Mekânî “Tenkihu'l-Mekal” adlı eserinin 2/184 sahifesinde yine şiîlerin cerh ve ta'dil âlimlerinden Muhammed b. Ömer El-Keşî'den rivayet ederek diyor ki: Ali (r.a.)ye vasilik lâkabını veren yahudi asıllı Abdullah b. Sebe'dir. Bu adam yahudi iken Musa'nın vârisi Yuşa olduğunu müslüman olduktan sonra da aynı şeyi Ali (r.a.) hakkında iddia etmiştir. )

[19]   (Bağdad civarında Abbasi halifelerinin âlim ve zâhidlere tahsis ettikleri boş toprak parçalan vardı. Bunlara “Kıt'a'“ deniliyordu. Bu toprakları alana da “El-Katiî” lâkabı verilirdi. İşte Sahabîlerin faziletleriyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbelin kitabına yapılan zaif ziyadeliklerin sahibi Ahmed b. Cafer b. Hamdan el-Katiiye (273-368) aittir. Bu kişi Bağdad civarındaki Dakik adlı Katia (toprak parçası) da oturuyordu. Buna izafeten kendisine “El-Katîî” denilmiştir. )

[20]   (Hafız İbn-i Kesir; İbnu's-Salâh'ın “ Ulûmul hadis” adlı mukaddimesini özetlerken şöyle diyor: El- Hafız El-Medînî'nin Müsned hakkında “O sahihdir” demesi zaif bir sözdür. Çünkü müsnedde zaif belki mevzu hadisler de vardır. Merv, Askalan v.b. şehirler hakkında da söylenen ve Hafız El-Medînî'nin tenbih ettiği bazı hadisler gibi. )

[21]  (Müslim Birr: 105)

[22]  (Mâide: 5/75).

[23]  (Tirmizi Menakıb: 62).

[24]  (Tirmizi Menakıb: 62)

[25]  (Buharî Sulh: 6, Fedail: 17 , Ahmed: 1/108)

[26]  (Ahzab: 33/33)

[27]  (Tirmizi Menakıb: 19 )

[28]   (Buharî Salat: 80, Ahmed: 1/27)- (Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak dostluğu, Cenabı Allah iledir. (Mütercim)

[29]   (Râfizi, Ali'nin (r.a.) Medine'ye vekil bırakıldığını iddia ederek bu Ona mahsus bir özelliktir diyor. Halbuki sahih hadislerle sabittir ki başka zamanlarda Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başkalarını da vekil bırakmıştır. Eğer üstünlük yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olsaydı başkalarını tayin etmemesi gerekirdi. Halbuki sahabelerin bir çokları Medine'de oldukları halde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali (r.a.)'den başkasını kendisine vekaleten onlara emir olarak tayin etmiştir. Üstelik Tebuk seferinde Ali'yi (r.a.) Medine'ye vekil bıraktığında orada kadın ve çocuklardan başkaları yoktu. Öyle ki bu durumu gören Ali (r.a.) cihaddan geri kaldığı için üzülmüştür. Ebu Bekir (r.a.) ültimatomla çıkıp sonra Ali (r.a.) ile azledilmiş değildir. Bu iddia râfizînin vehminden başka birşey değildir. Ebubekir (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yerine hac işleriyle görevli olarak gönderilmişti. Nitekim Ebubekir (r.a.)'in Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) vekâlet etmesi, hem hayatında hem de vefatından sonra Ona daha uygundur. Ebubekir (r.a.) sefere çıkınca müşriklere bir Beraet = Ültimatom indi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) iki sebepten dolayı bu ültimatomu Ali (r.a.) ile gönderdi. Bu sebeplerden biri çarpışma ile korkutma ültimatomunun karşidakilere onlara yakın olan birisi tarafından bildirilmesinin uygun oluşudur ikinci sebep ise şudur:

Allah (c.c.):

“Eğer siz, Peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri onu Mekkeden çıkardıklarında, ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Ebu Bekir) ile (Sevr dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu: “Mahzun olma, zira Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe: 40) buyurarak Ebubekir'i övmüştür.

Bu övgü de Kur'anla beraber ebedîdir. Ali'nin (r.a.) müşriklere olan bu ültimatomu ve Ebu Bekir'e (r.a.) ait olan bu ilahi övgüyü hacılara tebliğ etmesi Ebubekir (r.a.)in büyüklüğüne işarettir. Bu durum aynı zamanda yüce zat Ebu Bekir'i (r.a.) tenkid edenlerin itibarsızlıklarını gösteriyor. )

[30]  (Ahtab b. Havarzem Şiî bir edîbtir. Zemahşerî'nin talebelerindendir. İsmi El-Muvaffak b. Ahmed b. İshak'tır. 484 de doğmuş 568 hicri yılında ölmüştür. Buğyetü'l-Vu'ât, Ravdatul-cennat ve daha başka eserleri vardır. Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)isnad ettiği bu iftira ise “Menâkıb-i ehli Beyt” adlı eserindedir. )

[31]  (Buhari Fedail: 9, Tirmizi Menakıb: 20).

[32]  (Buhari Fedail: 9, Müslim Fedail: 35-36).

[33]  (Âli Imran: 61).

[34]  Bu benzetme şöyle olmuştur:

Bedir gününde esirler getirildiği zaman, Peygamberimiz, sahâbîlerine:

“Bu esirler hakkında ne dersiniz?” dedi.

Ebu Bekir (r.a.):

“Ya Rasulullah! Bunlar, senin kavminden ve ailendendir. Onları, sağ bırak. Onlar hakkında teenni ile hareket et. Allah'ın, onlara tevbe nasib etmesi umulur!” dedi Ömer (r.a.):

“Ya Rasulullah! Onlar, seni yalanladılar. Seni memleketinden çıkardılar. Vur gitsin onların boyunlarını!” dedi.

Abdullah b. Revaha:

“Yâ Rasulallah! Bak, ağacı çok olan bir vadi bul. Onları, oraya götürdükten sonra ağaçları tutuştur. Onları, ateşe ver!” dedi.

Abbas: Abdullah'a:

“Sen merhameti ve akrabalık münasebetlerini kesip attın!” dedi. Peygamberimiz sustu. Hiçbirine cevap veremedi. Sonra kalkıp çadırına girdi. Bir müddet orda durdu.

Müslümanlardan bir kısmı:

“Söz Ebubekir'in söylemiş olduğu sözdür!” Bir kısmı:

“Söz, Ömer'in söylemiş olduğu sözdür!” diyorlar, bir kısmı da Abdullah b. Revâha'nın sözünü uygun görüyorlardı.

Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına çıktı ve şöyle buyurdu:

“Allah, bazı kişilerin kalplerine son derecede yumuşaklık ve incelik vermiştir ki, onlar sütten daha yumuşak ve incedirler. Allah bazı kişilerin de kalplerine katılık vermiştir ki, onlar taştan daha kardırlar.

Ey Ebubekir (r.a.)! Senin hâlin, Hz. İbrahim'in haline benzer. O Allah (c.c.)'a:

“Kim bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki, sen, çok yargılayıcı ve esirgeyicisin.” (İbrahim: 36) demişti.

Ey Ebubekir (r.a.)! Senin halin Hz. İsa'nın haline de benzer. O, Allah (c.c.)'a:

“Eğer onları azaba uğratırsan onlar, senin kullarındır. Eğer onları yarlığarsan, şüphe yok ki kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan sensin!” (Maide: 118) demişti.

Ey Ömer, senin halinde Hz. Nuh'un haline benzer. O:

“Ey Rabbim yer yüzünde kafirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma” (Nuh: 26) demişti.

Senin halin Hz. Musa'nın haline de benzer. O, Allaha:

“Sen onların mallarını mahvet. Rabbimiz! Yüreklerini şiddetle sık ki onlar, inletici azabı görünceye kadar iman etmiyeceklerdir!” (Yunus: 88) demişti” dedi..

(Ahmed b. Hanbel Müsned'i Hadis: 3632-3634, Müstedrek 3/2172, Tirmizi 3/37, 4/113, İbn-i kesir 4/94- 95).

[35]  (Tekrarlarla dolu olan bu hadis'e(!) daha önceki ve bu kitapça cevap verildiği için bu hadis'in bütününü zikretmiyoruz. Ama gerçek olan şu ki, mezkur hadis tamamen uydurmadır. )

[36]  (Enbiya: 21/60)

[37]  (Müslim)

[38]  (Tuhfetül Isna aşeriyye, s. 204207)

[39]  (Ahmed: 4/115).

[40]  (Nisa: 4/165).

[41]   (Ebul-Ferec İbnül-Cevzî “Sifetü's-Safve” adlı eserinde bu konuyla ilgili olarak. Hilye'de böyle uydurma haberlerin mevcudiyetinden bahsederek uyarıda bulunmuştur. Dört halife (Allah Onlardan razı olsun) Rasulullahtan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra insanların en temizi ve en faziletlileridirler. Onların, zaif ve mevzu hadislerle diğer insanlardan üstün olduklarını ispatlamaya kalkışmanın hiçbir mânâsı yoktur.)

[42]   (Daha önce Hişam'la ilgili malumat verilmişti. Babası olan El-Kelbî hakkında da İbn-i Hibban şöyle diyor: El-Kelbî, Sebeî idi. Onlara göre Ali (r.a.) ölmemiştir. O dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle dolduracaktır. Tebuzeki, Hemam'dan El-Kelbî'nin:

“Ben Sebeîyim” dediğini işittim diyor. Buharî: Ebu'n-Nadr el-Kelbîyi, Yahya ve İbn-i Mehdî terketmişlerdir, dedikten sonra devamla şöyle diyor:

(Nisa: 4/31)

[44]  (Mâide: 5/8).

[45]  (Nisa: 4/59).

[46]   (Buharî Itisam: 21, Müslim Akdiye: 15, Ebu Davud Akdiye:2, Nesai Ahkam: 2, Kutat: 3, İbn Mace Ahkam: 3)

[47]  (En'âm: 4/159),

[48]  (Âl-i İmran: 3/105-107)

[49]  (Müslim)

[50]  (Buhari, Hacc: 132, Edahi: 5, Tefsir, Tevbe: 8, Bedu'l-Hak: 2,Fiten: 8, İlim: 8, Müslim, Kasame: 29, Ebu

Davud, Hacc:63)

[51]  (Ahzab: 35/58)

[52]  (Hucurat: 49/12)

[53]  (Müslim Birr: 20, Ebu Davud, Edeb: 40, Tirmizi, Birr: 23)

[54]  (Nisa: 4/148).

[55]  (Buharî - Müslim)

[56]  (Müslim, Talak: 36, Ebu Davud Talak: 39, 40, Tirmizi, Nikah: 38, Talak: 5, Nesai Nikah: 21, Talak: 69)

[57]  (Müslim İman: 95, Ebu Davud Edeb: 67, Nesai, Beyat: 31).

[58]  (A'raf: 7/44-45)

[59]  (Şii tarihçi Horasanlı Mirza Muhammed “Revdatül Cennât” adlı kitabının 578'nci sahifesinde Üstadları Nâsir et-Tûsî'nin hayatını anlatırken bu çirkin manzarayı şöyle anlatıyor: Bu zatın gerçekleştirdiği işlerden birisi de şudur:

“O, Büyük İran devletinde yüce sultan Hülâgû Hanı destekleyerek halkı ıslah edip fesadı ortadan kaldırmak için ordusuna katılıp onunla Bağdad'a gelmiştir. Abbasileri ortadan kaldırarak zulümü yok etmiştir. Büyük katliamları gerçekleştirerek nehirler misali kötü kanlarını akıtmıştır. Kanlarını Dicleye akıtıp cehenneme göndermiştir.”

Görülüyor ki, Râfizî Naşir et-Tûsî'nin katil Hülâgû ile Bağdad'a gelip kan dökmesini bir ıslahat hareketi olarak kabul ediyor. O gün için İslâm âleminin en büyük merkezi olan Bağdat'ta katliamın bir irşad ve islah olduğunu iddia ediyor. Râfizî tarihçi Horasanlı Muhammed Bakır bu hareketle iftihar ediyor. Bu vahşi olayda vefat eden müslümanların cehennem ehli olduklarını utanmadan dile getiriyor. Bununla da Hülâgû ve Râfizi olan Mürşidinin de cennet ehli olduklarını ifade ediyor.

Şeyhül-İslâm İbn-i Teymiyye de Râfizî tarihçinin bu iddiaya sahip olduğunu tasdik ediyor. Allah adaletiyle onlara muamelede bulunsun. )

[60] (Muhammed b. Ahmed El-Bağdadî olup El-Alkamî olarak tanınır. Şiî ediplerindendir. Ehli Sünnet ona karşı müsamaha gösterdikleri için Abbasî devletine vezir olmuş ve ondört sene bu vazifeyi deruhte etmiştir. Öyleki son Abbasi halifesi Musta'sım ona güvenmiş ve devlet işlerini ona tevdi etmiştir. Hülâgû ordusu İran'a girince El-Alkamî ona haber göndererek Bağdad'a doğru gelmesini istemiştir. Alkamî, Abbasî devleti ortadan kalkınca Hülâgû tarafından kendisinin bir şiî halife olarak tayin edileceğini umuyordu. Neticede Hülâgû tatar ve aptallardan 200.000 (ikiyüzbin) kişilik bir ordu ile Bağdad'a yürüyor, Musta'sime karşı İbnul Alkamî'yi destekliyor. Nihayet Hülâgûnun ordusu Bağdadin doğu ve batısına girince Alkamî, Hülâgû ile sulh yapmak üzere halifeden izin istiyor. Hülâgû'nun askerleriyle konuştuktan sonra kendisinin de Abbasîlere karşı olduğunu söylüyor. Ve geri dönerek halifeye Hülâgû'nun kendi kızını halifenin oğlu Ebubekir'e (r.a.) vermek istediğini, böylece halife Selçuklularla nasıl idiyse Hülâgû ile de öyle olmasını istediğini bildiriyor. Evlilik akdinin icrası için halifeyi, oğlunu, alimlerle devletin ileri gelenlerini Hülâgû'nun ordu karargahına davet edince Hülâgû bunların hepsini kılıçtan geçiriyor. Artık Abbasi devleti başsız kalınca tatarlar Bağdad'a girerek katliama girişiyorlar. Bu cürüm 40 gün devam ediyor. Rivayete göre Hülâgû 1 Milyon 800 bin kişiyi saydırmıştır. Ki bunlar saydırılmayanlardan çok daha azdırlar. Takyuddin b. Ebil-Yusr bu vahşi hareketi şu şiiriyle dile getiriyor:

-  Ey Bağdadi ziyaret edenler, artık bu diyarı ziyaret etmeyin.

-  Çünkü ne Bağdad kalmıştır ne de devleti,

-  Halifeliğin tacı ve ilmin merkezi harabeye dönüşmüştür.

-  Tatarlar nice kadınları köleleştirmiş ve bütün malları gasbetmiştir.

- Nice boyunları kılıçlar kesmiş, ve kadınları seffahlar çekince şöyle

-  Kalbimi ateş sardı, bir rüzgâr da onu daha da alevlendirdi.

Yine de Alkamî'nin ümitleri gerçekleşmedi. Râfizîlere hilafet verilmedi. Hülâgû onu ve adamlarını hakir görmüştür. Hatta Alkamî:

“Durum istediğimin aksi oldu,” demiştir.

Sonra Alkamî pisipisine ölmüştür. İslâm devletinde müslümanların başına tatar putperestleri tarafından getirilen bu büyük belâyı râfizî şair ve tarihçisinin berbat bir dille dile getirmesi onların kâfirlerle işbirliği yaptıklarını ilan etmektedir.

Şeyhul İslâm İbn-i Teymiyye'nin dediği gibi onlar İslâm cemaatinin düşmanıdırlar. )

[61]  (Âl-i İmran: 3/110).

[62]  (Cerd ve Kesrevan dağıdır. Bu dağda yaşayan binlerce râfizî ve beraberlerindekiler Gâzân'ın tatarlarla Şam'a hücum etme fırsatını bekliyorlardı. Bu hücum, tahakkuk edince râfizîler kötü niyet ve sapık inançlarını ilan ederek onları koruyan askerleri ve onlardan olmayan halka karşı düşmanın yapamayacağı tavrı takındılar. Onlara hücum ederek mallarını gasbettiler. Silahlarını ve atlarını ellerinden aldıktan sonra da birçoklarını öldürdüler. Allah (c.c.) Şam'ı tatar belasından kurtarıp durum sakinleşince o gün Şam'ın bağlı bulunduğu Mısır sultanlığı adına Cemaleddin Ekveş el-Efram bir ordu ile Cerd ve Kesrevan dağlarına yürüdü. Bu orduya Şeyhul İslâm ibn-i Teymiyye ve beraberinde birçok gönüllü de katıldı Dağda yaşıyanlar râfizîler İbn-i Teymiyye'ye gelerek tevbe ettiler. Askerlerden aldıkları at ve silahlarla halkın mallarını iade eden isyancılar böylece devlete boyun eğerek Allah (c.c.)'ın hükmünü kabul ettiler. Bu hadise H. 699 da vuku bulmuştur. )

[63]  (Yenilgi 699 senesinde vuku bulmuştur. Adı geçen Gâzân râfizî İbnul-Mutahhar'ın kendisine reddiyye yapılan kitabı takdim etiği Hüdâbende' nin kardeşidir. Yukardaki dipnotta özetlenen hadisede dikkati çeken olay şudur:

İbni Teymiyye Şam'a hücum eden Gâzân'ın yanına giderek ona şunu der:

“Sen müslüman olduğunu iddia ediyorsun. Beraberinde de müezzinler, kadılar, imamlar vardır. Neden bize savaş açıyorsun? Baban ve deden (Hülâgû) Kâfir olmalarına rağmen, yapılan anlaşmadan sonra bize savaş açmadılar. Sen de bizimle anlaşma yaptın ama sözünde durmadın.” Hadiseyi nakleden Ebu Abdullah el-Bâlisî şöyle der:

“Gâzân ile Şeyhul İslâm arasında sert tartışmalar oldu. Fakat Şeyhul İslâm hiç çekinmeden konuşuyordu. Neticede Gâzân, oradakilerin hepsine yemek verdi. İbn-i Teymiyye bu yemekten yemedi. Neden yemediği kendisine sorulunca, İbn-i Teymiyye şu cevabı verdi:

“Milletin malını gasbederek, ağaçlarını keserek pişirdiğiniz yemeğinizi nasıl yiyeyim?” Sonra Gâzân İbn-i Teymiyye'den dua taleb etti. İbn-i Teymiyye de şu duayı yaptı: “Allah'ım şu kulun senin rızan için çarpışıyorsa onu muzaffer kıl. Değilse onu perişan et.” Gâzân da bu duaya âmin diyordu. )

[64]  (Bakara: 2/79)

[65]  (Müslim İman: 28)

[66]  (Hucurât: 11)

[67]  (Haşr: 10)

[68]  (Bu zât Habis b. Rabia el-Yemânî'dir. Çok ibadet eden ashabtandır. Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından olup Sıffînde şehid düşmüştür. )

[69]  (Kaf: 19)

[70]  (H. 83 te vefat eden Said b. Ebi İmran olduğu umulur. Bu zat Salih idi. Maalesef ona isnad edilmiş bir çok uydurma haberler mevcuttur. Bu haberde de aynı şey görülmüştür.)

[71]   (Ebu Abbas: Ahmed b. Yahya Sa'lebe'dir. H. 200-291 de vefat etmiştir. Ebu Ömer ez-Zâhid'in hocasıdır. )

(Ra'd: 13/47)

[73]  (Fatır: 35/28)

[74]  (Nebe: 40)

(Ra'd: 13/18)

(Zümer: 39/30)

[77]  (Al-i İmran: 3/144)

[78]  (Buhari, Fedail: 6, Enbiya: 54, Ahmed: 6/55)

[79]  (Buhari, İlim: 22 Tabir: 15, Müslim Fedail: 16, Darimi Rüya: 13)

[80]  (Buhari, Tabir: 15)

[81]  (Bedir esirleri hakkında “Allah’ın ilmî ezelisinde mukarrer olmasaydı aldığınız fidyeler mukabilinde elbet büyük bir azaba erişecek idi,” (Enfal: 68) ayeti nazil olup Ömer'in (r.a.) fikri te'yid edilmiştir. )

[82]  (Buhari Megazi: 83, Müslim Fedail: 11)

(Müslim Fedail: 11)

[84] (Nisa: 4/20)

(Maide: 5/93)

(Maide: 5/93)

[87]  (Enbiya: 21/79)

[88]  (Ahkâf: 46/15)

[89]  (Bakara: 2/233)

[90]  (Şûra: 42/33)

(Mülk: 67/10)

[92]  (Müslim Mesacid: 311, Ahmed: 5/298)

[93]  (Enfal: 8/9)

[94]  (Bu hadise şiî'liğin gelişmesini gösteren tarihi bir delildir. Ebu ishak Kûfe'nin büyük âlimlerinden idi. Osman'ın (r.a.) şehadetinden üç sene önce doğdu. Uzun bir ömürden sonra H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:

Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.

Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terkettiklerini bilecektik.

Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) medhederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet ederek H. Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır. Bu durum Ebu İshak'ın son günlerine rastlamaktadır. )

278 Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. )

[96]  (Tirmizi, Menakıb: 16, 37, İbni Mace Mukaddime: 311)

[97]  (Mâide: 5/54)

[98]  (Buhari Şehadet: 27, Ahkam: 30, Hilye: 10,Müslim Akdiye: 4, Ebu Davud Akdiye: 7, Tirmizi Ahkam: 11, Nesai Kudat: 13,33 İbn Mace Ahkam: 5)

(Şûra: 42/38),

(Ali İmran: 3/159)

(Kasas: 28/26)

(Kasas: 28/9)

(Tirmizi Mesacid: 311, Ahmed: 5/298)

[104] (Tirmizi Menakıb: 16 37, İbn Mace, Mukaddime: 11)

[105] (Maide: 5/54)

[106]  (Hasan el-Basri anlatıyor: Osman (r.a.) zamanında tellalın şu ilanlarda bulunduğunu işittim: “Ey insanlar! Paylarınızı almaya geliniz. Ey insanlar! Rızıklarınızı teslim alınız! Hatta ey insanlar! giyeceklerinizi almaya geliniz!” diyordu. Onlar da gelir, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal ve erzak alıp giderlerdi.

Hasan El-Basri devamla şöyle diyor:

“Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Hatta yeryüzünde biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.”

Yukardaki rivayeti Hasan el-Basri'den El-Hâfız İbn-i Abdil Berr nakletmiştir.

Osman'ın (r.a.)' muasırı ve Hasan Basrinin de yakın arkadaşı olan İbn-i Sirîn de şöyle diyor:

“Osman (r.a.) zamanında o kadar mal bolluğu oldu ki, Cariye ağırlığı mukabilinde para ile, yüzbin, at, bir hurma ağacı da bir dirheme karşı satılıyordu.”

Abdullah b. Ömer'e Osman ve Ali'nin faziletleri hakkında bir soru sorunca:

“Allah seni iyilikten uzaklaştırsın! Her ikisi de benden hayırlı olan iki kişiyi mi soruyorsun? Onlardan birini yüceltip birini alçaltmamı mı istiyorsun?” şeklinde cevab verdi. )

[107] (Rafızî'ler Ömer'e (r.a.) (Hâşâ!) “Tâğut” dedikleri gibi Ebu Bekir'e (r.a.) de “Cibt” diyorlar. Bu şekildeki isimlendirme râfizilerin Cerh ve ta'dil kitaplarından biri ve El-Meekanî'nin eseri olan “Tenkihul Mekâl” adlı kitapta mevcutur. Halbuki Allahın Ebubekir'i medheden ve Tevbe sûresinde bulunan ayetini Ali (r.a.) Ona tebliğ etmiştir. O zaman Ebubekir (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emri ile hacıların başında Mekke'ye doğru gidiyordu. Allah cümlesinden razı olsun. )

[108] (Maide: 5/27).

[109] (Hud: 11/7, Mülk: 67/2)

[110] (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)

[111] (Yani Rasulullah vefat ederse, fitneler, savaşlar ve irtidatlar başlayacaktır. Ashab vefat eder giderse bidatlar, fitneler v.s. tehlikeler doğacaktır. Bu izah Müslim'den alınmıştır. Mütercim)

[112] ( Müslim Fedail: 215)

[113] ( Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)

[114] (Müslim Fiten: 5)

[115] (Çünkü O masum değildir. Ma'sumiyet ancak peygamberler içindir. )

[116] (Ebu Asım el-Kûfi'dir. İbn'ül Mübarek ve İbn-i Uyeyne'nin talebelerindendir. Müslim Sahihinde ve Ebu Davud'un Müsned'inde hadisleri vardır. Güvenilir bir zattır. Muharrem 238 de vefat etmiştir. )

[117] (Nisa: 4/6)

[118] (Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh Osman'ın (r.a.) Mısır'a vali olarak tayin ettiği zattır. Bu zat ashabın ileri gelenlerinden olup savaşların bir çoklarına katılmıştır. )

(Tevbe 9/34-35)

[120] (En güzel işe geliniz, kurtuluşa geliniz)

[121]  (Buradan Ali (r.a.) hakkında bir itham çıkarılamaz. Çünkü Onun devrinde çıkarılan fitne fesatlar yüzünden müslümanların ileri gelenleri arasında da guruplaşmalar bulunuyordu. Halbuki Osmana (r.a.) muhalefet edenler müslümanarın ileri gelenleri “Alimleri” değil, sağda solda kışkırtılmış çoğu ayak takımı hatta menfaatperest guruplardı.)

[122] (Al’i-İmrân: 3/152-153)

[123] (Al'i-İmrân: 3/155).

(Hucurat: 14/10).

[125] (Mümtehine: 60/7).

[126] (Abdullah b. Sebe Şiîler için yeni bir inanç uyduran bir hâindir. Ona göre Yuşa' (a.s.), Musa'yı vâsi kıldığı gibi, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Ali'yi (r.a.) vâsi kılmıştır. Abdullah'tan sonra Şiilerin şeytanı olan Muhammed b Cafer er-Râfizî gelerek, imametin muayyen şahısların hakkı olduğunu söylemiştir.)

[127] (Nisa: 4/51)

[128] (Hasan el-Askeri'nin oğlu ve Şiilerin muntazar imamı kasdedilmektedir. Şiilere göre Muntazar, çocuk iken Sirdaba (Mağara) girmiştir. Halen de Onu beklemektedirler. Halbuki Hasan el-Askeri'nin oğlu bile yoktu. Hatta hanım ve cariyeleri iddet müddeti içerisinde bir evde tutulmaları, onların hâmile olmadıklarını göstermektedir.)

[129] (Nisa: 4/59)

[130] (Nasibiler: Ehl-i Beyte düşmanlık eden zümrelerin umumunun adıdır. )

[131] (Dörtyüzaltmış Şeyhülislam İbn-u Teymiyye'nin zamanına göredir. )

[132] (Nahl: 16/44).


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to