Üçüncü Bölüm
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) İmameti
Hakkında
Şiilerin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) Üstünlüğünü İsbat Eden Deliller Vardır İddiaları
Râfizî şöyle diyor:
“İmamiyye mezhebi mensubları, seven ve sevmiyen kimselerin Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında naklettikleri ve sayılmayacak
kadar olan faziletlerini, bunun yanında cumhurun da Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) hariç, başkaları hakkında rivayet ettikleri kusur ve
eksiklikleri görünce, Ali'ye (r.a.) uyarak O'nu imam edindiler, başkasını da
terkettiler. Biz Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üstünlüğüne
dair ve onların (Ehl-î Sünnet) yanında da sahih olan birkaç delili zikredeceğiz
ki, bunlar kıyamet gününde onların aleyhinde hüccet olacaktır. Bu delillerden
bir tanesi Ebul Hasan el-Endülüsî'nin “El Cemiu beynes-Sihahissitte” adlı
eserde Ümmü Seleme'den rivayet ettiği şu hadisedir:
Ümmü Seleme kendi evinde otururken:
“Ey Ehlibeyt = Peygamber ailesi! Allah sizden sırf günahı gidermek ve
sizi tertemiz yapmak istiyor.”[1] Ayet-i kerimesinin inmesi
üzerine, Yâ Rasûlullah! ben ehl-i beytten değil miyim? diye sordu.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
Sen bana hayırlısın. Sen peygamberin zevcelerindensin, cevabını verdi.
Ümmü Seleme devamla şöyle dedi:
Evde Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (r. Anhum) da bulunuyorlardı.
Rasulullah Onları bir aba (bürgü) ile bürüdükten sonra şöyle buyurdu:
“Allahım! bunlar ehl-i beytimdir. Onların günahını affet ve
tertemiz kıl!”[2]
Râfizî'nin bu iddiasına şöyle cevab veriyoruz:
Her şeyden önce Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) faziletleri hakkında rivayet edilen hadisler Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) faziletleri hakkında rivayet edilen
hadislerden fazladır. Kaldı ki râfizînin cumhura atfederek sahih dediği
hadislerin çoğu cumhura yapılan en açık iftiralardır. Gerçekten sahih olanlar
ise onların hiç birisinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ebu
Bekir'den (r.a.) üstün olduğu belirtilmemiştir. Üstelik böyle hadîslerde
başkalarının da fazilet hususunda Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
ile müşterek olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh)
faziletleriyle ilgili hadisler ise yalnız onlara hastır. Özellikle Hz.
Ebubekir'in (radiyallâhü anh) faziletlerine başkaları ortak edilmemiştir.
İlk üç halifeye isnad edilen eksiklik ve kusurlara gelince, bunlar ancak
râfizînin yaptığı gibi, nâsibînin (Ehl-i beyte düşmanlık edenler) Ali'ye (r.a.)
tevcih ettiği kötü sözleri gibidir.
Ey Râfizî!
“İmâmîler, seven ve sevmeyenler de Ali'yi (r.a.) tenzih ettikleri için
O'nu imam edindiler. Başkasını da terkettiler. Çünkü başkası dediğimiz kimse
hakkında imametine inanan kimseler dahi halifeliğine dil uzatmışlardır.”
diyorsun.
Ey Râfizî!
Bu iddian açık bir iftiradır. Ali'ye (r.a.) muhalif olanlar onu tenzih
etmemişlerdir. Üstelik Onu zemmedenler müteaddit fırkalardır. Hem de Ali'yi
(r.a.) zemmeden bu fırkalar Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) ve Osman'ı (r.a.) zemmedenlerden nisbeten daha iyidirler.
Ali'yi (r.a.) zemmedenler de O'nun lehinde aşırılığa gidenlerden daha
üstündürler.
Meselâ; Hâricîler[3] Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) (Hâşâ!) küfrü üzerine ittifak etmişlerdir. Bununla
beraber haricîler bütün müslümanların indinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) ilâhlığına veya peygamberliğine inanan (sapık) ğulât-i şîadan
daha iyidirler. Yine haricîler ve Ali'ye (r.a.) karşı savaşan sahabe ve tabiîn,
bütün müslümanların indinde, Ali'yi (r.a.) ma'sum imam olarak kabul eden ve bu
şekilde inanan râfizî İmamilerden de hayırlıdırlar.[4]
Hem de râfizîlerden başka Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer
(radiyallâhü anh)'i zemmeden kimse yoktur.[5]
Hatta haricîler bile her ikisinin halifeliğini kabul ediyor ve onlardan
iyilikle bahsediyorlar. Mervânîler dahi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) (hâşâ!) zâlim olduğunu ve halifeliğe hakkı olmadığını
söylemelerine rağmen, akrabaları olmadıkları halde Hz. Ebubekir (radiyallâhü
anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) halifeliklerini kabul ediyorlar.
Bütün bu ihtilaflardan sonra Ali'yi (r.a.) sevenler de sevmeyenler de Onu
iyilikle andılar da diğer üç halifeyi anmadılar denilebilir mi?
Üstelik bütün bu halifeleri tenzih edenler hem daha çok hem de daha faziletlidirler.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den (hâşâ!) küfür, zulüm ve isyan
ile bahsedenler ise mahdut bir kaç guruptur. Onlar da râfizîlerden daha bilgili
ve onlara nazaran daha dindardır. Rafizîler onlara karşı aciz kalırlar.
Râfizîlerin onları ilzam edecek bir delil getirmeleri de mümkün değildir.
Savaşta dahi rafizîler haricilere galip gelemediler.
(Hakem olayından sonra) Ali'ye (r.a.) küfür ve zulüm nisbet edenlerden
hiç bir gurubun İslâmdan irtidat ettiği bilinmemektedir. Ama diğer üç halifeyi
zemmedenler böyle değildir. Onlardan aşırı gidenler irtidat etmiş sayılırlar.
Ali'nin
(r.a.) ulûhiyetini iddia eden Nusayrîler, nusayrilerden de daha berbat olan
mulhid İsmailîler ve Peygamberliğini iddia edenler gibi. Bütün bunlar kâfir ve
mürteddirler. Allah ve Resulüne olan küfürleri, İslâm dinini bilen herkes için
gizlenemiyecek kadar açıktır.
Bir beşer hakkında ulûhiyet iddia edenler veya Rasûlullah'tan sonra bir
peygamberin varlığına inananlar, bütün bu söz ve benzeri sözlerin sahipleri, İslamı
az da olsa bilen kimsenin yanında kafirlikleri çok açıktır.
Hayret edilecek şey râfizîlerin ona peygamber ismi verip vermemeleri
değildir. Esas hayreti gerektiren şey Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh)”yi peygamber sıfatlarıyla nitelendirmeleridir. Onların indinde “Buhari”
mesabesinde olan El-Küleynî'nin “El-Kâfi” adlı eserinin konu başlıklarında bu
durum şöyle müşahade edilmektedir:
“İmamlar, Allah (celle celâlühü)'ın halifeleri ve ilminin hazineleridir,
imamlar yeryüzünün direkleridir, imamlar, dilleri ayrı olmalarına rağmen bütün
kitapları bilirler. İmamlardan başkası Kur'an-ı Kerimi toplamamıştır. İmamlar
peygamberlere ve meleklere verilen bütün ilimleri bilirler. İmamlar ne zaman
öleceklerini bildikleri gibi ölüm onların isteklerine bağlıdır. İmamlar olmuş
ve olacak şeyleri bilip, Onardan hiçbir şey gizli değildir. Allah peygamberine
ne bildirdiyse onu Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)ye bildirmesini
emretmiş ve ilimde ortak olduklarını söylemiştir. İmamlar insanların gizlediklerini,
leh ve aleyhlerindeki şeyleri dilerlerse açıklayabilirler. Bir imam ondan önce
geçen imamın hallerini bilir. İmam, kendisinden sonra imam olacak kimseyi
bilir. İmamlar hakim olduklarında Davud (a.s.) ve Ali'nin hükmüyle hüküm
verirler. İmamlar yaptıklarından sorulamazlar. Ancak, imamlardan çıkan emir ve
yasaklar haktır. Arzın tümü imamın hükmü altındadır.” Bütün bu konular itimad
ettikleri kitaplarının başlıklarındandır. Râfizîlerin aşırılığa gitmeden önceki
itikadları böyle idi. Aşırılıktan sonraki itikadlarının bu şekilde olması artık
mezheblerinin gerekliliğinden oldu. “Tuhfetül İsnâ Aşeriyye” adlı eserde itikad
ettikleri sapıklıklardan bazılarının kısacası şöyledir:
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) peygamberlerden üstündür.[6]
İmamlar peygamberlerden âlim oldukları için makamca onlardan üstündürler.[7]
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) gelmiş ve geleceklerin
hayırlısı olduğuna dair uydurdukları hadisler[8]
İmamiyyeye göre Ali'ye (r.a.) vahiy
gelirdi. Fakat yalnız sesi işitiyordu.[9]
Ama Ali'yi (r.a.) tekfir edip, Ona lanet eden hariciler ile Muaviye
(r.a.) taraftarlarından ve Mervanoğullarından Ona lanet okuyup Onunla
savaşanlar bu statüde sayılmazlar.
Bunlar İslâmı ve hükümlerini kabul ederek namaz kılıyor, zekat veriyor,
ramazan orucunu tutuyor, Haccediyor ve Allah (celle celâlühü)'ın haram
kıldığını da haram kılıyorlar. Onlarda açık bir küfür alâmeti de yoktur. Aksine
onlarda açıkça görülen İslâm şiarı ve onu üstün tutma duygusu vardır. İslâmı
bilen herkesçe bu böyle bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen sevenler ve
sevmeyenler, ilk üç halifeyi değil de ancak Ali'yi (r.a.) tenzih etmişler,
iddiası nasıl doğru olabilir?
Ali'ye (r.a.) buğzedip Osman'ın (r.a.) halifeliğini kabul edenlerle,
Osman'a (r.a.) buğzedip Ali'yi (r.a.) sevenler ayrı ayrı düşünülecek olursa
haricîlerin bütün bunlardan bazı yönlerde daha iyi oldukları görülecektir.
Ehl-i Sünnet Ali'yi (r.a.), halifeliği esnasında kısmî de olsa tek başına
bırakmışlarsa onların Ali'ye (r.a.) buğzeden harici, emevî ve Mervanîlere karşı
koyacak bir güce sahip olmayışlarındandır. Çünkü bu guruplar kalabalık idiler.
Bilindiği gibi Ali'yi (r.a.) zemmedenlerin en kötüleri de hâricilerdir. Onlar
Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir ediyor, mürtedliğini iddia ediyor ve Allah (celle
celâlühü)'a yaklaşabilmek için kanını helal görüyorlardı.
Hatta şâirlerinden biri olan İmran b. Hittan şöyle diyor:
-
Öyle temiz birisinden bir
darbe indi ki, (Ali'ye (r.a.))
-
Ki O, Onunla ancak Allah (celle
celâlühü)'ın rızasını istedi.
-
Öyle bir günde
hatırlıyacağım ki Onu, biliyorum.
-
Allah indinde tam
mükâfatını alacaktır.
Ehl-i Sünnetten bir şâir de bu harici şâir'e şöyle cevap veriyor:
-
Öyle bedbaht birisinden bir
darbe indi ki (Ali'ye (r.a.))
-
Ki O, onunla Allah rızasını
kaybetti.
-
Öyle bir günde
hatırlıyacağım ki, Ona lanet edeceğim.
-
İmran b. Hittane de lanet
okuyacağım.
İşte hariciler de bunlardır...
Bunlar sahabe ve Tabiîn zamanında yaşıyor ve onlarla münakaşa ederek
gerektiğinde savaşıyorlardı. Ashab-ı kiram onların öldürülebileceği hususunda
ittifak etmelerine rağmen, onları tekfir etmiyorlardı. Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) de onları tekfir etmemiştir.
Ama Ali'ye (r.a.) olan bağlılıklarında aşırı gidenlerin küfürleri
hususunda sahabe ve diğer müslümanlar ittifak etmişlerdir. Hatta Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bizzat onları tekfir etmiş ve ateşle
yakmıştır. Fakat müslümanlardan birini öldürmedikleri ve mallarını
gasbetmedikleri müddetçe Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
haricîlerle savaşmamıştır.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında aşırı gidenlerin
mürted olduklarına Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve sahabe
hüküm vermelerine rağmen haricîler için böyle bir hüküm vermemişlerdir.
Bundan da anlaşılıyor ki;
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer ve Osman'ı (r.a.) terkedip Ali'yi
(r.a.) imam kabul ettiklerini iddia edenlerde bulunan kötülük ve küfür - Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ashabın icmaı ile - Ali'ye (r.a.)
düşmanlık edip küfür isnad eden kimselerde bulunan kötülük ve küfürden daha
çoktur.
Yine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'e buğzedenlerin -Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve sahabe indinde- Ali'ye (r.a.)
buğzedenlerden kötü oldukları anlaşılmış oldu.
Âbâ hadîsine gelince;
Tirmizî bunu sahih görmüştür. Müslim de Aişe (r.a.)'den rivayet edilen
hadisten tahric etmiştir. O da şudur:
Aişe (r.a.) buyuruyor ki:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) güneşin doğumuna yakın bir
zamanda, üstünde siyah kıldan yapılmış süslü bir peştimal olduğu halde çıka
geldi. Hemen o esnada Hasan ve Hüseyin de geldiler. Onları peştimalın altına
aldı. Sonra Fâtıma geldi. Onu da peştimalın altına aldı. Sonra Ali geldi Onu da
peştimalın altına aldı. Sonra “Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi
tertemiz yapmak istiyor.”[10] ayetini okudu.
“Aslında bu hadisin övgüsüne Fatıma, Hasan ve Hüseyinde (r.a.)
katılmışlardır. Onun için yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) özelliklerinden sayılmaz. Bilindiği gibi kadın imam olamaz.
Binaenaleyh bu hadisin fazileti yalnız imamlar hakkında değil aksine
başkaları da buna müşterektir. Eğer delilin mazmumunda Allah (celle celâlühü)'ın
ehli beytin günahını giderip onları tertemiz çıkarması varsa, Ebubekir
es-Sıddık (r.a.) hakkında da Allah (celle celâlühü):
“Uzaklaştırılacaktır ondan (cehennemden) takva sahibi olan,
malını (hayra) veren, (Gösteriş yapmıyarak) temizlenen.”[11] buyurmuştur.
O esnada Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) takva övgüsüne
girmemişti. Çünkü o zaman onun malı yoktu. Ama hayberi fethedip mal sahibi olunca
o da ayetin şümulüne girmiştir.
Râfizî :
“Ey iman edenler! (Fakirler faydalansın, peygambere hürmet olsun
diye) siz peygambere mahrem bir şey arz edip konuşmak istediğiniz zaman, (bu)
konuşmanızdan önce bir sadaka verin...”[12]
ayetin mealini zikrettikten sonra Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh):
“Benden başka bu ayetle kimse amel etmemiştir” sözünü naklediyor.
Evet bunun da cevabı şudur:
Müslümanlara verilen sadaka verme emri, vacib değildir ki onu terketmekle
âsi olsunlar. Üstelik sadaka verme emri, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) ile mahrem konuşmak isteyenlere verilmiştir. O esnada da Hz. Ali'den
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) başka kimsenin mahrem konuşmak
istemediğini ve bunun için Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
sadaka verdiği anlaşılmış oldu. Bu durum hacc-ı temettü' yapmak isteyen fakat
meşru bir sebepten dolayı haccını tamamlayamayan kimseye hedy'in, meşru bir
sebepten dolayı ihramda iken saçını kesene fidyenin, yeminini bozana keffaretin
vacib olması gibidir. Sonra mahrem konuşurken sadaka verme emri devam
etmemiştir. Bu da Ali'ye (r.a.) dek gelmiştir ki, iki dirhem veya miktarınca
tasadduk etmiştir.
Halbuki
Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.) bütün malını defaten tasadduk ettikten sonra
Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) geldiğinde Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) O'na Ehline ne bıraktın? diye sorması üzerine, Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh), Allah ve Rasulünü bıraktım cevabını vermiştir.
Rafizî şöyle diyor:
“Muhammed b. Ka'b el-Kurazi şöyle dedi:
Abduddar oğullarından Talha b. Şeybe, Abbas ve Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) bir birlerine karşı iftihar ederek Talha; Kabe'nin
anahtarları bendedir, istersem içinde yatarım.
Abbas (r.a.);
“Sıkaye (su dağıtma) vazifesi bendedir. Ben de istersem içinde
gecelerim.” dedim.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de;
“Ben herkesten önce ben Kabe'ye doğru altı ay namaz kıldım, cihadın
gerçek sahibi de benim” dedi. Bunun üzerine:
“Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile mescid-i Haram'ın
imârını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad eden
kimsenin işi gibi mi tuttunuz?”[13]
mealindeki ayet-i kerime indi.”
Râfizînin bu iddiasına şöyle cevap veriyoruz:
Naklettiğin bu ibare itimad edilen hiçbir hadis kitabında yoktur. Aksine
yalan olduğu hakkında açık deliller vardır. Şöyleki:
Herşeyden önce Taha b. Şeybe isminde biri yoktur. Ka'be'nin hizmetçisi
Şeybe b. Osman b. Ebi Talha'dır.[14]
Bu dahi hadisin sahih olmadığını sana ispatlamağa kâfidir. Sonra hadiste
Abbas'ın; İstersem mescidde gecelerim, sözü vardır. Mescidde gecelemenin büyük
bir iş olduğu nereden çıkıyor ki hatta onunla iftihar edilsin?
Yine mezkûr hadiste Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh);
“herkesten önce ben Ka'be'ye doğru altı ay namaz kıldım”, sözü vardır ki, bu
sözle mezkûr hadisin batıl olduğu zarureten anlaşılmış oldu. Çünkü Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Zeyd, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve
Hatice'nin müslüman oluşları arasında birkaç günlük fark vardır. O halde nasıl
olur da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) herkesten önce altı ay
Kabe'ye doğru namaz kılmış olabilir?
Bütün bunlara rağmen ve başkası da cihada katıldığı halde Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), “Cihad sahibi, yalnız benim” der mi? Şu
halde bu hadis uydurmadır.
Râfizînin iddiasına sahihi Müslimde Nu'man b. Beşir'den rivayet edilen
bir hadis ile de cevap verilebilir. Şöyleki:
Nu'man b. Beşir şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in mimberi yanında bulunduğunun
bir sırada adamın biri:
“İslamı kabul ettikten sonra hacılara su vermekten başka bir amel
işlemesem umurumda değildir.” Bir diğeri:
“İslamı kabul ettikten sonra mescid-i haramı imar etmekten başka bir amel
işlemesem umurumda değildir.”
Bir başkası da:
“Cihadı zikrederek, o dediklerinizden üstündür,” dedi. Bunun üzenine Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) onları dağıtarak:
Bugün Cumadır. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mimberi
yanında sesinizi yükseltmeyin. Cumayı kıldıktan sonra Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in yanına girip ihtilaf ettiğiniz konuyu soracağım, dedi.
Bunun üzerine:
“Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Haramın
imarını, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad eden
kimsenin işi gibi mi tuttunuz?”[15]
mealindeki ayeti kerime nazil oldu.
Bundan da anlaşılmış oldu ki Cihad yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus bir
özellik değildir. Onunla beraber cihad edenler çoktur. Allah (celle celâlühü)
şöyle buyurur:
“İman edenler, hicret yapanlar, Allah yolunda mallarıyla ye canlarıyla
savaşanlar, Allah katında daha büyük dereceye sahibidirler.”[16]
Şüphesiz ki, Ebu Bekir'in (r.a.) can ve malıyla yaptığı cihad Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve başkalarınkinden daha çoktur. Onun
içindir ki rivayet edilen sahih bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Onun hakkında şöyle buyururlar.
“İnsanlar arasında sohbetinde ve harcamasında bana en çok yardımı
olan Ebu Bekir'dir.”[17]
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) hem diliyle hem de eliyle mücahid idi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan sonra Allah (celle celâlühü)'a ilk
davet eden eden, hicretinde ve cihadında onunla birlikte olan yine odur. Hatta
Bedir Muharebesinde El-Arişte (Rasûlullah'a ait özel çadır) yalnız kendisi
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber idi. Uhud muharebesi
gününde de Ebu Süfyan; - Şiddetli düşmanlığından dolayı - yalnız Rasulullah,
Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) sormuştur. Ebu Süfyan:
“Muhammed içinizde mi?” diye sorunca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem):
“Cevab vermeyiniz” buyurdu. Ebu Süfyan:
“İbn-i Ebi Kuhafe (Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)) aranızda mı? Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) aranızda mı?” sorularını da sorunca yine Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)
“Cevab vermeyiniz” buyurdular. Bunun üzerine Ebu Süfyan’ın:
“Bu sizin için yeter”, diye müslümanlara hakarette bulunması üzerine Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) kendini tutamadı ve yalan söylüyorsun ey Allah (celle
celâlühü)'ın düşmanı! Saydıklarının hepsi hayattadır. Allah (celle celâlühü)
seni yasa boğacak olanı sana bıraktı, dedi (Buharî).
Râfizî şöyle diyor:
“Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üstünlüğünü isbat eden
deliller, den biri de şudur:
Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiğine göre Enes (r.a.) Selman-i Farisi'ye:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den sor bakayım yerine vâsi
olarak kimi tayin etti? Selman sordu. O da Selman'a:
Musa'nın vâsisi kimdi? diye sorması üzerine, Selman, Yuşa' (a.s.) dır,
dedi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) o zaman şöyle buyurdu:
“Benim vasim ve vârisim Ali'dir.”[18]
Binaenaleyh onun her zikrettiğini sahih olması şart değildir. Sonra yalan ve
uydurmadır. Ahmed b. Hanbel'in müsnedinde böyle bir şey yoktur. Üstelik Ahmed
b. Hanbel başta Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) olmak üzere sahabenin faziletleri hakkında bir kitab te'lif
etmiştir. Bu eserinde sahabenin faziletleri ile ilgili olarak rivayet edilen
zaif ve sahih hadisleri bilinsin diye zikretmiştir. Binaenaleyh onun her
zikrettiğinin sahih olması şart değildir. Sonra onun bu eserinde oğlu
Abdullah'ın Ahmed b. Ca'fer b. Ham'dan el-Katîî'nin üstadlarından rivayet
ettikleri ziyadeler vardır. El-Katî'nin ziyade ettikleri rivayetlerinin çoğu
yalandır. Bazıları ileride zikredilecektir.[19]
El-Katîî'nin şeyhleri Ahmed'in (r.a.) tabakatında bulunan zatlardan
rivayet ettikleri için bu câhil rafizîler bu tabakatta bir hadis gördüler mi
bunun Ahmed (r.a.) tarafından rivayet edildiğini zannederler. Halbuki
kendisinden değildir. Bu ancak EI-Katîi ve üstadlarının bir iddiasıdır. Bunun
gibi Müsned'de de Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah tarafından özellikle Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) müsnedinde bir çok ziyadelikler
konulmuştur.[20]
Yukarıdaki hadis de yalancıların uydurmalarındandır. Vallahi Ahmed bu
hadisten bahsetmemişti.
İşte Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i ve sahabe hakkında te'lif ettiği kitabı
ortadadır.
Râfizî şöyle bir rivayetin mevcudiyetini iddia ediyor:
“Yezid b. Ebi Meryem, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
şöyle dediğini rivayet ediyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber Kabe'ye gittik.
Rasulullah omuzuma çıktı Kalkmağa çalıştım. Bende bir kuvvetsizlik hissedince
indi. Bu sefer o çöktü ben de omuzuna çıktım. Kabe'nin damına çıkıncaya kadar
beni yukarıya doğru kaldırdı. Orada bakırdan yapılmış bir heykel vardı. Onu
aldım, yere attım ve kırıldı. Sonra koşarak ayrıldık ve gizlendik.”
Bu rivayet karşısında deriz ki:
Eğer bu doğru ise imamlara has bir özellik ihtiva etmemektedir. Çünkü
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) namaz kılarken bazan Ümâme binti Ebil
As'ı omuzuna alırdı. Bir gün secdede iken Hasan (r.a.) gelip omuzuna çıkmıştır.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kız ve erkek çocukları sırtında
taşıması, onlara has meziyetlerinden değildir. Ali'yi (r.a.) taşımasında da
böyle bir şey söz konusu değildir. Ancak Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) taşıyamayınca
kendisi Onu taşımıştır. Bu da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in
menakıbıyte ilgilidir.
Şüphesiz ki Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) taşıyanın
üstünlüğü, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat taşıdığı kimsenin
üstünlüğüne karşı daha çoktur. Uhud'da Talha b. Ubeydullah ve diğer sahabelerin
Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) taşımaları gibi.
Birisi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) faydalı olmuştur.
Diğeri ise Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) can ve malıyla
yardımcı olması, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kimseye bizzat
canıyla yardımcı olmasından daha üstün bir meziyettir.
Râfizî şöyle diyor:
“İbn-i Ebi Leylâdan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu:
“Sâdıklar üç tanedir. Habibu'n-Neccar, Firavun kavminden mü'min olan zat
ve Ali'dir. Ali, hepsinden üstündür.”
Bu da yalandır diyoruz. Çünkü sahih hadis ile Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in Ebubekir'i (r.a.) “Sıddîk” diye nitelendirdiği
sabittir. Kaldı ki, İbn-i Mes'ud'un (r.a.) merfu olarak rivayet ettiği hadiste
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kişi doğru konuşur ve doğruyu öğrenmeğe çalıştığı müddetçe Allah
indinde sâdıklardan yazılır.”[21]
Bundan da anlaşılıyor ki, sâdıklar çoktur.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Onun annesi (Meryem) sıddîkadır.”[22]
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye:
“Ben sendenim, sen de bendensin”, dedi.”[23] Diyoruz ki:
Evet bu hadisi El-Berâ hadisinden Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Hamza'nın (r.a.) kızı kimin yanında kalacak diye Ali, Ca'fer ve Zeyd münakaşa
ederlerken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):
“Ben şendenim, sen de bendensin”[24] Ca'fere:
“Yaratılışta ve ahlâkta bana benziyorsun”, Zeyde:
“Sen kardeşimiz ve azâdlı kölemizsin” buyurdular. Fakat
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) söylediği:
“Ben şendenim, sen de bendensin” lâfzı başka sahabîlere de
söylenmiştir.
Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem), Eş'arîler için:
“Onlar benden, ben de onlardanım”[25] buyurmuşlardır.
Râfizî şöyle naklediyor:
“Amr b. Meymun şöyle dedi:
“Ali'nin başkasında olmayan on üstünlüğü vardır. Onlar da şunlardır:
Rasulullah (Ali için):
Allah (celle celâlühü)'ın ebede kadar mahcup etmiyeceği bir adamı
göndereceğim, O Allah ve Rasulünü sever, Allah ve Rasulü de onu sever, bu vazifeye
nail olan şereflenmiştir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ali b. Ebi Talib nerededir?” diye sordu.
Ashab:
“Değirmende kendisinden başka öğütecek kimse olmadığı için gözleri
rahatsızlanmıştır. cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) geldi fakat nerdeyse göremiyordu. Rasulullah gözlerine
üfürdü ve bayrağı üç defa sallayarak Ali'ye (r.a.) verdi. O da savaşı kazanarak
Safiyye binti Huyayy ile döndü.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir'i (r.a.) bir
ültimatomla gönderdikten sonra Ali'yi (r.a.) arkasından yolladı ve:
“Onu benden olan, benim de ondan olduğum kimse götürsün”
buyurdu.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) de hazır olduğu bir yerde amca çocuklarına:
“Sizden hanginiz dünya ve ahirette yardımcım olabilir?”
sorusuna karşı hepsi çekimser kaldılar. Bunun üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh):
“Ahirette de, dünyada da ben seninle beraberim” dedi.
Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu bırakarak teker teker
orada oturanlara yukarıdaki soruyu sordu. Hiç kimseden ses çıkmayınca Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) tekrar:
“Ya Rasulallah! ahirette de dünyada da ben seninle beraberim” dedi. Bu
hâdise üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):
“Sen dünya ve ahirette benim dostumsun” buyurdu.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Hatice'den (r.a.) sonra
ilk müslüman olanlardandır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) elbisesini Ali, Fatma, Hasan ve
Hüseyn'in (r. Anhum) üzerine gererek:
“Ey ehli Beyt = Peygamber ailesi! Allah sizden sırf günahı gidermek ve
sizi tertemiz yapmak istiyor”[26] ayeti kerimesini okudu.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) canını feda ederek Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) elbisesini giydi ve
yatağına yattı. Müşrikler de onu taşlamağa başladılar.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Tebuk gazvesine çıktığında Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ona:
“Seninle geleyim mi?” dedi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
hayır demesi üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ağladı.
Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) şöyle
dedi:
“Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibi sen de bana yakın olmak
istemez misin? Ama sen Peygamber değilsin Seni halife tayin etmeden sefere
çıkmam uygun değildir”.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):
“Benden sonra bütün mü'minlerden önce sen benim dostumsun” buyurmuştur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) kapısı hariç mescide açılan bütün Kapıları kapatmıştır. Başka
yolu olmadığı için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cünüp iken de
camiden geçerdi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır”[27] buyurmuştur.
Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem), merfu olarak rivayet
edildiğine göre O, Ebubekir'i Mekke'ye götürmek üzere bir ültimatomla gönderdi.
Beraberinde de üç kişi vardı. Sonra Ali'yi (r.a.) arkalarından göndererek;
çabuk ona yetişip kendisinin ültimatomu bildirmesini istedi. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bu işi o şekilde yaptı. Ebu Bekir geri
döndüğünde ağladı ve:
“Ya Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bende bir kusur mu meydana
geldi? demesi üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
Hayır, fakat onu benim veya benden olan birisi tarafından tebliğ edilmesi
için bana emir verildi, buyurdu.”
Râfizînin yukardan beri devam ede gelen ve hadis
olarak iddia ettiği bu sözlerine karşı diyeceğimiz şudur:
Bu hadis sabit ise her şeyden önce mürseldir, demek mecburiyetindeyiz.
Çünkü râvisi olan Amr b. Meymun Muaz b. Cebel’in tebliği üzerine müslüman olmuş
ve Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) görmemiştir. Ayrıca içinde yanlış
haberler vardır. “Seni halife tayin etmeden benim gitmem doğru değildir” sözü
gibi. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başka zamanlarda Hz.
Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) başkasını yerine vekil tayin
etmiştir.
Râfizînin “Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kapısından
başka diğer bütün kapıları kapatın” şeklinde naklettiği haber de şiîlerin
uydurmasıdır. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat etmeden
önceki son hastalığında:
“Malında ve sohbetinde insanlar arasında bana en çok minneti olan
Ebubekir'dir. Eğer bir dost edinseydim O'nu dost edinirdim. Lakin İslâm
yüzünden olan kardeşlik efdaldir. Mescide açılan kapılar arasından Ebubekir'in
kapısından başka hiçbir kapı kalmasın. Hepsi kapatılsın”
buyurmuşlardır.”[28] Râfizî “Bütün
mü'minlere bedel sen benim yerimdesin” iddiası, bütün hadis ehlinin ittifakı
ile uydurmadır.
Geri kalan özellikler ise yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus değildir. Allah ve
Resulünü sever denilmesi; Medineye halife tayin edilmesi, Harun'un Musa'ya
yakınlığı gibi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yakın olması
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ültimatomunu Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh)'den başka kimse tebliğ etmesini demesi gibi.[29]
Çünkü carî olan âdete göre anlaşmayı ancak itaat edilenlerden birisi
bozmalıydı.
Râfizînin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üstünlüğünü
ispat etmek için iddia ettiği delillerden birisi de şudur:
Ahtab Havarzem'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Ali'ye (r.a.) şöyle dedi:
“Biri, Nuh'un kavmi arasında yaşadığı kadar Allah (celle celâlühü)'a'
ibadet etse, Uhud dağı kadar da Allah yolunda altın infak etse, yaya olarak yüz
kere hac etse ve Safa ile Merve arasında mazlum olarak öldürülse seni
sevmedikten sonra cennetin kokusunu almaz ve ona giremez de..”
Zaten Ahtab b. Havarzem[30]'in bu konuda kitabı vardır.
Onda da hadsiz hesapsız yalanlar vardır. Vallahi bu da onlardandır.
Râfizî şöyle diyor:
“Adamın biri Selman-i Fârisi'“ye:
“Ali'ye (r.a.) karşı sevgin ne kadar çoktur!” demesi üzerine Selman:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Kim Onu severse beni sevmiş gibidir, buyurduğunu işittim.” dedi.
Enes'ten merfu olarak rivayet edildiğine göre Rasulullah şöyle buyurmuştur:
“Allah (celle celâlühü) Ali'nin yüzü nurundan bin melek yarattı. Bunlar
kıyamete kadar Ona ve Onu sevenlere dua ederler”,
İbn-i Ömer'den Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
“Kim Ali'yi severse Allah Onun namazını, orucunu, gece ibadetini ve
duasını kabul eder. Biliniz ki kim Ali'yi severse Allah ona bedenindeki her
damara karşı cennette bir köşk verir. Kim Muhammed'in ehl-i beytini severse
hesab, mizan ve sıratta emîn olur. Kim Muhammed'in âli'ni sevdiği halde ölürse
cennette Peygamberlerle birlikte olacağına kefilim. Kim Muhammed'in âline
buğzederse kıyamet gününde alnında “Allah (celle celâlühü)'ın rahmetinden uzak
kaldı” cümlesi yazılı olduğu halde gelecektir.”
Yine İbn-i Ömer'den, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a:
“Mi'rac gecesinde Rabbin hangi lügat ile seninle konuştu?” diye soruldu.
Rasulullah:
“Ali'nin lügati ile,” cevabını verdi. Sonra içime bir ilham geldi ve:
“Ya Rabbi sen mi, Ali mi bana hitab etti?” dedim. Allah (celle celâlühü)
şöyle cevab verdi:
“Ey Muhammed! Ben hiçbir şeye benzemem. Kimseye mukayese edilmem.
Eşyalarla tavsif edilmem. Ben seni kendi nurumdan yarattım. Ali'yi de senin
nurundan. Sonra kalbindeki gizlilikleri bildim ve anladım ki Ali'den daha
sevimli sana hiç kimse yoktur. Onun için Onun diliyle sana hitab ettim ki
kalbin mutmain olsun”.
İbn-i Abbas'dan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu :
“Bahçelerin ağaçları kalem, denizler mürekkeb, cinler muhasip, insanlar
da kâtib olsalar yine Ali'nin faziletlerini kaydedemezler. Allah Ali'nin
faziletlerini zikredene sonsuz sevab verir. Kim Onun faziletlerinden birini
hatırlar ve okursa Allah onun geçmiş ve gelecek günahlarını affeder. Yüzüne
bakmak ibadettir. Onu hatırlamak ibadettir. Bir kimse Onu sevmedikçe ve
düşmanlarından uzak kalmadıkça Allah onun imanını kabul etmez.”
Hâkim b. Hizam'dan merfu olarak rivayet edildiğine göre Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Ali'nin hendek gününde Amr b. Vidd'e karşı çarpışması, ümmetimin kıyamete
kadar yapacağı amelinden üstündür.”
Yukardan beri sıralamakta olduğumuz hadisler
hakkındaki cevabımız şudur:
Vallahi bunların hepsi de yalandır.
Allah bunları uyduranlara lanet etmiştir. Ali'yi (r.a.) sevmeyen de
melundur.
Ey râfizî sen daha önce bizce - ehli sünnetçe - sahih olandan başkasını
zikretmiyeceğini söylemiştin. Peki bu hurafeleri nereden getirdin? Fakat
anladık ki râfizîler insanların en yalancısıdırlar. Sen de onların liderisin.
Hâlin de malûmdur.
Râfizî diyor ki:
Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)’tan gelen bir rivayette Muâviye, Ona Ali'yi
(r.a.) sebbetmesi (sövmesi) için emrettiği halde Sa'd Onu sebbetmemiştir. Bunun
üzerine Muaviye:
Ona sebbetmekten seni alıkoyan şey nedir? diye sordu. Sa'd şöyle cevap
verdi:
“Beni Ali'ye sövmekten alıkoyan üç şey vardır ki onları Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) söylemiştir. Onlardan bir tanesi bende olması
benim için kırmızı develerden daha iyidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) bir gazveye çıkarken Ali'yi (r.a.) Medine'de yerine tayin etti. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ona “Ya Rasulullah! beni kadın ve
çocuklara mı emir tayin ediyorsun?” demesi üzerine Rasulullah Ona şöyle
buyurdu:
“Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibi sen de bana o nisbette olmak
istemez misin? Yalnız benden sonra peygamber yoktur.”[31] Sa'd devamla:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu işittim:
“Bu bayrağı Allah ve Resulünü seven, Allah ve Resulünün de onu
sevdiği birisine vereceğim. ”
Bunun üzerine oradakiler ellerini bayrağa doğru uzatmaya başladılar. O
esnada Rasulullah şöyle buyurdu:
“BanaAli'yi çağırınız.”
Ali gözleri ağrıdığı halde Ona geldi. Rasulullah gözlerine - şifa için -
tükürdü ve bayrağı ona verdi.
“Allah Ali'ye bir çok yerleri fethe müyesser kıldı”[32]
dedikten sonra şu ayeti kerime indi.
“Gelin, oğullarımız ve oğullarınızı çağıralım”[33]
Ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hemen Ali, Fatma, Hasan ve
Hüseyin'i (R. Anhum) çağırarak:
“Bunlar benim ehlimdir”, dedi.”
Evet yukarda rivayet ettiğin hadis sahih olup onu müslim rivayet
etmiştir.
Cahilliğinden dolayı hadisi bu mevzulara karıştırdın. Bu durum incilerin
arasına koyun kığısını dizen birinin haline benzer.
Kaldı ki, bu özellik yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus değildir. Çünkü
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine'ye ondan başkalarını da tayin
etmiştir.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi (r.a.) Harun'a
benzetmesi (a.s.), Ebubekir'i (r.a.) İbrahim (a.s.) ve İsa'ya (a.s.), Ömer'i
(r.a.) de Nuh (a.s.) ve Musa'ya (a.s.) benzetmesinden büyük değildir.[34]
Bu dört peygamber de Harun'dan üstündürler. Üstelik Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bunlardan birine değil ikisine
benzetilmiştir.
Bu benzetme de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
benzetmesinden daha büyük ve beliğ olmuştur. Kaldı ki, Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) başkalarını da istihlaf etmiştir. Binaenaleyh istihlaf ve bir
peygamberin bazı hallerine benzetme yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) yüceliğine mahsus bir durum değildir. Ayrıca hadiste Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafetini kabul etmeyip. Onu
sevmeyen Nâsibilere ve Onu tekfir eden haricilere red vardır.
Fakat Sahabe-i Kiram hakkında vârid olan ve faziletleriyle ilgili olan
nassları (hâşâ!) irtibatlarından önce söylenmiş olduğunu iddia eden râfizîler,
bu reddi yeterli görmemişlerdir. Râfizîlerin ashab hakkında söyledikleri
şeylerin aynısını hâriciler de Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
hakkından söylüyorlar ki her ikisinin de iddiaları tamamen bâtıldır. Çünkü
Allah (celle celâlühü), kâfir olarak öleceğimi bildiği bir kimseden hoşnut
olmaz. Ali'ye (r.a.) (haşa!) lanet okuyanlar bununla kalmayıp iki oğlunu da
beraber zikrediyorlar.
Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) neden onlardan bir tanesini temenni etti? diye
sorulacak olursa verilecek cevap şudur:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) için açık-gizli her zaman iman ile şahitlikte bulunmuştur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın belli bir kimse hakkında müsbet
yönden şahitlik etmesi o insan için en büyük fazilettir.
Bir gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir cenazenin namazını
kıldıktan sonra:
“Allah'ım onu affet, rahmetine kavuştur...” dediğinde Avf b. Mâlik:
Keşke o cenaze ben olsaydım, temennisinde bulunmuştur. Bu dua da yalnız o
meyyite mahsus bir şey değildi.
Râfizî şöyle diyor:
“Âmir b. Vasile, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Şûra
gününde -Hz. Ömer (radiyallâhü anh) altı kişi seçmiş bunların do kendi
aralarında yerine halife olması için birini seçmelerini emretmişti- şöyle
dediğini rivayet ediyor:
“Bu işe benim layık olduğuma dair sizden hiç birinizin inkâr edemiyeceği
delilleri size getireceğim. Şöyle ki: Allah aşkına aranızda benden önce Allah (celle
celâlühü)'a iman edeniniz var mı?”
“Hayır dediler...”
Râfizî yalanla dolu olan hadisin (!) cümlesini anlatıyor[35] Bunun için de:
“Allah aşkına içinizde bir anda üç bin melek ile Cîbril, Mikail ve
İsrafil'in - Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kalîb” denilen
yerden su getirdiğinde - kendisine selam verdikleri kimse var mıdır? Hayır
dediler” gibi uydurmalar vardır.
Râfizînin uydurmalarından biri de şudur:
“Ebu Ömer ez-Zâhid, İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'de kimsede olmayan dört
haslet vardır. O, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ilk namaz
kılandır. Bütün savaşlarda Rasûlullah’ın sancağı onunla beraber idi. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber Huneyn gazvesinde sabretmiştir. Rasulullah'ı
yıkayan ve kabre koyan O'dur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurur:
“Miraca çıkarken dudakları yırtılmış ve kan akan bir topluluğu gördüm.
“Ey Cibril, bunlar kimdir?” dedim. Cibril:
“Bunlar insanların gıybetini yapanlardır”, dedi. Sonra yalvaran bir
topluluğa uğradım.
“Ey Cibril bunlar kimlerdir?” dedim. Cibril:
“Bunlar kafirlerdir”, dedi. Sonra yolumuzu değiştirdik. Dördüncü semaya
çıkınca birini namaz kılarken gördüm:
“Ey Cibril bu kimdir? Bu Ali midir ki, bizi geçti? dedi. Cibril:
“Hayır bu Ali değildir. Fakat melekler onu görmeği çok arzu ettiler. Onun
faziletlerini ve özellikle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ona:
“Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibi sen de bana o nisbette olmak
istemez misin? sözünü işitince Ali'yi istediler. Binaenaleyh Allah, Ali
suretinde bir melek yarattı.”
İbni Abbastan gelen rivayette Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
bir gün:
“Ben gencim, gençoğlu gencim, gencin kardeşiyim” diyerek bununla Ali'yi
kasdediyordu. Bu söz, Bedir gününde Cibril'in semalara çıktığında ve çok
sevinçli olduğu bir sırada:
“Zülfikar gibi kılıç, Alt gibi bir genç yoktur” dediği sözünün
benzeridir. Yine İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Ebu Zerr (r.a), Kabe'nin perdesine asılarak dua ederken şöyle dediğini
işittim:
“Bilen beni biliyor. Ben Ebu Zerr'im. İstediğiniz kadar oruç tutun ve
namaz kılınız. Ali'yi (r.a.) sevmedikten sonra size hiçbir faydası
olmayacaktır.”
Râfizînin yukardan beri hadis (!) diye iddia ettiği Amir b. Vasile'nin
hadisi, bütün hadis hafızlarının ittifak ile yalandır.
Şûra gününde Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) böyle bir şey
söylememiştir. Aksine Abdurrahman b. Avf Ali'ye (r.a.):
“Sana emredersem adaleti uygulayacak mısın? Osman'a biat edersem sen de
biat edecek misin? diye sorması üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh):
“Evet” cevabını vermiştir. Aynısını Hz. Osman (radiyallâhü anh)'a
sorduğunda o da aynı cevabı vermiştir. Bunun üzerine müslümanlarla istişare
etmek için üç gün bekledi.
İbn-i Abbas'ın hadisine gelince; bu hadis batıldır. Uhud gününde
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sancağı ittifak ile Musab b.
Umeyr'in elindeydi. Fetih gününde de Zübeyr'in elinde olduğu Buharî'de varid
olmuştur. Hüneyn gününde ise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bineğine
en yakın olanlar Amcası Hz. Abbas ve Ebu Sufyan b. El-Haris idi. Hz. Abbas
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) özengisini tutmuştu.
Mi'rac gecesinde carî olan ve güya Allah, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) suretinde bir melek yaratmıştır gibi hadis ve haberler
de tamamen yalandır. Çünkü Mi'rac hadisesi Mekke'de iken vuku bulmuştur.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):
“Harun'un Musa'ya olan yakınlığı nisbetinde sen de bana yakın olmak
istemez misin?”
Sözü ise hicri dokuzuncu yılında vuku bulan ve en son gaza olan Tebuk
gazvesinde söylenmiştir. Aynı şekilde:
“Zülfikardan başka kılıç, Ali'den başka genç yoktur” sözü de yalandır.
“Genç” liğe gelince bu isim medih ve zem isimlerinden değildir. Bu söz,
Dinç!, Dinamik! mânâsında bir sözdür.
“İşittik ki, bir delikanlı bunları kötülüyor..”[36] mealinde olan ayeti kerimedeki
“delikanlı” kelimesiyle müşrikler, hiçbir zaman medhi kasdetmemişlerdir.
Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) ile, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Ömer'le (r.a.) kardeşlik
akdettiklerine dair hadis ise yalandır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) ancak Ensar ile Muhacir arasında kardeşlik akdetmiştir. Zülfikar ise
bir kılıçtır. Bedir gazvesinde müslümanlar tarafından ganimet olarak
alınmıştır. Bedir gününde müslümanların Zülfikar isimli bir kılıçları yoktu.
Üstelik Ahmed ve Tirmizî'nin İbn-i Abbas'tan rivayet ettiklerine göre
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir günü kılıcını bağışlamıştı ve o
gün yaşça genç değil olgunlamış bir durumdaydı. Binaenaleyh o gün için “Ben
gencim” demesi akla muvafık değildir. Ebu Zerr'den nakledilen söz de doğru
değildir.
Bununla beraber Ali'yi (r.a.) sevmek farz olduğu gibi Ebubekir'i (r.a.)
ve Ensarı da sevmek farzdır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“İmanın alameti Ensarı sevmektir” buyurmuşlardır. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de şöyle buyurur:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Beni ancak mümin olan sever ve ancak münafık olan buğzeder, diye
ahdetti.”[37]
Râfizî şöyle diyor:
“Firdevsin müellifi, Muaz'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Ali'yi sevmek kötülüğün kendisine zarar veremediği bir iyiliktir. Ona
buğzetmek ise iyiliği katiyyetle kabul etmeyen bir kötülüktür.”[38] Diyoruz ki:
“Firdevs'“in müellifi Şireveyh b. Şehriyar ed-Deylemî'dir ki, kitabında
uydurma hadis çoktur. Bu da onlardan bir tanendir. Ma'sum olan Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) bunu asla söylemez. Çünkü Allah ve Rasulünü seven
mümine günah zarar verdiği gibi içki içecek olursa had cezasına da çarptırılır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir şarapçıya had tatbik edilmesi için
emrettiklerinde adamın birisi de o şarapçıya lanet okudu. Bunun üzerine
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bırak onu, (Ona lanet okuma). Çünkü o Allah ve
Rasulünü sever.” buyurmuşlardır.[39]
Ebu Talib de oğlu Ali'yi (r.a.) çokça sevmesine rağmen, şirk onu
cehenneme sokuncaya kadar ona zarar vermiştir. İsmailîler, Nusayrîler, Şeyhîler
gibi bu sapıklar da Ali'yi (r.a.) sevdiklerini iddia etmelerine rağmen cehennem
ehlidirler. Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) sevmek Ali'yi (r.a.)
sevmekten daha üstün olmasına rağmen onu seven bir çok kimseler vardır ki
(günahlarından dolayı) cehenneme girecekler fakat sonra Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) şefaatıyla çıkacaklardır.
Firdevst'te İbni Mesud'dan rivayet edilen ve:
“Muhammed'in ehlini birgün sevmek, bir senelik ibadetten hayırlıdır”.
“Ben ve Ali Allah (celle celâlühü)'ın kulları üzerindeki hüccetiyiz”
mealindeki hadisler de tamamen yalandır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyamette:
“Bizi imana çağıran olmadı”, diye Allah'a bir huccet ve özürleri olmasın.”[40]
“İnsanların tümü Ali'yi (r.a.) sevselerdi cehennem yaratılmazdı” sözü de
uydurmadır.
Binaenaleyh biz, İsmaililerin ve benzer Şiilerin ateşe yem olarak
yaratıldığını görüyoruz. Biz hem Ali'yi (r.a.) severiz hem de cehennemden
korkarız. Ondan sonra peygamberleri tasdik etmiş öyle kişiler var ki, Ali'yi
(r.a.) tanımadıkları halde cennete gireceklerdi.
Yine Şireveyh:
“Ali hidayetin bayrağı, velilerin imamı, Allah'tan korkanların inanmaları
gereken kişi” diye rivayet ettiği hadis de uydurmadır. Hilyenin sahibi de dört
halife hakkında çokca uydurulmuş haber nakletmektedir[41]
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullahın bütün eshabında bulunan eksikliklere gelince, onların
tâbilerinden bu hususta bir çok haberler gelmiştir ki, hatta El-Kelbî Sahabe
kusurları ile ilgili olarak bir kitap tasnif etmiştir.”
Râfızînin bu iddiasına karşı şöyle diyoruz:
El-Kelbî ve oğlu Hişam yalancı ve râfizîdirler.[42]
El-Kelbî'nin sahabe hakkındaki eksikliklerle ilgili olarak rivayet
ettikleri haberler ikiye ayrılır.
Birincisi: Ya hepsi yalandır. Veya haberleri zemme götürecek kadar
tahrif etmiştir. Sahabe hakkında rivayet edilen eksikliklerin çoğu bu tip
haberlerin neticesidir. Bu haberlerin çoğunu da yalancılıkla tanınan yalancılar
naketmişlerdir. Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib
el-Kelbî gibi. Bunun içindir ki kendisine reddiye yapılan râfizî, Hişam
el-Kelbî'nin eserleriyle delil getirmeye kalkışıyor. Halbuki Hişam insanların
en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından ve Ebu Mihnef'ten rivayet ediyor ki,
her ikisi de terkedilmiş yalancılardır.
Ahmed b. Hanbel Hişam el-Kelbî hakkında şöyle diyor:
“İlim ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis naklettiğini
zannetmiyorum.”
Dârekutnî onun için “Metruktür.” diyor.
İbn-i Adiy: “Kendisine fazla seminer verdirilen Hişam'ın güvenilecek
hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası da yalancıdır,” diyor.
El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de:
“Hişam yalancıdır,” diyorlar. Yahya da hakkında “O bîr şey değildir,
yalancı ve değersizdir.” diyor.
İbni Hibban da şöyle diyor:
“Hişam el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer vasıflarını ortaya
koymaya hacet yoktur.”
İkincisi: Doğru olan rivayetlerdir. Bu kabil
rivayetlerde ashabın
noksanlıklarına dair haberler söz konusu ise ma'zerete binaen olduğu için
kusur
Ali, Yahyadan O da Süfyandan naklen Kelbî,
Süfyana:
“Ebu Salih'ten sana neyi nakletmişsem yalandır” demiştir. İbn-i Hibban
devamla şöyle diyor:
Kelbî'nin dindeki yeri ve açık olan yalancılığı meydandadır.
Başka yönlerini anlatmağa gerek yoktur. Kelbî, tefsirinde, Ebu Salih'ten
O da İbn-i Abbastan rivayet ediyor. Halbuki Ebu Salih İbni Abbas'ı görmediği
gibi El-Kelbî de Ebu Salih'ten bir tek harf nakletmemiştir. Bu adamı kitaplarda
zikretmek caiz bile değildir. Artık nasıl olur da ondan delil getirilir. Ahmet
b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin tefsirini okumanın caiz olup
olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım. Ebu Avane, Kelbînin şöyle
dediğini işittim diyor:
Cibril vahyi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yazdırıyordu.
Tuvalete gittiğinde, Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı. İbni Maîn şöyle diyor:
Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor:
Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle dediğini
işittim:
Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu. Sonra
Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen unuttuklarımı
hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey nakletmeyeceğim
dedim ve onu terketim. Ebu Muaviye, Kelbî'nin şöyle dediğini işittim diyor:
“Kimsenin ezberleyemediğini ben ezberledim. Kur'anı altı veya yedi günde
ezberledim. Kimsenin unutmadığını yine ben unuttum, sakalımı tuttum ve tutamdan
fazlasını kesmek isterken alt taraftan keseceğime üst taraftan kestim.”
İşte bütün bunlar ümmetin bu yalancıdan işittikleridir. Râfizî İbnul
Mutahhar yani kendisine reddiyye yapılan adam, Kelbî'yi ehli sünnet aleyhinde
hüccet (!) olarak saymak ve eserlerini delil göstermek ister ki, O
Rasulullah'tan sonra insanların en hayırlısı olan ashabı sebbetmiştir.) olmaktan
çıkarlar. Bir müctehid isabet ettiğinde iki, hata ettiğinde de bir ecir
kazandığı gibi.
Hulafâ-i Râşidin hakkında sabit olan nakillerin hepsi de bu kabildendir.
Bu kabilden olup ve muhakkak olarak günah kabul edilenler hiç bir zaman onların
faziletli oluşlarına halel getirmez. Cennet ehlinden olmadıklarını da göstermez.
Çünkü gerçekten günah olan şeylerin cezası bazı sebeplerden dolayı ahirette
affedilebilir. Bu sebeplerden bîri tevbedir. İmamiyye imamlarının itirafı ile
Raşid halifeler bu tip günahlardan tevbe etmişlerdir. Diğer bir sebep de
günahları silen iyiliklerdir. Muhakkak ki iyilikler kötülükleri silerler.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız,
sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.”[43] Musibetler,
mü'minlerin birbirlerine olan duaları ve peygamberlerinin şefaatları da
günahları affettiren sebeplerdendir. Ümmetten hehangi bir vesile ile cezası
affedilecek hiçbir günah yoktur ki, o günah ashabda olması halinde affedilmesi
daha lâyık olmasın.
Medhe en layık, zemden de en uzak olmayı hakkeden onlardır. Bu hususta
gerek ashab ve gerekse sair ümmet hakkında genel kaide mahiyetinde bazı
maddeleri zikretmeye çalışacağız. Şöyle ki:
Bilerek ve adaletle, tâli meseleleri onlara kıyas ederek konuşabilmesi
için insanda olması gereken genel prensipler vardır. Bununla beraber insan,
talî meselelerin nasıl meydana geldiğini bilmesi gerekir. Aksi halde onlar
hakkında hüküm vermekten âciz kalır. Böylece esas konuları da bilemeyeceğinden
zulmetmeye kalkışır ve büyük fitnelerin doğmasına sebep olur.
İnsanlar bazan müctehidlerin yaptıkları ictihadlarından dolayı isabet
edip etmediklerinden, sevap alıp almadıklarından bahsederler.
İşte biz, bu hususta faydalı genel kaideleri zikretmeğe çalışacağız.
Birincisi: Her insanın her meselede ictihad ederek hakkı bilmesi
mümkün müdür?
Bununla beraber ictihad eder ve bütün gücünü harcadıktan sonra mutlak
hakkı bulmaz fakat kanaatimce -hak olmayan bir şeye- şu haktır derse cezaya
müstahak olur mu, olmaz mı? İşte bu meselelerin aslı budur. Âlimlerin bu
hususta üç görüşü vardır. Her görüşün de savunucuları mevcuttur.
1
- Bu görüşe göre
Allah (celle celâlühü) her mesele hususunda bir ölçü koymuştur. Bu ölçüyü bilen
gücünü kullanarak ictihad ettiği takdirde hakkı bulur. Böyle olmasına; rağmen
ister aslî ister ferî meselede olsun tefrite kapılmasındandır. Bu görüş
kaderiyye ve mutezilenin görüşü olmakla bazı kelam ehli de bunu
savunmaktadırlar.
2
- Delillere göre
hareket eden müctehid asıl meselede hakkı bilmesi mümkündür. Bazan da
bilmeyebilir. Fakat âciz kaldığında Allah (c.c), dilerse onu cezaya çarptırır,
dilerse çarptırmaz. Bu görüş de Cehmiyye, Eş'ariyye ve dört mezhebe uyan birçok
fakihin görüşüdür.
3
- Her ictihad
edenin hakkı bulması mümkün değildir. Cezaya da ancak bir emri terkeden ve bir
yasağı işleyen müstahak olur. Bu görüş de fakih imamların ve diğer fakihlerin,
Selefin ve cumhuru müsliminin görüşüdür. Bu görüş aynı zamanda diğer iki görüşe
nazaran sevab olanı içine almıştır.
İkincisi: Bu mesele, “Allah, ahirette ancak emredileni yapmayıp
yasak olara da işleyerek ona isyan edeni cezaya çarptırır.” diyenlerin
sözleriyle ilgilidir.
Esas olan, selef ve cumhurun da kabul ettiği Cenab-ı Allah (celle
celâlühü)'ın hiç kimseye gücünden fazlasını emretmemesidir. Bir şeyin vacip
olabilmesi için yapılmasına gücün yetmesi şart olduğu gibi, ceza da açık bir
delilden sonra emrin terkedilmesi veya yasağın yapılmasından sonra tahakkuk
eder.
Daha önce âlimlerin- ceza ve mükafaat ile ilgili durumlarını, kötülük
işleyenin on kadar vesile ile cehennem cezasından kurtulabileceğine dair bilgi
vermiştik.
Müctehidler, günah işleyenler ve diğer bütün ümmet hakkında bu durumlar
söz konusu olursa, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı hakkında
durum acaba nasıl olur?
Ashabtan sonra gelen müctehidlerden ve günahkârlardan bazı vesilelerle
cezalar düşerse, muhacir ve ensar hakkında durum nasıl otacaktır? Elbetteki
müsbet olacaktır.
İşte bu mevzuyu genişleterek şöyle diyoruz:
Râfizînin ve başkalarının, halifeleri ve diğer ashabı zemmetmeleri eşya
hakkındaki konuşmaları babından olmuştur. Halbuki burada Allah (celle celâlühü)'ın
hukukunu ilgilendiren taraf vardır. Onlara dost olmak; düşman olmak veya onları
sevmek ve sevmemek gibi.
Aynı zamanda bu kabil konuşmalar da beşeriyetin hukukuna taalluk eden
taraflar da vardır. Malum olduğu gibi biz sahâbîden daha aşağı olan kullar,
âlimler ve şeyhler hakkında bile konuşacak olursak, bu konuşmanın delilli ve
adalete uygun olması, delilsiz ve zulmen olmaması gerekir.
Çünkü adalet her halde ve herkes için vaciptir. Zulüm de hiçbir zaman ve
hiçbir kimseye mubah kılınmamıştır ve kesinlikle haramdır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe götürmesin. Adalet
yapın ki, o takvaya en çok yakın olandır.”[44]
Allah (celle celâlühü)'ın emrettiği adalet, sahibini kendisine buğzeden kimseye
zulmetmekten alıkoyuyorsa; te'vil, şüphe veya mücerred bir nefis arzusu ile
müslümana buğzetmek nasıl olur? Elbette ki müslümana zulmetmemek onun hakkında
adaletli davranmak daha evlâdır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı ise, kendilerine sözde
ve fiilde adaletli davranılması gereken kişilerin en lâyığıdırlar.
Adalet, yeryüzündeki bütün insanların övdükleri, sevdikleri ona sahip
çıkanların da sevilmelerine vesile olan iyi bir şeydir.
Zulüm ise kötülenmesi ve onu yapanların da zemmedilmeleri üzerine ittifak
edilmiş bir şeydir. Maksat olan her zaman ve mekanda herkesin ve herkes için
adaletle hükmetmenin vacip olmasıdır.
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e indirilen kitapla hükmetmek
adelettir.
Hem de adaletin en mükemmeli ve en iyisidir.
Onunla hükmetmek Peygambere ve Ona inananlara da farzdır.
Allah ve Rasulünün hükmüne boyun eğmeyen kâfirdir.
Adalet; itikadi ve ameli, ümmetin ihtilaf ettiği her hususta uyulması
gereken bir vecibedir.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allaha itaat edin. Rasulüne ve sizden olan emir
sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve
ahiret gününe gerçekten iman etmişseniz onu Allah’a ve Rasulüne (Kitaba ve
Sünnete) götürün. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir.”[45] Ümmet arasında
müşterek olan konularda ancak kitap ve sünnet hüküm verebilir.
Böyle konularda Emîr, Şeyh ve Kral mücerred görüşleriyle insanları
bağlayamazlar.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Hâkimler üç çeşittir. İkisi cehennemde, biri cennettedir. Kim
hakkı bilir ve onunla hükmedrese cennettedir. Kim ki hakkı bilir hilafına
hükmederse cehennemdedir. Kim ki bilmeden hükmederse o da cehennemdedir. Kim ki
bilerek ve adaletle hükmeder, ictihad edip isabet ederse iki sevab kazanır.
İctihad edip de hata ederse bir sevab alır.”[46]
Mü'minler arasında çekişme konusu olan meselede bilerek ve adaletle
konuşmak vacip olunca, bu durum da Allah ve Rasulüne havale edinilmesi
istenince elbette ki bu şekilde bir hareketin sahabe hakkından uygulanmasının
şart olduğu daha açıktır.
Râfizîler ise Ashab konusunda tefrika yoluna sapmışlardır. Bazılarını
dost edinirken diğer bazılarına düşmanlık etmişlerdir. Bütün bunlar Allah ve
Rasulünün yasak ettiği tefrika ve kamplaşmadan kaynaklanmaktadır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek veya
hükümlerin bir kısmını tanımamak suretiyle dinlerini ayrı ayrı fırkalara
ayırarak parçalananlar var ya, senin onlarla hiçbir ilgin yoktur.”[47]
“Ey mü'minler, kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten sonra
parçalanıp ayrılığa düşen Hıristiyan ve Yahudiler gibi olmayın. İşte onlar için
çok büyük bir azap vardır. Kıyamet gününde bir takım yüzler ak ve bir takım
yüzler de kara olacak. O, vakit, yüzleri; kara olanlara şöyle denecek:
“İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezası olarak
tadın azabı...” Amma yüzleri ak olanlar, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar,
orada (cennette) ebedî olarak kalacaklardır.”[48]
İbn-i Abbas (r.a.):
“Ehl-i Sünnetin yüzü ak, ehli bidatin ise kara olacaktır” buyuruyor.
Ebu Hureyre (r.a.)'nın rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Allah sizin için üç şeyinizden razı olur.
-
Allah'a ibadet edip
O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak,
-
Topyekûn Allah'ın
ipine bağlanıp tefrikaya düşmemek,
-
İşlerinizi görmek
üzere Allah'ın iş başına getirdiği kimselerle nasihatleşmek.”[49]
Allah (celle celâlühü) müslümanın ölüsüne, dirisine zulmetmeyi, kanlarını
akıtmayı, mallarını gasbedip, ırzlarına tecavüz etmeyi haram kılmıştır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Veda haca hutbesinde şöyle buyurur:
“Bu gününüz, bu anınız ve bu beldeniz (Mekke) nasıl
mukaddes bir belde ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da mukaddestir.
Tebliğ ettim mi?”
“Ettin! ”
“İnsanlar! hazır olan hazır olmayana bunu bildirsin. Kendisine
tebliğ edilen nice insan vardır ki bizzat işitenden daha anlayışlıdır...”[50]
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Erkek mü'minlerle kadın mü'minlere, işlemedikleri bir günahla eziyet
edenler (onlara iftira atanlar), doğrusu açık bir günah
yüklenmişlerdir.”[51]
Kim hayatta veya vefat etmiş olan bir mü'mini, onda olmayan bir şey ile
eziyet vermeye kalkışırsa bu âyetin şümulüne girer.
Müctehide gelince içtihadında hata dahi etse, bir sevabı vardır ve hiçbir
günâhı yoktur. Ona birisi eziyet etmeye kalkışırsa kesbetmediği bir şeyle ona
eziyet etmiş sayılır.
Yine günahkâr olan birisi tevbe ederek veya bir sebebe binaen affedilip
günahı kalmadığı halde başkası ona eziyet etmeğe kalkışırsa haksızlıkla ona
eziyet etmiş sayılır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Sizden biriniz diğerinin gıybetini yapmasın”[52]
[53]
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Gıybet, kardeşini hoşlanmadığı bir şekilde anmandır.” Denildi
ki:
“Yâ Rasulullah, dediğim şey kardeşimde varsa?” Rasulullah:
“Dediğin kardeşinde varsa ona gıybet etmişsin, dediklerin onda
yoksa ona iftira etmiş olursun,”26 buyurdular.” Birisi bir
başkasını onda olmayan bir hasletle lekelendirirse ona iftira etmiş sayılır.
Bunun aynısı sahabeye yapılırsa artık nasıl olur! Yine birisi bir müctehid
için:
Gerçeğe aykırı olarak O, zulmü, Allah ve Rasulüne isyanı kasdederek
içtihadını yapmıştır, diyecek olursa ona iftira etmiştir. Gerçekten bu durum
onda varsa yine ona gıybet etmiş sayılır.
Fakat bütün bunlara rağmen Allah ve Rasulünün mubah kıldığı nisbette
gıybetten mubah olanı vardır. O da;
-
Adaleti gerektiren bir iş
için yapılan anlatım,
-
Müslümanların maslahatı
için gerek duyulan bir durum veya
-
Müslümanların nasihati için
yapılan konuşmalardır.
Mesela:
Bir mazlumun falan adam beni dövdü, malımı aldı, hakkıma tecavüz etti vs.
anlatımda bulunması gibi. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Allah fena sözün açıklanıp söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayanlar
müstesnadır.”[54]
Bu âyet bir kavme misafir olmak isteyen ve o kavim tarafından kabul
edilmeyen bir kimse hakkında nazil olmuştur. Çünkü misafiri kabul etmek sahih
hadislerin işaret ettikleri gibi vacibtir. Kavim bunu kabul etmeyince misafirin
onlardan bahsetmesi artık onun hakkı olur.
Bir ihtiyacı gidermek için gıybet yapılabileceğine bir misal de şudur:
Utbe’nin kızı Hind Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a:
“Ya Rasulullah! Ebu Sufyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarıma yetecek
kadar olan nafakayı iyilikle vermiyor. (Ne yapalım?)” demesi üzerine,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Sana ve çocuğuna yetecek kadarını iyilikle al”[55] buyurdular. Hindin
yukardaki ifadesi bir mazlumun sözleri cinsindendir.
Nasihatla ilgili mevzuda da şu hadisi misal olarak verebiliriz:
Fâtıma bint-i Kays (R. Anha):
(Bir gün) Nebî aleyhisselama geldim. “Ebul Cehm ve Muaviye'den biri beni
nikahlamak istiyor,” dedim. Resul-i Ekrem:
“Muaviye malı olmayan bir fakirdir. Ebul Cehm ise asasını omuzundan
yere koymaz (kadınları çok döver)”[56]
buyurdular.
Görülüyor ki sahabiye kiminle evlenmesinin uygun olacağını istişare
ediyor, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)de ona uygun olanı tavsiye
ediyor.
Ortaklık kuracak şahsı sormak da böyledir. Aslında nasihat, istişare olmadan
da yapılması gereken bir şeydir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir
hadislerinde şöyle buyurur:
“Din Nasihattir, Din nasihattir, Din nasihattir, (üç defa
tekrarladı).
Kime Ya Rasulullah dediler? Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'a, Allah'ın kitabına, peygamberine ve müslümanların
reislerine ve bütün müslümanlara buyurdu.”[57] İlim ehlinin
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a yanlış veya yalan rivayet isnad
edenler hakkındaki konuşmaları da gıybet değildir.
Dini bir konuda yanılan bir kimsenin yanıldığını beyan etmek de bu
kabildendir.
Böyle konularda bilerek, adalet ölçüleri dâhilinde ve nasihati kastederek
birisi konuşacak olursa Allah (celle celâlühü) onun mükâfaatını verir. Hassaten
bidata davet eden kişinin fikirlerini reddederek açıklamada bulunmak bir
vecibedir. Böyle bir kimsenin şerrini insanlardan defetmek, yol kesicinin
şerrini defetmekten daha önemlidir.
Bir müctehidin ilmî bir konuda konuşması diğer müctehidler gibidir. Yani
bazan hata eder, bazan isabet. Bazan her ikisi de hata ederler ve Allah onları
affeder. Bunun misali sahabe arasında cereyan etmiştir. Onun içindir ki bu
müctehidler arasında çıkan görüş ayrılıklarından dolayı münakaşaya girmekten
nehyolunulmuştur. Bu müctehidler ister sahabi ister başkaları olsun aynıdır.
İki müslüman, iki müctehidin geçmişte ihtilaf ettikleri ve ilgileri
olmayan bir meseleyi alır münakaşa edecek olurlarsa onların bu husustaki
konuşmaları ilimsiz ve adaletsiz olur. Üstelik haksız olarak onlara eziyet
etmiş olurlar. O müctehidlerin hata ettiklerini bildikleri halde meseleyi
zikredecek olurlarsa bunda hiçbir maslahat yoktur. Bu durumda mezmum olan
gıybeti irtikab etmiş olurlar.
Yalnız Ashab-ı Kiram bu hususta başkalarına benzemezler. Onlar bütün
müctehidlerden üstündürler. Başkası hakkında vârid olmayan üstünlükler ashabın
bütünü hakkında vârid olmuştur. Bundan dolayıdır ki o yüce zatlar arasında
çıkan ihtilaflardan dolayı onları zemmetmek, başkaları hakkında yapılan zemden
daha hatalı ve tehlikelidir.
“Siz de râfizîleri zemmetmekle onların kusurlarını açıklamakla gıybet
ediyorsunuz” denilecek olursa, şu cevabı veririz:
Bizim bu şekildeki açıklamalarımız, kötü hata ve kusurları yapan
şahısların isimlerini zikretmeden yaptığımız açıklamalardır. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in böyle kötü halleri lanetle anması çok
olmuştur.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Allah'ın laneti zalimler üzerine olsun! İnsanları Allah yolundan
çevirenler ve o yolu eğri bir hale getirmek isteyenler, işte onlar, ahireti
inkar edenlerdir.”[58]
Kur'an ve hadis kötü işler ve onları irtikab edenleri zemmeden delillerle
doludur. Bunun sebebi de başkasının bu fiilleri yapmaması ve onları yapanların
da uğrayacakları akibetin kötü olduğunu açıklamaktır. Sonra masiyetin günah
olduğunu bilen kimse ondan tevbe eder.
Bid'at ehli ise, böyle değildir. Onlar kendilerinin hak bir davada
olduklarını, -hâriciler ve müslüman cemaata savaş ilan eden nâsibler gibi-
zannediyorlar. Bid'atlar icad ederek onlara uymayanları tekfir ediyorlar.
Netice itibariyle bunların zararı, zulmü haram kabul etmelerine rağmen
müslümanlara zulmeden zalimlerin zararından daha büyüktür.
Râfizîler, haricilerden daha sapıktırlar. Zira onlar haricilerin tekfir
etmedikleri Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) gibi
zatları tekfir ediyorlar. Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ve
ashabına kimsenin cesaret edemediği bir şekilde iftira ediyorlar. Hariciler ise
buna tevessül etmezler. Üstelik haricîler onlardan daha sadık, cesur ve
fedakârdırlar.
Râfizîler ise yalancı, korkak, hain ve alçaktırlar. Zira onlar
müslümanlara karşı kâfirlerden yardım alıyorlar. Tatarların reisi Cengiz Han'ın
müslümanlara karşı kafirlerle ittifak etmesi gibi. İşte râfizîler bununla
işbirliği yapmışlardır.
Cengiz'in torunu Hülâgû ile işbirliği ederek Horasan, Irak ve Şam'a
akınlar etmeleri hiç kimsenin inkâr edemeyeceği kadar açıktır.[59]
Râfizîler, Irak ve Horasan'da Hülâgû'nun güçlü yardımcıları idiler.
Bağdad'da halifenin veziri de İbnu'l-Alkamî adında bir şiî idi. Durmadan
halifeye tuzak kurmaya çalışıyor, müslüman askerlerinin erzakını kesmeye
uğraşıyor. Müslümanları Hülâgû ile çarpışmaktan alıkoyuyor, öyle ki Hülâgû'nun
askerleriyle Bağdad'a girip on milyon müslümanın öldürülmesine sebep olmuştur.
İslâm tarihinde kâfir tatarların yaptıkları katliamdan daha büyük bir
katliam görülmüş değildir. Hâşimileri öldürmüşler, Abbasî olan ve olmayanların
hanımlarını köleleştirmelerdir. Kâfirleri müslümanlara karşı kışkırtanlar
hiçbir zaman Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ehline dost olmaları mümkün
değildir. Onlar, Haccac'ın eşrafı öldürdüğünü iddia ederek ona da iftira
ediyorlar. Halbuki Haccac, zulüm ve gaddarlığıyla beraber hiçbir haşimiyi
öldürmemiştir. O hâşimîlerin dışında arapların eşraflarından bir çoğunu
öldürmüştür. Üstelik Haccac hâşimiyyeden olan Abdullah b. Ca'fer'in kızıyla da
evlenmiştir. Bundan dolayı emevîler, Haccac'ın mezkur hâşimiyyeye lâyık
olmadığını dile getirerek onları birbirlerinden ayırmışlardır.[60]
Râfizîlerden bazıları ibadet ve zühde düşkün olmalarına rağmen, heva ve heveslerine
düşkün olan diğer fırkalara bu hususta da yetişememektedirler. Meselâ, Mutezile
onlardan daha akıllı, bilgili ve dindardırlar. Onlarda yalan ve ahlâksızlık
râfizîlere göre çok daha azdır.
Şiîlerden olan Zeydîler de râfizîlerden daha iyi; doğruluk, adalet ve
ilme daha yakındırlar. Yine heva ve heveslerine tabî olan guruplar arasında
hâricilerden daha gerçekçi ve âbid kimse yoktur. Hatta daha önce zikredildiği
gibi müslüman cemaatlara düşmanlık yapıp onları tekfir etmelerine rağmen ehl-i
sünnet onlara karşı adaletli ve insaflı davranıyor ve onlara kesinlikle
zulmetmiyorlar. Çünkü zulüm mutlak olarak haramdır. Daha doğrusu ehl-i sünnet,
râfizîlerin bir gurubunun diğer guruba karşı olan tutumlarından daha adil ve
gerçekçidir. Kendileri de bunu itiraf ederek şöyle diyorlar:
“Siz bir kısmımızın diğer bir kısmımıza karşı olan tutumundan daha
insaflısınız.”
Bu sapık fırkaların birbirlerine karşı olan insafsızca tutumları cehalet
ve zulme dayalı bir temel üzerine birleşmelerinden kaynaklanmaktadır. Onlar diğer
müslümanlara zulmetmekte müşterek davrandıkları için yol kesiciler
hükmündedirler. Bütün bunlara rağmen şüphesiz ki adaletli ve bilgili bir
müslüman, onlara karşı kendilerinin dahi birbirlerine göstermedikleri ölçüde
insaflı davranır.
Zira Hâriciler; cemaat ehlini, mutezilenin çoğu kendilerine karşı
çıkanları, Râfizîler ve diğer bid'at ehli fırkalar da bir görüş uydurarak ona
uymayanları tekfir ediyorlar. Bu üç guruptan tekfir etmiyenler ise
karşılarındakileri fâsıklıkla damgalıyorlar.
Ehl-i sünnet ise; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Allah'dan
getirdiği mutlak hakka uyarak, kendilerine muhalefet edenleri hiçbir zaman
tekfir etmezler. Onlar hakkı en iyi bir şekilde biien, yaratıklara en
merhametli davrananlardır.
Allah (celle celâlühü) onları şöyle nitelendiriyor:
“Siz insanlar için gönderilen en hayırlı ümmetsiniz”[61] Ebu Hureyre (r.a.) şöyle der:
“Sizler insanlara karşı en iyi davrananlarsınız.” Özellikle ehl-i sünnet
müslümanların en seçkinleri ve insanlara karşı en iyi davrananlardır.
Şam civarında büyük bir dağ vardır.[62]
Bu dağda binlerce rafizî yaşıyordu. Bunlar halkın kanını akıtıyor,
mallarını gasbediyorlardı. Müslümanlar Gâzân zamanında yenilgiye uğrayınca Şam
askerlerinin silah ve atlarını gasbedip onları Kıbrıs kâfirlerine satmaya başladılar.
Müslümanlar için diğer düşmanlardan daha zararlı olan râfizîlerin liderlerinden
biri, hıristiyan bayrağını taşıdığında ona “Müslümanlar mı, hıristiyanlar mı
daha iyidir?” diye sordular. Bu da hıristiyanlar daha iyidir, cevabını verdi.
Kıyamet gününde kiminle haşrolunacaksın? demeleri üzerine de, hıristiyanlarla
cevabını verdi. Râfizîler, bir kısım İslâm beldelerini de hıristiyanlara teslim
etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen bazı devlet adamları râfizîlerle savaş
hususunda bana soru sorup, İstişare etmeleri üzerine kendilerine müsbet yönden
cevab verdim. Sonra onlara doğru gittik. Onlardan bir gurup yanıma geldi.
Aramızda çeşitli konularda münakaşa ve münazaralar geçti. Müslümanlar,
topraklarını fethedip onlara hâkim olunca onları öldürmekten alıkoydum.. Ama
bir araya gelmemeleri için râfizîleri İslâm beldelerinin çeşitli yerlerine
dağıttık. Aslında râfizîlerin zemmi, yalan ve cahillikleriyle ilgili olarak şu
kitapta zikrettiklerim çok azdır. Onlar daha aşırıdırlar. Kötülükleri beyan
edilemiyecek kadar çoktur.[63]
Kendisine reddiye yazdığımız kitabın müellifi İbnul Mutahhar ve benzeri
râfizîleri ümmet-i Muhammediyye'nin selef ve halefine yaptıkları kötülüklerle
tanıyoruz. Onlar geçmiş ve gelecek ümmetlerin efendisi olup peygamberlerden
sonra gelen ve insanlar için örnek olarak çıkarılan Ashab-ı Kiramı kasdederek
onlara en ağır iftiralarda bulunmuşlardır.
Bu gibi râfizî müellifler, heva ve hevesleri peşine giden râfizîlere ve
onların yandaşlarına örnek olmuş ve ashabın iyiliklerini kötülük diye iddia
etmişlerdir.
Allah da biliyor ki İslama müstesib olan bütün bid'atçılar bid'at ve
kötülüklerine rağmen râfizîler onlardan daha cahil, yalancı ve zâlimdirler.
Hatta küfür, fısık ve isyana en yakın iman hakikatlerinden de en uzak
duran yine bu râfizîlerdir.
Bunlar utanmadan Allah (celle celâlühü)'ın seçkin kulları olduklarını
iddia ediyorlar. Daha ileri giderek kendilerinin dışında kalan ümmet-i
Muhammediyyeyi ya tekfir ediyor veya sapık olduklarını ileriye sürüyorlar.
Yalnız kendilerinin hak üzere olup, asla batılda birleşmediklerini iddia eden
râfizî müellifleri, tâbilerini insanoğlunun en seçkin insanları olarak kabul
etmektedirler.
Bu gibi müellifler koyunları çok olan bir kimseye benzerler ki, ondan
kurban etmek üzere koyun istendiğinde kör, zaif, topal ve kemiğinde ilik
kalmamış bir koyunu vererek geride kalan iyi koyunlara da domuz deyip onların
kurban olmayacaklarını söyler. Sahih hadiste beyan buyrulduğu üzere Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kim ki bir mü'mini münafığa karşı korursa, Allah kıyamet gününde o
mü’minin etini cehennem ateşine karşı korur.”
Halbu ki bu rafiziler ya münafık veya Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) getirdiklerini bilmeyen cahillerdir.
Bunların Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in getirdiklerine karşı
olan düşmanlıklarını ancak cahil ollan kimse bilmeyebilir.
Bu güruhun müellifleri, bunların söylediklerini yalan bilmelerine rağmen
onları müdafaa kabilinden eserler tasnif etmektedirler. Aslında bu hareketleri
râfizîlere lider görünmeleri içindir. Yoksa kendisine reddiyye yazdığımız
kitabın müellifi İbnul-Mutahhar, bunların yalancı olduklarını mutlaka bilir.
Fakat sırf rafiziler ona tâbi olsunlar diye bu tasniflerini yapıyor.
Hadd-i zâtında rafizilerden biri, İbnul-Mutahhar'ın söylediklerini batıl
bilmesine rağmen, bunların Allah indinde hak olduklarını iddia ederse yahudi
alimlerine benzemiş olur.
Yüce Allah söz konusu âlimleri şöyle tarif eder:
“Artık büyük azab o kimseleredir ki, kendi elleriyle Tevrat'ı yazarlar
da, sonra biraz para almak için:
“Bu Allah tarafındandır” derler. Ellerinin yazdıkları yüzünden büyük
azab onlara, kazanmakta oldukları günah yüzünden yazıklar olsun onlara...”[64]
Tabiî ki batıl bildikleri bu bilgilere kalben de hak olduklarına
inanırlarsa tamamen sapık olurlar.
Selef “Allah Muhammed'in ashabına af dilemeyi emretti” deyince
râfizîler onlara sebbetmeye başladılar. Halbuki ashab hakkında istiğfarda
bulunmak haktır. Sahih hadiste “Ashabımı sebbetmeyiniz.”
buyrulması onlara sebbetmenin kesin olarak haram olduğunu beyan ediyor. Bununla
beraber bütün mü'minlere istiğfarda bulunmak, onlara hakaret etmemek umumi bir
emirdir. Bir hadis-i şerifte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurur:
“Müslümana sebbetmek fâsıklık, onu kasden öldürmek ise küfürdür”[65]
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Ey iman edenler, bir kavim, diğer bir kavimle alay etmesin, olur ki,
alay edilenler kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Bir takım kadınlar da
diğer kadınlarla eğlenmesin, olur ki eğlenceye almanlar kendilerinden daha
hayırlı olurlar. Hem birbirinizi ayıplamayın ve kötü lakablarla atışmayın.
İmandan sonra fâsıklıkla adlanmak ne kötü isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte
onlar kendilerine zulmedenlerdir.”[66]
diğer bir ayette yüce Allah şöyle buyurur:
“Onlardan (Muhacir ve Ensardan) sonra gelenler şöyle derler: Ey
Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla.
İman; etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Muhakkak
ki sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin”[67]
Bu Ayet-i Kerime ile yaptığı te'vil sünnete muhalif olsa da iman ile
gelip geçmiş bütün ümmetlere af dilemenin caiz ve makbul olduğu bilinmektedir.
Çünkü böyle bir kimse yetmiş iki fırkadan biri olsa da ettiği iman ile mü'min
kardeşlerinin umum dairesine girmiş sayılır.
Hiçbir sapık fırka yoktur ki içinde kâfir olmayanları bulunmasın.
Bunlar azaba müstahak olan âsî mü'minler gibidir. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) bunları İslâm dairesinin dışına çıkarmamış ve cehennemde
ebedi kalacaklarını da söylememiştir.
Bu önemli bir prensiptir. Ona riayet etmek gerekir.
Ehl-i sünnetten olup da râfizî ve hâricilerde bulunan bazı bidatları
irtikab edenler de vardır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı,
-Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve diğerleri- kendileriyle
savaşan haricileri tekfir etmemişlerdir.
Üstelik Haravra 'da (Küfeye iki mil uzaklıkta bir kasabadır. ) Ali'ye
(r.a.) karşı ayaklanarak taat ve cemaattan ilk ayrılanlara Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle der:
“Va'd olsun ki sizi mescitlerimizden ve cihaddan gelen ganimetlerdeki
hakkınızdan alıkoymıyacağız”.
Daha sonra onlara İbn-i Abbas'ı göndererek yürüdükleri yolun yanlış
olduğunu bundan vazgeçmelerini istedi. İbn-i Abbas'ın onlarla yaptığı
münazaralardan sonra onlardan yarısı kadarı fikirlerinden vazgeçtiler. Geri
kalanlarına da savaş ilan etti. Bütün bunlara rağmen soylarını esir etmemiş,
mallarını -bîr koyun da olsa- almamış, Ashab-ı Kiramın Mürtedler hakkında
yaptığı şiddetli muamelenin aynısını bunlara uygulamamıştır. Museylimetül
Kezzab ve benzerlerine yaptıkları gibi.
Kays b. Müslim, Târik b. Şihâb'tan naklettiğine göre. Târik şöyle diyor:
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Nehrevan'da hâricilerin
işini bitirdiğinde ben de Onun yanındaydım. Ali'ye (r.a.) denildi ki:
“Bunlar müşrik midir?” Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“Şirkten kaçtılar”.
“Münafık mıdır?”
“Münafıklar Allah'ı çok az zikrederler.”
“Peki nedir bunlar?”
“Bunlar bize isyan eden bir kavimdir. Biz de onlarla savaştık”
buyurdular.
Görülüyor ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) haricilerin
kâfir veya münafık olmadıklarını aksine mü'min olduklarını açıkça beyan
etmiştir. Ama bazı alimler, bu görüşte değildirler. Ebu İshak el-İsferâyînî ve
Onun yolunu izleyenler gibi. Bunlar:
“Açıkça bizi tekfir edenlerden başka hiç kimseyi tekfir etmeyiz. Kafir
kılmak onların değil, yalnız Allah (celle celâlühü)'a mahsus bir haktır. Yine
insanın kendisine iftira edene misliyle muamelede bulunması, akrabasına kötülük
ettiği için kendisinin de onun akrabalarına kötülük etmesi doğru ve hakkı
değildir. Böyle bir şey Allah (celle celâlühü)'ın hukukuna göre haramdır.
Hıristiyanlar Peygamberimize sövseler, biz de İsa (a.s.)'ya sövemeyiz.
Râfizîler Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'i tekfir ediyorlarsa, bizim de
Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir etmemiz doğru değildir.” diyorlar.
Süfyan, Ca'fer b. Muhammed O da babası el-Bakır'dan naklettiğine göre
Muhammed Bakır şöyle diyor:
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Cemel vakasında -yani
Siffin gününde- aşırı giden bir kişinin sözlerini işitince ona şöyle dedi:
“Konuşacaksanız yalnız doğru olanı dile getiriniz.”
Ortada bir topluluk vardır iki, kendilerine zulmettiğimizi iddia
ediyorlar. Biz de onların bize zulmettiklerini söylüyoruz. Bundan dolayı da
onlara savaş açtık.”
Mekhûl’un rivayet ettiğine göre, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) taraftarları, Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından ölenlerin
durumunu sormaları üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“Onlar mü'mindirler,” cevabını verdi.
Abdul vâhid b. Ebi Avn şöyle diyor:
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Estere dayalı olduğu bir
vaziyette Sıffînde vefat edenlerin yanından geçti. Hâbis el-Yemanî'yi[68] de vefat edenler arasında
gördü.
O esnada Ester:
Allah'tan geldik, Allah (celle celâlühü)'a gideceğiz -hayretini izhar
ederek- Ey Emirul Mü'minin! İşte Habis el-Yemanî Muaviye'nin taraftarları
arasındadır. Üstünde de Muaviye'nin alameti vardır. Vallahi ben onu müslüman
zannediyordum, demesi üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“O şu anda da müslümandır.” buyurdular.
Şiilerin Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) Hakkında Uydurdukları
İftiralar
Râfizî şöyle diyor:
“Ehli sünnet, Ebu Bekir'in mimberden halka şöyle hitab ettiğini
naklederler:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy ile korunuyordu. Halbuki
beni aldatan şeytanım vardır. Doğru olursam bana yardımcı olunuz, saparsam da
beni doğrultunuz.”
Mâhiyetindekilerden kendisinin doğrultulması için yardım dileyen kimse
imamete yarar mı?”
Ey Râfizî!
Bu söz onun faziletine delalet eden en büyük delillerdendir. Onun
başkanlığa düşkün ve zalim olmadığını gösteriyor. Onun içindir ki, Hak yolda
olduğum müddetçe bana yardımcı olunuz. Haktan saptığım taktirde de beni
doğrultunuz, buyurmuştur.
Ayrıca, Allah (celle celâlühü)'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat
ediniz, demiştir. Ebu Bekir'i (r.a.) aldatmağa çalışan şeytan, başkasını da
aldatıyor. Çünkü hiçbir insan yoktur ki, cinlerden veya meleklerden bir
arkadaşı olmasın. Kaldı ki şeytan insanoğlunda kanın mecrasında gezip dolaşıyor.
Ebu Bekir'in (r.a.) gayesi masum olmadığını ifade etmektir. Gerçekten de
doğru söylemiştir. Zira imam, maiyetindekiler için Rab değildir ki, onlara
muhtaç olmasın. Aksine iyilikte ve takvada ona yardımcı olurlar. Namazdaki imam
gibi. Doğru kıldığında cemaat ona uyarlar. Yanıldığında da ona tesbih ile
hatırlatır ve doğrulturlar.
Ondan sonra, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
mâhiyetindekilerden yardım talebi, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh)
mâhiyetindekilerden yardım dilemesinden daha çok olduğu söylenmiştir. Ebu
Bekir'in (r.a.) halka hâkimiyeti ve halkın da ona itaati, Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halka hakimiyetinden ve halkın da ona
itaat etmelerinden daha çoktur. Çünkü, halk Ebu Bekir'le (r.a.) münakaşaya kalkışmak
istediklerinde, delil getirerek onları ilzam ederdi. Hatta Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) zekatı vermeyenlere karşı savaşa itiraz etmesi üzerine Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) ona deliller getirerek ikna etmiştir. Onun için Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) bir şeyi emretti mi, mutlaka onu yerine
getirirlerdi.
Ali'ye (r.a.) çocukları olan cariyenin satılıp satılamayacağı hususunda
soru sorduklarında önce Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) görüşüne muvafakat
ederek, satılamayacağını söylemiş ise de daha sonra satılabileceğine
hükmetmiştir. Bunun üzerine kendisinin tayin ettiği kadısı Ubeyde es-Selmanî,
ona şöyle demiştir:
Vallahi görüşünüzün Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) görüşüne muvafık olup
cemaatla beraber olmanız, bizim için ayrı kalmanızdan daha sevimlidir.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakimlerine:
Daha önce hüküm verdiğiniz gibi hüküm veriniz. Ben müslümanların tek
cemaat olmalarını isterim. Onların ihtilafa düşmelerini istemem. Bu hal, ben
ölünceye kadar böyle devam edecektir, demiştir. Buna rağmen imameti esnasında
çok ihtilaflar vardı. Bazan ona fikir veriyorlardı, fakat onlara muhalefet
ederdi. Daha sonra da onların fikri doğru çıkıyordu.
Hasan (r.a.), Ona Medine'den çıkmamasını ve Muaviye'yi (r.a.) görevden
olmamasını tavsiye etmişti. Tabii ki siyaset, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve
Ömer'in devrinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) devrinden
daha çok muntazam olduğu hususunda hiçbir akıl sahibinin şüphesi yoktur. Allah (celle
celâlühü) cümlesinden razı olsun.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir: “Beni görevden alınız. Ali aranızda iken ben sizin en
faziletliniz olamam.” demiştir. Binaenaleyh imameti hak ise, görevden
azledilmesini taleb etmesi günah olur. imamet batıl ise ona itiraz şart olur.”
Râfizîye şöyle cevap veriyoruz:
Bu haberin yalandır. Mesnedi yoktur. Ancak Sakife günü, Ebu Ubeyde ve
Ömer b. Hattab'a işaret ederek bu ikisinden birine biat ediniz, dediği
sabittir. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh):
“Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüz ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve
sellem) en çok sevimli olanımızsın.”
Sonra “Ali aranızda varken, ben sizin en hayırlınız olamam” sözü doğru
ise neden vefatı esnasında Ali'yi (r.a.) halife tayin etmedi?
Ayrıca, halifeliğin mesuliyetinden kurtulmak için halifenin hilafet
makamından ayrılmasını taleb etmesi onun hakkıdır. Kişinin mutevazi olması
hiçbir zaman rütbesini küçültmez.
Râfizî:
“Ömer demiştir ki: Ebu Bekir'e yapılan biat, Allah (celle celâlühü)'ın
bizi ondan koruduğu bir kaymaydı, kim onun benzerini yaparsa onu öldürünüz.”
diyor.
Evet, râfizînin bu sözü de yalan ve iftiradır.
Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) dediği şudur:
“Aranızda Ebubekir gibi, boyunların önünde kesileceği bir kimse yoktur.”
Yani Ebubekir'e (r.a.) yapılan biat beklemeden ve süratle yapılmıştır.
Çünkü onu hakketmişti.
Râfizî:
“Ebubekir şöyle demiştir:
“Keşke Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) Ensarın hilafette
hakları olup olmadığını sorsaydım” “ diyor.
Evet bu da yalandır. Devamla deriz ki:
Bu iddianız Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için
getirdiğiniz nassı da çürütüyor. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem), Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halife olmasını
isteseydi ve bu hususta nass olsaydı, Ensarın ve diğerlerinin de hakkı düşmüş
olurdu.
Râfizî;
“Ebubekir, sekeratta iken, “Keşke annem beni doğurmasaydı ve keşke
kerpiçte bir saman çöpü olsaydım” demiştir. Halbuki Ehl-i Sünnet mensupları,
sekeratta olan herkes cennetteki veya cehennemdeki yerini görüyor diye rivayet
ediyorlar.” diyor.
Râfizînin bu iddiası da yalandır.
Aksine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) sekeratta iken, Aişe (r.a.) şiir
halinde şu sözleri söylemiştir:
“Allah'a (celle celâlühü) kasem ederim ki, ruh boğaza gelip, göğüs
daralınca, servetler insana fayda vermez.”
Bunun üzerine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):
O şekilde konuşma. Şu Âyet-i Kerimeyi oku:
“Bir de ölüm sarhoşluğu (can çekişme) gerçek olarak gelmiştir. (Ey
insanoğlu) İşte bu, senin kaçıp durduğun şey.”[69]
“Keşke annem beni doğurmasaydı” sözünü henüz sıhahatli iken söylediği
rivayet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiğine göre, Ebuzer (r.a.),
şöyle demiştir:
“Keşke kesilen bir ağaç olsaydım.”
Abdullah b. Mesud (r.a.) de:
“Cennet ve cehennem arasında olsaydım ve bana, ikisinden birinde mi,
yoksa kül mü olmayı tercih ediyorsun? deselerdi, kül olmayı tercih ederdim,”
buyurmuştur.
Ben de (Kitabı kısaltan Hafız ez-Zehebi. ) diyorum ki:
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh): “gizli açık her
şeyimden Allah'a sığınırım”, dediği rivayet edilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir: Keşke Saide oğulları gününde (Halife seçiminde) iki kişiden
birisine biat etseydim de, o emîr ben de veziri olsaydım, demiştir.”
Buna da cevabımız şudur:
Böyle bir söz ancak nefsini kırıp tavazu yapmak isteyen ve Allah (celle
celâlühü)'tan korkan bir kimsenin sözü olabilir. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü
anh) yanında Ali'nin hilafetine dair Rasulullah'tan bir nass olsaydı, onun
korkusu içinde olur ve bu nassı yerine getirirdi. O zaman da iki kişiden
bahsetmezdi. Çünkü Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafetine
nass bulunmasına rağmen - Sizin iddia ettiğiniz gibi - onlardan birisine biat
etseydi imametin yerini kaybetmiş, hilafeti hak etmemiş bir zalime vezîr olmuş,
dünyaya karşı ahiretini satmış olurdu. Allah'tan korkan ve ona sığınan bunu
asla yapmaz.
Râfizî:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) son hastalığı esnasında
“Üsame'nin ordusunu gönderiniz. Üsame'nin ordusundan geri kalanı Allah lanet
etsin” buyurmuş. Her üçü Usame ile birlikte olmalarına rağmen Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh), Ömer'i de vazgeçilmiştir” diyor.
Bu da, Peygamberimizin hayatını bilen herkesçe yalan olduğu
bilinmektedir.
Namazı kıldırmak üzere tayin ettiği ve müslümanlara oniki gün namaz
kıldırdığı mütevatir olarak bilinmesine rağmen, Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) Ebubekir'i Üsame'nin ordusuyla gönderdiğimi nasıl kabul
edebiliriz?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir pazartesi günü sabah
namazında perdeyi açıp müslümanların Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh)
arkasında saf bağladıklarını görünce sevincini izhar etmekten kendini
alamamıştır. Onu namazı kıldırmak üzere imam tayin ettikten sonra, orduyla
beraber gitmesi için emir verdiğini tasavvur etmek mümkün müdür?
Aslında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra
Üsame'nin ordusunu sefere gönderen Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) olmuştur.
Ancak İslama yararlı görüşleri olduğundan Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) yanında
kalması için Üsame'den müsaade istemiş O da muvafakat etmiştir. Hatta bazıları
Ebu Bekir'e (r.a.) seferi iptal etmesini tavsiye etmişlerdi. Bunlar Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatıyla ordunun hezimete uğrayacağından
korkuyorlardı. Buna rağmen Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bağladığı sancağı çözmem,
buyurmuştur.
Râfizî:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman Ebubekir'i bir işe
emîr tayin etmemiştir. Bilakis bir kere Amr b. As'ı, diğer bir defa da Üsame'yi
O'na emîr kılmıştır. Berae sûresinin tebliğini ona verince vahiy ile tekrar
ondan almıştır” diyor.
Ey Râfizî!
Bu iddian en açık yalanlardandır. Kesin olarak bilinmektedir ki,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hicri dokuzuncu senede Ebu Bekir'i
(r.a.) hacca emir tayin etmiştir. Bu durum Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh)
özelliklerindendi. Namazı kıldırmak üzere tayin etmesi de onun yüce
meziyetinden kaynaklanır. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) emîr olarak tayin,
edildiği hacc seferinde Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de vardı.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ebubekir'e (r.a.) gelince, Emîr
olarak mı, memur olarak mı geldiniz? diye sorunca, Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh):
Bilakis memur olarak geldim, buyurmuşlardır. Bu hacc seferinde Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), diğer sahabiler gibi Hz. Ebubekir'in
(radiyallâhü anh) arkasında namaz kılmıştır. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi
ve sellem), Ebubekir'i (r.a.) gönderdikten sonra Ali'yi (r.a.) O'nun peşinden
göndermesinin sebebi, müşriklerle olan ahidnamelerin feshi içindi.
Amr b. el-As'ın kıssasına gelince, O da şöyledir:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Amr b. As'ın bir seriyye ile
Zâtü's- Selâsil gazvesine gönderdi. Amr'ın başında bulunduğu seriyye dayıları
olan Uzre oğullarına doğru gidiyordu. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
Onu komutan tayin etmesinin sebebi -akrabaları oldukları için- Ona itaat ederek
müslüman olacaklarını umduğu içindir. Arkasından da yanında Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Ömer olduğu halde Ebu Ubeyde'yi de gönderdi. Ebu
Ubeyde'ye:
“Birbirinize itaat ediniz, ihtilafa düşmeyiniz” buyurdu.
Daha sonra hepsi Amr'ın arkasında namaz kıldılar. Halbuki bütün
müslümanlar, Ebubekir, Ömer ve Ubeyde'nin (r.a.) Amr'dan üstün olduklarını
biliyorlardı. Bir kimsenin kendisinden üstün olanlara emîr tayin edilmesi maslahat
içindir. Babasının öcünü alsın diye Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
Usame'yi komutan olarak tayin etmesi gibi.
Râfizî:
“Ebubekir hırsızın elini kesmiş, fakat kesilecek elin sağ el olduğunu
bilmiyordu.” diyor.
Rafızî'ye cevabımız şudur:
Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) bu durumu bilmemesini iddia etmek en
bariz bir yalandır. Farz-ı muhal Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) bunu yapmışsa,
yine caiz olmuştur. Çünkü Kur'an'ın nassında sağ elin kesileceği açıkça
belirtilmemiştir. Sağ elin tayini de İbn-i Mesud'un (r.a.) kıraatına göredir.
Sünnet de bu şekilde cereyan etmiştir. Buna rağmen, Hz. Ebubekir'in
(radiyallâhü anh) sol eli kestiğine dair râfizînin getirdiği delilin mesnedi
yoktur. Hadis âlimlerinin kitaplarında da böyle bir şey mevcut değildir.
Râfizî:
“Ebubekir, haram olmasına rağmen Fücâe es-Selemi'yi yakmıştır” diyor.
Evet Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zındıkları ateşle
yaktıkları daha meşhurdur. Hatta Buhari'de rivayet edildiğine göre Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'ye bir grup zındık getirilmiş ve onları
yakmıştır. İbn-i Abbas bunu işitince:
Ben olsaydım onları yakmazdım. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem), Allah (celle celâlühü)'ın azabıyla azab etmeyi yasak etmiştir. Ben
onların boyunlarını uçururdum. Zira Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Dinini değiştireni öldürünüz” buyurmuştur, dedi.
Râfizî:
“Ebubekir şeraît hükümlerinin çoğunu bilmezdi. Kelâlenin hükmünü
bilmediği için; Kelâleyi görüşüme göre açıklarım. İsabet edersem Allah'tandır,
hata edersem şeytandandır, diyordu. Dedenin mirastaki payı ile ilgili olarak
yetmiş defa ayrı ayrı hükümler vermiştir. Bu da Onun ilmindeki geriliğe delalet
eder.” diye iddia ediyor.
Râfizînin bu iddiasına karşı cevabımız şudur:
Bu iddia büyük bir iftiradır. Ebubekir'den (r.a.) başta Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in huzurunda hüküm ve fetva verebilen olmadığı
halde, nasıl olur da şeriat hükümlerini bilmesin?
Hatta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), en çok Onunla ve Ömer'le
(r.a.) istişare ediyordu. Mansur b. Abdil Cabbar ve daha başkasından gelen
nakillere göre, Ebubekir'in bütün ümmetten daha âlim olduğu üzerinde icma vuku
bulmuştur. Bu acık bir gerçektir.
Ümmet, onun zamanında bir meselede ihtilafa düştüğünde mutlaka Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh), Kur'an ve Hadisten delil getirerek onu kendilerine
tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır.
Ümmete Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatını ve
defnedilecek yeri açıklayıp, onları imanlarında karar kıldırması, onlara âyet
okuyarak, zekatı inkar edenlerle savaşın gerekli olduğunu beyan etmesi ve
Hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu ilan etmesi gibi.
Eğer haccın menâsikini ve namazla ilgili malumatı bilmemiş olsaydı,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu bu işlerle görevlendirmezdi.
Enes'in (r.a.) Ebu Bekir'den (r.a.) aldığı ve sadaka ile ilgili açıklamaları
fakihlerin dayandıkları açıklamalardır.
Hülasa olarak Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yanıldığı şerî bir
meselenin var olduğunu bilmiyoruz. Ama başkaları için bu ölçüde isabet etmek
söz konusu değildir.
Râfizînin “Ebubekir Kelâle'nin hükmünü bilmiyordu” iddiasına gelince;
Buna da şu cevap verilir:
Aslında Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) bu konudaki bilgisi onun derin
bilgisine işaret ediyor. Çünkü O'nun Kelâle hakkındaki görüşünü Cumhur-u Ulemâ
kabul etmiş ve onunla amel etmişlerdir. Kelâle de, çocuğu ve babası olmayan
kimse demektir.
Dede meselesine gelince, bu Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) hükmüdür. Hz.
Ebubekir'in (radiyallâhü anh) dedeyi baba yerine saydırdığı görüşünde ihtilaf
olmamıştır. On kişiden fazla sahabî, Ebu Hanife'nin mezhebi ve bir kısım Şafiî
ve Hanbelî fukahasının görüşleri de bu istikamettedir. Bu görüş, delillerinin
sağlamlığı bakımından en isabetli görüştür. Mâlik, Şafiî ve Ahmed; Zeyd b.
Sabit'in görüşündedirler. Ama Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
dede hakkındaki görüşüne fakihler yanaşmamışlardır. Fakihler, uzak dedenin
amcalardan mukaddem olduğu görüşünde ittifak edince, elbetteki yakın dede
kardeşlerden mukaddem olacağı ortaya çıkmış olur. Kardeşlerin mirasta dedeye
ortak olduğunu söyleyenlerin görüşleri de kendi aralarında mütenâkızdır.
Râfizî:
“Ebubekir, “Beni kaybetmeden sorunuz. Göklerin yollarını sorunuz. Ben
onları yerdeki yollardan daha iyi bilirim” sözünü söyleyen zatla mukayese
edilir mi?” diyor.
Evet, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu sözü dinlerini
öğretmek için Küfe ehline söylemiştir. Çünkü Küfe ehlinin çoğu câhil idi. Ama Hz.
Ebubekir'in (radiyallâhü anh) mimberi civarında olanlar Ashab-ı Kiram'ın en
yüceleri idi. Binaenaleyh idaresindeki müslümanlar, ümmetin en âlimi ve en
dindarı idiler.
Yine Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hitab ettiği
kişiler, halkın ve tabiînin avamından idiler. Hatta aralarında tabiînin şerli
olanları da vardı. Bunun için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh),
onları zemmeder ve bedduada bulunurdu. Mekke, Medine, Şam ve Basra'da bulunan
tabiîn onlardan daha iyi idiler.
Dört halifenin verdikleri fetvalar bir araya getirilmiş, onlardan en
doğru ve sahibinin ilmî derinliğine delâlet edenlerin Ebu Bekir'in (r.a.)
fetvaları olduğu müşahede edilmiştir. Onu da Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh)
fetva ve işleri takib etmiştir. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) nassa muhalif
işleri olmuşsa, bu durum Ali'de (r.a.) daha çok görülmüştür. Fakat Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) için böyle bir şey söz konusu değildir. Muğlak meseleleri Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) çözüyordu. Zamanında ihtilaf vuku bulduğu vaki
değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebul Bahteri[70] şöyle der:
“Üstüne bir zırh giymiş, kılıç kuşanmış ve sarıklı olduğu bir halde Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Küfe mimberine çıktığını gördüm.
Parmağında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yüzüğü olan Ali, karnını
açarak şöyle dedi:
“Beni kaybetmeden sorunuz. Kaburgalarımın arası ilimle doludur. Bu göğüs
ilim sandığıdır. Vâhiysiz olarak, doğrudan doğruya Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) bana verdiği ilimdir bu. Allah (celle celâlühü)'a yemin
ederim ki, bir döşek serip üzerine oturur ve fetva vermeye kalksaydım, Tevrat
ehline Tevrat ile, İncil ehline de İncil iie hüküm verirdim. Öyle ki, Tevrat ve
İncil:
“Ali doğru söylüyor, gerçekten Allah (celle celâlühü)'ın indirdiğiyle
size fetva veriyor” diyeceklerdi.”
Evet, bu haber fahiş bir yalandır.
Hakikaten Allah (celle celâlühü)'ın varlığını tanıyan Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ehl-i Kitaba da olsa Tevrat ve İncil'e
hükmedilemiyeceğini biliyor. Çünkü Kur'an varken böyle bir hüküm caiz olmaz.
Kim Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Yahudi ve
Hıristiyanlar arasında Tevrat ve İncil'le hükmettiğini veya fetva verdiğini der
ve Onu bununla överse, ya dinde câhil veya dinsiz bir zındıktır.
Bu kişi, sahabeyi zem ve cezaya müstahak kılan bu gibi sözlerle Ali'yi
(r.a.) töhmet altına almak istemiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) hiç bir zaman bu sözle övülemez ve bundan dolayı da sevaba nail olmaz.
Râfizî:
“Beyhakî, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Kim Âdem'in ilmini, Nuh'un takvasını, İbrahim'in yumuşaklığını, Musa'nın
heybetini ve İsa'nın ibadetini görmek isterse Ali'ye baksın, buyurduğunu
rivayet ediyor” diye iddia etmektedir.
Ey Râfizî!
Evvela; bu haberin isnad bilinmemektedir. Doğru iseniz isnadını
getiriniz.
İkincisi; hadis alimlerince bu rivayetin Rasulullah'a (sallallahu aleyhi
ve sellem)isnad edilen yalan ve uydurma olduğu bilinmektedir.
Onun için, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
faziletleriyle ilgili haberleri toplamaya gayret etmelerine rağmen hadis
âlimleri böyle bir rivayeti zikretmemişlerdir. Nesâî gibi. Çünkü Nesâî
“El-Hesâis” adı altında Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
faziletleriyle ilgili bir kitap derlemek istemiştir. Tirmizî de Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) faziletleriyle ilgili çok hadis rivayet
etmiştir. Tabiî ki aralarında zaif, hatta mevzu olanı da vardır. Buna rağmen bu
ve benzeri hadisleri zikretmemiştir.
Râfizî:
“Ebu Ömer ez-Zâhid, Ebu Abbas Sa'lebe'den[71]
naklen şöyle demiştir:
Peygamberden sonra Ali'den başka “Bana sorunuz” diyen bir başkasını
bilmiyoruz. Öyleki Ebubekir, Ömer ve benzerleri büyük sahabiler soruları
bitinceye kadar ondan soru sormuşlardır. Bu suallerden sonra Ali:
“Ey Kümeyl b. Ziyad! Bu göğüsün bütünü ilimle doludur. Yeter ki onu
alabilecek birisini bulayım, demiştir.”
Bu iddiaya da cevabımız şöyledir:
Eğer bu haberin Ebu Abbas Sa'lebe'den rivayeti doğru ise, Ebu Sa'lebe
bunun senedini zikretmemiştir ki, delil olarak ileriye sürülebilsin. Kaldı ki,
Sa'lebe, hadisin zaif olanını sıhhatli olanından ayırabilecek hadis imamlarından
değildir ki, bu haber onun indinde sahihtir, denilebilsin. Hatta Sa'lebede daha
âlim olan fakihler vardır ki, aslı olmayan hadisler zikrediyorlar. Durum böyle
olunca Sa'lebe'nin hâli nice olur. Sa'lebe bu rivayeti olsa olsa söylediklerini
kimden işitip aldıklarını söylemeyen, belki de bilmeyen bazı insanlardan
işitmiştir.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), ne Ebu Bekir ne Ömer ve ne
de Osman'ın (r.a.) hilafetleri zamanında böyle bir söz söylememiştir. Bilakis
benzerini halife iken Kûfe'de söylemiştir. Zira ilim tahsili için soru
sormalarını halka emrediyordu. Kümeyl b. Ziyad da bunlardan birisidir. Kümeyl Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile yalnız Kûfe'de görüşmüştür. İşte
o zaman Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendisine:
“Göğsüm, ilimle doludur. Yeter ki onu taşıyabilecek kimseleri bulayım,”
demiştir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) hiçbir şey sormamıştır. Ama Hz. Ömer (radiyallâhü anh)
başkasıyla istişare ettiği gibi onunla da istişare etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir, Allah (celle celâlühü)'ın ceza hukukunu tatbik etmekte
ihmalkârlık göstermiştir. Halid b. Velid, Malik b. Nuveyre'yi öldürünce, Ömer,
Ebubekir'e kısas tatbik etmesini söylemesine rağmen, kısası tatbik etmemiştir.”
Ey Râfizî,
Eğer ma'sum bir kimseyi öldüren katile kısas tatbik etmemek, halifelerin
yadırganmasına sebep ise bu durum, Hz. Osman (radiyallâhü anh) taraftarlarının Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) aleyhinde kullanacakları en büyük
hüccet olur. Çünkü Hz. Osman (radiyallâhü anh) Malik b. Nuveyre ve emsalinden
çok daha üstündür. Üstelik zülmen şehid edilmiştir. Böyle olmasına rağmen Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Hz. Osman (radiyallâhü anh)'ın katillerine
kısas tatbik etmemiştir. Hatta bundan dolayı Şamlılar Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh)'ye biat etmemişlerdir.
Eğer siz kısası tatbik etmediği için Ali'yi (r.a.) yadsıyorsanız biz de
Ebubekir'i (r.a.) yadırgarız. Hürmüzanı öldürdüğü için Ubeydullah b. Ömer'e
kısas tatbik etmedi diye Osman'ı (r.a.) yadırgamanız da, Ebubekir'i (r.a.)
yadırgamanıza benzer. Kaldı ki, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) Ebubekir'den
(r.a.) Halid hakkında kısas tatbik etmesini istemesi içtihadından kaynaklanan
bir istektir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer'den rivayet edildiğine ve el-Hilye kitabında yazıldığına göre
Ebubekir, ölmek üzere iken:
“Keşke kavmim için bir koç olsaydım da beni keserlerdi,” demiştir. Bu söz
kâfirin “Keşke toprak olsaydım” sözünden başka bir söz müdür?
İbn-i Abbas,Ömer ölmek üzere iken:
“Yeryüzü dolusu altınım olsaydı, şu halin korkunç neticesinden kurtulmak
için hepsini feda ederdim,” dediğini naklediyor. Bu söz de:
“Eğer bütün aradakiler -bir misli ile beraber- o kafirlerin olsa,
kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlak feda ederlerdi.”[72]
Ayetinin mefhumu değil midir? İnsaf sahibi, olan şu iki adamın
dediklerine ve şehid edildiği zaman Ali'nin “Ka'be'nin Rabbına yemin ederim
iki, zafere ulaştım” sözüne baksın.”
Ey Râfizî:
Bu iddianda da aşırı bir cehalet vardır.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den naklettiğin sözün
benzeri ondan başkasından da nakledilmiştir. Hatta bazı hariciler dahî bu sözü
söylemişlerdir. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) azadlı kölesi Bilal vefat etmek
üzere iken, hanımı da ahu vahlar çekerken Bilal:
“Yarın Dostum Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve arkadaşlarıma
kavuşacağım,” diyordu.
Buhari'de, Misver b. Mahreme'nin rivayetine göre, Hz. Ömer (radiyallâhü
anh) vurulunca elem çekmeğe ve endişelenmeye başlamıştı. Hemen İbn-i Abbas
yanına gelerek endişesini gidermek ve teselli etmek maksadiyle:
“Ey Emirul Mü'minin, vaziyetten o kadar endişe etme!” demiş ve sözüne
şöyle devam etmiş:
“Ey Emirul mü'minin! Sen Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yâr
oldun. Ona pek güzel dostluk ettin, Sonra Rasulullah'tan, o, senden memnun
olarak ayrıldın. Ondan sonra Ebubekir'e arkadaş oldun. Ona da pek iyi refakat
ettin. Sonra Ebubekir'den, O da senden hoşnut ve razı olarak ayrıldın. Sonra
Peygamberin ve Ebubekir'in bunca ashabına dost oldun. Bunlara da pek güzel
dostluk ettin. Eğer sen (bu defa) Ashabtan ayrılırsan, muhakkak onlar senden
hoşnut ve razı oldukları halde ayrılacaksın!” demiştir.
Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh):
“Ey sevgilim İbn-i Abbas! Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ile
sohbet ve O'nun rıza ve memnuniyeti hakkında yadettiğin o güzel hatıralar,
zikri âli olan Allah (celle celâlühü)'ın bana bahşettiği bir nimet ve
ihsanıdır. Ebubekir'in sohbeti ve onun memnuniyeti hakkındaki hatıralar da,
zikri âli olan Allah (celle celâlühü)'ın bir nimet ve ihsanıdır ki, onu bana
bahsetmiştir. Benim şu andaki ızdırap ve endişem senin içindir. Vallahi şu yer
dolusu altınım olsa Aziz ve Celil olan Allah (celle celâlühü)'ın azabından
kurtulmak için (bir an tereddüt etmeden ve millet hukukunu îfâda kusur etmek
endişesiyle derhal) o altını feda ederdim,” demiştir.
Evet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde Ondan razı
olmuştur. Müslümanlar adaletine şahitlik ederek ondan memnun olmuşlar. Allah da
ondan razı olmuştur. Allah'tan korkması onun allameliğine delildir. Allah (celle
celâlühü):
“Allah'tan, kulları içinde, ancak (Kudret ve azametini bilen) âlimler
korkar.”[73] buyurur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da namaz kılarken kaynayan
kazandan gelen ses gibi, Allah korkusundan göğsünden iniltiler geliyordu.
Müslim'de rivayet edildiğine göre Osman b. Maz'un şehid edildiğinde Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem):
“Vallahi, Peygamber olmama rağmen bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum”,
“Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız”
buyurmuştur.
Ebu Zer (r.a.):
“Kesilen bir ağaç olmak isterdim” demiştir.
Kafir ise kıyamette:
“Keşke toprak olsaydım”[74]
diyecektir.
Bir başka ayette de:
“Allah'ın emrine itaat etmeyenler ise, arzda bulunan şeylerin hepsine
bir o kadarı ile beraber sahip olsalar, (azabdan) kurtulmak için hepsini
verirlerdi..”[75] buyrulmuştur.
Mü'minin dünyada Allah (celle celâlühü)'a karşı olan korkusunu, kâfirin
ahiretteki korkusuna benzetmek nuru karanlığa, gölgeyi güneş sıcaklığına
benzetmek kadar yanlıştır.
Müslüman ümmeti idare eden, ümmetin hakkında adaletle şahitlik ettiği ve
buna rağmen acaba zulüm etmişmiyim, diye korkan bir kimse, şüphesiz ki
meriyetinde bulunanların çoğunun hakkında zalim dedikleri ve haddi zatında
ameliyle güvenilir olan bir zattan daha üstündür.
Kaldı ki, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) adaleti atasözleriyle ifade
edilmektedir.
Hafız ez-Zehebi şöyle diyor:
“İbn-i Üyeyne, Ca'fer-i Sadıktan, O de babasından, O da Câbir'den rivayet
ettiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ömer'i (r.a.)
yerde uzanmış ve üstüne örtü çekmiş olarak görmüş ve :
“Allah (celle celâlühü)'ın rahmeti üzerinde olsun ey Ömer!” demiştir. Bu
haber de en sıhhatli haberlerdendir.
İbnül Mübarek, Amr b. Said b. Ebi Hüseyn en-Nevfeli el Mekkî, İbn-i Ebi
Müleyke, O da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle
buyurmuştur:
“Ömer vefat edince tabuta konuldu ve bir cemaat onu ortalarına alarak
övüp dua etmeğe başladılar. Aralarında beni takib eden birisi omuzumu tuttu.
Bir de baktım ki, Ali, Ömer'e rahmet okuyarak,
“Senden başka ameline gıpta edip, onun gibi Allah (celle celâlühü)'ın
huzuruna kavuşmayı arzu ettiğim kimse geçmemiştir” diyordu.”
Bu haber de sahihtir.
Râfizî şöyle diyor:
“İbn-i Abbas'ın rivayet ettiğine göre Rasalullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) hastalığı esnasında şöyle buyurmuştur:
“Bana kâğıt kalem getiriniz. Size öyle bir kitap (vaziyetname) yazacağım
ki, benden sonra sapmıyacaksınız.” Bunun üzerine Ömer:
Bu adam sayıklıyor mu? Allah (celle celâlühü)'ın kitabı bize kâfidir,
dedi. Rasulullah:
“Yanımdan savulun, benim yanımda kargaşa olmaz” buyurdu. İbn-i Abbas
şöyle dedi:
“Ah ne büyük musibettir. O musibet ki Rasulullah ile yazmak istediği
kitap arasına engel çıktı. Rasulullah vefat ettiğinde Ömer:
“Muhammed ölmedi. Bazılarının el ve ayaklarını kesmeden de ölmez.”
Ebubekir Ömer'i bu sözlerinden vazgeçirtip Ona:
“(Ey
Resulüm) elbette sen öleceksin ve elbette o kâfirler de ölecekler”[76]
“Şimdi O (Muhammed) ölür veya öldürülürse siz ardınıza
dönüverecek misiniz?”[77] ayetlerini okuyunca Ömer: Bu
ayetleri işitmiş gibiyim, dedi.”
Ey Rafizî:
Herşeyden önce Ebu Bekir'in (r.a.) dışında hiç kimseye nasib olmamış ilim
ve faziletin Hz. Ömer (radiyallâhü anh) için sabit olduğu bir gerçektir. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ömer (radiyallâhü anh) için şöyle
buyurmuştur:
“Sizden önceki ümmetlerde (Allah tarafından mülhem olan)
öyle kimseler vardır ki, onlar peygamber olmadıkları halde kendilerine haber
ilham olunurdu. Ümmetim içinde de bunlardan bir kimse varsa o da muhakkak
Ömer'dir.”[78]
Müslim'de de buna benzer rivayetler vardır.
Buhari'nin Ebu Hureyre yoluyla rivayet ettiğine göre Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem):
“Uykuda iken bana bir kadeh süt getirdiler. O kadar içtim ki, kanıklık
tâ tırnaklarımdan sızdığını duyuyordum. Artığımı Ömer b. Hattab'a verdim” buyurmuştur.
“Ya Rasulullah! Bunu ne ile te'vil ettin?” diye sormaları üzerine:
“İlim ile” cevabını- verdi.[79] Buharî'deki bir -başka
hadiste Ebu Said'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur:
“Rüyamda gördüm ki halk bana arz olunuyordu. Üstlerinde gömlekler
vardı. Kiminin gömleği memelerine kadar uzanıyor, kiminin ki daha uzun
bulunuyordu. Ömer b. El-Hattab da bana arzolundu. Üstünde (etekleri)
yere sürünen gömleği vardı ki onu yukarıya doğru çekiyordu.”
“Ya Rasulullah, bunu ne ile te'vil ettin” diye sormaları üzerine:
“Din ile” cevabını verdi.”[80]
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiiğne göre Hz. Ömer (radiyallâhü anh)
şöyle buyuruyor:
“Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim. (Y ani görüşüm, Rabbimin ezeli
hükmüne muvafık düştü).
“Ya Rasulullah, makam-i İbranim'i musalla (Y ani namazgah) ittihaz etsek”
dedim. “Makam-ı İbrahim'i namazgah edinin.” âyeti nazil oldu.
Bir de âyet-i hıcab: “Ya Rasulallah, emretsen de ezvac-ı tâhirâtın hicab
içine girseler. Çünkü iyiler ve kötüler onlarla konuşabiliyor” dedim. Derken
tesettür ayeti nazil oldu. Üçüncüsü Bedir esirleri meselesidir.”[81] Vasiyetname meselesine
gelince, Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Aişe (r.a.) şöyle buyurur:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) (son) hastalığında (bana) şöyle
buyurdu:
“Babanı, kardeşini bana çağır da bir mektup yazayım. Belki biri bir
sevdaya düşer, bir müddet davaya kalkar da, ben daha lâyıkım, der. Lakin Allah
da, mü'minler de Ebubekir'den başkasını istemezler.”[82] Buhari'de rivayet
edildiğine göre Aişe (r.a.):
“(Şiddetli bir baş ağrısından) Vay başım (ölüyorum!) demişti. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) de:
“Eğer sen ölür de ben hayatta kalırsam senin için istiğfar eder ve
senin için dua eylerim,”buyurdu. Bunun üzerine Aişe (r.a.):
“Vay başıma gelen musibet! Vallahi öyle sanıyorum ki, muhakkak sen benim
ölümümü istiyorsun. Eğer ben ölürsem muhakkak sen o son günün gecesinde
kadınlarının birisiyle gerdekte olup yaşayacaksın,” dedi Aişe'nin bu sözü
üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Yâ Aişe! (Endişelenme!) belki ben “vay başım!”
demeliyim.
“Yâ Âişe! Şimdi Ebubekir'e ve oğluna haber göndermek ve -Hilafet
dedikoducuların sözlerinden ve hilafet umanların temennilerinden nefret ederek-
Hilafeti Ebubekir'e vasiyyet etmeği arzu ettim. Fakat sonra düşündüm ki, Allah (Hilafeti
Ebubekir'den başkasına müyesser kılmaktan) imtina eder. Mü'minler de
Ebubekir'den başkasının halife olmasını men' ederler. Yahud Allahu Taâlâ (Ebubekir'den
başkasının halife olmasını) men' eder. Mü'minler de (Ebubekir'den
başkasına bîat ve mutâbaattan) imtina' ederler.”
Müslim'de rivayet edildiğine göre İbn-i Ebi Müleyke şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yerine halife tayin etseydi,
kimi edecekti? diye Aişe'ye soruldu. Aişe:
“Ebubekir'i”, dedi. Ondan sonra kimi?”
“Ömer'i” dedi.
“Ömer'den sonra kimi denilince”:
“Ebu Ubey'de'yi” dedi.”
Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) sözleri ise; Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem)'in hastalığı anındaki sözlerini hastalık şiddetinden mi? Yoksa
bilinen normal sözlerinden midir? Şeklindeki bir şüpheye düşmesinden
kaynaklanıyor. Tabii ki Peygamberler için de hastalık caizdir. Onun için Hz.
Ömer (radiyallâhü anh):
“Rasulullah sayıklıyor mu?” diye şüphe etmiştir. Kesin olarak sayıklıyor
dememiştir. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şüpheye düşmesi caizdir. Çünkü
peygamberlerden başka masum bir kimse düşünülemez. Binaenaleyh Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) söylediklerini hummanın şiddetinden olduklarını
caiz görmüştür. Hatta bundan dolayı vefat etmediğini zanetmiştir. Ama vefatını
müşahade edince inanmıştır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da Aişe
(r.a.) için zikrettiği kitabı (vasiyetnameyi) yazmağa azmetmişti. Ancak bazı
şüpheleri müşahade edince bu vasiyetnamenin şüpheleri kaldıramıyacağına,
böylece faydasının da olmayacağına inandı. Fakat, Allahu Taala'nın ashab-ı
kiramı razı olacağı davada birleştireceğini bildiği için:
“Allah da, mü'minler de
Ebubekir'den başkasını istemezler”[83]
buyurmuştur.
İbn-i Abbas'ın:
“Ah ne büyük musibettir. O musibet ki Rasulullah ile yazmak istediği
kitab (vasiyyetname) arasına engel çıktı” sözü engelin gerçekten musibet
olduğunu gösteriyor.
Bu söz haddi zatında Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafetinde şüphe
edenlerin ve meselenin kendillerine şüpheli geldiği kimselerin aleyhindedir.
Hilafetin Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hakkı olduğuna inananlar için
hiçbir musibet yoktur. Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun!
Vasiyyetname, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafeti
ile ilgiliydi, diye hayal kuranlar, bütün ehl-i sünnet âlimlerinin ittifakı ile
dalalettedirler. Hatta şiîlerin bir kısmı da, ehl-i sünnetin Ebu Bekir'in
(r.a.) hilafet ve imametinde müttefik olduklarını kabul etmişlerdir.
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halife olduğunu
söyleyen şiîler ise, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) daha önce açık
bir nass ile Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halife olduğunu
beyan ettiğini iddia ederek, onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
vasiyyetname yazmamıştır, diyorlar.
Şiilerin Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) Hakkında Uydurdukları İftiralar
Râfizî şöyle diyor:
“Fatıma, Fedek (arazisi) ile ilgili olarak Ebubekir'e hitabta bulununca,
Ebubekir de bir yazı ile cevabını verdi Fatıma yanından ayrılıp dışarıya
çıkınca Ömer'le karşılaştı. Ömer, Fatıma'nın elindeki yazıyı alıp yakması
üzerine, Fatma Ona beddua etti ve Ebu Lu'lue'nin belâsına duçar oldu.”
Ey Râfizî!
Vallahi bu iddian râfizîlerin uydurdukları hayasızca yalanlardandır.
Fatıma'nın (r.a.) vefatından onüç sene sonra, kâfir Ebu Lu'lue'nin eliyle
şehid edilerek Allah (celle celâlühü)'ın lutfuna nail olan Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) bu şehadetinden dolayı ayıplanabilir mi?
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) gibi Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) de şehid edilerek Allah (celle celâlühü)'ın keremine nail olmuştur.
Râfizî diyor, ki:
“Ömer Allah (celle celâlühü)'ın hududunu (kanunlarını) ihmal etmiştir. Muğire
b. Şubeyi cezaya çarptırmamıştır.”
Ey Râfizî!
Cumhuru ulema, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) Muğire b. Şu'be kıssasında
takib ettiği yolun doğruluğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Muğire'ye yapılan
zina iftirasında şahidlerin sayısı dörde tamamlanmamıştı. Kaldı ki Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh), Muğire kıssasındaki uygulamayı, aralarında Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bulunduğu ashab-ı Kiramdan müteşekkil
bir cemaat huzurunda yapmıştır. Ashab da Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh)
yaptığını uygun görmüşlerdir. Delilimiz de şudur:
Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Muğire'nin zina ettiğini iddia eden üç kişiyi
kırbaçlayınca, Ebubekir'e (r.a.). Muğire'rin zina ettiğini bir daha tekrarladı.
Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Onu bir daha kırbaçlamak isteyince Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“Ey Ömer onu kırbaçlayacaksan Muğireyi de recmetmen gerekecektir,” dedi.
Yani Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'in ikinci şehadeti bir şahit mesabesinde
kabul edilerek, böylece şahidler dörde tamamlanmış olacak ve Muğire de
recmedilecekti. İşte bu hadise mezkûr üç kişiyi kırbaçlamasından dolayı Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ömer'e (r.a.) muvafakat ettiğini
açıkça göstermektedir.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh), kendi oğlunu da Mısır'da içtiği içkiden
dolayı had cezasına çarptırmıştır. Şöyle ki:
Mısır valisi Amr b. As cezayı evinde ve gizli olarak tatbik ettiği için Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) buna rıza göstermemiştir. Çünkü diğer suçlulara cezalar
açıkça tatbik ediliyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Amr b. As'a
mektup göndererek oğlunu koruduğu için tehdit etmiş ve oğlunun kendisine
gönderilmesini emretmiştir. Oğlu geldikten sonra onu ikinci defa ve alenen
cezalandırmıştır.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) öyle bir zat idi ki, Allah için başkasının
kınamasından çekinmiyordu. Onun adaleti mutevatir olup ancak rafizi olanlar
adaletini inkâr edebilir. Aynı şekilde Osman'ın (r.a.) katillerine cezayı
tatbik etmediği için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de
kınanamaz. Çünkü müctehid idi.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, Beytülmâlden Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
zevcelerine gerektiğinden fazla mal veriyordu. Ayşe ve Hafsa'ya da her sene
onbin ödüyordu.”
Ey Râfizî!
Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) ödemedeki prensibi tercih esasına
dayanıyordu. Hâşim oğullarına diğerlerine nazaran daha fazla maaş vermesi gibi.
Önce onlara vermeye başlar ve bu malı ilk hak eden sizsiniz derdi. Ayrıca,
kişinin maddi ihtiyaçlarına bakılarak ödeme yapılır, sözlerini de eklerdi.
Hatta oğlu Abdullah'a Usame b. Zeyd'e verdiğinden daha az verirdi. Vallahi Hz.
Ömer (radiyallâhü anh), bazılarını sevdiği, için onlara fazla ödemede bulunurdu
gibi sözlerle itham edilemez.
Râfizî:
“Ömer sürgün edilenler hakkındaki Allah (celle celâlühü)'ın hükmünü değiştirmiştir”
diyor.
Ey Râfizî!
İçki içenleri sürgün etmek İmamın (Devlet reisi) yetkisinde ve içtihadına
mebnî bir şeydir. Bir kısım ashab içki içenlere kırk, bir kısmı da seksen sopa
vurmuşlardır.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de “Her iki; durum
sünnettir” buyurmuştur.
Âlimler de kırk sopadan fazla had'detmek vaciptir, demişlerdir. Ebu
Hanife, Malik ve Ahmed'den nakledilen bir rivayetle hüküm böyledir.
İmam-ı Şafiî “Fazlalık ta'zir olup, imam dilerse uygular.” demiştir.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de içki içenleri sürgün ederdi. Hatta dört
defa içki içenlerin Rasulullah tarafından öldürülmeleri için emir verildiği
sahihtir. Ancak neshinde ihtilaf vardır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) de, kırk sopadan fazla ceza tatbik eder ve şöyle derdi:
“Kendilerine had tatbik edildiğinden ölenler için üzülmezdim. Ancak içki
içenlere üzülür ve onlara diyetlerini vermek isterdim. Çünkü bu işi
içtihadımıza binaen yapardık.”
İmam-ı Şafiî, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu sözünü
delil getirerek, kırktan fazlasının ta'zîr olduğunu ve içtihada binaen
yapıldığını, söylemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer hükümlerin, mânâlarını anlamıyordu. Hatta hâmile bir kadının
recmedilmesi için emir vermiş, Ali onu bu hareketinden alıkoymuştur.”
Ey Râfizî!
Gerçekten böyle bir hadise vukubulmuşsa, muhtemelen Hz. Ömer (radiyallâhü
anh) kadının hâmile olduğunu bilmemiştir. Çünkü esas olan hâmile olmamaktır.
Veyahutta Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bu hükmü hatırlamamış bilahare Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) O'na bu hükmü hatırlatmıştır.
Kaldı ki, Ali'ye (r.a.) de Sünnetle ilgili bir çok hususlar kapalı
kalmıştır. Bilindiği gibi ictihadına binaen sıffînde, Cemel vakasında doksanbin
kişi öldürülmüştür. Elbette bu daha büyük bir şeydir.
Râfizi şöyle diyor:
“Ömer, deli bir kadının recmedilmesi için emretmiş, Ali, ayılıncaya kadar
delinin hüküm dışında olduğunu kendisine hatırlatmıştır. Bunun üzerine Ömer
emrini durdurmuş ve “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.” demiştir.
Ey Râfizî!
Bu fazlalık da bilinmemektedir. (Yani; Ali olmasaydı Ömer helak olurdu
sözü).
Böyle bir şey vuku bulmuştur. Fakat Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kadının
durumunu bilmediği için bunda hiçbir beis yoktur. Yok bilmiş de unutmuş veya
içtihadına mebnî olarak bunu yapmışsa başka müctehidlerde de bunun misali
vardır. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) masum da değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer bir hutbesinde: “Kim kadınlara verdiği mehirde aşırı giderse onu
beytülmala katarım,” demesi üzerine kadınlardan biri:
“Allah (celle celâlühü)'ın kitabında:
“Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz,
evvelkine yüklerle mehir vermiş de bulunsanız, o verdiğinizden bir şey
almayınız.”[84] ayet-i kerimesi ile bize
verdiğini nasıl bizden alabilirsiniz?” diye karşı gelmiştir. Bunun üzerine
Ömer:
“Herkes Ömer'den âlimdir,” demiştir.
Ey Râfizî!
Bu hadise Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) kemal ve faziletine delalet eder.
Durum meydana çıkınca Allah (celle celâlühü)'ın kitabına müracaat etmiştir.
Kadından da gelse hakkı kabul edip, tevazu ile onu itiraf ettiğini görüyoruz.
Üstün olana, ondan aşağı olanların kendisini ikaz etmemeleri üstünlük
şartlarından değildir.
-
İbibik kuşu Süleyman'a
(a.s.): “Ben senin bilmediğin bir şeyi bildim” demiştir.
-
Kendisinden aşağı olmasına
rağmen ondan bazı şeyleri öğrenmesi için Hz. Musa (a.s.), Hızır ile yolculuk
etmiştir.
-
Ömer'i (r.a.) mehir ile
ilgili görüşü faziletli bir müctehidden sadır olabilen bir görüştür. Çünkü
mehirde Allah (celle celâlühü)'ın hakkı vardır. Mehir mücerred bir ücret
değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Kudame b. Maz'un içki içmiş ve haddedilmesi gerekirken Ömer'e:
“İman edip salih ameller işleyenler üzerine, bundan böyle sakındıkları
ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ile imanlarında kökleştikleri,
daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları takdirde,
önceden (haram kılınmazdan evvel) taktıkları şeylerde, üzerlerine bir
günah yoktur. Allah, iyilik yapanları sever!”[85]
ayetini okumuş, Ömer de onu haddetmemiştir.
Bunun üzerine Ali, Kudamenin bu ayetin ehlinden olmadığını
hatırlatmıştır. Yine de Ömer, Kudâme'nin ne kadar haddedileceğini bilemediği
için Ali, Ona seksen değnek vur, demiştir.”
Ey Râfizî!
Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) bu konudaki bilgisinin mevcudiyeti çok
açıktır. Çünkü içki içenleri defalarca kırbaçlamıştır. Bu hadisenin doğrusu
şöyledir:
Ebu İshak el-Cevzcânî, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Kudâme b.
Maz'ûn içki içince Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Kudâme'ye:
Seni bu duruma sevkeden nedir? diye sorması üzerine Kudâme Allah (celle
celâlühü):
“İman edip salih ameller işleyenler üzerine, bundan böyle sakındıkları
ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ve imanlarında kökleştikleri, daha
sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları takdirde, önceden (haram
kılınmazdan evvel) tattıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur. Allah
iyilik yapanları sever”[86] buyuruyor.
Ben de ilk Muhacirlerdenim. Hz. Ömer (radiyallâhü anh), cevab veriniz
dedi. Fakat ashab susmuştu. Bunun üzerine İbn-i Abbas'a sen cevab ver dedi.
İbn-i Abbas şöyle cevab verdi :
“Allah
(celle celâlühü) bu ayet-i kerimeyi içki haram kılınmadan önce onu içenlere
mazeret olarak indirmiştir.”
Daha sonra Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Kudame'nin haddedilip
edilmiyeceğini sorması üzerine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şu
cevabı verdi:
“İçki içen sarhoş olur, sarhoş olan, saçmalar, saçmalayınca da iftira
eder. Şu halde ona seksen deynek vur.”
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de Kudâme'yi seksen deynekle cezalandırmıştır.
Şâyân-i dikkat olan şu ki, sarhoşun seksen deynekle cezalandırılması için
bu fikri Ömer'e (r.a.) veren Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
olmasına rağmen, Buhâri ve Müslim'de sahih olarak bilindiğine göre Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Osman'ın yanında Velîd b. Ukbe'yi kırk
deynekle cezalandırmıştır. Seksen deynek meselesini de Ömer'e (r.a.) mal
etmiştir.
Yine Buhari'de sabit olduğuna göre İbn-i Avf da seksen deynek ile
cezalandırılması için Ömer'e (r.a.) tenbih etmiştir. Dolayısıyla seksen deynek
meselesinde Hz. Ömer (radiyallâhü anh) yalnız Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) istifade etmiş değildir. Daha önce de Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
İçkiden dolayı kırbaçlanıp ölen kimsenin diyetini vermeyi arzuluyorum.
Fakat Rasulullah bunu (diyet verme işini) bize sünnet kılmamıştır. Biz, bunu
içtihadımızla yapardık dediğini nakletmiştik.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer bir hamileyi çağırınca korkusundan çocuğunu düşürdü. Bunun üzerine
ashab O'na:
“Seni sert bir terbiyeci olarak görüyoruz. Sana birşey gerekmez, dediler.
Sonra durumu Ali'ye sorunca Ali, diyet vermesini gerekli gördü.”
Ey Râfizî!
Bu mesele ictihâdidir. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) her zaman Osman, Ali,
İbn-i Mesud, Zeyd ve İbn-i Abbas ile istişare ediyordu. Yaptığı istişareler
onun kemaline delalet eder.
Bir ara zina ettiğini bizzat ikrar eden bir kadını getirirler. Yukarıdaki
zevat da kadının recmedilmesinde ittifak ediyorlar. O esnada Hz. Osman
(radiyallâhü anh), Kanaatimce kadın zinanın haram olduğunu bilmiyor, der. Bunun
üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kadını recmetmiyor.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, “Lailahe illallah” diyen
birisini öldürdüğü için Usame'ye kısas tatbik etmemiştir. Çünkü Üsâme'nin
kanaatine göre o kişi korkusundan kelime-i tevhid getirmişti. Onun için
öldürülmesini caiz görmüştü.
Halid'in Malik b. Nüveyre'yi öldürmesi de bunun gibidir. (Yani
ictihadidir.)
Râfizî şöyle diyor:
“İki kadın bir çocuk üzerine hak iddia ederek münakaşa ettiler, Durum
Ömer'e aktarıldı. Ömer aralarında hükmedemedi.. Ömer meseleyi emirul mü'minine
(Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)) havale etti. Ali her iki kadını
da çağırdı. Onlara vaazetti. Kadınlardan her biri ısrarla çocuğa sahip çıkmak
isteyince, Ali kendisine bir testere getirilmesini istedi. Ve kendilerine
çocuğu böleceğini söyledi. İşte o zaman kadınlardan biri; Yâ emirel mü'minin
müsaade edersen çocuğun hepsi öbür kadının olsun dedi. Ali de :
“Allahu Ekber! çocuk şenindir. Eğer şu kadının olsaydı mutlaka çocuğa
acırdı,” dedi
Ey Râfizî;
Bu anlattığın mesele Ömer'le (r.a.) ilgili değildir. Aksine hadise, Ebu
Hüreyre'nin merfu olarak rivayet ettiği sahih bir hadis ile Süleyman'a (a.s.)
ait olduğu bilinmektedir. Hadisenin anlatılmasındaki maksat da Allahu Taala'nın
Süleyman'a (a.s.) bildirdiği hükümleri Davud'a (a.s.) bildirmediğini
açıklamaktır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Biz, o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirdik”[87]
Süleyman (a.s.) Cenab-ı Allah'tan hükmüne uyacak bir hükmü kendisine
vermesini isteyince Allah da Ona istediğini vermişti. Bununla birlikte
Süleyman'ın (a.s.) Davud'dan (a.s.) daha üstün olduğunu bilmiyoruz. Davud'un
(a.s.) bütün insanlardan daha âbid olduğu hakkında da rivayetler gelmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer doğumundan henüz altı ay geçmiş olan kadının recmedilmesi için
emretmiştir. Bunun üzerine Ali O'na: Kadın isterse Allah (celle celâlühü)'ın
kitabıyla sana davacı olur, diyerek şu âyetleri okudu:
“Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilme müddeti otuz
aydır.”[88]
“Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler.”[89]
Ey Râfizî!
Herşeyden evvel Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ashab ile istişare ediyordu.
Allah (c.c) da istişareden dolayı mü'minleri medhederek:
“İşleri de hep aralarında danışıklıdır.”[90]
buyurmuştur.
Kocası, efendisi olmayan veya şüpheyle münasebette bulunduğunu iddia
etmeyen hamile kadının recmedilip edilmeyeceğinde âlimler ihtilaf etmişlerdir.
İmam Malike göre recmedilir. Ahmed'den bir rivayet de böyledir.
Ebu Hanife ve Şafiî kadının zorla veya münasebet kurulmaksızın hamile
kalabileceği ihtimalini nazar-i dikkate alarak recmedilmiyeceğini söylemişlerdir.
Birincilerin görüşü hulafaî râşidinden nakledilmiştir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Ömer (radiyallâhü anh)
ömrünün son günlerinde şöyle demiştir:
“Kesin olarak isbat edildikten, hâmilelik veya bizzat itiraf vuku
bulduktan sonra zâniyi recmetmek haktır.”
İçki içenin kusması halinde haddelip edilmiyeceği hususunda da âlimler
ihtilaf etmişlerdir.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) nâdir olduğunu tahmin etmekle beraber kadının
altı aydan önce doğurabileceğini zannetmiş olabilir. Dört yıl veya yedi yıl
hâmile kalanların çok nadir olduğu gibi. Bu gibilerin haddedilmesi hususunda
âlimlerin ihtilafı vardır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer hükümlerde tereddüt ediyordu. Dedenin mirası hususunda yüz çeşit
hüküm vermiştir.”
Ey Râfizî!
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) dedenin payı meselesinde ihtilâfa düşen
sahabilerin en bahtiyarlarındandır. Ashâb-ı Kiram, dede kardeşlerle bulunduğu
takdirde durumu nasıl olur meselesinde iki görüştedirler.
Birincisi: Dedenin kardeşleri mirastan düşürmesidir. Bu görüş Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh), Ebu Musa, İbn-i Abbas ve daha bir kısım ashab ile
Ebu Hanife, şâfiîlerin İbn- i Süreye ve Hanbelilerden Ebu Hafs el-Bermekkî'nin
görüşüdür. Hak olanda budur. Alimler dedenin torunlarla bulunması halinde baba
gibi mütâlâa edileceğinde ittifak etmişlerdir. Baba da elbette amcalardan
mukaddemdir. Onun için babanın babası (dede) kardeşlerden önce olması gerekir.
İkincisi: Dede kardeşlerle ortak olacağı fikridir. Bu da Osman,
Ali, Zeyd ve İbn-i Mesud'un (r.a.) görüşüdür. Fakat tafsilata geçince
aralarında çok açık bir ihtilaf vardır. Cumhur, Zeyd'in görüşündedirler. Mâlik
Şafiî ve Ahmed gibi.
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) dedenin payı
hususundaki görüşüne fakihlerden hiçbir imam katılmamıştır. Ancak İbn-i Ebi
Leylâ'nın bu görüşe katıldığı söylenmektedir.
Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) dede meselesinde yüz çeşit hüküm vermesi
mümkün değildir. Kaldı ki on senelik halifeliği esnasında dede meselesinde az
konuşmuş ve Buhari'de rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Üç şeyin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bize
açıklanmasını istiyordum. Dedenin mirastaki payı, Kelâlenin durumu ve Ribanın
bütün çeşitleri. ”
Bunları bilmeyenler onlar hakkında hüküm vermemişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Allah (celle celâlühü) eşitliği emretmesine rağmen Ömer, ganimet
mallarının dağıtımında bazılarına az, bazılarına fazla verirdi.”
Ey Râfizî!
Herşeyden önce ganimeti kendisi değil, Onun komutanları taksim ederlerdi.
Onlar ganimetin dörtte birini dağıtırlar, beşte birini de Ömer'e (r.a.)
gönderirlerdi.
Alimler ganimetlerin taksiminde maslahata binaen bazılarına ez,
bazılarına çok verilmesi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel'den iki
rivayet vardır ki, birisi caiz diğeri caiz olmadığı hususundadır.
Ebu Hanife maslahata binaen ganimetlerin şahıslara göre az veya çok
taksim edilmesini caiz görmüştür. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) başlangıçta ganimetleri beşe böler ve beşte dördünü taksim etmesine
rağmen, bilahare geri kalan beşte biri dörde bölmüş ve dörtte üçünü taksim
etmiştir.
Müslimde rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
El-Gabe gazvesinde Seleme b. El-Ekve'e yaya olmasına rağmen bir süvari ve bir
yaya hissesini vermiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Seleme'yi
tercih etmesinin sebebi başkasına nazaran Onun savaşta kahramanca davranması,
düşmanı yıldırması ve ganimeti elde etmesi olmuştur. Mâlik ve Şafiî, bu
fazlalığın ancak beşte birden verilebileceğini söylemişlerdir.
Evet Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) taksimde eşitliğe riayet ederken, Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) bazılarına ve maslahata binaen biraz fazla veriyordu.
Fakat bu durum onun adaletsizliğine delalet etmez. O Ömer ki Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), Onun hakkında:
“Allah hakkı Ömer'in kalbine ve
lisânına damgalamıştır. ”
buyurmuşlardır.
Şüphesiz ki bu taksimler içtihadı bir meseledir.
Râfizînin “Allah, ganimetin taksiminde eşitliği vacip kılmıştır.” sözü
delilsiz bir iddiadır. Bu hususta delil olsaydı, diğer ictihadi konularda
konuştuğumuz gibi, bu konuda da konuşurduk.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer kendi görüş, istek ve zannına göre hükmederdi.”
Bu durum yalnız Ömer'e (r.a.) ait değildir.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de kendi görüşüne göre
hükmedenlerden idi. Buna delil olarak da Sıffîn muharebesine gitmesini
gösterebiliriz. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu hususta şöyle
diyor:
“Rasulullah bu hususta bana bir şey söylememiştir. Ancak görüşüme göre bu
savaşa gitmeliyim.”
Ama hâricilerle savaşması konusunda hadisten delili vardır. Cemel ve
Sıffîn savaşıyla ilgili olarak her iki taraf da bir delil getirmemişlerdir.
Ancak Kaidûn, (savaşa katılmayanlar) fitne çıkmaması için savaşın
terkediimesine dair hadislerle delil getirmişlerdir.
Bilinen şu ki; görüş nasslara aykırı değilse onda hiçbir sakınca yoktur.
Aykırı ise, bunun en uygun olmayanı binlerce müslümaran kanlarının akıtılmasına
sebep olan ve o kişilerin öldürülmesinde ne dünya ve ne de âhiretlerine yararlı
bir maslahatın bulunmadığı görüş olur.
Eğer Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), (Sıffîn ve Cemel
Vak'ası) görüşü ile ayıplanmazsa -ki ayıplanamaz- Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve
başkalarının ferâiz, talak v.s. fiıkhî meselelerle ilgili görüşlerinden dolayı
haliyle kınanamazlar.
Bununla birlikte Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) fıkhî
meselelerde ashabın görüşlerine iştirak etmiş fakat kan akıtma davasındaki
görüşüyle tek başına kalmıştır. Oğlu Hasan (r.a.) ve ilk müslümanların çoğu bu
savaşlarda maslahat görmemişlerdir. Onların bu görüşleri, birçok şer'î
delillere dayandığı için savaşı gerektiren görüşe nazaran maslahata daha uygun
idi.
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) dedenin payı vesâir
ffkhî meselelerdeki hükümleri de aklî görüşlerine dayanıyordu. O şöyle diyordu:
“Ben ve Ömer cariyenin çocukları olduktan sonra satılamıyacağı hususunda
görüş; birliğine varmıştık. Fakat şimdi onların satılmasını caiz görüyorum.”
Bunun üzerine kadısı Ubeyde es-Selmâni:
“Sizin ve Ömer'in cemaatla beraber olan görüşleriniz, senin küçük
fırkalarla beraber olan görüşünden bize daha güzel geliyor”, demiştir.
Buharide rivayet edildiğine göre:
Ubeyde es-Selmânî Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den
naklettiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle diyor:
“Daha önce hüküm verdiğiniz gibi hüküm veriniz. Ben ihtilaf istemiyorum.
Müslümanların cemaat olmalarını ve arkadaşlarım olan üç halife gibi ölmek
istiyorum.”
Bu sözü İbn-i Sîrin, Ubeydeden nakletmiş, ayrıca O, Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den nakledilen sözlerin bir çoğunun
kendisine isnad edilen yalanlar olduklarını söylemiştir.
İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle diyor:
Babamın (Hz. Ömer (radiyallâhü anh)) bir şey hususunda görüş beyan edip
de onun öyle olmadığını görmüş değilim.
Nasslar, İcma ve muteber sözler, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) görüşü;
Osman, Ali, Talha ve Zübeyr'in görüşlerinden daha isabetli olduğunu
gösteriyorlar. Bunun içindir ki, görüşlerinin neticesi hayırla neticelenmiştir.
Zerre kadar insaf ve vicdanı olan kimse, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh)
ahlâk ve ilminin kemâlinde şüphe etmez.
Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) sadakat ve kemalinde şüphe
eden, mutlaka ve zır câhil veya münafık zındıktır.
Onların yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmektir. Bu da râfizîlerin ve
bâtınîlerin işidir.
Râfizî “Ali masumdur. Mücerred görüşüyle hükmetmez. Aksine onun söylediği
herşey nass gibidir” derse, “Öte tarafta ve senin gibi aşırı giderek (haşa!)
Ali'yi tekfir eden haricilerin var olduğu” kendisine hatırlatılır.
Râfizi şöyle diyor:
“Ömer yaptığı vasiyyette vefatından sonra halife seçimi işinin şûra ile
halledilmesini icad ederek, Ebubekir'e muhalefet etmiştir. Ebu Huzeyfe'nin
kölesi Sâlim'e hayıflanarak:
Sâlim hayatta olsaydı şüphesiz ki, Onu halife olarak tayin edecektim,
demiştir. O sırada Ali de hazır duruyordu..”
Ey Râfizi!
Senin bu sözlerin iki şeyden hâli değildir. Ya yalan bir nakildir. Veya
hakkı inkar etmektir. Yalan olan kısmı ya gerçekten yalan olduğu bilinmekte
veya doğru olduğu bilinmemektedir. Doğru olan kısmında da Ömer'i tezyif edecek
hiçbir şey yoktur.
Aksine Onun ahlâk ve faziletine delalet eden deliller vardır. Fakat bu
câhil râfizîler aklî ve nakli bütün delillerde hakikatleri ters çeviriyorlar.
Meydana gelmiş olayları olmamış, olmamış olayları da olmuş gibi gösteriyorlar.
Doğru olanları yanlış, yanlış olanları da doğru diye iddia ediyorlar. Onun için
râfizîlerin ne akli ve ne de nakli delillerine itibar edilmez. Gerçekten şu
âyet-i kerimeden nasiblerini almışlardır.
“Bir de şöyle derler: Biz işitir veya akıl eder olsaydık, şu azgın
ateşe atılanlar arasında bulunmazdık.”[91]
Râfizînin,
“Ömer kendisinden öncekine muhalefet ederek halifeyi seçme işini şûraya
havale etmiştir” sözüne gelince şöyle deriz:
Ey Rafızî:
Muhalefet ikiye ayrılır.
Birincisi; tam zıdlık ifade eden muhalefettir. Bir kimsenin bir şeyi
vacip kılarken diğerinin onu haram kılması gibi.
İkincisi; fer'î olan muhalefettir. Kıraat şekilleri gibi. Bazıları bir
kıraati seçerken diğer başkaları başka kıraatları seçmelerine rağmen bütün bu
kıraat şekilleri caizdir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullarr (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Kur'an-ı Kerim yedi lehçe üzerine inmiştir. Hepsi de şâfi ve
kâfidir (haktır).”
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ile Hişam b. Hakîm b. Hizam “El-Furkan”
sûresinin okunuşunda ihtilafa düşerek ayrı şekillerde okudular. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) onlara “El-Furkan” suresi sizin ikinizin okuduğu
şekilde inmiştir” buyurdu.
Halifenin tasarruf yetkisi de bu feri ihtilaflar arasındadır. Onun
içindir ki, Rasulullah, Bedir muharebesinde esir edilenlerin durumu hususunda Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'i istişare ettiğinde Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh), Fidye karşısında esirlerin salınmalarını, Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) de öldürülmelerini istediler. Bunun üzerine Rasulullah
Ebubekir'i (r.a.) İbrahim ve İsa peygambere, Ömer'i (r.a.) de Nuh ve Musa
peygambere benzetti. Bu fikirlerinden dolayı hiçbir zaman Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Ömer'i (r.a.) ayıplamamıştır. Aksine her ikisini
peygamberlere benzeterek medhetmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem), bu iki fikirden birisiyle mükellef olsaydı onlarla istişare etmezdi.
Kaldı ki ictihadlar ayrı ayrı olmasına rağmen hepsi de hak olabilir.
Mesela Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) savaşlarda Halid b. Velid'i komutan
olarak tayin etmek isterken, Ömer Onun azledilmesini istiyordu. Fakat Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh):
“O Allah (celle celâlühü)'ın müşrikler üzerinde musallat ettiği bir kılıçtır,”
diyerek Halid'i azletmiyordu, Ömer halife olunca Halid’i azlederek yerine Ebu
Ubeyde b. Cerrah'ı tayin etti. Buna rağmen her ikisinin icraatı, devirlerindeki
maslahata binaen en münasib olanı idi. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh)
yumuşaklığı karşısında Ömer biraz sert olmasına rağmen Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) her ikisiyle istişare ederek:
“İkiniz bir hususta ittifak ettiğiniz takdirde size muhalefet
etmem” buyurur.
Sahih hadiste rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Müslümanlar Ebubekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğruyu bulurlar.”[92]
buyurmuşlardır. Bir başka rivayette de şöyle buyururlar:
“Ashabım! Mü'minler peygamberlerini kaybedip namazları da
kendilerine ağır geldiğinde ne yapacaklarını biliyor musunuz?” Ashab:
“Allah ve Resulü bilir,” dediler. Rasulullah:
“Aralarında Ebubekir ve Ömer yok mu? (devamla) Mü'minler
Ebubekir ve Ömer'e itaat ettikleri takdirde onlara itaat eden müslümanlarla
beraber bütün ümmet hidâyete nail olur. Onlara isyan ederlerse kendilerine
isyan eden bütün müslümanlarla birlikte bütün ümmet dalâlete duçar olur. ”
(Bu son iki cümleyi üç defa tekrar etti.)
Müslimin rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas, Ömer'den (r.a.) rivayet
ederek şöyle buyurur:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir muharebesinde müşriklerin
bin, kendilerinin de üçyüzondokuz kişiden müteşekkil olduklarını görünce,
kıbleye dönerek ellerini yukarıya kaldırdı ve Allah (celle celâlühü)'a şöyle
dua etmeye başladı.
“Allah 'ım! Bana va'dettiğiniyerine getir. Allahım! Bana
va'dettiğini ver. Allahım! Şu küçük İslâm topluluğunu yok edersen yeryüzünde
sana ibadet edecek kimse kalmayacak”.
Cübbesi omuzlarından düşünceye kadar duaya devam etti. Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh), Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek düşen
cübbesini kaldırdı ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) omuzuna
koydu. Sonra arkasında durarak:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Allah (celle celâlühü)'a olan duanız yetti.
Muhakkak iki, Allah sana vadettiğini verecektir,” dedi. Bunun üzerine Allah (celle
celâlühü):
“O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size: Gerçekten
ben arka arkaya bin melek ile imdad ediyorum, diye duanızı kabul buyurmuştu”[93] ayetini indirdi.
Böylece Allah (celle celâlühü) meleklerini Resulünün imdadına gönderdi.”
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) taraftarları ve
istisnasız olarak Selef, Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) fazilette
olan üstünlüklerini kabul etmişlerdir. İbn-i Batte, Ebul Abbas b. Mesruk diye
bilinen hocasının şöyle söylediğini naklediyor:
Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b.
Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:
“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına
gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:
“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Hz.
Ömer'in (radiyallâhü anh) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih
ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne
dediklerine akıl erdiremiyorum.”[94]
Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den[95]
aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. şöyle diyor:
“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih
etmiyorlardı.”
Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da
Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : “
“Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”
Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı
görüştedir. Aynı rivayet, İbn-i Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette
Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.”
dediği sabit olmuştur.
Bu söz bir çok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldon geldiği
ayrıca beyan edilmiştir.
Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde
nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:
Cennetin kapıcısı olsaydım,
İki Hemadaniye selametle girin, derdim.
Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da
hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed
b. El-Hanefiyye (Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) oğlu) şöyle
diyor:
“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye
sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? diye tekrar sorunca; Ömer'dir,
dedi.”
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), oğluna böyle söylediğine
göre “Bu da takiyyedir” denilemez. Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu
sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.
Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle diyordu:
“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse,
mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”
Sünen'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem):
“Benden sonraki iki kişiye, yeni Ebubekir ve Ömer'e uyunuz”[96]
buyuruyorlar. Onun için Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen ve
âlimlerin iki görüşünden bir görüşe göre -ki en kuvvetli görüş budur- Ebubekir
ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bir hükümde ittifak ettiklerinde, O hüküm hüccet
olur ve ondan ayrılmak caiz değildir. Alimlerin kuvvetli olan bir başka
görüşlerine göre; dört halifenin ittifakı hüccettir. Onların hilafına hareket
etmek caiz değildir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onların
sünnetlerine uymayı emretmiştir. O Peygamberki, adil ve mükemmel emirlerle
gönderilmiş, rahmet ve merhamet Peygamberidir. Ümmeti de bu güzel sıfatlarla
tavsif edilmiştir.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara
karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlü...”[97]
Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı
emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların
hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu.
Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri
oldular.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), kemâlinin gereği olarak ve adaletin
tecellisi için yumuşaklığı ve sertliği birbirine mezcetmiş ve tabiatında sert
olanı tayin etmiştir.
(Halid b. Velid'i ordu komutanı olarak tayin etmesi gibi) çünkü yalnız
yumuşaklık işi bozduğu gibi, yalnız sertlik de işi bozar.
Onun için Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'le (r.a.) istişare etmekle
ve Halid'i komutanlığa getirmekle gerçekten Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) halifeliğine lâyık olmuştur. Bu da Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh)
yüce faziletine delalet eder. Bunun içindir ki, Ömer'in şiddetini aşan bir
şiddetle irtidad edenlere karşı savaşmıştır. Hatta Hz. Ömer (radiyallâhü anh):
“Ey Ebâbekir! İnsanlara karşı yumuşak davranmakla kendini onlara sevdir”,
demesi üzerine Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):
“Neden kendimi onlara sevdireyim? (Suçun basit olmadığına işaret ederek)
Yalan konuşmuş veya bir şiir mi söylemişlerdir?” Şeklinde Ona cevap verdiği
rivayet edilmiştir.
Enes (r.a.) şöyle diyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı ile tilkiler gibi
(şaşkın) olduğumuz bir halde iken Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) bize bir hutbe
verdi. Bizi o kadar cesaretlendirdi ki, âdeta aslanlar gibi kesildik.”
Hz. Ömer (radiyallâhü anh), gerçekten tabiatında sert idi. Kemaline
delalet eden en açık delil, işlerinde mutedil olması için yumuşaklığa
sarılmasıdır. Onun için Ebu übeyde b. Cerrah, Sa'd b. Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde
es-Sekafî, Nu'man b. Mukarrin, Said b. Âmir ve benzeri ashabtan yardım talep
ediyordu. Bu zatlar zühd, takva ve ibadette Halid b. Velid ve emsalinden daha
ileri idiler.
İşte bunun içindir ki Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Allah ve Resulünün açık
olarak hükümlerini beyan etmedikleri meselelerde ashab ile istişare ediyordu.
Çünkü Şâri'in kıyamete kadar herkes için ayrı ayrı hüküm koyması mümkün
değildir. Hal böyle olunca, Genel hükümlerin kapsamına girip girmedikleri
hususunda bazı muayyen meselelerde ictihad edilmesi gerekir. İşte bu ictihad
şekline fakihlere göre “Tahkikül Menat denir.” Buhususta kıyası kabul eden ve
etmeyen bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Meselâ:
Allah (c.c); âdil olanların şâhid olmasını emrediyor. İctihad yapılmadan
şahitlik yapacak âdil kimselerin kim olduklarını bilmek mümkün müdür?
Yine Allah (celle celâlühü) emanetlerin sahiplerine verilmesini ve
işlerin de ehline tevdi edilmesini emrediyor. Bunlara lâyık olanların veya
başkasına tercih edilecek muayyen kimselerin nassla bilinmesi mümkün olmadığı
için bunlar, ancak ictihadla tesbit edilebilir.
Râfizî,
İmamın nassla belirlenmiş ve ma'sum olması gerektiğini iddia ediyorsa:
Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) daha mı büyüktür ki O'nun
vekilleri ve tayin ettiği memurları bile masum değillerdi. Şâri'nin her muayyen
şeye nassla hüküm koyması mümkün olmadığı gibi, Peygamber ve imamın da muayyen
olan her hususta gaybı bilmeleri mümkün değildir. Kaldı ki, ferî meselelerin
bir çoğu Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zannettiği gibi
çıkmamıştır. Binaenaleyh ma'sum olan ve olmayan kimseler için fer'î konularda
içtihadın gerekli olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Müslim'de rivayet
edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“Muhakkak ki, siz ihtilaflı meselelerinizde bana geliyorsunuz.
Bazılarınız delil getirme hususunda diğerinizden daha maharetli olabilir. Ben
getirdiğiniz delillere göre hükmederim. (Hakkı olmadığı halde ve
getirdiği delillere istinaden) kime kardeşinin hakkından bir şey verirsem
onu almasın. Çünkü ona cehennemden bir parça vermiş olurum.”[98]
Bu hadisten anlaşıldığı gibi hakkında kesin nass olmayan muayyen yerlerde
ictihad yapılır. Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zahir
delillerin hilafına da olsa davayı kazanan şahsa eğer gerçekten haklı değilse
kardeşinin hakkını olmamasını istemişlerdir.
Evet Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Halife olduğu için Müslümanlara en
faydalı olan şahsı kendi yerine tayin etmesi gerekirdi. Onun için bu hususta
ictihad etti ve hilafete lâyık olan altı kişiyi tesbit etti. İçtihadı da doğru
ve haktır. Çünkü hiç bir sahabi bu altı kişiden başkası hilafete layıktır,
dememiştir. Halifeyi seçme işini bu altı kişiye bırakmasının sebebi tayin
edeceği bir kişinin diğerlerine nazaran daha yararlı olmayabileceğinden
korktuğu içindir. Bu durum da Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) takvasına delâlet
eder. Bu yüzden ictihad ederek hilafet için altı kişi tercih etmiş fakat, birisini
tayin etmemiştir. O şöyle diyordu:
“Tayin işi alt: kişinin hakkıdır. Onlar kendi aralarında birini tayin
etsinler.”
Âdil olup ve havaî arzusu olmayan bir imam için bu en güzel bir
ictihaddır. Allah ondan razı olsun.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“... Onların işleri aralarında danışma iledir.”[99]
“... İş hakkında onlarla danış...”[100].
Binaenaleyh Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şûra ile yaptığı işler mutlaka
yararlı idi. Ebubekir'in, Ömer'i (r.a.) tayini de müslümanların maslahatı için
olmuştur. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) olgunluğunu ve yüceliğini gören Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh), bu tayin için Şûraya ihtiyaç duymamıştır. Tabii ki,
Ebubekir'in bu güzel ve mübarek kararının eseri müslümanların hayatında açıkça
görülmüştür. İnsafı olan her akıl sahibi Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd ve
Abdurrahman b. Avf (Allah cümlesinden razı olsun)'ın Hz. Ömer'in (radiyallâhü
anh) yerine geçemiyeceklerini gayet iyi bilir.
Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) hilafet için altı kişiyi tercih etmesi, Hz.
Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Ömer'i hilafete tayin edip müslümanların da Ona
bîat etmesi gibidir.
Hatta bu sebepledir ki, Abdullah İbn-i Mesud (r.a.) şöyle demiştir :
İnsanlarını en ferasetlisi -çok ileri zekâlı- üçtür.
Birincisi Şuayb (a.s.)'ın kızıdır ki, şöyle demiştir:
“Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretli tuttuklarının en iyisi bu
güçlü ve güvenilir adamdır.”[101]
İkincisi Mısır kralının hanımıdır ki, şöyle demiştir:
“... Belki bize faydalı olur yahut Onu oğul ediniriz.”[102] Üçüncüsü Ömer'i halife olarak
tayin ettiği için Ebubekir'dir.
Evet Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hilafet işini seçtiği altı kişiden birine
lâyık görmüş ve bu hareket tarzını şöyle açıklıyordu:
“Ben halife tayin edeceksem benden hayırlı olan -Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh)- halife tayin etmiştir. Halife seçim işini başkasına bırakıp
terkedeceksem yine benden hayırlı olan da -Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)- terketmiştir.”
Görülüyor ki, halifelerin tayin işinde ihtilaf olmamıştır. İhtilaf ancak
kıraat şekilleri, fıkıh v.s. konularda olmuştur. Bu da normaldir. Çünkü bir tek
âlimin de iki görüşü olduğu vâkidir. Hâlen de büyükler görüşlerde ihtilaf
ediyorlar. Kaldı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Müslümanlar Ebubekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğru yolu
bulurlar.”[103]
dediği sabittir. Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Bekir ve
Ömer'e (r.a.):
“İkiniz bir hususta ittifak ederseniz
size muhalefet etmem.” diyordu.
Başka bir hadislerinde de şöyle buyururlar:
“Benden sonraki iki kişiye, yani Ebubekir ve Ömer'e uyunuz.”[104]
Onun içindir ki, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh), güzel meziyetlerinden
dolayı Ömer'i halife olarak tayin etmesi uygun bir iş olup tesiri de
müslümanların hayatında görülmüştür, diyebileceğimiz gibi, Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) aynı işi faziletlerde birbirine yakın olan altı kişiye
terkederek onlardan birini hilafete tercih etmemesi de maslahata binaendir
diyebiliriz. İnsaf sahibi olan herkes de bunu böyle kabul eder.
Ondan sonra ashab-ı kiram Osman'ın (r.a.) hilafeti üzerine ittifak
ettiler. Çünkü Onun halife olmasında başkasına nazaran çok fayda ve az zarar
vardı. Gerekli olan da çok faydalı ve az zararlı olanın tercih edilmesidir.
Halife'nin ölümünden sonrası için yerine birini tayin etmesi de vacip değildir.
Onun için Hz. Ömer (radiyallâhü anh):
“Halife seçme işi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
kendilerinden razı olarak ayrıldığı altı kişinin Şûrasına bağlıdır,” diyordu.
Ey Râfizî!
Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'den bahsederek bazı iddialarda bulunuyorsun.
Şu bilinen bir gerçektir ki, ashab hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu
gayet iyi biliyorlardı. Hadis kitapları bununla ilgili haberlerle doludur.
Muhacirlerin Sakife günü Ensar'a itiraz etmeleri bunun misalidir. Böyle
olmasına rağmen Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) bir köleyi halife olarak tayini düşünülebilir
mi? Aklın nerededir?!
Ama Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) cüzî bir iş için Salimi görevlendirmesi
veya tayin edeceği kimseler hakkında ve buna benzer işlerde Salim ile istişare
etmesi mümkündür. Çünkü Salim ashabın en seçkinlerinden bir zât idi.
Ey Râfizî!
“Ömer meziyetleri ayrı olan kişileri eşit tutmuştur.” diyorsun.
Bu iddia sence doğrudur. Ama Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) tercih ettiği
altı kişi, Onun nezdinde bunlar fazâilde birbirlerine yakın idiler. Hatta Şûra
ehli dahi hangilerinin hilafete layık olduğu hususunda mütereddit idiler. Ama
sen:
“Tercih edilenin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), kendisine
tercih edilen de Osman'dır.” diyecek olursan; o zaman, sana:
“Ensar ve muhacirler kendisine tercih edilen bir kimsenin hilafeti
üzerine nasıl ittifak ettiler?” sorusunu soracağız.
Eyyüb Sahtiyan ve arkadaşları:
“Kim Ali'yi Osman'a tercih ederse muhacir ve ensara hakaret etmiştir,”
demişledir. Sahihaynde rivayet edildiğine göre İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh)
şöyle diyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) devrinde Onun ashabından
hangisinin efdal olduğundan bahseder, önce Ebubekir sonra Ömer, sonra Osman'ı
zikrederdik.”
Bir başka sözünde de:
Sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer ashabını bırakır,
aralarında tercih yapmazdık, buyuruyor. Ashab-ı Kiram'ın Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) zamanındaki hallerini işte böyle naklediyor. Aslında bunun
eseri de ashabta açıkça görülmüştür. Onlar korkmadan ve bir mükafaat beklemeden
Osman'ın (r.a.)' hilafetinde ittifak etmişler ve Ona bîât etmişlerdir. Onlar
Allah (celle celâlühü)'ın kendilerini tavsif ettiği gibi idiler. Allah (celle
celâlühü) onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“... Allah onları sever onlar da O'nu severler. İnananlara karşı alçak
gönüllü, inkarcılara karşı güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, yerenin
yermesinden korkmazlar...”[105]
İbn-i Mesud da şöyle diyor:
“Hiç zorluk çekmeden bizden faziletli olanı tayin ettik.”
İbn-i Mesud, bu sözü söylerken Abbas, Ubade b. es-Sâmit ve Ebu Eyyub
el-Ensari gibi zatlar vardı ki, bunların sözünü kabul etmeyecek hiçbir mazeret
yoktu.
Bunlardan her biri Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin
ettiği kişiler hakkında fikir beyanında bulunabilen zatlardır. Halbuki
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak olarak tayin etme hakkına sahib
idi . Bu beyanlarından dolayı da kendilerine hiçbir zarar gelmezdi. Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'i tayin edince Talha ve başkası, Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında da Useyd b. Hudayr, Usame b. Zeyd'in
tayini hususunda görüşlerini açıklamışlardır. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh)
yaptığı tayin ve azil işlerinde de görüşlerini açıklayabilen ashab, Umeyye
oğullarından olması hasebi ile güçlü ve kuvvetli olmasına rağmen, Osman'ın
(r.a.) tayin işlerinde de görüşlerini açıklayarak gerek Ümeyye oğullarından ve
gerekse başkalarından olsun kendilerine yardım ettiği kimseler hususunda onunla
münakaşa edebiliyorlardı. Bunun üzerine kendilerinden şikayetçi oldukları bazı
görevlileri azletmiş, mali yardımda bulunduğu kişilerin yardımına da son
vererek ashabın isteklerini yerine getirmiştir. Durum böyle olunca ashab
Osman'ın (r.a.) hilafeti hakkında konuşsalardı -ki, onun zamanında birçok,
fetihler ve hayırlı işler gerçekleşmiştir.[106]
Onların seslerine kulak vermemezIik mümkün olur muydu? Üstelik onlar
güçlü kuvvetli ve muteber zatlar idi. Hz. Osman (radiyallâhü anh) akrabalarını
iş başına getirmiş ve onlara çeşitli hediyeler vermişse, ondan sonra gelenler
de aynı şeyi yapmışlardır. Üstelik onların bu hareketleri fitneye de sebep
olmuştur.
Evet ashab-ı kiram yanlış olan bir harekete karşı asla susmazlardı. Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'i (r.a.) halife olarak tayin ettiğinde onların
kendisine:
“Bize sert tabiatlı olan Ömer'i halife tayin ettiğin için, Rabbinin
huzuruna çıktığında Ona ne diyeceksin?” dediklerini görmedin mi? Bunun üzerine Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) ashaba şöyle dedi:
“Allah (celle celâlühü)'ın beni muahaze edeceğiyle mi korkutuyorsunuz?
Dostlarına (müminlere) onların en hayırlı olanını halife olarak tayin ettim,
diyeceğim.”
Râfizîler “bilahare kendilerine zulüm etmemesi için seçecekleri kimseye
iltimasta bulunmaları insanların âdetlerindendir” diyorlar. Ama Osman'ın (r.a.)
ehlinde ne vardı ki, ashab ona iltimas etsin?
Demek ki ashabın Osman'ı (r.a.) hilafete seçmeleri onun
hakketmesindendir. Bu durum öyle açıktır iki, akıl sahibi olan biraz düşünecek
olursa Onu daha da iyi kavrayacaktır. Câhil ve nefsî arzularına tabî olan
kimsenin de elbette Allah kalbini köreltmiştir. Meseleyi delilleriyle bilen
âlim de şüphesiz ki, meseleyi beyan ettiğimiz gibi kabul ediyor.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer seçtiği Şura heyetinin her ferdinde kusur görmüş, böylece
kendisinden sonra hiç kimsenin müslümanların başına geçmesini istemediğini
açığa vurmuştur. Sonra imameti altı kişiye münhasır kılmakla işi yine tekeline
almıştır.”
Ey Râfizî!
Hz. Ömer (radiyallâhü anh); bazı kimselerin Şûra ehlini ta'n ederek:
“Bu altı kişinin dışında hilafete daha lâyık olanlar vardır.” dedikleri
gibi bir söz söylemeyip seçtiği altı kişiden hiç birisine karşı güvensizlik
duygusunu da asla beslememiştir. Aksine o muayyen bir şahsı tayin edemediğinin
sebebini ve özrünü beyan etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer sonra kararında çelişkiye düştü. Hilafetin tayinini dört, sonra üç
sonra bir kişiye havale etti. Zayıflıkla nitelendirmesine rağmen seçim işini
Abdurrahman b. Avfa bıraktı.”
Ey Râfizî!
Naklî delil getiren kimse her şeyden önce onu isbatlaması gerekir.
Buhari'de de sabit olan ve buna benzer hiç bir naklin bulunmamasıdır. Aksine
iddianın tam zıddı olan nakiller vardır. Halifeyi seçme işini üç kişiye havale
eden Hz. Ömer (radiyallâhü anh) değil aksine Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh)
seçtiği altı kişi olmuştur. Bu üç kişiye havale eden Hz. Ömer (radiyallâhü anh)
değil aksine Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) seçtiği altı kişi olmuştur. Bu üç
kişi de, yetkiyi onlardan biri olan Abdurrahman b. Avfa vermişlerdir.
Evet Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle demiştir:
“Sa'd halife seçilirse seçilir. Seçilmezse seçilecek zat onun yardımını
taleb etsin. Kesinlikle ben Sa'd'ı acizliğinden veya hıyanetinden azletmiş
değilim. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) sözlerine devam ediyor:
“Benden sonra seçilecek olan halifeye Allah'tan korkmasını,
memleketlerinden çıkarılıp malları alınan ilk muhacirlerin hukukuna riâyet edip,
onlara hürmet etmesini... tavsiye ediyorum.”
Hz. Ömer (radiyallâhü anh), hayatında hiç kimseden korkmuyordu. Râfizîler
ise O'na bu ümmetin firavunu diyorlar.
Allah onları gebertsin! Hayatında hiç kimseden korkmayan Ömer, Osman'ı
(r.a.) halifeliğe takdim etmekten nasıl korkacaktı?
Vefat etmeden önce O'nun halifeliğini ilan etseydi, bütün ashab mutlaka
O'na itaat edeceklerdi. O, Ali'yi (r.a.) değil de Hz. Osman (radiyallâhü anh)'ı
tercih etseydi bunda hiçbir menfaati da olmazdı. Hatta halife seçimi işinden
kendi oğlunu çıkarmış ve cennetle müjdelenen on kişiden olan Sa'd b. Zeyd'i de
Şûra heyetine sokmamıştır. İftira ettiğiniz gibi O nasıl olur da iltimas yapar?
Üstelik ömrünün son dakikalarında, ki; onlar, Fâcirin korktuğu ve kafirin
iman etmek istediği anlardır. Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Ali'nin nass veya
öncelikle hilafeti hak ettiğini gerektiren bir durumun mevcudiyetini bilseydi,
Allah (celle celâlühü)'a istiğfar kabilinden veya O'nun rızasını kazanmak için
mutlaka Onu hilafete takdim edecekti. Çünkü kişinin vefatından önceki anlarda
dinine ve dünyasına fayda vermiyecek aksine onun cezalandırılmasını
gerektirecek bir harekette bulunması normal değildir. Hz. Ömer (radiyallâhü
anh) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl düşman olabilir ki nail
olduğu bütün nimetler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sayesinde
kendisine ulaşmıştır.
Ayrıca Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Allah (celle celâlühü)'ın en zekî
kullarından idi. Peygamberliğin delilleri de en açık şekilde ortadaydı.
Halifeliği nassla hakkettiği halde onu Ali'ye (r.a.) vermeyip, düşmanlığına
devam ettiği takdirde ahirette cezalandırılacağını bilmesine ve buna ilâveten
de vefatı anında Hz. Osman (radiyallâhü anh)'dan bir fayda beklememesine rağmen
nasıl olur da Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) amcası oğlu ve ehl-i beyti olan Ali'ye (r.a.) düşmanlık eder? Böyle bir
şey mümkün olamaz. O Ömer ki, sâde bir hayat yaşamış, sâde giymiş ve adaleti
tatbik için sabretmesini bilmiştir.[107]
Ey Râfizî!
“Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” şeklindeki iddiana gelince şöyle
diyoruz:
Ebu'l-Meâlî El-Cüveynî:
“Dünya Hz. Ömer (radiyallâhü anh) gibisini görmemiştir.” der. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) da Ömer'e (r.a.):
“Şeytan senin bir yolda yürüdüğünü görünce, mutlaka senin yolundan
başka bir yola sapar” demiştir.
Binaenaleyh Emirulmümimîn Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) müsbet durumu
güneşten daha aşikârdır.
Hâşim ve Umeyye oğulları Rasulullah ile Ebubekir ve Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) hilafetleri zamanında da müttefik idiler. Hatta Ebu Süfyan
Mekke fethinde haber toplamak üzere Mekke'nin dışına çıktığında Abbas (r.a.)
Onu gördü. Abbas (r.a.), Ebu Süfyan'ı bineğine bindirerek O'nu Rasulullah'a
(sallallahu aleyhi ve sellem) götürdü. Rasulullah'a:
“Ebu Süfyân şerefi seviyor. Onu bir hediye ile şereflendir” dedi. Bütün
bunlar Abbas'ın, Ebu Süfyân ve Ümeyye oğullarına karşı duyduğu sevgiden ileri
geliyor. Çünkü her iki kabile de Abd-i Menaf oğullarındandır. Hatta Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile müslümanlardan bir zat arasında sınır
ihtilafı vardı. Hz. Osman (radiyallâhü anh), aralarında Muaviye'nin (r.a.) de
bulunduğu bir toplulukta ihtilafı çözmek için sınıra gittiler. Muâviye hemen
sınırın nişanelerinden birine sorarak:
“Bu Nişane Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) zamanında da böyle miydi?” dedi.
“Evet” demeleri üzerine Muâviye (r.a.) şöyle buyurdu:
“Bu durum zulüm olsaydı -yani Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) (hâşâ) mütecaviz olsaydı- mutlaka Ömer Onu değiştirecekti.”
Böylece Muâviye (r.a.) bu meselede Ali'yi (r.a.) desteklemiştir. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'de o sırada hazır değildi. Ancak yerine
İbn-i Ca'fer'i vekil olarak tayin etmişti. O, “Husumetin aşılması güç olan
problemleri vardır. Şeytan orada hazır olur.” diyordu. Onun için bu davada
Abdullah b. Ca'fer'i yerine vekil olarak tayin etmişti.
İşte bu tevkile binaen Şafiî ve bazı fakihler bu hadiseye dayanarak
davalarda vekaletin caiz olduğunu söylemişlerdir. Şafiî mezhebi, Hanbeli
mezhebinden bazı fakihler ve bir rivayete göre Ebu Hanife bu görüştedirler.
Davayı halledip döndüklerinde meseleyi Ali'ye (r.a.) anlattılar. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“Muâviyenin bunu niçin yaptığını biliyor musunuz? Hepimiz Menaf
oğullarından olduğumuz için yapmıştır. (Y ani aramızda ihtilaf yoktur)” dedi.
İbn-i Teymiye şöyle diyor:
Kâdilkuddât, bir mahkemenin durumunu benimle istişare etti ve bana bir
kitap getirdi. Bu kitapta yukarda zikrettiğimiz hadise vardı. Hakimler
“Menâfiyye = Menaf oğulları” lafzını bilmiyorlardı. Yukarıda açıkladığım
şekilde onlara cevap verdim. Tabii ki, “Hepimiz Menaf oğullarındınız”
cümlesinden maksat, hâşim ve Ümeyye oğullarının Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem), Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'in devirlerinde ittifak
halinde olduklarını açıklamaktır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, Abdurrahman'ın kardeşinden ve amcasının oğlundan vazgeçmeyeceğini
bildi.”
Ey Râfizî!
Bu da açık bir yalan olup neseb ilmindeki cehaletini gösteriyor. Çünkü
Abdurrahman ne Osman'ın kardeşi ne amcasının oğlu ve ne de kabilesindendir.
Üstelik Zühre oğulları Haşim oğullarına daha yakındır. Çünkü Zühre oğulları
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dayıları idi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Sa'd için:
“Bu dayımdır” dediği rivayet edilmiştir.
Evet Sa'd, Zührî olup, Abdurrahman b. Avfın kabilesindendir. Neden
Abdurrahman, Sa'd'ı tercih etmedi?
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, üç gün içinde aralarında bir halife seçip ona bîat etmedikleri
taktirde boyunlarının vurulmasını emretti.”
Ey Râfizî!
Bu iddianı ispatlıyacak doğru nakil var mıdır?
Bilinen ve gerçek olan Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh), birisine bîat
edinceye kadar şûra ehlinden ayrılmamaları için ashaba emir vermesidir. Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) yeryüzünde yaşayanların en faziletlisi olan altı kişinin
öldürülmesi için emir vermesi hiç mümkün müdür?
Böyle bir şeyin olduğunu farzetsek (hâşâ!) bile ashabın, Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Ömer'e (r.a.) itaat etmeleri
tasavvur edilebilir mi?
Ömer onların katlini emretseydi, ölümünden sonra hilafete kimin lâyık
olduğunu zikredecekti. Bütün bunlardan başka herbirisi bir aşiret reisi olan bu
altı kişiyi kim öldürebilirdi?
Senin gördüğün şey, açıkça cereyan eden ve onlardan biri olan Osman'ın
(r.a.) şehid edilmesidir. Altı kişiden hiçbiri halife olmasa da, onların
katledilmeleri caiz olmadığı gibi, onlardan bir kişinin dahi öldürülmesi
haramdır. Onlardan biri halife olmasaydı başka biri seçilirdi. Dünyada,
hilafeti kabul etmediği için öldürülen hiç bir kimse de duymadık. Dolayısıyla
senin bu iddianın yalan olduğu açıkça ortaya çıktı.
Râfizilerin acaib iddialarından biri de Ali'den başka diğer şûra ehlinin
öldürülmeye müstahak olduklarını söylemeleridir. Yine acaib bir iddiaları daha
var ki, o da Ömer'in hem onlara iltimas etmesi, hem de öldürülmeleri için emir
vermiş olmasıdır. Böylece iki zıddı bir araya getiriyorlar!
Ey Râfizî!
Sa'd b. Ubâde, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) biatına muhalefet
etmesine rağmen onu öldürmek şöyle dursun ne dövülmüş ve ne de hapsedilmiştir. Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de biati geciktirmesine rağmen Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) O'na bir şey dememiştir. Ebubekir'e (r.a.) biat
edinceye kadar kimse O'na kıymamıştır. Hatta Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)
O'na ikramda bulunuyordu. Aynı şeyi Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de O'na
uygulamıştır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):
“Ey İnsanlar! Ehli beytine ikram ile Muhammed'i (sallallahu aleyhi ve
sellem) ta'zim ediniz”, diyordu.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) tek başına Ali'yi (r.a.) evinde ziyarete
gittiğinde yanında Hâşim oğulları bulunuyordu; Onların faziletlerini
anlatırken, Onlar da kendisinin (Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)) hilafete lâyık
olduğunu itiraf ediyorlardı. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer,
hilafetleri esnasında Ali'ye eziyet etmek isteselerdi buna güçleri yeterdi.
Fakat onlar Allah'tan korkuyorlardı.
Ama bu cahil râfizîler, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'in:
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendisine yapılacak
zulmü bertaraf edebilecek en güçlü olduğu ve bu iki zatın da ona zulmetmede en
zayıf oldukları bir dönemde zulmettiklerini iddia ediyorlar. Acaba Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Ömer güçlü oldukları zaman kralların yaptığı gibi halkın
onlardan korktukları bir zamanda neden Ali'ye (r.a.) zulmetmediler? Bunu
isteselerdi gayet kolay yapabilirlerdi. Aksine onlar her hususta Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile iyi muamelede bulunmuşlardır. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bir tek kelime dahi olsa onlar
hakkında çirkin bir şey söylememiştir. Aksine Onları sevdiğini, herhâlükârda
onları yücelttiğini açıkça gösteren kendisinden gelmiş rivayetler vardır.
Meseleye vâkıf olanlar için bu durum çok açıktır.
Şiilerin Hz.
Osman (radiyallâhü anh) Hakkında Uydurdukları İftiralar
Râfizî şöyle diyor:
“Osman, ehil olmayanları iş başına getirmiştir. Hatta onlardan bazıları
fâsık ve hâin idi. Memurluğu akrabaları arasında paylaştırmıştır. Said b. As'ı
Küfe valiliğine tayin etmiş, ama ondan öyle haller sâdır olmuştur ki, onun
Kûfe'den sınır dışı edilmesine sebep olmuştur. Mısır'a Abdullah b. Sa'd b. Ebi
Serh'i tayin etmiş O da zulmetmiştir. Halk Ondan şikayet etmelerine rağmen,
görevine devam etmesi ve Muhammed b. Ebibekr'i öldürmesi için kendisine gizlice
yazı yazmıştır. Muaviye'yi Şam'a tayin etti. O da nice fitneler çıkardı.
Abdullah b. Âmir b. Kureyz'i Basra'ya tayin etti, bir çok haramlar işledi.
Mervan'ı görevlendirerek mührünü Ona teslim etti. Fakat bu tayin Onun (Osman )
ölümüne sebep oldu. Osman akrabalarına bol bol mal veriyordu. Hatta kızlarıyla
evlendirdiği dört kişiye dörtyüzbin dinar vermiştir. İbn-i Mesud Onu tekfir
ederdi. İbn-i Mes'ud yargılanınca Osman ölünceye kadar onu dövmüştür. Fıtık
oluncaya kadar Ammar'ı dövmüştür. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
“Ammar iki gözümün arasındaki deridir. İsyankâr bir gurup onu öldürecektir.
Allah onları şefaatıma erdirmiyecek” demiştir. Ammar da Osman'ı kötülüyordu.
Rasulullah, Osman'ın amcası olan Hakem'i kovmasına rağmen, Osman Onu Medine'de
oturtmuştur. Ebu Zerr'i “Rabeze” denilen yere sürmüş ve Onu dövmüştür. Osman,
cezaları tatbik etmemiştir. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
kölesi Hürmüzan'ı öldürmesine karşılık Ubeydullah b. Ömer'i kısasla
öldürmemiştir. Şarap içtiği için Velid'e ceza tatbik etmemiştir. Bilahare Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Velid'e hadd cezası tatbik ederek:
“Ben varken Allah (celle celâlühü)'ın hududu iptal edilmez,” demiştir.
Osman, Cuma günü ikinci ezanı ilave ederek bidat çıkarmıştır. Böylece
öldürülünceye kadar müslümanlara muhalefet etmiştir. Müslümanlar işlerini
ayıplayarak, ona:
“Bedir'de kayboldun, Uhud'dan kaçtın, Rıdvan biatına da gelmedin”
diyorlardı. Bu husustaki haberler sayılamayacak kadar çoktur.”
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) valileri Osman'ın
(r.a.) valilerinden daha fazla kendisine hiyanet ve isyan etmişlerdir. Hatta
bazıları Muaviye'nin tarafına geçtiler. Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh), Ziyad b. Ebi Süfyan'ı tayin etmiş O da Hüseyin'e (r.a.) karşı
savaşmıştır. Esteri ve Muhammed b. Ebibekir'i tayin etmiştir ki, Muaviye (r.a.)
bütün bunlardan hayırlıdır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de
anne ve baba tarafından olan akrabalarını tayin etmiştir. Amcası Abbas'ın
oğulları olan Abdullah, Ubeydullah, Kuşem ve Sümame'yi tayin ettiği gibi
Mısır'a da üvey oğlu Muhammed b. Ebi Bekr'i tayin etmiştir. İmamiyye
mensupları, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), çocuklarının halife
yapılması için emir vermiştir, diyorlar. Halbuki, akrabaları bazı küçük işlere
görevlendirmek doğru değilse, hilafet gibi büyük bir işle görevlendirmek nasıl
doğru olur?
Hz. Osman (radiyallâhü anh), akrabalarını tayin etmesi hususunda
Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) misâl almıştır. Çünkü Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), Attab b. Useyd el-Emevî'yi Mekke'ye, Ebu
Süfyan'ı Mecran'a, Halid b. Saîd b. As'ı bir başka yere vali olarak tayin
etmiştir. Hatta Velid b. Utbe'yi de “Bir fâsık size haber getirince” âyeti
ininceye kadar vali tayin etmiştir.
Hz. Osman (radiyallâhü anh):
“Ben Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiklerinden veya
onların kabilelerinden olanlardan başkasını vali olarak tayini etmedim.”
demiştir. Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de Rasulullah'dan sonra aynı
şeyi yapmışlardır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) Şam fethi için Yezid b. Ebi
Sufyan b. Harb'ı tayin etmiş, Ömer de Onu uygun görmüştür. Bilahare Hz. Ömer
(radiyallâhü anh), Muaviye'yi tayin etmiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi
ve sellem) Ümeyye oğullarını vali olarak tayini hususundaki rivayetler de
sahihtir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, sabit nasla vârid olduğu gibi Umeyye
oğullarından vali tayin etmek, hilafetin Hâşim oğullarından muayyen birisine
mahsustur şeklindeki iddiadan daha isabetlidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Haşim oğullarından yalnız Ali'yi
(r.a.) Yemen'e vali, azadlı kölesi Zeyd ve İbn-i Ravha ile birlikte de Ca'feri
Mu'te harbine komutan olarak görevlendirmiştir. Kaldı ki biz Osman'ın (r.a.),
masum olduğunu da idaia etmiyoruz. Aksine Onun da hataları olabileceğine
inanıyoruz. Fakat Allah (celle celâlühü) onları atfetmiştir. Rasulullah da Onu
cennetle müjdelemiştir. Ama râfizî o kadar aşırı gidiyor ki, birinin hatalarını
zorla iyiliğe çevirmeye çalışırken, cennetle müjdelenen bir diğerinin bütün
iyiliklerini unutuyor. İşte zulüm budur.
Bütün ümmet tevbe ile günahların affedileceği hususunda ittifak
etmişlerdir. Hiç kimse de Osman hatalarından dolayı tevbe etmemiştir, diyemez.
Allah (celle celâlühü)'ın, bütün günahları affedeceğine dair birçok ayet ve
hadisler vardır. Namaz v.s. ibadetler de günahlara keffaret olurlar.
Kılınan bir namaz, iki namaz vakti arasında cereyan eden günahlara
keffaret olduğuna göre; Cuma namazı, Ramazan, Arefe veya Aşure günü oruçları
neye keffaret olurlar? diye sorulacak olursa; bunlar kişinin derecesini
yükseltirler, cevabı verilir. Herşeyden önce amelin takvaya uygun olması
gerekir ki, Allah (celle celâlühü) onunla hataları silsin.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Allah ancak muttaki olanların amelini kabul eder”[108] Yukardaki ayetin tefsirinde
üç görüş vardır:
Birincisi Haricilerin ve Mutezilenin görüşüdür ki, Onlara göre
Allah ancak kebâiri -büyük günahları- işlemeyenlerin amelini kabul eder ve
kebâiri işleyenlerin o halde iken hiçbir iyilikleri kabul edilmediği
istikametindedir.
İkincisi, Murcienin görüşüdür. Onlara göre kişi Allah (celle
celâlühü)'a şirk koşmadıktan sonra kebâiri işleyip, namaz kılmasa da takva
ehlindendir.
Üçüncüsü, Selef ve Müctehid imamların görüşüdür. Onlara göre:
Kişi Allah (celle celâlühü)'ın emrettiği işi ihlasla yaptıktan sonra
Allah onun amelini kabul eder.
Fudayl b.İyad;
“... Hanginizin ameli daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için...”[109] ayet-i kerimesini
açıklarken:
Güzel amel ihlaslı ve sevaba uygun (doğru) olan ameldir.
Çünkü bir amel ihlasla yapılır, şeriata uygun olmazsa veya şeriata uygun
olur, ihlasla yapılmazsa kabule şayan değildir.
İhlaslı amel Allah rızası için yapılan ameldir.
Sevablı (doğru) amel ise sünnete muvafık (Şer'î ölçülere uygun) olan
ameldir.
Sünende olan ve Ammar (r.a.)'dan nakledilen bir hadiste Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Kişi namazını kıldıktan sonra (İhlasına göre) Onun
yarısı, üçte biri, dörtte biri, onda biri -söyleyinceye kadar devam etti- kadar
sevabı vardır.”
İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Namazından ancak şuurlu olarak eda ettiğinin sevabı vardır.” Hac, cihad
ve oruç da böyledir.
Hata ve günahların affı kabul edilen amellerin sayesinde olur.
Saîd olan, yarısı da olsa namazının, cumasının ve orucunun kabul edilip
hata ve günahlarının bu vesile ile affedildiği kimsedir.
Aflar, ağırlığı itibariyle bazan küçük bazan da büyük günahlar için
gerçekleşir. Bu da amelin ihlasla yapılıp şeriata uygun oluşuna bağlıdır.
Kelime-i Tevhid her günahı siliyor ise, bu onu söyleyen kişinin Allah (celle
celâlühü)'a karşı olan sıdkına, ihlasına ubudiyyet ve ihtiramına bağlıdır.
Ayakkabısı ile susuz bir köpeğe su verdiği için âsi bir kadın
affedilmişse o andaki durumunun iyiliğine ve amelinin ihlasına bağlıdır.
Her âsi böyle bir durumda iken susuz bir köpeğe su veremez. Öyle kişiler
vardır ki, kıldıkları namaz ile aralarındaki mesafe doğu ve batı arasındaki
mesafe kadardır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı hakkında şöyle buyuruyor:
“Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak ederse onların bir müd (iki
avuç) veya yarısı kadar yaptıkları infaka -onun sevabına- erişemez.”[110]
Ebubekir b. İyaş:
Ebubekir es-Sıddık (r.a.) namaz ve orucunun çokluğuyla ashabı geçmiş
değildir. Belki o kalbine yerleşmiş olan şeyle -çok kuvvetli iman- onları geçmiştir,
diyor. Müslim'de olan ve Ebu Musa'dan rivayet edilen bir hadiste Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) başını semaya kaldırarak şöyle buyurdu:
“Yıldızlar semanın emniyetidir. Onlar dökülüp yok olunca sema için
va'dedilen gerçekleşecektir. Ben de ashabımın emniyetiyim. Ben gidersem
ashabıma va'dedilen gelecektir. Ashabım da ümmetimin emniyetidir. Onlar giderse
ümmetime va'dedilen gelecektir.”[111]
Müslim'de rivayet edilen bir başka hadiste de Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“Bir zaman gelecek ki, insanlar cemaatlar halinde savaşacaklardır.
Onlara:
“İçinizde Rasulullah'ı gören var mı? diye sorulacaktır. Evet
dediklerinde onlara fetihler müyesser kılınacaktır. Tekrar bir zaman gelecek
ki, insanlar cemaatlar halinde savaşacaklardır. Onlara: içinizde Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını gören var mı? diye sorulacaktır. Evet,
gördük diyeceklerdir. Onlara da fetihler müyesser kılınacaktır. Yine bir zaman
gelecek ki, insanlar cemaatler halinde savaşacaklardır. Onlara:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabının ashabını
gören var mı? diye sorulacaktır. Evet diyeceklerdir ve onlara fetihler müyesser
kılınacaktır.”[112]
Yukardaki hadisten de anlaşıldığı gibi Rasulullah bir çok hadislerinde
ilk üç tabakayı medhetmiştir. Bunda ittifak vardır. Dördüncü tabaka hakkında da
bu istikamette bazı hadisler mevcuttur.
Hülasa amellerin faziletli ve makbul olmaları yalnız şekillerine bağlı
değil, aynı zamanda onların yapılmasını isteyen kalbteki niyyetin ihlasına
bağlıdır.
İnsanlar da bu hususta çok farklıdırlar. İşte bu hadis ashabın her birini
onlardan sonra gelenlere tercih edenlerin delilidir. Alimler, bütün ashabın
cümle tabiinden üstün olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Yalnız ashabın
her biri tabiinin her birinden, mesela Muaviye Ömer b. Abdul Azizden üstün
kabul edilir mi? Meselesinde ihtilaf vardır.
Kadı iyad ve başkaları bu hususta iki görüş zikrediyorlar. Çoğunluk
ashabın her birisini tabiinden her birisine üstün tutuyorlar. İbnü'l-Mübârek,
Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları bu görüştedirler. Bu zatlara göre her ne
kadar tabiinin amelleri fazla, Ömer b. Abdülazizin adaleti acık ve Muaviye’den
daha zâhid ise de, faziletler Allah indinde kalbteki imanın hakikatiyle
bilinir.
Bu hususta da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak
ederse, ashabın iki avuç veya onun yarısı kadar yaptıkları inkafa -sevabına- erişemez.”[113]
buyururlarDolayısıyla Rasulullah, Tabiinin Uhud dağı kadar yaptıkları
altın infakının ashabın yaptıkları iki avuç infakına denk olamıyacağını haber
veriyor.
Bunun içindir ki, Selefden bazıları:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber cihad eden Muaviye
(r.a.)'nin burnuna giren toz, Ömer b. Abdülazizin amelinden daha kıymetlidir,
demişlerdir.”
Aslında bu meseleyi genişçe açmak ve izah etmek lazımdır. Fakat burası
onun yeri değildir. Çünkü bizim konumuz Allah (celle celâlühü)'ın iyilikler
sebebiyle kötülükleri af edeceği, iyiliklerin derecesi de sahibinin kalbindeki
iman ve takvaya bağlı olduğu meselesidir. Hülasa ashabtan daha aşağı olanların
iyilikleri günahlarının affına vesile olduğuna göre, artık ashab-ı kiram için
bu durum elbette tahakkuk etmiştir.
Mü'min'e dua etmek, cenaze namazını kılmak veya Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) muayyen birisine istiğfarda bulunması da günahların affına
vesile olan sebeplerdendir. Mü'mimin vefatından sonra ruhuna ithafen yapılan
salih ameller verilen sadakalar ve ifâ edilen haclar da bunlardandır. Hadis-i
Şerif ile bu ithafın müteveffaya vardığı sabittir. Müteveffanın oğlu tarafından
yapılan dua müstesnadır. Yani oğlunun babasına yaptığı dua zaten müteveffanın
amelinden sayılır. Nasslar sabit olduğu üzere mü'minin başına gelen musibetler
de günahlarının keffaretine vesile oluyorlar. Müslimde rivayet edilen bir
hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“Rabbimden üç şey istedim. İkisini verdi birini vermedi.
Ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim. İstediğimi kabul etti.
Ümmetimi kökünden yok edecek bir düşmanı musallat etmemesini
istedim, bu isteğimi de kabul etti.
Ümmetimin arasında düşmanlık olmamasını istedim. Fakat bu isteğimi
kabul etmedi.”[114]
Müslim'de rivayet edilen bir başka hadiste de şöyle deniliyor:
“En'am sûresinin: “De ki. O, üstünüzden size bir azab göndermeğe
kadirdir.” âyeti inince Rasulullah:
“Bu azabdan sana sığınırım”,
“... Ve ayaklarınızın altından (bir azab göndermeğe kadirdir)”
Kısmında Rasulullah:
“Bu azabtan sana sığınırım”,
“Sizi fırka fırka yapıp kiminizi kiminize hıncını tattırmağa (Kadir
olan O'dur)”
kısmında da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bu daha basittir” buyurmuşlardır.”
Bu fitne bütün ümmete takdir edilen bir iştir. Buna rağmen ashab-ı
Kiramlardan sonra gelenlere nisbetle fitnelere daha az maruz kalmışlardır.
Asırlar asr-ı saadetten uzaklaştıkça fitneler de o nisbette çoğalmıştır. Bunun
için Osman'ın (r.a.)' devrine kadar açık bir fitne ortaya çıkmamıştır. Fakat Hz.
Osman (radiyallâhü anh) şehîd edilince ve mü'minler fırkalara ayrılınca
karşılıklı iki fitne çıktı.
-
Birisi Ali'yi (r.a.) tekfir
eden haricîlerin fitnesi,
-
diğeri Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) imametini, masumluğunu veya
peygamberliğini veya ilahlığını (Bu iddialar râfizîlerin ayrı ayrı olan
fırkaları tarafından yapılıyor. ) iddia eden râfizîlerin fitnesidir.
Ashabın son devirlerinde yani Abdullah b. Zübeyr ve Abdümelik'in
emirlikleri zamanında da Kaderiyye ve Murcie fitnesi ortaya çıktı.
Onları takib eden Tabiin'in ilk ve Emevi hilafetinin son zamanlarında
Cehmiyye ve Müşebbihe fitnesi ortaya çıktı.
Halbuki ashab-ı Kiram zamanında bu fitnelerden hiçbirisi yoktu. Onların
zamanında kılıç fitneleri de -kendi aralarında savaş- yoktu. Mü'minler Muaviye
zamanında düşmana karşı savaş etmek için ittifak halinde olmalarına rağmen
vefat edince Hz. Hüseyin şehid edilmiş, İbn-i Zübeyr Mekke'de muhasara edilmiş
sonra Medine'de El-Harra fitnesi cereyan etmiştir. Yezid de ölünce Şam'da
Mervan ile Dahhak arasında ayrı bir fitne meydana gelmiştir. Sonra El-Muhtar,
İbn-i Ziyad'a galip gelerek onu öldürdü ve bunun üzerine bir fitne daha ortaya
çıktı. Bunun üzerine Musab b. Zübeyr gelip El-Muhtarı öldürdü. Sonra Abdülmelik
Mus'ab'ı öldürdü. Haccac İbn-i Zübeyri bir müddet muhasara ettikten sonra onu
öldürdü. Sonra Haccac Irak'a doğru gidince, Muhammed b. el-Eş'as büyük bir
kuvvetle ona karşı gelmiş ve büyük bir fitne olmuştur.
Bütün bunlar Muaviye (r.a.)'nin ölümünden sonra cereyan etmişlerdir.
Sonra Horasan'da İbn-i Mihleb fitnesi ortaya çıktı. Sonra Zeyd bin Ali
Kûfe'de öldürüldü. Sonra Horasan' da anlatılması çok uzun sürecek fitneler
oldu.
Binaenaleyh müslüman hükümdarları arasında Muaviye (r.a.)'den hayırlı bir
hükümdar gelmemiştir. Diğer hükümdarlar zamanında yaşayan insanlar da
Muaviye'nin zamanında yaşayan insanlardan hayırlı değildirler. Tabii ki, bu
hüküm Muaviye'nin devrini ondan sonraki devirlere nisbet ettiğimiz taktirde
doğrudur. Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) devirlerine nisbet edersek
elbetteki bu iki zatın ve devirlerinin üstünlüğü tartışmasız kabul edilecektir.
Muaviye (r.a.) - hatalarıyla beraber-[115]
ondan sonra gelen hükümdarların en iyisidir.
Katade (r.a.) şöyle diyor:
“Muaviye'nin icraatını görseydiniz, çoğunuz “Mehdi budur” diyecekti.”
Ahmed b. Cevvas[116] şöyle diyor:
“Ebu Hureyre el-Mukettib bize şöyle dedi:
A'meşin yanında otururken Ömer b. Abdülaziz ve adaletinden bahsettiler.
A'meş:
“Muaviye'yi nasıl buluyorsunuz?” dedi.
“Onu yumuşaklığıyla tanıyoruz,” demeleri üzerine:
“Hayır, vallahi adaletiyle meşhurdur” cevabını verdi.
Ebu Usame es-Sekafî şöyle diyor:
Güvenilir kişiler Ebu İshak es-Sübey'î'nin Muaviye hakkında şöyle
dediğini naklediyorlar:
“Muâviye'ye yetişseydiniz Onun mehdi olduğunu, söyliyecektiniz.”
Ebubekir b. İyaş, Ebu İshak, “Onun benzerini görmedim” dediğini
naklediyor. Beğavî, Suveyd b. Saîd'den, O da Damam b. İsmail'den, Oda Ebu
Kays'ten naklettiğine göre Ebu Kays şöyle diyor:
“Muâviye her bir kabileye bir görevli tayin etmişti. Bunlardan Ebu Yahya
künyeli bir görevli her gün sabah kabileyi dolaşarak:
“Bu gece aranızda bir çocuk doğdu mu? Bu gece herhangi bir olay meydana
geldi mi? Bu gün size misafir geldi mi?” diye soruyordu. Onlar da:
“Evet bu gün Yemen ehlinden biri çocuklarıyla bize misafir olarak geldi,”
dediler. Ebu Yahya bütün kabileyi dolaştıktan sonra divana -Devlet idare
meclisi- gelir onların isimlerini birer birer kaydederdi.
Muhammed b. Avf et-Tâî, Ebu Muğire'den O'da İbn-i Ebi Meryem'den, O'da
Atiyye b. Kays'tan rivayet ettiğine göre Atiyye b. Kays şöyle demiştir:
Muâviye b. Ebi Süfyan'ın bize hutbe irad ederek:
“Size vereceklerimden başka Beyt'ül-Malda fazladan mal vardır. Onu aranızda
paylaştırmak istiyorum. Size yetecek kadar bir nimet gelince onu da aranızda
paylaştırırım. Aksi halde bana itab etmeyiniz. Beyt'ül Mal benim değildir. O
Allah (celle celâlühü)'ın size bağışladığı kendi malıdır.” dediğini işittim.
Muaviyenin güzel ahlâka, adalet ve iyilikteki faziletleri oldukça
fazladır. Müslim'de rivayet edildiğine göre adamın biri İbn-i Abbas'a:
“Muâviye vitiri bir rek'at olarak kıldı. Buna ne dersin?” diye sorunca
İbn-i Abbas:
“İsabet etmiştir. Çünkü O fakihtir.” cevabını verdi.
Ebu ed-Derdâ:
“Şu imamınızdan başka namazı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
namazına -kılınışına- benzeyen bir kişi daha görmedim” diyerek, bununla
Muaviye'yi (r.a.) kasdetmiştir.
İşte İbn-i Abbas ve Ebu'd-Derda gibi iki büyük sahabinin, Muaviye'nin
fıkhı ve namazı güzel kılışı hakkındaki şehâdetleri...
Buna benzeyen daha bir çok deliller vardır. Üstelik Muâviye ilk
müslümanlardan değildir. O Mekke fethinde müslüman olmuştur. Bazıları Fetihten
önce müslüman olduğunu söylüyorlar. Kendisi de ashabın yücelerinden olmadığını
itiraf ediyordu. Horasan'dan batı Afrika'ya, Kıbrıs'tan Yemen'e kadar olan
topraklarda hüküm sürdüğü esnada Muaviye'nin yaşayışı bu şekilde takdire şâyân
idi. Buna rağmen bütün müslümanlar Muaviye'nin fazilette, Ebubekir ve Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) şöyle dursun, Osman ve Ali'nin derecelerine bile yetişmemiş
olduğu hususunda müttefiktirler. Böyle olunca ashabın dışında olan birisini
onlara benzetmek mümkün müdür? Ayrıca herhangi bir hükümdarın hayatı
Muaviye'nin (r.a.) hayatına benzetilebilir mi?
Evet ashabın büyük bir çoğunluğu haiifeleriyle beraber fitnelerden uzak
kalmışlardır. Ebu Eyyub es-Sicistânî, İbn-i Sîrin'in :
“Fitne şiddetlendiğinde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
ashabı onbin kişi civarındaydı. Bu fitneye yüz kişi katılmamıştır. Belki de
otuz kişiyi bulmamıştır.” dediğini naklediyor. Bunu yaşadığı bölgede takvasıyla
tanınan ve övülen Muhammed b. Sîrin söylüyor. Mansur b. Abdurrahman, Şa'bî'nin
şöyle dediğini naklediyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından Ali, Ammar, Talha
ve Zübeyr'den başka hiç kimse Cemel Vakası'na katılmamıştır. Beşincisini isbat
edebilirlerse ben yalancıyım.”
Bunlardan ilk muhacirleri kasdediyor. Abdurrahman b. Ebi Leyla:
“Bedir'e katılan yetmiş kişi Sıffin olayına katılmıştır.” Demesi üzerine
Şube'de:
“Vallahi yalan söylüyor” demiştir. Şu'be devamla şöyle diyor:
Ben ve El-Hakem b. Uteybe el-Kufî bu konuyu araştırdık. Huzeyme b.
Sabit'den başka Bedir ehlinden hiç kimsenin sıffine katılmadığını tesbit
ettik.” Bu da Sıffine katılan ashabın çok az olduklarına delalet ediyor.
Mü'minin kabirdeki halleri ve orada maruz kalacağı sıkışma, Münker ve
Nekirin soruları, Mahşerdeki kıyam ve onun sıkıntıları da cehennemden azad
olunmasına vesile olacaklardır. Buhari'de rivayet edilen bir hadisten
anlaşıldığı gibi, Mü'minler sırat köprüsünü geçerken cennet ile cehennem
arasında olan bir yerde durdurulacaklardır. Orada hak sahiplerinin hakları
alınarak kendilerine verilir. Böylece müslümanlar arındıktan sonra cennete
girmelerine izin verilir.
Günahlara keffaret olacak bu gibi işler mü'minlerden çoğunun başına
gelecektir. Artık siz bu ümmetin hayırlısı olan Ashabın durumunu düşünün. Ama
gerçekten adamın biri Osman'ın (r.a.) aleyhinde konuşarak İbn-i Ömer'e:
“Osman Uhud savaşında geri çekilenlerle beraber geri çekilmiştir.”
deyince, İbn-i Ömer'de Ona:
“Allah, onların hepsini affetmiştir,” demiştir. Aynı adam; Osman'ın Bedir
Muharebesinde de bulunmadığını söyleyince, İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh):
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi Osman'ı kızının
(Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) kızı ve Osman'ın hanımı Rukiyye
hasta olduğu için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Osman'ın (r.a.)'
Medine'de kızının yanında kalmasını istemiştir. ) başında kalmak üzere Medine'de
bırakmış ve savaştaymış gibi Ona ganimetten bir pay ayırmıştır, dedi. Adam:
“Rıdvan biatına da katılmamıştır,” deyince bunun üzerine İbn-i Hz. Ömer
(radiyallâhü anh):
“Zaten biat Osman'ın sebebiyle olmuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) bir elini diğer bir eliyle tutarak:
“Bu Osman için olsun,” demiştir. Şüphesiz ki, Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) eli bütün ellerden üstündür.
Hülâsa ashabın onlarla lekelenmek istendiği bütün iddialar ya bir inat
veya bir yalanın eseridir.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman ehil olmayanları vali olarak tayin etmiştir.”
Ey Râfizî!
Hz. Osman (radiyallâhü anh) müctehid idi. İçtihadında yanılmış olabilir.
Allah da Onu affedecektir. Hatta Abdullah b. Sa'd irtidat edince Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) kanını helal kıldı. Fakat tekrar müslüman olunca
tevbesini kabul etmiştir. Ali'de (r.a.), hiç aklına gelmeyen şeyleri
valilerinde görmüştür. Osman'da (r.a.) Velid'in sarhoş olduğunu öğrenince Onu
çağırtmış ve ceza tatbik etmiştir.
Rafızî şöyle diyor:
“Osman malları akrabasına dağıttı.”
Ey Râfizî!
Hz. Osman (radiyallâhü anh) bu malları dağıtırken günâh olduğunu ve
âhirette cezasını göreceğini bilerek dağıtmamıştır. Kaldı ki içtihada binaen
bunu yapmışsa -hata etse de bir sevabı olduğu için- bunun hiç bir sakıncası
yoktur. Belki de ictihad etmiştir. Osman'ın (r.a.)' içtihadı gibi daha nice
ictihadlar yapılmıştır. Mesela:
Fakihler Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrılan payda Onun
vefatından sonra halifenin tasarrufu olup olmadığı meselesinde ictihad ederek
iki görüşe ayrılmışlardır. Yetime yapılan velayetten dolayı ve yetim zengin ise
ücret alınır mı, alınmaz mı?
Ücreti almamak mı efdal, yoksa almamak vacip imidir diye, iki görüşe
ayrılmışlardır. Alınması caizdir diyenler, hazine memurlarının zengin
olmalarına rağmen ücret almalarının caiz olduğuna dayanarak bu görüşü ileri
sürmüşlerdir. Velayetten dolayı yetimin malından ücret almak caiz değildir,
diyenler ise bu ücretin beytülmalden alınabileceğini söylemişlerdir. Zekat
memurlarının zengin olmalarına rağmen ücretlerini beytül-maldan almalarının
caiz olduğu gibi. Yetimin velisi hakkında Allah (celle celâlühü) şöyle
buyuruyor:
“Ey yetimlerin velileri! Yetimleri, bulûğ çağına ermelerine kadar
deneyin. Eğer bulûğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve
anlarsanız, hemen mallarını onlara teslim edin. Büyüyecek de ellerine alacaklar
diye, o malları, israfla yemeğe kalkmayın. Veli zenginse yetimin malına
dokunmasın. Fakir olduğu takdirde, örfe göre (meşru surette) bir şey
yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da karşılarında şâhid
bulundurun...”[117]
Bu ihtilaflı ictihadlardan bir tanesi de şudur:
Akrabalara ayrılan pay, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
akrabalarına mı, yoksa İmamın akrabalarına mıdır? Hasan Basri ve Ebu Sevr,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Mü'minlerin velisi olduğu için
akrabalarına pay verirdi. Dolayısıyla vefat ettikten sonra akrabalarının payı
düşmüştür, diyorlar. Ebu Hanife ve bazıları da bu görüştedirler. Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı ile akrabalarının payı düşünce, bu payın
silah, su işleri ve benzeri ihtiyaçların temininde harcanmasını söylemişlerdir.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'de böyle
yapıyorlardı.
Bazıları da Osman'ın akrabalarına mal dağıtmasının esası “akrabaların
payı” hususundaki ihtilaftan kaynaklandığını söylemişlerdir. Çünkü Osman'ın
(r.a.) bizzat kendisinin bu meseledeki ihtilafı ve Hz. Ebubekir (radiyallâhü
anh) ile Ömer'in tatbikatlarını zikrettiğini nakletmişlerdir. Ancak Hz. Osman
(radiyallâhü anh) kendi içtihadına dayanarak akrabaların payını kendi
akrabalarına dağıtmış ve bunun caiz olduğunu söylemiştir. Ebubekir ve Hz.
Ömer'in (radiyallâhü anh) tatbikatları daha iyi olmasına rağmen halife iki
görüşten birini alıp tatbik edebilir. Hülasa Ömer'den (r.a.) sonra gelen
halifeler akrabalarına görev veya mal vermekle önem vermişlerdir. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de akrabalarını tayin etmiştir.
Küfe ehlinin Saîd b. Âs'a karşı ayaklanmaları kesinlikle onun kötü
olduğundan değildir. Aslında onlar, amirlerine karşı isyan ettiler. Said b. Âs
gibi birisini nerede bulabilirlerdi?
Râfizi şöyle diyor:
“Osman, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'e[118]
gizliden mektup yazarak görevine devam etmesini istemiştir. Görevden alınması
ile ilgili olarak (Halk ondan şikâyet etmişti) hiçbir yazı yazmamıştır.”
Ey Râfizi!
Senin bu iddian tamamen yalandır. Hz. Osman (radiyallâhü anh), böyle bir
mektubu yazmadığına dair yemin etmiştir. Doğru olan do budur. Ancak kâtibi olan
Mervan'ın Osman'dan (r.a.) habersiz olarak böyle bir mektubu yazdığını
söylemişlerdir. Bunun üzerine de Mervan'ı öldürmek istemişler, fakat Hz. Osman
(radiyallâhü anh) mani olmuştur. Mervan'ı öldürmek caiz değilse isabet
etmiştir. Vacip ise ictihad etmiştir. Çünkü Mervan'ın öldürülmesini gerektiren
bir delil yoktu. Farzedelim Hz. Osman (radiyallâhü anh) hata etmiştir. Zaten
biz Onun ma'sum olduğunu iddia etmemişiz. Kaldı ki, Osman'ın (r.a.) medhe lâyık
bir çok meziyetleri olup, günahları bağışlanan Bedir ehlindendir.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman, Muhammed b. Ebi Bekir'in öldürülmesini emretmiştir.”
Ey Râfizî!
Bu iddian da bir iftiradan ibarettir. Osman'ın (r.a.) hal ve
hareketlerini bilen, bu iddianın bâtıl olduğunu gayet iyi bilir. Aksine Hz. Osman
(radiyallâhü anh) Onu öldürmeye gelenleri her haliyle vazgeçirmeye çalışıyordu.
Onun ma'sum olan birisinin kanını akıtması hiç mümkün müdür?
Hz. Osman (radiyallâhü anh), Muhammed b. Ebi Bekr'in öldürülmesi için
emretmiş ise de, kendisinden gelecek bir kötülüğün önlenmesi gibi bir
maslahattan dolayıdır. Muaviye'yi Şam'a vali olarak tayin ettiği de doğrudur.
Hatta Hasan (r.a.) hilafeti Ona teslim edinceye kadar bu göreve devam etmiştir.
Muâviye halim, selîm ve idarede mahir olduğu için maiyeti tarafından çok
seviliyordu. Muaviye (r.a.), Ester en-Nahaî, Muhammed b. Ebi Bekr, Ubeydullah
b. Amr, Ebul A'var es-Sülemî ve Bişr b. Ertat'dan da üstün idi.
İbn-i Mes'ud'un durumuna gelince O, mushaflar meselesinden dolayı yalnız
kendi kendine üzülmüştür. Çünkü Hz. Osman (radiyallâhü anh) mushafları yazmak
için Zeyd b. Sabit'i görevlendirmişti. Zeyd b. Sabit Cebrail (a.s)'ın
Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından önce arz ettiği Kur'an-ı
Kerim'in son okuyuş şeklini başkasından daha güzel ezberlemişti. Osman'dan
evvel Ebu Bekir ve Ömer de Kur'an-ı Kerim'in mushaflarda yazılması için Zeyd'i
görevlendirmişlerdi.
Farzedelim ki, İbn-i Mes'ud Hz. Osman (radiyallâhü anh) hakkında
konuşmuştur. Onun bu konuşmasını Osman için hakaret olarak kabul etmek aynı
şeyi İbn-i Mes'ud için bir kötülük kabul etmemekten evlâ değildir. Fakat her
ikisi de müctehid olup, aynı zamanda ashabın ileri gelenlerinden ve affa mazhar
olmuş Bedir ehlinden idiler, Ashab arasında geçen münakaşaları dile getirmemek
en iyi şeydir.
Ömer b. Abdülaziz bu hususta şöyle diyor:
“Ashabın arasında geçen münakaşalar kandır. Allah elimi o kandan temiz
kılmıştır. Dilimi o kana (o münakaşalara) bulaştırmak istemiyorum”
Ammar'ın “Osman açıkça kâfir olmuştur” dediği ve Hasan'ın (r.a.) Onun bu
sözünü reddettiği rivayet edilmiştir.
Bir başka rivayette Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh),
Ammar'a:
“Ey Ammar! Sen Osman'ın kendisine inandığı Allah'ı inkâr mı ediyorsun?”
dediği kaydedilmiştir.
Rafızî şöyle diyor:
“Osman, ölünceye kadar İbn-i Mesud'u dövmüştür.”
Ey Râfizî!
Ettiğin iftiraların en çirkeflerinden biri de budur.
Osman'ın (r.a.) Ammar ile İbn-i Mesûd'u dövmesi meselesi boş bir iddiadan
ibarettir. Gerçekten Hz. Osman (radiyallâhü anh) onları dövmüşse O imamdır.
Doğru veya yanlış olsun yaptığı ictihad ile ta'zir cezasını verebilir.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh), insanların Ubeyy'in arkasından yürüdüklerini
görünce kendisine tâbi olunana azab, tabî olana da zillet olsun diye Übeyy'i
kamçılamıştır. Ammar (r.a.), Âişe'nin (r.a.) dünya ve ahirette Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcesi olduğuna
şahitlik etmiştir. Buna rağmen şöyle demiştir. “Allah sizi onunla imtihan
ediyor ki ona mı yoksa kendisine mi itaat edeceksiniz?”
Ammar, bir maslahata binaen insanları Aişe'ye (r.a.) karşı savaşa teşvik
etmesine rağmen, Âişe'nin (r.a.) cennetlik olduğuna da şehadette bulunmuştur.
Ammar'a gelince: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Onun
hakkında:
“Seni bâği olan bir gurup öldürecektir” buyurduğu sahihtir.
Bunun dışında söylenenler hadis üzerine ilave edilmiş yalanlardır.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) El-Hakem ve oğlunu Medinenin
dışına sürgün etmiştir.”
Ey Râfizi!
O zaman Mervan yedi yaşındaydı. Sürgün edilecek bir suçu da yoktu. Babasının
Medine'ye hicreti de söz konusu değildir ki, Medineden sürgün edilsin. Üstelik
Mekkenin fethinde affedilenlerden hiçbiri Medineye hicret etmemiştir. Çünkü
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Fetihten sonra hicret yoktur”02 buyurmuşlardır.
EI-Hakem’in sürgünü ile ilgili hikayenin hiçbir senedi yoktur. Böyle bir
şey olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu Medine'den değil
Mekke'den sürgün edecekti ki, Medineden sürseydi yine böyle bir sürgün Mekkeye
olurdu. İlim erbabının bir çoğu bu meselenin sıhhatsizliğinde konuşarak:
“El-Hakem isteğiyle herhangi bir yere gitmiştir” demişlerdir. Böyle bir
sürgünün vücudu kabul edilse dahi sünnette sürgün ile ilgili tatbikatlar
yapılmıştır. Mesela; bir zamanlar zâniler ile kadınlara benzemek isteyenler
sürgün edilerek ta'zir edilmişlerdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
herhangi birisini ta'zir ederek sürmüşse de bu durum sürgününün sürekli
olmasını gerektirmez. Böyle bir sürgün hiçbir suç hakkında vârid değildir.
Aksine, tesbit edilmiş sürgün süresi bir yıldır. Yani sahabi de olsa sürgün ile
ta’zir edilebilir. Yine El-Hakem'in sürgün edildiği kabul edilirse de,
kesinlikle biliniyor ki, Hz. Osman (radiyallâhü anh), Rasulullah'a (sallallahu
aleyhi ve sellem) isyan olsun diye veya İslam ahkâmının inadına El- Hakem'in
Medine'ye dönmesine müsaade etmiş değildir. Hz. Osman (radiyallâhü anh),
El-Hakem'i yaşayışını düzeltmiş olarak görünce ona izin vermiştir. Ama bu bir
ictihaddır. Hata veya sevab olabilir. Mervan da bazı kusurlarına rağmen müslüman
idi. Kur'ân okuyor ve fıkhı öğreniyordu. Osman'ın (r.a.) Onu kâtib olarak
görevlendirmesinde hiçbir suçu yoktur. Maalesef Mervan bilahare çeşitli
iftiralara maruz kalmıştır.
Ebu Zerr'in durumuna gelince de şöyle diyoruz:
Abdullah b. es-Sâmit, Ümmü Zerr'in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Vallahi Osman, Ebu Zerr'i Rabeze'ye göndermemiştir. Lakin Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Zerr'e şöyle demişti:
“Binalar Sel'e (Sel vadisine) yetişince Medineden çık.”
302
(Buhari Cihad: 1,
27,194, Ciye: 22, Hacc: 43, Cezau's-Sayd: 10, Müslim İmaret: 20)
Hasan el-Basri:
“Osman Ebu Zerr'i çıkarmıştır, demekten Allah (celle celâlühü)'a
sığınırım” diyor. Şüphesiz ki, Ebu Zerr zâhid idi. O, malın ihtiyaçtan
fazlasını infak etmek gerekir; onu infak etmemek vücudu yakmaktır, diyerek ;
“... Bir de altını ve gümüşü biriktirerek saklayıp onları Allah
yolunda harcamayan kimseler! İşte bunları acıklı bir azab ile müjdele...
Kıyamette, o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde
kızdırılacak da, bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla
dağlanacak ve onlara şöyle denecektir: İşte bu, nefisleriniz için kasalara
tıkıp sakladıklarınız! Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım!..”[119] ayetini de okuyor ve
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu hadislerini hatırlıyordu:
“Ey Ebu Zerr! Uhud'un altın olup yanımda üç gün kalmasını istemem”,
“Dünyalığı çok olanlar, kıyamette az kurtulanlardır. Ancak malının
zekatını sağındaki solundaki fakirlere verenler müstesnadır.”
Abdurrahman b. Avf vefat edince bir miktar mal bırakmıştı. Ebu Zerr bu
malı insanın kendisiyle cezalandırılacağı mal birikintisi olarak kabul
etmiştir. Hatta Şam'da bu meseleden dolayı Muaviye (r.a.) ile arasında (Ebu
Zerr) münakaşalar olmuştur. Fakat diğer bütün imamlar Ebu Zerr'in görüşüne
muhalefet ederek şöyle diyorlar:
“Kenz, (biriktirilen mal), zekatı verilmeyen mala denir.”
Allah (c.c), Kur'an-ı Kerimde mirasın taksimini yapmıştır. Miras da ancak
gerisinde mal bırakanlar için söz konusudur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) devrinde ashabtan birçokların malları olmasına rağmen bazılarının da
külliyetli malları vardı. Buna rağmen Ebu Zerr mal biriktirilmesine karşı o
kadar ileriye gitmiştir ki, müslümanları mubahtan da alıkoymuş ve onlardan ayrı
yaşamıştır. Ebu Zerr, idarecilik yapmaması gereken bir yapıya sahip olduğu için
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona şöyle demiştir:
“Ben seni zayıf görüyorum. Ben nefsime istediğimi sana da
istiyorum; iki kişiye de olsa, onlara emirlik yapma ve yetimin malına veli olmalı”,
“Kuvvetli mü'min zait mü 'minden üstün ve Allah 'a karşı daha
sevimlidir. Bununla birlikte her ikisinde de fayda vardır.”
Şûra ehli de Ebu Zerre nisbeten daha güçlü, faziletçe de ondan daha üstün
idiler.
Râfizi şöyle diyor:
“Osman şer'î hükümleri tatbik etmemiş, Ali'nin kölesi Hürmüzanı öldüren
Ubeydullah b. Ömeri kısasen öldürmemiştir.”
Ey Râfizî!
Bu iddia yalandır. Çünkü Hürmüzan Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) kölesi değildir. Müslümanlar tarafından esir edilmiş olan
Hürmüzan, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) tarafından azâd edilmiş ve müslüman olmuş
birisidir. Onun azâd edildiği yerde Hürmüzan'ı görmüşler ve Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) şehid edilmesinde yardımı olmuş diye Ubeydullah b. Ömer'e
söylemeleri üzerine, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) oğlu olan Ubeydullah,
Hürmüzan'ı öldürmüştür. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) son dakikalarını yaşarken
İbn-i Abbas'a:
“Sen ve baban bu İranlıların Medine'de çoğaltılmasına taraftardınız”
demiş. İbn-i Abbas da:
“İstersen hepsini öldürelim!” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer
(radiyallâhü anh):
“Hayır onlar sizin dilinizle konuştuktan, sizin kıblenize dönerek namaz
kıldıktan sonra bu yapılamaz!” demiştir. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şehid
edilmesinden ve Hz. Osman (radiyallâhü anh)'a da biat edildikten sonra Hz.
Osman (radiyallâhü anh), Ubeydullah b. Ömer'in kısasen öldürülüp öldürülmemesi
hususunda istişare etti. Bir kısım ashab öldürülmemesini isteyerek şöyle
dediler:
Dün pederi şehid edildi. Bugün de kendisi öldürülürse fitne çıkacaktır.
Hürmüzan'ın masum olduğu hususunda şüphe etmişlerdir. Hürmüzan'ın masumiyeti
takdir edilmiş olsa da Ubeydullah, Hürmüzan'ı ölümden kurtaracak bir şüphe
bulamadığı için onun öldürülmesini helâl görmüştür. Bu hadise Usame b. Zeyd'in
savaşta kelime-i Tevhid getiren bir kişiyi öldürmesine benzer. Hatta bundan
dolayı da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Onu ta'zir etmiştir. (Usame
korkusundan şehadet getirdiğine inandığı için o kişiyi öldürmüştü.) Bütün
bunlardan başka Üsame'nin öldürüldüğü kişi ile Hürmüzan'ın kan veya diyetlerini
isteyecek velileri olmadığı için, onların velisi hükmünde olan
Emirülmü'minin'in dilerse katili öldürme dilerse affedip diyeti terketme
yetkisi vardır. İşte bu yetkisinden dolayı Hz. Osman (radiyallâhü anh),
Ubeydullahı affetmiş, diyeti de Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) oğullarına
bırakmıştır.
Aslında hayret edilecek durum, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) şehid
edilmesin. de yardımı olduğu hususunda şüpheli görürken Hürmüzan'ın kanı için
kıyametlerin kopması ve Emirulmü'minin Osman'ın (r.a.) kanı için ses
çıkartılmamasıdır.
Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:
“Şu üç fitneye bulaşmayan kurtulmuştur.
-
Haksız olarak ve
zülmen bir halifenin öldürülmesine ve
Bu hadisi Ahmed b. Hanbel Müsnedinde rivayet etmiştir.
Velid'in durumuna gelince; aslında Buhari ve Müslim'de rivayet edildiği
gibi Velid Osman'ın (r.a.) emri ile Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) tarafından hadd edilmiştir.
Râfizî'nin: “Ben var olduğum müddetçe Allah (celle celâlühü)'ın hadd
(cezalarının tatbiki) leri iptal edilemez” diye Ali'ye (r.a.) izafeten
naklettiği söz yalandır.
Hem de siz, Hz. Osman (radiyallâhü anh) devrinde hadlerin tatbik
edilmediğini ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) susmuşsa
takiyyeden ve korkudan sustuğunu iddia ediyorsunuz. Hatta daha ileri giderek Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendi hilafetinde de takiyyenin
gereği olarak hadleri tatbik etmediğini ve doğru sözü terkettiğini
söylüyorsunuz. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), bu sözü Osman'ın
(r.a.) huzurunda söylemişse bu söz Hz. Osman (radiyallâhü anh) ve
maiyetindekilerinin haddleri tatbik ettiklerini ifade etmek içindir. Eğer Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), onlardan korksaydı bu sözü
huzurlarında söyleyemezdi.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman, Cuma ezanına ikinci bir ezan ilave ederek bid'at ihdas etmiştir.”
Ey Râfizî!
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) buna muvafakat etmiş ve
kendi hilafetinde de devam ettirmiştir. Bid'at olsaydı, Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) için bu bid'atı kaldırmak, Osman'ın (r.a.) vali olarak
tayin ettiği Muaviye ve başkalarını azletmekten ve onlarla dövüşmekten çok
kolaydı. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) böyle bir harekette
bulunmuş olsaydı bunu herkes bilir ve naklederdi. Şayet buna karşı; herkes
bunun kaldırılmasını istemiyordu, denilirse bundan herkesin bu âdetten
hoşlandığı ve bu âdeti icad ettiğinden dolayı Osman'dan (r.a.) hoşnut olduğu,
bunu sevdiği ve beğendiği, hatta Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
ile birlikte harb eden ve ilk müslümanlardan olan Ammar, Sehl b. Huneyf ve
diğerlerinin de bundan memnun oldukları anlaşılır. İhtilâf vâkî olmuşsa bu bir
ictihâdî meseledir. Bid'at olduğundan maksad, bunun daha evvel yapılmadığını
beyan ise, kıble ehli ile silahlı çatışma da bid'attır. Çünkü Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den evvel hiç bir devlet başkanının kıble
ehli ile savaştığı görülmemiştir.
Hem siz ey Râfizîler!
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç izin vermediği bir
bid'atı ezanın bizzat kendisine ilave etmişsiniz. O da “Hayyealel hayril
amel”dir. Bu bid'atı icad ederken de İbn-i Ömer'in bunu tatbik ettiğini iddia
ediyorsunuz, İbn-i Ömer'in bazan bunu söylediği mümkün olabilir. Fakat
bazılarının ezanı ve ikamet arasında “Hayye alel hayrilamal, hayyealel felah[120]” dediği vuku bulmuşsa
da bu nidalara âmirlerin nidası denir ki, âlimlerin büyük bir çoğunluğu bunu
kerih görmüşlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman öldürülünceye kadar bütün müslümanlar O'na muhalefet etmişlerdir.”
Ey Râfizî!
Bu sözünle kanını mubah kılacak derecede müslümanlar Osman'a (r.a.)
muhalefet etmişlerdir diye kasdediyorsan, bu tamamen yalandır. Osman'ı ancak
zâlim ve isyankâr bir gurup öldürmüştür. Ashab hiçbir surette buna rıza
göstermemişlerdir. Zübeyr (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehadetini duyunca şöyle
dedi;
“Osman'ı öldürenlere lanet olsun. Onlar şehrin dışından gelen hırsızlar
gibi O'na hücum ettiler. Allah onları öldürsün.”
Katiller gecenin karanlığından istifade ederek kaçtılar. Müslümanların
çoğu da hazır değildiler. Medinelilerin çoğu mevcut idilerse de bunlar
katillerin Osman'ı (r.a.) öldüreceklerini bilmiyorlardı. Şehadetini bilahare
duymuşlardır.
Ey Râfizî!
Bütün müslümanlar Osman'a (r.a.) muhalefet etmemişlerdir. Aksine
çoğunluğu O'na uymuşlardır. Hatta Osman'a (r.a.) itiraza sebep olan bazı
meselelerde müslümanların çoğunluğu O'na muvafakat etmişlerdir. Üstelik Osman'a
(r.a.) muvafakat eden âlimlerin yağcı olmaları da mümkün değildir. Osman'a
(r.a.) itiraza sebep olan meselelerde de O'na muvafakat eden âlimler, Ali'ye
(r.a.) itiraza sebep olan meselelerde O'na muvafakat eden âlimlerden daha çok
ve daha üstün idiler. Bu durum bütün işlerde veya işlerin çoğunda böyledir.[121]
Râfizî şöyle diyor:
“Müslümanlar Osman'a: Bedir muharebesine katılmadın, Uhud savaşından
kaçtın. Rıdvan biatına gelmedim demişlerdir.”
Ey Râfizî!
Bu söz ancak Osman'a (r.a.) karşı savaşan câhil râfizîlerin sözüdür. Hz.
Osman (radiyallâhü anh) bizzat kendisinin ikrarından ve İbn-i Ömer'in
ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
hasta olan kızına bakmak için onun emri ile Medine'de kalmış ve Bedir
Muharebesine katılamamıştır. Hudeybiye biatında da Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) O'nu elçi olarak Mekke'ye göndermişti. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) O'nun öldürüldüğü haberini alınca ashabından ölüm pahasına
“Rıdvan biati” adiyle meşhur olan biati almıştır. Uhud muharebesinde geri
çekilenler hakkında da Allah (celle celâlühü) şöyle buyurdu:
“And olsun ki, Allah size verdiği sözde durdu. Onun izniyle kâfirleri
kırıp biçiyordunuz, ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra
gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz; Sizden kimi dünyayı, kimi
ahireti istiyordu; derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı.
And olsun ki O, sizi bağışladı. Allah'ın inananlara nimeti boldur...”[122]
“Allah, and olsun ki, onları affetti. Allah bağışlayandır, Halîm'dir.”[123]
Râfizî şöyle diyor:
“İslâmda ve müslümanlar arasında meydana gelen ilk muhalefet konusu
imamettir.”
Ey Râfizî!
Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun müslümanlar bu konuda ihtilaf
etmemişlerdir. Allah (celle celâlühü), Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (r.a.)
hilafetleri için öyle bir icma' müyesser kılmıştır ki, aynı şeyi Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için söylemek mümkün değildir. Hatta Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şehid edildiğinde Şam halkı O'na asla
bîat etmemişlerdi. Buna rağmen Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) bazı taraftarları O'nun huzurunda Şam ehline hakaret ederlerken onları bu
hakaretten alıkoyarak:
“Onlara hakaret etmeyiniz. Aralarında yüce zatlar vardır.” demiştir. Bir
defasında da:
“Şam ehli bize isyan eden kardeşlerimizdir.” buyurmuştur.
Allah (c.c), şöyle buyuruyor:
“Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını İslah
ediniz”[124]
Hülâsa olarak Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafeti
haktır. O doğru yol gösteren bir imamdır. Büyük bir topluluk O'na biat etmemiş
ise de muteber olan ehlül hal vel Akd'ın Cumhuru Ona bîat etmesidir.
Râfizî şöyle diyor:
“İslâm tarihinde meydana gelen ihtilaflardan biri de Fedek arazisinin
taksimi ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı mirasla
ilgilidir. Ehli Sünnet ise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Biz Peygamberler zümresi miras bırakmayız, bıraktığımız her şey
sadakadır.” dediğini iddia ediyorlar.”
Ey Râfizî:
Bu ihtilaf Şer'î bir mesele ile ilgilidir. Bilahare ve yukardaki hadis
ile bu ihtilaf ortadan kalkmıştır. Bu meseledeki ihtilaf diğer meselelere
nisbeten daha azdır. Çocukların ve kardeşlerin; dede ve amca ile beraber
bulundukları haldeki mirasın taksimi ile Ninenin torunu ile olan miras taksimi
gibi. Bu meselelerdeki ihtilafın Fedek arazisindeki ihtilaftan daha büyük
olması bazı sebeplerdendir.
Birincisi; bu meselelerde ihtilaf ederek ittifak etmemişlerdir.
Çünkü bu hususta nass bulamamışlardır. Halbuki Fedek arazisi ile ilgili olarak
nass rivayet edilmiştir.
İkincisi; Fedek'teki ihtilaf tekerrür etmemiştir. Çünkü bir tek
mesele olup hem de az bir mal hakkındadır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz.
Ömer (radiyallâhü anh), Fâtıma (r.a.) ve diğerlerine miraslarından daha
fazlasını vermişlerdir. Fedek arazisi ile ilgili meseleyi ancak câhil ve kötü
kişiler büyütüyorlar. Kaldı ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
halife olunca, Fedek arazisi Onun hükmü altına girmesine rağmen Onu Fâtıma
(r.a.) ve çocuklarına vermemiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
diğer terekesini de mirasçıları arasında bölüştürmemiştir. Sizce zulüm olan bu
durumu neden ortadan kaldırmamıştır?
Râfizî şöyle diyor:
“Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan biri de zekatı vermeyenlerle savaş
konusundadır. Ebubekir Onlara karşı savaştı. Ömer de hilafeti esnasında ictihad
edip cariyeleri ve malları sahiplerine iade ederek, hapsedilenleri de serbest
bırakmıştır.”
Ey Râfizî!
Bu iddian tamamen açık olan bir iftiradır. İddianın tam aksine Ebu Bekir
ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) zekatı vermekten çekinenlere karşı savaş etmede
ittifak etmişlerdir. Bunu yaparken'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) şu hadisine dayanmışlardır. Buhari ve Müslim'de rivayet edilen mezkûr
hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“İnsanlara karşı, Allah 'dan başka ibadete layık ilah olmadığına ve
benim Allah'ın Peygamberi olduğuma şehadet edinceye kadar savaşmam bana
emredildi. Bunu kabul ettikleri takdirde canlarını ve mallarını benden
kurtarırlar, ancak bunların hakkı kendilerinden istenir ve Allah tarafından
muhasebe edilirler.”09
Ebubekirde, (r.a.) zekat kelime-i şehadetin kaklarındadır, diyerek diğer
ashabın muvafakati ile zekatı vermeyenlere karşı savaş ilan etmiştir. Zekatı
vermeyenler de savaştan sonra onu vermeyi kabul etmişlerdir. Hiçbir zaman Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) bunların çocuk ve kadınlarını esir etmemiş ve
onlardan hiçbirisini de hapsetmemiştir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)
zamanında Medine'de hapishane bile yoktu. Nasıl olur da Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) vefat ederken onlar hapishanede kalırlar?
Râfizî,
Ebubekir'in Ömer'i hilafetle görevlendirmesi hususunda ihtilaf çıktığını
iddia ederek çıkan bu ihtilafla ilgili olarak da şöyle diyor:
“Bazı kişiler Ebubekir'e: Sert ve katı olan birisini bize tayin ettin,
dediler.”
Ey Râfizî!
Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) ta'yinini ashab arasında ihtilaf olarak
kabul etmen en kötü şeylerden olup, senin cehaletine delâlet eder. Efendimiz
devrinde bile ashabtan bazıları Usame ve babasının görevlendirilmelerini hoş
karşılamamışlardır. Buna rağmen hiçbir şey olmamıştır. Ondan sonra Hz.
Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Ömer'i tayin etmesine karşı çıkan Talha olmuştur.
O da bilahare vazgeçmiştir. Üstelik Talha Ömer'e (r.a.) en çok hürmet
edenlerden idi.
Râfizî şöyle diyor:
“İhtilaf konusu olan noktalardan birisi de Şûra konusudur. İhtilaftan
sonra Osman'ın halifeliği üzerinde ittifak ettiler.”
Ey Râfizî!
Bu da berbad iftiralarınızdandır. Osman'ın (r.a.) hilafetinde kimse
ihtilaf etmemiştir. Hatta Abdurrahman b. Avf bu hususta üç gün halkla olan
istişaresinin neticesinde onların Hz. Osman (radiyallâhü anh)'dan başkasını
istemediklerini anlamıştır. Eğer Osman'ın (r.a.) hilafetinde ihtilaf olsaydı
mutlaka bu ihtilaf bize nakledecekti. Sakif gününde ensarın muhacirlere hitaben
bizden bir sizden de bir halife olsun demeleri gibi.
Ahmed b. Hanbel: “Osman'ın bîat'ı üzerine ittifak ettikleri gibi,
insanlar hiçbir bîat üzerine ittifak etmemişlerdir.” diyor.
“Ashab arasında çıkan ihtilaflardan birisi de Osman'ın el-Hakemi
Medine'ye geri çevirmesi konusudur.”
Ey Râfizî!
Bu gibi şeyleri ihtilaf kabul edersen, her halifenin hükmettiği bir hükme
karşı yapılan bütün muhalefetleri de ihtilaf olarak kabul etmen gerekir. Bunlar
da oldukça çoktur.
Râfizî şöyle diyor:
309
(Buhari İtisam: 2,
İstitabe: 2, Müslim İman: 8, Tirmizi İman: 1, Nesai: Cihad: 1, Ebu Davud Cihad:
104, İbn Mace Fiten: 1).
“İhtilaflı meselelerden bir diğeri, Osman'ın kendi kızını Mervan b.
Hakem'le evlendirerek, Ona ikiyüzbin dinar vermesiyle ilgilidir.”
Ey Râfizî!:
Osman'ın, kızını Mervan'a vermesinde ne gibi ihtilaf çıkmıştır? Osman'ın
Mervan'a bu kadar mal verdiğini kim nakletmiştir? Evet biz Osman'ın (r.a.)
akrabalarını sevdiğini, onlara yardım ettiğini inkâr etmiyoruz. Bunun gibi Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de yakınlarını ve taraftarlarını
görevlendirmiş ve onlara mâli yardımda bulunmuştur. İctihad ederek de
savaşmıştır. Bu savaştan dolayı da çok kötü neticeler doğmuştur. Her iki taraf
da cennet ehlindendir.
Kaldı ki; Hz. Osman (radiyallâhü anh) ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) her ikisi de masum değildirler. Yaptıkları şeyler ictihad
eseridir. Bunda da ihtilaf olması tabiîdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), İbn-i Ebi Serh'in
öldürülmesini emretmesine rağmen, Osman Onu himaye etmiştir.”
Ey Râfizî!
İbn-i Ebî Serh'in öldürülmesini emreden zat -ki Rasulullahtır- yine
Osman'ın (r.a.) şefaatiyle Onu affetmiştir. Şu halde kınanacak bir şey yoktur.
İbn-i Ebî Serh önceleri hicret etmiş, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) için Vahiy kâtipliğini yapmış, sonra da irtidat ederek müşriklere
katılmış ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) iftira etmiştir. Bunun
üzerine Rasulullah Onun öldürülmesini emretmiştir. Mekke fethinde Hz. Osman
(radiyallâhü anh), İbn-i Ebi Serh'i Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)
getirmiş fakat Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona iltifat etmemiştir.
Hz. Osman (radiyallâhü anh):
“Ya Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah'ı kabul et,” diye
sözünü üç defa tekrar ettikten sonra, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem),
Abdullah b, Ebi Serh'i affetmiştir. Ondan sonra da Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Bu adama iltifat etmediğim zaman, içinizde çıkıp da Onun boynunu
vuracak bir akıllı yok muydu?” Ensardan bir zat:
Ya Rasulallah neden bana işaret etmediniz? demesi üzerine, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem):
“Peygamber için hain bakışların olması yakışmaz.”
buyurmuşlardır.
Bütün bunlardan sonra da onun hakkında iyilikten başka bir şey
nakledilmemiştir. Abdullah'tan başka İslama daha çok düşman olan kimseler
bulunmasına rağmen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları atfetmiştir.
Safvan ve Ebi Süfyan gibi.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Allah'ın sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi
yaratması umulur; Allah Kadir'dir. Allah bağışlayandır, acıyandır.”[125]
Râfizî şöyle diyor:
“Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan biri de Ali zamanında olmuştur. O
da Ali'nin hilafeti üzerine ittifak edildikten sonra; Talha ve Zübeyr'in Ona
karşı gelmeleriyle meydana gelen ihtilaftır. Ondan sonra Ali ile Muaviye
arasında vuku bulan ihtilaflardan dolayı Sıffin savaşı meydana gelmiştir.
Hülasa haklı olan Ali idi. Hak da Onunla beraber idi. Hilafeti zamanında
haricilerden Eş'as b. Kays, Mis'er b. Fedekî ve Zeyd b. Husn gibi kimseler Ona
karşı gelmişlerdir. Yine Onun hilafetinde aşırı giden Abdullah b. Sebe[126] çıkmıştır. Haricîler ve
Abdullah b. Sebe'in mensupları bir çok bid'at ve sapıklıklar uydurmuşlardır.”
Ey Râfizî!
Sözü uzatmadan her üç halifenin hakka uygun hareket ettiklerini ve hakkın
onlarla olduğunu söylemekle iktifa ediyoruz. Bu zatları red edip, yalnız Ali'yi
(r.a.) hilafetle tahsis etmek delilsiz bir iddiadır.
“Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafeti üzerine
ittifak edildikten sonra ihtilaf doğmuştur” diyorsun.
Halbuki bilinen şu ki, müslümanların bir çoğu, mesela Umum olarak
Şam'lılar, Medine ehlinin bir kısmı, bir çok Mısır'lı ve Mağrib ehli Ona biat
etmemişlerdi. Sonra kusuru Talha ve taraftarlarında bularak onlardan hiç bir
mazeret kabul etmemiştir. Bütün âlimler, Talha ve Zübeyr'in Ali'ye (r.a.)
karşı, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de onlara karşı savaş
istemediğini bilmektedirler. Ne yazık ki, savaş ansızın tutuşuverdi. Talha ve
Zübeyr Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile birbirlerine karşı
çıkışmalarına rağmen maslahatta ittifak ederek Osman'ın (r.a.) katillerine ceza
tatbik etme hususunda karar verdiler. Fakat o zaman Osman'ın (r.a.) katilleri
daha önce yaptıkları gibi, fitne çıkarmak üzere birbirleriyle anlaştılar.
Fitneci katiller; Talha, Zübeyr ve askerlerine hücum ettiler. Onlar da
kendilerini müdafaa kabilinden onlara karşılık verdiler. Bunun üzerine
fitneciler; Talha ve Zübeyr'in kendilerine hücum ettiklerini Ali'ye (r.a.)
bildirdiler. Ali'de (r.a.) nefsi müdafada bulundu.
Hülâsa her iki tarafın da gayesi savaşa başlamak değil, nefsi müdafaa
etmek idi.
Lakin râfizîler inatçı oldukları için ne nakle inanırlar ve ne de doğruyu
kabul ederler. Her yaygaracının emrindedirler. Onlar ashabın ileri gelenlerine
düşmanlık ederek, İslâm düşmanlarıyla dost oluyorlar.
Hatta Bağdad muharebesinde müslümanları perişan eden Tatarlarla işbirliği
yaparak ehl-i sünnete eziyet ediyorlardı. İbn'ül Alkami'nin yaptığı gibi.
Bu hâin, Hülâgü ile yazışarak İslâm beldelerini yakıp kavurmuş,
müslümanları da yok etmiştir. Yine Hülâgü müslümanların kanını sel gibi
akıtmış, hem Abbasileri hem de Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
taraftarlarının kadınlarını esir etmiş, müslüman çocuklarını şirk ve küfür
üzerine yetiştirerek müslümanların başına belâ etmiştir.
Öyle ki bu çocuklar da Mülhidleri ve sapık râfizîleri büyüterek bunun
yanında da Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına buğz
etmişlerdir.
Râfizîler tam şu âyetin şümulüne girerler. Allah (celle celâlühü) şöyle
buyurur:
“Kendilerine kitab verilmiş olanların, Cibt ve tağuta
kanıp, inkâr edenlere: “Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar”
dediklerini
görmedin mi?”[127]
Durum böyle olunca açıkça yalan söyleyen ve ancak nefsî hevasına uyan
nakilleri kabul eden râfizîleri, bizlerin hadislerin isnadını ve diğer
durumlarını bilmediğimizi nasıl iddia edebilirler?
Onlar, taraftarlarından, birinin yalan veya doğru bir söz söylediğinde
kendisinden ne kitab ve ne de hadisten delil isterler. Onun yan çizmesine asla
iltifat etmezler. Ama onlara muhalif olan herhangi birisi, hem de delille
karşılarına çıksa ya inad ederek veya tahrif ettikleri ayetlerle onu tekzib
ederler. Muarızlarının güçlü olduğunu görür de az da olsa ondan çekinirlerse
ona:
Doğru söylüyorsun, hak olan senin dediğindir, bundan böyle senin dediğin
şekilde Allah (celle celâlühü)'a kulluk edeceğiz, diyerek hemen
râfizîiiklerinden vazgeçerler. Hal böyle olunca münazaralarda kim onlardan
insaf bekler?
Bunlar kendilerine üç fikir, kabul etmişlerdir.
Birincisi, imamlarının masum olduklarına inanırlar.
İkincisi, İmamlarının naklettikleri her şeyi Rasulullah'dan
(sallallahu aleyhi ve sellem) aldıklarını iddia ederler.
Üçüncüsü, Ehl-i beytin icma'ı hüccettir derler.
Kendilerini ehl-i beytten kabul eden bu gurubun, fıkıhtan mahrum olup, tahkik
ve ilmi de idam ettiklerini görüyorsun. Onlara göre bir mesele bu üç temel
görüş ve esasa uymadığı müddetçe kabul etmezler ki, onların temel ve esasları
kitap, sünnet, akıl ve onlardan başka herkesin icmaı ile reddedilmişlerdir.
Şiilerin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
Ma'sumiyeti Ve İmamın
Ma'sum
Olması Gerekir İddiaları
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden deliller hususunda şöyle diyoruz:
İmamın ma'sum olması gerekir. Masumiyet şart olduğu müddetçe Ali imamdır.
İnsanın tek başına yaşaması mümkün değildir. O yemeye, giyime, meskene ve
yardımlaşmaya muhtaçtır. İnsan genellikle başkasının elindekine muhtaç olunca,
kuvve-i şehevaniyesi muhtaç olduğu o şeyi zorla almağa teşvik eder. Bu da
anarşi ve fitneyi doğurur. İşte bütün bu sebeplerden dolayı, insanları zulümden
alıkoyacak, insaflı davranıp hakkı sahibine verecek ve kendisine hatâ ve
unutkanlığın caiz olmadığı bir imamın tayini şarttır. Bu sıfatlara hâiz
olmayan, bizzat kendisi ikinci bir imama muhtaç olur. Çünkü İmamlığa gerekli
kılan sebepler kendisinde yoktur. Ama bu sıfatlara haiz olan ma'sum biri
çıkarsa işte o imamdır. Aksi halde imam bulununcaya kadar teselsül
gerekecektir. Ebubekir, Ömer ve Osman ittifak ile masum değildiler. Ali, ma'sum
olduğuna göre haliyle o imamdır.”
Ey Râfizî!
Ma'sum olan Rasulullah'tır (sallallahu aleyhi ve sellem).
İnsanların her zaman Ona itaat etmeleri vaciptir. Ümmet, Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) emirlerini Muntazar'ın emirlerini bildiği iddia
edilen bir güruhtan daha iyi bilir.
Evet masum imam olan zat Rasulullah'tır (sallallahu aleyhi ve sellem).
Ümmet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Onun emirleriyle
kendisini başkalarından müstağni kılmıştır.
Ululemir ise ancak O'nun tebliğ ettiği dinin hükümlerini tatbik ederler.
Onların başka görevleri yoktur.
Şu bilinen bir gerçektir ki, Yemen ve başka yerlerde Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiği görevliler vardı. Bütün bunlar
ictihadlarıyla halkı yönetiyorlardı. Bunlardan hiçbirisi de masum değildi. Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başka imamete geçenlerden hiçbiri
için ma'sumiyyet iddia edilmemiştir. Hatta Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) uzak beldelerde tayin etiği öyle görevliler vardı ki, Onun
emir ve yasaklarını da bilmiyorlardı. Aksine Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) de haberi olmadığı hususlarda tasarruf ediyorlardı.
Bütün bunlardan başka senin (râfizî) sıfatlarını saydığın imam
zamanımızda mevcut değildir. Kaldı ki, bu sıfatlara hâiz olan imam sizce
kaybolmuş, sizin dışınızdakilerin indinde de temelde yoktur. Bahsettiğiniz
imamla imametin gayeleri asla tahakkuk etmez.
Aksine biraz, zulüm ve cehaleti olsa bile bizzat ümmetin başında bulunan
bir imam, meydanda olmadığı için hiçbir faydası olamayacak imamdan daha
faydalıdır.
Herhâlükârda ilmi tebliğ edecek ve maiyetinde çalışılacak bir imama
ihtiyaç vardır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ma'sum bir imamın ta'yini şarttır.”
Ey Râfizî!
Bu sözünle mutlaka Allah (celle celâlühü)'ın bir ma'sum imamı yaratmasını
mı istiyorsun? Yoksa insanların böyle bir imama biat etmelerinin vacip olduğunu
mu kastediyorsun?
Aslında sizin gayeniz Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
masumiyetini iddia etmektir. Lâkin Allah (celle celâlühü) Ali'yi (r.a.) ne ilk
üç halife zamanında ve ne de kendi hilâfetinde ma'sum kılmamıştır. Binaenaleyh
sizce Allah (celle celâlühü), zâlim (hâşâ!) olan ilk üç halifeyi desteklemiş,
onlar da müslümanların maslahatına uygun olanı yapmışlar, Ali'yi (r.a.) de
te'yid etmediği için, maslahata uygun olanı yapamamıştır. Böyle bir şey olamaz!
Râfizî şöyle diyor:
“İnsan tabiî olarak şehirde yaşayınca, şehir halkından kötülüğü defetmek
için ma'sum bir imamın tayini vaciptir.”
Ey Râfizîler:
Siz Allah (celle celâlühü)'ın yarattığı her beldede, oranın halkından
zulmü defeden ma'sum bir imamın hâlen mevcut olduğunu kabul ediyor musunuz?
Kabul ediyorsanız bu açık bir zorlamadır. Kâfir ve müşriklerin
beldelerinde masum imam var mıdır?
Şam'da Muaviye'nin (r.a.) yanında ma'sum imam var mıydı?
Her beldede ma'sum imamın vekilleri vardır, diyecek olursan, sen
gerçekleri inkar edip cerbeze ile galebe etmeğe çalışıyorsun. Yok, bazı
beldelerde vardır dersen ve yakardaki iddianın Allah için vacip olduğunu ileri
sürersen beldeler arasındaki fark nedir?
Üstelik ihtiyaç da aynıdır. Farzedelim ki, her beldede ma'sum imamın
vekilleri vardır, deyip sana teslim olduk. Peki bunlar bizzat kendisi ma'sum
olmadıklarına göre, ma'sum imamın belde halkına faydası nedir?
Elbette onların hiç faydası olmaz. Çünkü ma'sum olmayanın arkasında namaz
kılıyor ve Ona itaat ediyorlar.
“O zaman işler ma'sum imama rucu' eder.” denilecek olursa, biz de şöyle
diyeceğiz:
Bu imam Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve
Onlardan başkaları gibi muktedir olmayıp her şehire adaleti ulaştıramazsa veya
her belde için âdil ve güçlü birisini bulamazsa, ve bulamadığı için de
sorumluluk ondan düştüğüne göre, “Allah için vaciptir” sözü nereden geliyor.
Kaldı ki, sizce ma'sum aciz kabul edilmiş oldu. Zaten bizce böyle birisi asla
mevcut değildir.
Meselenin diğer bir yönü de şudur:
İddia ettiğiniz ma'sum imamın başkasına gelecek zulmü defetmesi ve
insaflı olması, bizzat kendisine yapılan zulme mani olması ve hakkını almasının
bir çeşididir. Bu imamınız kendisine yapılan zulmü defetmiyecek derecede âciz
olursa, Ona uyanların başına gelecek zulmü nasıl defedebilir? Bu imamınız
öldürülecek diye korkusundan dörtyüzaltmış seneden beri ortaya çıkmadı.[128]
Ey Râfizî!
Allah (celle celâlühü) asla zulmetmez. O gerekli olan hiçbir şeyi ihmal
etmez. O gerekli olanı yapmıştır. Buna rağmen sizce maslahatların kendisi
tarafından yapılacağı ma'sum bir imam yaratmamıştır. Eğer mücerred olarak
ma'sum imamın yaratılmasıyla maslahatlar meydana gelecekse, -Halbuki
maslahatlar meydana gelmemiştir.- ma'sum imamın yaratılması vacip olur. Yok
eğer bu maslahatların meydana gelebilmesi için masum bir imam ile birlikte daha
bazı şeylerin yaratılması vaciptir, diyorsanız, Allah (celle celâlühü) böyle
bir şey yaratmamıştır. Halbuki size göre bunları yaratması vaciptir. Vacibi ihlal
etmek de Allah için caiz değildir. Yaratmadığına göre bundan da anlaşıldı ki
imamet konusunda Allah için hiçbir şey vacip değildir. Şu halde Allah (celle
celâlühü)'ın, mücerred varlığıyla maslahatların meydana gelmeyeceği ma'sum bir
imamı yaratması ile yaratmaması arasında hiçbir fark kalmadı. O zaman da bu
imamın mevcudiyeti gerekmez.
Bütün bu anlattıklarımızın neticesi şudur:
“Ma'sum bir imamı yaratmak Allah için vaciptir.” şeklindeki râfizîlerin
sözü bâtıldır.
“Allah, yaratması kendisine vacip olan ma'sum imamı yaratmıştır, fakat
insanlar Ona isyan etmekle maslahatı kaçırdılar” diyecek olursanız size şöyle
deriz:
Birincisi; Allah (celle celâlühü) böyle bir ma'sumu yarattığı
takdirde, maslahatın tahakkuku için insanların Ona yardımcı olmayacaklarını,
aksine Ona isyan edeceklerini, bundan dolayı da cezalandırılacaklarını
bilmişse, O imamı yaratması vacip değildir demektir.
İkincisi, bütün insanlar imama (Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) kaydediliyor) isyan etmemişler. Bir kısmı Ona isyan ederken
diğer bir kısmı da Ona itaat etmişlerdir. Acaba onları itaattan alıkoyan nedir?
Zâlimler onları itaattan alıkoymuşlar, diyecek olursanız o zaman şöyle
deriz:
Allah zulmü defetmeye kadir olduğuna göre neden zâlimlere mâni olmadı?
Allah bunun olmayacağını ve maslahatın da tahakkuk etmiyeceğini bildiği için
onlara mâni olmamıştır, diyecek olursanız size şöyle deriz:
Peki bu iddialarınıza rağmen neden “Peygamberden başka ma'sum bir imamın
yaratılması vaciptir” diyorsunuz? Bu ma'sum imam size lâzımdır! Bize lazım
değildir.
Üçüncüsü, Siz “Allah (celle celâlühü) kulların fiillerini (cebren)
yaratır” diyorsanız, Allah (celle celâlühü)'ın zulmü gerektirecek şeyleri
yaratmaması lazımdır ki, itaatta bulunsunlar. Bunu kabul etmez.
“Allah kulların fiillerini yaratmaz” diyorsanız, Ma'sumiyet kulun
kötülükleri değil, iyi olan şeyleri istemek ve yapmakla mümkün olur. Halbuki
sizce Allah, kulun iradesini değiştiremez. Binaenaleyh kulunu Ma'sum kılması da
gücünün dışında kalmış olur. Böylece kaderi inkar edenlere göre de Ma'sumiyet
iptal edilmiş oldu. Çünkü ma'sumiyet kulun yalnız iyilikleri dilemesi demektir.
Onlara göre kul kendi iradesini yaratıyorsa, yine onlara göre Allah (celle
celâlühü)'ın iradesini yaratamadığı bir kulu ma'sum kılması mümkün olmamış
olur.
Ey Râfizî!
Ma'sum imamdan istenen şey, Onun kötülükleri tamamen yok etmesi midir?
Yoksa azaltması mıdır? Tamamen yok etmek ise âlemde böyle bir şey olamaz.
Azaltmak ise, ma'sum olmadan da bu durum hasıl olabilir. Hatta Ebubekir ve Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) zamanında Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) ve başkalarının zamanından daha fazla hâsıl olmuştur.
Râfizî şöyle diyor:
“İmam ma'sum olmazsa, ma'sum olan bir imama muhtaç olur.”
Ey Râfizi!
Ehli sünnetin dediği gibi, bütün ümmetin hataya düşmemesi için, idare
edilenlerden biri hata işlediğinde imamın onu ikaz ederek hatasını düzelttiği
gibi, imam hata ettiğinde ümmetten biri de imamı ikaz ederse, böylece hatada
ittifak etmeyeceklerinden dolayı masumiyet bütün ümmetin olursa daha iyi olmaz
mı? Neden bu caiz olmasın?
Aynı şekilde haberi nakledenlerden her birisinin yalan söylemesi veya
hata etmesi caiz olbailir ama, bütün ümmetin böyle olması normal değildir.
Aslında masumiyeti bir cemaate mal etmek bir tek kişiye mal etmekten daha
kolaydır. Böylece ma'sum imam tayin edilmeden de ondan beklenen şeyler hâsıl
olmuş olurdu. Ama bu câhil râfizîler ümmetten bir kişinin ma'sum omasını vacip,
tümünün de hata işlemelerini -aralarında ma'sum imam yoksa- caiz görüyorlar.
Bazılarının belirttikleri gibi, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) ma'sumiyetini ve Onun nass ile halife olduğunu iddia eden ilk
kişi bir zındıktır. Bu zındık İslâmı ifsad ederek, Pavlosun hıristiyanlara
yaptığı gibi o da müslümanlara aynısını yapmak istemiştir. Fakat Pavlos'un hıristiyaniara
yaptığını bu zındık müslümanlara yapamamıştır. Çünkü hıristiyanlar aptaldırlar.
Onlar, İsa (a.s.) göğe kaldırılmadan önce Ona ittiba ederek dinini
öğrenmemişler ilmen ve amelen de O dini tatbik etmemişlerdir. Pavlos, İsa
(a.s.) hakkında aşırı gidince (Onu ilahlaştırınca) kralları ile birlikte halkın
çoğunluğu Ona uydular. Bir kısım ilim adamları Pavlos'a karşı çıkmaları üzerine
bunlardan kimisi krallar tarafından öldürülmüş kimisi de kiliseye çekilmiştir.
Fakat Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun ki, ümmetimiz arasında her
zaman hakkı müdafaa ve tatbik edecek bir topluluk mevcut olacaktır. Hiç bir
mülhid ve müfsid yaptığı fesad veya hakka karşı direnmesi ile bu ümmeti
yolundan saptıramıyacaktır. Ancak körü körüne Mülhid ve Müfsidlere tabi olacak
bazı kişiler sapıklığa duçar olabilirler.
Ey Râfizî!
İmamın ma'sumiyeti ne demektir? Söyle bakalım, imamın kendi ihtiyarı -
isteği- ile iyilikleri yapıp kötülükleri terketmesi midir? Halbuki siz Allah (celle
celâlühü)'ın, kulun ihtiyarını yaratmadığını söylüyorsunuz.
Yoksa iyilikleri yaparken O'na kudreti verip, kötülükleri işlemek
isterken de kudreti ondan alması mı demektir? Bu da olamaz. Çünkü daha önce
Allah (celle celâlühü)'ın kulun ihtiyarını -isteğini- yaratmadığını
söylemiştin.
Buna göre sence Allah ma'sum birisini yaratamaz. Kaderle ilgili sözlerini
reddedersen, o zaman ma'sum imamın yaptığı iyilikler karşısında sevab almaması
gerekir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'den başka ma'sum olmadığı ittifak ile bilinmektedir.”
Ey Râfizî!
Senin bu iddianın doğruluğu mümkün değildir. Âbid ve avam halktan bir
çoğu sizin gibi şeyhlerinin ma'sum olduklarına inanırlar. Onlar buna rağmen
Ashab-ı kiramın kendi şeyhlerinden daha üstün olduklarını kesinlikle kabul
ederler. Kaldı ki, hulafâ-i Râşidîn hakkındaki itikadları şühesiz ki daha
müsbettir. İsmâililer de imamlarının ma'sum olduklarına inanırlar. Bunların
imamları da oniki imamın dışındadır. Ümeyye oğulları'na tâbi olanlar da,
halifenin sorguya çekilemeyeceğini ve tecziye edilemeyeceğini iddia ediyorlar.
İmamın her emrine itaat vaciptir diyenlere göre imamın ma'sum olma şartı da
yoktur. Bunlar:
“Allah'a itaat ediniz ve Rasûlüne itaat ediniz ve sizden olan
idaricilere...”[129] ayetini delil getirerek
liderlerine mutlaka itaat ediyorlar.
Ey Râfizî!
Bunların muhalefetine itibar edilmez diyecek olursan, şunu iyi bil ki,
senin bu iddiana kulak verilmez. Kaldı ki Onlar mevcud olan birisine İttiba
etmişler. Sizin gibi ortada olmayan ve ondan hiçbir menfaat beklenmeyen
Muntazar'ınıza tabî olmamışlardır. Bütün bunlardan başka ashab, tabiîn ve
müctehid imamlar arasında Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
ma'sum olduğunu söyleyen olmamıştır. Bu iddiayı ancak imamiyye mezhebinin câhil
mensupları yapmışlardır.
İmâmîlerin sapık iddiaları kadar, sapık haricîler de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) (Hâşâ!) tekfirini, nâsibîler[130]
de fâsıklığını iddia etmişlerdir. Ey Râfizî!
Ma'sum imamın varlığı ya vaciptir veya değildir. Vâcip değilse haliyle
iddianız boşa çıkmıştır. Vacip olduğunda İsrar ediyorsanız ma'sum imamların ilk
üç halife değil, yalnız Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olduğuna
teslim olmuyoruz. Sizin bu sözünüz doğru ise Ma'sum imamların Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) olması gerekir. Çünkü ehl-i
Sünnet her ikisinin imamet için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den
daha layık oldukları hususunda ittifak etmişlerdir. Bu iki zat için ma'sumiyyet
söz konusu olmadığına göre, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için
de haliyle söz konusu değildir.
Bu durum Musa (a.s.) ve İsa'nın (a.s.) peygamberliğine benzer.
Müslümanlar ancak Rasulullah'ın peygamberliğiyle beraber onların
peygamberliklerine teslim oluyorlar. Bunun gibi Ebubekir, Ömer ve Osman'ın
(r.a.) hilafetiyle beraber Ali'nin halifeliğine inanıyor, başta Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sumiyeti olmak üzere ilk üç halifenin
ma'sumiyetini de nefyediyoruz.
“İlk üçünün halifeliklerinin hilâfına Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) hilâfeti icma ile sabittir” şeklindeki sözün;
-
Yahudilerin “Muhammedin
Peygamberliği hilâfına Musa'nın peygamberliği icma ile sabittir” ile
-
Hıristiyanların;
“İlâhlık”(!) Musa ve Muhammede değil, İsa'ya has bir özelliktir” şeklindeki
sözlerine benzer.
Halbuki biz kesin olarak biliyoruz ki İsa'nın, Musa ve Muhammed (a.s.)
(Allah (celle celâlühü)'ın selamı hepsine olsun) den ayrı olarak özel bir
meziyeti olmadığı gibi, Onun ilahlığını (hâşâ!) gerektirecek hiçbir özelliği de
yoktur. Aynı şekilde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) diğer üç
halifede olmayan ve ma'sumiyetini gerektirecek ayrı bir özelliği yoktur.
Ey Râfizî!
Yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sum olduğunu
nereden biliyorsun? Diğer üçünün ma'sum olmadıkları hususundaki icmâdan
biliyorum, diyecek olursan şöyle deriz:
Sizce icma hüccet değilse zaten iddianız bâtıldır.
İcma yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
ma'sumiyetinde hüccettir, diyecek olursanız, bu hususta yapılan icmadan kasıt Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şerî emirleri koruması ve onları
olduğu gibi nakletmesidir.
Bütün bunlar şöyle dursun, zaten siz râfizîler icmanın hüccet olduğunu
hiçbir surette kabul etmiyorsunuz. Nasıl olur da icma' ile hüccet getirerek
bize karşı çıkıyorsun?!
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sumiyeti
Rasulullah'tan tevatür yoluyla gelen haberlerle sabittir, dersin;
Bu iddian da imamet hususundaki nass'ın mütevâtir olduğunu iddia etmene
benzer. Aslında sizin bu iddianız güya Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh):
“Ben ma'sumum, benden başkası ma'sum değildir” şeklindeki sözünden
kaynaklanıyor. (Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) , böyle bir söz
söylememiştir. )
Bu sözü herkes söyleyebilir. Bu söz, diğer konuşmalarında sadık olup olmadığı
bilinmeyen bir kimsenin “Ben her sözümde doğruyum” demesine benzer.
İsmâililer de bunun aynısını iddia etmişlerdir. Onlara göre imam, ma'sum
olan öğreticidir.
İsmâililer: İlim -nakli ve sem'î- yollarının doğruluğu ancak ma'sumun
öğretmesiyle bilinir, derler. Bu hususta delil getirmeleri istenecek olursa,
asla delil getiremezler. İddialarında da çelişkiye düşerler.
Farzedelim ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) “Ben
ma'sumum” demiştir. Bu sözü kim ondan nakletmiştir? Aksine ondan tevatüren
nakledilen bunun tam hilafınadır. O, kadılarının kendi görüşü hilâfına karar
vermelerini kabul etmiştir. Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
gelen sahih bir rivayetle O şöyle buyurmuştur:
“Cariyelerin çocuk getirdikten sonra satılamayacakları hususunda Ömer'le
ittifak etmiştik. Şimdi ise satılmalarını uygun görüyorum.”
Bunun üzerine kendisinin tayin ettiği kadısı Ubeyde es. Selmanî Ali'ye
(r.a.) şöyle demişti:
“Ömer'le (r.a.) beraber cemaatle olan fikriniz, tek başınızda verdiğiniz
ve cemaatten ayrı olan kararınızdan bize daha hoş geliyor.”
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kadılarından Şüreyh Ona
müracaat etmeden içtihadıyla hükmederdi. Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) de bunu hoş görüyordu. Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) de bizzat kendisi ictihad eder, fetva verir ve bilâhare
içtihadından vazgeçiyordu. Bu da sahih isnadlı rivayetlerle kendisinden
nakledilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“İmamın nass ile tayin edilmesi gerekir. Seçim ile imam ta'yininin bâtıl
olduğunu daha önce açıklamıştık. Çünkü seçimi gerçekleştiren ümmetin bir
bölümü, seçime iştirak etmeyen ümmetin diğer bir bölümünden üstün değildir.
İmam nass ile ta'yin edilmediği taktirde münakaşa ve kargaşa çıkar. Ali'den
başka hiçbir imam icmâ ile tayin edilmediğine göre Ali'nin gerçek imam olduğu
ortaya çıkmış oldu.”
Ey Rafızî!
Senin bu iddian her iki halde de batıldır.
Birincisi, Selef ve haleften birçok zatlar Ebu Bekir'in (r.a.), az
bir gurup da Hz. Abbas'ın imametinin nass ile sabit olduğunu söylemişlerdir,
icma nerede kaldı?
İkincisi, Nass imamet için ya muteber kabul edilecek veya
edilmeyecek. Muteber kabul edilecekse, Nass Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)
hakkındadır, deriz. Muteber değilse zaten Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh)
imameti ashab'ın icma'ı ile sabittir. Hepsini bir tarafa bırak! Bir kere siz
icma'ı hüccet olarak kabul etmiyorsunuz. Size göre hüccet ma'sum imamın
sözüdür. Dolayısıyla hüküm yine ma'sumiyetini iddia ettiğiniz zâtın bir nassı
söyleyip söylemediğine kaldı. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
böyle bir nass'ı dile getirip getirmediği vâki olmadığı gibi ma'sumiyeti de söz
konusu değildir. Sizin bu iddianız ancak kimin uydurduğu belli olmayan birinin
Ali'ye (r.a.) izafeten, “Ben ma'sumum, imameti hususunda nass bulunan kişi
benim” şeklinde söylediği sözden kaynaklanıyor.
Ey Râfizî!
“İmamın ma'sum olması ve hakkında nass bulunması gerekir” sözünle
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Benden sonra halife budur” demesinin şart olduğunu mu? Yoksa bu söz olmadan
imametin tahakkuk etmiyeceğini mi kastediyorsun? Birincisini söylüyorsan, bu
itibarla nass'ın vacip olduğunu kabul etmeyiz. Zeydîler de bu konuda Ehl-i
sünnet vel Cemaat'la beraber olup bu nassı kabul etmemelerine rağmen onlar -ve
biz- Ali'yi (r.a.) hiçbir şekilde itham etmemişlerdir.
“İmam nass ile tayin edilmediği takdirde münakaşa ve kargaşa çıkar.”
şeklindeki iddiana gelince şöyle diyoruz:
İmamete layık olan kimsenin vasıflarıyla ilgili olarak rivayet edilen
nasslar münakaşa ve münazarayı kesinlikle reddettiği için kasdedilen şey
onlarla tahakkuk eder. Zaten Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) bu vasıflara hâiz
idi. Ensardan bir kaç kişi Ebu Bekir'in (r.a.) hilafetinde konuşmuşlarsa O'nun
üstün olmadığını iddia etmemişlerdir. Ancak onlar üstün olan zata Ondan daha
aşağı olanı takdim etmek istemişlerdir.
“Ashab nefsî arzularına uymuşlardır” diyecek olursan, nassların delâleti
onların nefsi arzularından alıkoymuştur, deriz.
“Nefsi arzuları olduğu için nasslara muhalefet etmişlerdir” diyecek
olursan, şunu iyi bil ki böyle bir halde de olsa onların gayesi hakkı
bulmaktır, had etmek değildir.
Farzedelim ki, imam ma'sumdur. Ama valileri halktan olup ma'sum
olmadıkları için yine rna'sum'a ihtiyaç duyulacaktır. Ondan sonra Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) hayatta iken imamete tayin ettiği kimse,
vefatından sonra imamete layık olduğunu gösteriyor. Kaldı ki biz her iki halde
de ma'sumiyeti şart koşmuyoruz.
Ey Râfizîler!
Siz münakaşa ve kargaşa olmaması için nass'ın varlığını vacip kıldınız.
Halbuki iş tam tersine oldu. Ebu Bekir, Ömer ve Hz. Osman (radiyallâhü anh)
hiçbir fitne ve fesad olmadan hilafete geçmişlerdir. Yalnız Osman'ın (r.a.) son
zamanlarında bazı fesadlar çıkmıştır. Buna karşılık, ma'sumiyetini iddia
ettiğiniz Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zamanında ise fitneler
şiddetlenmiştir. Böylece Onun zamanında sizin şart koştuğunuzun zıddı meydana
gelmiştir. İlk üç halife zamanında münakaşa ve kargaşa değil, huzur ve sükûn
meydana gelmiştir.
Ey Râfizî!
Nass fesadı giderir. Bu da bir kaç şekilde olur :
Birincisi: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) birinin
velayetini - imamet- haber vermesi ve Onu medhetmesidir. “O'nu tayin ediniz”
demese de, Ümmet, O zat imam olduğu takdirde durumun medhe medar olacağını ve
kargaşalık çıkmayacağını gayet iyi bilir. Böyle bir haber de Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) hakkında vârid olmuştur.
İkincisi: İmameti istenen şahsın idaresinin faydalı ve uygun oluşu
ile ilgili haberlerin vârid olması ile olur. Bunlar da Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Ömer'in zamanında vuku bulan ve Fars ile Rum (v.s.)
beldelerinin fethiyle ilgili olan haberlerdir.
Üçüncüsü: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı
esnasında yanına çağırdığı kişinin vefatından sonra kendisine halife olacağına
delâlet eder. Bu da Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'dir. (Malum olduğu üzere
Ebubekir'i kendi yerine cemaata imam olmasını emretmiştir.)
Dördüncüsü: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem), hilafeti
tavsiye etmek üzere yazı yazmak istemesi, sonra “Allah ve mü'minler Ebubekir'den
(r.a.) başkasını istemez” buyurması, bu da haber verdiği gibi tahakkuk
etmiştir.
Beşincisi: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden
sonra halife olacak bir şahsa iktida etmeleri için emir vermesi.
Altıncısı: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden
sonra Hulafâ-i Râşidin'in sünnetlerine ittiba edilmesi için emretmesi ve
onların halifeliklerine muayyen bir müddet ta'yin etmesi. Bu müddetin tayini, O
müddet içinde halife olanların hidayete davet edici râşid halifeler olduğunu
bildirir.
Yedincisi: Kendisinin tercih edilmesin gerektiren bazı şeylerle
bir şahsı tahsis etmesi. Bu da Ebubekir'de (r.a.) mevcuttur.
Sekizincisi: Nassı terketmek caiz değildir. Caiz ise Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) O'nu terketmesi evladır. Çünkü ondan sonra ma'sum
yoktur. Rasulullah'tan sonra Nass'ın ma'sum kişiden gelmesi söz konusu olmadığı
gibi, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her sözüne ittiba etmenin
vacip olduğu nass ile sabittir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
vefatından sonra bizzat O'na müracaat etmek mümkün olmadığına göre O'nun ma'sum
birisini ta'yin etmesi mümkün değildir. Çünkü o kişi hata edebilir, Onun
içindir ki, “Dînî hususlarda kendilerine müracaat etmek üzere muayyen ve ma'sum
imamlara ihtiyaç vardır” diye iddia etmek Allah (celle celâlühü)'ın
peygamberleri göndermesinin lüzumsuzluğunu kabul etmek demektir.
Hülasa, yalnız Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ma'sum olduğu
için O'nun sözleri hüccettir. Muayyen ma'sum kişilere ihtiyaç yoktur.
Dokuzuncusu: Cüzî meseleler hakkında nassların bulunması mümkün
değildir. Ama bütün küllî meseleler hakkında Rasulullah'tan nassların vârid
olduğu sabittir. Rasulullah, muayyen birisini ta'yin ederek küllî meseleler
hakkında hüküm verme hususunda o kişiye itaat edilmesini emretseydi bu olmazdı.
Çünkü Rasulullah bizzat kendisi küllî meseleler hakkında hüküm getirmiştir.
Ta'yin ettiği o kişiye cüzî meselelerde itaat edilmesini emretmeseydi, hele o
cüzî meselelerin küllî meselelere uyup uymadığına bakılmadan mutlak itaati
isteseydi bu da doğru olmazdı. Fakat tayin ettiği imamın cüzî meselelerdeki
hükümleri küllî hükümlere uyduğu takdirde Ona itaat edilmesini emretmişse bu
doğrudur. Her idareci de bu hükme tâbidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) muayyen birisini ta'yin etseydi, ondan sonra gelecek kişiye itaat
edilmemesi gerekirdi. Çünkü ikincisi hakkında nass yoktur. Eğer “Her imam
kendisinden sonra geleni ta'yin etmekle bu iş tahakkuk eder” dersen, bunun
mümkün olabilmesi için ikincisinin ma'sum olması gerekir. Halbuki
Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra ma'sum kimse yoktur.
Şu halde râfizîlerin, kayıtsız şartsız olarak imama itaat edip onun
sözlerini kitap ve sünnet ölçülerine vurmamak şeklindeki iddiaları tamamen
bâtıldır.
Ama Allah (celle celâlühü)'ın emrettiği gibi ihtilaf ettiğimiz konularda
kitap ve sünnete müracaat edeceksek -ki edeceğiz- o zaman muayyen bir imamın
nass ile ta'yin edilmesine ihtiyaç yoktur.
Evet, Allah dinimizi korumuştur ve kıyamete kadar da Onu koruyacaktır.
Bir beşer için Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her bildiğini
bilmesi veya Ona vahiy gelmesi mümkün değildir.
Şu halde Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen vahyi ancak
Rasulullah'tan (sahih rivayetlerle) öğrenmek mümkündür.
Başka yola -Ma'sum imama- ihtiyaç yoktur
Râfizî şöyle diyor:
“İmamın; vahiy kesildiği, Kur'an ve sünnet de ahkâmı tafsil etmedikleri
için Şer'î ahkâmı ezbere bilmesi gerekir. Onun için Allah tarafından nassla
ta'yin edilmiş ma'sum bir imamın bulunması şarttır ki, bazı hükümleri
terketmesin, bilerek veya bilmeyerek ahkam'a ekleme ve eksiltmede bulunmasın.
Ali'den başka hiç kimsenin bu vasıfta olmadığı icma' ile sabittir.”
Ey Râfizî!
“İmamın Şer'î ahkâmı ezberlemiş olması gerekir.” şeklindeki iddianızı
kabul edemeyiz.
Aksine bütün ümmetin Şer'î ahkâmı bilmekle onu korumasının gerekli
olduğunu kabul ediyoruz.
Bu da cemaatlarla olduğu gibi bazan da fertlerle tahakkuk eder. Ancak
şer'î hükümlerin tevatür yoluyla nakledilmesi, bir tek kişinin onları
nakletmesinden daha hayırlıdır.
Şiîlerin iddia ettiği gibi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) şerî ahkamı daha iyi bildiğini de kabul edemeyiz. Çünkü Ebu Bekir ve Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) Ondan âlim idiler. Böylece iddia ettiğin icma'da
hükümsüz kalmış oldu.
Ey Râfizî!
Eğer “Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) masumdur, binâenaleyh
Şer'i bir hükmün sıhhati ancak Onun rivayetiyle bilinir” diye iddia edersen,
O'nun rivayeti olmadan yeryüzünde bulunan hiç kimseye karşı hüccet getirmek
mümkün olmaz. Halbuki biz Ondan gelen birçok rivayetlerin sıhhatini bilmiyoruz
ki, O'nun ma'sum olduğunu kabul edelim.
Ondan sonra Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başkalarını
ma'sum olmadıkları hakkında icma' olmadığı müddetçe O'nun ma'sum olduğunu kabul
edemeyiz. İcmâ' sizce hüccet ise Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) şer'î hükümleri ezberlediğini söylemek mümkün olabilir. Hüccet değilse
masumiyetini asla kabul edemeyiz. (Şiîler icma'ı hüccet kabul etmediklerine
göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sum değildir. Müt.)
Ey Râfizî!
Şimdi söyle bakalım. İmam'ın şer'î ahkâmı kendisinden tevatür yoluyla
almak isteyenlere tebliğ etmesi mümkün müdür? Veya halen de bu ahkâmı ma'sumlar
teker teker birbirlerinden mi naklediyorlar?
Mümkündür diyorsan, bu durum Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
için daha kolaydır. O zaman imamın nakline de ihtiyaç kalmaz. Mümkün değildir,
diyorsan, İslâm dininin ahkâmı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
akrabaları tarafından ve biri diğerine tebliğ etmekle nakledilmesi gerekir.
Böyle bir durum karşısında da peygamberliği zemmedenler “(Hâşâ!) Peygamberin
akrabaları Ona dilediklerini isnad ediyorlar. O bir saltanat kurdu, akrabaları
da Onu devam ettiriyor. Bu saltanatı devam ettirmeleri için onlara çeşitli
imtiyazlar vermiştir” deme cür'etini göstereceklerdir.
Ey Râfizî!
“Dinin korunması ve ahkâmının nakli için ma'sumiyete şiddetle ihtiyaç
vardır” diyorsan, acaba neden dinin ahkâmını koruyan ve Onları tebliğ eden
ashabın cümlesine birden ma'sumiyet caiz olmasın?
Dini ahkâmı tebliğ ettikleri ve korudukları nisbette ma'sumiyet neden
muhtelif cemaatların hakkı olmasın?
Mesela Kur'an-ı Kerim'i ezberleme ve tebliğ etmede, muhaddisler sahih
hadisleri ezberleme ve tebliğ etmede, fakihler hükümleri anlamada ve istidlalda
masum olmaları gerekir. Haddizatında doğru olan ve vâki olan da budur. Allah
(c.c), bu zatlar vasıtasıyla bazı fertlerin tek başlarına biri diğerine yaptığı
nakillere ihtiyaç bırakmamıştır. Farzedelîm ki, Şer'î ahkâmın tebliiğ bir ma'sumun
diğer ma'suma tebliğ etmesiyle mümkündür. Dörtyüzaltmış[131]
seneden beri hiç kimse de muntazar'dan bir tek mesele almadığına göre, bu
müddet zarfında Kur'ân ve sünneti kimden öğrendiniz?
Eğer şu okuduğunuz Kur'ân-ı Kerim sizce Allah (c.c)'tan nazil olanın
aynısı olmadığı caiz ise, beklediğiniz o ma'sum imamınızdan da ma'lûmat
almadığınız halde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve amcasının oğlu (Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)) hakkındaki bilgiyi nereden
öğrendiniz. “Bu bilgi arkası kesilmeden bize ulaştı diyecek olursanız, size
şöyle deriz:
İmamlarınızdan ardı kesilmeden gelen nakiller şer'î ahkâmın korunmasını
temin ediyorsa acaba topyekûn ümmetin Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve
sellem) alıp naklettiği haberler neden aynı şeyi temin etmesin? Üstelik iddia
ettiğiniz o fertlere de ihtiyaç kalmaz.
Râfizî şöyle diyor:
“Nasslar ahkâmı tafsil etmedikleri için onları açıklayacak ma'sum imama
ihtiyaç vardır.”
Ey Râfizî!
Her imam küllî ahkâmın tafsilatını yapar. Emîr, insanlara hitab ettiğinde
iş ve hareketleri kapsayacak konuşmaları yapar. Ama Onun her zaman ve her iş
için muayyen bir kişiyi tayin etmesi mümkün değildir. Mesele küllî hitablara
kaldı ki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu gibi küllî hitablarda
bulunması caizdir. Ama sen haddine tecavüz eder “Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) bütün nassları küllî değildir” dersen, biz de sana senin bu
iddian hükümsüzdür, deriz. Farz-ı muhal Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) nassları için iddiaların söz konusu oldu. Yine de sen umumîlik ifade
eden lâfız ve mânâları tahsis edecek bir imama muhtaç olursun. Ama
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hitabı ister umumî olsun ister
olmasın Rasulullah onları açıkladığı için kesinlikle ma'sum imama ihtiyaç kalmamıştır.
Şer'î ahkamı tebliğ ve beyan etmekle mükellef olan Rasulullah'tır.
(sallallahu aleyhi ve sellem).
Allah (celle celâlühü) bu hususta şöyle buyuruyor:
“(Ey Resulüm!), Sana da Kur'ân-ı indirdik ki, kendilerine
indirileni insanlara anlatasın.”[132]
Allah (celle celâlühü)'da indirdiği Kur'ân-ı Kerim'in garantisi altına
aldığı için tebdil ve tağyirden uzak kalmıştır.
Bütün bunlardan başka Kur'ân ve sünnetin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) nakli olmadan da müslümanlara ulaştığı zaruret-i diniyye ile
malumdur.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh), beldeleri fetheder etmez o beldelerin
sakinlerine ilmi ve fıkhı öğretecek âlimler gönderiyordu. Böylece o âlimler
İslama yeni girmiş kişilere ilimlerini aktarıyorlardı.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de bu âlimlerdendir. O'da
İbn-i Mes'ud, Muaz b. Ubey (v.s.) zatlar gibi ilmin bir bölümünü tebliğ
etmiştir.
Bu kadar cahillik olmaz ey Râfizî!
Râfizî şöyle diyor:
“Allah (celle celâlühü), ma'sum birini ta'yin etmeye muktedirdir. Buna
ihtiyaç olduğu gibi zararı da yoktur. Şu halde böyle bir ma'sumun tayini
vaciptir. Ali'den başkası ma'sum olmadığına göre İmam Ali olmuş oldu.”
Ey Râfizî!
Bütün bu iddialar, geçmiş iddialarının tekrarıdır. Daha önce söylediğimiz
gibi icma' sizce hüccet ise Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
masumiyetine yeterlidir. Hüccet değilse icmanın Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) ma'sumiyetine delalet etmesi hükümsüzdür. Ümmetin ma'sum
imam ile beraber olan mevcudiyetinin daha kâmil olduğunu iddia ediyorsan,
şüphesiz ki, Onun ma'sum vekilleri ile olan mevcudiyeti daha iyidir. Ama
ümmetin bütün fertlerinin ma'sum olması da elbette ki her iki halden de kat kat
üstündür. Buna rağmen böyle birşey Allah (celle celâlühü) için vacip değildir.
Ey Râfizî!
“Ma'sum imam olmasa mü'minler cehenneme girer, dünyada da şiddetli
belâlara mübtelâ olurlar” diye iddia edersen sana şöyle diyeceğiz:
Bırak senin dediğin olsun. Peki, neden belânın defi vaciptir diyordun?
Bilindiği gibi hastalıklar, kederler mevcuttur. Pahalılık, açlık ve musibetler
çoktur. Mazluma isabet eden bu zarardan daha büyük zarar yoktur. İnsanlar da,
sıhhat, kuvvet ve refaha şiddetle muhtaçtır. Senin bâtıl prensibine göre de
Allah birini mü'min veya kâfir yaratamayacağına göre nasıl bir ma'sumu yaratabilir?
Bütün bu meseleler daha önce anlatılırken sizin çelişkili iddialarınız
ortaya çıkmıştı. Bir yandan ma'sum imamın yaratılmasını Allah için vacip
olduğunu söylerken diğer bir yandan da, Onun insanı ma'sum (Burada Ma'sum
kelimesi, günahı sevaptan, sevabı günahtan ayıran kimse manasında
kullanılmıştır) yaratamayacağını iddia ediyorsunuz.
Ayrıca Râfizîye şu soruyu sormak istiyoruz:
“Kendisine ihtiyaç duyulan kimse, maslahatları yapabilen ve kötülükleri
izale edebilen güçte birisi mi olmalı? Yoksa bunları gerçekleştirmekten âciz de
olsa ma'sum birisi mi olmalıdır?
Tabiî ki ikincisi mümkün olamaz. Çünkü âcizin hiç bir faydası yoktur.
Bilakis iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin defedilmesinde kudret şarttır.
Birincisi zaten mevcut değildir. Varsa bunları yapmıyor. Yapabildiği
halde yapmıyorsa, ya âcizdir veya âsîdir.
Rafızi şöyle diyor:
“İmam maiyetindeki kişilerden üstün olması gerekir. Ali'de zamanında
yaşayanların en üstünü olduğu için imamdır. Üstün olmayanın üstün olana tercih
edilmesi aklen ve naklen çirkindir.”
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), zamanında yaşayanların
hepsinden üstün olduğunu kabul edemeyiz. Çünkü bizzat kendisi Kûfe'de mimberin
üstünde, halka karşı şöyle buyurmuştur:
“Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir, sonra Ömer'dir.”
Âlimlerin çoğu da en üstün olan kişinin başkan olmasının vacip olduğunu
söylememişlerdir. Hatta bazıları tayininde maslahat varsa, fazilet itibariyle
üstünün altında olan kişinin tayinini vacip görmüşlerdir. Zeydîler de bu görüştedirler.
[1] (Ahzab: 33/33)
[2] Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed 1/331
[3] (Bunlar Ali (r.a.) taraftarları ve en güçlü
askerleri iken sonradan Ali'ye (r.a.) karşı çıkanlardır.)
[4] (Haricîlerin,
şiîlerden imtiyazlı oldukları bir başka nokta, onların peygamberden başkasına
ma'sumiyet isnad etme sapıklığından uzak kalmalarıdır. Ali (r.a.) ile beraber
oldukları zaman, Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) hakkındaki iyi kanaatleri,
ondan ayrılmalarından sonra da devam etmiştir. Ayrıca haricîler, Ali'nin (r.a.)
“Bu ümmetin en hayırlıları Ebu Bekir (r.a.), sonra Ömer'dir (r.a.)” görüşünden
de ayrılmadılar. Fakat haricîler Osman'ın (r.a.)' şehid edilmesi olayında
O'nunla ilgili hususlarda ve hakem olayından sonra Ali'yi (r.a.) tekfir
ettikleri için sapıtmışlardır. Buna rağmen haricilerle râfizîlerin sapıttıkları
konular tartılıp karşılaştırılacak olursa, haricilerin sapıklığı râfizîlerin
sapıklığına karşı az görülecektir.
Bizim inancımıza göre Allah (c.c.)'ın Ali'ye (r.a.)
vereceği cevabın en büyüğü bu iki sapık taifenin O'na yaptıkları iftira ve
hakkındaki aşırı tutumları ve onların bu cinayetkârane aşırı davranışlarından
ötürü Medine’den Irak'a hicret edip şehid oluncaya kadar sabretmesinden
olacaktır.)
[5] (Bazı hususlarda onlardan ayrılan ve hadd-i
zâtında kardeşleri olan İsmailîler, Nusayrîler, Şeyhîler, Bâbîler ve Bahaîler
de rafizîler gibi Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) zemmediyorlar.)
[13] (Tevbe: 9/19)
[14] (Bu zat Osman b. Talha b. Ebi Talha'nın amcası oğludur. Şeybe b.
Osman, Halid ile birlikte Mekke'den gelirken “El Hed'e” denilen yerde Amr b.
El-As ile karşılaşırlar. “El-Hede” Mekke ile Asafan arasında bir yerdir. Halid
ve Amr b. El-As. müslüman oluyorlar, Şeybe ise Huneyn gazvesine kadar müslüman
oluşunu te'hir ediyor. Hatta Huneynde Rasulullah’ı öldürmek isteyince,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem) elini Şeybenin göğsüne koyarak “Şeytanı
senden kovalıyorum” buyurması üzerine Allah (c.c.) kalbine imanı
yerleştirdi. Bundan sonra Şeybe Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile
birlikte savaştı ve savaşlarda sabretti. Mekke fethi gününde Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Ka' be'nin anahtarlarını Osman b. Talha b. Ebi
Talha ile amcasının oğlu Şeybe b. Osman b. Ebi Talhaya vererek onlara:
“Ey Ebi Talha oğulları anahtarları ebedi ve kalıcı olarak
alınız. Onları sizden ancak zâlim olan alır.” buyurdular. Kabe anahtarları o
günden bu güne Abduddar oğularından bir ailenin elinde bulunmaktadır. Bu aileye
“Şeybiyyîn” denilmektedir. )
[15] (Tevbe:9/19)
[16] (Tevbe: 9/20)
[17] (Buhari Salat: 80, Fedail: 3, Tirmizi, Menakıb: 15, Ahmed: 2/18)
[18] (Şiî olan El-Mekânî “Tenkihu'l-Mekal” adlı eserinin 2/184
sahifesinde yine şiîlerin cerh ve ta'dil âlimlerinden Muhammed b. Ömer
El-Keşî'den rivayet ederek diyor ki: Ali (r.a.)ye vasilik lâkabını veren
yahudi asıllı Abdullah b. Sebe'dir. Bu adam yahudi iken Musa'nın vârisi
Yuşa olduğunu müslüman olduktan sonra da aynı şeyi Ali (r.a.) hakkında iddia
etmiştir. )
[19] (Bağdad civarında Abbasi halifelerinin âlim ve zâhidlere tahsis
ettikleri boş toprak parçalan vardı. Bunlara “Kıt'a'“ deniliyordu. Bu
toprakları alana da “El-Katiî” lâkabı verilirdi. İşte Sahabîlerin
faziletleriyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbelin kitabına yapılan zaif
ziyadeliklerin sahibi Ahmed b. Cafer b. Hamdan el-Katiiye (273-368)
aittir. Bu kişi Bağdad civarındaki Dakik adlı Katia (toprak parçası) da
oturuyordu. Buna izafeten kendisine “El-Katîî” denilmiştir. )
[20] (Hafız İbn-i Kesir; İbnu's-Salâh'ın “ Ulûmul hadis” adlı
mukaddimesini özetlerken şöyle diyor: El- Hafız El-Medînî'nin Müsned hakkında “O
sahihdir” demesi zaif bir sözdür. Çünkü müsnedde zaif belki mevzu hadisler
de vardır. Merv, Askalan v.b. şehirler hakkında da söylenen ve Hafız
El-Medînî'nin tenbih ettiği bazı hadisler gibi. )
[21] (Müslim Birr: 105)
[22] (Mâide: 5/75).
[23] (Tirmizi Menakıb: 62).
[24] (Tirmizi Menakıb: 62)
[25] (Buharî Sulh: 6, Fedail: 17 , Ahmed: 1/108)
[26] (Ahzab: 33/33)
[27] (Tirmizi Menakıb: 19 )
[28] (Buharî Salat: 80, Ahmed: 1/27)-
(Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak dostluğu, Cenabı Allah
iledir. (Mütercim)
[29] (Râfizi, Ali'nin (r.a.) Medine'ye vekil bırakıldığını iddia ederek
bu Ona mahsus bir özelliktir diyor. Halbuki sahih hadislerle sabittir ki başka
zamanlarda Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başkalarını da vekil
bırakmıştır. Eğer üstünlük yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olsaydı başkalarını
tayin etmemesi gerekirdi. Halbuki sahabelerin bir çokları Medine'de oldukları
halde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali (r.a.)'den başkasını
kendisine vekaleten onlara emir olarak tayin etmiştir. Üstelik Tebuk seferinde
Ali'yi (r.a.) Medine'ye vekil bıraktığında orada kadın ve çocuklardan başkaları
yoktu. Öyle ki bu durumu gören Ali (r.a.) cihaddan geri kaldığı için
üzülmüştür. Ebu Bekir (r.a.) ültimatomla çıkıp sonra Ali (r.a.) ile azledilmiş
değildir. Bu iddia râfizînin vehminden başka birşey değildir. Ebubekir (r.a.)
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yerine hac işleriyle görevli olarak
gönderilmişti. Nitekim Ebubekir (r.a.)'in Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve
sellem) vekâlet etmesi, hem hayatında hem de vefatından sonra Ona daha
uygundur. Ebubekir (r.a.) sefere çıkınca müşriklere bir Beraet = Ültimatom
indi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) iki sebepten dolayı bu
ültimatomu Ali (r.a.) ile gönderdi. Bu sebeplerden biri çarpışma ile korkutma
ültimatomunun karşidakilere onlara yakın olan birisi tarafından bildirilmesinin
uygun oluşudur ikinci sebep ise şudur:
Allah (c.c.):
“Eğer siz, Peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle
ona yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri onu Mekkeden
çıkardıklarında, ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Ebu Bekir) ile (Sevr
dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu:
“Mahzun olma, zira Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe: 40) buyurarak
Ebubekir'i övmüştür.
Bu övgü de Kur'anla beraber ebedîdir. Ali'nin (r.a.)
müşriklere olan bu ültimatomu ve Ebu Bekir'e (r.a.) ait olan bu ilahi övgüyü
hacılara tebliğ etmesi Ebubekir (r.a.)in büyüklüğüne işarettir. Bu durum aynı
zamanda yüce zat Ebu Bekir'i (r.a.) tenkid edenlerin itibarsızlıklarını
gösteriyor. )
[30] (Ahtab b. Havarzem Şiî bir edîbtir.
Zemahşerî'nin talebelerindendir. İsmi El-Muvaffak b. Ahmed b. İshak'tır. 484 de
doğmuş 568 hicri yılında ölmüştür. Buğyetü'l-Vu'ât, Ravdatul-cennat ve daha
başka eserleri vardır. Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)isnad ettiği
bu iftira ise “Menâkıb-i ehli Beyt” adlı eserindedir. )
[31] (Buhari Fedail: 9, Tirmizi Menakıb: 20).
[32] (Buhari Fedail: 9, Müslim Fedail: 35-36).
[33] (Âli Imran: 61).
[34] Bu benzetme şöyle olmuştur:
Bedir gününde esirler getirildiği zaman, Peygamberimiz,
sahâbîlerine:
“Bu esirler hakkında ne dersiniz?” dedi.
Ebu
Bekir (r.a.):
“Ya
Rasulullah! Bunlar, senin kavminden ve ailendendir. Onları, sağ bırak. Onlar
hakkında teenni ile hareket et. Allah'ın, onlara tevbe nasib etmesi umulur!”
dedi Ömer (r.a.):
“Ya
Rasulullah! Onlar, seni yalanladılar. Seni memleketinden çıkardılar. Vur gitsin
onların boyunlarını!” dedi.
Abdullah
b. Revaha:
“Yâ
Rasulallah! Bak, ağacı çok olan bir vadi bul. Onları, oraya götürdükten sonra
ağaçları tutuştur. Onları, ateşe ver!” dedi.
Abbas:
Abdullah'a:
“Sen
merhameti ve akrabalık münasebetlerini kesip attın!” dedi. Peygamberimiz sustu.
Hiçbirine cevap veremedi. Sonra kalkıp çadırına girdi. Bir müddet orda durdu.
Müslümanlardan
bir kısmı:
“Söz
Ebubekir'in söylemiş olduğu sözdür!” Bir kısmı:
“Söz,
Ömer'in söylemiş olduğu sözdür!” diyorlar, bir kısmı da Abdullah b. Revâha'nın
sözünü uygun görüyorlardı.
Bir
müddet sonra Peygamberimiz onların yanına çıktı ve şöyle buyurdu:
“Allah,
bazı kişilerin kalplerine son derecede yumuşaklık ve incelik vermiştir ki,
onlar sütten daha yumuşak ve incedirler. Allah bazı kişilerin de kalplerine
katılık vermiştir ki, onlar taştan daha kardırlar.
Ey
Ebubekir (r.a.)! Senin hâlin, Hz. İbrahim'in haline benzer. O Allah (c.c.)'a:
“Kim
bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki, sen,
çok yargılayıcı ve esirgeyicisin.” (İbrahim: 36) demişti.
Ey
Ebubekir (r.a.)! Senin halin Hz. İsa'nın haline de benzer. O, Allah
(c.c.)'a:
“Eğer
onları azaba uğratırsan onlar, senin kullarındır. Eğer onları yarlığarsan,
şüphe yok ki kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli
yerinde yapan sensin!” (Maide: 118) demişti.
Ey
Ömer, senin halinde Hz. Nuh'un haline benzer. O:
“Ey
Rabbim yer yüzünde kafirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma” (Nuh: 26)
demişti.
Senin
halin Hz. Musa'nın haline de benzer. O, Allaha:
“Sen
onların mallarını mahvet. Rabbimiz! Yüreklerini şiddetle sık ki onlar, inletici
azabı görünceye kadar iman etmiyeceklerdir!” (Yunus: 88) demişti” dedi..
(Ahmed b. Hanbel Müsned'i Hadis: 3632-3634, Müstedrek 3/2172,
Tirmizi 3/37, 4/113, İbn-i kesir 4/94- 95).
[35] (Tekrarlarla dolu olan bu hadis'e(!) daha
önceki ve bu kitapça cevap verildiği için bu hadis'in bütününü zikretmiyoruz.
Ama gerçek olan şu ki, mezkur hadis tamamen uydurmadır. )
[36] (Enbiya: 21/60)
[37] (Müslim)
[38] (Tuhfetül Isna aşeriyye, s. 204207)
[39] (Ahmed: 4/115).
[40] (Nisa: 4/165).
[41] (Ebul-Ferec İbnül-Cevzî “Sifetü's-Safve” adlı eserinde bu
konuyla ilgili olarak. Hilye'de böyle uydurma haberlerin mevcudiyetinden
bahsederek uyarıda bulunmuştur. Dört halife (Allah Onlardan razı olsun)
Rasulullahtan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra insanların en temizi ve en
faziletlileridirler. Onların, zaif ve mevzu hadislerle diğer insanlardan üstün
olduklarını ispatlamaya kalkışmanın hiçbir mânâsı yoktur.)
[42] (Daha önce Hişam'la ilgili malumat verilmişti. Babası olan
El-Kelbî hakkında da İbn-i Hibban şöyle diyor: El-Kelbî, Sebeî idi. Onlara göre
Ali (r.a.) ölmemiştir. O dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle
dolduracaktır. Tebuzeki, Hemam'dan El-Kelbî'nin:
“Ben Sebeîyim” dediğini işittim diyor. Buharî: Ebu'n-Nadr
el-Kelbîyi, Yahya ve İbn-i Mehdî terketmişlerdir, dedikten sonra devamla şöyle
diyor:
[44] (Mâide: 5/8).
[45] (Nisa: 4/59).
[46] (Buharî Itisam: 21, Müslim Akdiye: 15, Ebu
Davud Akdiye:2, Nesai Ahkam: 2, Kutat: 3, İbn Mace Ahkam: 3)
[47] (En'âm: 4/159),
[48] (Âl-i İmran: 3/105-107)
[49] (Müslim)
[50] (Buhari, Hacc: 132, Edahi: 5, Tefsir, Tevbe:
8, Bedu'l-Hak: 2,Fiten: 8, İlim: 8, Müslim, Kasame: 29, Ebu
Davud, Hacc:63)
[51] (Ahzab: 35/58)
[52] (Hucurat: 49/12)
[53] (Müslim Birr: 20, Ebu Davud, Edeb: 40,
Tirmizi, Birr: 23)
[54] (Nisa: 4/148).
[55] (Buharî - Müslim)
[56] (Müslim, Talak: 36, Ebu Davud Talak: 39, 40,
Tirmizi, Nikah: 38, Talak: 5, Nesai Nikah: 21, Talak: 69)
[57] (Müslim İman: 95, Ebu Davud Edeb: 67, Nesai,
Beyat: 31).
[58] (A'raf: 7/44-45)
[59] (Şii tarihçi Horasanlı Mirza Muhammed “Revdatül Cennât” adlı
kitabının 578'nci sahifesinde Üstadları Nâsir et-Tûsî'nin hayatını anlatırken
bu çirkin manzarayı şöyle anlatıyor: Bu zatın gerçekleştirdiği işlerden birisi
de şudur:
“O, Büyük İran devletinde yüce sultan Hülâgû Hanı
destekleyerek halkı ıslah edip fesadı ortadan kaldırmak için ordusuna katılıp
onunla Bağdad'a gelmiştir. Abbasileri ortadan kaldırarak zulümü yok etmiştir.
Büyük katliamları gerçekleştirerek nehirler misali kötü kanlarını akıtmıştır.
Kanlarını Dicleye akıtıp cehenneme göndermiştir.”
Görülüyor ki, Râfizî Naşir et-Tûsî'nin katil Hülâgû ile
Bağdad'a gelip kan dökmesini bir ıslahat hareketi olarak kabul ediyor. O gün
için İslâm âleminin en büyük merkezi olan Bağdat'ta katliamın bir irşad ve
islah olduğunu iddia ediyor. Râfizî tarihçi Horasanlı Muhammed Bakır bu
hareketle iftihar ediyor. Bu vahşi olayda vefat eden müslümanların cehennem
ehli olduklarını utanmadan dile getiriyor. Bununla da Hülâgû ve Râfizi olan
Mürşidinin de cennet ehli olduklarını ifade ediyor.
Şeyhül-İslâm İbn-i Teymiyye de Râfizî tarihçinin bu iddiaya
sahip olduğunu tasdik ediyor. Allah adaletiyle onlara muamelede bulunsun. )
[60] (Muhammed b. Ahmed
El-Bağdadî olup El-Alkamî olarak tanınır. Şiî ediplerindendir. Ehli
Sünnet ona karşı müsamaha gösterdikleri için Abbasî devletine vezir olmuş ve
ondört sene bu vazifeyi deruhte etmiştir. Öyleki son Abbasi halifesi Musta'sım
ona güvenmiş ve devlet işlerini ona tevdi etmiştir. Hülâgû ordusu İran'a
girince El-Alkamî ona haber göndererek Bağdad'a doğru gelmesini
istemiştir. Alkamî, Abbasî devleti ortadan kalkınca Hülâgû tarafından
kendisinin bir şiî halife olarak tayin edileceğini umuyordu. Neticede Hülâgû
tatar ve aptallardan 200.000 (ikiyüzbin) kişilik bir ordu ile Bağdad'a yürüyor,
Musta'sime karşı İbnul Alkamî'yi destekliyor. Nihayet Hülâgûnun ordusu Bağdadin
doğu ve batısına girince Alkamî, Hülâgû ile sulh yapmak üzere halifeden izin
istiyor. Hülâgû'nun askerleriyle konuştuktan sonra kendisinin de Abbasîlere
karşı olduğunu söylüyor. Ve geri dönerek halifeye Hülâgû'nun kendi kızını
halifenin oğlu Ebubekir'e (r.a.) vermek istediğini, böylece halife
Selçuklularla nasıl idiyse Hülâgû ile de öyle olmasını istediğini bildiriyor.
Evlilik akdinin icrası için halifeyi, oğlunu, alimlerle devletin ileri
gelenlerini Hülâgû'nun ordu karargahına davet edince Hülâgû bunların hepsini
kılıçtan geçiriyor. Artık Abbasi devleti başsız kalınca tatarlar Bağdad'a
girerek katliama girişiyorlar. Bu cürüm 40 gün devam ediyor. Rivayete göre
Hülâgû 1 Milyon 800 bin kişiyi saydırmıştır. Ki bunlar saydırılmayanlardan çok
daha azdırlar. Takyuddin b. Ebil-Yusr bu vahşi hareketi şu şiiriyle dile
getiriyor:
-
Ey Bağdadi ziyaret edenler,
artık bu diyarı ziyaret etmeyin.
-
Çünkü ne Bağdad kalmıştır
ne de devleti,
-
Halifeliğin tacı ve ilmin
merkezi harabeye dönüşmüştür.
-
Tatarlar nice kadınları
köleleştirmiş ve bütün malları gasbetmiştir.
-
Nice boyunları kılıçlar
kesmiş, ve kadınları seffahlar çekince şöyle
-
Kalbimi ateş sardı, bir
rüzgâr da onu daha da alevlendirdi.
Yine de Alkamî'nin ümitleri gerçekleşmedi. Râfizîlere
hilafet verilmedi. Hülâgû onu ve adamlarını hakir görmüştür. Hatta Alkamî:
“Durum istediğimin aksi oldu,” demiştir.
Sonra Alkamî pisipisine ölmüştür. İslâm devletinde
müslümanların başına tatar putperestleri tarafından getirilen bu büyük belâyı
râfizî şair ve tarihçisinin berbat bir dille dile getirmesi onların kâfirlerle
işbirliği yaptıklarını ilan etmektedir.
Şeyhul İslâm İbn-i Teymiyye'nin dediği gibi onlar
İslâm cemaatinin düşmanıdırlar. )
[61] (Âl-i İmran: 3/110).
[62] (Cerd ve Kesrevan dağıdır. Bu dağda yaşayan binlerce
râfizî ve beraberlerindekiler Gâzân'ın tatarlarla Şam'a hücum etme fırsatını
bekliyorlardı. Bu hücum, tahakkuk edince râfizîler kötü niyet ve sapık
inançlarını ilan ederek onları koruyan askerleri ve onlardan olmayan halka
karşı düşmanın yapamayacağı tavrı takındılar. Onlara hücum ederek mallarını
gasbettiler. Silahlarını ve atlarını ellerinden aldıktan sonra da birçoklarını
öldürdüler. Allah (c.c.) Şam'ı tatar belasından kurtarıp durum sakinleşince o
gün Şam'ın bağlı bulunduğu Mısır sultanlığı adına Cemaleddin Ekveş el-Efram bir
ordu ile Cerd ve Kesrevan dağlarına yürüdü. Bu orduya Şeyhul İslâm ibn-i
Teymiyye ve beraberinde birçok gönüllü de katıldı Dağda yaşıyanlar
râfizîler İbn-i Teymiyye'ye gelerek tevbe ettiler. Askerlerden aldıkları
at ve silahlarla halkın mallarını iade eden isyancılar böylece devlete boyun
eğerek Allah (c.c.)'ın hükmünü kabul ettiler. Bu hadise H. 699 da vuku
bulmuştur. )
[63] (Yenilgi 699 senesinde vuku bulmuştur. Adı
geçen Gâzân râfizî İbnul-Mutahhar'ın kendisine reddiyye yapılan kitabı
takdim etiği Hüdâbende' nin kardeşidir. Yukardaki dipnotta özetlenen hadisede
dikkati çeken olay şudur:
İbni Teymiyye Şam'a hücum eden Gâzân'ın yanına giderek ona
şunu der:
“Sen müslüman olduğunu iddia ediyorsun. Beraberinde de
müezzinler, kadılar, imamlar vardır. Neden bize savaş açıyorsun? Baban ve deden
(Hülâgû) Kâfir olmalarına rağmen, yapılan anlaşmadan sonra bize savaş
açmadılar. Sen de bizimle anlaşma yaptın ama sözünde durmadın.” Hadiseyi
nakleden Ebu Abdullah el-Bâlisî şöyle der:
“Gâzân ile Şeyhul İslâm arasında sert tartışmalar oldu.
Fakat Şeyhul İslâm hiç çekinmeden konuşuyordu. Neticede Gâzân, oradakilerin
hepsine yemek verdi. İbn-i Teymiyye bu yemekten yemedi. Neden yemediği
kendisine sorulunca, İbn-i Teymiyye şu cevabı verdi:
“Milletin malını gasbederek, ağaçlarını keserek
pişirdiğiniz yemeğinizi nasıl yiyeyim?” Sonra Gâzân İbn-i Teymiyye'den dua
taleb etti. İbn-i Teymiyye de şu duayı yaptı: “Allah'ım şu kulun senin rızan
için çarpışıyorsa onu muzaffer kıl. Değilse onu perişan et.” Gâzân da bu
duaya âmin diyordu. )
[64] (Bakara: 2/79)
[65] (Müslim İman: 28)
[66] (Hucurât: 11)
[67] (Haşr: 10)
[68] (Bu zât Habis b. Rabia el-Yemânî'dir.
Çok ibadet eden ashabtandır. Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından olup Sıffînde
şehid düşmüştür. )
[69] (Kaf: 19)
[70] (H. 83 te vefat eden Said b. Ebi İmran olduğu
umulur. Bu zat Salih idi. Maalesef ona isnad edilmiş bir çok uydurma haberler
mevcuttur. Bu haberde de aynı şey görülmüştür.)
[71] (Ebu Abbas: Ahmed b. Yahya
Sa'lebe'dir. H. 200-291 de vefat etmiştir. Ebu Ömer ez-Zâhid'in hocasıdır. )
[73] (Fatır: 35/28)
[74] (Nebe: 40)
[77] (Al-i İmran: 3/144)
[78] (Buhari, Fedail: 6, Enbiya: 54, Ahmed: 6/55)
[79] (Buhari, İlim: 22 Tabir: 15, Müslim Fedail:
16, Darimi Rüya: 13)
[80] (Buhari, Tabir: 15)
[81] (Bedir esirleri hakkında “Allah’ın ilmî
ezelisinde mukarrer olmasaydı aldığınız fidyeler mukabilinde elbet büyük bir
azaba erişecek idi,” (Enfal: 68) ayeti nazil olup Ömer'in (r.a.) fikri
te'yid edilmiştir. )
[82] (Buhari Megazi: 83, Müslim Fedail: 11)
[84]
(Nisa: 4/20)
[87] (Enbiya: 21/79)
[88] (Ahkâf: 46/15)
[89] (Bakara: 2/233)
[90] (Şûra: 42/33)
[92] (Müslim Mesacid: 311, Ahmed: 5/298)
[93] (Enfal: 8/9)
[94] (Bu hadise şiî'liğin gelişmesini gösteren tarihi bir delildir. Ebu
ishak Kûfe'nin büyük âlimlerinden idi. Osman'ın (r.a.) şehadetinden üç sene
önce doğdu. Uzun bir ömürden sonra H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.)
hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:
Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad
ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.
Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve
ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki
alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman
terkettiklerini bilecektik.
Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) medhederken
aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet
etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan
İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet
ederek H. Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri
konuşmuşlardır. Bu durum Ebu İshak'ın son günlerine rastlamaktadır. )
278
Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis
nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi
âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. )
[96] (Tirmizi, Menakıb: 16, 37, İbni Mace
Mukaddime: 311)
[97] (Mâide: 5/54)
[98] (Buhari Şehadet: 27, Ahkam: 30, Hilye:
10,Müslim Akdiye: 4, Ebu Davud Akdiye: 7, Tirmizi Ahkam: 11, Nesai Kudat: 13,33
İbn Mace Ahkam: 5)
[104] (Tirmizi Menakıb: 16 37, İbn Mace, Mukaddime:
11)
[105] (Maide: 5/54)
[106] (Hasan el-Basri anlatıyor: Osman (r.a.) zamanında tellalın
şu ilanlarda bulunduğunu işittim: “Ey insanlar! Paylarınızı almaya geliniz. Ey
insanlar! Rızıklarınızı teslim alınız! Hatta ey insanlar! giyeceklerinizi
almaya geliniz!” diyordu. Onlar da gelir, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal
ve erzak alıp giderlerdi.
Hasan El-Basri devamla şöyle diyor:
“Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol
hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Hatta yeryüzünde
biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin
kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.”
Yukardaki rivayeti Hasan el-Basri'den El-Hâfız
İbn-i Abdil Berr nakletmiştir.
Osman'ın (r.a.)' muasırı ve Hasan Basrinin de yakın
arkadaşı olan İbn-i Sirîn de şöyle diyor:
“Osman (r.a.) zamanında o kadar mal bolluğu oldu ki, Cariye
ağırlığı mukabilinde para ile, yüzbin, at, bir hurma ağacı da bir dirheme karşı
satılıyordu.”
Abdullah b. Ömer'e Osman ve Ali'nin faziletleri hakkında
bir soru sorunca:
“Allah seni iyilikten uzaklaştırsın! Her ikisi de benden
hayırlı olan iki kişiyi mi soruyorsun? Onlardan birini yüceltip birini
alçaltmamı mı istiyorsun?” şeklinde cevab verdi. )
[107] (Rafızî'ler Ömer'e (r.a.) (Hâşâ!)
“Tâğut” dedikleri gibi Ebu Bekir'e (r.a.) de “Cibt” diyorlar. Bu şekildeki
isimlendirme râfizilerin Cerh ve ta'dil kitaplarından biri ve El-Meekanî'nin
eseri olan “Tenkihul Mekâl” adlı kitapta mevcutur. Halbuki Allahın Ebubekir'i
medheden ve Tevbe sûresinde bulunan ayetini Ali (r.a.) Ona tebliğ etmiştir. O
zaman Ebubekir (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emri ile hacıların
başında Mekke'ye doğru gidiyordu. Allah cümlesinden razı olsun. )
[108] (Maide: 5/27).
[109] (Hud: 11/7, Mülk: 67/2)
[110] (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
[111] (Yani Rasulullah vefat ederse, fitneler,
savaşlar ve irtidatlar başlayacaktır. Ashab vefat eder giderse bidatlar,
fitneler v.s. tehlikeler doğacaktır. Bu izah Müslim'den alınmıştır. Mütercim)
[112] ( Müslim Fedail: 215)
[113] ( Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
[114] (Müslim Fiten: 5)
[115] (Çünkü O masum değildir. Ma'sumiyet ancak
peygamberler içindir. )
[116] (Ebu Asım el-Kûfi'dir. İbn'ül Mübarek
ve İbn-i Uyeyne'nin talebelerindendir. Müslim Sahihinde ve Ebu
Davud'un Müsned'inde hadisleri vardır. Güvenilir bir zattır. Muharrem 238 de
vefat etmiştir. )
[117] (Nisa: 4/6)
[118] (Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh Osman'ın
(r.a.) Mısır'a vali olarak tayin ettiği zattır. Bu zat ashabın ileri
gelenlerinden olup savaşların bir çoklarına katılmıştır. )
[120] (En güzel işe geliniz, kurtuluşa geliniz)
[121] (Buradan Ali (r.a.) hakkında bir itham çıkarılamaz. Çünkü Onun
devrinde çıkarılan fitne fesatlar yüzünden müslümanların ileri gelenleri
arasında da guruplaşmalar bulunuyordu. Halbuki Osmana (r.a.) muhalefet edenler
müslümanarın ileri gelenleri “Alimleri” değil, sağda solda kışkırtılmış çoğu
ayak takımı hatta menfaatperest guruplardı.)
[122] (Al’i-İmrân: 3/152-153)
[123] (Al'i-İmrân: 3/155).
[125] (Mümtehine: 60/7).
[126] (Abdullah b. Sebe Şiîler için yeni bir inanç
uyduran bir hâindir. Ona göre Yuşa' (a.s.), Musa'yı vâsi kıldığı gibi, Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem) de, Ali'yi (r.a.) vâsi kılmıştır. Abdullah'tan
sonra Şiilerin şeytanı olan Muhammed b Cafer er-Râfizî gelerek, imametin
muayyen şahısların hakkı olduğunu söylemiştir.)
[127] (Nisa: 4/51)
[128] (Hasan el-Askeri'nin oğlu ve Şiilerin muntazar
imamı kasdedilmektedir. Şiilere göre Muntazar, çocuk iken Sirdaba (Mağara)
girmiştir. Halen de Onu beklemektedirler. Halbuki Hasan el-Askeri'nin oğlu bile
yoktu. Hatta hanım ve cariyeleri iddet müddeti içerisinde bir evde tutulmaları,
onların hâmile olmadıklarını göstermektedir.)
[129] (Nisa: 4/59)
[130] (Nasibiler: Ehl-i Beyte düşmanlık eden zümrelerin umumunun adıdır. )
[131] (Dörtyüzaltmış Şeyhülislam
İbn-u Teymiyye'nin zamanına göredir. )
[132]
(Nahl: 16/44).