Hazırlayan: Fatemeh NAJAFI
Ebu
Said, Horasan eyaletinin Meyhene şehrinde 967 yılında doğdu. Ebu Said’in babası
aktar idi ve kendisi tasavvufu severdi. Ebu Said de babasının meclisinde
bulunmuş ve bu şekilde tasavvufa aşina olmuştur. Babası Ebü’l-Hayr Ahmed sûfilerin
dostu olan ve semâ meclislerine devam eden bir attardı. Çocukluğunu Meyhene’de
geçiren Ebû Saîd babasıyla birlikte gittiği semâ meclislerinde tasavvufu
tanıdı. Mutasavvıf şair Ebü’l-Kâsım Bişr-i Yâsîn’in derslerine devam edip dil
ve edebiyat ilimlerinde ondan faydalandı, şiir ve tasavvuf anlayışından da
etkilendi. Ondan öğrendiği şiirleri çeşitli sohbet meclislerinde okudu ve bu
şiirler onun için ilham kaynağı oldu. Bir rivayete göre 30.000 beyit
ezberlemişti.
Yıllar Meyhane’de, ulûm-ı zahiri (fikih, felsefe,
edebiyat ve ilahiyat)’ı Serahs’te Ebulfazl Muhammad bin Hasan’dan, daha sonra
Nişabur’da Ebu Ali Ebu’r-Rahman-i Selemî’den, ardından Horasan’da Ebu Abbas-i
Kassâb’dan süluk ve riyazet eğitimine devam ederek sonunda tam bir arif oldu.
Meyhene’deki kendi tekkesinde, ardından Nişabur’da eğitim vermeye devam ederek
halkın teveccühünü kazanmıştır. Fars edebiyatının önemli ve büyük ariflerinden
biri sayılmasının yanında tasavvuf alanında da büyük iz bıraktığı kabul
edilmektedir.
Tasavvufu, Ebul Fazıl-ı Serahsî ve Ebu
Abdurrahman-i Selemî’den öğrenmiştir.
Tasavvuf görüşü Beyazıt-i Bestâmî mektebine yakındır ve vaaz meclislerinde
vaazın yanında Farsça şiirler de okumuştur. Semâ’, kavl ve gazel türlerini
tercih etmiştir. Tasavvuf terimlerini Fars edebiyatına getiren ilk
şairlerdendir. Tasavvufî şiire aşkı katması bakımından Sânâyî’ye benzer. Esraru’t-
Tevhid Fî-Makâmati’ş-Şeyh Ebî Said kitabında Ebu Said’in sözlerinden
bahsedilmiştir.
Ebu Said yedi sene boyunca bir dağda
inzivaya çekilmiş, orada ibadet ve riyazet ile meşgul olmuştur. Örnek olarak
kendini kuyuya asıp tersten Kur’ân-ı Kerim okumuştur. Fakat daha sonra yaşamdan
ayrı kalmamış ve hayatın tadını çıkarmıştır.
İbn Hazm-i Endülüsî (14. yüzyıl) kitabında
onun hakkında şöyle demektedir: “Ebu Said, bazen çok zor şartlar altında
yaşayan bazen de ipek kumaşlı bir hırka ile gezen bir sufi idi.”
Rivayete göre bir gün Serser’in
müridlerinden biri, Ebu Said’e kavunu bölüp verir. Sonra şeyhe “Bu bal gibi
kavunu yemek ne demek? Yedi sene çölde yaşamak ve diken yemek ne demektir?
Hangisi daha hoş gelir size?” diye sorar. Ebu Said “İkisinin de zamana göre
tadı var. Yani eğer ‘bast’ haletin varsa diken tatlı gelir, eğer ‘ğabz’ haletin
varsa şeker bile sana hoş gelmez.”
‘Gabz’ın anlamı salikin iç haletidir. Eğer
mutlu ve neşeli ise ‘bast'tır ve eğer daralmış ise ‘ğabz’dır. Tasavvufta zaman,
eşyayı ikiye bölen bir kılıca benzetilir. Kılıcın eşyayı ikiye bölmesi gibi
zaman da hayatımızı geçmiş ve gelecek olarak ikiye böler. Bu ikilik arasında insan
anı yaşarken mutlu ise diken bile ona tatlı gelir fakat mutsuz ise kavun bile
acıdır.
Şeyhin
Şeriat, Tarikat ve Hakikat Terimleri Hakkındaki Görüşü
Şeyhe şeriat, tarikat ve hakikat hakkında
soru sormuşlar. Şeyh ise “Bunlar insaniyet durakları ve hanlarıdır; şeriat
ispattan, tarikat yoldan ve hakikat hayranlıktan ibarettir.” diye cevap
vermiştir.
Mevlânâ da bu konuda şöyle demektedir: “Şeriat,
cisim ile gerekli şeyleri ve gerekli olmayan şeyleri; tarikat, davranışın
nefsini tezkiyesidir. Hakikat ise hayrettir, hayret!”
Mevlânâ’nın dediği gibi dinin işi, yani
dinin en derin tecrübesi hayret yani hem güzellik açısından hem sanat açısından
“bilmiyorum”a ulaşırız. Daha buna varmadan bazen güzellikten anlarım
diyebilirken şu noktaya varınca artık hiçbir şeyi aslında bilmediğimizi anlarız
ve işte o an bütün sufilerin amaç noktasıdır
(Rebe zednîtehayuren=Allah’ım bizim ruhani
tecrübelerimizi arttır! )
Ebu
Said ve Şiir
Muhammed bin Münevver, Esrârü’t-Tevhîd
kitabında şöyle der:
“Şeyh şiir söylemezdi ve
hayatında sadece bir rubai yazdı. Onu da Dervîş-i Nişâbûrî’ye sundu.” Bu sebeple Jan Rypka
gibi bazı araştırmacılar, Ebu Said’i şairden çok mutasavvıf olarak
değerlendirmişlerdir.
Öte yandan şeyhin şiire ilgi gösterdiği de
görülmektedir. Ama Esrârü’t- Tevhîd’in yazarına göre, Ebu Said'in şiir
yazmamasının sebebi, o dönemde şairliğin mutasavvıflar ve şeyhler için kötü bir
uğraş olarak görülmesidir.
Keşfü’l-Mahcûb kitabında ona isnat
edilen Arapça bir kıta vardır. Bu kıta onun rubai yazdığının kanıtlarından biri
kabul edilebilir.
Ebu Said’den iki yüzyıl
sonra yaşamış olan Necmeddîn-i Râzî,
Mermûzât adlı eserinde şöyle söyler:
“Ebu Said’in dediğine göre:
mâ râ be coz în zebân,
zebân-i dîgerîst
coz dûzeh u firdevs
mekân-i dîgerîst
“Bizim bu dilden başka dilimiz var.
Cehennemden cennetten başka yerimiz var. ”
Bazı kaynaklarda bu rubainin Mevlânâ’ya
ait olduğu söylense de Dr. Riyazî aynı kitaptaki dipnotlarda onun bu rubaisinin
çok meşhur olduğunu söyler. Necmeddîn-i Râzî’nin Mermûzât’ında ve Esrârü’t-Tevhîd’de
bu rubainin Ebu Said’e ait olduğu belirtilir. Öte yandan Aynu’l-Guzzat Temhîdât
(1.C, s. 237) ve Zübdetü’l-Hakayık’ında
aslında bunun iki rubai olduğunu
ve bazen birbirine karıştırıldığını
söyler. Mevlânâ’nın Divan-ı Kebîr’inde (8. c., s. 39), Mevlânâ’ya ait
olarak geçmektedir.
Said Nefısi’nin Sühenân-i Menzûm-i Ebu
Said 726 rubai mevcuttur.
Hayyam (55 rubai), Baba Efzel (40 rubai), Mevlânâ (30 rubai), Evhadüddîn-i
Kirmânî (35 rubai), Bahrezî (23 rubai) zikredilmiş, kalan 500 rubai için belli
bir şair ismi verilmemiştir. Dolayısıyla hangi rubainin şeyhe ait olduğunu
bilmiyoruz.
Kitapta Ebu Said’e isnat edilen rubailer, Sebk-i
Horâsânî olarak
söylenmiştir. Bu rubailerin içeriği tasavvuf ve aşktır. Ebu Said’e kadar hiçbir
şair tarafından bu kadar güzel ve latif rubailer söylenmemiştir:
bâzâ bâzâ her ân-çe hestî
bâzâ
ger kâfir ü ger to
bot-perestî bâzâ
în dergeh-i mâ dergeh-i
nomîdî nîst
şad bâr eger tövbe
şekestî, bâzâ
“Geri gel, geri gel, ne olursan geri gel. Kâfir de
putperest de olsan geri gel! Bu dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir. Yüz
kere tövbeni bozmuş olsan da geri gel!”
Örnekten de anlaşılacağı üzere Ebu Said’in
rubailerinde katı irfan terimleri görülmekle beraber daha nazik, tatlı bir aşk
dili kullanılmıştır.
Ebu
Said’in Şiirinde Tema
Ebu Said Ebu’l-Hayr, en önemli sufilerden
sayılmaktadır. Tefsir, hadis, fıkıh, edebiyat alanlarında derin bilgiye
sahiptir. Tatlı söyleyiş tarzıyla etrafındaki insanları kısa sürede
cezbetmiştir. Semâ’ ve kavl meclislerinde de kendi döneminin şair ve mutasavvıflarının
gazel ve rubailerinden seçtiklerini okuyarak herkesi neşelendirirdi. Bazen
kendi şiirlerini de bu meclislerde okur, vaazlarında düşüncelerini beyitleriyle
ifade ederdi. Bu bakımdan Attar ve Sanâyî'nin öncüsü sayılmıştır. Ebu Said'e
atfedilen bin beş yüze yakın Arapça ve Farsça rubai ve kıta mevcut ise de daha
sonra bunların başka şairlere ait olduğu tespit edilmiştir. Bununla beraber Esrârü’t-Tevhîdde
bazı rubailerin doğrudan onun olduğu belirtilmiştir.
Ebu Said'in dinleyicisi daha ziyade tekke
ve dergâhlardaki halk olduğu için şiirlerinde günlük halk dilini kullanmış,
saray edebiyatından uzak durmuş, gazel ve rubailerinde halka hitap etmeyi
amaçlamıştır.
Ebu Said’in babası, Ebu Said küçükken
semayla meşgul olduğunda ona şu beyti söyler:
în ’ışk belî ’atâ-i
dervîşân est
hod râ kösten velâyet
îşân est
dînâr ü derhem ne zînet-i
merdân est
cân kerde neşâr kâr-i ân
merdân est
(Bu aşk, evet dervişlerin
hediyesidir. Kendini öldürmek de onların velayetidir. Ancak dinar da dirhem de
onların süsü değildir, (çünkü) onlar her şeyden geçip canlarını feda eden
yiğitlerdir.
Kavvâl bunu söyleyince
dervişler bir hale girdiler ve şeyh de onları izleyerek sûfîyâne hallerine
tanık oldu.
Mevlana ve Ebu Said gibi sufiler, aynı
zamanda şairdir. Bununla birlikte söyledikleri rubailer genelde aşk temasını
içermektedir ve didaktiklikten uzaktır:
“Evet, onun aşıkâne şiiri meclisleri daha
zengin edip renklendirdi.”
Ebu
Said ve Semâ’
Özel bir musiki eşliğindeki sufiyane raksa
semâ denir. Nereden, nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı hakkında belli bir bilgi
mevcut değildir. Ancak Ebu Said’den önceki nesillerden geldiği ve şeyhin küçük
yaşda hânkâhlara (tekke) gidip semâ öğrendiği muhtemeldir. Şeyh’ten önce gelen
şairler Ebu Abbas Kassâb-i Amoli, Ebu Ali Dekkâk ve Ebu’l-Kasim, Beşer-i Yâsîn
ve Ebu’r-Rahman-i Sulemi ve Ebu Said’den önce gelen şairlerin hiçbiri semaya bu
kadar ilgi göstermediler. Kâşirî semânın asalete karşı olduğunu düşünürdü.
Ebu Said’den yaklaşık bir yüzyıl sonra
gelen ünlü şair, Attâr-ı Nişâbûrî de Ebu Said’in en büyük takipçilerindendir.
Attar, bütün eserlerinde Ebu Said’in ismini zikreder:
sühen beşnev ze sultân-i
tarîket
sipeh-sâlâr-i dîn, şah-i
tarîket
suleymân-i şühen der
mentikut-tayr
ki în kes bu said est bin
bu’l-hayr
“Din öncüsü, Mantıku’t-Tayr’daki söz padişahı, tarikat
şahı! Sultanının sözünü dinle. Çünkü bu kişi işte Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’dır.”
Başka bir yerde :
ez dem-i bu said mîdânem
devlet-i kîn-i zamân
hemîn yâbem
ez mededhâ-yi o be her
nefesî
devletî bî-kerân hemî
yâbem
“Bu kindar devranda, Ebu
Said’in nefesinin yardımı ve onun sözleri ile sonsuz bir saadeti bulacağımı
biliyorum.”
Ebu
Said’in Şair Olup Olmadığı Meselesi
Bu meselede iki görüş mevcuttur. İlk grup
Ebu Said’in şair olduğunu kabul ederken öteki grup onun sadece bir şeyh ve
vâ’iz olduğunu kabul eder.
Ebu Said’in şair olduğunu savunanların görüşü
Fars edebiyatının çağdaş şair ve yazarı
Said Nefisi, Ebu Said’in şair olduğunu belirtir. Said Nefisi Suhenân-i
Manzûm-i Ebu Said adlı kitabında 726 rubai, 88 kıta ve müfret beyitlerin
şeyhe ait olduğunu söyler. Ayrıca Alman oryantalist, Herman Ethe, Ebu
Said’i sufi şiirin öncüsü ve kurucusu olarak kabul eder.
Şiirlerinin muhtevası genelde
tasavvufidir. İnsan, mecazî aşktan başlayarak ilahî aşka kavuşur. İlahî aşkı
temsil eden mum, ateşi ve ateşin etrafında dönen pervanelere benzetilen
dervişler şiirlerinde sık sık geçmektedir.
Ebu Said’in şiirinde mecazî aşk ile ilahî
aşk birlikte bulunur. Şarabın sarhoşluğu ve Allah aşkının sarhoşluğu beraber
zikredilir. Yani Hafız gibi yalnız mecazî aşk veya Mevlana ve Attar gibi yalnız
ilahî aşk söz konusu değildir. Şeyhe göre bütün dinler ve mektepler, Allah
yolunda olmak bakımından eşittir. Kâbe ve tapınaklar aslında birdir. Maksat Allah’ın ta kendisidir ve
ayrım da kesret de yoktur.
Ebu Said’in şiirleri Darî lehçesiyle
yazılmıştır.
Ebu Said’in sadece şeyh ve vâiz olduğunu savunanların görüşü
Bu teoriyi savunanlar iki kaynağa
dayanarak görüşlerini savunurlar:
Hamze El-Turâb adlı bir dervîş, Ebu Said’e
mektubunda başlık olarak şöyle yazmıştı:
çün hâk şodî, hâk-i torâ
hâk şodem
çün hâk-i torâ hâk şodem
pâk şodem
“Sen toprak olduğunda ben
de senin toprağından toprak oldum. İşte senin toprağından toprak olduğum için
tertemiz oldum.”
Ebu Said mektubu okuduktan sonra meclise
dönüp şöyle der:
“Biz
hiçbir zaman şiir söylemedik. Dilimize gelenler aslında gönlümüzden geçen
sözlerdir ve onların çoğunun ilham kaynağı Ebu’l-Kasım’dır.” Bu grup, Ebu Said’in bu sözüne dayanarak onun
şair olmadığını belirtirler. Ama Esrârü’t- Tevhîd’de başka bir hikâye
mevcuttur.
Şeyh, mecliste sülûka girince istiğrara
girer ve Hamze’ye ( Ebu Said’in öğrencisi) şöyle bir şiir yazar:
cânâ be zemîn hâverân
hârî nîst
keş bâ men ü rüzgâr-i men
kârî nîst
ba lütf ü nivâziş cemâl-i
to merâ
der dâden-i şad-hezâr cân
’ârî nîst
“Ey sevgili! Doğu ülkesinde
diken yoktur. Hiçbir güzel yüzlü de benim ile uğraşmaz. Senin güzel yüzünün
lutfu ile (o kadar mutluyum ki) yüz kere canımı versem de değer. ”
Ebu
Said’in Şiirinde Kadın
Ebu Said, kadınlara çok saygı gösterir ve
diğer sufilerin aksine kadınlara eğitim verirdi. Örnek olarak Ebu’l-Kâsim-i
Kâşirî’nin eşinin Ebu Said’in meclislerinde bulunması ve Ebu Said’in vaazlarını
dinlemesi kayıtlarda mevcuttur.
Ebu Said’in Nişabur’a yolculuk ederken
eşinin de onunla beraber olması kadınlara da erkekler kadar değer verdiğini
göstermektedir. O meclislerinde kadınların çatıda oturmalarına ve vaazlarını
dinlemelerine izin verirdi. İlk başta aslında sufi olmayan ve Ebu Said ile
tanıştıktan sonra tasavvufa rağbet gösteren, İşi Nili adlı sufi bir kadına da
kaynaklarda rastlanmaktadır.
Ebu Said’in kadınlara eğitim vermesinden
ve onlara sufi hırkasını giydirmesinden Esrârü’t-Tevhîd de hikâye olarak
söz edilmektedir. Şeyh eğitim verdikten sonra müridlerine hırka-yi irâdet
(saygı hırkası) giydirmektedir.
‘Attâr-i Nişâbûrî, İlâhînâme’sinde
Ebu Said ve Rabia arasındaki aşktan şöyle söz eder:
ez lefz-i bu said mehne
dîdem
bepürsîdem ze hâl-i
dohter-i k’ab
ki û güfte est men âncâ
resîdem
ki ’âref geşte bûd û
’ârefî ş’ab
çenîn güft ü ki malûmem
çenân şod
ki ân ma’nî ki ber lefzeş
revân şod
ze sûz-i ’ışk meşuk-i
mecâzî
bengûşâd çenîn şiiri be
bâzî
nedânest ân şiir bâ
mehlûk kârî
ki û râ bûd bâ hak
rüzgârî
kemâlî bûd der ma’nî
temâmeş
behâne âmed der reh-i
gülâmeş
“Ebu Said’e Rabia
hakkında sorduğumda konuşmaya başladı. Onun hakkında öyle güzel bahsederdi ki
tıpkı bir âşığın maşuktan bahsettiği gibi. ”
Şeyh, anne makamını da
yüceltirdi. Bir gün mecliste müridlerinden biri hasta annesinden bahseder ve
bir an önce ona kavuşmak istediğini söyler. Bunun üzerine Ebu Said’in bu şiiri
meclisi coşkulandırır:
lete’cel ele ûm ’aleyk-i
hefîye
tenuhu ü tebekî men
ferakeke dâ’imâ
Mürid bu Arapça beyti duyar duymaz
annesine koşar. Hasta olan annesi ile beraber bir gün geçirir. Ne yazık ki
ertesi gün annesi vefat eder. Mürid Ebu Said’e dönüp olayı anlatır. Ebu Said de
“lete ’cel (onun nedeni acele idi) ” diye cevap verir. Bununla beraber diğer sufiler Ebu Said gibi
düşünmüyorlardı. Örneğin
Selemî, tasavvufun önemli şartlarından
birinin kadınlardan sakınmak olduğunu söyler: “Ve ’t-tesevvuf selâse makâmât:
âdâb ve ahlâk ve ahvâl, fe ’l-edeb ektesâb.” “Ve el-ahlâk kedûhe ve ahvâli
müvhebe fe-men âdâbe... Terk-i şehebehu’l-ehdâs ve ’l-teba ’ed men
efrâki’l-nevsân. (Sufinin adablarından biri de kadınlardan sakınmasıdır.) ”
Bu sûfîlere göre, kadınlardan sakınmanın
birkaç nedeni vardır:
Allah’tan başka bir aşk ile meşgul olmak
tam bir şirk demektir. Bazı sufiler çocuklarını bile öpmezlerdi. Aile kurmaktan
da kaçınıyorlardı. Böyle yapmazlarsa yaşama bağlanıp aileye ekmek getirme
peşine düşüp Allah’tan uzaklaşabileceklerini düşünüyorlardı. Hatta Şebelî
arkadaşına tövbe için eşinden ayrılmasını ve çocuklarından uzaklaşmasını öğüt
vermektedir.
Bazı
sûfîlere neden evlenmedikleri sorulduğunda “Ve lehûn mesel ellezî ’aleyhen
be ma’rûf (Bakara/228)(Kadın hakkının gerçekleşmemesinden korkulur)” diye
cevap veriyorlardı.
Ebu Said’in Rubailerinde Aşk
vâ feryâd ez ışk vâ feryâdâ
kârem be yekî torfe negârâ oftâdâ
ger dâd men-i şikeste dâdâ dâdâ
verne men o ’ışk her çe bâdâ bâdâ
“Aşktan figân ve feryat olsun. Gönlümü güzel Nigâr’a
verdim (işim güzel sevgiliye düştü). Benim kırık gönlüme yetiş, yardım et bana!
Yoksa bana da, aşkımın başına da ne gelirse artık gelsin (İş işten geçer
çünkü).”
der dîde be cay-i hâb âb est
merâ zîrâ ki be dîdenet şitâb est
merâ güyend behâb tâ be-hâbeş bînî
ey bî-haberân çe cay-i hâb est merâ
“Seni görmekte sabırsızlandığım için gözlerimde uyku
yerine gözyaşı var. Bana uyu belki rüyanda göreceksin diyorlar. Ey habersizler,
uyku bana yakışmaz ki! ”
ey dilber-i mâ mebâş bî dil, ber-i mâ
yek dilber-i mâ beh ki do şad dil, ber-i mâ
ne dil ber-i mâ ne dilber ender ber-i mâ
ya dil ber-i mâ firest ya dilber-i mâ
“Ey sevgilim, gönlümüzü almadan yanımızda olma. Çünkü
bir dilber, yüz gönülden daha iyi. Ne gönül yanımızda ne de dilber aramızdadır.
Ya gönülü ya da dilberi yanımıza gönder.”
mecnûn-i to kûh râ ez şahrâ neşnâht
dîvâne-yi
’ışk-i to ser ez pâ neşnâht
herkes be to reh yâft reh-i hod gom gerdîd
ânkes ki to râ şinâht hod râ şinâht
“Sana aşık olan dağı çölden tanıyamaz (Çünkü o avare
oldu artık.). Senin aşkının delisi neşeden ayakta duramadı. Senin yoluna gelen
kendi yolunu kaybetti. Seni tanıyan kimse de kendini artık tanımaz haline geldi.”
tîrî ze kemânhâne-yi ebrû-yi to cest
dil pertev-i vaşl râ hîyalî best
Hoş ze dilem güzeşt ü mîgüft be nâz
mâ pehlû-yi çün toyi nehâhim nişest
“Senin yay gibi kaşından bir ok sapladı. Gönlüm
gerçekleşmeyen bir kavuşmaya umutlandı. Ne hoş naz ile gönlüme kondu. Biz senin
gibi birinin yanına oturmayız dedi.”
mâ koşte-yi ’ışkım u cihân mesleh-i mâst
mâ bî-hor ü hâbim ü cihân metbeh-i mâst
mâ-râ nebüved hevâ-yi ferdevs ez ânek
Sad mertebe bâlâter ez ân dûzeh-i mâst
“Biz, aşk şehidiyiz, dünya da bizim mezbahadır. Biz
yeme içmekten vazgeçtik de dünya bizim mutfağımızdır. Bizde cennet havası yok.
Hatta ondan yüz kere daha iyi olan asıl bizim cehennemimizdir.”
‘ışkem ki be-her regem ğami peyvend est
derdem ki dilem be-derd hâcetmend est
Şabrem ki be kâm pence-yi şîrem hest
şükrem ki müdâm hâheşem hürsend est
“Her damarına acı ile bağlanan aşkım ben. Yüreğinde
derde muhtaç olan derdim ben. Avını yakalamak için aslanpençesini ağzına alan
ve onu yenen bekleyişim ben. istekleri ile sürekli mutlu olan şükrüm ben”
bâ dil goftem ey dil ehvâl-i to çîst
dil dîde pür-âb kerd ü besîyâr gerîst
güftâ ki çegûne bâşed ehvâl-i kesî
kû râ-be-mürâd-i dîgerî bâyed zîst
“Yüreğe,
ahvalinin nasıl olduğunu sordum. Gözleri dolup ağlamaya başladı. Başka birinin
arzusuyla yaşamak, acaba nasıl olabilir ki diye cevap verdi. ”
efsûs ke kes bâ-haber ez derdem nîst
âgâh ze hâl-ı
çehre-i zerdem nîst
ey dûst berây-i dûstî-hâ ke merâst
deryâb ke tâ
der-nigerî gerdem nîst
“Ah! Kimsenin benim derdimden, sapsarı hasta yüzünden
haberim yok. Ey sevgili, Allah rizası için hemen beni bul (çünkü) belki
bulamazsan benden haberi olmayabilir (ölürüm).”
ân dîl ki to dîdeh-yi ze gam hûn şod ü reft
vez dîde-yi hûn
girifte bîrûn şod ü reft
rûzî be hevâ-yi ’ışk sîrî mîkerd
leylâ şıfatî bedîd ü mecnûn şod ü reft
“Senin gördüğün o gönül, kederden kanayıp öldü. O kan
ile kaplanan gözden de aktı. Eskiden aşka rağbet göstermeyen kalp, Leylâ gibi
bir sevgili gördü, Mecnûn olup gitti.”
goftem çeşmet goft ber mest mepîç
goftem dehenet goft meneh dil be hiç
goftem zolfet
goft perâkende megûy
bâz âverdî hikâyet pîç-a-pîç
“Gözün dedim, sarhoş ile uğraşma dedi. Ağzın dedim,
hiçe gönlünü verme dedi. Saçın dedim, çok uzaklaşma konudan, yine kıvrık kıvrık
hikâyeden mi söz ettin dedi.”
ez çehre-i ’âşıkâne-em zer bâred
vez çeşm-i terem hemîşe âzer bâred
er âteş-i ’ışk-i to cenân benşînem
kez ebr-i muhebbetem semender bâred
“Âşık olan yüzümden altın yağmakta (yüzüm sarardı).
Islak gözümden de her zaman ateş yağmakta. Senin aşk ateşinde öyle otururum ki,
benim sevgi bulutumdan Semender yağmakta. (Semender: Farsçada ateşte
yanmadığına inanılan ve ağızdan alevler saçan büyük kertenkele şeklinde
tasavvur edilen masal hayvanıdır.) ”
Ebu Said’in Rubailerinde Dünya, Ölüm, Ahiret ve Allah
1.
(Dünya)
der âlem eger felek eger mâh u hor est
ez bade-i mestî-i peymâne-hor est
fâreğ ze cihânî u cihân ğeyr-i to nîst
bîrûn ze mekânî u mekân ez to pür est
“Dünyaya ait olan ister gök, ay ya da güneş olsa,
hepsi senin sarhoşluğundan artık meye düşkün oldular. Dünyadan ayrısın ve
aslında dünya senden ibaret, mekândan ayrısın da mekân senden dolu.”
2.
(Dünya)
dünyâ be-misâl, çûn kûze-i zerrin est
geh âb-i derû telh ü geh şîrîn est
to ğare meşu ki ömr-i men çendîn est
kîn esb-i ’amel müdâm zîr-i zîn est
“Dünya altın renkli bir testiye benzer. Bazen içindeki
su, tatlı da olabilir acı da olabilir. Benim ömrüm öyle ya da böyle demekle
kibre düşme. Çünkü bu yarışmanın atı, daima yarıştadır.”
3.
(Allah)
’âlem be hürûş-i lâ ilâhe-i ilâ hüst
’âkil be gümân ki düşmen est în yâ dost
deryâ be vucüd-i hîş mevcî dared
hes peendâred ki în keşmekeş bâ ûst
“Bütün dünya lâ ilâhe illâ hû coşkusu içinde. Zeki, bu
dost mu düşman mı diye sorusunda, deniz kendi vücudunda dalgalara sahip, saman
ise bütün bu çatışmaların onun için olduğu düşüncesinde.”
4.
(Ölüm)
efsûs ki eyyâm-i civânî begzeşt
devrân-i neşât ü kâmrânî begzeşt
teşne be kenâr-i cûy çendân hoftem
kez cûy-i men âb-i zendegânî begzeşt
“Gençlik dönemi ne yazık ki geçti. Mutluluk ve
coşkunluk dönemi geçti. Nehrin kenarında öyle uyumuşum ki, kendi nehrimden
yaşam suyu geçip gitti.”
5.
(Ölüm - Dünya)
ey der to ’eyyân-hâ ü nehân-hâ heme hîç
pendâr ü yakîn-hâ ü gümân-hâ heme hîç
ez zât-i to mutlak nîşân netvân dâd
kâncâ ki to-yi bûd nîşân-hâ heme hîç
“Ey bütün görünen ve görünmeyen şeyler, sende hiç.
Düşünce, imanlar ve şüpheler sende hiç. Senin fitretinden hiçbir şey görünmez.
Çünkü senin bulunduğun yerde, her şey hiç! ”
6.
(Allah)
ey bâ reht-i envâr-i meh ü hûr heme hîç
bâ la’l-i to selsebîl-ü kevser heme hîç
bûdem heme bîn çü tîz-bîn şod çeşmem
dîdem ki heme toyî ü diger heme hîç
“Ey sevgilim, güneşin ve ayın ışıkları senin yanında
hiçtir. Senin dudağın ile cennetteki kevser nehri de hiçtir. Herkesi görürdüm
ancak gözüm çok zarif bakmaya başladığında, baktım bir tek sen varsın. Senden
başka her şey hiç! ”
7.
(Ölüm - Allah - Âb-ı hayat)
del ez neder-i to câvîdânî gerded
gam ba elem-i to şâdmânî gerded
ger bâd be dûzeh bord ez kûy-i to hâk
âteş heme âb-i zendegânî gerded
“Gönül senin sayende sonsuzluğa erer, keder senin
acınla mutlu olur. Eğer rüzgâr, toprağı senin sokağından cehenneme götürürse,
cehennemde olan bütün ateşler âb-ı hayata dönüşür.”
8.
(Hayat/yaşam)
în ömr be ebr-i nevbehârân mâned
în dîde be seyl-i kûhsârân mâned
ey dost çenân bezî ki be’d ez morden
engoşt-gezîdenî be yârân mâned
“Bu ömür tıpkı
bir bahar bulutuna benzer. Bu göz ise tıpkı bir dağlık sele benzer. Ey sevgili,
öyle yaşa ki sen öldükten sonra, arkadaşların için sadece bir parmak ısırması
kalsın. (hasret çeksinler) ”
9.
(Allah)
reftem be kelîsâ-yi tersâ ü yehûd
dîdem heme bâ yâd-i to der goft o şenûd
bâ yâd-i veşâl-i to be bot-hâne şodem
tesbîh-i botân zemzeme-i zekr-i to bûd
“Yahudilerin
ve Hristiyanların kilisesine girdim, herkesin senin yâdın ile konuşmasını
gördüm. Senin kavuşma yâdınla puthâneye girdim, putların hepsinde senin
zikrinin fısıltıları vardı. ”
10.
(Allah)
ey çeşm-i to çeşm-i çeşme-yi her çeşm-i heme
bî çeşm-i to nûr nîst ber çeşm-i heme
çeşm-i heme râ nazar be sûy-i to buved
ez çeşm-i to çeşme-hâst der çeşm-i heme
“Ey senin gözün herkesin gözünün çeşmesi, senin gözün
olmadan hiç kimsenin gözünde ışık yok. Herkesin gözünün bakışı sana doğrudur.
Ey senin gözün, herkesin gözünün çeşmesi olan sevgili! ”
Ebu Said’in Rubailerinde Şarap
1.
der deyr şodem mâhezerî âverdend
ya’nî ze şerâb sâğerî âverdend
keyfîyet-i o merâ ez hod bî hod kerd
bordend merâ ü digerî âverdend
“Tapınağa girdim, hazır olan bir şey getirdiler, yani
şarap kadehi getirdiler. O şarabın etkisi beni benden aldı. Beni götürdüler de
başka birini getirdiler.”
2.
sâkî egerem mey nedehî mîmîrem
ver sâğer mey ze kef nehî mîmîrem
peymâne-yî her ki pür şeved mîmîred
peymâne-i men çü şod tohî mîmîred
“Ey şarap sunan, eğer bana şarap vermezsen ölürüm ve
elime bir kadeh vermezsen ölürüm. Herkesin kadehi dolsa ölür (ölüm zamanı gelse
ölür), benim kadehim ise boşaldığı zaman ölürüm.”
3.
heyhât ki bâz bûy-i mey mîşenevem
âvâze-yi hây ü hûy ü hey mîşenevem
ez gûşe-yi dilem sıır-ı ilâhî her dem
Hakk mîgûyed
velî ez ney mîşeneved
“Eyvah ki gene şarap kokusunu alıyorum. Hay hüy hey
seslerini duyuyorum. Gönlümün bir köşesindeki ilahî sır “hak” der de ama sanki
onu neyden duyuyorum.”
4.
mâ bâ mey ü mestî ser-i takvâ dârîm
dînî tâlebîm ü meyl-i ’ukbâ dârîm
key dünyâ ü dîn hem do be hem âyed
în est ki mâ ne dîn ü ne dünya dârîm
“Biz şarap
ve sarhoşluk ile takva yapıyoruz. Biz dünyayı isteriz, ahirete istekli değiliz.
Dünya ile din ne zaman rast geldi ki? İşte bu yüzden bizim ne dinimiz ne de
dünyamız var.”
5.
ey dil ze şarab-i cehl mestî tâ key
vey nîst şevende-yi lâf-i hestî tâ key
ger gerkke-yi behr-i gaflet ü âz
ne-yi ter-dâmenî ü hevâ-perestî tâ key
“Ey gönül, cehalet şarabından sarhoşluk ne zamana
kadar? Varlığın yok edici cümlesinin (ben varım) söylenmesi ne zamana kadar?
Eğer ki gaflet ve hırs denizinde boğulmuş halde değilsen, o zaman bu kadar
hevesli ve suçlu olman ne zamana kadar?”
Ebu Said’in Rubailerinde Tasavvuf
1.
bâzâ bâzâ her
ânçe hestî bâzâ
ger to kâfir u
ger to bot-perestî bâzâ
în dergeh-i mâ
dergeh-i novmîdî nîst
Şed bâr eger
tövbe şekestî bâzâ
“Geri dön,
geri dön, ne olursan ol geri dön! Kâfir, putperest, Mecûsî olsan da geri dön.
Bu dergâhımız, umutsuzluk dergâhı değil, yüz kere tövbeni bozsan da geri dön.”
2.
menşur-i helâc, ân neheng-i deryâ
kez pence-i ten dâne-i cân kerd cudâ
ruzî ki enel hak be zebân mîâverd
menşur kocâ bûd ? hodâ bûd hodâ
“Hallac-ı Mansûr o denizin balinası. O vücudundan
pençesi ile alan canını, Ene ’l-hak dile getirdiği gün, Mansûr nerede idi?
Allah vardı Allah!”
3.
mâ koşte-yi ’ışkım u cihan mesleh-i mâst
mâ bî hor ü
hâbim ü cihân metbeh-i mâst
mâ râ neboved hevâ-yi ferdus ez ânek
Şed mertebe bâlâter ez ân duzeh-i mâst
“Biz, aşkın şehidiyiz, dünya da bizim mezbahadır. Biz
yeme içmekten vazgeçtik de dünya bizim mutfağımızdır. Bizde cennet havası yok,
hatta ondan yüz kere daha iyi olan asıl bizim cehennemimizdir.”
4.
mâ ’âşık ü ehl-i cân-i mâ müştâkî est
mâyîm be derd-i ’ışk tâ cân bâkî est
gam nükl ü nedîm derd ü mutreb nâle
mey hûn-i ciger merdûm-i çeşmem sâkî est
“Biz aşığız ve bizim canımızın tutuğu söz
coşkunluğudur. Biz yaşadığımız süreçte aşkın müptelası olduk. Keder tatlı da,
dert kölede inleyiş çalgısıdır. Şarap, ciğer kanı da gözbebeğim ise şarap sunan
kimsedir.”
5.
ger dervîşî mekon teşerrüf der hîç
ne şâdî kon be hîç ü ne gam hor hîç
horsend bedân bâş ki der mülk-i hodâyî
der dînî ü âheret nebâşî ber hîç
“Eğer
dervişsen sadece hiçle yetinme. Ne hiçe sevinme ne de hiç için kederlenme.
Mutlu ol ve bununla yetin. Çünkü Allah ’ın mülkünde hem dünyada hem ahirette
hiçten ibaretsin.”
6.
Allâh toyî vez dilem âgâh toyî
dermânde menem delîl her râh toyî
ger mûrçe-yî dem zened ender teh-i çâh
ageh ze dem-i mûrçe der çâh toyî
Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın sanem motifi barındıran rubai
örneği:
goftem şenemâ lâle ruhâ deldârâ
der hâb nemây çehre bârî yârâ
goftâ ki ruy be hâb bî mâ vângeh
hâhî ki deger be hâb bînî mâ râ
“Ey sanema, lale yüzlü sevgiliye, ‘Bari rüyamda yüzünü
göster’ dedim. ‘Zinhar uykuya dalma sakın, yoksa o zaman sadece rüyanda beni
göreceksin’ dedi”
dârem sanemî çehre ber-efrûhte-yî
vez hermen-i dehr dîde ber-dûhte-yî
û ’âşk-i dîgerî ü men âşık-i û
pervâne-sıfat
sûhte-yî sûhte-yî
“Yüzü (aşktan) kırmızı, devranın hâsılından gözü
kapalı bir sanemim var. Bir pervane gibi yanan, o başka birine âşık ben de ona
âşığım.”
Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın nigâr motifi barındıran rubai
örneği:
vâ feryâd ez ışk vâ feryâdâ
kârem be yekî torfe nigârâ
oftâdâ ger dâd men-i şikeste dâdâ dâdâ
verne men o ışk her çe bâdâ bâdâ
“Aşktan figan ve feryat olsun. Gönlümü güzel nigara
verdim(işim güzel sevgiliye düştü). Benim kırık gönlüme ulaş, yardım et bana.
Yoksa bana da aşkımın başına da ne gelirse artık gelsin (iş işten geçer
çünkü).”
ey dilber-i mâ mebâş bî del, ber-i mâ
yek dilber-i mâ beh ki do şed dil, ber-i mâ
ne dil ber-i mâ ne dilber ender ber-i mâ
ya dil ber-i mâ ferest ya dilber-i mâ
“Gönlümüzü almadan ey sevgilim yanımızda olma. Çünkü
bir dilber yüz gönülden daha iyidir. Ne gönül yanımızda ne de dilber aramızda.
Ya gönlünü ya da dilberi yanımıza gönder.
ân yâr ki ’ahd-i dûst-dârî beşkest
mîreft ü meneş gerefte dâmen der dest
mîgüft değer bâre be-hâbem bînî
pendâşt ki ba’d ez-û merâ hâbî hest
“O sevgi sözünü bozan sevgili gittiğinde ben de onunla
giderdim. Bana bundan sonra anca rüyanda beni görürsün derdi ama benim ondan
sonra uyuyacağımı zannederdi.”
kerdim her ân hîle ki ’akl ân dânest
tâ bû ki tevân râh be cânân dânest
reh-i mîneberîm ü hem teme’ mîneberîm
netvân dânest bû ki netvân dânest
“Sevgilinin
gönlüne girebilmek için akla gelen bütün hileleri yaptım. Sevgilinin yoluna
(kalbine) giremem, çünkü insan aklının dışındaki şeyleri zor idrak eder.”
der derd şekki nîst ki dermânî hest
bâ ’ışk yakîn est ki cânânı hest
ehvâl-i cihân çü dem be dem mîgerded
şekk nîst der-în ki hâl-gerdânâ nîst
“Şüphesiz derde dermanı var, aşk ile de bir sevgili
var. Dünya sürekli değiştiği için şüphesiz bu âşıklık için de derman vardır.”
ey dûst ey dûst ey dûst ey dûst
cûr-ı tü ez-ân keşem ki rûy-ı tü nîkûst
merdüm gûyend beheşt hâhî yâ dûst
ey bî-hâberân beheşt bâ dûst nîkûst
“Ey sevgili, ey sevgili, ey sevgili! Yüzün güzel
olduğu için acı çekerim. Herkes bana cennet mi istiyorsun yoksa sevgili mi diye
soruyorlar ama cennetin sevgili olduğu zaman güzel olduğunu bilmezler.”
çeşmî dârem heme pür-ez dîden-i dûst
bâ dîde merâ hoş est çün dûst
der-ûst ez-dîde ü dûst fark kerden netvân
ya ûst derûn-i dîde ya dîde hod-i ûst
“Sevgilinin görmesinin hevesi ile dolan bir gözüm
var. Çünkü bu göz sevgiliden dolu olduğu zaman değer. Gözü de sevgiliden ayırt
edemem, ya sevgili gözümde ya da göz sevgilinin ta kendisidir.”
mîgüftem yâr ü mînemîdânestem kîst
mîgüftem ’ışk ü mînemîdânestem çîst
ger yâr în est çün tevân-ı bî-û büved
ver ’ışk în est çün tevân-ı bî-û zîst
“Sevgili
deyip kimin olduğunu bilmezdim. Aşk deyip de ne olduğunu bilmezdim. Sevgili bu
ise o zaman onsuz var olmak imkânsızdır, aşk bu ise onsuz yaşanmaz.”
cânâ be-zemîn-ı hâverân hârî nîst
keş bâ men ü rüzgâr-ı men kârî nîst
bâ lütf ü nevâziş-i cemâl to merâ
der-dâden-i şed-hezâr cân ’ârî nîst
“ey sevgili, şark diyarında yaramazlık yoktur,
kimsenin de benimle işi yoktur, senin lütfun ve inayetin ile benim gibi
binlerce can vermekte dert yoktur”
evvel ki merâ ’ışk-i nigârem berbûd
hemsâye-yi men ze-nâle-yi men negnûd
ve eknûn kem şod nâle çü derdem bîyefzûd
âteş çü heme gereft kem gerded dûd
“başta
sevgilin aşkı varken kimse benim inlemelerinden uyuyamıyordu, acılarım artınca
figanım kaybolup dert ateşi her yerimi sardı ve ben de kül oldum”
rûzî ki cemâl-i dilberem dîde şeved
ez-ferk-i serem tâ be kaddem dîde şeved
tâ men be-hezâr dîde rûyeş negerem
ârî be dü-dîde dûst kem dîde şeved
“sevgilimin yüzünü gördüğümde, baştan ayağa kadar göz
olurum, Evet, çünkü sevgilin yüzünü görebilmek için iki göz değil binlerce göz
olmalı! ”
begşûd nigâr-i men nikâb ez-tarafî
berdâşt sepîde-dem hicâb ez-tarafî
ger nîst kıyâmet ze-çe-rû geşt pedîd
mâh ez-tarafî ü âfitâb ez-tarafî
“sevgili bir yandan yüz örtüsünü açınca, sanki geceyi
bitiriverdi ve sabah oldu, eğer bu kıyamet değil ise, hem ay hem de güneşin
aynı anda ortaya çıkışın nedeni nedir?( sevgilinin yüzü aya benzetildi)
ey dûst tavâf-ı hâne-et mîhâhem
bûsîden âstâne-et mîhâhem
bî-minnet halk tûşe-yi în reh-râ
mîhâhem ü hazâne-et mîhâhem
“ey sevgilim senin etrafına tavaf etmek isterim, senin
dergâhını öpmek isterim, bu yolu kimsenin övmesine beklemeden, seni ve senin
hazneni isterim”
ez hecr-i to ey nigâr ender nârem
mîsûzem ez-în derd ü dem ender nârem
tâ dest be-gerden-i to ender nârem
âğişte be hûn çü dâne ender nârem
“senin
hicranından ey sevgilim ateşin içindeyim, yanarak bu aşk acının ateşindeyim,
senin kucağına gelmeyene kadar, kan içinde ateşte yanarım”
Ebu’l Said Ebu’l Hayrı n “Allah
ve gerçek aşk” ‘a hitap eden rubaileri:
yâ-reb ze-kerem derî be rûyem begüşâ
râhî ki derü necât bâşed benemâ
müstağnîyem ez her dü cihân kün be kerem
cüz yâd-ı tü her çe hest ber dil-i mâ
“Allahım lüftünden bana bir kapı göster, kurtuluş yolu
bana göster, gönlüm zikrinden dolu ve senin lütfün sayesinde iki cihandan
minnetsizim”
mensûr-ı Halac ân neheng-i deryâ
kez penbe-i ten dâne kerd cüdâ
rûzî ki enel-hak be zebân mî-âverd
mensûr kücâ bûd hodâ bûd hodâ
“ tasavvuf deryanın balina ve teninden göç eden
Mensur, enel-hak dediği günde, artık Mensur değil de Allah idi (burada son
mısrada Fenâ fi Allah ’tan bahsetmektedir, Sûfî sülükte öyle bir seviyeye
oluşır ki artık Allahtan başka bir şey görmez ve kendinden geçmektedir önce
yanar sonra da Allaha kavuşur aslında tasavvufun üst seviyesi her şeyin hiçten
ibaret olmasını fark edip kendisinden geçmek demek) ”
Buna benzer Mevlana’nın rubaisi şöyledir:
Nî men menem nî tü tüyî nî tü menî
Hem men menem hem tü tüyî hem tü menî
Men bâ tü çenânem ey nigâr-i hütenî
Kender ğeletem ki men menem yâ tü meni
“ne ben
benim ne de sen sensin, hayır! hem ben benim hem sen sensin, ben öyle sana
hayranım ki artık bilmiyorum ben ben miyim ya da sen gerçekten sen misin? (ben
ve sen bir olduk) ”
Bazâ bazâ her ançe hestî bazâ
Ger kâfir ü ger tü büt-perestî bazâ
În dergeh-i mâ dergeh-i nüvmîdî nîst
Sed bâr eger tövbe şikestî bazâ
“yine gel, yine gel; ne olursan ol, yine gel, kâfir,
ateşperest putperest olsan da yine gel, bizim dergâhımız değildir ümitsizlik
dergâhı. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
‘âlem be hürûş-i lâ ilah-i ila hûst
‘akl be gümân ki düşmen est în yâ dûst
deryâ be vucûd-i hîş mevcî dâred
hes pendâred ki în keşâkeş bâ ûst
“Tüm dünya
lâ ilah-i ila Allah ’ın zikririni coşarak söylemekte, akil acaba bu heyecan ve
coşku dost mu yoksa düşman mı yapılır diye kendisine sormakta, deniz o coşku ve
Allahın sevgisinden coşarken dalgalanırken, saman tanesi havaya uçup bu hemheme
ve bu gürütü ondan olduğunu zanneder.”