Tercüme: Mazhar Candan
Jung, bu Deneme'leri kaleme aldığı 1930'larda,
65 yaşındaydı. Joyce'dan altı, Picasso'dan beş yıl daha yaşlıydı. Böylesi bir
üçlünün, birbiriyle neredeyse eşzamanlı ilişkileri sanat dünyası bağlamında çok
önemli bir kazanım sağlaması yanında, sonraki kuşaklarca, birbirlerini
yansıtmaları nedeniyle de şans sayılmalı.
Jung'un sanatçılar ve yaratılan üzerine yaptığı
incelemelerden yalnızca bu iki bölümü seçiş nedenim; bu iki sanat devinin
-Jung, söz konusu iki sanatçıyı, sanatın iki ayrı kolunda ürün veren kardeş ruh
sayar- yaratıcılık yanlannın ve ürünlerinin çok büyük yankılara ve tartışmalara
yol açmış olmasıyla birlikte, (Picasso'nun Mavi ve Pembe Dönemleri, Zenci
Sanatı, Kübizm, Soyut akım gibi birbirini izleyen devrim yapan yaratıcı
dönemleri, Joyce'un “A portrait of the Artist as a Young Man”, “Ulysses”,
“Finnegan's Wake” gibi yapıtları düşünülmeli) ötedenberi çekim güçlerini kendi
benliğimde duyuşumdan kaynaklanmakta. Onların sanatsal gizlerine bir de,
devrimci bir tinbilimcinin gözleriyle bakmak istedim...
Sanatsal yaratı alanlarının hiçbir sının
olmaması gerekir. Bir sanat akımında ya da sanatsal yaratımda bir devrim ne
denli iyi anlaşılabilmişse ve de özümlenmişse, aşılması için gereken ortam da
hazırlanmış demektir, öte yandan, anlatı ve yaratı sınırlarının zorlanması, her
defasında sanat tarihinde anlaşılmazlıklara, bir başka deyişle gelenekleşmiş
anlayışların tepki ve engellemelerine uğramıştır. Bu gidişle, dahice yapıtların
üzerine, daha pek çok kargaşa, tartışma ve incelemenin bizleri beklediği açık.
Geriye, sanat yapıtlarının - üzerimizde bıraktıkları büyüsel etki ya da
kekremsi, irkiltici tortu, her ne olursa olsun- anlamlanna, hiçbir kısıtlamanın
gölgesi altında kalmaksızın ulaşmayı ummak ve denemek kalıyor. Hiroşima'da
incelemeler yapmakta olan bir gurup Amerikalı Doktorun ona duygularını
sormaları üzerine, bir Japon doktor onları şu Japon atasözüyle yanıtlamıştı:
“Artık evim yıkıldığına göre, dolunayı çok daha rahat görebilirim.”
M. Candan
CARL GUSTAV JUNG - Kimliği, Yaşamı...
İsviçreli psikiyatr (Doğ. Thurgau, 1875. Ölüm.
Zürih yakınlarında Küsnacht.). 1900'de öğrenimini tamamladıktan sonra, Zürih
Üniversitesi, psikiyatri kliniği Burghözli'de E. Bleuler'ın asistanı oldu.
Çalışmalarını Bleuler'den öğrendiği S. Freud'la Viyana'da tanıştıktan sonra,
onunla yakın ilişkiler içinde oldu. Saizburg'da toplanan ilk psikanaliz
kongresine katıldı (1908) ve Freud'la birlikte Amerika'ya gitti (1909)? Numberg
ikinci psikanaliz kongresinde kurulan Uluslararası psikanaliz derneğinin ilk başkanı seçildi. O dönemler Jung'a, S. Freud'un
ardılı gözüyle bakılmaktaydı. Freud'un görüşlerinden, (Libidonun Değişimleri ve
Simgeleri. 1912) adındaki yapıtıyla -özellikle libidonun yapısı konusunda- ilk
kez uzaklaştığını gösterdi.
Jung'a göre libido “yaşamsal eneıji”nin ruhsal
düzeydeki anlatımıydı ve yalnızca cinsel kökenli değildi. 1913'de Freud'dan
kesin olarak kopan Jung, kendi yöntemine “Çözümleyici Ruhbilim” adını verdi.
Bireysel bilinçdışından ayn olarak kolektif bir bilinçdışı kabul etti ve
Psychologische Typen -ruh tipleri- 1920 adlı yapıtında bu kavramı daha
ayrıntılı bir biçimde ele aldı. İnsanlığın binlerce yıllık deneyim birikimini
simgeleyen kolektif bilinçdışı birtakım ilkömekler aracılığıyla kendini
duyurur: bunlar, rüyalarda olduğu kadar efsane, masal ya da evrendoğum
öykülerinde de hiç değişmeden karşımıza çıkan ayrıcalıklı temalardır. Jung, ilk
örnekler arasında anima (Her erkekte bulunan dişil ilke), animus (her kadında
bulunan eril ilke) ve gölge'ye (bireysel bilinçdışım belirten kara bir
nitelemeyle ayırt edilen düşsel imge) özel bir yer verir. Jung'un, Freud'unki
kadar sistemli olmayan ve yönlendirmeyi hekime bırakan sağaltım yönteminde
amaç, hastaya kişiliğinin kökleriyle yeniden bağ kurma olanağını vermek,
benliğine kavuşmasını, yani rüyalarda kendini gösteren ilkömeklerin gereklerini
kavramasını sağlamaktır. Freud'un tersine Jung, yetişkinlerdeki ruhsal
rahatsızlıklar da çocukluğa belirleyici bir rol tanımaz ve bu rahatsızlıkları
kişi ile dış dünya arasındaki bir diyalektiğe göre tanımlar. 1944'de
yayımladığı Psychologie und Alchemie (Ruhbilim ve simya) adlı yapıtıyla Jung
yeni bir döneme girdi: Klinik çalışmalarını bırakarak etnoloji, din felsefesi
ve simyayla ilgilenmeye başladı. 1958'de, Jung'un yöntemini uygulayan hekimlerin
bir araya geldiği Uluslararası Çözümleyici Ruhbilim Demeği kuruldu.
C. G.
JUNG'UN SANAT VE SANATÇI ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ 1
Bir edebiyat eleştirmeni ile tinbilimcinin, bir
sanat yapıtı karşısındaki tutumlarında kökten ayırım olduğunu ileri süren Jung,
eleştirmen açısından kesin önem ve değer taşıyan noktalarda, tinbilimcinin uzak
ve ilgisiz kaldığına işaret etmektedir. Üzerlerinde tartışılan sanat yapıtları,
genellikle tinbilimcinin de ilgi odaklarını oluşturduğu açıktır. Sözgelimi,
Moby Dick'i en büyük Amerikan romanlarından sayan Jung, psikolojik amaçlar
taşımayan kimi yapıtların, gerçekte tinbilimcinin önüne tıpkı sözü edilen
yapıtta olduğunca, 'katıksız saflıkta* tinsel açıklamalar getirdiğini söyler.
Öte yandan, şiirle analitik tinbilimsel araştırmalar arasındaki ilişkiler
üzerinde durmakta Jung; özellikle kuşku götürmez bağlantıları gözler önüne
sermekte. Bu görüşlerin ışığı altında, sanatsal olgunun; insanın bir ötekine
etkinlikleri bağlamındaki tinsel güdülerden kaynaklandığı, bu nedenle de,
tinbilimsel konular içine girdiği söylenebilir. Her ne kadar, yaklaşımlar,
psikolojik bakış açısından çok kesin sınırlar içinde tutulsa da...
Bir tinbilimci, sanatın ne olduğu konusuna asla
yanıt veremez, ancak ona duygusal etkinliklerine ilişik yönlerinden yaklaşım sağlar. Aynı ayırım, dinsel konular söz konusu
olduğunda da geçerlidir. Dinsel konulardaki olgular, duygu ve simgeler ortaya
çıktıkça, tinbilimcinin yaklaşımlarına uygun alanlar ortaya çıkarırlar. Neresinden
bakılsa, din ve sanat açıklanabilir olgulardan sayılabilseydiler, tinbilimin
yalnızca önemsiz birer alt bölümünü oluşturabilirlerdi.
Sürekli alıntılar yaptığımız, adı geçen
incelemelerinde Jung, şöyle yazıyor: “Sanat, doğası gereği bilim değildir. Tıpkı
bilimin de, doğası gereği sanat olamıyacağı gibi. Usun bu iki yarıküresi
kendilerine özgü 'mod' (tarz, biçem)ler taşırlar. Sanat ve bilim arasındaki
köklü ayırımın, beyin üzerinde bu denli zorlayıcı etkisi olmasaydı, sanat ve
bilim, birbirinden ayn incelenmesi gereken konular içermeyecekti. Yine bu
nedenlerle, tinbilimcinin sanat üzerine söyleyeceği şeyler, sanatsal yaratım
aşamasıyla sınırlı sanatın özü ile ilişkili olmıyacaktır. Varsayıyoruz ki,
incelemeye aldığımız sanat uğraşı simgesel olduğu denli kaynağını sanatçının,
örneğin şairin, kişisel bilinçdışından değil, insanlığın ortak mirası olan
bilinçdışı mitolojik alandan almakta. Bunu, kişisel bilinçdışından ayırt etmek
için, 'kolektif bilinçdışı' diye adlandırıyorum. Açıklık adına, sanatsal yaratının
bir tarzının 'psikolojik', bir öteki yanının da 'mistik' olarak tanımlanmasını
istiyorum. Psikolojik mod, insanın bilinçli yaşamından alınan verilerle çalışır
- önemli deneyler, güçlü heyecanlar, acılar, tutkular ve genelde insanın
yazgısına ilişkin herşeyle... Bunların tümü, diyelim şairin ruh durumuyla
örtüşür, genel ortamda şiirsel deneyim düzeyine çıkartılır ve günlük yaşamda
irkiltici olmaları nedeniyle gözardı edilen oluşumlardan daha canlı bir biçimde
bilgilenmemizi sağhyarak, insan sezgisinin gücünü açıklar. Bu tip yaratımın
hammaddesi insan bilincinden alınır, onun yinelenen sevinçlerinden ve
acılarından ama yalnızca şair eliyle biçimlendirilir ve açıklanır. Burada
tinbilimciye düşen iş yoktur -belki, Fauszt'un neden Gretchen'e aşık olduğunu
ya da neden Gretchen'in çocuğunu öldürdüğünü açıklamamızın istenmesi dışında-.
Bu tür konular insanlığı oluştururlar; milyonlarca kez yinelenirler,
mahkemelerin ve suçlamaların gizli tekdüzeliğini oluştururlar; çünkü, kendi
içlerinde kendilerini açıklamaktadırlar.”
Jung'a göre, sanatın yaratım süreci, ilkömek
imgenin bilinçdışında eyleme geçmesi ve bu imgenin özenle işlenip, tamamlanmış
bir çalışma olarak biçimlendirilmessiyle ortaya çıkmakta. Ona biçim veren
sanatçı, onu varolan dile çevirmekle yaşamın en derin kaynaklarına uzanma
olanağı kazandırmakta bizlere... Sanat böylelikle çağın ruhunu sürekli olarak
eğitmekte, en büyük yokluğu olan biçemleri uyandırmaktadır.
Sanatın bir yanının da yaşamın karanlık yüzü
ile ilişkide olduğundan söz eden Jung, peygamberlerin ve kutsal kişilerin de bu
kaynaktan beslendiklerini ekler. “St. Augustine” şöyle der.1 “Senin
(tanrının) yapıtlarını düşünerek-konuşarak ve hayran olarak daha da yükseliriz.
Böylece kendi ruhlarımızı da aşıp sınırsız .zenginliğin varolduğu o bölgeye
ulaşırız ki, orası senin (tanrının) İsrail'i, gerçeğin meyvesiyle sürekli
beslediğin yerdir...” Ancak bu söz konusu bölgenin kurbanları da
vardır; zamanların yüzünü karartan kötü güçler, yıkıcılar ve ateşin yanına çok
fazla yaklaşmış olan çılgınlar.
Bu yaşamın karanlık ve bilinçötesi yanı o denli
bilinmeyen değildir. İnsan onu, belleğinin ötesinden bilmektedir. Yalnızca
gizem ve doğaötesinden korku nedeniyle ona saygı kazandırılmıştır. Şair, bu
karanlık yüzlü güçlerin ve tanrıların görüntülerini arasıra yakalar. İnsanın
yazgısının insanüstü bir örgü içinde nasıl hızlandınldığınm gizini ve
anlaşılmaz oluşumların varlığını duyumsar. Kısacası şair, ilkel insanı yılgıya
salan, öte yandan da en büyük umudu olan tinsel dünyanın ışığını yakalar.
Doğallıkla, insanın yeni bulgulanmış korkusu olan giz korkusunun ve özdekçi
bakış açısının; ilkel büyüler ve hayalet korkusu bağlamında araştırılması ilgi
çekici bir konu oluşturmaktadır. Derinlik psikolojisinin şaşırtıcılığının ve
yarattığı şiddetli direnişin, konumuzla ilgisi bulunmadığı söylenemez.
Sözünü etmiş olduğumuz bu “mistik” katılımın
içine dalmak, sanatçı yaratımın giziyle ve büyük sanat yapıtlarının üzerimizde
bıraktığı etkilerle olanak kazanır, ki bu artık kişisel bir mutluluğun ya da
kederin değil, kolektif yaşamın göstergesidir. îşte bu nedenle, her büyük sanat
ürünü nesneldir, kişilik izi taşımaz ve de eylem kaynağıdır. Ve yine bu
nedenle, sanatçının kişisel yaşamı, onun yaratıcı niteliği için temel olmayıp,
bir yardımcı ve ipucu olmanın ötesine geçmez. înanç yolundaki bir kişi, iyi bir
yurttaş, bir salak ya da bir suçlu olabilir. Kişisel mesleği ilginç ve
kaçınılmaz olabilirse de sanatım açıklayamaz bu.
Yaratıcı kişi, bir çift yönlülüğü üstlenmiştir
ya da en azından birbirine karşıt özelliklerin bileşimidir. Bir yandan, özel
bir yaşamı yüklenmiştir, öte yandan kişilik taşımayan yaratıcı bir süreçtir.
Bir insan olarak sağlıklı ya da sağlıksız olabilir ama, kişisel psikolojisi,
kişisel koşullan bağlamında açıklanabilir. Bir İngiliz beyefendisinin ya da
Prusyah bir memurun ya da bir Kardinalin yaşam tarzını, kişisel etkenlere
indirgersek büyük bir yanılgıya düşmüş oluruz.
Bunlann (yani beyefendi, memur, yüksek din
görevlisiX tümünün de kişilik taşımayan görevliler olarak, her rolün kendine
özgü nesnel psikolojileri vardır. Sanatçı ise, bir memur ya da görevlinin tam
tersi olmasına karşın, ötekilerle arasında yine de gizli bir benzeşim söz
konusudur ancak, sanatçı psikolojisinin, kişisel olanlardan daha kolektif bir
yapısı bulunmaktadır.
Sanat, öylesi bir içsel güçtür ki, insanı
kuşatır ve onu kendine araç durumuna sokar. Sanatçı, sanatını kendi amaçlan
için, kendi özgür istemince kullanamaz ama sanatın amaçlan için kendini ona
kullandınr.
Bir insan olarak duygulan, istekleri ve kişisel
amaçlan vardır, ama bir sanatçı olarak, daha yüksek anlamdaki
’biri’dir—kollektif kişi'dir ve insanlığın bilinçdışı tinsel yaşamının aracısı
ve küçük bir parçasıdır. Uğraşı kimi kez öylesi ağır bir yük durumuna gelir ki,
mutluluğu için -ve sıradan bir insanın yaşamı için- vazgeçilmez olan pek çok
şeyi bu uğurda feda eder.
Son olarak, sanatçı için tıpkı R. G. Carus'un
dediğince; “Dehanın ortaya çıkış yollan gariptir, öylesine etki altındadır ki,
bu durum onu ötekilerden soyutlar; özgürlüğü, öz düşünceleri bilinçdışı
tarafından kuşatılmış ve tutulmuştur -o bilinçdışı ki, dehanın içindeki gizli
tanndır- böylece, ona doğru akan düşünceler içinde, hangi sona, nereye dek ve
nedenini bilmeksizin, sürekli bir yükselme ve gelişme içtepisinin etkisi
altında, çalışmaya ve yaratmaya yükümlü biridir o.”.. .
JUNG, JOYCE VE “ULYSSES” ÜZERİNE
Yaşamöyküsü sayılagelmiş bir yapıtında şöyle
yazıyordu Joyce; “Yalnız kalmaktan, bir başkası için terkedilmekten ve
bırakabileceğim neyim varsa bırakmaktan korkmuyorum. Bir yanlış yapmaktan
korkmuyorum, büyük bir yanlış yapmaktan bile, yaşam boyu bir yanlış, belki
sonsuz denli uzun bir yanlış...”
Yeryüzünün hemen tüm “kaşif’lerinin göze
aldıkları bir yaşam biçimini, Joyce'un yukarıdaki, özellikle son tümcelerinde
görmek olasıdır. Diyorum, acaba Jung'un da ilgisini çekmiş miydi bu sözcükler?
Kuşkusuz öyle olmalı ve bu bağlamda ele alınmalıydı “Ulysses”de...
Joyce'un anlatısında, insanın yaşamla
oluşturduğu -pek kolay çürüyüp de kopabilen- bağlan, hep bulunduğu ortamdan ve
süreçten kaçan imgelemi; usun, anlatı düzlemindeki soyut metaforlarla ancak
yaklaşbilen tüm karmaşası, dolaysızca -amaçsızca da denebilir- kâğıda
geçirilmiştir. Oyunculann her soluklanışlannda aralarındaki göze görünmez
perde, onları birbirinden bile gizler,
değiştirir, ancak o süreç içinde yaşam sürüp gitmektedir. Çoğunlukla bayatlamış
bir dilim peynir-ekmek'le geçiştirilen, çiftleşme, savaş, doğum, ölüm gibi
zorunlu küçük aralıklardan sonra yine o bildik, kekremsi, bezdirici oyunu
kaldıkları yerden sürdürmeye görevlendirilmişlerdir tüm oyuncular.
Gerçekten de okur; boş sayılabilecek bir
sınırsızlıkta, irili ufaklı benzeşleriyle, şimdilik anlamsızca ve amaçsızca
gibi görünen bir yöne doğru kayıp giden yer küre üzerindeki - başı sonu yine
belirsizlikle çevrili yaşam için ortaya koyulmuş bir ayna ile karşı karşıya
olduğu duygusundan hiç kurtulmaz boşluğu, sonsuzluğu ve saçmalığı birebir
yansılayan bir başka yapıtla karşı karşıyadır üstelik, bunun bilincinde olsun
ya da olmasın.
Gece göğünde, bir an için, tek bir yıldıza
takılabilir göz; bütün uğultunun arasından tek bir sesin ayırdına varabilir
kimi; ve birden bireyin çok öznel ve nice yapayalnız bir evren içinde yutulup
gittiğinin de bilincine erişilir.
Tıpkı bir sözcük denizinin kimi kez bir ninni
gibi, kimi kez köpük köpük dalgalanışıdır tüm Joyce...
Belki de “Portraif’de yazdığı gibi “O,
sözcüklerin ritimle inip çıkışlarını mitologya ve renk çağrışımlarından daha
çok seviyordu.” “Portrait”deki deyişiyle “Ulysses” ve “Finne- gans”da, yepyeni
ve yükseklerde uçan, güzel, duyumlana- maz, yok olmaz birşey yaratmayı kurmuştu
o.
Ulysses gibi, sürgün etmişti insanların,
ana-babasmın bile dünyasından kendini, Dedalus denli de kurnazlık doluydu
kafası üstelik. “O yalnızdı. Kimsenin ilgisini çekmiyordu, mutluydu, yaşamın
yüreğine de yakındı.”
En başta şunun bilincine varmıştı Joyce...
Kimse kimseleri görmüyor ve tanımıyordu gerçekte, kendi kendini bile.
Kimselere, anasına bile yakınlaşamıyacağı
bilgisi, ona çevresini, yurdunu, dinini, dilini bile bırakıp gitme gücünü ve
gerekçesini verdi. Ne var ki, geçmiş yaşantıların, geleceğe damgasını vuran,
tutsak alan etkinliğine yeniktir insan. Bildik olana başkaldırsa da, boşunadır.
Dublin'ini tıpkı bir karabasan gibi, hep içinde taşımıştır Joyce da. Yazgıya
karşı gelinemiyorsa, onu tanımlamak, yapay zırhlarından, gizlerinden soyup da
gözler önüne sermek: İşte bunu başarabilmeliydi en azından. Umut, korku, sevinç
ve bunların nice büyük rakamlara ulaşan paydalarının boşunalığı çıkmalıydı
ortaya. Bir araç, belki bir bıçak gerekliydi eti kemiğinden sıyırmak için; bu
bıçak da diliydi Joyce'un - bütün dilleri kuşatan ve yadsıyan dili...
Bir serüven değildir yaşamak. Serüven öğesi
taşımaz hiçbir anlatısı Joyce'un. Serüveni arayan, yaratan ve yaşayan insandır.
Onun, küçük boyutlarda olsalar da seçip, büyüteç altına sürdüğü yaşam parçacıklarındaki
anlatısı, herhangi bir insancığın bir çıkmaz sokakta başlayıp yine orada bitse
bile, hiç bir öyküye sığmayacak yaşamöyküsüdür.
Kapı çatlaklarından, anahtar deliğinden süzülüp
gelen dış görüntü ve seslerden çok, kendi iç dünyasına, tekil söyleşisine
çevirmiştir tüm dikkatini o. Dublin heryerdir ve hiçbir yerdir onun için. Tıpkı
"Odysseus” sözcüğünün, “Outis” ve “Zeus”, yani “Kutsal Hiçkimse” anlamını
taşıdığmca...
înce, ısınrcasına gergin dudaklı, başına azıcık
öne eğik, iğreti iliştirilmiş fötr şapkası, kalın mercekli gözlükleri ardındaki
kımıltısız bakışlarıyla fotoğraflarından bize bakan bu adam; “Ben kollarımda
yeryüzüne daha gelmemiş güzelliği sıkmak istiyorum...” diye yazıyordu. Öte
yandan, ileri yaşlarında bile, bir başkaldırı belirtisi ya da onuruyla,
ceketinin cebinde dantelli bir kadın külotu taşıdığı söylenen bu adam gerçekte
“hiçkimse”dir, kendi kendisidir, ulusal ve düşsel boyutlardaki serüvenci
biridir. Giacomo'dur, Ulysses'dir, Dedalus'dur.
Adını ödünç aldığı o atmacamsı adamın, Daidalos'un
korkusunu duya duya, söğüt örgüsü kanatlarla kişisel boşluğuna bıraktığı gibi
kendisini - içinde Ulysses'in yittiği koca bir Okyanus gibidir tek bir günlük
yaşam da...
İnsanoğlunun duygu derinliklerini üstlerinde
örtü kalmayasıya açma ve ruhsal karmaşaları açıklama çabasındaki bir tinbilimci
olan G. Jung'un, Joyce karşısındaki tavrı çok ilgi çekici. Jung için,
tinbilimsel açıklamalara keyifle girişebileceği, rahatlıkla yaklaşılabilecek
bir yapıt değildi Joyce'un “Ulysses”i. Yayınlanışıyla birlikte, okur çevresinde
yaratmış olduğu karışık ve çoğunlukla olumsuz tepkiler bir yana, bu yapıtın
kapsadığı mitsel ve tinsel alan, Jung'u böylesi bir çalışmaya zorunlu kılmış
olmalı diye düşünüyorum.
Gerçekten de, “Ulysses”in içerdiği -anlam,
biçem ve dil konularındaki- güçlükler karşısında, kimi anlar umarsızlığını,
öfkeli bir dille açıklar Jung.
Jung, özellikle Joyce'un “Ulysses”indeki
sanatsal anlatım gücü karşısında kendini dışlanmış görmekte. Onu,
yediyüzotuzbeş sayfa boyunca okurunu -altından ne çıkacak diye- kıvrandıran,
yani hor gören ve sonuçta yine de hiçbirşey vermeyen, çok verimli bir
üretkenlikle hiçlik üreten bir yazar olarak tanımlamakta ve yakınmakta.
“Sanatçı, yaratan Tanrı gibi, yapıtının içinde
ya da arkasında ya da ötesinde ya da üstünde kalır, göze görünmez, varoluşun
dışına arınmıştır, ilgisizdir, bir kenarda tırnaklarım keser.” Tümceleriyle
alaycı, horgören, görünmez kalma savaşımı içindeymiş gibi bir görünüm içindeki
Joyce; tinbilimsel alanın dışına sızarak Jung'a karşı direnmektedir. Jung'un
önünde kala kala bir bağırsak kurdunun, kendisini durmaksızın yineleyişini
anımsatan sahneler kalmaktadır. “Uyandırdığı bütün imgeler yalancıydı. Zihni
haşarat doğuruyordu. Düşünceleri miskinlik terinden doğma bitlerdi.” tümcesi,
Jung'u da içine alan tüm okur kitlesini neredeyse sarakaya alıyor gibiydi.
Evet, herşeyin de ötesinde, acı bir ironi taşar
Joyce'dan dış dünyaya. Gerçi amaçladığı bir nitelik değildir ironi. Kısacası,
biçemi ya da anlamı üzerine bir kesin yargıya ulaşmak -yani onu arşivleyip de
rahatlamak- hiç olası değil.
Damakta bıraktığı tad, Lautreamont'da olduğunca
kekre elbet. Ama bir ağıttan, kinden, iç döküşten, savdan, yargılamadan söz
etmek yetmez Joyce denince.
Joyce denince, dipsiz bir boşluk yüzüne doğru
esner sanki okurun; nemli, soğuk ve ötelerin korkusuyla dopdolu...
Mazhar Candan
“ULYSSES” BİR MONOLOG (1)
Benim, J. Joyce üzerine 'Ulysses' başlıklı
yazım; Homer'in, kurnazca, ustaca aldatmacalarla Tann'lann ve insanların öç ve
düşmanlıklarından sıyrılmayı başarıp da nice serüvenden sonra yurduna, ailesine
dönen o düzenci, fırtınalı kahramanıyla pek ilişkili değildir. Joyce'un
Ulysses'i, geçmişteki adaşından çok farklı olmanın ötesinde, ancak algılayıcı
edilgen bir bilinç, yalnızca bir göz, kulak ve ağız düzeyinde kalıyor, hiçbir
seçim şansı bulmaksızın fiziğin ve fiziksel olayların bağıran, karmaşık, çılgın
çavlanını bir duyumsal sinir ucu olarak alıyor ve kaydediyor, üstelik bütün
bunlar fotografik bir doğrulukla gerçekleşiyor.
Yediyüzotuz-beş sayfayı dolduran bir yapıt
Ulysses; yediyüzotuz-beş sayfalık bir zaman akışı ki, tüm içerdiği, herhangi
bir insanın yaşamındaki tek ve anlamsız bir günü -Dublin'de tümüyle konu dışı
olan 1940 yılının 16 Haziran gününü kapsar. Öylesi bir gün ki, gerçekten de,
hiçbirşey olmamıştır o gün. Boşluktan doğup yine boşluğa varan bir akış. Belki
de, insan yaşamının gerçeği üzerine upuzun ve aşın karmaşık, tek bir
Strindberg'ce bildiridir bunlann tümü,- okunın yılgınlığına hiçbir son vermeyen
bir bildiri. Ve ola ki, bir gerçeğe dokunuyordur bunlar, kuşkusuz, yaşamın
onbin yüzeyine ve onlardan yüzbin renk tonuyla yansıyan bir gerçeğe...
Görebildiğim kadarıyla, bu yediyüzotuzbeş sayfada, açık seçik bir yineleniş
yok, uzun acılar çeken okurun durup dinlenebileceği tek bir kutsal ada
bulunmuyor; aşıp geldiği yollan doygunlukla düşünebileceği, anılanyla keyifleneceği
yüz ya da daha az sayfalık soluklanabileceği bir yeri yok. Noktalanabilecek bir
sıradan yer bulunsaydı, umulmadık biryerlere, yeniden kayıp da düşülmeyecek.
Ama hayır. Acımasız akış, duraksızca yuvarlanıp gider. Hızı ve kıvamı son kırk
sayfada, öylesi artar ki, noktalama işaretlerini bile silip süpürür. Öylesi
dayanılmazdır ki tümceler, boğucu boşluğu patlama noktasına ulaştınr. Bu
tümüyle umutsuz boşluk duygusu, etkin içeriğidir tüm kitabın. Yalnız hiçlikten
başlayıp sonlanışla kalmıyor, hiçlik dışında hiçbirşeyi de içermiyor... (2)
Baştan aşağı şeytancasına bir boşluk. Tıpkı bir üstün yetenek örneği; çok
parlak ve doğaüstü cehennemsi bir soydan. (3)
Görüşleri doğru ve tutarlı olan bir amcam
vardır. Bir gün caddede birlikte yürürken, beni durdurup şunu sordu:
“Zebanilerin ruhlara cehennemde nasıl işkence çektirdiklerini bilir misin?” Ben
“Hayır” deyince de: “Onları beklemede bırakır.” sözüyle yürüyüşünü sürdürmüştü.
“Ulysses”de saban sürmekte olduğum ilk günlerimdeydim, bu görüş dikkatimi
çekmişti. Her bir tümce, gerçekleştirilememiş bir beklentiyi
ayaklandırmaktaydı, sonuçta tümüyle bir geri çekilişin dışında hiçbir umudun
kalmadığı noktaya varıyordunuz, üzerinize çöken dehşet, tam amaçlanan o noktaya
ulaştığınızın kanıtı oluyordu.
Gerçek olan, tüm bunlardan hiçbirşeyin ortaya
çıkmadığı, hiçbirşeyin de gerçekleşmediğidir ve sayfadan sayfaya sürdürülen
gizli bir beklenti, bir umutsuz sürükleniş, bir tortu bırakışıdır okur üzerinde.
(4) Yediyüzotuzbeş sayfa tutan bu yayımlanmış yapıt; yazısız, boş yapraklardan
öte bir anlam içermeyen hiçliği kapsamakta. Okur, okur, okursunuz ve
okuduğunuzdan birşeyler anladığınızı savlarsınız. Arada bir, bir tümcede hava
boşluğuna düşseniz de, boyun eğişin kendine özgü bir özelliği, sizi herşeye
alışılabilinen düzeye getirir bir kez daha. Böylece ben, bu düşünceler ve
yüreğimde büyüyen umutsuzlukla kitabı okumaktayken, 135. sayfaya dek iki kez
uyuklamış olduğumu ayırt ettim. Uyutuculuk (hipnotik) ve tekdüzelikle etkileme
bağlamında ele alındığında, Joyce'un biçemi inanılmaz bir beceriye sahiptir.
Hiçbirşey gelip buluşmaz okurla, herşey ondan başka bir yöne sapar ve daha
kendine bir yol açmadan, o doğrultuyu da terkeder. Hep yukarıya ve öteye doğru,
kendisiyle doyumsuz, ironik, alaycı, kötücül, aşağılayan, kederli, umutsuz ve
acı doludur yapıt. Kendisini yıpratan, duygudaşlığı üzerinde oynar okuyucunun,
ta ki, usulca bir uyku araya girip de bu enerji tükenişini durduruncaya dek.
135. sayfaya geldiğimde, tümceler akıp giderken ve kitaba hakkını vermek
istemiyle, ona kahramanca tutunma çabalan içindeyken, derin bir uykuya dalmış
buluverdim kendimi. (5) Kısa bir süre sonunda, uyandığımda, kitabı geriye doğru
okumak gibi parlak bir düşünce gelişmişti kafamda. Bildik olduğu denli iyi bir
uygulama olduğu da denenmiştir bunun; elbette geriye doğru da okunabilir bir
yapıt, hele önü, ardı, başı, sonu olmayan böylesi kitaplar söz konusuysa.
Önceki sayfalarda olup biten ne varsa, daha sonra da, kendilerine yer
bulabilirler aynı kolaylıkla. Espri noktalannı kaçırmıyacağı- nızdan, herhangi
bir konuşmayı tersinden okuyarak da zevk alabilirsiniz. Her tümceyi bir şaka
saysak, tümünü birden anlamak pek fark etmez. Bir tümcenin ortalık yerinde de
durulabilir, ilk yansının etkinliği varlığını sürdürmeye yeterlidir ya da öyle
görünür en azından. Tüm yazılan, duruma göre, yeni bir baş ya da kuyruk
bölümünü geliştiren bir solucan niteliği taşımaktadır. (6)
Joyce'cul düşünüşün bu eşsiz ve gizemli
karakteristiği (ayırt edici özelliği), onun soğukkanlı hayvanlarla, özellikle
de solucan türüyle yakın ilişkiler kurabildiğini göstermekte. Bağırsak kurtlan
edebi güçlerle donatılmış olsalardı, beyin eksiklikleri nedeniyle, sempatik
sinir sistemlerinin kendilerine özgü işlevleriyle yazarlardı. Buna benzer
birşeyin Joyce'un başına geldiği, yani önümüzde bir ussal işlevin şiddetli
kısıtlanması ve algılama işlemlerinin sınırlı kalması eşliğinde oluşan bir
içorgansal düşünme olgusu bulunduğundan kuşkulanıyorum. İnsanın, Joyce'un
duyusal alandaki üstün niteliklerine hayran olmaması olası değil; onun
gördükleri, duyduktan, tattıkları, kokladıktan, dokunduktan, hem içsel hem de
dışsal olarak, olağanüstü etkileyici. Duyusal algılamada, uzmanlaşmış sıradan
bir ölümlü, genelde yalnızca iç ya da dış dünya ile sınırlıdır. Joyce bunlann
ikisini de biliyor. Bir Dublin Caddesi'nde nesnel (objektif) figürlerin
çevresini, öznel (sübjektif) ilinti—ilişki demetleri sanyor; nesnel ile öznel
olan, içsel ve dışsal hep ve öylesine birbiri içinde kanşıyor ki sonuçta, her
bir imgenin belirginliğine karşın, kişi, fiziksel bir bağırsak kurduyla mı
yoksa doğaötesi bir bağırsak kurduyla mı karşı karşıya olduğu konusunda
bocalıyor. Bağırsak kurdu başhbaşma yaşayan ve olağanüstü doğurganlığı olan bir
kosmosdur; kanımca Joyce'un verimli sayfalarının kaba ama aykırı düşmeyen bir
imgessidir bu. Gerçekten de, bağırsak kurdu, yine barsak kurdundan öte birşey
türetmez ancak tükenmeyecek bir bollukta üretir. (7)
Joyce'un yapıtı bindörtyüzyetmiş sayfa ya da
bunun katlan uzunluğunda da olabilirdi, yine de bir damla bile eksiltmeyecekti
sınırsızlığını ve yine de gerçekten önemli olan şeyler söylenmeden kalacaktı.
Ancak Joyce'un amaçladığı birşey miydi gerçekten önemli olanı söylemek? Bu
eskimiş önyargının burada varoluş hakkı var mıydı? Oscar Wilde, sanatsal
uğraşının büsbütün gereksizliğini ileri sürmüştü. Şimdilerde, yüreğinde bir
sanatsal uğraşıda herhangi bir 'gereklilik' beklentisi sürdürse de, bir kültür
yoksunu kişinin bile bu duruma bir itirazı olmayacaktır. Joyce içinse bu söz
konusu bile olamaz. Ancak o, bunu niçin doğruca açıklamaz? Niçin anlamlı bir
jestle, dolaysız bir yoldan okura yardımcı olmaz ki, aptallar yanılmasınlar bu
konuda?
Evet, kendimi aptal durumuna düşmüş biri gibi
hissettiğimi kabul ediyorum. Yan buçuk olsun bir buluşma sağlamadı kitap
benimle, hoşa gitmek için en küçük bir atılımı yoktu ve okura bayağılığın sinir
bozucu duygusunu tattırmasını sürdürdü. Açıkçası, kanımdaki kültür yoksunluğu
öylesine derinmiş ki, bu kitabın bana -mitolojik insan- biçimciliğinin acı bir
durumu gibilerden- birşeyler açıkhyacağım umut etmek gibi bir bönlükte
bulunmuştum. Ve ne kitap -olası hiçbir düşünce taşımayan- herşeyden önce böyle
biri olmayan kültürlü okur için (Joyce'un dolaylı anlatım tarzını kullanmama
izin varsa) bir bozgunun çıldırtıcı örneği. Elbette ki, bir kitap içerik taşır,
anlattığı birşeyler vardır, ancak ben Joyce'un herhangi birşey açıklamak
istediği konusunda kuşkuluyum. Yılmaz, usanmaz bir okur için, bu çıldırtıcı
horgörüş, görgü tanığı olmayan bu dram, bu tekbenci SOYUTLAMA BİR AÇIKLAMA
GETİRİR Mİ, olası mı bu? Benim kötü niyetimi ayaklandırıyor Joyce. Kimse okurun
burnunu kendi budalalığına sürtmemek bunca, ancak tam da bunu yapmakta Ulysses.
Bencileyin bir sağlıkçı, hep sağlıkçılığım
uygular - kendi üzerinde bile. Uyarıcı neden: Bunun ardında yatanı daha görmüş
değilsin sen, varsayımıdır. Sonuç olarak, uyaranı izleyip araştırır ve
sağlıksız kişiliğin içinde ne olduğunu buluruz. Öyleyse gözlemim; bu
tekbenciliğin, bu anlamak isteğiyle dolu, eğitilmiş ve bilgili okur-yazar
toplum bireyinin, bu iyi niyetli, haktanır ve incelikli olma çabasındaki
bireyin, sinirime dokunuyor oluşudur. İşte önümüzde, -kendi bağırsaklarıyla
konuşma yapan biri gibi- (8) soğukkanlı ilgisizliği, içindeki kertenkelemsi ya
da daha alt bölümlerden gelmişe benzeyen taştan adam, o taş boynuzlu adam, taş
sakallı, taşlaşmış bağırsaktı Musa; zevke ve Mısır Tanrılarına ve de okuyucuya
iyi niyetli duygularını fiştırtarak, taşlaşmış bir duyarsızlıkla arkasını
dönüyor.
Bu taş kesmiş ölüler diyandan, barsak kurdunun
görüntüsü çıkmakta ortaya, bir barsak kurdu parçacıklarından çoğalıp durduğu
için de, dalgalanan, sağımsal kıpırtılı ve tekdüze. Bu parçacıklardan hiçbiri
tümüyle ötekinin eşi değildir, kolaylıkla birbiriyle kanştınlsalar da. Kitabının
her bir sayfası, küçücük olmasına karşın bu parçalardan biri ve Joyce'un
kendisidir. Herşey yenidir her an ve baştanberi neyseler, öyledirler. Doğanın
bir benzeşinden söz etmek. Nice zengin bir üreyiş - ve nasıl bir sıkıntıdır bu.
Joyce, gözümden yaş getiresiye sıkıyor beni, ancak bu öylesine ilençli,
sakıncalı bir sıkıntı ki, en kötü bayağılığın içine düşmüşlükten bile daha bir
kötülük duyuruyor kişiye.
Doğanın, sıkıntısıdır bu; Hebrid'lerin sarp ve
kayalık uçurumları üstünde, ıslık çalarak esen soğuk yelleri, Sahra'nın uçsuz
bucaksız çölünde günbatımı, gündoğuşu, denizlerin homurtusu, -Curtius'un
söylediği gibi, sonsuzca- sına yinelenip duran gerçek bir Wagneryen “konulu
müzik” Çok yönlülük Joyce'un şaşırtıcı yanı olsa da, önemli kimi bölümler, hiç
varolmamışlarcasma yerlerinden çıkarılıp alınabilirler. Belki de, orada
dünyasında, neden ve sonuç olarak, uzam ve de anlam açılarından bir değer
taşımaktansa, hiç kimse olmayı yeğlemekteydi o. Yine de, konular
kaçınılmazdırlar, tüm fiziksel olaylar için yapı taştandırlar, Joyce'un sürekli
yapmış olduğu gibi, arada güçlü biri canını tüm bu olaylardan ıslanmadan
kurtarmaya çalışsa da. Herşey duyarsızdır, sıcak kanın her bir zerresi için
dondurucudur, olaylar buzlu bir bencilliğin içine yayılır. Tüm kitap boyunca,
hoşnut kalınacak hiçbirşey yoktur, canlandın», umutlandın» hiçbirşey, yalnızca
yaşamın çirkin yanlan, dokunaklı, trajik, ironik ve korkunçtur söz konusu
edilenler ve öylesi bir karmaşa sürüp gider ki, konuya özgü bağlantılan
abartılı bir büyüteçle incelemek zorunda kalırsınız. Ancak, ortadalar işte;
öncelikle kişiye özel nitelikteki sessiz öfke içeren, acımasızca budanmış
çocukluktan artakalanlar, sonra da, acınası çıplaklığı ile kalabalığın gözlen
önüne serilen tüm düşün tarihinin yıkıntılan olarak.
Yazann dinsel, cinsel ve yöresel tarih öncesi,
akıp giden olaylann soluk yüzeyine yansır; kişiliğinin dağılmış parçalannı
Bloom'da, l'homme moyen sensuel, gözlemleriz ve de, neredeyse özden öte,
katıksız kurgu, katıksız düşünce ürünü olan Stephen Dedalus da olduğu gibi.
Çocuğu olmayan bir önceki ve babası olmayan bir sonraki bu iki kişilikte. (9)
Bölümlerde, biryerlerde gizlenmiş bir düzen ya
da koşutluklar bulunabilir belki -bu görüşteki kimi yetkili ağızlardan bu tür
görüşler yükseltildi- ancak, ne olursa olsun bu durum öylesi iyi gizlenmişti
ki, ben başlangıçta bunu farketmemiştim. Ayırtetmiş olsaydım bile, bu umutsuz
ve sıkıntılı durumumda bu beni, insanlık güldürüsü tekdüzeliğinden daha fazla
ilgilendirmezdi.
Daha 1922 yılında, Ulysses'i ele almış ama
düşkınklığı ve can sıkıntısına uğramış bir biçimde, biryana bırakmıştım. Bugün
de eş sıkıntıyı duymaktayım. Peki, niçin şu an onunla ilgili yazmaktayım? Joyce
üzerine yazmaktayım çünkü bir yayımcı, Joyce ile, daha çok Ulyses'le ilişkili
olarak, dile düşmüşçesine bölük pörçük fikirler üzerine ne düşündüğümü sormak
tedbirsizliğinde bulundu. Bunu yapmasaydı, gerçek- üstu cülüğün, (Nedir
gerçeküstü?) anlayışımı aşan şu ya da bu biçimiyle ilgili birşeyler yazıyor
olmaktan öte birşey yapmıyacaktım şu an. Üzerinde tartışılamıyacak tek konu;
Ulysses'in on'dan fazla baskısı olduğu ve yazarının kimilerince onurlandırılıp,
kimilerince de ilençle anıldığıdır. Tartışmaların çapraz ateşinde durup
durmaktadır o ve bu da, psikologların gözardı etmemelerini gerektiren bir görüngüdür.
Joyce'un çağdaşlan üzerinde uyandırmış olduğu bu büyük etkidir ki, Ulysses'e
ilgimi uyaran da başlangıçta bu olmuştu. Bu yapıt, sessizce kayıp unutuluşun
gölgelerinde yitmekte olsaydı, kuşkusuz, geriye çekip de çıkarmazdım onu ben,
üstelik beni bunca az eğlendirip, bunca sıktığı söz konusu olursa. Bunlann
tümünün de ötesinde, üzerimde yalnızca olumsuz bir etki bırakışı nedeniyle,
yazann olumsuz kişiliğinin, gerçek nedeni oluşturduğundan korkmuşumdur hep.
Hiç kuşku yok ki, önyargılıyım ben. Bir
tinbilimciyim ve tüm tinsel bildirilerle ilişkili uzmanlaşmışlığın
önyargılarını tanımlamaktadır bu. Bu nedenle okuru uyarmalıyım: Sıradan insanın
ağlatı-güldürüsü, yaşamın soğuk, gölgeli yanı, tinsel hiçliğin kül rengindeki
donukluğu benim ekmeğimdir. Bütün bunlar, sokaktan taşan sesler gibi, bayat ve
çekicilikten uzaktırlar. Bunlardaki hiçbirşey beni şaşırtmaz ve etkilemez ve
ben, insanlara bu acılı durumlarından kurtulmalarında yardımcı olmak
zorundayımdır. Bütün bunlarla yılmadan savaşırken de yalnızca bana arkalarını
dönmeyenlere ilgi ve yakınlığımı yöneltebilirim. Ulysses bana sırtını döner.
(10) İşbirlikçi değildir, bitimsiz ezgisini sonsuzcasına yinelemek ister
boğuntuya dek- bildiğim bir melodi- ve ussal yapısı, duyumsal algılamaya
indirgenmiş ve bedensel eylem için bağlanmış olan gangliyonlannı (sinirsel
bağlantılarını) sonsuza uzatmak ister.
Yeniden yapılanmaya karşı hiçbir eğilim
göstermez, gerçekten, yıkıcılık kendi içinde bir sonuç durumuna gelmiştir.
Ancak bu, durumun yansı bile değildir, bir de (semptomatoloji)
belirtibılim konusu vardır. Ki bu, çok kısa süreler için bilinçli olabilen,
sürekli yargılama yeteneğinden yoksun, değerlendirme yapamamanın boşluk ve
kopukluk- lanna düşen bir 'çılgm'ın kesintisizce, başıboş gezintileriyle eş
anlam taşımaktır. (11) Bunun da ötesinde, daha sıklıkla, duyusal etkinliklerin
şiddetlendirilişi görülmekte. Bu yazılarda keskin bir gözlem gücü, duyumsal
algılamanın fotoğrafik belleği, dışa olduğu denli içe de dönük bir duyumsal
merak, geçmiş olaylann ve kınklıklann baskınlığı, nesnel gerçekliğin öznel ve
tinselle olan ilişkisinin çılgın karmaşasını, okuru hiç dikkate almaksızın yeni
sözcüklere ve anlatım yaratılarına kendini bunca kaptınş, bölümsel
aralıklardaki ses ve konuşma geçişleri ve birden düşünü boşlukları ve geçişleri
ile dopdolu sergileme, uygulama görmekteyiz. Bunlarla birlik, sinizm ya da
absürdlüğün (saçma) DERİNLİKLERİNDEN KAYNAKLANMAYAN BİR DUYGU körelmesine de
rastlamaktayızdır. (Meslekten olmayan) sıradan biri bile, Ulysses ile şizofren
bir düşünü arasındaki benzeşimin farkına varmakta gecikmeyecektir. Bu benzerlik
öylesi kuşku uyandırıcıdır ki, öfkeli bir okur, bu yapıtı 'şizofreni' tanısıyla
fırlatıp atabilecektir. Bir tinbilimci (psikiyatrisi) için bu benzeşim
şaşırtıcı olsa da, ’çılğın'lığın ayırıcı niteliğinden yani onu betimleyen temel
anlamın gözle görülür eksikliğinden söz edecektir.
Ulysses için herhangi bir yargıya varılabilir
ancak, sürekli yineleniş duygusu uyandırmasına karşın, asla tekdüze değildir.
(Daha önce söylediklerimle bir çelişki oluşturmamalı bu; Ulysses üzerine
çelişen herhangi birşey söylemek olası değildir.)
Sergiledikleri, birbiriyle uyumlu ve
süreğendirler, herşey eylem içinde olup, duraksayan hiçbir şey göze çarpmaz.
Tüm yapıt, amacın tekilliğini ve acımasızca seçiciliğini gösterir biçimde bir
yeraltı yaşam akışından doğmuştur ki bunlar da, birleşik kişisel isteklerin ve
yönlendirilmiş amaçların kuşku götürmez kanıtlarıdırlar. Usun işlevleri katı
bir kontrol altındadır; kendilerini içten gelen ve hatalı yollarla açıklamazlar.
Algılamanın işlevlerine; yani duyum ve sezgilere bütünüyle öncelik verilirken,
ayrımcı fonksiyonlar; yani düşünce ve duygular sürekli olarak
bastırılmışlardır. Bunlar yalnızca olağan algılama nesneleri durumunda ussal
içerikler biçiminde görülürler. Güzelliğin ani dokunuşuna boyun eğmek için
sıklıkla duyulan isteğe karşın, genel eğilimlerce usun ve dünyanın gölgeli bir
resmini sergilemesine izin verilmez.
Genelde bunlar bir ’çılgın'da görülmeyen
izlerdir. Buna göre, geriye, sıradan olmayan bir 'çılgın' kalmakta. Ancak bir
tinbilimcinin böylesi bir kişiliği yargılayabilecek hiçbir ölçütü
bulunmamaktadır. Ussal anormallik olarak görülen şey, sıradan bir anlayışın
algılıyamıyacağı bir çeşit ussal sağlık belirtisi olabilir, dahası, usun çok
üst düzeyi anlamını da içeriyor olabilir bu.
Ben Ulysses'i şizofrenik bir ürün olarak ele
almayı hiçbir zaman düşünmemiştim. (12) Bu biçim bir sınıflandırmayla hiçbirşey
kazanılamazdı, üstelik biz, Ulysses'in niçin bu denli güçlü bir etki taşıdığını
ve yazarının üst ya da alt düzeydeki bir şizofren mi olduğunu bilmek
istemekteyiz. Bütünü
gözönüne alındığında Ulysses, 'Modem Sanat'tan
daha patolojik bir ürün değildir. En derin anlamında 'Kübistik'tir, çünkü
gerçeğin resmini son kertede karmaşık bir tablo içinde çözümler -öyle bir tablo
ki, baskın noktalarında, 'abstre objektivizm'in soyut nesnelciliğin
melankolisidir.
Kübizm bir sayrılık olmayıp, gerçeği bir başka
boyutta sergileme eğilimini anlatır bize ve bu betimleme grotesk (tuhaf, garip
figürlerden oluşan bir süsleme biçimi - bir biçimde gerçekçi ya da grotesk
biçimde soyuttur. Şizofrenin klinik görüntüsü öylesi bir benzeşim ortaya koyar
ki, burada şizofren kişi görünür biçimde gerçekliği kendisine yabancı
birşeymişcesine algılama eğilimindedir, başka bir deyişle, kendini gerçekliğin
karşısında yabancı saymaktadır. Şizofrende, eğilimlerin genellikle tanınabilir
bir amaçlan yoktur, ancak bu saynlık, kişiliğin kaçınılmaz biçimde bölümlere,
bağımsız karmaşık parçacıklara aynşmasından oluşan bir semptomdur. Modem
sanatçıda bu durum, bireysel bir saynlık olarak kendini göstermez, ancak
çağımızın ortaklaşa bir gösterisidir. Sanatçı, kişisel bir uyanyı değil, modem
ruhun ortaklaşa ve doğruca bilinçaltından yükselen ortaklaşılan yaşamın akışını
izler. Ortaklaşa bir fenomen oluşu nedeniyle, edebiyat, resim, mimari ve
yontuculuk gibi çok geniş bir yelpaze içinde, kendine özgü ürünlerini verir.
Dahası, modem akımın tinsel babalanndan biri olan Van Gogh'un gerçekte şizofren
oluşu da çok belirleyici birşeydir.
Güzellik ve anlamın grotesk nesnelcilik ya da
aynı ölçüde, grotesk gerçekdışılıkla çarpıtılması, 'çılgın' da kişilik
yıkılmasının bir sonucu olurken; sanatçıda, bu bir yaratıcı amaç olmaktadır.
Çalışmasının, ürünlerinin, kendi kişiliğinin yıkımıyla ilişkili bir anlatımı
olması biryana, modern sanatçı, sanatsal kişiliğinin bütünlüğünü, yıkıcılıkta
bulur. Mefıstocu baştan çıkancılıktan saçmalığa, güzellikten çirkinliğe
kaydırma öyle bir biçimde yürür ki, saçmalık, anlama, çirkinlikse güzelliğe
bürünür neredeyse -ilke olarak yeni birşey olmamasına karşın- yaratıcılıkta bir
başarıdır bu ve de insanlık tarihinde, hiç bu kertede doruklarına itilmemiştir.
İkhnaton inancı altında da bu duruma eşdeğer baştançıka- ncılık biçemi
kaydınlışım gözlemleyebiliriz, yine ilk Hristi- yanlann anlamsız koyun
sembolizminde (gizemciliğinde) - hüzünlü “Pre-Raphealistik” figürlerde, geç
Barok sanatında, kendi kıvrımlarında kendini boğan biçem kayışlarını
görebiliriz.
Aralarındaki farklara karşın yine de içsel
ilişkileri vardır bu dönemlerin: Yaratıcılığın kuluçka dönemleri diye
adlandırabileceğimiz bu dönemlerin anlamlan, belirli bir nedensel başlangıç
yapılarak açıklanamaz. Ortaklaşa tinsel gösterimlerin ortaya çıkış anlamlan
yalnızca, yeni birşeyin neden-sonuç ilişkisine yaslanan beklentileri olarak
kabul edildiklerinde belirginleşir.
İkhnaton dönemi, Yahudi inanışı ve
geleneklerine göre, dünya için saklanmış olan ilk tektannlığın beşiğidir. Erken
Hristiyanlık döneminin ham çocuksuluğu Roma İmparatorluğu'nun Tannlar Kentine
dönüşümünü muştulamaktan öte birşey değildi. Sanat ve bilimin yadsınışı, erken
Hıristiyanlık için, bir yoksunluk değil, tersine tinsel bir kazanç sağlamıştır.
İlk Pre-Raphaelit'ler, klasik dönemden buyana
yitirilmiş olan bedensel güzellik idealinin habercisiydiler. Barok Sanat;
kiliseye, ruhban sınıfa özgü biçemin sonu olmuştu ve onun kendi kendini yıkışı;
bilimsel ruhun, Ortaçağ dogmatik ruha karşı utkusunu simgelemekteydi, örneğin
Tiepolo; tekniğinde sakıncalı alanlara ulaşmış olan bu sanatçıya, sanat
açısından bakıldığında, bir çöküş belirtisi değildir, ancak tüm varlığıyla,
daha çok gereksinim duyulmakta olan bir değişimi, bölünüşü gerçekleştirme
çabasını görmekteyiz onda.
Bu oluşum ve durumlar yalnızca Ulysses'e değil,
sanatsal eşdeğerlerine de olumlu ve yaratıcı bir değer yükler.
Güzellik ve anlam ölçütlerinin yokedilişiyle,
Ulysses harikalar yaratır. Kanıksanmış duygularımızı aşağılar, anlayış ve
hoşnutluk umutlarımızı düşkınklığına uğratır, tüm bileşimlere (sentez) burnunu
sokar. Bileşim ya da biçim üzerine herhangi bir belirtiden kuşkulanmamız bile
kötü niyetlilik olur çünkü, Ulysses'de çağdışı bir eğilim belirtisi görmek,
koskoca bir estetik kusur göstermekle eşdeğer olurdu. Ulysses üzerine ortaya
atacağımız her türden kötü niyetli düşünü, söz, onun olağandışı niteliğine
tanıklık eder, çünkü bu fesatlığımız, tanrısal nedenlerle bizden gizlenmiş
olanları görmek istemeyen çağdışı insana duyduğumuz yerinme duygusundan
kaynaklanmaktadır.
Nietzsche'nin 'Dionizyen' (tükenmek bilmez
doğurganlığından haz duyan yaşama istenci) coşkusunda birikip usu dolduran tüm
bu yönetilmez güçler, çağcıl insanda, damıtılmış biçimde taşmıştır. Faust'un
2.nci bölümündeki en karanlık parçalar, dahası Ecce Homo bile, şu ya da bu
biçimde, kendilerini topluma önerir, sunarlar. Ancak tersine bir sanatı;
kendini beğendirmek için hiçbir atılımda bulunmayan, yalnızca nerede
ineceğinizi bildiren, daha o zamanlar eskimiş ülküleri yıkmaya başlayan
çağdaşların öncesi (Hölderlin anımsanmalı) gelenlerde kendini irkiltici biçimde
duyuran, karşıt ve başkaldırın biçemdeki sanatı yaratmayı başarmış olan,
yalnızca çağdaş insandır.
Yalnızca tek bir deneyim alanına bağımlı
kalırsak, neler olup bittiğini görmemiz pek de olası değildir. Belirli bir
noktayı hedefleyen, yöneltilmiş bir atılım değildir söz konusu olan, tersine,
kullanılmayacak denli eskimiş bir dünyadan silkinmekte olan çağdaş insanın,
hemen hemen evrensel bir yeniden katmanlaştınlmasıdır. Ne yazık ki, geleceği
görmeyiz ve bunun sonucu olarak da, sözcüğün tam anlamıyla, Ortaçağ'lara ne
kertede ait olduğumuzu bilemeyiz. Eğer geleceğin gözetleme kulelerinden, bizler
kulaklarımıza dek gericiliğe batmış görünüyor olsaydık, buna en azından ben pek
şaşırmazdım, çünkü bu durum bile, tek başına, neden Ulysses biçeminde sanat
yapıtları olması gerektiği sorusuna yanıt verecektir. Onlar, eşit güçlerde ve
inatçı bir dirençle karşılaşmadıkları sürece, etkileri yayılacak olan güçlü
müshillerdir. Onlar, ancak en katı ve dayanıklı gereçlerle ele alındığında
kullanımları olan bir çeşit psikolojik özelliklerdirler. Yokolmaya yüz tutmuş
tutuculuğun ve tek yanh değerlendirmelerin altını oyan Freud'cu kuramlarla
ortak yanları da budur işte.
Ulysses bilimsel bir dil kullandığında bile,
yan-bilimsel nesnelliğin şovunu yapar, öte yandan, tam bir olumsuzlama- dır ve
tümüyle bilimsel olmayan bir karamsarlık sergilemektedir. Buna karşın
yaratıcıdır -yokediciliğin yaratıcılğı- onda, tapınaktan yakan Herostratus'un
teatral anlatımı olmasa da, çağdaşlarımızın burnunu gerçekliğin gölgeli yüzüne
sürtme çabası göze çarpmakta; Joyce bunu herhangi bir kötü niyetle değil de,
sanatsal nesnelliğin saf suçsuzluğuyla başarmaktadır.
Kişi, bu yapıtı kolaylıkla ve sonuna dek
kötümserlikle yargılayabilir, ancak son sayfalara yakın, bulutlann arasından
hüzünlü bir ışığın süzüldüğünü ayırt eder. Kapkara bir çamur denizi içinden,
'Orcus'un tek ve tam olarak doğuşu, yedi yüz otuz-dört sayfaya karşılık, o tek
sayfada yer alır. Şurada burada göze çarpan kristal pırıltıları nedeniyle, en
çağdışı bir kişi bile, Joyce'un -birçok çağdaş sanatçıdan bile üstünlükle-
işini bilen bir sanatçı olduğunu ayırt edebilir. Sanki o, daha üstün bir amaç
uğruna, güçlerinden kutsal bir biçimde feragat eden bir ustadır. Gerçekten
Joyce, 'yeniden yapılandırmasında bile, dini bütün bir katolik olarak
kalmıştır: Dinamitinin fitilini, temel olarak kiliseler ve kiliselerden doğan
ve onlardan etkilenen tinsel, dinsel yapıtların diplerine uzatmıştır. Onun
'karşı dünya'sı, umutsuzca kendi politik özgürlüğünü yaşama çabası içindeki bir
’Erin'in (tarihin derinliklerindeki İrlandah'nın adı) - Ortaçağ yapısında,
darkafah, özgün katolik atmosferidir. Joyce, Ulysses üzerine çalışmasını birçok
yabancı ülkede sürdürürken, oralardan geriye, Ana Kilise ve İrlanda'ya büyük
bir güven ve bağlılık duygularıyla baktı. Yabancı ülkelerdeki duraklarını,
kendi İrlanda anılarının ve kırgınlıklarının burgaçlarında, gemisini sağlama
almak amacıyla birer gemi demiri olarak kullanmıştı. Dahası, Ulysses kendi
İthaca'sına bağlamaz kendini; tam tersine, İrlanda kalıtımından kurtulmak
amacıyla çılgın girişimlerde bulunur.
Onun bu davranışı, yöresel bir ilgi alanı
oluşturduğu yani, dünyanın öteki yörelerine sıcak bakılmadığı sanısı
uyandırabilir. Ancak, ilgi alanı dışında kalmaz dünya. Yerel olgu, az ya da çok
evrensellik üstlenir, özellikle de Joyce'un çağdaşlan göz önüne alındığında. Bu
konumda yarası olan, gocunsun. Belirgin bir çağdaş topluluk söz konusudur ki,
onların tümü de Joyce adına saygı duymakta olup, 1922'den bu yana, Ulysses'in
on baskısını bir çırpıda okumuş olmalıdır. Bu yapıt, onlarca bir anlam taşımalı
elbet, dahası, daha önce bilmedikleri, duygularca ulaşamadıktan birşeyler
ortaya dökülmüş olmalı. Ulysses'de, cehennemsi bir sıkıntıya düşmemiş, tersine
ondan yarar görmüş, onunla yenilenmiş, eğitilmiş, değişik bir yapıya
kavuşturulmuş, 'yeniden katmanlaştınlmış' olmalılar. Kısacası, istenilen bir
konuma fırlatılmış olmalılar, çünkü bunun tersi bir durum olsaydı, ancak en
büyük bir kin duygusu, l.nci sayfadan yedi yüz otuz-beş'inci ye dek okurun uyku
sersemliğine düşmeksizin dikkatini ayakta tutabilirdi. Bu nedenle, boyutlarını
şimdiye dek gözardı etmiş olduğum Ortaçağ Katolik İrlanda'sının önemli bir
coğrafık alanı kapladığından kuşkulanmaktayım. Oraların, ortalama bir haritada
yer aldığından çok daha geniş bir alanı kapsadığı kesindir. Bu sayın Dedalus ve
Bloom'lanyla birlikte katolik Ortaçağları oldukça evrensel görünümdeler ve
toplumun çok büyük kesimini oluşturan bu kişiler, dinsel çevrelerine öylesine
bağlıdırlar ki, Joyce'un patlayıcılarından başka hiçbir şey onların dış
etkilere karşı sımsıkı kapalı izolasyonlarını kıramazdı.
Doğruluğuna inandığım görüşüm şöyle: Bugün
bile, Ortaçağ'ın karanlığına, boğazımıza dek batmış durumdayız bizler ve bu
nedenledir ki, olumsuzluk ve yadsıma peygamberleri olan Freud ve çağdaşlan,
insanlara gerçekliğin öteki yüzünü açıklamak gereği duymuşlar ve bunca
eleştirilmişlerdir.
Kuşkusuz, Hristiyan eğilimli biri için,
insanlann, kimi şeylerin gölgede kalmış yanlanna iteksizce gözatmalannı
sağlamaya yönelik, çok güçlükler içeren, zorlu bir görevdi bu çabalar. Ve de
ancak, tam bir ilgisizlikle karşılanabilirdi. Hayır, bu tür açıklamalar usun
uygun ilgisiyle yapılmalıydı ve Joyce, bu konuda da bir ustadır. Ne var ki, bu
metodla, ancak olumsuz duygunun gücü eyleme geçirilebilir.
Ulysses, kişiye; Nietzsche'nin 'kutsal küfiirü
tersinden anlayışı'nın nasıl gerçekleştirebileceğini gösterir. Joyce bunu
soğukça ve nesnel biçimde ortaya koyar ve kendini, Nietzsche'nin
düşleyebileceğinden bile daha çok 'Tanrıdan yoksun kılınmış' biri olduğunu
gösterir. Bütün bunlar, açıklıkla belirtilmemiş doğru varsayımlar olup, tinsel
çevreyle ayaklandırılan şaşırtıcı etkiler mantıkla değil, tümcek duyguyla
bağlantılıdır. Kişi şu yanlış düşünceye yönelmemeli: Joyce'un anlaşılmazlığı,
onun korkunç derecedeki soğukluğundan ve 'tanrı yoksunu' bir dünyayı açıklaması
gibi nedenlerden kaynaklanmaz ve kitabından en küçük bir rahatlık bile
duyulamaz yargısı da doğru değildir. Garip görünse bile, doğru olan, Ulysses'in
dünyasının, dinsel doğum yerlerinin karanlığına umutsuzca bağlı kalmış
insanlann dünyalanndan daha iyi olduğudur. Şeytan ve yıkıcı unsurlar ağır
bassalar bile bütün bunlar; bize geçmişten kalıt olan ve gerçekte kuralsız bir
diktatör olan, yaşamı zenginliğinden soyup güçsüz kılan, önyargılılığın düşsel
kurgusu olup da sonuçta dayanılmaz olan, töresel bir zorunluluk durumuna ulaşan
“iyi”den çok daha değerlidir. Nietzsche'nin 'ahlaksal köle ayaklanışı', Ulysses
için iyi bir slogan olacaktı. Kişiyi düzenin tutsaklığından kurtaran, kendi içi
dünyasının ve doğasının nesnel olarak tanınmasıdır. Bolşevik isyancıların
traşsız görünümlerindeki gibi, insan, tinsel bağlamdaki kendi iç
dünyasında-kimi şeylerin nasıl olduğunu bir kez olsun, dosdoğru söylemekten
çılgınca bir keyif duyar. Aydınlıktan gözleri kamaşmış biri için, karanlığın
bir lütuf olduğu gibi, sınırsız çöl de, bir hapishane kaçkınına cennettir.
Bugünün ortaçağ insanı için iyilik, güzellik ve sağduyunun simgesi dışında
kalmak, kurtuluş anlamıyla eşdeğer bir anlam taşımaktadır. Ülküler, gölgeli
yanlarından bakıldığında, dağ doruklarındaki pırıltı değil, işverenleri, amaç belirleyenleri
simgelerler, ki bunlar, Sina'da zorba demagog Musa tarafından biçimlenmiş ve
sonradan akıllıca bir yöntemle insanlığa yamanmış doğaüstü zabıta güçleri
gibidirler.
Nedensel bakış açısından, Roman Katolikliğinin
bir kurbanı görünümü verse de Joyce şu an için, olumsuzlukla doyuma ulaşan bir
devrimci olduğu kadar, kendi protestosu ile de bir Protestandır. Duygu
körelmesi, çağcıl insanın tanıtıcı bir niteliğidir ve hep de, duygusallığın
arttığı anlarda, özellikle yanlış duygular karşısında, kendini bir tepki olarak
ortaya koyar. Ulysses'deki duygu eksikliğinde, kendisini üreten çağdan
kaynaklanan gizli bir duyarlığı görebiliriz. Ancak biz bugün, bunca duyarlı
mıyız?
Yine geleceğin yanıtlaması gereken bir soru.
Şimdilerde bile, çok büyük ölçülerde bir duyarlılık oyunu, (13) aldatmacası
içinde olduğumuzu gösterecek yığınla kanıt bulunmakta. Savaş günlerinin
toplumdaki yaygın acınası duyarlılığını bir düşünün. Bizim, öyle adlandırılan,
hayırseverliğimizi düşünün. Tinbilimciler, duyarlıklarımızın acınası değil de,
güçsüz kurbanları olduğumuzu çok iyi bilirler. Duyarlılık, acımasızlığın
üzerine dikilmiş olan bir üstyapıdır. Duygusuzluk da bunun bir karşıt durumu
olup, kaçınılmaz biçimde eşdeğer kusurları üstlenir. Ulysses'in başarısı,
ondaki duygusal eksikliğin bile, okur üzerinde olumlu etki uyandırdığını
kanıtlar, bununla da, onun bastırma çabasında olduğu duygu fazlalığının
ayırdına varabiliriz. Çok derinden inanmışımda ki; bizler yalnızca Ortaçağ
batağına takılı kalmış değil, kendi öz duygusallığımıza da yakalanmışızdır. Bu
nedenle, kültürümüzde, bir denge unsuru olarak, duygu eksinliğini öğreten bir
yalvaçm yükselişi anlaşılabilir bir olgudur. Yalvaçların, genellikle katı
yanlarından söz edilir, sürekli bir terslik gösterirler, ancak, denilebilir ki,
kimi zaman 'tam üstüne basarlar'
Bilindiği gibi, yalvaçların büyükleri ve
küçükleri vardır, Joyce'un, bunlardan hangisi olduğuna tarih karar verecektir.
Herbir gerçek yalvaç gibi sanatçı da, kendi zamanının gizlerini nedensizce
türküleyen biridir ve çoğunlukla tıpkı bir uyur;gezer gibi bilinçsizdir.
Konuşan kendisidir ama, çağının ruhu onu güdümlemektedir ve bu ruhun sözlerinin
doğruluğu, onun etkileriyle kanıtlanır.
Ulysses, çağımızın bir 'insanlık belgesi'
-NİTELİĞİ TAŞIMASI YANINDA VE BUNUN bile ötesinde, bir gizi barındırmaktadır.
Tinsel bağımlılıkları yokedebilir ve soğukluğu, tüm duygusallığı -dahası,
duyguyu bile- iliklerine dek dondurabilir, ancak bu sağlıklı etkiler, onun
güçlerini tüketemez. Şeytanın tam kendisinin bu çalışmayı desteklediği savı ilginç
olmasına karşın, doyurucu olmanın çok uzağında kalan bir varsayımdır. Onun
içini yaşam doldurmaktadır ve de yaşam, hiçbir zaman belirgin bir biçimde
kötücül ve yıkıcı değildir. Şurası bir gerçektir ki, ondaki en somut nitelik
olumsuz ve yıkıcı oluşudur; ancak ardındaki soyutluğu sezinleyebilir kişi -ona
anlam ve değerini veren gizli bir nedendir bu-. Sözcüklerden ve düşlerden
oluşan bir yamalı yorgan, 'simgesel' olabilir mi? (Tanrı korusun) bir alegori
düşüncesinde değilim ancak, doğasını anlıyamadığımız birşeyin simgesel anlamını
düşünme çabasındayım. Bu garip yapıdan, hiç kuşkusuz, gizli bir anlam pırıltısı
yayılacaktır bu durumda, bir başka zaman ve yerlerde duyulmuş kimi notalar ses
vereceklerdir ve bunlar ola ki, düşlerden ya da unutulmuş ırkların gizemli
erdemlerinden ses getireceklerdir. Bu olasılığa karşı çıkılamaz ancak ben,
kendim, bir anahtar bulamamaktayım. Tersine, yapıt bana, tam bir bilinç ışığı
altında yaratılmış görünmekte; bir düş değil bu, ne de bilinçaltının dışa
yansıması. Zarathustra (Zerdüşt) yâ da Faust'un 2. bölümüyle kıyaslandığında,
bu yapıt çok daha güçlü bir amaçlılık ve yöneliş gösterir. Kuşkusuz kişi,
'arketip' (İlk ömeksel) özellikler taşıyan arkafonu sezinler.
Dedalus ve Bloom'un ardında, evrensel insanın
tinsel ve cinsel figürleri yükselmektedir. Mrs. Bloom belki de, maddeciliğin
içine karışmış bir dişil oluşumu gözlemekte ve Ulysses'in kendisi de bir
kahraman olabilir. Ancak yapıt, bu gidiş üzerine yoğunlaşmaz; tam anlamıyla
ters yöne sapar ve bilincin en nesnel yanını ele geçirme yolunda ilerler.
Açıkçası, simgesel olmadığı gibi, öyle olmak amacını da gütmez. Kimi yerde, bir
parça olsun simgeye başvurmuş olsaydı, bilinçaltı; tüm önlemlere karşın, yazara
bir-iki oyun oynardı. Simgeye başvurulmuşsa bu durum; kişinin o simgenin
anlaşılmaz doğasını araştırdığını, sözcüklerde kendinden kaçan gizi yakalamaya
çalıştığını gösterir. Yakalamaya, anlamaya çalıştığı şey, ister yaşadığı
dünyaya özgü, ister tinsel birşey olsun kişi, tüm ussal gücüyle ona yönelmek ve
derinliklerde kıskançlıkla saklanmış altını gün ışığına çıkarabilmek için, renk
değiştirip duran peçesinden içeri geçmek zorundadır.
Ancak, Ulysses ile ilgili en umut kinci durum,
binlerce peçenin ardında gizli hiçbir şeyin bulunmamasıdır; ne dünyaya döner
yüzünü o, ne de tinsel olana, ama kozmik uzaydan bakan ayın soğukluğunca,
varoluşun ve çürümenin güldürüsünü ve kendi döngüsünü izlemeye bırakır.
İçtenlikle umut etmekteyim ki, simgesel bir yapıt değildir Ulysses, eğer
olsaydı, amacına ulaşamazdı. Yedi yüz otuz-beş sayfanın altına, eşsiz bir
özenle saklanmış olan bu giz ne olabilir ki -bunca karşı konmazcasına süren?
Kişinin, sonuçsuz bir hazine avında, zamanını ve gücünü boşa harcamaması daha
iyi olurdu. Gerçekten de, yapıtın ardında simgesel hiçbir şey olmamalı, tersi
durumda, Bloom ve Dedalus'u sonsuzluğa sürüklerken, bilincimizi tinsel ve
bedensel dünyaya geri çekecek, yaşamın binbir yüzüyle şaşkına çevirecekti. Oysa
bu, tam da Ulysses'in önlemeye çalıştığı şeydir: -Ne tanrılara ne de
duygusallığa köle, ne aşk ne de nefret duyarak ve ne inanç ne de önyargılara
bağlanarak- nesneden sıyrılmış bir bilinç, Ay'ın gözü olmak isteğindedir o.
Bunu öğütlemez, yapar Ulysses -bilinç ayrılması, bu yapıtın sisleri içinden
parlayan amacıdır. Kesinlikle onun gerçek gizidir bu; (14) yeni kozmik bilincin
gizi; ve yediyüzotuz-beş sayfa boyunca güçlükle ve bilinçle ilerleyene değil,
ancak onun dünyasına ve usuna gözünü dikerek yediyüzotuz-beş gün boyunca
Ulysses'in gözleriyle izleyen kişiye kendisini açığa vurur. Her şeye karşın, bu
zaman boyutu, simgesel olarak ele alınmalıdır -“bir kez, nice kez ve yarım
kez”- dolayısıyla belirsiz bir zaman; yine de dönüşümün gerçekleşebileceği
kadar uzun bir zaman.
Bilinç ayrışması; (15) dünyanın ve tinsel
varlığın çarpışan kayalıklarında, Scylla ile Charybdis arasında,
Symplegades'ler arasında yelken basan Odysseus'un Homerik imgesince, ya da
düşsel Dublin cehennemindeki Baba John Conmee ve İrlanda Genel Valisi arasında
olup bitenlerce açıklanabilir, “bir yana fırlatılıp atılan kümelenmiş ışık,”
Liffey boyunca sızarak (sayfa. 239):
“Yalvaç İlyas, kürekli küçük kayık, biryana
fırlatılıp atılan ışık kümesiyle, gemilerin ve trollerin yambaşından, mantar
takımadaları arasında, yeni Wapping caddesi ötesindeki Benson'un takasını
sıyırıp, Bridgewater'den taşıdığı tuğlayla yüklü Rosevean üçdirekli yelkenlisi
boyunca doğuya doğru ilerledi”
Bilinçten bu kopukluk, bu kişilikten uzaklaşış,
Joyce'sal Odyssey'in İthaca'sı olabilir mi? (16)
Kişi, bir hiçlik dünyasında hiç değilse “O”nun
-James Joyce'un kendisinin- orada kalmış olabileceğini düşünebilir. Ancak hiç
kimse, tüm bu mutsuzlar arasında, bu yapıtın belirsiz 'Ben 'lerinin ve tekil,
gerçek egosunun görüntüsünü ayırt etti mi acaba? Gerçek, Ulysses'deki her kişi
üst düzeyde gerçektirler, hiçbiri, olduğundan farklı olamaz, tümü de her açıdan
yalnızca kendileridir. Dahası, hiçbirinin bir egosu yoktur. Tüm bu Dedalus'lar,
Bloom'lar, Harry'ler, Lynch'ler, Mulligan'lar ve ötekiler, “hiçbir” yerde
başlayıp, “hiçbir” yerde biten ortaklaşa bir düşün içinde gelip giderler ve bunların
oluşumu yalnızca o kişilik taşımayan - görülmez Odysseus, bunları düşlediği
içindir. İçlerinden hiçbiri bunun ayrımında değildir ancak yaşamalarının tek
nedeni; bir tanrının, taşını onların varlığı üzerine oynamasıdır. İşte bu
nedenle yaşam -vita somnium breve- dir ve Joyce'sal kişilikler de bu denli
gerçektirler. Ancak, onları saran ego, hiçbir yerde ortaya çıkmaz, kendini
hiçlikle, yargısızlıkla, sevimsizlikle, insana özgü tek bir belirti olsun
yüklenmemekle kendilerini belli ederler. Bu kişilerin yaratıcısı ortalıkta
yoktur, sanki Ulysses'in sayısız kişileri arasında erimiştir. Ancak, belki de
salt bu nedenle, yapıtın tümü, dahası son bölümdeki noktalama işaretlerinin
eksikliği bile, Joyce'un ta kendisidir. Onun; 16 Haziran 1904 gününde oluşan
olayları bir bakışta, dingince kavrayan, çevresinden soyutlanmış derin bilinci,
şunları söylüyor olmalıdır: Tat tu im ası, “Bu sanat sen-'sen, daha üst anlamda
ego değil, kendine özgü, 'kendi' oluşsun. İşte bu 'benlik', ego'yu, noı
-ego'yu, iç bölgeleri, bedenin boşluklarını, images et lart<i ve de
cennetleri kapsar.
Her ne zaman Ulysses'i okumaya kalkışsam, (17)
usuma Rich.trd Wilhelm'ce yayınlanmış olan bir Çinli'nin resmi gelir;
meditasyon durumundaki bir yogi'dir bu; başının üzerinden türeyen beş insan
figürü ve onların da herbirinin başı üstünde biçimlenen yine beşer insan figürü
ile canlandırılmış olan bir yogi. Bu Çin resmi, yogi'nin insan 'ben'inin,
kişisel egosundan sıyrılıp da, daha karmaşık ve daha nesnel bir boyuta geçiş
anındaki tinsel durumunu betimlemektedir. Bu, “dingin ve yalnız ay
tekerleği”nin, yüzyıllardır aranan ve yüceltilen, Hint ve Çin bilgeliğinin en
paha biçilmez incisi değerindeki Doğu'ya özgü günahlardan arınmanın tek amacı
olan 'olmak ve olmamak' özsözünün, ’sat-chit-ananda'nın durumudur.
'Hafif buruşuk not kâğıdı', Doğu'ya doğru
sürüklenir. Bu buruşuk not, her kezinde gizemli bir biçimde 'Elijah' (Yalvaç
İlyas) ile bağıntılı olarak, üç kez Ulysses'de ortaya çıkar. Bize iki kez
“Elijah geliyor.” denilmiştir. Gerçekten de o, genelev sahnesinde (Faust'un
Walpurgis Gecesindeki Middleton Murry ile doğru bir kıyaslama yapıldığında)
notun gizeminin Amerikanca açıklandığı yerde ortaya çıkar, (sayfa 478):
“Delikanlılar şimdi yatın. Tanrının saati
12,35'dir. (18) Annene orada olacağını söyle. Çabuk ol ve kurnazca ası oyna.
Tam burada katıl. Sonsuzluk kavşağında, duraksız koşuya yer ayırt. Son bir söz
daha, Sen bir tanrı mısın yoksa hapı yutmuş bir sersem mi? Mesih'in Coney
Adası'na gelmesine hazır mıyız? Flony Christ, Stephen Christ, Zoe Christ, Bloom
Christ, Kitty Christ, Lynch Christ, bu evrensel gücü duyumsamak size bağlı.
Evrenden korkar mıyız biz? Hayır. Açıların kenarlan erinde ol. Prizma ol. Senin
içinde daha yüce bir 'ben' var. Sen bir İsa, bir Guautama, bir İngersoll ile
dost olabilirsin. Tümcek bu titreşimin içinde misin? Ben olduğunu söylüyürom.
Bir kez sersemlettin mi, müritler ve de cennete sürülen geyik arabası çağdışı
kalır. Beni anladın mı? Bu bir yaşamaydmlatıcısıdır, tamam mı? Şimdiye dek en
sıcak olan bir şey. İçinde reçel olan, bütün bir pastadır o yalnızca. En
sevimli, en huysuz bir çizgidışıdır. Uçsuz bucaksız ve olağanüstüdür.
Yenileştirir.”
Kişi ne olduğunu anlıyabilir: İnsan bilincinin
ayrılışı ve onun sonucu olarak da, tanrısala yaklaşması -Ulysses'in tüm temeli
ve en yüce sanatsal başarısıdır bu- geleneksel bir formülün cübbesinde görülür
görülmez, bir sıçrayışta genelevin sarhoş tımarhanesindeki cehennemsi bir
çarpıklığa katlanır.
Ulysses, kederli gezgin; ada ülkesine, yurduna
dönmek için çırpınır, kendi benliğine dönüş için on sekiz bölümün karmaşasınca
ilerler ve kayıtsızca 'yükseklerden bakarak* aptalların dünyasından kendini
kurtanr sonunda. Aptallar dünyasının ötesine geçmeyi, -Faust'un uğrunda çaba
harcadığı, İsa ya da Buddha'nın başardığı şeyi- zıtlıklardan kurtulmayı
başarır. Ve tıpkı Faust'un sonsuz dişilikte eriyişi gibi, Molly Bloom da (ki,
Stuart Gilbert onu tomurcuklanan dünya ile kıyaslamıştır) uyumlu bir son nota
ile çiğlikli, cehennemi uyumsuzluklara kutsal bir bitiriş yaparak, noktalama
işaretleri olmayan monologunda son sözü söyler.
Ulysses, Joyce'un içindeki yaratıcı tanrıdır,
kendini fiziksel ve düşünsel dünyanın karmaşasından kurtarmış ve onları ayrıksı
bir bilinçle izleyen gerçek bir yaratıcı. Goethe için Faust, Nietzsche için
Zarathustra ne idiyse, Joyce için de Ulysses öyledir. Samsara'daki kör
karmaşadan sonra kutsal evine dönen daha yüksek bir 'beridir. Tüm yapıt
boyunca, Ulysses görünmez, yapıtın kendisidir Ulysses, James Joyce'un küçük bir
evrenidir, tek bir kişi içindeki dünyanın benliği ve benliğin dünyasıdır.
Ulysses evine ancak, usun ve nesnenin dünyasına sırtını çevirdiğinde dönebilir.
Bu da kuşkusuz, 1904 yılının on altı Haziran gününün altında yatan bir
bildiridir; herhangi bir adamın hergününden biri, -HİÇBİR AYRICALIĞI OLMAYAN
KİŞİLERİN- huzursuzca başlayıp amaçsızca birşeyler yapıp eylediği günlerden-
gölgeli bir resim, düşsel, cehennemi, şeytanca; olumsuz, çirkin, kötücül ama
gerçek... Kötü bir resim, insana kötü düşler gördürebilir ya da evrensel bir
’Ash Wednesday' (Paskalya öncesi ilk çarşamba günü)nün havasına sokabilir,
tıpkı yaratıcı'nın 1 Ağustos 1914'de hissetmiş olabileceği gibi. 1914'de,
yaratılışın yedinci günündeki iyimserliğin ardından yaratıcı, kendi elişi ile
kendini tanımlamayı oldukça güç bulmuş olmalı.Ulysses, 1914 ile 1921 yıllan
arasında yazıldı - dünyanın özellikle güleryüzlü bir resmini çizmek ya da onu
sevecenlikle kollar arasına almak için, koşullann hiç de uygun olmadığı
zamanlar. (Bu açıdan bakıldığında, bugün için de aynı şey söylenebilir ya...).
Bu nedenle, sanatçının içindeki yaratıcının olumsuz bir resmini çizmiş olması,
şaşırtıcı değildir, ancak, öylesi kafirce olumsuz bir tabloydu ki bu çizilen;
Anglo- Sakson ülkelerde, bu yapıt, Genesis'teki yaratılış öyküsüyle ters
düştüğü savı ve böyle bir skandaldan kaçınma düşüncesiyle yasaklandı. Ve işte,
yanlış anlaşılmış yaratıcının, kendi yurdunu arayışında nasıl
Ulysses'leştiğinin öyküsüdür bu yapıt.
Ulysses'te, tüm sanatseverlerin çok
hoşlanacakları, çok az duygu yer alır. Ancak, varsayalım ki, Ulysses'in bilinci
başıboş duyuşlara değil de, uslamlayan, anlayış dolu ve duyumsayan bir yüreğe
sahip olan bir egodur. Ardından, onsekiz bölüm boyunca süren upuzun bir yol
uzayıp gider ve çok fazla acının ve çılgınlığın üstesinden gelen yolcu,
günbatımında, yaşamın başlangıcını ve bitimini belirleyen Yüce Ana'nın kollan
arasında batacaktır. Ulysses'in bencilliği altında, büyük bir sevecenlik
gizlidir; o, ne güzel, ne de iyi olan ve hep, daha da kötüye giden bir dünyanın
acılannı bilir, sonsuza doğru yinelenen hergün boyunca, insanın bilincinde
saatler, aylar, yıllarca sürüklenen bir budalaca dansın içinde umutsuzca
yuvarlanır gider. Ulysses, bilincin nesneden ayrışmasına kendini götüren adımı
atmak yürekliliğini göstermiş; kendisini bağımlılıktan, karışıklıktan ve
yanılsamalardan kurtarmış ve böylece de yuvasına doğru yönelebilmiştir.
Yaratıcı deha bir değil, birçok yönlü olduğundan, o, bize, kişisel düşüncenin
öznel anlatımından çok daha fazlasını verir ve anlamını, alınyazısını en az
sanatçının kendisi denli somutlaştırdığı kalabalığın ruhlarına doğru, sessizlik
içinde konuşur.
Joyce'un çalışmasında, olumsuz görünen bütün
soğukkanlı, garip, bayağı, gülünç, şeytanca şeyler, gerçekte övgüye değerdirler
ve bu nedenle de, olumlu erdemleridirler onun. Joyce anlatılmaz ölçülerde zengin
ve binbir yüzlü dili, sıkıcı ve tekdüze bir solucan gibi sinsice, ilerleyen
bölümlere yayılır, ancak bu korkunç düzeyde sıkıcılığın, tekdüzeliğin, bu
yapıtı, dünyanın boşluk ve yoksunluğunun anlatıldığı Mahabharata'sı aşamasına,
destansı görkemine de ulaştırdığı gözlerden kaçmaz, “lağımlardan, çatlaklardan,
kuburlardan, çöp yığınlarından tüm çevreye boğucu kokular yükselir.” (sayfa.
412). Ve bu açık dışkılık içinde, tıpkı düşlerdekince, dinsel bağlamdaki en
yüksek düşünceler kafirce çarpıtılarak yansıtılır. (Alfred Kubin'in Die Andere
Seite'si başkentli Ulysses'in köylü olan bir kuzenidir.)
Dahası, bunu bile, yadsınamıyacağından dolayı
kabul ederim, öyle ki, ölüm öğretisinin (eschatology), çürüme öğretisine
(scatology) dönüşümü Tertullian'ın savını doğrular: Anima naturaliter
christiana.
Ulysses, kendini vicdanlı bir Hristiyan karşıtı
olarak gösterirken, Katolik inancının da sımsıkı sürmekte olduğunu kanıtlar. O,
yalnızca bir hristiyan değil, daha da üst düzeyde bir Budist, Shivaizt ve bir
Gnostik'tir. (sayfa. 481):
“(Dalgaların bir seslenişiyle.)... Tanrıların
ak yoghini. Kermes Trismegistos'un görünmez pimander'i. (Deniz yelinin ıslık
çalan sesiyle) Punaıjanam patsypunjaub. Ayaklarımı sürümeyeceğim artık. Biri
tarafından söylenmişti: soldan kaçın, Shakti mezhebi. (Fırtına kuşlarının bir
çığlığıyla.) Shakti, Shive. Karanlığa gizlenmiş Baba... Aum. Baum. Pyjaum.
Yurtluğun ışığıyım ben, düşsel kremalı tereyağını ben.”
Ne denli dokunaklı ve anlamlı değil mi? Gübre
yığınları üstünde bile, tinin en eski ve soylu hâzineleri yitmez. İnsan
ruhunda, kutsal esinin sonuçta son soluğunu verdiği ve iğrenç pislik içinde
çürüyebildiği hiçbir yarık bulunmaz. Bütün kafirce yol ayrımlarının babası,
yaşlı Kermes haklıdır: “Yukarısı neyse aşağısı da odur.” Stephen Dedalus, kuş kafalı
gök adamı, havanın yoğun gazla dolu bölgelerinden kaçmaya çabalarken, yeryüzü
bataklığı içine düşer ve en derinlerinde, yine kaçtığı yüksekliklerle
karşılaşır. “Ve yeryüzünün en uzak sonlarından mı kaçmalıydım ben?..” Bu
tümcenin sonlan, Ulysses'deki Tanrı karşıtı küfurün en inandıncı kanıtını
oluşturmakta. Daha da iyisi, şu herşeye burnunu sokan Bloom, huysuz ve
iktidarsız şu şehvet düşkünü, pisliğin içinde daha önce başına hiç gelmemiş bir
şeyi dener: Öz biçimsel değişimini. Sevindirici haberler: Cennetlerden gelen
sonsuz belirtiler yokolduğunda, yer mantan arayan domuz, onlan yeni baştan
toprağın içinde buîüf. En üst katmanda olduğunca, onlar en alt katman olarak
değişmez biçimde damgalandıkları için, yalnızca Tann'nın lanetlediği ılımlı
orta katmanlar dışında hiçbir yerde bulunmazlar. (19)
Ulysses, kesinlikle nesnel, kesinlikle dürüst
ve doğrudur. Kişi, dünyanın ve tinsel varlığın gücüne ve kaypaklığına ilişkin
olarak onun gösterdiği kanıtlara güvenebilir. Ulysses, kendi başına
gerçekliktir, yaşamdır, anlamdır; egonun, non- egonun, maddenin ve usun
düşselliği onda bütünleşmiştir. Ve ben, tam da bu noktada bay Joyce'a şunu
sormak isterdim: Hiç kendinizin, Ulysses'in bir temsilcisi, bir düşüncesi ve
belki de bir Ulysses karmaşasının tam kendisi olduğunuzu ayırt ettiniz mi? O
Ulysses ki, yüz gözlü Argos gibi yanı başınızda durmakta, sizin için bir dünya
ve karşı-dünya kurgulamakta, bu dünyayı ve karşı-dünyayı öyle şeylerle
doldurmakta ki, kendi egonuzun farkına onlarsız varabilmeniz olanak dışı kalmaktadır.
Değerli bir yazarın, bu soruya ne yanıt verebileceğini bilmiyorum. Ya da bunun,
benim işim olup olmadığını da bilmiyorum, ancak fizikötesi yolda ilerlememi
hiçbirşey durduramaz benim. Dünyanın tüm özelliklerini barındıran bir küçük
parçası olarak Dublin'in, 16 Haziran 1904'de, dünya tarihinin kaotik
bütünlüğünden ne denli ustaca çıkarıldığının, yalıtılmış bir gözlemci
tarafından, öğretici bir kesinlikle, tüm ayrıntılarıyla aktarıldığının ayrımına
varan herkes, bu soruyu sormaya zorlanacaktır. İşte caddeler, evler, yürüyüşe
çıkmış genç bir çift, reklamcılık işine gitmekte olan gerçek bir Bay Bloom ve
özlü bir felsefe ile yolunu saptırmış gerçek bir Stephen Dedalus. Bay Joyce'un,
kendisinin bile, Dublin'de bir köşe başında belli belirsiz göze çarpma olasılığı
var. Niçin olmasın ki; Joyce'un kendi de, Bay Bloom denli gerçektir,
dolayısıyla ortaya çıkarılabilir, parçalara ayrılıp; (Sanatçının Genç Bir Adam
Olarak Portresi) gibi de betimlenebilir, öyleyse kimdir Ulysses?
Hiç kuşkusuz, bir bütünlüğün, bir toplamın
simgesidir ve tekliktir, Ulysses'de yer alan tüm tekil görüntülerin bütünüdür -
Bay Bloom, Stephen Bayan Bloom ve ötekiler, Bay Joyce'u da içermek üzere... Bir
varlık düşünün ki; yalnızca birbiriyle çatışan, bozuk-düzendeki sayısız
tinlerin sıkıştırılmasıyla yoğunluk kazanan renksiz bir ruh değil, aynı zamanda
evlerden, caddelerden, kiliselerden, Liffey'den, genelevlerden ve denize doğru
sürüklenmekteki, kırıştırılmış bir kâğıt parçasından oluşmuştur - ve o sırada
da duyan, kaydeden bir bilinç taşımaktadır. Böylesi bir canavarca oluşum,
kişiyi kurgulamak zorunda bırakır, özellikle de o kişi, hiçbirşeyi
kanıtlıyamıyorsa ve yalnızca tahmin yürütmek durumunda kalmışa. Açığa vurmam
gerekir ki, bir cam yansımasında tüm nesnelerin öznesi durumunda olan Ulysses;
Bay Bloom gibi davranan bir varlık olarak, bir basımevi olarak ya da
kırıştırılmış bir kâğıt parçası olarak, gerçekteyse; tüm bu örneklerin “gizli
karanlık babası” olarak, çok daha anlaşılır birşeydir. “Ben kurban eden ve
edilenim.” İçsel bölgelerin diliyle: “Ben düşsel kremalı tereyağını ” Dünya
sevgiyle sarıldığında, tüm bahçeler çiçeklenir, ama arkasını döndüğü anda, her
zamanki boş günler birbirini izler - labitur et labetur in omne volubilis
aevum. (20)
Yaratıcı, öncelikle aşın gurur duygusu içinde,
kendine kusursuz görünen bir dünya yarattı; ancak' başını kaldınp, dikkatlice
baktığında, kendi elinden çıkmamış bir ışık gördü. Bunun üzerine, kendi evine
çekildi. Ama bunu yapar yapmaz; erkeksi yaratıcı gücü, dişil olmaya dönüştü ve
açıklamak zorunda kaldı:
Bütün ölümlü şeyler
Yalnızca yansımalardır
Ancak ulaşılmaz olanda
Gerçek kusursuzluk vardır
Gerçekte olup biten
Anlatılmaz olandır
Ve sonsuz dişiliktir
Bizi ayartıp duran
Mikroskop lamındaki örnekte, çok aşağılarda,
yeryüzünde, İrlanda'da, Dublin'de, 7 Eccles sokağında, 1904 yılı Haziran ayının
17. günü, saat sabahın altısı; yatağından uykulu bir durumda doğrulmakta olan
bayan Bloom'un uysal sesi konuşur:
“O ve deniz kıpkırmızı kesilir kimi zaman bir
ateş gibi ve görkemli günbatımlan ve Alameda bahçelerindeki incir ağaçlan evet
ve bütün belirsiz küçük caddeler ve pembe ve mavi ve sarı evler ve gül
bahçeleri ve yasemin ve sardunyalar ve kaktüsler ve dağının bir çiçeği gibi bir
kızı olduğum Gibraltar evet gülü Andalusyan kızlarının yaptığı gibi saçlanmın arasına
koyduğumda ya da kırmızıya büründüğümde evet ve beni Fas duvannın altında nasıl
öpmüştü ve iyi diye düşünmüştüm en az herhangi biri denli iyi ve sonra yine
soran gözlerle sormuştum ona evet ve sonra o bana benim evet demeyi kabul edip
etmiyeceğimi sormuştu benim dağ çiçeğim ve önce kollanmı ona doladım evet ve
onu kendime doğru çektim böylece göğüslerimi sütün kokuyu hissedebilirdi evet
ve kalbi çılgınca çarpıyordu ve evet evet dedim evet diyeceğim.”
O Ulysses, sen, amaç-sarhoşu, amaç-yüklü beyaz
adam için gerçek bir dinsel yapıtsın. Sen, tinsel bir deneyim, çileci bir
öğreti, acılı bir ayin, onsekiz imbiğin üst üste dizilişiyle, amino asitlerin,
ağulu gazların ve ateşin ve buzun, yeni ve evrensel bilinç cininin damıtıldığı,
gizemli bir amaç uğruna güdülen yol ve yöntemsin.
O Ulysses, hiçbirşey söylemiyor ve hiçbirşeyi
ele vermiyorsun, ancak bizlerin imanımızı gevretiyorsun. Penelope'nin, artık
dokuması hiç sona ermeyecek giysisini dokumaya gereksinimi kalmadı, o artık
kocası serserice dolaşmalarına son verdiği ve eve döndüğü için, yeryüzünün
bahçelerinde keyfine bakıyor. Bir dünyanın yok olduğu yerde yenisi yaratılır.
Son söz: Ulysses okumalarımda, oldukça başarılı
olmaya başladım artık - İleri!
SON EK
Yukarıdaki çalışmanın doğuşu ilgi çekicidir,
çelişkili açıklamalar içeren çevirileri yayınlanmıştır. Gerçek olduğuna
inanılandan başlıyarak, bu çevrilenler şunlardır:
1-
9.
paragrafta Jung, bu incelemeyi bir yayımcının ona, “Joyce ya da Ulysses üzerine
düşüncelerini” sorması üzerine yazdığını belirtmişti. Bu kişi, 1927 yılında,
Ulysses'in Almanca çevirisinin yayınlandığı (2. ve 3. baskılar, 1930)
Rhein-Verlag (Zürih) eski başkanı olan Dr. Daniel Brody'dir. Dr. Brody, 1930
yılında Münih'te Jung tarafından verilen “Yazarın Psikolojisi” konulu bir
konferansta bulunduğunu anlatmıştır. (Büyük bir olasılıkla bu, önceki
çalışmalardan olan “Psikoloji ve Edebiyat”ın eski bir uyarlamasıydı). Jung'la
konuştuktan sonra Dr. Brody, Jung'un adını vermeksizin Joyce'a ilişkin
düşünceler ürettiğini söylemiştir. Jung, bunu yalanlamışsa da, Ulysses'ten bir
bölüm okumuş ve etkilenmiş olduğunu belirtmiştir. Dr. Brody - Rhein- Verlag'ın
bir Edebiyat dergisi çıkarma hazırlığını ve ilk sayıda Jung tarafından, Joyce
üzerine yazılmış bir İnceleme ile başlamak istediklerini duyurmuştu. Jung bu
öneriyi uygun bularak, yaklaşık bir ay sonra Dr. Brody'ye -Dr. Brody'nin
görüşüyle, Joyce ve Ulysses'e katı, rahatsız edici yaklaşım içinde, olayı
klinik bir olgu bakış açısıyla ilgilenilmiş olduğu- İncelemeyi gönderir. Dr. Brody,
kendisine “NIEDRIGER- HANGEN” (aşağı sallandır) anlamında 'yayınlayıp ortaya çıkar'
diye telgraf çeken Joyce'a göndermiştir. (Joyce; saldırgan bir ses
duyuranların, herkesin görebileceği bir yere asılması için bir emir vermiş olan
Büyük Frederick'e gönderme yapmaktaydı.) İçlerinde Stuart Gilbert'in de
bulunduğu Joyce'un arkadaştan, Jung'un basılması için diretişine karşın,
yayınlanmamasını önermişlerdi. O sıralar, Almanya'da politik gerilim yükselmiş,
bu nedenle de Rhein- Verlag, Edebiyat dergisi tasarısından vazgeçme karan
alarak, söz konusu yazıyı Dr. Brody eliyle Jung'a geri göndermiştir. Bunun
ardından, Jung, Deneme'yi gözden geçirip (katılığını bir parça eksilterek) 1932
yılında Europaische Revue'de yayınlar. Özgün biçimi hiçbir zaman ortaya çıkmaz.
Yukanda belirtilen özet, Dr. Brody ile
yayıncılar arasındaki son görüşmelere ve Dr. Brody'nin güvenini kazanmış olan
Prof. Richard Ellman'ın mektubunun içeriğine dayanmakta. Prof. Ellman, bu
konuyu Joyce üzerine yazdığı yaşamöyKüsünün yeni bir baskısında ele alacağını
belirtmiştir.
2-
James
Joyce üzerine yapıtının ilk baskısında (1959, sayfa 641) Prof. Ellman;
Brody'nin Jung'dan, Ulysses'in Almanca çevirisinin üçüncü baskısı (1930'lann
sonu) için bir önsöz istediğini yazar. “James Joyce'un Dünyası”nda Patricia
Hutchins, Jung'a bir söyleşide gönderme yapar: “Otuzlarda, benden Ulysses'in
Almanca baskısı için önsöz yazmam istendi ama gerçekte bu bir başarı olmadı.
Sonradan bunu yapıtlarımdan birinde yayınladım. İlgim, yazınsal değil ancak mesleksel...
Benim açımdan yapıt, en değerli dokümandı...”
3-
Harriet
Shaw Weaver'a 27 Eylül 1930'da Paris'ten gelen bir mektupta, Joyce şöyle yazar,
“Rhinverlag Jung'a, Gilbert'in kitabının Almanca baskısı için bir önsöz yazması
önerisinde bulundu. O ise buna, onların üzüldüğünü, ancak benim onlardan bunu
kullanmalarını istediğimi anlatan, çok uzun ve düşmanca, saldırgan bir yanıt
verdi,” (Mektuplar, Basım Stuart Gılbert, sayfa 294) Rhinverlag, 1932'de James
Joyce'un “Ulysses”inin Almanca basımını yapar: A study, as Das Ratsel Ulysses.
Bay Gilbert, yayıncılara yazdığı bir mektupta şunu söyler: "Jung'un.
Ulysses Denemesinin anılarımda belirsiz kalmasından korku duyuyorum, ancak...
Jung'dan Ulysses'in hiçbir Almanca baskısı için değil de, benim Ratsel için bir
yazı yazmasını istediğinden az çok eminim.” Prof. Ellman, hemen ardından
mektubunda yorum yapar: “Kuşku duymaktayım ki, Jung'la pazarlığın belli bir
aşamasında, Deneme'yi, Gilbert'in yapıtı için önsöz olarak kullanma olasılığı
ortaya atılmış olabilir, tıpkı Brody'nin önerisinde ya da Joyce'unkinde
olduğunca."
Jung, Joyce'a aşağıdaki mektupla birlikte,
Deneme'sinin elden geçirilmiş çevirisinin bir örneğini gönderir, (cf. Ellman,
James Joyce sayfa 642):
Küsnacht-Zürich Seestrasse 228 27 Eylül 1932
James Joyce Esq.
Hotel Elite
Zürich
Sayın Bay,
Sizin Ulysses'iniz, dünyayı öylesine altüst
olmuş psikolojik bir sorun olarak sundu ki, birçok kez onun psikolojik
sorunları üzerine, olası bir bilirkişi olarak çağrıldım.
Ulysses, aşın ölçüde çetin bir ceviz olduğunu
kanıtladı bana, usumu yalnızca en alışılmadık çabalarla zorlamanın ötesinde,
alışılmışın dışındaki uzunlukta yolculuklara da zorunlu kıldı. (Bir
bilimadamının dayanak noktalanndan konuşulursa).
Yapıtınız bir bütün olarak, bana sonu gelmeyen
bir acı verdi, üç yıl boyunca, kendimi kitabın içeriğine sokmayı başanncaya
dek, bu yapıt üzerine kara kara düşünüp durdum. Ancak, şunu belirtmeliyim ki,
size olduğu denli yapıtınıza da çok büyük gönül borcu duymaktayım, çünkü ondan
pek çok şey öğrendim. Ola ki, hiçbir zaman, kitabınızdan tam anlamıyla
hoşlandığımdan emin olamıyacağım, çünkü çok fazla sinir bozucu etkiler ve gri
tonlar taşımakta benim için. Aynı zamanda, Ulysses üzerine yazdıklarımdan sizin
de hoşlanıp hoşlanmıyacağınızı bilmiyorum, çünkü ben tüm dünyaya ondan ne denli
sıkıldığımı, ne denli söylendiğimi, ne ölçüde ilgilendiğimi ve ne denli hayran
olduğumu söyleyemedim. Sondaki 40 sayfalık duraksız koşu, gerçek psikolojik
yetkinlikler içermekte. Sanıyorum ki, şeytanın büyük annesi, bir kadının gerçek
tinsel dünyası üzerine, benim bilemiyeceğim pek çok şeyi bilir.
Ben yalnızca bu küçük Deneme'mi, Ulysses'inizin
labirentinde yolunu yitiren ve tümüyle şansın yardımıyla kurtulabilen kusursuz
bir yabancının güldürülü bir çabası olarak sunmaya çalışıyorum size. Denememden
toplayabileceğiniz bütün sonuçlar, Ulysses'in dengeli sayılabilecek bir
tinbilimciye yaptıklarıdır.
En derin teşekkürlerimle,
Saygılarımla
J. G. Jung
Ulysses'in Jung'daki kopyasının ilk (ya da son)
boş sayfasında, Joyce'un elyazısıyla aşağıdaki not bulunmakta: “Dr. J. G.
Jung'a yardımları ve düşünceleri için teşekkürlerimle.
James Joyce.
Xmas 1934. Zürich."
Kopya, Jung'un Deneme'yi yazdığı sırada sahip
olduğu örnek olmalı, çünkü tırnak içine alınmış kimi bölümler, kurşun kalemle
imlenmiş.
PİCASSO(l)
Bir tinbilimci olarak, tüm coşkumu Picasso
üzenndı yoğunlaştırdığım için, okurdan özür dilemek zorundı duymaktayım
kendimi. Eğer bu bana yetkili bir makamdar önerilmiş olmasaydı, belki de hiçbir
zaman, bu konuda kalem oynatmazdım. Ressamın ve onun garip yaratısının bana
önemsiz bir konu olarak görünmesi değildir bunun nedeni - herşeyden önce, onun
yazınsal sanattaki kardeşi olan James Joyce ile ciddi bir biçimde
ilgilenmiştim. (2) Tam tersine, Picasso sorunu bana, küçük bir Deneme'nin
kapsayamıyacağı denli geniş, güç ve karmaşık göründüğünden, bütün ilgimi
çekmekte. Bu konu üzerine, düşünce ileri sürme yürekliliği bulsam bile,
kesinlikle Picasso'nun sanatı ile değil, sanatının psikolojik yanı ile ilgili
olmalıydı bu. Bu yüzden de, sanatsal eleştiri ile ilişkili estetik sorunları
bir yana bırakıp, bu düzeydeki bir sanatsal yaratıcılığın altında yatan tinsel
olgularla kendimi sınırlayacağım.
Yaklaşık yirmi yıldır kendimi, tinsel
durumların resimsel anlatımı psikolojisiyle meşgul etmekteyim ve bu yüzden,
Picasso'nun yapıtlarına profesyonel bir bakış açısından yaklaşmak durumundayım.
Deneyimlerimin ışığında, okuru temin ederimki, Picasso'nun tinsel sorunları
üzerine, yapıtlarından edindikleri izlenimler, benim hastalanmınkilerle kuvvetlice
örtüşmektedir. Ne yazık ki, karşılaştırmalı çalışma ürünlerimiz yalnızca birkaç
uzman tarafından bilindiği için, bu noktada kanıtlar sunamıyorum. İlerdeki kimi
gözlemlerim, bu nedenle dayanaksız görünebilecek ve okurun iyi niyetine ve düş
gücüne gereksinim duyacaktır.
Nesnel olmayan sanat, kapsamını “iç
derinlikler”den alır. Bilinç, genellikle nesneleri görüldükleri biçimde
algıladığı ve genel beklentiler doğrultusunda görünümleri içerdiğinden, bu
“içsel derinlik” kavramı, bilinçlilikle eş anlamı vermez.
Picasso'ya gelince, onun ele aldığı nesnelerin
görünümleri, genel beklentileri farklı biçimlerde ortaya çıkar - bu görünümler
öylesi ayrıktırlar ki, dış dünyadan hiçbir nesneye benzemezler. Zaman-dizinsel
olarak bakılırsa, çalışmalarında, görgül nesnelerden giderek uzaklaşan, dışsal
deneyime uymayan, bilincin gerisindeki “iç”ten - ya da bu bilincin gerisindeki
beş duyunun ötesinden ve üzerinden, dış dünyaya yönelik evrensel bir algılama
organından geliyormuşcasma ortaya çıkan öğelerde artış olduğu gözlenmekte.
Bilincin ardında kesin bir boşluk değil; tıpkı dış dünyanın, yüzeyden ve
dışarıdan bilinci etkilediğince, bilinci de içeriden ve ardından etkileyen
bilinçsiz ruh durumu yatar. Resim sanatıyla ilişkili olan bu unsurlar, dış
dünyaya uygun düşmediklerinden, “içsel” kökenli olmalıdırlar.
Bilinci en belirgin bir biçimde etkilemesine
karşın, görünmez ve düşlenemez olduğundan , temelde bu “içsel” etkiler
altındaki hastalarımı, yapabildikleri kadar iyi resimsel biçimlerle kendilerini
anlatmaları için inandırmaya çalışırım. Bu dışavurum metodunun amacı,
bilinçaltının içerdiklerini ulaşılabilir bir düzeye ulaştırarak, hastanın
anlayışına yaklaştırmaktır. Bu uygulamanın sağaltım etkisi, bilinç ortamından
bilinçsizlik sürecine geçerken oluşabilecek sakıncalı bölünmeyi engellemektir.
Nesnel ya da bilinçli betimlemelerin aksine, tinsel bağlamdaki etkilerin ve
süreçlerin bütün resimli betimlemeleri simgeseldir. Kabaca ve hemen hemen
doğruya yakın bir yaklaşımla, zaman oluşumunun bilinmezliğini imlerler. Bu
nedenle, tek ve ayrıksı bir örnekteki herhangi bir kesinlik düzeyinde, herhangi
birşeyi belirlemek (ve herhangi birşeye karar vermek) büsbütün olanaksızdır.
Kişi, yalnızca garipseme, karmaşıklık ve anlaşılmazlık duygulan içindedir.
Gerçekte ne anlatılmak istendiğini ya da neyin betimlenmekte olduğunu bilmez.
Kavrayış olasılığı, yalnızca bu gibi birçok resimle yapılan, karşılaştırmalı
çalışma sonunda gelebilir. Sanatsal düş gücünün eksinliğinden dolayı hastalann
resimleri, çağdaş, modem sanatçılannkine oranla, genelde daha açık, anlaşılır
ve daha basittirler ve bu nedenle de, anlaşılmalan daha kolaydır.
Hastalar arasında iki öbek ayırt edilir: (3)
Nörotikler ve şizofrendeler. Birinci öbek; her yana yayılan ve birleşik
karakterli, yapay özellikler taşıyan resimler üretirler. Tümcek soyut
olduklarında, bu nedenle de duygu öğesinden yoksun olduklarında, kesinlikle
simetriktirler ya da üzerlerinde yanılgıya düşülemez acılı bir anlam taşırlar,
öte yandan ikinci öbektekiler, duygusal yabancılıklarını, ayrık durumlarını hemen
açığa vuran resimler yaparlar. Ne olursa olsun, birleşik ve uyumlu bir tinsel
yapıyla değil de, çelişik duygularla ya da daha ileri giderek, büsbütün duygu
yoksunu olarak iletişim kurarlar. Tümüyle biçimsel bakış açısından ana özellik
olarak, “kırık çizgiler”de kendini açığa vuran bir
parçalanma örneğidir bu. (Kırılma çizgileri,
yerbilimsel anlamda, kendini doğrudan resimde gösteren bir dizi tinsel
hatadır.) Resim, izleyeni herhangi birşeye inandırma çabası gütmez; mantığa
aykırılığı, garipliği, umursamazlığı ile rahatsız eder. İşte bu, Picasso'nun da
içinde bulunduğu öbektir.
İki öbek arasındaki açık farklılıklara karşın,
yaptıkları ürünlerde ortak olan birşey vardır: Simgesel içerikleri. Her
ikisinde de, anlamlar gizlidir; ancak, nörotik, kendisine uygun düşen anlam ve
duyguyu arattırır ve izleyenlerle iletişim kurma eğilimindedir. Şizofren'e
gelince, içerdiği anlamın bir kurbanı gibi görünür. Sanki anlamının altında
ezilmiş, baştanbaşa onunla kaplanmış ve yutulmuş, nörotiklerin, en azından
üstesinden gelmeye çalıştıktan öğeler içinde erimiş gibidirler. Joyce üzerine
söylemek istediğim; onun şizofrenik dışavurumların iyi bir örneğini
göstermesidir: Hiçbirşey izleyiciyi doyurmaz, herşey ona sırt çevirir,
rastlantısal bir güzellik dokunuşu bile, davadan vazgeçilirken içine düşülen
bağışlanmaz bir gecikme nedeniyle oluşur. Ortaya çıkan, çirkin, hasta,
biçimsiz, anlaşılmaz ve bayağıdır - anlatım, herhangi birşeyi açıklamaktansa
gizlemek içindir; bu öylesi bir gizleyiştir ki, anlatım her nasılsa, bir
gizleyişi ortaya koymaktan çok, terkedilmiş kırların üzerine soğuk bir sis gibi
yayılır; herşey alabildiğine anlamsızdır, tıpkı izleyicisiz bir tiyatro
oynarcasına.
Kişi, birinci öbektekilerin neyi anlatmaya
çalıştıklarını ve ikinci öbektekilerinse, neyi anlatamadıklarını önceden
sezebilir. Her iki öbekteki içerik, gizli anlamlarla doludur. İster yazınsal
ister çizimsel biçimde olsun, her çeşitten bir dizi imgelem, bir kuralmışçasına
Nekyia'nm simgesiyle başlar - Hades'e yolculuk, bilinçdışına düşüş ve üst
dünyadan uğurlanış. Bunun ardından olan biten, gündüz dünyasının biçim ve
anlatımıyla sürmesine karşın, gizli düşüncelerin izlerini taşır, bu nedenle de,
simgesel niteliktedirler. Böylece Picasso, Mavi Dönem'inin nesnel tablolarına
başlar -gecenin, ayın, suyun mavisi, Mısır yeraltı dünyasının tuatmavisi.
Ölmüştür ve ruhu at sırtında bilinmeze doğru yola çıkar. Günlük yaşam yakasına
yapışmıştır ve bir kadın, çocuğuyla birlikte dikkatlice üzerine tırmanır onun.
Gün ona ne ölçüde dişil görünmekteyse, gece de öyledir; bunu tinbilimsel açıdan
tanımlarsak, onlar ışığın ve karanlığın tinleridirler. Karanlık olan, oturup
bekler ötekini, kötücül kaygılar uyandırarak, mavi alacakaranlıktan
çıkageleceğini umar. Renk değişimiyle, yeraltı dünyası içine gireriz bizler.
ölüm vuruşludur nesneler dünyası; frengili, veremli yeniyetme fahişenin
başyapıtı netleşirken. Fahişenin betimlenişi, ölümlü bir tin olarak, kendisi
gibi olanlarla karşılaştığı bilinmeze açılan yolda başlar. Bu ruhtan
sözederken, Picasso'nun, yeraltı yazgısından acı çekmekte olan kişiliğini
vurgulamaktayım - onun içinde yer alan, günün dünyasına dönemeyip, yazgısal
olarak karanlığın içine sürüklenen; iyilik, güzellik gibi kabullenilmiş
ülküleri değil de, şeytansılığın ve çirkinliğin kötücül çekiciliğini izlemekte
olan kişiden sözetmekteyim. Çağdaş insanın iyi bildiği, işte böylesi
hristiyanhk karşıtı ve şeytani güçlerdir ki; yazgının kuşatıcı duyularını
ortaya çıkaran, günün parlak dünyasını Hades'in sisiyle örten, onu ölümcül bir
çürümeyle kokuşturan ve sonuçta, bir depreme uğramışçasına parçalarına,
kırıntılarına, ıskartaya dönüşen artıklarına, enkazına ve altüst olmuş
birimlerine dek ayrıştıran. Picasso ve O'nun sergileri, tıpkı onları izlemeye
gelen yirmisekiz bin kişi gibi, yaşadığımız günlerin bir imidir.
Nörotik öbekten biri böylesi bir yazgıyı
yüklendiğinde, genellikle “karanlık kişilik” formundaki bilinçdışı ile,
ürkütücü kertede biçimsiz bir “Kundry” ile, ilkel çirkinlik ya da içsel
güzellikle karşı karşıyadır. Faust'un başkalaşımındaki - Gretchen, Helen, Mary
ve de kuramsal “Sonsuz dişilik”, kendini kutsal yeraltı dünyasının dört kadın
figürü olan Eve, Helen, Mary ve Sophia'da bulur. Ve tıpkı Faust'taki ölümcül
olaylar, biçimsel değişimlerle yeniden ortaya çıkışların karışıklığında olduğu
gibi, Picasso da biçimleri değiştirir ve trajik Harlequin'in (soytarı) YERALTI
DÜNYASINDAKİ biçimiyle yeniden ortaya çıkarır - bir dizi tablo boyunca süren
bir konudur bu. Bu arada, Harlequin'in, antik bir “ölüler ülkesi” tanrısı
olduğu da belirtilmelidir. (4)
Antik çağlara dönüş, Homeros'un günlerindeki
Nekyia'dan bu yana uygulanmaktadır. Faust, “Cadılar Ayini”nin yapıldığı ilkel
zamanların çılgın dünyasına ve klasik antik çağın düşsel görüntülerine geri
döner. Picasso'nun kabalığı; dünyasal biçimleri, biçimsizliği ve ilkelliği getirir
akla; soğuk, parlak bir ışığın altındaki antik Pompei kentinin ruhsuzluğunu
yeniden araştırır - Giulio Romano bile daha kötüsünü yapmamıştı bunun. Çok
ender de olsa, hiç mi neolitik sanata yönelmeyen ya da Dionisyan şenliklerini
anımsatırcasına eğlenmeyen hastam olmadı benim. Harlequin, tıpkı Faust gibi,
bütün bu reformlar boyunca, avare dolanır durur, elindeki lut, şarap ya da
üzerindeki soytarı giysisinin parlak pullan dışında, kendisini ele veren
hiçbirşey olmamasına karşın. Ve o, insanın bin yıllık tarihi boyunca süren
yabanıl gezisinden ne öğrenmiştir? Bu döküntü ve süprüntü yığınından, biçimin
ve rengin bu yan - doğmuş ya da vazgeçilmiş olasılıklanndan nasıl bir öz
çıkaracaktır? Bu sonuçtan; bütün bu parçalanışın anlamı olarak, ne gibi bir simge
çıkacaktır ortaya?
Picasso'nun başdöndürücü çok yönlülüğü
karşısında, kişinin düşünce üretebilmesi güçtür, bu nedenle daha çok,
hastalanmın ortaya koyduğu olgulardan söz edeceğim şimdilik. Nekyia, amaçsız
değildir, yalnızca yok edici bir uçurum içine düşüştür; anlamlı bir “katabasis
eis antron”, başlangıcın ve gizli bilginin mağarasına iniştir. İnsanoğlunun
tinsel tarihine olan yolculuğu, nesnel olarak, kandaki anılan uyandınp, insanın
tümüyle yeniden yapılanmasını sağlar. Anaya doğru iniş, Faust'a, tüm günahkâr
insanlığı, -Paris'in Helen'le birleşmesi- çağdaş insan kendini tek yanlılık
içinde yitirdiği zaman unutulan bu “homo totus”u, yüceltme olanağını vermiştir.
Tüm zamanlarda ve de daha üst düzey dünyada, sarsıntılara neden olmuş ve hep de
olacak büyük değişimleri yaratan odur işte. Bu adam, çağdaş adamın karşısında
durur, öteki, içinde bulunduğu anın bir ki şişiyken; o, daha önceleri kim
idiyse, yine o olandır. Buna koşut olarak, benim hastalarımda da, katabasis ve
katalysis'in insan doğasının çift kutupluluğunun ve çatışan karşıt kutup
çiftlerinin gerekliliğinin algılanışı izler. Çözülme döneminde yaşanan
çılgınlık simgelerinden sonra, karşıtların biraraya gelişlerini betimleyen
görüntüler gündeme gelir:
Aydınlık / Karanlık, yukarı / aşağı, ak / kara,
dişi / erkek, vb... Picasso'nun en son tablolarında, karşıtların birleşmesini
betimleyen motif, bunların doğrudan örtüşmelerinde açıkça görülebilir. Dahası,
bir tablo (birçok kırık çizgiler içerse de) aydınlığın ve karanlığın
birleşmesini içerir. Son dönemin keskin, uzlaşmayan, dahası yabanıl renkleri,
bilinçaltının çatışmalarda şiddet kullanarak üstünlük sağlama eğilimini
yansıtır. (renk=duygu)
Bu durum yalnızca hastanın dışa bakışında bir
genişleme oluştuğu anlamına gelir, görüşü artık insanın ahlaki, hayvansal,
ruhsal doğasının tümünü kapsamaktadır onun; ancak yaşayan bir bütünü daha
biçimlendirememiştir. Picasso'nun içsel oyunu (drame interieur) çözümden önce,
bu son noktaya ulaşmıştır. Gelecekteki Picasso konusundaysa, bu içsel serüven
sakıncalı bir durum yaratacağından ve her an bir duraksamaya ya da birleşmiş
olan karşıtlıkların, korkunç bir patlamayla ikiye bölünmelerine yol
açabileceğinden, herhangi bir kehanette bulunmayacağım. Harlequin, -konuyu bir
parça olsun bilenlerin de algılayacakları üzere- giysisinde gelişimin bir
sonraki evresinin simgelerini daha baştan beri taşıyor olmasına karşın, trajik
belirsizlikte bir karakterdir. O, gerçekten de Hades'in tehlikeleri arasında
ilerlemek zorunda kalmış olan bir kahramandır, ancak başanlı olacak mıdır
acaba? İşte bu yanıtlayamayacağım bir soru. Harlequin, içimi ürpertir benim
-Zarathustra'daki “soytarı gibi rengarenk kişiyi”-, hiçbirşeyden kuşkulanmamış
olan ip dansçısının (bir başka soytarı) üzerinden atlıyarak, onun ölümüne neden
olan kişiyi fazlasıyla andırır. Sonra Zarathustra, Nietzsche'nin ta kendisi
için ürkünç derecede geçerli olduğu ortaya çıkacak olan şu sözleri söyledi:
“Ruhun, bedeninden de önce can verecektir: bundan öte birşeyden korkma.”
Buffbon'un kim olduğu, ip cambazına, daha güçsüz alter ego'suna seslendiğinde
açığa çıkıyor: “Kendinden daha iyi olanın yolunu kapatmaktasın!” O, kabuğunu
kıran daha üst düzey bir kişiliktir ve bu kabuk, kimi kez - beyindir.
NOTLAR
1-
(Ulysses'den
bu çeviri, her ne kadar Jung'un 1922 yılındaki ilk baskıyı görmüş olmasına
karşın, -Paris, 1928- 10. basımın elinde bulunan örneğinden uyarlanmıştır.)
(Yazar,
Wirklichkeit der Seele'deki çevirsinin önsözüne şunları eklemiştir:)
Bu edebi Deneme,
ilk önce Europaische Revue'de yayınlanmıştı. Tıpkı Picasso üzerine yazmış
olduğum incelemede olduğu gibi, bu çalışmam da, bilimsel bir inceleme niteliği
taşımaz. İlk cildin içeriğine alış nedenlerim ise; Ulysses'in çağımız açısından
çok karakteristik nitelikler taşıması ve çalışmalarımın, edebi malzeme üzerine
uyarlandığında, düşünülerin nasıl önemli bir rol oynadıklarını gösterebileceği
düşüncemledir. Deneme, bilimsellik kaygısından uzak olduğu denli, eğitici bir
nitelik de taşımaz, yalnızca öznel bir bakış olarak, okurun ilgisine
sunulmuştur.
2-
Joyce'un
da söylediği gibi (Work in Progres, in transition): “Atomlardan ve
olasılıklardan çıka geliriz, dokunur ve gideriz, ama sonu gelmez ufak tefek
nedenlerle önceden yargılanmış olarak.” (Finnegans Make'de olduğu gibi (1939).
Sayfa 455. Bu parça, 1924-38 yıllarında, Work in Progress başlığı altında,
aylık bir dergide ve başka biryerde de yayınlanmıştır - Yayıncı.)
3-
Curtuis
(James Joyce und sein Ulysses)de, Ulysses için; “Bir İsa karşıtı çalışma,
(Luciferyen) şeytansı bir kitap.” diye yazmıştı.
4-
Curtuis
(aynı yapıt, sayfa 60): “Joyce'un çabasının özü, fizik ötesi bir hiçliktir.”
5-
Sayfa
134'ün alt ve 135’in üst bölümünde beni uykuya düşüren büyülü sözcükler: “Eğer
düşgücü ya da yontucu eliyle biçimsel değişime uğratılmış ya da uğratılmakta
olan ruhun mermerinde yarattığı şey yaşamayı hak ediyorsa, donmuş müzikteki bu
taş yontu, insanlığın kutsadığı boynuzlu ve müthiş biçim, bu usun ve esinin
sonsuz simgesi de buna -yaşamaya- hak kazanır.” Tam bu noktada, uykudan
baygınlaşmış olarak, sayfayı çevirdim ve gözüm şu bölüme takıldı: “Savaşa
yatkın bir adam; taş boynuzlu, taş sakallı, taş yürekli.” Musa'ya göndermeydi
bu tümce, Mısır'ın baskısıyla gözü yıldırılmış olan adama. Bilincimi kapayan
uyutucuyu içermekteydi bu iki bölüm düşünsel gücün eylemsiz bilinçsizliğini
devreye sokarak- ki yalnızca bilinç düzeni bozulmuş olmalıydı. Tıpkı daha sonra
ayırdına vardığım gibi, yazarın ne yapmakta olduğu ve uğraşının ardında yatan
düşüncenin ne olduğu ilk kez burada kafama dank etti.
6-
Work
in Progress'de bir hayli güçlendirilmiştir bu. Carola Gideon-Welcker, yerinde
bir görüşle “Hep değişen biçimlerdeki, hep yinelenen düşünceleri. Soyut
zamanın. Soyut uzayın.” demişti. (Neue Schweizer Rundschau. 1929. Sayfa 666)
7-
Janet'in
psikolojisinde, abaissement du niveau mental olarak bilinmekte bu fenomen.
Deliler arasında, bu durum elde olmaksızın gerçekleşmekteyken, Joyce'da,
düşünülüp tartılan deneylerin sonucudur bu. Düşlerin tüm zengin ve grotesk
genişliği, “function du reel” sırasında yüzeye çıkar, ki bu da bilince
uyarlanarak kapanır.
8-
Sanırım
Stuart Gilbert (James Joyce'un “Ulysses”i, 1930, sayfa 40) herbir bölge içinde,
iç organlar ya da duyusal başatlıkların içindeki biri, ötekilere oranla başı
çekmekte olabilir düşünüsünde haklıdır. Bu sözü edilenler; böbrekler, cinsel
organlar, yürek, ciğerler, mide, beyin, kan, kulak, kaslar, göz, burun, uterus,
sinirler, iskelet, deri. Bu başatlıkların her işlemi birer leitmotiv
sayılabilir. İç organlar konusundaki görüşlerim 1930'da yazılmıştı. Bana göre,
Gilbert'in ileri sürdüğü kanıt, psikolojik olayların değerli bir belgesidir ki,
Wemicke bunu “organ taklitçiliği” diye adlandırmıştır. Simgeler organları
taklit ederler.
9-
Curtuis.
Sayfa 30: “O bilinç akışını, mantıksal ya da ahlaksal bir süzgeçten
geçirmeksizin yineler.”
10-
Curtuis,
Sayfa 8: “Yazar, okurun anlamasını kolaylaştıracak herşeyden kaçınmak için,
elinden gelen herşeyi yapmıştır.”
11 - Curtuis, Stuart Gilbert ve ötekiler.
13-
Gilbert,
“Duyguların havasını kaçırır düşünmek.” diyordu.
14-
Gilbert,
sayfa 355: “ denilebilir ki, kozmosa tanrısal bir bakış.”
15-
Gilbert'te
aynı biçimde, bu ayrılmayı (izolasyon) vurgular. 21. sayfada der ki:
“Ulysses'in yazarının davranışı, yarattığı karakterlerin karşısında, duru bir
ayrılık ortaya koymaktadır.” (Ben bu “duru” sözcüğünden sonra bir soru işareti
koyardım) Sayfa 22: “Her çeşit olgu, ussal ya da nesnel olsun, yüce ya da
gülünç olsun, sanatçıya göre eşitlik taşırlar.” Sayfa23: “Bu ayrılıkta; doğanın
çocuklarına karşı gösterdiği tarafsızlık gibi, Ulysses'in “gençliğinin” göze
çarpan nedenlerinden birini ayırt edebiliriz.”
16-
Sanatçının
genç bir adam olarak portresi'nde, Joyce'un dediği gibi (1930 Sayfa 245):
“Sanatçı, tıpkı yaratıcı tanrı gibi, yapıtının içinde, gerisinde, ötesinde ve
üstünde, görünmez olarak, varoluştan soyutlanmış, kayıtsız ve tırnaklarını temizleyerek
durmaktadır.”
17-
Wilhelm
ve Jung. Altın Çiçeğin Gizi (1962), sayfa 57. (Tablo, Alchemical Studies'de
sergilenmiştir, -Yayıncı)
19-
(Bu
bölümün açıklaması, Ulysses'deki yerinin kestirilememesi nedeniyle güç olacak.
Genellikle çevirilerini İngilizce yapan Jung, burada Almanca kullanmış: “Und
flöh'ich ans ausserste. Ende der welt, so... der Nachsatz ist des Ulysses
beweiskretige Blasphemie.” Ola ki bu, Circe bölümündeki Stephen Dedalus'un bir
konuşma amacıyla ilişkilidir (Sayfa 476): “Kendinden öte engeli olmaksızın,
nedir bu dünyanın sonlarına geçip giden. Tanrı, güneş,
Shakespeare, bir
gezgin tüccar, aykırı yanını üstlenerek, kendi oluş... dur bir saniye,
Caddedeki şu insan gürültülerinin canı cehenneme...” Caddedeki gürültü, kutsal
bir ezgi çalan gramafondur, Kutsal Kent. Prof. Ellmann, Nestor bölümünde (ch.
2) Stephen'ın Deasy ile ilgili sözlerine bir geri dönüş yapıldığını ileri
sürmektedir: “Tanrıdır bu... Caddeden bir haykırı.” Jung, Incil'den bir bölümün
(Mezmurlar 139; 7-9) ANIŞTIRILDIĞrnı da kurgulamış olabilir: “Senin ruhundan
uzak nereye gideyim? Senin yüzünden nereye kaçayım? Eğer göklere çıksam, sen
oradasın: ve ölüler diyarında yatağımı sersem, işte, ordasın. Seherin
kanatlarını alsam, denizin sonlarına konsam...” -Yayıncı.
20-
(Horace,
Mektuplar, 1, 2, 33 Çev. Fairclough: “Şimdi bile nehrin akışında, ve onun
tutkun akışında, coşkusuyla sonsuzcasına yuvarlanarak”) -Yayıncı.
NOTLAR (PİCASSO)
1-
(Neue
Zürcher Zeitung'de ilk basım, CL 111: 2 (Nov. 13 1932): Wirklichkeit der Seele
(Zürich, 1934) yinelenen basımı. Önceki çeviri; Papers of the Analytical
Psychology Club of New York City (1940): için Alda F. Oertly eliyle
gerçekleştirilmiştir. Bir başka çeviri, Ivo Jarosy tarafından (Londra)
Nimbus'da yayınlanmıştır.
3-
Burada,
bu iki öbek içindekilerin, nevroz ya da şizofreni hastalan olduklanndan söz
etmiyorum. Böyle bir sınıflama yalnızca, tinsel bir kanşıklığın bir öbekte
olası nörotik belirtiler ortaya koyması, öteki öbektekilerin de şizoit
belirtiler üretecek olmasıdır. Şizofrenik sözcüğünün, şizofreni adlı akıl
hastalığı tanısını belirtmediği, ancak temeldeki önemli bir psikolojik
kanşıklığın şizofreniyi doğurabildiği bir eğilime ya da kişiliğe gönderme
yaptığı, tartışma götürür bir konudur. Bu nedenle ben, Picasso'yu ve Joyce'u
birer ruh hastası olarak değerlendirmiyorum, ancak onlan, şiddetli tinsel
kanşıklıklar karşısında, sıradan sinir hastalığı değil, şizoid belirtileri ile
tepki gösteren büyük bir topluluğun içine alıyorum. Yukandaki durum ve
açıklama, kimi yanlış anlamalara yol açtığından, bu psikiyatrik açıklamayı
burada eklemeyi uygun gördüm.
4-
Dr.
W. Kaegi'ye vermiş olduğu bu bilgi için, gönül borcu duymaktayım.
“Sayın Bay,
Sizin
Ulysses'iniz, dünyayı, öylesine altüst olmuş psikolojik bir sorun olarak sundu
ki, birçok kez onun psikolojik sorunları üzerine, olası bir bilirkişi olarak
çağrıldım.
Aynı zamanda,
Ulysses üzerine yazdıklarımdan sizin de hoşlanıp hoşlanmıyacağınızı bilmiyorum,
çünkü ben, tüm dünyaya ondan ne denli sıkıldığımı; ne denli söylendiğimi, ne
ölçüde ilgilendiğimi ve ne denli hayran olduğumu söyleyemedim. Sondaki 40 sayfa
duraksız koşu, gerçek psikolojik yetkinlikler içermekte Sanıyorum ki, şeytanın
büyükannesi, bir kadının gerçek tinsel dünyası üzerine, benim bilemeyeceğim pek
çok şeyi bilir
Ben yalnızca
bu küçük Deneme'mi, Ulysscs'ınizın labirentinde yolunu yitiren ve tümüyle
şansın yardımıyla kurtulabilen kusursuz bir yabancının güldürülü bir çabası
olarak sunmaya çalışıyorum size. Denememden toplayabileceğiniz bütün sonuçlar,
Ulysses'in dengeli sayılabilecek bir tinbilimciyc yaptıklarıdır "