Soyarıtımı Cemiyeti
“Kaşık düşmanlarından” kurtuluş
300’ler Komitesi her zaman gelecekte çıkabilecek kötü durumları hesap
edemez. Averill Harriman’ın sağ kolu Prescott Bush ve Harriman’ın annesi Mrs.
E.H. Harriman vakalarında da durum böyledir. Komplocuların büyük planını neredeyse
tamamen suya düşüren Prescott Bush’un düşmanlarının Soyarıtımı Cemiyeti
hikâyelerini kamuoyuna duyurmaları olmuştur. Dedikoduların önüne geçmek için New
York Post Soyarıtımı Cemiyeti’nin amaçları konusunda bir makale
yayımlamıştır. “Nüfus kontrolü” isimli aristokrat gelenek Amerika’da 1904
yılında kurulan “Deneysel Evrim İstasyonu” ile başlamıştır.
Irklar arası farklılıklar olduğunu iddia eden kurum Andrew Carnegie
(Malthus’un nüfus kontrol politikalarını benimsediğini kamuoyuna açıklamıştır.)
Cornelius Vanderbilt, J.P. Morgan ve John D. Rockefeller tarafından finanse
edilmiştir. Kurumun bir amacı zenciler ve diğer renkli ırklarda görülen hızlı
üreme oranının düşürülmesi yöntemlerinin bulunmasıdır. Şimdi kulağa tuhaf gelse
de bu hedef aslında Doğu Liberal Oluşumu’na aittir. Bu İngilizlerin yönetmekte
olan kolonilerinde siyahların ezici çoğunluğu oluşturmasından hep korkusundan
kaynaklanmaktadır.
1910 yılında Mrs E.
H. Harriman Cold Spring Harbor, Long Island’da 80 dönüm arazi ve 300.000 doları
Deneysel Evrim İstasyonuna “Soyarıtım Kayıt Merkezi” oluşturması için hibe
etmiştir. Amerika’nın ilk demiryolu zengininin dul eşinin tahmini serveti o
zaman yarım milyar dolar civarındadır.
Gazetelerin dünyanın en zengin kadını olarak takdim ettiği bu hanım Amerika’daki
soyarıtım araştırmalarının arkasındaki büyük güçtür. (Soyarıtımı genetik
kontrol ile insan soyunun geliştirilmesine verilen isimdir.) Cold Spring
Harbor’da yapılan araştırmalar aslında beyaz ırkın üstünlüğünü arttırmayı
amaçlamaktadır. Mrs Harriman dünyada sakat ve kusurluların kısırlaştırılarak
insan ırkının mükemmel hale getirilmesini amaçlamaktadır. Yani kendisi Hitler’e
yanlışlıkla ait olduğu düşünülen “Üstün Irk” kavramının mucididir. O
zamanlardan şimdiye kalan verilere göre bu görüş o zamanlar zenginler arasında
sosyal kabul görmektedir. Bu gruplar Afrika ve Amerika’daki zenci, Kızılderili
ve sarı ırka mensup halkların nüfus artışını durdurmayı planlamaktadırlar. Bu
grubun görüşlerini yansıtan aşağıdaki sözler İltica Kısıtlaması Yanlıları Cemiyeti
Başkanı, Doğa Tarihi Müzesi finansörü ve Başkan Teddy Roosevelt’in yakın
arkadaşı Madison Grant’a aittirler:
“Avrupa’da bugün her millette bulunan Kuzeyli kanı medeniyet
seviyeleri ve savaştaki başarılarıyla açıkça görülmektedir. Bu gün New York ve
diğer şehirlerde düşük ırklardan gelen mültecilerden oluşmuş bir aristokrasi
vardır. (...) İngilizce öğrenmenin, güzel elbiseler giymenin, okul ve kiliseye
gitmenin bir zenciyi beyaz haline getirmediğini öğrenmemiz 50 yılımızı
almıştır. Amerikalılar benzer deneyimi cüce vücudu, tuhaf düşünce tarzı ve
bencil yapısıyla ırkının özelliklerini taşıyan Polonyalı Yahudilerle de
yaşayacaklardır. Düşük ırkların bebeklerini korumak ve kurtarmak çabaları
genelde ırkımıza zarar vermektedir. ”
Grant Thomas Malthus geleneğinin önemli bir mirasçısıydı ve Cold Spring
Harbor araştırma merkezini destekleyenlerin geçmiş ve gelecek ile ilgili
görüşlerini dünyaya aktarmaktaydı. 1915 yılından II. Dünya Savaşı’nın
başlangıcına kadar Olimpos Kurulu üyeleri Cold Spring Harbor tesislerini önde
gelen Alman genetikçilere açmışlardır. Bu kişiler değişik ırkların kökenleri
hakkında geniş araştırmalar yapmışlar ve kendilerinin “istenmeyenler” veya
“sakatlar” olarak nitelendirdikleri mental retardasyon hastalarını yok etme
deneylerinde bulunmuşlardır. Cold Spring Harbor tesisleri dünyanın soyarıtım
bilimi merkezi haline gelmiştir. Harriman ailesi gibi Amerika’nın en saygın aileleri AIDS virüsünün icat
edildiği bu araştırma kurumunu bugüne kadar finanse etmişlerdir. Cold
Spring Harbor projesi başlangıcında destekçiler kendileri saklamamaktadırlar.
Amerika’daki yedi süper zengin aile Tanrı’nın takdiri ile bir gün tüm
Amerika’ya sahip olacaklarından emindirler. Soyarıtım
Kayıt Ofisinin fikir ve görüşleri feodalite ötesi
değillerdir. Ancak düşüncelerinin doğruluklarından o kadar eminlerdir ki ne
planladıklarını açıkça medya ile paylaşırlar. Medya da saygı hatta hayranlık
duyarak bu planları yayımlar. Aşağıda 4 Eylül 1915 New York World
gazetesindeki gerçek manşetleri vermekteyim:
“Mrs E. H. Harriman yıllar içinde yüzlerce hatta binlerce sakatı
ortadan kaldıracak soyarıtım projesine destek sağlamaktadır. İnsan ırkını
mükemmel hale getirmek için Rockefeller ve Carnegie dünya çapında bir kampanya
arzu etmektedirler. ”
Makale şöyle başlar:
“Cold Spring Harbor, Long Island merkezli Soyarıtım Cemiyeti raporuna
göre sakatların kısırlaştırılmaları için dünya çapında bir kampanya gereklidir.
Cemiyet Mrs E. H. Harriman, John D. Rockefeller ve Andrew Carnegie tarafından
finanse edilmektedir. ”
Soyarıtım Merkezi başlangıçtan itibaren uygulamalarında acımazsızdır.
Merkezdeki bilim adamları 1915 yılı başlarında yaptıkları araştırmalar sonucu
hâlâ ölümlere neden olan Pellagra hastalığının “niyasin” eksikliğinden ortaya
çıktığını tespit ederler. Tedavi basit bir beslenme değişikliği gerektirmesine
rağmen bu bilgi kamuoyuyla paylaşılmaz. Tam tersine Soyarıtım Merkezi içinde
niyasin bulunmayan mısır diyeti propagandası yapılır ve niyasinin Pellagrayı
önlediğini bildiren bilim adamlarına savaş açılır. Mrs. Harriman Soyarıtım
Merkezi direktörü William Davenport’a “Niyasin Teorisini” çürütmesini emreder.
Mrs Harriman’ın bu adamı işe almasının başlıca nedeni Davenport’un zamanında
yazdığı ve “İrlandalıların genetik bozuklukları nedeni ile tüberkülozu
yenemediklerini” gösterir makalesidir. Dolayısı ile bu ahlaki ve insani
standartlara sahip birinin Mrs Harriman’ın emrine hayır demesi düşünülemezdir.
Mrs Harriman’ın finansmanıyla Davenport niyasin teorisini çürüten
binlerce sayfa araştırma yazısı yazar. Soyarıtım Kayıt Merkezinin tıp
dünyasındaki önemi nedeni ile 1935 yılına kadar niyasin teorisi geçerlilik
kazanıp, Cold Spring Harbor mısır diyetine karşı çıkılamamıştır. Ama
Davenport’un yalanı işe yarar ve 1915 - 1935 döneminde milyonlarca Güneyli
gereksiz fakir beyaz ve zenci Pellagra hastalığından ölürler. Aynı şey Güney
Afrika’nın kuzey sınırında yaşayarak mısır diyetiyle beslenen zenci
kabilelerinde de gerçekleşir.
1932 yılında Üçüncü Uluslararası Soyarıtım Konferansı New York Doğa
Tarihi Müzesi’nde yapıldı. Delaware’den ünlü duPont ailesine mensup Mrs H. R.
duPont tarafından finanse edilen konferansa Amerika’nın en zengin aileleri
katıldılar. Çevreci ve soyarıtımcı olarak tanınan ünlülerden bazıları
şunlardır: Mrs Mary Averill Harriman, Charles Darwin’in oğlu Yüzbaşı Leonard Darwin,
Mrs. John T. Pratt, Mrs. Walter Jennings, Dr. J. Harvey Kellogg, Henry
Fairchild Osborn, Albay William Draper, Mr ve Mrs Cleveland H. Dodge.
Standard Oil sermayedarlarından Mrs. Pratt eşi mısırı gevreği işinden
milyarder olmuş Mrs. Jennings Kellogg gibi eski kuşak zenginlerdendi. Albay
Draper Draper Vakfı kurucusu olup daha sonra Robert Strange McNamara, Maxwell
Taylor ve Mc George Bundy’i ırkçı-çevreci politikaları doğrultusunda
kullanmıştır. Cleveland Dodge ise 1913 yılındaki kampanyasında çevrecilik yapıp
yumuşak huylu bir başkan adayı portresi çizen ancak %87 Amerikalının karşı
çıkmasına rağmen Amerika’yı bir anda I. Dünya Savaşı’na sokan Woodrow Wilson’un
arkasındaki finansal beyin olarak bilinmektedir. Kendilerini elit Amerikalılar
olarak gören bu aileler dünyadaki tüm doğal kaynakların kendileri ve dostları
için kullanılmalarını arzu etmektedirler. Bu ailelerin Lord Russell deyimiyle
“dünyadaki kaşık düşmanlarına” hiç ihtiyaçları yoktur. Açıkça söylemek
gerekirse bu aileler zenci ve diğer renkli ırklara mensup kişilerden nefret
ederler.
Bugün çevreci hareketlerin sponsorları arasında büyük petrol ve ilaç
firmaları mirasçılarının oluşu tesadüf değildir. Bu adamlar doğal kaynaklara
insanlardan daha fazla önem verirler. Bu adamlar için dünyadaki milyonlarca
fakirin hatta bunlardan daha aşağı olan fakir zencilerin üremek için hiçbir
nedenleri yoktur. Konferansta oybirliği ile Dr. Ernst Rudin Uluslararası
Soyarıtım Örgütleri Federasyonu Başkanı seçildi. Daha sonra Hitler’in “Alman
Kan ve Gururunun Korunması” kanunun yazarlarından biri olarak Rudin selektif
üreme camiasında kendine önemli bir yer edinmiştir. (1921 yılında Cold Spring
Harbor’da geliştirilen “Soyarıtımı için kısırlaştırma Modeli” daha sonra
tesadüfen Hitler’in ırkçı kanunlarına temel teşkil etmiştir.)
J. P. Morgan’ın yeğeni olan Henry Fairchild Osborn
konferansta başkan yardımcısı seçilmiştir. İlk tanınmış “ırkçı- çevreci” olan
Osborn “çevrecilik” kavramını (Bu terim Teddy Roosevelt’in yakın arkadaşı
Glifford Pinchot tarafından icat edilmiştir.) “nüfus kontrol” planlarıyla bir
araya getirmiştir. İki yıl sonra Osborn Hitler tarafından Altın Goethe
nişanıyla ödüllendirilmiştir.
35 yıldır başımıza bela olan AIDS salgınını
değerlendirirken 1932 yılında Osborn tarafından yapılan açış konuşmasını
dikkatle okumalıyız:
“Dünya seyahatimin özeti altı “aşırı” başlık
altında toplanabilir. Doğal kaynakların aşırı tüketimi, yaşamda insan ve hayvan
gücüne olan ihtiyacı azaltan aşırı makineleşme, doğal kaynak tüketimini
arttıran aşırı gıda ve makine üretimi, gelecekte arz ve talebe aşırı güven ve
dünyanın topraklarının kaldıramayacağı aşırı nüfus.
Ben aşırı nüfus ve işsizliği ikiz kardeşler olarak
görmekteyim. Bu açıdan baktığımda Amerika’nın da aşırı nüfus problemi olduğunu
düşünmekteyim. Doğada zayıflar zaman içinde yok olmaktadırlar ancak biz
uygarlığımız içinde bu zayıfları belki bir gün iş bulurlar umuduyla
beslemekteyiz. Bu insan uygarlığının doğa kanunları aksine harcadığı bir
çabadır ve zayıfların yaşamasını teşvik etmektedir. ”
Daha önce belirttiğim gibi 1932 yılında Cold Spring
Harbor tesisleri Hitler’in ırk tezleri üzerine çalışan Alman bilim adamlarına
açılmıştır.
1935 yılında Soyarıtım Kayıt Merkezi daha önce
isimlerini verdiğim Amerikalı ailelerin destekleriyle Berlin’de Dünya Nüfusu
Konferansı düzenlemiştir. Konferansın onur konuğu Alman İçişleri Bakanı Wilhelm
Frick’tir. Dr. Clarence G. Campbell açılış konuşmasında şunları söylemektedir:
“Alman halkı lideri Adolph Hitler, Dr. Frick, Alman
antropologlar ve sosyal felsefecilerinin desteği ile ırk tarihinde ilk defa
kapsamlı bir nüfus planlaması planı ortaya koymuştur. Bu plan diğer ülkelerin
de uygar ülkelerden geri kalmamak ve yok olup gitmemek için takip etmeleri
gerekli bir yol haritasıdır”
Cold Spring Harbor tesislerinde II. Dünya Savaşı başlayana kadar
araştırmalarını devam ettiren Alman Nazi bilim adamları
daha sonra ülkelerine dönerek “Üstün Irk” yaratma projesini ortaya
çıkartmışlardır. Elde ettiğim belgelere göre Soyarıtım Kayıt Merkezi Nazilerce
insanlar üzerinde yapılan deneylere büyük katkı sağlamıştır. Hatta Mareşal
Goering’in 400.000 akıl hastası ve mental retardın yok edilmesine neden olan T4
projesine model olmuştur.
AIDS salgınının kökleri, amacı zenci, Yahudi, sakat,
mental retard gruplar gibi düşük ırkların nüfus artışlarını düşürmek olan Cold
Spring Harbor Soyarıtım Kayıt Merkezine uzanmaktadır. Cold Spring Harbor bilim
adamları bu düşük ırkların nüfusu artışlarını azaltmanın ötesinde Lord
Russell’ın deyimiyle milyonlarca “gereksiz kaşık düşmanını” yok etmenin
yöntemlerini de keşfetmişlerdir. Aşağıda Cold Springs Harbor tesisleri iç
yazışmaları ve istihbarat raporlarından bazı alıntıları vermekteyim.
İlk belge âdeta gruba yeni katılan bir bilim adamına
verilen ön bilgilere benzeyen bir giriş kısmını kapsamaktadır Bu yazıları ilk
kerede anlamak virolog veya mikrobiyolog olmayan bir kişi için zor olabilir
ancak hemen pes etmeyiniz. Okumaya devam ettikçe detayların kafanızda anlam
ifade etmeye başladıklarını göreceksiniz. Bu deneyim eski Poloraid fotoğrafları
incelemek gibidir. İlk başta fotoğraf kâğıdı bembeyazdır, sonra dış hatlar
belirmeye başlarlar ve en sonunda net fotoğrafı görürsünüz. İkinci belge Bölüm
13’te alıntı yapılan istihbarat raporudur. Bunları okuyun ve ağlayın. II. Dünya
Savaşı öncesi Cold Spring Harbor tesislerinde işte bunlar yazılmaktadır:
“Bang
ve Koprowski,nin fare makrofajları üzerine yaptığı araştırmada
kendini kopyalayabilen ve yetişkin bir fareyi öldürebilecek hepatit virüsünün
üremesini destekleyen faktörler araştırılmıştır. Ölü fareden alınan peritonal
makrofajlar virüsün üremesine destek olurken bağışıklık sistemi kuvvetli
fareden alınan makrofajlar aynı özelliği göstermemektedirler. Bu kapsamda
bağışıklığı kuvvetli genlerin F2 ve ileri jenerasyonları takip ettiği
söylenebilir. Yani virüsten etkilenme kapasitesi makrofajda görülen virüsün
üremesini destekleyen unsurlarla paraleldir. Eklem bacaklılarca taşınan
virüsler, Batı Nil ve Sarı Humma virüsleri de aynı özellikleri taşımaktadırlar.
Bu noktada bağışıklık gücü yüksek hücrelerin genetik özellikleri önem taşımaktadır.
Yani bağışıklık sistemi kuvvetli hücrelerin enfeksiyonlara reaksiyon gösterme,
yayılmalarını ve tümör gelişimini önleyen faktörlerin neler olduğu
araştırılmalıdır. Başka gruplarca bu konuda yapılan araştırmalar vardır ve A.
F. Murat’ın ‘İnsan Kanının Dağılımı ve Diğer Polimorfizmler’ isimli makalesi
bunlara bir örnektir.
Bu
makalede coğrafi olarak görülen bazı bağışıklık mekanizmalarının olduğu
açıktır. Örneğin zencilerde sıtma oluşumuna uygun Duffy kan grubu çok sık
görülmektedir.
Askeri
araştırma kurumlarımız dünyanın her yerindeki mikrobiyolojik ortamı
gözlemlemektedirler. Bu kurumların depolarında her tür virüs ve bakteri
mevcuttur. Bu araştırma merkezlerinde hastalıkların ortaya çıkışları ve
yayılmaları üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Tabii ki bu gizli yapılması
gerekli bir araştırmadır. Örneğin 1917’den beri görülmeyen büyük grip salgının
bir anda 1951 yılında tekrar patlak vermesi bu tip askeri araştırma
merkezlerinin deneylerine bağlanabilir. Dünya Sağlık Teşkilatı ve Uluslararası
İmmünoloji Cemiyetleri Birliği altında çalışan Doku Uyuşmazlığı Çalışma Grubu
çalışmalarında MHC’nun pek çok genetik varyasyonlarını ortaya çıkarmıştır. Bu
çalışmalar sonucu bazı virüslerin sadece bazı MHC (MHC T hücreleri olarak
bilinen bağışıklık sistemi hücrelerinin yüzeylerinde bulunan ve genetik olarak
kodlanmış glikoprotein moleküllerine verilen isimdir.) tipleri taşıyan
insanları etkiledikleri tespit edilmiştir. Cold Spring Harbor tesislerinde
glikoprotein tiplerini araştırarak bunların bağışıklık uyarı sistemi ve vücuda
giren yabancı bir maddeye karşı reaksiyonlarda nasıl bir görev üstlendiklerini
araştırmaktayız. Sınırlı sayıda olsa bile bu konuda mikrobiyolog ve
araştırmacıların dünyanın her yerinde ortaya koydukları sonuçlar ırk, coğrafi
bölge ve lenfosit reaksiyonlarının farklı olduğunu göstermektedir. ”
Hatırladığım
kadarıyla 1917 İspanyol Gribi salgını ulusal medyada yer alacak kadar önemli
bir durumdu. Acaba bu grip virüsü Milli Kimyasal ve Biyolojik Savaş
Laboratuvarlarımızda mı geliştirilmişti?
“Artık
bu çalışmaları önümüzdeki 10-12 yıl içinde dünya çapına taşıma planları
yapmaktayız. Bu çalışmalarda öncülüğü Paris Üniversitesi’nden J. Dausset gibi
bilim adamları yapmaktadırlar. 1972 Fransa Evian Konferansı ’nda gördüğümüz
gibi değişik ırklarda çok farklı HLA antijenleri bulunmaktadır. ”
On yıl önce istihbarat servislerimizin bildirdikleri de aşağıdaki
gibidir:
“Tüm dünyada şu
anda geniş kapsamlı bir MHC araştırması devam etmektedir. Bu çalışmada
özellikle makrofajların enfeksiyonların önlenmesindeki rolleri ve bazı
virüslerin makrofajlar tarafından kolaylıkla absorbe edilmelerinin nedenleri
araştırılmaktadır. Cold Spring Harbor tesislerinde araştırmanın odak konusu
makrofajların AIDS virüsü tarafından kullanımları ve vücudun diğer kısımlarına
enfeksiyon yayılımı gibi noktalardır.
Geniş çaplı
MHC-HLS araştırmalarının finansmanı 1904 yılından beri Soyarıtım Kayıt
Merkezini destekleyen ailelerce yapılmaktadır.
Bu finansör
gruplar için moleküler biyoloji 1904 yılında başlayan soyarıtım çalışmalarının
devamıdır. Cold Spring Harbor tesislerinde kesintisiz yapılan sofistike
çalışmalar virüslere karşı ırklarda görülen farklı reaksiyonları
kanıtlamaktadırlar.
Cold Spring
Harbor tesislerinde 1986 yılında Kraliyet Kanser Enstitüsü’nden dünyaca ünlü
Oxford genetikçisi Professor W. Bodmer Homo Sapienlerin Moleküler Biyolojisi
üzerine bir konferans vermiştir. Kapalı kapılar ardında pek çok bilim adamı
nüfus patlamasının dünyanın istikrarını tehdit eden en büyük düşman olduğunu
belirtmişlerdir. 1982 yılında yine bir Cold Springs Harbor Konferansı ’nda Sir
Julian Huxley şöyle demektedir, ‘Dünyada nüfus artışı çok önemli bir problem
olup, genetik kalitenin düzeltilmesi gereklidir.’”
Profesör Bodmer konuşmasına şöyle başlar:
“Yüz hatları,
karakter ve zekâ kapasiteleri üzerine yapılacak analizler günümüz genetik
bilimi için çok önem taşımaktadır. Günümüzdeki Polimorfik DNA işaretleyicileri
sayesinde artık iyi tanımlanmış bir yöntem bulunmaktadır. Bu gün elimizde olan
DNA teknolojisi yakın gelecekte yüz hatlarını kontrol eden genlerin insan
davranışlarını da kontrol edip etmediklerini bulacak düzeye ulaşacaktır...
Tüm insan genomu
dizimi hakkındaki bilgiler sadece hastalıkların analiz ve yayılmalarını
önlemeye değil toplumdaki bazı diğer önemli problemlerin çözümüne de katkıda bulunacaktır.
”
Kapalı kapılar
arkasında Bodmer toplumdaki en önemli diğer problemin dünyada “gereksiz kaşık
düşmanı” ve zenci nüfuslarının artışı olduğunu belirterek bu grupların
nüfusların derhal kontrol altına alınarak azaltılmaya gidilmesini tavsiye etmiştir.
Bodmer’in konuşması sonrası dinleyiciler dünyada mutlu yaşam hedefine ulaşmanın
tek yolunun genetik olarak değiştirilen virüsler olduğu ortak noktasında
birleşmişlerdir.”
Spring Cold Harbor kayıtları Yale Üniversitesi’ne taşınmış ve Soyarıtım
Cemiyeti Prescott Bush sponsorluğuna geçmiştir. Doğal olarak Prescott Bush’un
başarılarını engellemek isteyen biri Yale Soyarıtım Merkezi ve Hitler’in ırkçı
deneyleri bağlantılarını kamuoyuna sızdırmıştır.
Yale Soyarıtım Cemiyeti için zorunlu kısırlaştırma gayet kabul edilebilir
bir yöntemdir. Yale/New Haven Hastaneleri ve Tıp Fakülteleri beyin ameliyatları
ve doğum kontrol yöntemleri üzerine çok geniş bir araştırma yapmışlardır.
Araştırmalar sonucu Soyarıtım Cemiyeti’nce “aşağı” ırklar olarak görülen halk
topluluklarında zorunlu kısırlaştırmanın gereği ortaya çıkmıştır.
1950 Yale’de dedikodular yayıldığında Yale Soyarıtım Hareketi ve Prescott
Bush fazlasıyla etkilenmişlerdir. Bush başkanlık planlarını bir kenara iterek
arkadaşı Dwight D. Eisenhower’ın kampanyasına destek olmaya karar vermiştir.
Kampanya planına göre Eisenhower “Halkın Adayı” sloganıyla yarışacaktır.
Eisenhower çok sonra çelişkiye düşeceği dış siyaset ya da daha sonraları kendi
deyimiyle “askeri endüstriyel kompleks” diye isimlendirdiği komploya kadar
uyumlu ve 300’ler Komitesi’nin gizli hükümetinin emirlerini kolayca yerine
getiren bir başkan imajı yaratmıştır. İşte o kritik noktada Eisenhower kırgın
ve öfkeli olmasına karşın Amerikan halkına ölümcül etkileri olacak bir plana
karşı çıkamamıştır. 1951 Eylül ayında Harriman’ın adamlarından Forrestal
cinayetiyle bağlantılı Robert Lovett Savunma Bakanlığı’na getirildiğinde artık
Averill Harriman Amerika Birleşik Devletleri’nin gizli başkanı olmuştur.
Harriman’ın bu pozisyona gelmesinde Allen ve John Foster Dulles kardeşlerin
rolleri büyüktür.
Bush Ailesi
1948 yılında Yale Üniversitesi’ni bitirip Dresser isimli petrol
endüstrisi bağlantılı aile şirketinde işe başladığında George Herbert Walker
Bush kendisinin kaderinde yüksek mevkiler olduğuna inanmıştı. Şimdi bu filmi
hızla ileri saralım ve 1988 yılındaki başkanlık seçime gelelim. Bu kampanyada
Bush kendini taşralı biri olarak Washington’a talip olan bir aday olarak
göstermektedir. BCCI skandalı patlayana dek 300’ler Komitesi’nin önde gelen avukatlarından
Clark Clifford bir mektubunda Bush hakkında aşağıdaki gibi bahsetmektedir:
“1950’li yıllarda Prescott Bush benim sık sık golf oynadığım bir
arkadaşımdı, kendisini hem sever hem de sayardım. Fakat oğlu George’u hiçbir
zaman güçlü bir kişilik olarak görmedim. Geçmişinde Connecticut eyaleti, Yale,
Texas petrol endüstrisi, CIA ve Başkan Yardımcılığı olan bu adamın kendini
Washington’daki bir taşralı gibi tanıtmaya çalışması tam bir üçkâğıtçılıktır. ”
Düşmanın kim olduğunu bilmek artık kaçınılmaz bir durum olmuştur. Kimse
tanımadığı veya tarif edemediği bir düşmanla savaşamaz. Dolayısı ile geçmişleri
ve kimlere hizmet ettiklerini bilmeden kimse Harriman ve Bush gibi adamlarla
mücadele edemez. Bu kitabın bir askeri el kitabı olarak kullanılacağını umuyorum.
Kitabı okuyunuz ve içindeki isimleri ezberleyiniz. Kendi profilinizin
çıkarılması yerine siz onların profillerini çıkartınız. Bu kitapta profilleme
tekniklerinde sıkça söz ettik. Kişiler, gruplar, politik teşkilatlar vs.
profilleme çalışmasında sıralandıklarında ortaya çok önemli bir resim
çıkacaktır. Ne kadar basit olduğunu gördüğümüzde komplo artık büyük olmaktan
çıkacaktır.
Yani böyle bir çalışma sonrası Başkan Kennedy suikastı, Başkan Reagan’a
suikast girişimi, Pearl Harbor, Irak, Yugoslavya, halk tarafından tanınmayan
kişilerin bir anda yükselişleri ve Madeline Albright’ın Dışişleri Bakanlığına
atanışı kolaylıkla anlaşılır olacaklardır. Pek çok kişi Amerika’da gizli bir
hükümet olduğunu kabul etmez çünkü onlar doğrusal düşünme tarzına koşullanmışlardır.
Amerika’nın nasıl gizlice yönetildiğini anlamamızı engelleyen faktörlerden en
önemlisi çoğunluk vatandaşın büyüklüğü nedeni ile Amerika’da hiçbir şeyin gizli
kalmayacağına inanmalarıdır.
Amerikan halkı böyle düşünmeye Tavistock Enstitüsü’nün uzaktan nüfus eden
içsel yönelim koşullama teknikleriyle şartlandırılmıştır. Örneğin Pearl Harbor
vakasında Amerikan halkı bunun 300’ler Komitesi hizmetkârı Franklin D.
Roosevelt’in komplosu olduğunu hiç öğrenmemiştir.
Bundan daha kötüsü ise Amerikan halkının küçük bir azınlık dışında hâlâ
Pearl Harbor gerçeğini bilmemesidir. Pearl Harbor baskını yüzünden savaşa
girdiğimizi bilen herhangi bir vatandaşa suçlu kimdi diye sorun, yanıtı
“Japonlar” olacaktır. Başkan John F. Kennedy suikastının arkasındaki gerçek ise
belki de halka hiçbir zaman açılmayacak olan arşivlerde kalacaktır.
Roosevelt 7 Aralık 1941 tarihini “korkunç gün” olarak nitelemiştir.
Halbuki gerçek açıklansa o tarihten aylar öncesinden korkunç bir hıyanetin
başkan ve kabinesince işlendiği görülebilir. Başkan Roosevelt, Donanama Bakanı
Stimson ve Dışişleri Bakanı Knox olacakları üç ay öncesinden bilmektedirler. Ve
Japon baskınının olmasını istediklerini halka ve komuta kademesine hiçbir zaman
anlatmamışlardır. Bu ihanet 2.500 Amerikan askerinin Japon uçakları ile kurban
edilmesini içermektedir. Başkan gelmekte olan saldırı hakkında tek söz eden
kişinin sonsuza kadar susturulması konusunda emir vermiştir. Kara Kuvvetleri
İstihbarat Subayı Gerald Mason Van Dyke’in ifadesine göre Roosevelt Pearl
Harbor’da en güvendiği subaylardan olan Deniz Kuvvetleri İstihbarat Servisinden
Teğmen Clifford M. Andrews’a aşağıda bir bölümü verilen telgrafı göndermiştir:
“Japonlar saldıracak, savunma hazırlığı yapmayınız, bu savaşta
Amerikan halkının tam desteğine ihtiyacımız vardır. ”
Van Dyke’ın ifadesine göre yapılan şey “İnsanlık tarihinde bir kral veya
başkanca yapılan en alçakça davranıştır. Ve bunun tekrarlanmasını önlemeye
imkân yoktur.” Belki de Gerald Van Dyke gelecekte masum Amerikalılara oynanacak
oyunları görmektedir.
Van Dyke’ın bilmediği bu korkunç tezgâhın bakanlar Knox ve Stimson
tarafından hazırlandığıdır. Gizli günlüklerinde Knox Başkan Roosevelt ile
konuşmalarında Japonların ilk ateşi açmaya zorlanarak Amerika’nın Avrupa’daki
savaşa doğudan girişinin kararlaştırıldığını yazmıştır. Bu tezgâhı açığa
vurmaya çalışanlardan biri James Forrestal’dur. Daha önce Averill Harriman’a
tehdit oluşturan Forrestal’ın ensülin enjeksiyonlarıyla uyuşturularak Bethesda,
Maryland’de bulunan Walter Reed Askeri Hastanesi’nin on altıncı katından nasıl
aşağıya atıldığını anlatmıştık.
(Kaynak: John Toland: Living History
Roger A. Stolley: Pearl
Harbor Attack No Surprise, Hartford Van Dyke:
Silent Weapons Quieter Wars.)
Pearl Harbor Vakası Tavistock tekniğinin etkisini ve kaç kişi gerçeği bilirse
bilsin tehdit ve saldırganlıkla her şeyin gizli kalabileceğini göstermektedir.
Tavistock’un “profil tekniği” 1922 yılında Kraliyet Uluslararası İlişkiler
Enstitüsü’nün (RIIA) emriyle geliştirilmeye başlanmıştır. Psikiyatr Yüzbaşı
John Rawlings Reese Susex Üniversitesi içinde bulunan Tavistock İnsan
İlişkileri Enstitüsü’nde beyin yıkama bölümü açmakla görevlendirilmiştir. Diğer
bir beyin yıkama ünitesi ise Londra dışında Tavistock ismiyle açılmıştır. Bu
iki tesis gelişerek İngiltere’nin Psikolojik Savaş Bürosu’nun merkezi haline
gelmişlerdir. Ben Reese ve Tavistock’tan 1970 yılında ilk defa bahsettiğimde
pek ilgi görmemişlerdir. Yıllar içinde Tavistock ve Tek Dünya Devleti kurumuna
hizmetleri konusunda ben halka daha fazla bilgi sunduğumda pek çok uyduruk
yazar sanki bunları önceden biliyormuş gibi ortaya fırlamışlardır.
İngiliz Psikolojik Savaş Bürosu Reese’in 80.000 İngiliz askerini kobay
olarak kullandığı deneylerin sonuçlarını çok etkin şekilde kullanmıştır.
Tavistock tasarımı yöntemler II. Dünya Savaşı’nda Amerika Birleşik
Devletleri’ne getirilmişlerdir. Dr. Kurt Lewin yönetiminde Tavistock CIA’nin
atası kabul edilen OSS kurmuştur. Lewin Stratejik Bombalama Girişimi diye
bilinen ve mühimmat fabrikalarına dokunmayıp sadece Alman işçi konutlarının bombalanmalarını
hedefleyen Kraliyet Hava Kuvvetleri bölümünün başına getirilmiştir. İki
taraftaki mühimmat fabrikaları tabii ki uluslararası bankerlere aittirler ve
bunların zarar görmesini bankerler göze alamamışlardır. 1950 yılında Harriman,
Dulles kardeşler ve Robert Lovett Amerikan halkının gizlice toptan
dinlenmesiyle ilgilenmeye başlamışlardır. Harriman ve Dulles kardeşler
hükümetle temas ederek “halkın dinlenmesi” projesinin istihbarat örgütlerince
yapılmasını tavsiye etmişlerdir.
Dulles kardeşlerin yardımıyla Harriman “Psikolojik Strateji Kurulunu”
oluşturarak başına Gordon Gray’i getirmiştir. NATO ise Sussex Üniversitesi’ni
İngiliz Psikolojik Savaş Bürosu’nun parçası olacak olan çok gizli bir merkezi
kurmakla görevlendirmiştir. Bu çok gizli merkeze Bilim Siyaseti Araştırma
Enstitüsü (SPRU) ismi verilir. Okurlara bunları anlatmamın nedeni 300’ler
Komitesi’nin Amerika’da Yeni Dünya Düzeni’ne muhalefet önemli ölçüde azalana
kadar halkı karmaşık bilgilerle bombardıman etme yöntemlerini uzun süredir
uyguladığını göstermek içindir.
Bu konsept Amerika’da yeni olmakla beraber Tavistock Enstitüsü için yeni
değildir. Bu yöntemin arkasındaki fikir II. Dünya Savaşı’nda Alman işçi
moralini sıfırlamak için işçi konutlarına yapılan sürekli bombardıman sırasında
ortaya çıkmıştır.
Bu bombardımanlar Alman savaş sanayi alt yapısını hedef almamaktadırlar.
Çünkü Alman savaş sanayi alt yapısında uluslararası bankerlerin sermayeleri
yatmaktadır. Tavistock’tan Kurt Lewin ve Prudential Sigorta Firması’ndan bir
grup sigorta aktüeri Alman işçi konutlarından %65’nin her gece bombalanması
halinde sivil moralin çok yakında sıfırlanacağı kararına varmışlardır. Bu
konuda Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne verilen rapor Prudential Reasürans
firmasınca hazırlanmıştır. Aynı yöntem 1946 yılında Amerikan işçi kesimine
uygulanacaktır.
Müttefiklerin Sivilleri
Hedef Alan Bombardıman Planı
Siviller yönelik bombardımanın rolüne değinmek gerekmektedir. Ben
“sivilleri hedef alan bombardıman” terimini “Prudential Reasürans Stratejik
Bombardıman Araştırması” yerine kullanmayı tercih ederim çünkü bu terim bir
stratejik çalışmanın içeriğini kapsamaktadır. Eski Jüpiter Adası sakini, Brown
Brothers, Harriman firması ortağı Robert A. Lovett sivillerin havadan terör
amaçlı bombalanmaları taraftarıdır. Lovett ayrıca MI6 firmalarından Prudential
Reasürans Şirketinin Tavistock Enstitüsü’ne kapsamlı bir sivil hedefleri içeren
bombardıman planı yaptırmasında anahtar rol oynamaktadır.
Lovett, Stratejik Bombardıman Araştırması’nın oluşumunda büyük rol
oynamıştır. Ancak Almanya ve Japonya’da sivil hedefler yapılan uzun süreli
bombardımanın bir savaş tekniği olarak sınırlı etkisi olduğu görülmüştür. Bu
hayal kırıklığı içinde Lovett Harriman’ a savunmasız olan Dresden şehrinin
bombalanması gereğinden bahsetmiştir. Harriman psikolojik savaşın etki
sınırları bilinmesine rağmen sivillere yönelik bombardıman şeklinde devam
etmesinden yanadır. Bu ikilinin Dresden’e düzenletecekleri korkunç saldırı güya
sivil hedeflere saldırılara karşı muhalefeti susturacaktır.
“Bombacı” Harris kumandasındaki Kraliyet Hava Kuvvetleri Dresden’e
yıldırım hava saldırısı yaparak çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan
125.000 Almanı öldürdüler. “Bombacı” Harris ve saldırıların arkasındaki vahşet
II. Dünya Savaşı’nın bitiminden uzun yıllar sonra bile sır olarak saklandı.
Lovett aynı stratejiyi Vietnam’da uygulaması için başkan Lyndon Johnson’a baskı
yaptı. Başkan George Herbert Walker Bush bu tekniği Panama işgalinde kullandı.
Başkan Clinton Madeline Albright’ın ısrarıyla Sırbistan’daki sivillerin havadan
bombalanmalarının yolunu açtı. Bu yöntem Bağdat’ta bile kullanıldı
ancak sonuçta bize pek fazla bir şey
kazandırmadı.
Büyüklüğü ve kapsamı açısından CIA’yi çok aşan Deniz Kuvvetleri
İstihbarat Servisi Tavistock’un yaptığı kapsamlı bir araştırma sonucu
kurulmuştur. Amerikan hükümetlerince ödenen milyarlarca dolar karşılığı
Tavistock stratejik planlamacıları bugün Pentagon’un kullandığı tüm savunma
sistemlerini kurmuşlardır. Bu gün devam eden bu durum 300’ler Komitesi’nin
Amerika ve Amerikan kurumları üzerindeki kontrolünü göstermektedir. Tavistock
bugün çoğu bu kitapta adı geçen 30 araştırma kurumunu Amerika’da yönetmektedir.
Tavistock-Amerikan ortaklığı pek çok kere toplumumuzu ve devlet
kurumlarımızı derinden etkileyen canavar projelere imza atmıştır. Amerikan
yaşamını çökerten Tavistock yöneticilerinden biri Komitenin gözdelerinden, NATO
kurucu üyesi ve Roma Kulübü liderlerinden Dr. Alexander King’dir. King Roma
Kulübü’nce Amerikan eğitim sisteminin düzeyinin düşürülmesi konusunda
görevlendirilmiştir ve Ulusal Öğretmenler Birliği’nin başına geçirilmiştir.
1993 yılı itibarıyla Ulusal Öğretmenler Birliği çocuklarımızın
beyinlerini ele geçirmeye çalışan sosyalist bir araca dönüşmüştür. Sonuç Odaklı
Eğitim Amerikan okul çocuklarını toptan sosyalistleştirme projesidir. Sonuç
Odaklı Eğitimin bir başka özelliği de ilk ve ortaokul düzeyindeki çocukların
beyinlerine “cinsel eğitim” adı altında homoseksüelliği sokmaktır. Bu çaba
aynen Martin Luther King’in azınlıklar hareketi tarzında ilerlemektedir. 300’ler
Komitesi’nin fütursuzluğunu göstermek açısından burada Federal Acil Durum
Yönetimi Ajansı hakkında birkaç cümle söylemek istemekteyim. Bir Roma Kulübü
ürünü olan FEMA Three Mile Island (TMI) nükleer santralinde denenmiş bir
kurumdur. Histerik medyaca nükleer kaza olarak nitelendirilen bu vaka kaza
değil nükleer santrallerdeki elektrik üretimine karşı kamuoyu görüşünü
değiştirmeye yönelik bir komplodur. TMI vakası âdeta FEMA için yapılmış bir
tatbikattır.
Bu vakanın bir başka getirisi de hiçbir tehlike olmadığı halde halkı
bölgeden kaçmaya zorlayan korku ortamının medya tarafından yaratılmış
olmasıdır. Medyanın da panik yaratma kapasitesi böylece ölçülmüştür. Bu kazada
kimse ölmemiştir ve ciddi bir yaralanma yoktur. Sahnelenen komedi Orson
Wells’in radyo programında Mars’tan gelenlerce işgale uğradığımız yalanını 1
Nisan şakası olarak yapması ve bu şaka karşısında New York ve New Jersey
halkının paniğe kapılmalarıyla aynıdır. TMI başarısı anti-nükleer ya da Aspen
Enstitüsü’nce kontrol edilen Atlantic Richfield ve diğer büyük petrol firmaları
tarafından Roma Kulübü adına fonlanan “çevreciler” tarafından çok
kullanılmıştır. Büyük “kaza” eski İngiliz istihbarat servisi çalışanı ve CBS
televizyonu başkanı William Paley tarafından geniş kapsamlı olarak görsel medyaya
taşınmıştır. FEMA II. Dünya Savaşı’ndaki Stratejik Bombardıman Girişiminin
devamıdır. Tavistock teorisyenlerinden Dr. Kurt Lewin yeni oluşumun amacını
“Kriz yönetimi” olarak adlandırmıştır. Lewin ile Tavistock arasındaki ilişki 37
yıldan daha uzun süredir devam etmektedir. Lewin Stratejik Bombardıman Girişimi
yapısını birkaç ufak değişiklikle FEMA’ya taşımıştır. FEMA’da doğal olarak
düşman artık Almanya değil Amerika’dır. II. Dünya Savaşı’ndan atmış iki yıl
sonra silah yine Tavistock’un elindedir ve Amerika’yı hedeflemektedir.
Margaret Meade Prudential Bombardıman projesi kapsamında Japon ve Alman
nüfusların sürekli hava bombardımanına gösterdikleri stres belirtilerini tespit
etmek için görevlendirilmiştir. Doçent Dr. Irving Janus da bu proje için John Rawlings
Reese tarafından işe alınmış ve daha sonra Tuğ. General rütbesiyle İngiliz
Silahlı Kuvvetleri’ne katılmış olup Tavistock Enstitüsü’nün psikiyatri bölümü
başkanlığını üstlenmiştir. The Meade-Janus test sonuçları bunları FEMA isimli
devlet kurumunun oluşumunda kullanacak olan Amerikan hükümetine verilmiştir.
Janus Air War and Stress isimli kitabında “suni krizler” için gerekli
koşulları formüle etmiştir. Meade-Janus formülleri son harflerine kadar Three
Mile Island krizinde FEMA tarafından takip edilmişlerdir. Aslında Janus çok
basit bir prensip kullanmaktadır:
“Seri halinde krizler yaratarak nüfusu Lewin terör taktiklerine göre
yönlendirmeye çalışın. Hedef grubun beklendiği gibi hareket ettiğini
göreceksiniz. ”
Çalışmalarında Lewin özellikle televizyon olmak üzere medya araçlarının
geniş halk kitleleri üzerindeki sosyal kontrolü kolaylaştırdığını keşfetmiştir.
Nükleer felaketler sonrası yanmış cesetler, Vietnam Savaşında ölen askerlerin
görüntüleri vs. sosyal yönetimi kolaylaştıran faktörler olup hatta savaşları
bitirecek güce sahiptirler.
Lewin ayrıca kadın dergilerinin nükleer savaş korkusunu arttırmakta çok
etkin olduklarını fark etmiştir. Bu teorisini denemek için Janus Arkansas
senatörü Dale Bumpers’ın eşi Betty Bumpers’ı McCall’s Magazin’de işe sokmuştur.
Lewin halkın kriz anlarında kadınların yalan söylemediklerine dair bir inanca
sahip olduğunu tespit etmiştir. Betty Bumpers’ın makalesi McCall’s Magazini
Ocak 1983 sayısında yayımlanmıştır. Tabii ki makaleyi Mrs. Bumpers yazmamıştır.
Tavistock’taki bir grup uzman yalan, dolan, uyduruk bilgilerle bu makaleyi
hazırlayarak Mrs Bumpers’a vermişlerdir. Bumper’ın makalesi Tavistock’un çok
başarılı olduğu psikolojik manipülasyonun güzel bir örneğidir. Dergiyi okuyan
her kadın nükleer savaşın korkunç sonuçları hakkında fikir birliği içindedir.
Kadınların belli bir fikrin propagandasında ön plana çıkarılması tekniği
gerçek yaşam maceraları James Bond’u solda sıfır olarak bırakacak ünlü
istihbaratçı Willi Munzenberg tarafından keşfedilmiştir. Munzenberg halkın
kadınları sürekli yalan söyleyen bir grup olarak görmemesinden hareketle
propaganda çalışmalarında kadınların rolünün önemli olduğunu savunmaktadır. Bu
teknik doğal olarak CBS, ABC ve NBC gibi propaganda kanallarında
kullanılmaktadır. Yakında haber spikerlerinin tamamen kadın olmaları da
olasıdır. 300’ler Komitesi yüzlerce “think-tank”i bünyesinde bulundurduğu gibi
hükümet ve iş dünyasını etkileyebilecek pek çok “uzman” yazarı da
beslemektedir. Bu organizasyonlara bir örnek Alman Marshall Fonudur. Bu örgütün
NATO ve Roma Kulübü üyeleri olan üst kademesinde Chase Manhattan Bank’tan David
Rockefeller, Manufactures Hanover Trust and Finance Corporation’dan, Gabriel
Hague, Ford Vakfından Milton Katz, Birleşik Otomotif Sendikası Başkanı Irving
Bluestone, Roma Kulübü’nün Amerikan Başkanı ve Prens Philip Dünya Doğal Yaşam
Vakfı üyesi Russell Train, CBS program yapımcısı Elizabeth Midgely, Russel Sage
Vakfı başkanı B.R. Gifford, Aspen Enstitüsü’nden Guido Goldman, 300’ler
Komitesi üstatlarından Averill Harriman, Carnegie Endowment Fund temsilcisi
Thomas L. Hughes, MIT’den Dennis Meadows ve Jay Forrester bulunmaktadır. Bu
kuruma 1991 sonrası katılan ünlüler arasında Silvio Berlusconi, Madeleine
Albright, William Jefferson Clinton vardır.
300’ler Komitesi’nin
Görünen Yüzleri
Yüz elli yıldan beri var olan 300’ler Komitesi bugünkü halini 1897
yılında almıştır. Avrupa’nın durumunu kontrol edecek devletler üstü bir
mekanizma kurulması kararı alındığında Kraliyet Uluslararası İlişkiler
Enstitüsü Tavistock Enstitüsü’nü kurmuştur. Tavistock ise Roma Kulübü ve
NATO’yu oluşturmuştur. NATO ilk beş yılında Alman Marshall Fonu tarafından
finanse edilmiştir. Komitenin dış ilişkilerden sorumlu birimi Bilderberg
Grubunun en önemli üyesi Cizvit rahibi ve 33. Dereceden Mason Joseph
Rettinger’dir. Yıllık Bilderberg toplantıları tüm komplo teorisyenlerinin
ağzını sulandırsa da 11-13 Mayıs 1973 tarihlerinde gerçekleşen en önemli
toplantı hakkında pek az kişinin bilgisi vardır.
Bu toplantı İsveç’in Saltsjoebaden şehrinde gerçekleşmiş olup toplantı
başkanlığını Hollanda Prensi Bernhardt üstlenmiştir. Toplantının amacı Henry
Kissinger tarafından tezgâhlanan “petrol krizi”nin dünyada uygulanmasıdır. Bu
toplantıya biraz sonra döneceğiz. Roma Kulübü ünlüleri arasında Colorado
madenlerinden servet kazanarak Washington Post gazetesini satın alan
Eugene Meyer, Phillip Graham’la evlenen ancak Washington Post’un
kontrolü için kocasını öldürdüğünden şüphelenilen kızı Katherine, dünyanın en
büyük sigorta firmalarından New York Life Insurance Co. yöneticisi ve Kraliçe
Elizabeth ile akrabalığı bulunup Xerox firması yönetiminde de bulunandan Paul
G. Hoffman, II. Dünya Savaşı’nda Almanya’yı dünya haritasından silmeye çalışan
John J. McCloy bulunmaktadırlar.
Âdeta ünlüler geçidi! Bu kadar ünlüyü bir arada bulundurmasına rağmen ne
tuhaf ki istihbarat örgütleri dışında bu oluşumdan haberi olan sayısı yok
denecek kadar azdır.
Bu gruptaki kişiler, firmalar, televizyon istasyonları, gazeteler,
sigorta şirketleri ve bankaların toplam gücü beş Avrupa ülkesinin toplan
gücünden fazladır. Ve Roma Kulübü 300’ler Komitesi’nin sadece bir parçasıdır.
Bilderberg grubu Komite’nin önemli bir parçası olmasına karşın Roma Kulübü
Komite’nin yönetimine daha yakın bir üst kurumdur. Özellikle Amerikan
ilişkileri üzerine yoğunlaşan Roma Kulübü’nün Amerikan üyeleri genelde Japonya,
Almanya, Sırbistan, Irak ve Latin Amerika ülkelerinin sorunlarıyla uğraşırlar.
Komite ve Roma Kulübü’nün “görünen yüzleri” olarak işletilen bazı
organizasyonlar aşağıda verilmektedir:
League of Industrial Democracy
Kurucular: Michael Novak, Jean Kirkpatrick, Eugene Rostow, Irwin
Suall, Lane Kirkland ve Albert Schenker.
Amaç: İşçi sendikalarının beynini yıkamak suretiyle kabul edilemez
taleplerde bulunmalarını sağlayarak özellikle çelik, otomotiv ve inşaat
sektörlerinde işçi - işveren krizleri çıkartmaktır.
Freedom House
Yöneticiler: Leo Churn ve Carl
Gershman.
Amaç: Amerikan mavi yakalı kitlesinde dezenformasyon teknikleriyle
sosyalist fikirleri yayarak huzursuzluk ve tatminsizlik yaratmak,
Committee for a Democratic Majority
Yöneticiler: Ben Wattenburg, Jean Kirkpatrick, Elmo Zumwalt ve
Midge Dector.
Amaç: Seçimlerde sol kesim adaylara blok oy potansiyeli yaratmak
için eğitimli sosyalist gruplarla azınlıklar arasında sıkı ilişkiler
oluşturmak. Bu kurum kuruluşundan itibaren tam bir Fabian operasyonudur.
Social Democrats U.S.A.
Yöneticiler: Bayard Rustin, Lane Kirkland, Jay Lovestone, Carl
Gershman, Howard Samuel, ve Sidney Hook.
Amaç: Özellikle azınlık gruplar içinde radikal sosyalizmi yaymak
ve sosyalist ülkelerle ilişkiler geliştirmek. Moskova ile direkt bağlantıları
olan Lovestone yıllarca Amerikan başkanlarına Sovyet ilişkilerinde danışmanlık
yapmıştır.
Institute for Social Relations
Yöneticiler: Harland Cleveland ve
Willis Harmon.
Amaç: Amerikan düşünce tarzının değiştirilmesi. Cleveland üst
seviye Roma Kulübü yöneticisi ve Çin uzmanıdır. Sosyalizm eğitimini 1938
yılında mezun olduğu Oxford’dan alan Cleveland Uluslararası İlişkiler Bakan
Yardımcılığı yapmıştır. Çin’de UNRRA delegesi ve ECA Çin Programı direktörlüğü
de yapan Cleveland Amerika’nın sosyalizm doğrultusunda ilerlemediğine
inanmaktadır. Dolayısı kendisine göre Amerika’yı bu yörüngeye sokacak
yöntemlerin oluşturulmaları gerekmektedir. Cleveland için Institute for Social
Relations ve Roma Kulübü Amerika’nın sosyalistleştirilmesinde önemli
araçlardır.
War Resisters League
Yöneticiler: Noam Chomsky ve David
McReynolds.
Amaç: Sol kesim, öğrenciler ve Holywood kesimleri sayesinde
Vietnam Savaşı’na karşı çıkmak. Bu örgüt Cora Weiss tarafından yönetilen
Riverside Kilisesi Silahsızlanma programıyla ortak çalışmaktadır. Bu grupların
propaganda amacı Amerikan halkına “Rusya silahlanma yarışı içinde yalandan bize
düşman gösteriliyor.” fikrini aşılamaktır. Chomsky sosyalist amaçlara hizmet
eden World Peacemakers ve American Friends Service Committee gibi barış
örgütlerine de üyedir.
Anti Defamation League Fact Finding
Division
Yönetici: Irwin Suall (John Graham
olarak da bilinir)
Amaç: FBI - İngiliz istihbarat servisleri operasyonu olarak sağ
kanat grupları ve liderlerini daha fazla güçlenmelerine izin vermeden yok
etmek.
Amalgamated Clothing Workers
Yöneticiler: Murray Findley, Irwin
Suall ve Jacob Scheinkman.
Amaç: Tekstil sanayi ve ticaretinde işçileri kutuplaştırmak. KGB
Servis A bölümüne göre pek çok Sovyet ajanı bu grupta çalışmaktadır.
Philip Randolph Institute
Yönetici: Bayard Rustin.
Amaç: Ortak amaç güden kurumlar arası koordinasyonu sağlayarak
işçi ve öğrenci kesimlerde sosyalist fikirlerin yayılmalarını sağlamak. Bu
grubun Malta Şövalyeleri ve Mont Pelerin Cemiyetleriyle sıkı bağları
bulunmaktadır.
Cambridge Policy Studies Institute
Yönetici: Gar Alperovitz.
Amaç: Şubat 1969 tarihinde senatör Gaylord Nelson’un eski
yardımcısı enternasyonal sosyalist Gar Alperovitz tarafından kurulan Siyasi
Bilimler Enstitüsü çalışmalarının kapsamını geliştirmek
Alperovitz’in “Atom Diplomasisi” isimli tartışma yaratan eseri Roma
Kulübü için yazılmış ve Alman Marshall Fonu tarafından finanse edilmiştir. Bu
örgüt Amerikan toplumunu temelden değiştirecek projeler üzerinde araştırmalar
ve uygulamalar şeklinde çalışmaktadır.
Economic Committee of the North
Atlantic Institute
Yönetici: Dr. Aurelio Peccei (Öldü)
Amaç: NATO think-tank’i olarak küresel ekonomik konularda çalışan
bu kurum Von Hayek ve Ludwig Von Mises fikirlerini Clinton yönetimine kabul
ettirmesiyle ünlüdür.
Center for the Study of Democratic
Institutions (CSDI)
Yöneticiler: Kurucu300’ler Komitesi’nden Robert Hutchins, Harry
Ashmore, Frank Kelly
Amaç: Liberal eğilimli sosyalist reformu getirecek fikirleri demokrasi
yönetimi içerisinde yaymak. Grubun en önemli faaliyetlerinden biri Danimarka
örneğine benzer monarşik ve sosyalist yeni bir Amerikan Anayasası’nın kaleme
alınmasıdır. Bu örgüt Olimpos üyelerinin kalesidir. Santa Barbara’da Partenon
diye anılan tesiste faaliyet gösterir. 1973 yılında hazırlamakta oldukları
Amerikan Anayasası’nın 35. Taslağında “çevre hakları” bulunmakta olup amaçları
Amerikan endüstriyel gelişimini 1969’daki seviyenin altına çekmektir.
Bu kurum Komite’ce belirlenen Roma Kulübü’nün Post Endüstriyel Sıfır
Büyüme projesini uygulamayı amaçlamaktadır. Diğer amaçları arasında ekonomik
döngüyü kontrol, sosyal güvence sistemi, iş dünyasının kontrolü, çevre kontrolü
gibi sosyalist hedefler vardır. 300’ler Komitesi adına konuşan Ashmore aşağıdakileri
söylemektedir:
“(...) CSDI’nın işlevi siyasi sistemimizi
daha etkin çalışır hale getirmektir.
Eğitim sistemimizi değiştirmemiz, yeni bir Amerikan ve Dünya Anayasasını
düşünmemiz gereklidir.”
Ashmore tarafından belirtilen diğer
hedefler aşağıdaki gibidir:
-
Her ülke Birleşmiş
Milletler Örgütü’ne katılmakla yükümlü olmalıdır.
-
Birleşmiş Milletler her
bakımdan güçlendirilmelidir.
-
Güney Doğu Asya
tarafsızlaştırılmalıdır.
-
Soğuk Savaş sona
erdirilmelidir.
-
Irkçı ayrımcılık
kaldırılmalıdır.
-
Gelişmekte olan ülkelere
yardım edilmelidir.
-
Problemlerde askeri çözüm
kabul edilemez.
-
Problemlerde ulusal
çözümler yeterli olamazlar.
-
Ortak yaşam kaçınılmazdır.
“Global Konsept” vurgulanmalıdır.
Harvard Psychological Clinic
Yöneticiler: Dr. Kurt Lewin ve 15
bilim adamı
Amaç: Komite’nin Amerika Birleşik Devletleri üzerinde sınırsız
güce ulaşmasını sağlayacak iklimi oluşturmak. Kurum toplumu radikal
değişikliklere hazırlamak için Harvard Siyasi Bilimler Enstitüsü’yle çalışır ve
medyayı halkı kendi yetersizliklerine inandırarak değişmeye zorlamak için
kullanır.
Institute for Social Research / RAND
“Delphi” Project
Yöneticiler: Dr. Kurt Lewin ve 20
Yeni-Bilim uzmanı.
Amaç: Yeni sosyal projeler üreterek Amerika’yı endüstriyel
temelinden uzaklaştırmak, halkı endüstriyel büyümenin kötülüğüne inandırmak ve
yatırımları yüksek işçilik ödeyebilecek sektörlerden kaçırmak.
Bir “Gelecek” think-tank’i olarak Rand Delphi “Prometheus Projesi,” üzerinde
çalışmış ve gelecek öngörülerini bilimsel olarak kabul ettirmiştir. Bu
think-tank’te John McHale’nin “Geleceğin Geleceği” sloganı vardır. Bu çalışma
Jules Verne ve H. G. Wells’in “zaman içinde seyahat” eserlerini seven sıradan
kişilerin anlayacağı bir şey değildir. Bu proje kompleks öngörüm modellerinin
kullanıldığı bir sistemdir ve Robert U. Ayers’in Teknolojik tahmin ve Uzun
Vadeli Planlama, Dennis Gabors’un Geleceğin İcadı ve Marvin
Cetrons’un Teknolojik Tahmin: Pratik Yaklaşım isimli eserlerine
dayanmaktadır.
Educational Policy Center
Yönetici: Willis Harmon.
Amaç: Stanford Araştırma Enstitüsü’nün parçası olan bu kurum
Amerikan Eğitim Bakanlığı’nca finanse edilmektedir. Kurum Eğitim Bakanlığı
kontrolündeki 30 merkezden biridir.
Kurum 1967’den beri Komite’nin Amerikan ilk ve orta eğitimi için uygun
gördüğü eğitim modelleri üzerinde çalışmaktadır.
Merkezde çalışan 20 - 25 profesörün görevi eğitimi sosyalist kapsam
içinde ulusal ve uluslararası açılardan incelemektir. Merkez yöneticisi Willis
Harmon görevlerinin eğitim sisteminin tüm dünyadan farklı olmadığını ispat
etmek olduğunu belirtmektedir:
“Eğitimin uygun olup olmadığını görmek için tüm diğer alternatifleri
değerlendirmeye karar verdik. Bizimki eğitimin ulusal ve dünyada makro düzeyde
test edilebileceği bütüncül bir yaklaşımdır.”
Systems Development Corporation.
Yöneticiler: Sheldon Arenberg
Amaç: Amerikan ve İngiliz istihbarat örgütlerinin koordine
edilmeleri. Bu firma öncelikle ülkelerden sorumlu kurumları belirler. Örneğin
İspanya Katolik Kilisesince, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterlikçe
yönetileceklerdir. Bu kurumda geliştirilen “X RAY 2,” sistemi tüm think-tank
personeli, askeri kurum ve tesisler ve tüm emniyet güçlerini bilgisayar
teknolojisi sayesinde Pentagon’a bağlamıştır.
Kurumun misyonu en yeni teknoloji sayesinde herkesi kapsayacak bir
kontrol sistemi oluşturmaktır. Arenberg fikirlerinin askeri olmadığını iddia
etse de kullandığı tekniklerin silahlı kuvvetler kökenli olduğu bilinmektedir.
Bu adam Amerikan Anayasası’na aykırı olarak tam “George Orwell 1984”
tipli New York Eyaleti Kişi Tanıma ve İstihbarat Ağının (NYIIS) mimarıdır. NYSIIS
sitemi ulusal boyutta uygulamaya geçmek üzeredir. Bu sistem Brzezinski’nin
kitabında bahsettiği ve her vatandaş hakkında her bilgiye anında ulaşmayı
sağlayan bir teknolojik gelişmedir.
NYSIIS verilerini emniyet güçleri ve resmi kurumlarla paylaşır. Bu sistem
vatandaşlar hakkında istenildiği zaman ulaşılabilecek sosyal ve kriminal veri
arşivi olarak düşünülebilir. Tipik bir 300’ler Komitesi faaliyeti olan Systems
Development Corporation isimli firmanın görevi bilinmesi gereken bir nokta
olmakla beraber bu kitabın konusu dışındadır. Ancak bu firmanın Amerikan
Anayasası’nca tanınan vatandaşlık haklarını korumakla ilgili bir şeyler
yapmadığı kesindir. Firmanın Santa Barbara’da Robert Hutchins’in “Partenon”unun
yakınında oluşu da enteresandır. Bu gün kurdukları network “Internet” diye
isimlendirilmektedir. Roma Kulübü yandaş kuramlarınca yapılmış olan bazı
yayınlar aşağıda verilmektedir:
“Yeni Cumhuriyet”
“Yeni Toplum Çalışmaları”
“Jones Anne”
Yandaş kurumlar ileriki yıllarda Federal Hükümet içindeki Bolşevik grubun
lideri Irving Kristol’ün pek çok kitabını yayımladılar. Tabii ki bu kitaplar
Roma Kulübü’nce yapılan yayınların sadece bir kısmıydılar. Roma Kulübü’yle
bağlantılı vakıfların sayısı düşünüldüğünde basılan kitapların sayısı binlerle
ifade edilebilir. Roma Kulübü ve Tavistock bağlantılı vakıflar, kurumlar ve
kuruluşların ancak birkaç tanesini bu kitapta inceleme şansımız vardır. Aşağıda
bu kurumlar içinde özellikle askeri alanda faaliyet gösteren bazı vakıf ve
think- tankler verilmektedir.
Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin 300’ler Komitesi think-tanklerince
geliştirilen “Yeni Savaş Taktiklerini” uyguladığını sıradan bir vatandaş
bilemez. Komitenin baskısıyla Roma Kulübü 1946 yılında yeni think-tankler
oluşturma görevini üstlenmiştir. 1959 yılında artık bu think-tanklerin silahlı
kuvvetler üzerindeki etkileri tartışılmaz hale gelmiştir. Şüphe yok ki Tek
Dünya Devleti’ne katmayı planladıkları Amerika’da bu think-tanklerin gündelik
yaşamımızdaki rolleri de artacaktır.
Mont Pelerin Cemiyeti
Mont Pelerin yanlış ekonomik teoriler üreterek Batılı ekonomistleri kendi
modelleri üzerinde çalışmaya teşvik etmekle görevli bir vakıftır. En ünlü
teorisyenleri Von Hayek, Milton Friedman ve Ludwig Von Mises’tir. Vakıf Malta
Şövalyeleri, Heritage Foundation ve Alman Marshall Fonuyla yakın ilişkiler
içindedir. Bazı gizli görüşmeleri Hoover Kurumunda yapılan vakfın finansmanı
Rothschild ve Rockefeller ailelerince sağlanmaktadır.
Hoover Kurumu
Kuruluş amacı komünizm ile mücadele olan bu kurum zaman içinde sosyalist
yönelimlere girmiştir. 300’ler Komitesi şemsiyesi altındaki kuruluşlarca
finanse edilen bu kurumun yıllık bütçesi 20 milyon dolardır. Soğuk Savaş
sonrası kurum “Barşçıl değişimler” üzerine yani silahsızlanma ve Amerikan iç
problemleri üzerine odaklanmıştır. Medya tarafından “Muhafazakâr” kurum olarak
tanıtılan ve tartışmalarda muhafazakârların görüşlerini aktarmak için
başvurulan bu kurumun muhafazakârlıkla ilgisi yoktur. Kurum özellikle 1953
yılında Roma Kulübü’nce ele geçirildikten sonra Yeni Dünya Düzeni-Tek Dünya Devleti
eksenli politikalar üretmeye başlamıştır.
Heritage Vakfı
Bira sektörü devlerinden Joseph Coors tarafından muhafazakâr bir
think-tank olarak kurulan bu vakıf daha sonra Fabian Örgütü lideri Sir Peter
Vickers Hall, Stuart Butler, Steven Ayzler, Robert Moss ve Frederich Von Hayek
tarafından ele geçirilmiş olup Roma Kulübü politikalarını benimsemiştir. Kurum
İngiliz İşçi Partisi lideri Anthony Wedgewood Benn’in emri doğrultusunda
“Reagan’ın Tahatcher’laştırılması” görevini yerine getirmiştir. Zaman zaman söylemleri
kulağa muhafazakâr gelmekle beraber bu kurum kesinlikle muhafazakâr değildir.
İnsan Kaynakları Araştırma Ofisi
(HUMRRO)
Psiko-teknoloji alanında kurulmuş askeri bir kurumdur. Çalışanların çoğu
Tavistock eğitimlidirler. Psiko-teknoloji asker moral ve motivasyonu
çalışmaları ile düşman üzerinde müzik etkisini kullanmak gibi konuları içerir.
George Orwell’in 1984 isimli kitabında yazdıklarının çoğu HUMRRO
tarafından öğretilir. 1969 yılında 300’ler Komitesi bu büyük kurumu ele
geçirerek Roma Kulübü altında çalışan bir STK haline getirmiştir. Bu kurum
Amerika Birleşik Devletlerindeki en büyük davranış bilimleri araştırma
tesisidir.
HUMRRO silahlı kuvvetlere askerin silahın bir parçası olduğunu
vurgulayarak “silah olarak insan” ve “insan kalite kontrolü” kavramlarını
öğretir. HUMRRO silahlı kuvvetlerin yönetim tarzı konusunda büyük öneme
sahiptir. HUMRRO uygulamalı psikoloji derslerinde askerlerin müzikle koordine
edilmeleri çalışmaları yapılmaktadır. Bunun en başarılı uygulaması Irak’ta
12.000 Irak askerinin canlı olarak toprağa gömülmesi emrine karşı gelen
askerlere yapılan müdahaledir.
Bu tip beyin yıkama yöntemleri çok tehlikeli olup Irak’ta Iraklı
askerlerin öldürülmeleri için askerlerimiz üzerinde denenen bu teknik ileride
askerlerimiz üzerinde yeniden uygulanarak sivillerin toplu ölümlerine yol
açılabilir. Zaten hali hazırda beyinsiz koyun sürüsü gibi yaşan bizler için
HUMRRO’nun beyin şekillendirme ve yıkama teknikleri büyük tehlikedirler. HUMRRO
Tavistock’un bir yan kuruluşu olarak Körfez Savaşı’nda büyük rol oynamıştır.
Amerikan askerlerinin I. ve II. Dünya Savaşlarındaki ahlaki ve merhametli
yaklaşımları bu savaşta saldırgan, vahşi ve kana susamış asker davranışlarına
dönüşmüştür.
Araştırma Analizi Firması
Bu kurum HUMRRO’un kardeş kuruluşu olup 1948 yılında McLean, Virginia’da
açılmıştır. 1961 yılında Komite’ce ele geçirilen firma Johns Hopkins bloğunun
bir parçası haline getirilmiştir. 600’den fazla proje gerçekleştiren bu kurumun
zencilerin silahlı kuvvetlere entegrasyonu, psikolojik savaş, nüfus kontrolü ve
nükleer silahların taktik kullanımları gibi önemli programlarda imzası bulunur.
Bu kitapta isimlerinden bahsedeceğimiz daha pek çok think-tank
bulunmaktadır. Think-tanklerle hükümet organlarının birbirlerine destek
oldukları alanların başında “kamuoyu anket firmalarıdır”. Bu firmaların asıl
görevi kamuoyu fikirlerini şekillendirmek ve komplocuların istekleri
doğrultusunda yönlendirmektir. Kamuoyu yoklamaları genelde CBS-NBC-ABC, New
York Times ve Washington Post gibi Ulusal Düşünce Araştırma Merkezince
koordine edilen kurumlarca yapılır. Bu kurumda çalışmayan birinin Amerikan
halkının topyekûn düşünce yapılandırmasına
tabi olduğunu anlaması zordur.
İstatistikler Gallup Poll, Yankelovich, Skalley ve White bilgisayarlarına
yüklenerek karşılaştırmalı çalışmalar yapılır. Gazetelerde okuduğumuz veya
televizyonlarda gördüklerimizin çoğu kamuoyu araştırma firmalarınca denetlenen
haberlerdir. Aslında biz kamuoyu araştırma firmalarının bizim görmemizi
istediklerini görürüz. Buna “kamu düşünce oluşumu” denmektedir. Bu kavram
arkasında kamuoyunun Komite kararlarına göstereceği reaksiyonu ölçme gayreti
yatmaktadır. Bu Tavistock tarafından geliştirilen düşünce oluşturma sisteminin
bir parçasıdır.
Bu gün insanlar iyi bilgilendirildiklerini sansalar da aslında bilmedikleri
kendi düşüncelerinin onlara ait olmadığıdır. Halkın düşünceleri bugün
think-tank kuruluşları ve araştırma kurumlarınca şekillendiriliyor olup
hiçbirimizin kendi düşüncelerimizi bize medya tarafından kontrollü şekilde
verilen bilgilerle oluşturma şansımız yoktur. Daha enteresan olanı Tavistock
bilim adamlarınca oluşturulan görüşlerin halkın çoğunluğu tarafından onaylanır
hale getirilmeleridir.
Kamuoyu yoklamalarıyla düşünce oluşturma I. Dünya Savaşı öncesi ortaya
çıkmıştır. Amerika I. Dünya Savaşı’na “Propagandanın kara deliği” olarak
bilinen Wellington House sayesinde girmiştir ve Almanya ile savaş istemeyen
halkın Woodrow Wilson’ı desteklemeleri sağlanmıştır. II. Dünya Savaşı’nda ise
Amerikan halkının Almanya ve Japonya’yı Amerika’yı işgal etmeden durdurulması
gerekli düşmanlar olarak görmeleri sağlanmıştır. Böyle bir işgalin lojistik
olarak imkânsızlığı kamuoyunun koşullanması ile hiç tartışılmamıştır. Halka
seçilerek beslenen bilgiler Amerikan halkını sonunda Alman ve Japon düşmanları
haline getirmiştir.
1991 yılında Tavistock’un “uzaktan içsel yönlendirme” tekniği Amerikan
halkının Irak’ı ve Saddam’ı kendilerinin bir numaralı düşmanları olarak
görmesini sağlamıştır. Bu koşullama teknik olarak “İnsanların duyu organlarına
ulaşan mesajlardan etkilenmesi” şeklinde tarif edilmektedir.
300’ler Komitesi’nin gözde üyelerinden Daniel Yankelovich kamuoyu
araştırma firması Yankelovich Skalley ve White’ın sahibidir. Yankelovich
öğrencilerine kamuoyu yoklamalarının kamuoyunun fikirlerini değiştirmekte kullanılan
etkili bir araç olduğunu söylemekten gurur duymaktadır. Yankelovich mesleki
ilhamını David Naisbetts’in Roma Kulübü’nce finanse edilen ürünü “Trend
Report”tan almıştır. Doğru konuşmak gerekirse Naisbett bilgilerini gelmiş
geçmiş en büyük casus ve propaganda uzmanı olan Willi Munzenberg’den almıştır.
“Trend Report” belgelerinde Naisbett Kamuoyu düşüncelerinin 300’ler
Komitesi prensiplerine uygun hale getirecek teknikleri anlatmaktadır. Kamuoyu
düşüncesinin oluşturulması 300’ler Komitesi’nin en saygın üyelerinin bulunduğu
Olimpos Kurulu için kraliyet mücevheri değerindedir. Emirlerinde çalışan
binlerce bilim adamı ve medya kuruluşu sayesinde Olimpos Kurulu üyeleri dünyada
herhangi bir konu hakkında bir saatten az sürede yeni kamuoyu düşüncesi
oluşturacak güçtedir.
1991 yılında 300’ler Komitesi’ni temsilen Margret Thatcher’den aldığı
emirle Irak’ı işgale kalkan Başkan George Herbert Walker Bush vakası bu konuda
harika bir örnektir. İki hafta içinde sadece Amerika değil tüm dünyada kamuoyu
görüşü Saddam ve Irak aleyhine dönüştürülmüştür.
Sosyal bilim adamları ve medya manipülatörleri başında İngiltere
kraliçesinin bulunduğu 300’ler Komitesi’ne bağlı çalışan Roma Kulübü’ne
bağlıdırlar. Majesteleri kimseye karşı sorumlu olmayan ve vergi ödemeyen ve
günlük yaşamımızı tamamen kontrol eden binlerce kuruluşun başındadır.
Bu bağlantılı kurumlar ve yöneticileri Amerikan halkının günlük yaşamını
kontrol eden paralel hükümeti oluştururlar. Bağlantılı kurumlar, sigorta
firmaları, bankalar, finans kuruluşları, dev petrol firmaları, gazeteler,
dergiler, radyo ve televizyon şirketleri dünya ve Amerika’yı yönetmektedirler.
Washington DC’de bu adamlara borcu olmayan siyasi yoktur. Sol kesim bu durumu
“emperyalist”, veya “Firma Faşizmi” olarak isimlendirmektedir ve bu doğrudur.
I. Dünya Savaşı’nda Remington Arms ve Vickers Armstrong’a başka ne isim
verilebilir? Veya Eisenhower’in hükümetin dışındaki büyük gücü ima ederek
söylediği “Askeri Endüstri Kompleksi” nasıl tanımlanabilir?
Sol kesimin problemi Sağ kesimi kontrol eden adamlarca yönetilmesidir.
Dolayısı ile Sol kesim Sağ kesimden daha az özgürdür. Bu kesimlerin tek farkı
isim farklarıdır. Stalin Amerikan halkına isim değiştirilmek suretiyle her
şeyin değiştiğini empoze etmenin kolay olduğunu belirtmiştir.
Koşullama çalışmalarında çalışan bilim adamlarına “Sosyal Mühendis” veya
“Yeni Sosyal Bilim Uzmanı” denmektedir. Bu adamlar
duyduklarımız, gördüklerimiz ve okuduklarımızda söz sahibi kişilerdir. “Bizim”
fikir ve görüşlerimiz onların ürettikleri materyaller üzerinden gerçekleşmektedir.
“Eski Ekol” sosyal mühendisler Dr. Kurt K. Lewin, Profesör Hadley
Cantril, Margaret Meade, Profesör Derwin Cartwright, Profesör Lipssitt John
Rawlings Reese ile birlikte Tavistock’taki “Yeni Sosyal Bilim Uzmanlarını”
yönlendirerek “Yeni Amerikan Muhafazakârları,”, “Neo-Con’lar”, “Neo
Muhafazakârlar,” “Yeni Sağ” ve “Hıristiyan Sağ” gibi sosyal illüzyonları
yaratmışlardır.
Yüzden fazla araştırmacı II. Dünya Savaşı süresince Alman İstihbarat
Örgütü ve Alman Gizli Servisi’nin başındaki Josepph Goebbels’in hocası Willi
Munzenberg’in yöntemlerini Kurt Lewin yönetiminde kopyalamaya çalışmıştır.
Elitist İngiliz OSS’si Munzenberg’in metodolojisi üstüne kuruludur. Genelde
bilinmeyen İngiliz OSS’nin (CIA ve MI6’in atası) Sir William Stephenson’un
zekâsıyla değil bu alanda dünyada gelmiş geçmiş en büyük usta olan Willi
Munzenberg metotları üzerine kurulduğudur. 14 Ağustos 1889’da Almanya’nın
Erfurt şehrinde dünyaya gelen Munzenberg dünyadaki en ünlü propaganda
uzamanıdır. Kariyerine Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman Komünist Partisinde (Kommunistische
Partei Deutschland (KPD)) Komünist Gençlik Genel Sekreteri olarak başlayan
Munzenberg çok zor koşullarda yaşayan fakir bir aileden gelmektedir. Bu fakir
geçmiş bir taraftan onun zenginlerden nefret etmesine neden olurken diğer
taraftan da zengin olma arzusunu körüklemektedir. I. Dünya Savaşı siyaseti
üzerine 1914’te Komünist Partisinde bölünme yaşanır. 1914-1918 arası Munzenberg
strateji yetenekleri çok yüksek bir propaganda uzmanı olarak tanınmaya
başlanır. İsviçre’de Lenin ile tanışan Munzenberg, Lenin ünlü “Mühürlü trene”
binerken yanındadır. Munzenberg 1921 yılında CHEKA ve OGPU’ya (Rus Gizli Polis
Teşkilatları) katılır. OGPU’daki görevine 13 yıl boyunca devam eden Munzenberg
1921 Rus Kıtlığı mağdurları için toplanan yardımdaki başarısı ile 1934 yılında
uluslararası dikkatleri üstüne çeker. Munzenberg Komminterm’in arkalarına
saklandığı pek çok tabela organizasyonu kuran doğuştan yetenekli bir
stratejisttir. Bu taktik daha sonra MI6 tarafından standart uygulama haline
gelmiştir. Munzenberg ayrıca borsa, bankacılık ve finans alanlarındaki
yeteneklerini sadık bir komünist olmasına karşın şahsi servetini arttırmakta
kullanmıştır. 1925 yılında iki banka korumasını öldürmekle suçlanan Sacco ve
Vanzetti isimli komünistlerin savunmalarını organize eden Munzenberg Komünist
camiada ününe ün katmıştır. İsmi hiçbir resmi belgede geçmemesine karşın
Munzenberg bu davayı 1920’lerde “Kızıl Korku” akımını yaratan siyasi sınıf
çatışmasına döndürmüştür.
(Kaynak: Fildina Felicani Sacco-Venzetti Collection 1979 Boston
Public Library)
Böyle yetenekli bir kişinin 300’ler Komitesi’nin dikkatini çekmemesi
olanaksızdır dolayısı ile Munzenberg kısa sürede Komite’ye alınır. OGPU’da
çalıştığı süreçte yani 1933-1940 döneminde Munzenberg Paris’te görev alır.
Paris’te dünyanın her köşesinden gelen komünistleri Franko’ya karşı İspanya’da
savaşmak üzere Uluslararası Tugay için toplamaya başlar. Bu yoğun süreçte
Munzenberg çift taraflı çalışan ünlü MI6 ajanı Kim Philby’yi yanına çeker ve
onun Moskova’ya kaçmasına yardım eder. MI6 hiyerarşisi Munzenberg’in
kendilerini aptal pozisyonuna düşürdüğünü kabul etmek istemez. Ancak MI6 onun
Komite üyesi olduğunu da bilmemektedir.
Munzenberg’in Bolşevik ve Komünistlerin Wall Street ve Londra
bankerlerince desteklendiğini bildiği söylenir. Munzenberg Stalin’in “Rusya’yı
Wall Street ve New York’lu kozmopolitler (Yahudiler) yönetemez” sözüne
hayrandır. 1937 yılında Stalin’le eski Yahudi Bolşeviklerin uyduruk
mahkemelerde yargılanarak idam edilmeleri konularında ters düşerler. 1939
Fransız hükümetinin anti-Alman radyo yayınlarını yapmak üzere tekrar Paris’e
gelen Munzenberg yaklaşan Alman ordusundan kaçmak durumunda kalır. Ekim 1940
yılında ölüsü Paris yakınındaki bir ormanda bir ağaca asılı şekilde bulunur.
Munzenberg’in ölümü sırrını hâlâ korumaktadır.
Hükümetlerce özellikle seçilen pek çok kişinin görevlerinden çok farklı
amaçlar için çalıştıkları açıktır. Munzenberg buna en güzel örnektir. Lütfen bu
kitapta 300’ler Komitesi’nce kullanılan insanların listesini iyi inceleyiniz.
1946 yılından bu yana gördüğü çok az direnç karşısında Komite’nin gücü artarak
büyümektedir. Her yıl daha rafine, daha güçlü katmanların eklenmesiyle üst
düzey gizli yapı Amerika Birleşik Devletlerini ele geçirmiştir. Dünya
tarihindeki en büyük kontrol mekanizmalarını ve networkunu oluşturan güç
300’ler Komitesi’dir. Amerikan halkını tutsak etmek için zincir veya halatlara
gerek yoktur. İnsanlarda yaratılan “neyin olacağını bilmemek ve kestirememek
duygusu” insanları fiziksel yöntemlerden çok daha etkin olarak kontrol altına
almaktadır.
“Terörizmle mücadele” adı altında Amerikalıların anayasal silah taşıma
haklarını bırakmaları, Kongre’ye karşı sorumlu olmayan gizli kurumlara yetki
verilmesi ve “Kurucu İdeolojiye” karşı olarak başkanların yetkilerinin
arttırılması konularında beyinleri yıkanmaktadır.
Tüm bunlar kansız bir devrim ile gerçekleştirildiler. Amerikan halkı
anayasalarının çiğnenmesine, Birleşmiş Milletler’in Amerikan dış siyasetini
kontrolüne, IMF’nin mali politikaları yönetmesine ve başkanlarının başkanlık
yeminini ihlal etmesine razı oldu.
Cumhuriyetçi Savaş Partisi başkanın anayasamızda olmayan yetkileri
kullanmasına izin verdi. Başkana yabancı ülkeleri geçerli bir neden olmadan
işgal izni verildi. Kısacası Tavistock’un uzaktan içsel yönlendirme
yöntemlerini Amerikan günlük yaşamını kontrol etmede kullanması sayesinde
millet olarak hükümetçe gerçekleştirilen her illegal faaliyeti sorgulamadan
veya protesto etmeden kabul eder hale geldik. Beyin yıkama operasyonları sonucu
Amerikan halkı çaresiz ve iktidarsız bir topluluk haline gelmiştir.
Halkın bir an önce gizli devlete karşı siyasi direnişe geçmesi ve
beyinlerimizi kontrol edenlerin Amerika’yı sokmaya çalıştıkları çıkmazdan
çıkartması gereklidir. Halkın karşısına Tavistock’un görünmez ordusu tarafından
çıkarılan karmaşık problemler önemli konularda karar vermemizi engelleyecek
savaş şoku yaratma amacı taşımaktadırlar.
Komite’nin üyelerini listelemeden önce onun kontrolündeki kurumlar,
firmalar ve bankalara dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü bu kuruluşlar kimin
yaşayıp, kimin öleceğini, Tanrı’ya nerede ibadet edeceğimizi, ne yiyip, ne
giyeceğimizi kontrol eden organizasyonlardır. Brzezinski’ye göre halkın 365 gün
24 saat boyunca gözetlenerek kontrol edilmesi gerekmektedir. Bugün olan da
budur.
Bugün iç düşmanlarca ihanete uğradığımızı artık daha fazla kişi
bilmektedir. Bu iyidir çünkü insanlık düşmanlarını yenmenin yolu bilgiden
geçmektedir. Bizler Kremlin’deki soytarılarla meşgul olurken Truva Atı
Washington DC’de pozisyon almıştır. Bugün halkın karşısındaki en büyük tehlike
Moskova’dan değil Washington DC’den gelmektedir. Dünya üzerindeki enternasyonal
sosyalizm (komünizm) veya bağlantılı tüm “izm”leri yenmek için önce içimizdeki
düşmanları yenmeliyiz.
Carter Amerikan ekonomisinin çöküşünü hızlandırmış, Roma Kulübü ve Lucius
Trust üyesi Robert Strange McNamara yönlendirmesiyle silahlanmamızı
arttırmıştır. Reagan tüm sözlerine rağmen endüstriyel temelimizi yıkmaya devam
etmiş ve Carter’in izini takip etmiştir. Savunmamızı güçlü tutmamız gereken şu
günlerde zayıf endüstriyel taban büyük bir dezavantajdır. Dünyada hiçbir ordu
silah arzını sağlıklı olarak sağlayan bir endüstriyel temelden yoksun olarak
savaş kazanamaz.
Ancak sağlam bir silahlı kuvvetlerin kişisel özgürlüklerimizi sınırlamasını
da kabul edemeyiz.
Roma Kulübü sayesinde bugün Amerika’nın teknolojik potansiyeli II. Dünya
Savaşı’ndan mağlup çıkan Almanya ve Japonya’nın gerisinde kalmıştır. Bu Dr.
Alexander King gibi adamlar ve yıkanmış beyinlerimiz sayesinde eğitim
sistemimizin çöküşünü görmediğimiz için gerçekleşmiştir. Amerika batan eğitim
sistemi sayesinde dünyadaki teknolojik liderler arasında yer almasını
sağlayacak sayıda mühendis ve bilim adamı yetiştirmekten yoksundur. Amerika’da
pek az insanın tanıdığı King sayesinde Amerikan eğitim sistemi en alt düzeye
inmiştir. Yüksek Öğrenim Enstitüsü istatistiklerine göre bugün Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki lise öğrencilerin okuma ve yazma kapasiteleri 1786 yılından
geride kalmaktadır.
Bu gün sadece özgürlüklerimiz ve sosyal dokumuzu değil ruhlarımızı da
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Amerikan devletinin kurulduğu sağlam
cumhuriyetçi temellerden uzaklaşıldıkça ortaya çıkan boşluk “demokrasi” yalanı
altında Satanist ve kültist gruplarca doldurulmaktadır.
Burada Hıristiyanlık ve Hz. İsa’ya karşı saldırıların 1950’li yıllarda
başladığını söylemek isterim. İlk saldırı Kutsal Kan, Kutsal Kâse isimli
kitabın yayımlanmasıyla başlamıştır. Kitapta çarmıha gerilen Hz. İsa’nın
ölmediği daha sonra Maria Magdalena ile evlenip üç çocuk sahibi olduğu gibi
safsatalar vardır. Burada bu çirkin kitaptan daha fazla bahsederek onun
reklamını yapmak istemesem de bu kitabın Gnostik temellere dayandığını
belirtmek isterim. Gnostikler Hz. İsa ile aynı süreçte ortaya çıkmışlardır.
2005 yılında Hz. İsa’ya
bir başka utanç verici saldırı Da Vinci Şifresi isimli kitabın
yayımlanmasıyla yaşanmıştır. Görüşüme göre Kutsal Kan, Kutsal Kâse isimli
eserin değişik bir yazımı olan bu kitap Dan Brown tarafından yazıldığı söylense
de büyük ihtimalle Kova Burcu Komplosu ve Harry Potter gibi eserlerde olduğu
gibi yine Tavistock sosyal bilimciler tarafından kaleme alınmıştır. Bunları
söylememin nedeni bu üç kitabın isimleri daha önce duyulmamış ve edebiyat
kapasiteleri kısıtlı yazarlarca kaleme alınarak “yeni kültür” akımının
başlangıcı olarak bir anda ortaya çıkarak tüm dünyayı saran bir çılgınlık
haline gelmeleridir. Mesela kitap ismi olarak Da Vinci Şifresi’nin kullanılması
tam Tavistock tarzı bir yaklaşımdır. Bu kitap ismi Willi Munzenberg veya Kurt
Lewin gibi ustaların ürünü olabilecek düzeyde zekâ gerektirmektedir. Leonardo
Da Vinci ve en önemli eseri “Mona Lisa” gibi akıllarda kalabilecek isimlerin
seçilerek bu kitaba verilmesi Brown gibi yazarın becereceği iş değildir.
Tabii ki kitabın
içeriğinin sanatçı Da Vinci ile ilgisi yoktur, burada sadece içsel yönlendirim
koşullaması yapılmaktadır. Örneğin bu kitabın ismi “Üçkâğıtçı Hz. İsa” olsaydı
(ki kitapta bu anlatılmaktadır) dünyada kabul görmesine imkân yoktu. Görüşüme
göre “Da Vinci Şifresi” 1899 yılında Fabian sosyalistlerince başlatılan
“tedrici değişim” akımının devamıdır. Bu kitaptaki Tavistock bağlantısı kitabı
destekleyen firmalarda yatmaktadır. Bu firmaların tümü 300’ler Komitesi
bağlantılıdırlar.
Hz. İsa’ya yapılan
utanmazca saldırı yani Da Vinci Şifresi isimli kitap vakasında
sancaktarlığı Sony firması yapmaktadır. 1980’lerde Sony Metro Goldwyn Meyer,
United Artists ve Columbia Pictures firmalarını satın almıştır. Eski CBS
yöneticisi Howard Stringer Sony International isimli firmada ikinci adamlığa
gelirken Amerika Sony’nin CEO’su olmuştur. Phil Weiser ve Michael Fideler Jr.
kıdemli başkan yardımcılarıdırlar. Gretchen Griswold kurumsal iletişimi
yönetirken Columbia Pictures isimli firmanın başkanı Emily Suskind, başkan
yardımcısı ise Nicole Seligman’dır. Bir Sony firması olan Columbia Pictures Da
Vinci Şifresi’ni Akiva Goldsman’ın senaristliğinde filme çeken kuruluştur.
Sony Da Vinci Şifresi isimli filmin promosyonunda NBC ile güç birliği
yapmıştır. NBC programcısı Jeff Zukor bu işbirliğini yöneten kişidir. Bir Japon
firması olan Sony’nin uluslararası operasyonlarında tek bir Japon isminin
geçmemesi şaşırtıcıdır. Sony 2006 yılında NBC ve Universal ile ortak Hz. İsa ve
Hıristiyan aile yapısına karşıt yayınlarına Daniel’in Kitabı isimli
yapım ile devam etti. Projenin başında yine Jeff Zukor vardı.
Zamanında bir aile
dergisi olan The National Geographic (NGS) Gospel of Judas isimli
utanç verici diziyi yayına koydu. National Geographic’in CODEX Danışma Kurulu,
Hz. İsa karşıtı bir kahramanın yaratılması ve İncil’in tarihi bir olaymış gibi
incelemesindeki planlayıcı güçtür. Mel Gibson’s Passion of Christ isimli
filmine karşı çıkarak onu Yahudi karşıtı olmakla suçlayan kurum ve kuruluşların
Hz. İsa’yı yalanlar ve uydurmalarla küçük düşürüp takipçilerini rencide eden
bir kitaba karşı çıkmamaları sizce tuhaf değil midir? Neden bu kurum ve
kuruluşların Da Vinci Şifresi Hz. İsa karşıtıdır dediklerini hiç
duymadık?
ABC’den Michael Eisner, CBS’den Sumner Redstone ve NBC’den Jeff Zukor Da
Vinci Şifresi isimli eserin dünyada bir çılgınlık halinde gelmesinde
işbirliği yapmışlardır. CBS daha da ileri giderek 2005 yılı Aralık ayında ana
teması Hz. İsa’nın piç olabilme olasılığı olan The Mystery of Christmas
isimli yayını yapmıştır. (Random House Sözlüğü’ne göre “piç” evlilik dışı doğan
çocuklara verilen isimdir.)
Diğer taraftan korkunç kâr pastasından payını almak için dünyanın en
büyük yayıncısı Alman Bertelsmann, A. G.’de devreye girmiştir. Bu kurumun
Amerika’daki ayağını Joel Klein yönetmektedir. Random House firması
Bertelsmann’ın iştiraki olup bu firmanın bir parçası olan Doubleday sayesinde “Da
Vinci” pastasından pay alan kuramlardandır. Kitabın promosyonunu yapan
diğer kurumlar Norman Pearlstein tarafından yönetilen Time/Warner firması
yayınları TIME, PEOPLE ve LIFE dergileridir. Hz. İsa’nın Da
Vinci Şifresi kapsamındaki kimliğinden nasiplenen diğer bir çakal
Washington Post’un sahip olduğu Newsweek dergisidir.
Hz. İsa’nın kimliğine karşı yürütülen bu kirli savaşta çok enteresan
olan, sayıları dünyada milyonları bulan Hıristiyan Evangelistlerden Da Vinci
Şifresine karşı hiçbir tepki veya tekzip gelmeyişidir.
2006 yılında İngiliz Yüksek Mahkemesi’nden bir hâkim Kutsal Kan,
Kutsal Kâse yazarlarını Da Vinci Şifresi isimli kitap için açtıkları
intihal davasında haksız bulmuştur. Enteresan olan davanın bir jüri tarafından
değil tek bir hâkim tarafından görülmesidir. Neden böyle olmuştur? Gerçeğin
kabul edilmesi zordur ancak bu gelişmeler bir anda olmamaktadırlar. Apatiden
kurtulmamız için dini veya milli bir şok yaşamamız gereklidir. Sosyalizmin en
önemli özelliği “tedrici değişim” yöntemini kullanmasıdır. Fabian sosyalizminin
başa gelişinde hiçbir uyarı sistemi işe yaramaz. Tedricen olan değişimi fark
etmeyen dolayısı ile de kabul etmeyen Amerikalılar onları uyardığınızda size
genelde “Neden bize böyle bir şey yapsınlar ki?” diye soracaklardır. Her gün
yüzlerce problemle uğraşmak durumunda kalan ve bu yapay kaos içinde koşullanan
vatandaş bilgi edinmeyi refüze etmektedir.
Bu komplo zincirindeki hem güçlü hem de zayıf halkadır. Tam anlayamadığı
bilgileri bir kenara iten sıradan vatandaş komplocuların halkı uyaran kişileri
“paranoyak” olarak niteleyerek küçük düşürülmelerini sağlar. Ancak doğruyu
gören insan sayısı arttıkça komplocular kenara itilmeye başlayacaklardır ve
insanlara yapay bir güven vermek için icat edilmiş olan “Bunlar Amerika’da
olamaz” yalanının ipliği pazara çıkacaktır.
Komite halkın problemli reaksiyon tarzını yarattığı suni olaylardaki
tepkimizi yönetmek için kullanmaktadır. Tavistock tarafından bizlere empoze
edilen bu problemli reaksiyon tarzından kurtulmadıkça komplocularla baş etmemiz
imkânsızdır. Bizim Komitece yaratılan krizlerde oyuncuları ve planlarını
tanıyarak duruma uygun reaksiyon vermemiz gereklidir. Gizli hükümet gün yüzüne
çıkarılmalıdır. Roma Kulübü zaten artık barbarlık sürecine girmiş durumdadır.
Amerikalıların derhal bizi geri götüren Roma Kulübü uygulamalarına karşı
çıkmaları gereklidir. Bizi karanlık çağlardaki feodal toplum haline getirme
planını gerçekleştirmeden Komiteyle yüzleşmemiz gerekmektedir. Bu işi Tanrı’ya
bırakamayız çünkü bu bizim görevimizdir.
Bu kitapta verilen bilgiler kırk yıllık bir araştırmanın sonucudur ve
güvenilir kaynaklarca doğrulanmıştır. Bu kitapta hiçbir şey abartılmamaktadır.
Her yazılan gerçek ve kesin olup sakın düşmanın bu bilgilerin “abartılı”
oldukları iddialarına inanmayınız. Kırk yıl boyunca halka karmaşık olayları
açıklayıcı bilgiler veremeye çalıştım. Bu kitabın halkımıza bize yönelmiş olan
karanlık güçleri daha net görme şansı vereceğini umuyorum.
İnsanlar hainlerin gerçek kişiler olup onlarda olduğunu belirttiğim
güçlere sahip olduklarına inanmakta zorluk çekiyorlar. Bazı okurlar bana
yazarak şöyle soruyorlar, “Hükümetimiz medeniyeti tehdit eden bu gizli paralel
yapı için neden bir şeyler yapamıyor?” Hükümetimiz de bu ihanetin içinde olduğu
için hiçbir şey yapmıyor. Bush ailesinin Samuel Bush ile başlayan yükselişi
hükümetin ne kadar ihanetin içinde olduğunun net örneğidir. Tabii ki Başkan
George Herbert Walker Bush 300’ler Komitesi’nin bize ne yaptığını bilmektedir. Çünkü
kendisi de Komite için çalışmaktadır. Bu kitabın 1991 yılındaki ilk basımından
sonra pek çok vatandaş bana “Biz hükümetle mücadele ediyoruz sanmıştık.” diye
yazmışlardır. Tabii ki hükümetle mücadele ediyoruz ancak hükümetin arkasında en
sıkı istihbarat servislerinin bile adını ağzına almaktan korktukları “Olimpos”
Kurulu bulunmaktadır. Woodrow Wilson ve Başkan Johnson bu kuruldan korkularını
dile getirmiş siyasetçilerdirler. Daha önce belirttiğim üzere Walter Rathenau
ve Dr. Jacob de Hass dünyayı yöneten gizli örgütü açığa vurdukları için
öldürülmüşlerdir. Rathenau ve de Haas 300’ler Komitesi’nin varlığını ilk
söyleyen kişilerdir. Şimdi de ben bu misyonu devam ettirmekteyim.
Baba Bush, Clinton ve George Bush’un başkanlık süreçleri incelendiğinde
milletimiz üstüne oynanan oyunun arkasındaki büyük güç görülecektir.
Başkanımızın ne yapması gerektiği konusunda bile algımız o kadar
değiştirilmiştir ki Başkan Bush silahlı kuvvetleri kendi özel güçleri gibi
kullanarak Panama’yı işgal ettiğinde kendisini koltuğundan indirmemişizdir.
Anayasamız kesinlikle böyle bir yetkiyi başkana vermez. Bu süreçte Clinton’ın
aktif cinsel yaşamı ve pek çok konu üzerine söylediği yalanlar insanları biraz
uyandırmıştır. Başkan Bush ve Clinton’un yaptıkları eski zamanda gerçekleşmiş
olsa bu başkanlar derhal mevkilerini terk etmek zorunda kalırlardı. Anayasamızı
yapan kurucularımız böyle bir durumda sadece Bush’u başkanlıktan indirmekle
kalmaz onu cinayetten bile daha kötü gördükleri başkanlık andını ihlal etmek
suçunda ölümle yargılarlardı.
Pek çok kere 300’ler Komitesi’nin varlığını kanıtlamak durumunda
kalmışımdır. Burada problem Komite gibi bir örgütün ardında fazla kanıt
bırakmaması ve istihbarat belgelerini edinmenin suç olmalarıdır. Ancak yine de
kanıt vardır. Daha önce belirttiğim üzere Walter Rathenau dev AEG firmasının
başkanı, sosyalist bir siyasetçi ve Rothschild’lerin finansal danışmanıdır.
Daha önce verdiğim ancak burada tekrar vermek istediğim makaleyi yazabilen
Rathenau’nun ne kadar güçlü olduğu açıktır:
“Birbirini
tanıyan sadece üç yüz kişi Avrupa'nın kaderini yönetmektedirler. Bunlar
haleflerini dostlarının arasından seçerler. Bu adamların ellerinde
beğenmedikleri herhangi bir devleti yıkma gücü vardır. ”
Bu makalenin yayımlanışından tam altı ay sonra 24 Haziran 1922’de
Rathenau öldürülmüştür. Komite’nin varlığı ile ilgili başka kanıt bağlantılı
kurum ve firmaların varlıklarıdır. Aşağıda “Tüm Think-Tanklerin Anası” sayılan
Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü’ne bağlı çalışan birkaç tane kurumu
vermekteyim.
Stanford Araştırma Merkezi
Stanford Araştırma Merkezi 1946 yılında Tavistock tarafından kurulmuştur.
Stanford Alaska North Slope petrol rezervleri hakkını 300’ler Komitesi adına
edinmiş olan Robert O. Anderson ve firması ARCO Oil Co.’ya yardım için
kurulmuştur. Bu iş Andersen’nin Aspen Enstitüsü’nü aşmaktadır ve bu nedenle
Stanford kurulur. Alaska eyaleti haklarını 300’ler Komitesi için komik bir
rakam olan peşin 900 milyon dolara satmıştır. Alaska valisi danışmanlık
hizmetleri alması için Stanford Araştırma Merkezi’ne yönlendirilmiştir.
Valinin daveti üzerine üç Stanford uzmanı kapağı Alaska’ya atarlar.
Burada Alaska Dışişleri Bakanı ve Eyalet Planlama Ofisi’yle görüşmede
bulunurlar. Stanford ekibinin başında bulunan Francis Greehan eyalet valisine
zengin petrol yataklarının işletilmesi konusunda Stanford’a güvenmesini tavsiye
eder. Tabii ki Greehan 300’ler Komitesi veya Roma Kulübü’nden bahsetmez. Bir ay
içinde Greehan yüzlerce ekonomist, petrol mühendisi ve yeni sosyal bilim
uzmanını toplar. Alaska valisine Stanford’un verdiği rapor 88 sayfadır.
1970 yılında Alaska Meclisi Stanford raporunu değiştirmeden uygulamaya
koyar. Greehan Komite için büyük iş becermiştir. Bu başlangıçtan sonra Stanford
yıllık 160 milyon doları aşan bütçesi ve 4.000 fazla çalışanıyla bir deve dönüşecektir.
Başkan Charles A. Anderson bu gelişmenin büyük kısmına tanık olmuştur. Prof.
Willis Harmon pek çok uzmanını Tavistock Londra’dan transfer etmiş olan
Stanford Sosyal Politikalar Araştırma Merkezi’nin başkanlığını yapmıştır.
Bunlardan biri eski İngiliz istihbaratçı ve RCA Yönetim Kurulu Başkanı David
Sarnoff olup Harmon ve ekibiyle 25 yıl çalışmıştır. Sarnoff Sussex’deki ana
firma adına gözetmenlik görevini yerine getirmiştir.
Stanford İsrail, Irak, Güney Afrika, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri gibi
ülkelerden proje kabul ettiğini ve hiçbir ülkeye karşı önyargılı olmadığını
vurgulamaktadır. Tabii bu yaklaşım sayesinde bu ülke hükümetleri içine sızarak
CIA’e en uygun adamları bulma şansı da yakalamış olmaktadır.
Jim Ridgeway kitabı The Closed Corporation ’da Stanford sözcüsü
Hudson ve Rand enstitülerini defalarca geri bırakarak dünyanın en büyük askeri
think-tanki olmakla övünmektedir. Stanford’un en tehlikeli faaliyetleri içinde
sivil halkı hedef alan iç karışıklık ve ayaklanmalar üzerine yaptığı çalışmalardır.
Amerikan vatandaşlarından topladığı vergilerle devlet Stanford’un ahlak dışı
araştırmalarını her yıl milyonlarca dolar desteklemektedir. Stanford
tesislerinde yapılan kimyasal savaş deneylerine karşı çıkan öğrenci
protestoları sonrası Stanford özel bir kuruluşa 25 milyon dolara satılmıştır.
Bu küçük satış fiyatı bu satışın kâğıt üzerinde yapılmış bir tezgâh olduğu
şüphelerini doğurmuştur. Kozmetik operasyonlarla bazı şeyleri örtmeye
çalışsalar da Stanford 300’ler Komitesi’nce sahip olunan Tavistock
Enstitüsü’nün malıdır.
1958 yılında şaşırtıcı bir gelişme yaşanır. Savunma Bakanlığı
yüklenicilerinden İleri Savunma Araştırma Ürünleri Ajansı (D ARPA) Stanford’la
çok gizli bir proje için temas eder. Pentagon’dan John Foster Dulles Stanford’a
Amerika Birleşik Devletleri’ni “teknolojik sürprizlere” karşı korumanın en
öncelikli durum olduğunu bildirir. Dulles tabii ki CIA tarafından Sovyetlerin
iklim koşullarını değiştirme çalışmaları ve çok düşük düzeyli radyasyon
silahlarının geliştirilme programları konularında bilgilendirilmiştir. Dulles
çevrenin özel bombalarla deprem ve volkan patlamalarına neden olacak şekilde
kullanılması, olası düşmanlar üzerine davranışsal çalışmalar, metal ve
minerallerle yeni tür silahların yapımını kapsayan bir proje istemektedir.
Stanford tarafından kabul edilen bu projeye “SHAKY” kod ismi verilir.
Binlerce emri hızla gerçekleştirebilecek bilgisayar yani SHAKY’nin beyni
IBM tarafından geliştirilir. Yirmi sekiz bilim adamı “İnsan Takviyesi” adı
verilen alt projede çalışırlar. “SHAKY” bilgisayarı kendisiyle çalışan bilim
adamlarını tanıma ve analoji ile problem çözme kapasitesine sahiptir.
Brzezinski İki Çağ Arasında isimli kitabında neden bahsettiğini iyi
bilmektedir. Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri Sovyetlerin çok düşük
frekanslı radyasyon silahları ve iklim değiştirme tekniklerinin düzeyinden on
beş yıl geri durumdadır. Stanford Araştırma Merkezi pek çok sivil kurum ile
askeri teknolojinin sivil uygulamaları üzerine işbirliği yapmaktadır. Bu
adaptasyonlar her zaman başarılı olmamakla beraber Brzezinski tarafından
bahsedilen halkın sürekli gözetimi neredeyse gerçekleşmiş durumdadır. Şu anda
kullanılan bu gözetleme ve dinleme sistemi zaman zaman ufak tefek kusurlar olsa
bile işletimdedir. Stanford’un ortak çalıştığı sivil kurumlardan biri McLean
Virginia’da Kurulu Schriever McKee Associates firmasıdır. Bu firmanın başında
Titan, Thor, Atlas ve Minuteman roketlerini geliştiren emekli General Bernard
A. Schriever vardır.
Schriever oluşturduğu Urban Systems Associates In. Konsorsiyumuna
Lockheed, Emerson Electric, Northrop, Control Data, Raytheon ve TRW’yi
katmıştır. Bu konsorsiyumun amacı nedir? Deniz Kuvvetleri İstihbarat Ofisi’ne
(ONI) göre konsorsiyum ileri düzey elektronik sistemleri içeren askeri
tekniklerin kullanımıyla kentsel psikolojik ve sosyal problemleri çözmeyi
hedeflemektedir. Bu konsorsiyumdaki yeri ve katkıları nedeni ile TRW dünyadaki
en büyük kredi bilgileri veritabanı haline gelmiştir. Bu bize 300’ler
Komitesi’nin ilk şartı olan halkın kontrol altına alınması gereğini
göstermektedir. Küresel boyutta hiçbir diktatörlük herkesi kontrol edemediği
sürece başarılı olamaz. 1975 yılında artık Stanford 300’ler Komitesi’nin en
önemli araştırma kurumu olma yolundadır.
1980 yılında Stanford’un aldığı ihalelerin %60’ı “geleceğin tasarımı”
konusundadır. Kurumun en önemli müşterileri Amerikan Savunma Bakanlığı, Savunma
Araştırmaları Müsteşarlığı, Uzay bilimleri Araştırma Ofisi, Başkanlık Ofisi,
Bilim ve Teknoloji Ofisi ve Amerikan Sağlık Bakanlığıdır. Sağlık Bakanlığı için
yapılan çalışma “ESDEA Biçimleri, Okuma Becerileri Testi” geliştirilmesidir.
Diğer müşteriler arasında Enerji Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Ulaştırma
Bakanlığı ve Ulusal Bilim Vakfı(NSF) vardır. NSF için hazırlanan proje Geleceğin
ve Uluslararası Problemlerin Değerlendirilmesi ismini taşımaktadır.
Stanford Araştırma Merkezi Londra Tavistock yönetiminde çok kapsamlı ve
heyecan yaratan “İş Dünyası Bilişim Programı” isimli projeye de imza atmıştır.
600’den fazla yerli ve yabancı firmanın katıldığı bu program şu konularda
yapılan araştırmaları kapsamaktadır: Japon iş dünyasının dış ilişkileri,
değişim sürecinde tüketici odaklı pazarlama, uluslararası terörizmin yükselişi,
Elektronik Fon Transfer Sistemi (EFT), Opto-Elektrik duyumlama, araştırma
planlama yöntemleri, Amerikan savunma sistemi ve sermaye arzı. Bu projeye
katılan 300’ler Komitesi firmaları Bechtel Corporation, Hewlett Packard, TRW,
Bank of America, Shell Company, RCA, Blythe, Eastman Dillon, Saga Foods
Corporation, Archer Daniels Midland, McDonnell Douglas, Crown Zeilerbach, Wells
Fargo Bank ve Kaiser Industries gibidirler.
1991 yılında Amerikan yaşamını dini, sosyal ve ahlaki yönlerden
çökertmeyi amaçlayan ve belki de Stanford Araştırma Merkezi’nin en korkunç
projelerinden olan “İnsanın Değişen İmajı” isimli çalışmayı halka duyurdum.
Stanford’a bağlı Charles F. Kettering Vakfı tarafından hazırlanan bu projenin
resmi yüklenim referans numaraları URH (489)-2150 Policy Research Report Number
4/ 4/74’dir. Bu proje şimdiye kadar dünyada insan davranışlarının
değiştirilmesi konusunda yapılan en kapsamlı çalışmadır.
319 sayfalık proje raporu 14 yeni sosyal bilim uzmanı tarafından ve
içlerinde B.F. Skinner, Margaret Meade, Ervin Lazlo ve Sir Geoffrey Vickers’ın
bulunduğu Tavistock üst düzey yöneticileri gözetiminde yazılmıştır.
Hatırlanacağı gibi Sir Geoffrey Vickers’in damadı Sir Peter Vickers Hall
Heritage Vakfı’nın kurucularındandır. Başkan Reagan yönetimine 1981 yılında
verilen 3.000 sayfalık tavsiye paketi tamamen Willis Harmon’s “İnsanın Değişen
İmajı” çalışmasından üretilmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri hükümetince kabulünden beş gün sonra “İnsanın
Değişen İmajı” isimli çalışmayı bir istihbaratçı dostum kanalıyla edindim.
Okuduklarım beni üzdü ve şoka soktu. Elimde olan rapor Amerika’nın geleceğe
giden yol haritasıydı. Rapora göre halk değişime programlanacak ve kendisini
ilgilendiren en büyük değişikliklere karşı bile duyarsız olmayı öğrenecekti.
Amerika Birleşik Devletleri Kova Burcu Komplosu’ndan sonra tümüyle yani 50
eyaletiyle düşüşe geçmişti. Örneğin bugün yüksek boşanma oranının önemi
kalmamıştır, daha önce dile getirilmelerinden bile utanılan sosyal norm ve
cinsel tercih ihlalleri artık sıradan kimselerin protesto etmediği durumlar
olarak kabul edilmektedir ve uyuşturucuların sosyal kullanımları Amerika ile
Avrupa’da endemik haline gelmişlerdir.
Millet olarak Tavistock beyin yıkama yöntemleri sayesinde “İnsanın
Değişen İmajı” programının yaşamımızı nasıl radikal biçimde değiştirdiğini fark
edemedik. Ulusumuz hâlâ Watergate Sendromu etkisindedir. Yani planlandığı gibi
halen şok yaşamaktayız. Amerikalılar Nixon’un ucuz bir üçkâğıtçı olarak Earl
Warren’nin mafyacı arkadaşlarıyla iç içe olduğunu duyduklarında hayal kırıklığı
ve üzüntü yaşadılar. Pek çok yaşanan şok ve her gün bomba gibi patlayan gazete
manşetleri içinde yolumuzu kaybettik. Ya da bizlere olaylar karşısında sunulan
yüzlerce alternatif karşısında doğru karar verme yeteneğimiz köreldi. Yüksek
mevkilerde işlenen suçlar, Vietnam Savaşı travması, Panama, Irak ve Sırbistan
saldırıları sonrası Amerikan halkı artık gerçeği görme isteğinden vazgeçti. Bu
reaksiyon Willis Harmon’un teknik raporunda tanımlanmaktadır. Kısacası Amerikan
halkı artık programlandığı üzere reaksiyon vermektedir. Gerçeği görmek
istemediğimiz gibi hükümetlerden de gerçeği bizden saklamalarını ister hale
geldik. Reagan-Bush-Clinton-Bush yönetimlerinin ahlaksızlıklarını görmektense
mezara gömülmelerini tercih ettik. Örneğin “Irak’a demokrasi götürme” amaçlı
işlenen suçları öğrenmek istemedik. Halbuki Irak’ta işlenen suçlar Nixon’un
suçundan kat ve kat büyüktüler. Acaba millet olarak önemli bazı noktaları mı
kaçırdık? Yokuş aşağı frensiz gittiğimizi fark ettik mi? Duyarsızlaştırılıp
daha büyük felaketlere hazırlandığımızı gördük mü?
Tabii ki hayır! İşleri herkesi hedef alan ve çok büyük suçlar işleyen
devlet içindeki gizli hükümeti halka duyurmak olanlara, halkı böyle şeylerle
rahatsız etmemeleri gerektiğini söyledik.
“Tüm bu spekülasyonları duymak istemiyorum.” standart bir reaksiyon
haline geldi. Özel yetkili savcı Lawrence Walsh Reagan ve Bush tarafından
işlenen suçları ortaya çıkartmaya çalıştığında büyük bir nefretle karşılandı,
kendisine her türlü zorluk çıkarıldı. Aynı şeyler özel yetkili savcı Fitzgerald
Federal Kanunlara aykırı olarak Valerie Plame ismini sızdıranları yakalamaya
çalışırken tekrar yaşandı. Amerika’daki en üst düzey seçilmiş insan Birleşmiş
Milletler Kanunları’nı Anayasamızın üstüne yerleştirirken halk bunu normal
karşıladı. Yine Amerika’daki seçilmiş en üst düzey kişi Kongre kararı
olmaksızın ülkemizi savaşa soktuğunda bunu normal kabul ettik ve gerçeği görmek
istemedik.
1991 Körfez Savaşı ve
Sonrası
1991 Körfez Savaşı uzun bir planlama süreci sonrası başladığında 300’ler
Komitesi ve bağlantılı petrol endüstrisi adına hareket eden George Herbert
Walker Bush Irak konusundaki haberlere sansür getirdi. En pervasız şekilde
uygulanan sansüre duyarsız kalan halk bunun savaşın iyi gitmesi için önemli bir
önlem olduğunu düşündü. Halbuki Başkan, April Glaspie, Dışişleri Bakanlığı ve
General Schwarzkopf yalan söylüyorlardı. Özellikle April Glaspie’nin suçu
yargılanması halinde müebbet hapis gerektirecek kadar büyüktü.
Amerikan Anayasası’na göre tek hâkim olan halk, Bush ve arkadaşlarının
savaş ve anayasal suçlarına göz yumduk. Bush yönetimi savaşın gerekli olduğunu
çünkü Kuveyt’i rahat bırakması için uyarılan Saddam Hüseyin’in uyarılarımızı
dinlemediğini söylemekteydiler. Glaspie’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği
mesajlar kamuoyuna açıklanınca pek çok senatör âdeta Lady Glaspie’nin karalanan
namusunu kurtarmaya kalkıştı. Her iki partiden senatörler Glaspie’yi korumaya
kalkışmışlardı.
Biz, Amerikan halkı, yüz binlerce insanın ölümüne ve belki de
yüzyıllarca sürecek savaşların başlamasına entrikalarıyla neden olan insanların
suçlarından kurtulmalarına ortaklık dük. Saddam Hüseyin şeytani bir
entrikayla Kuveyt’e saldırmaya teşvik edilerek 300’ler Komitesi hizmetkârı
George Herbert Walker Bush’un Irak’ı işgali için neden yaratıldığı aşağıdaki
raporda verilmektedir. Bu kapsamda Glaspie Saddam ile ilk görüşmesini yapmıştır.
Unutmayınız ki görüşme talebi Glaspie’den gelmiştir. Glaspie denilen
bayan büyükelçi Başkan George H.W. Bush’tan Saddam Hüseyin’e acil nitelikli bir
mesaj ileteceğini söyleyerek görüşme talep etmiştir. Irak’taki büyükelçilik
görevini iki yıldır yürüten Glaspie ilk defa Saddam Hüseyin ile özel
görüşecektir. Bu onun son görüşmesi olacaktır ancak Saddam bunu bilmemektedir.
April Catherine Glaspie 26 Nisan 1942’de Vancouver, Kanada’da doğmuştur.
Glaspie 1963 yılında Oakland, Kaliforniya Mills College’i bitirmiş 1965 yılında
ise John Hopkins University’den mezun olmuştur. 1966 yılında Dışişleri
Bakanlığı’na giren Glaspie Ortadoğu üzerine uzmanlaşmıştır. Glaspie Kuveyt,
Suriye ve Mısır’daki görevlerinden sonra Nisan 1989’da Irak’a büyükelçi olarak
atanmıştır. İngiliz gazeteciler 25 Temmuz 1990 tarihli Hüseyin-Glaspie
görüşmesi kayıtlarını ele geçirmişlerdir.
Glaspie’nin görüşmesi hakkında hiçbir Amerikalı gazeteci bilgi istememiş
veya almamıştır. Bu korkunç bilgileri doğrulamak için İngiliz gazeteciler Bağdat’taki
Büyükelçilikten ayrılmak üzereyken Glaspie ile yüzleşirler. İngiliz gazeteciler
konuşma tutanaklarını iyice okumuşlardır ve Glaspie’nin Saddam’a yalan
söylediğini hatta onu Kuveyt’i işgale teşvik ettiğini düşünmektedirler.
Gazeteciler İngiltere’nin (ve Amerika) yanıltılarak savaşa sokulmasından
öfkelidirler ve Glaspie’ye yaptıklarından dolayı sert çıkmak istemektedirler.
Konuşma tutanaklarından bir bölüm aşağıda verilmektedir:
Büyükelçi Glaspie: Irak ile olan ilişkilerimizi geliştirmek
üzere Başkan Bush’tan talimat almış durumdayım. Daha yükselmesini istediğiniz
petrol fiyatlarının sizin Kuveyt ile olan anlaşmazlığınızın nedeni olduğunu
anlayışla karşılamaktayız. (Sessizlik) Bildiğiniz gibi yıllardır burada
yaşıyorum ve sizin ülkenizi İran-Irak Savaşı sonrası tekrardan inşa etme
çabalarınızı hayranlıkla izliyorum. Paraya ihtiyacınız olduğunu biliyoruz.
Ülkenizi yeniden inşa etme şansına sahip olmak istemenizi kabul ediyoruz.
(Sessizlik) Güneye çok fazla sayıda asker sevkiyatı yaptığınızı görmekteyiz.
Normalde bu bizi ilgilendirmese de Kuveyt’e yaptığınız tehditler göz önünde
alındığında endişelenmekteyiz. Bu nedenle size karşı çıkmak için değil dostluk
çerçevesinde gerçek niyetinizi sorma talimatı aldım. Neden Kuveyt sınırınızda
büyük bir asker yığılmasına gidiyorsunuz?
Saddam Hüseyin: Bildiğiniz gibi Kuveyt ile olan
anlaşmazlığımızın çözümü için yıllarca çabaladım. İki gün içinde yeni bir
toplantımız olacak. Bu görüşmelere bir şans daha vermek istiyorum. (Sessizlik)
Eğer biz (İraklılar) onlarla (Kuveytliler) ile görüşmemizde bir ümit görürsek
hiçbir şey olmayacaktır. Ama bir çözüme ulaşamazsak Irak ölmeyi kabul
etmeyecektir.
Büyükelçi Glaspie: Hangi çözüm
kabul edilebilir?
Saddam Hüseyin: Eğer İran savaşındaki
stratejik hedefimiz olan Şat tül Arap bize verilirse Kuveytlilerle anlaşırız.
Ancak eğer bizden Şat tül Arap’ın yarısı ve Irak’ın tümü arasında (Irak
görüşüne göre Kuveyt Irak’ın parçasıdır.) seçim yapmamız istenirse, Şat tül
Arap’ın tümünü bırakır Kuveyt üzerindeki haklarımızı savunur ve Irak’ın olması
gerekli bütünlüğünü sağlarız. (Sessizlik) Amerika bu konuda ne düşünmektedir?
Büyükelçi Glaspie: Bizim Kuveyt ile aranızda
olduğu gibi Araplar arası sürtüşmelerde görüşümüz yoktur. Dışişleri Bakanı
(James Baker) benden 1960’larda ilk başta Irak’a verilen ancak şimdi sürtüşmeye
dönüşen Kuveyt konusu ile Amerika’nın bir ilgisi olmadığını vurgulamamı talep
etmiştir.
(Saddam gülümser)
Bir gün sonra Washington’daki basın toplantısında ( 26
Temmuz 1990) Amerikan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Margaret Tutweiler’a şu
sorulur:
“Amerika Birleşik Devletleri Kuveyt sınırına 30.000
asker yığan Irak hükümetine bir mesaj gönderdi mi? Bu asker yığımına karşı
Amerika’nın resmi bir protestosu sözkonusu mudur?”
Tutweiler yanıtlar; “Böyle bir resmi
protestodan haberim yok. ”
31 Temmuz 1990 tarihinde yani Irak’ın Kuveyt’i
işgalinden iki gün önce Yakın Doğu İlişkilerinden Sorumlu Dışişleri Bakan
Yardımcısı John Kelly, Kongreye şu ifadeyi verir: “Amerika Birleşik
Devletleri’nin Kuveyt’i savunma yükümlülüğü yoktur ve Amerika Birleşik Devleti
Irak saldırısı olması halinde Kuveyt’i savunmayı amaçlamamaktadır. ”
Glaspie tarafından başlatılan tuzak Tutweiler ve
Kelly’nin konuşmalarıyla desteklenmiş olup kanımca planlı bu yalanları söyleyen
kişilerin Kongre’ye yalan söylemekten yargılanmaları gerekmektedir. Saddam
Hüseyin daha önce pek çok kişinin yaptığı gibi Glaspie’nin tuzağına düşmüştür.
Saddam o anda kadınların yalan söylemeyeceklerine ve Kuveyt’i işgal etmesi
halinde Amerika’nın bir şey yapmayacağına inanmaktadır. 2 Ağustos 1990 yani
Glaspie’nin Saddam’ı ziyaretinden sekiz gün sonra Irak zırhlı güçleri ve
piyadeleri Kuveyt’e girerler. Glaspie’nin Bağdat’a atanması 1980-1988 İran-Irak
Savaşı sürecinde Amerika’nın Irak’a yaptığı büyük gizli yardımdan sonra
gerçekleşmiştir. Gördüğünüz gibi bu yardım süreci de Saddam’ın güvenini
kazanmak için yapılmış stratejik bir harekettir. İran-Irak Savaşı sonrası
(Savaş süresince Kuveyt, Irak’a 14 milyar dolar borç vermiştir.) Irak ve Kuveyt
Irak sınırlarının belirlenmesi, suyollarının kullanımı ve Kuveyt petrolünün
fiyatı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Irak Kuveyt’in yatay sondaj yaparak
kendisine ait Rumeli petrol yataklarından milyonlarca varil petrol çaldığını
tespit etmiştir. Saddam bu toptan hırsızlığı önlemek için Kuveyt’e girer. Ve bir
gün tarihin yazacağı şekilde Hüseyin devletinin haklarını koruma konusunda
kesinlikle haklıdır.
Gazeteci 1: Bu konuşma tutanakları (Tutanakları elinde
tutmaktadır.) doğru mudur Sayın Madam Büyükelçi?
(Büyükelçi Glaspie yanıt vermez.)
Gazeteci 2: Saddam’ın Kuveyt’i işgal edeceğini
biliyordunuz ancak onu durması için uyarmadınız. Amerika’nın Kuveyt’i
savunacağını ona söylemediniz. Ona tam tersini yani Amerika’nın Kuveyt ile
ilgisi olmadığını bildirdiniz.
Gazeteci 1: Siz onun saldırganlığını ve Kuveyt’in işgalini
teşvik ettiniz. O zaman ne düşünüyordunuz?
Büyükelçi Glaspie: Tabii ki ne ben ne kimse Irak’ın Kuveyt’in tamamını
alacağını düşünmemiştik.
Gazeteci 1: Yani siz onun Kuveyt’in sadece bir kısmını
alacağını düşündünüz? Bunu NASIL DÜŞÜNÜRSÜNÜZ? Saddam size “eğer görüşmeler
başarısız olursa Şat tül Arap hedefini bırakacağını ve Irak’ın olması gerekli
bütünlüğünü sağlayacağını” söylemiştir. Siz bunun yani İraklıların her zaman
ülkelerinin tarihi bir parçası olduğuna inandıkları Kuveyt’i kapsadığını
bilirsiniz!
(Büyükelçi Glaspie hiçbir şey söylemez ve
iki gazetecinin gitmesini ister.)
Gazeteci 2: Amerika işgale yeşil ışık yakmıştır. Siz en
azından Saddam’a bir miktar saldırganlığın kabul edilebilir olduğunu yani
Amerika’nın Rumeli petrol yataklarının, tartışma konusu sınırların ve Körfez
Adaları ’nın alınmalarına ses çıkartmayacağını ima ettiniz.
Büyükelçi Glaspie yine bir şey söylemez limuzine binerek kapısını kapatır
ve uzaklaşır. İki yıl sonra Amerikan televizyonu NEC News Decision 1992
Başkanlık Seçimi Üçüncü Tur Tartışmasında Ross Perot şöyle demiştir: ”Biz
ona (Saddam) Kuzey Kuveyt’i alabileceğini söylemiştik. Ancak o tüm Kuveyt’i
aldığında çıldırdık. Ona bunu söylememiş olsak ne diye Büyükelçilik
yazışmalarını Senato Dışişleri Komitesi ve Senato İstihbarat Komitesi’ne
gösterelim ki?”
Bu noktada Perot’un sözü başkan baba Bush tarafından bağırarak kesilir: “Sana
bu konuda yanıt vermem gerekli çünkü artık milli gururumuza dokunmaya
başladın... Söylediklerin tamamen absürddür!”
Absürd veya değil gerçek şu ki April Glaspie Bağdat’ı Ağustos 1990’da
terk etti ve Washington’a yani Dışişleri Bakanlığı’nca sekiz ay boyunca
korunacağı yere geldi. Bu süreçte medya ile hiç görüşmedi ve 11 Nisan 1991
tarihindeki savaşın resmen sona ermesinden kısa bir süre önce Saddam ile
yaptığı görüşme hakkında Senato Dış İlişkiler Komitesi’ne ifade vermek üzere
ortalığa çıktı. İfadesinde Glaspie “büyük bir kandırmacanın kurbanı olduğunu”
görüşme tutanaklarının kendi pozisyonunu yanlış yansıtır uyduruk belgeler
olduklarını ancak bu uyduruk belgelerde anlatılanların çoğunun doğru olduğunu
bildirdi. Bu kıdemli diplomat Birleşmiş Milletler’de düşük profilli bir görev
alarak yeni atamasını bekledi. Sonradan da Güney Afrika Cumhuriyeti Cape Town’a
Baş Konsolos olarak atandı. 2002’deki emekliliği sonrası bu hanımdan haber
alınamadı. Âdeta ortalıktan silinmişti. Acaba bir gün vicdanı ile baş başa
kaldığında dünyaya baba Bush hakkındaki tüm doğruları anlatmaya karar verdiği
için başına kötü bir şey mi gelmişti?
Neden Amerikan Senatosu görevini yapmak için biraz cesaret gösteremedi?
Neden Amerikan Dışişleri Bakanlığı Amerikan halkının öğrenmeye hakkı olan belge
ve bilgileri hiçbir ceza almaksızın sakladı? Burada sadece tüm Amerikan
yönetiminin 300’ler Komitesi’nden gelen emirleri yerine getirdiğini
varsayabiliriz. Margaret Thatcher Komite’nin Amerika’daki merkezi Aspen’e
yaptığı gezi sırasında başkan Bush’u çağırır. Hatta Thatcher’in kayıta alınan
telefon konuşmasında Bush’a hiç diplomatik olmayan bir dille Aspen’e gelmesini
ve kendisine iletmesi gereken bazı emirler olduğunu söylediği görülür. Amerikan
halkının düşünme yeteneğini kaybettiği bir iklimde Willis Harmon ve adamları
gerçeğe dönüşürler. Tavistock’un zamanında büyük bir halk olan bu milletin
kendine olan güven ve saygıyı kaybetmesindeki başarısı büyüktür. Bize Irak’taki
savaşı kazandığımız ve artık dünyadaki tek süper güç olarak gurur duymamız
söylendi. Bize söylenmeyen ise bu savaşı kazanırken Amerika’nın şimdi Iraklı
ölü askerlerle beraber çöllerde yan yana yatan Anayasası ve milli gururunu
kaybettiğidir. Biz George Herbert Walker Bush ve Norman Schwarzkopf tarafından
saldırmayacağımız konusunda verdiğimiz sözlerden döndük. Biz Cenevre
Konvansiyonu’na uyacağımız konusunda söz verdik. Protestolar yükselince bizi
kontrol edenler zafer veya kendimize saygı arasında bir seçim yapmamız
gerektiğini bildirdiler. İkisi birden olmayacağına göre biz “zaferi” seçtik.
Yüz yıl önce bu gerçekleşemezdi ama şimdi gerçekleşti ve pek fazla kişiyi de
rahatsız etmedi. Bizler Tavistock Enstitüsü’nün uzun menzilli psikolojik savaşı
karşısında çöpe döndürüldük. Aynı Almanlara uygulanan “Sivil Bombardıman”
projesi gibi bizlerde beyinlerimizin bombalanmasına izin vererek sadece muz
cumhuriyetlerinde görülebilir bir totaliter rejime evet diyecek hale geldik.
Bir zamanlar gururlu olan Amerika Birleşik Devletleri tarihin her
dönemindeki totaliter rejimlerin başlangıcında olduğu gibi birçok suç örgütünün
birleşimi haline dönüşmüştür. Şu anda Amerika’daki kalıcı değişim
safhasındayız. Yaşadığımız “Kullan-At” devrinde direnmeye yer yoktur. 4 milyon
evsiz sokakta yaşayan, 40 milyon işsiz ve 25 milyon kürtajla öldürülen bebek
karşısında bile kılımız kıpırdamıyor. Çünkü bunlar Kova Burcu Komplosu devrinin
“Kullan-At” ürünleridirler. Bu komplo o kadar korkunçtur ki insanlar bunu ya
“zaman değişiyor” şeklinde rasyonalize ederler veya “komplo teorisyenlerinin
saçmalıkları” olarak kabul ederler. Amerikan halkını Tavistock ve Willis Harmon
böyle programlamıştır. Alman işçi yerleşim birimlerinin her gece bombalanması
sonrası sonuçtan deneyim kazanan Tavistock artık bizleri her gece evlerimizin
oturma odalarında bombalamaktadır. Tavistock hiçbir protestoyla
karşılaşmaksızın tüm ideallerimizi yok etmektedir. Halkımızın entelektüel ve
manevi güçleri sıfırlanmaktadırlar.
27 Mayıs 1991 tarihinde Başkan Bush pek çok siyasi gözlemcinin gözünden
kaçan ancak çok açıklayıcı olan aşağıdaki sözleri sarf etmiştir:
“Amerikan siyasi ahlak rotamızı ehveni şer doğrultusunda çizmemiz
gerekmektedir. Bu gerçek dünyadır ve burada tam siyah - beyaz ayrımı olamaz. Bu
dünyada mutlak ahlaki doğrular pek azdır.”
Dedesi Samuel Bush’tan başlamak üzere 300’ler Komitesi hizmetkârlığı ve
satanist Kafatası ve Kemikler Organizasyonu geçmişinden gelen bir başkandan
daha fazlası zaten beklenemez. Bu adam Beyaz Saray’a nasıl seçilmiştir? Bu
adamın sözlerini General Schwarzkopf’a 12.000 Irak askerini canlı olarak kuma
gömme emri veren bir kişinin sözleri olarak analiz edin. Bu adamın sözlerini
Saddam Hüseyin’e “Günümüzün Hitleri” diyen adamın Irak’ta yaptığı soykırım ışığında
değerlendirin.
Saddam karşıtı iddialarının hiçbirini kanıtlamaya çalışmayan Bush’un
böyle bir şeye ihtiyacı da yoktur. Programlanmış ve içsel yönelim tekniğiyle
koşullanmış Amerikan halkı Bush’un sözlerini İncil’den alıntılar gibi
sorgulamadan kabul etmiştir. Bu adamın her şeyi Amerikan halkı adına yaparken
300’ler Komitesi’nden emir aldığını düşünün. Artık bu adam ve onu yönetenler
Amerikan halkı üzerindeki kontrollerini inkâr etmemektedirler. Yukarıdaki
sözlerinden anlaşılacağı gibi Amerikan halkının lideri doğruluk, dürüstlük ve
sağduyu konularında onu yönetenlerin gerekli gördükleri hallerde taviz vermeye
hazırdır. Aslında Amerikan Başkanı 27 Mayıs 1991 tarihinde anayasal her
prensibi çöpe attığını ve Amerika’daki en üst yasanın kendisini bağlamadığını
söylemektedir. Bu 1941-1945 sürecinde Alman işçi yerleşim birimlerinin sürekli
bombardımanı olan hedefini 1946’dan günümüze Amerikan halkının ruhuna çeviren
Tavistock Enstitüsü ve Prudential Bombardıman Girişiminin büyük zaferidir.
300’ler Komitesi’nin Polonya aristokrasisinden gelen üyesi Zbigniew
Brzezinski’nin jeopolitik doktrinleri onun Kriz Taktı Büyük Satranç Tahtası isimli
eserlerinde açıktır. Ve bu doktrinlerin gerçekleşmesinde ilk adım Irak’ın
işgali olarak tanımlanmıştır. Bazıları bu yol haritasını başlatanın Başkan
Carter olduğunu söyleseler de Başkan savaşı gerektirecek nedenlerin
oluşturulmalarını Ulusal Savunma Danışmanı Zbigniew Brzezinski’ye bırakmıştır.
Brzezinski’nin öğrencileri içinden Madeleine Albright başarılı bir
öğrenci olduğunu uzun yıllar sonra Amerika’yı sonu henüz gelmeyen belaya
sokarak ispatlamıştır. Joseph Korbell’ın kızı Albright Komite’nin her zaman
gözdesi olmuştur. Millet üstüne uygulanan değişim baskısı 1960’lı yılların
başında Stanford Araştırma Merkezi’nce (SRC) başlatılmıştır. SRC’in etkisi,
gücü ve ileri görüşü Sovyetlerin çöküşü sonrası talep görmüştür. Stanford’taki
bir ekol Amerika’nın Sovyetlerin ani yıkılışı sonrası Brzezinski’nin deyimiyle
“kara deliği” doldurmak mecburiyeti olduğuna inanır. Bu ekol Avrasya’daki doğal
kaynakların Cecil John Rhodes’in Güney Afrika’da 1899’da yaptığı utanmaz ve
vahşi şekilde Amerika’ca yağmalanmasını öngörmektedir. Brzezinski Sovyetlerin
çöküşü Kraliçe Viktorya’nın Güney Afrika’daki Boer’lere yaptığını Amerika’nın
Avrasya’da yapmasına olanak sağlayacak bir şans olarak görmektedir.
“Amerika için Soğuk Savaş sonrası ödül Avrasya’dır.” diyen Brzesinski
sonraki yazılarında Avrasya’nın yanına Ortadoğu petrol ülkelerini de
eklemiştir.
Aslında Brzezinski’nin görüşleri daha önceden “Yuvarlak Masa”
organizasyonunda Henry Kissinger’in hocası olan William Yandall Elliot
tarafından dile getirilmiştir. Ancak Brzezinski Amerika açısından bazı önemli
eklemeler yapmıştır:
“Çin ve Rusya’nın bir araya gelmelerine ve işbirliği yapmalarına izin
verilmemelidir. Bu şekilde oluşacak bir kara köprüsü Amerika’nın tek süper güç
olmasını zora sokacaktır.”
Başkan G. H. W. Bush’un “Kriz Taktı” konseptinden ne anladığı şüpheli
olsa da aldığı eğitim sayesinde üstlerinden emir almayı iyi bildiği bir
gerçektir.
Amerika’nın Irak’a müdahale durumu ortaya çıktığında başkan tüm
uluslararası yasaları ve Amerikan Anayasası’nı bir kenara itmeye gönüllü
olmuştur. Başkanlık yemini bozan bu adam yargılanmamıştır. Biz halk olarak bu
adamı makamından indirip, Anayasa yapıcılarımızın böyle bir vatan hainliği için
isteyecekleri ceza ile yargıladık mı?
Tam tersine Amerikan halkı Başkan Bush’un makamını korumasına ve
İngiltere Kraliçesince Irak’ta gösterdiği başarı nedeni ile şövalye ilan
edilmesine razı olmuştur. Şunu belirtmek isterim ki kanımca Başkan Bush
makamından uzaklaştırılsaydı Amerika kendini toparlar ve kurucularımızın
Amerika’sı haline gelebilirdi. Televizyonunuzu açın ve kanalları dolaşın, bu
kanallarda Amerikan halkının şok içinde, yarı ölü, çözüm bulamayacak halde olduğunu
göreceksiniz. Bu arada Bush Beyaz Saray’da kaldı ve hizmetleri karşılığı
300’ler Komitesi’nce fazlasıyla ödüllendirildi.
Tavistock Enstitüsü’nün İğrenç Planları
Şimdi Tavistock Enstitüsü’nün cinsellik içerikli talk şovlar, sapıklık ve
uyuşturucu özentisi dolu özel kanallar sayesinde Amerika Birleşik Devletleri’ni
gözlerimizin önünde yok edişinden bahsetmek istiyorum.
John Wayne’nin zamanında kral olduğu yerde insan müsveddesi, her tarafı
oynayan, apış arasını avuçlayıp çığlıklar atan Michael “Jacko” Jackson denilen
adamı (Adam mı acaba?) kahraman yaptık. Jackson aslında evlerimizin oturma
odalarında sahne alacak yüz binlerce “kreasyonun” prototipidir.
Artık defalarca evlenip boşanmış bir kadın ulusal kanallara konu
olabilmekte, uyuşturucu kullanmaktan yarı ölü vaziyette pislik içindeki rock
grupları saatlerce dejenere konuşma, giyim tarzı ve kulak tırmalayan müziğe ev
sahipliği yapan televizyonlarda sahne alabilmektedirler. Küfür, ahlaksız
ilişkiler ve pornografi dolu pembe diziler tepki almamaktadırlar.
1960’ların başında kabul edilemeyecek olan şeyler artık toplumda normal
hale gelmişlerdir. Amerikan halkı Tavistock tarafından “Gelecek Şokları”
teknikleriyle duyarsız hale getirilmiştir. Bu kültürel şoklarla o kadar
duyarsız hale getirildik ki artık kimse protestonun bir işe yarayacağını
düşünmemektedir. Gelecek Şoku diye nitelendirilebilecek bir durum Ulusal Kimlik
Kartı uygulamasıdır. Amerikan halkının merkezi bir kayıt sisteminde kayıt
altına alınması Amerikan Anayasası’na aykırıdır.
Amerika Birleşik Devletleri tek bir devlet olmayıp 50 devletten oluşan
bir federe devlettir. Merkezileşme kurucularımız tarafından sadece lanetlenen
değil yasaklanan bir kavramdır. Kurucularımız merkezi hükümet uygulamasında
bireysel özgürlüklerin zarar alacağını öngörmüşlerdir. Dolayısı ile Merkez
Bankası, Merkezi Polis Teşkilatı ve Merkezi Nüfus Kayıt Sistemi Anayasamızca
yasaklanmışlardır. Ancak özgürlük düşmanları Merkez Bankası ve Merkezi Polis
Gücü uygulamalarını yalan dolanla ülkemize sokmuşlardır. Şimdi ise Merkezi
Nüfus Kayıt Sistemi peşindedirler. Bu merkezi kayıt sistemi arkasındaki amaç
insanları daha iyi kontrol edebilmek ve İnsan Hakları Beyannamesi ile garanti
altına alınan hakları azaltmaktır. Amerikan halkının boynuna takacağı kimlik
kartıyla kölelik kaosuna sürüklenmesi halinde İnsan Hakları Beyannamesi ile bu
halka tanınan özgürlükler Amerikan yaşamından kalkacaklardır.
1986 yılında 300’ler
Komitesi halk üstündeki baskının arttırılması kararını vermiştir. Amerika’nın
yeterince hızlı çökmemesi karşısında yüzlerce yeni “Gelecek Şoku” uygulanmaya
konmuştur. Bunlardan biri Kamboçya kasabı yani 2 milyon zavallı Kamboçyalıyı
öldüren Pol Pot yönetiminin resmen tanınmasıdır.
1991 yılında şok gemisi tam yol gitmeye başladı. Amerika Washington’un
kendisinin dostu olduğuna inandırılan Irak ile savaşa girdi. Bush yönetimi Irak
devleti başkanı Saddam Hüseyin’i hiçbiri doğru olmayan her türlü kötülükle
suçladı. Onları öldürüp çocuklarını yetim ve öksüz bıraktık ve geride kalanları
açlık ve hastalıklardan ölüme terk ettik. Irak’ı tank, kamyon kadavraları,
düşük uranyum içeren ve 1991’den beri radyasyon yayan top mermisi kovanları ile
kirlenmiş hale getirdik.
1995 yılında “radyasyon hastalığı” Iraklı siviller arasında yüz bin
insanı sardı. Benzer şekilde savaştan dönen binlerce askerimizde uzun süre
radyasyona maruz kalmaktan “Körfez Savaşı Sendromu” ortaya çıktı. Aynı günlerde
2 milyon Kamboçyalıyı “Şehirlerin nüfussuzlaştırılması” isimli 300’ler Komitesi
projesi kapsamında öldürülen Kamboçya devleti ile Başkan Bush sayesinde
diplomatik ilişki kuruldu. Büyük Amerikan kentleri de pek yakında aynı proje
kapsamına gireceklerdir. 1991 yılında Başkan Bush mealen şöyle
demekteydi,”Vatandaşlarım! Benden daha ne istiyorsunuz? Size gerekli gördüğüm
halde prensiplerimizden taviz vereceğimi yani gerektiğinde Pol Pot kasapları
ile bile yatağa gireceğimi söylememiş miydim?”
Bush’un siyaseti ile halka verdiği mesaj bana “Her Devrin Adamı” isimli
piyesi anımsattı. Bu eserin bir bölümünde Sir Thomas More ve William Roper
adalet karşısında eşitlik ilkesini tartışırlar. Sir Thomas adaletin herkesi
koruyuculuğu ilkesini Şeytan’a bile uygulanması gerektiğini savunur. Roper buna
karşılık şöyle der “Şeytan’ı yakalamak için İngiltere’deki tüm kanunları yok
edebilirim.” Sir Thomas’ın buna karşılığı şudur: “O zaman yani tüm kanunları
yıktığında ve Şeytan’la karşılaştığında hangi kanunun arkasına saklanacaksın?
Ben kendi varlığımı korumak için Şeytan’a bile adalet vermek taraftarıyım.”
Sir Thomas More’un söylemi 200 yıldan uzun süredir Amerikan adalet
sistemine temel teşkil etmiştir. Amerika “herkese eşitlik ve adalet” ilkesi
üzerine kuruludur. Herkesin adaletçe savunulması sayesinde suçlu cezasını görür
ve masum korunur. Bush bu dönemin bittiğini söylemektedir. Yani kanunlar
Amerikan halkını teröristlerden korumak için ihlal edileceklerdir. Kongre’nin
teröristleri ele geçirmek için 200 yıldır hepimizi koruyan tüm kanunların ihlal
edilebilirliğini onaylaması Bush’u haklı kılmıştır. Anayasamıza yapılan bu
ölümcül saldırı 1895 yılında Fabian Örgütü’nden Ramsey McDonald tarafından
başlatılmıştır.
1995 yılında değişim baskısı daha da artmış Amerikan halkı hayal bile
edemeyeceği şeylere tanık olmaya başlamıştır. Abandone haldeki Amerikalılar
reaksiyon verse bile bu reaksiyonlar çok düşük düzeydedirler. Amerika “Cambaza
bak” stratejisi ile yani “Hollywood” ve “Spor” ile uyuşturulmaktadır. İngiliz
istihbarat kaynakları Kimlik Kartı uygulamasının İngiliz Merkez Ofis tarafından
Şubat 1995 tarihinde geliştirildiğini belirtmektedirler. Bu uygulama halka
ulusal bir kriz ortaya çıkana kadar duyurulmayacaktır (Reichstag Yangını veya
Pearl Harbor gibi bir durum.) Her despot kanun sisteminde olduğu gibi bu
uygulama da “İngiliz halkının güvenliğini arttırmak” gibi bir yalanla
başlatılacaktır. Kimlik Kartları İngiltere’de uygulanmaya başladıktan sonra
Amerika Birleşik Devletlerinde “Amerikan halkını terörizm ve terör
faaliyetlerinden koruma” adına uygulamaya konacaklardır. Amerika Birleşik
Devletleri’nin hızla Komünist Yeni Dünya Düzeni-Tek Dünya Devleti batağına
sürüklendiğinin hâlâ farkında olmayanların aşağıdaki satırları dikkatle
okumalarını tavsiye ederim:
Amerika’da “Kimlik Kartı” uygulaması olağanüstü bir tedbir olarak ortaya
çıkacaktır. Kanunlaşırken “gönüllü” alınacağı şerhi olmasına rağmen kimlik
kartı almak için başvurmamanın cezası çok ağır olacaktır. Kişinin kimlik kartı
olmadığı hallerde kendisine sürücü ehliyeti veya pasaport verilmeyecektir.
Kimlik kartı diye isimlendirilen bu biyometrik kartlardaki bilgiler merkezi bir
veri tabanında her an yetkililerce ulaşılabilir şekilde saklanacaktır. Bu
uygulama aynen Brzezinski’nin Technetronik Çağ isimli kitabındaki gibi
parmak izi, göz izi, isim, ana-baba isimleri, doğum yeri ve tarihi, boy, kilo,
göz rengi, kredi ve kriminal kayıtlar, gidilen okullar, çalışılan işyerleri,
askerlik durumu, yakın arkadaşlar, okuma alışkanlıkları, din, tarikat, gidilen
ibadet yerleri, son 20 yıldaki adresler, kardeş bilgileri, medeni durum ve son
10 yılda gidilen doktor ve dişçi isimleri gibi kişisel bilgileri içerecektir.
Pasaport gibi Kimlik Kartı da kişiye ait olmayıp gerekli durumlarda iptal
edilerek kişi “Kanundışı” ilan edilebilecektir. Böylece devlet vatandaşa bazı
hizmetleri vermekten imtina edebilecektir. Örneğin hastane veya sağlık
hizmetleri sadece kimlik kartı karşılığında verilecektir. Cenaze işleri
yetkilileri defin öncesi ölenin kimlik kartını alarak merkezi kimlik ofisine
geri vermekle sorumlu olacaklardır.
Şimdi bu bilgiler ışığında George Orwell’in tahmin edip Brzezinski
gerçekleşeceğini söylediği olayları tekrar gözden geçirin. Unutmayın ki “Bu gün
İngiltere’de olan yarın Amerika’da olur.” Kimlik Kartı uygulaması Amerikan
vatandaşının özel hayatının gizliliğinin ihlali olup Amerikan Anayasası 10. Ek
Maddesine göre özel yaşamın korunması ilkesine aykırıdır. Bu kart uygulaması
ayrıca kurucularımız tarafından cumhuriyet yönetimi adına eyaletlere verilen
hakları da ortadan kaldırmaktadır. Bu federal sistemin çözülmesi demek olmakla
birlikte bunu dile getirecek bir lider yoktur. Tüm bu anayasal ihlaller
“Amerikalıları terörist saldırılara karşı korumak” yalanı arkasına sığınılarak
yapılacaktır. İleride göreceğimiz gibi “çevre” dünyada genel anlamda
kullanıldığından çok daha geniş bir kapsama sahiptir. Amerika Birleşik
Devletleri yoğun travmaların olduğu bir dönemden geçmiştir ancak Amerikan
halkının reaksiyonlarına bakarsanız bu halkın “yürüyen ölüler” haline geldiği
ortadadır. Daha kötüsü de gelmek üzeredir. Aramızdan ortaya çıkarak halkı bu
Kimlik Kartı uygulamasına karşı yönetecek bir lider olacak mıdır?
Her şey Tavistock planı ve onun Stanford’daki sosyal bilim uzmanlarının
yazdıklarına uygun gitmektedir. Zaman kendi başına değişmez ve ancak birileri
tarafından değiştirilir. Tüm değişiklikler önceden planlanarak ve detaylı
çalışmalar sonucu ortaya çıkmaktadır. Fabian Tedrici Değişim prensibi
kapsamında önce yaşamımızdaki değişiklikler yavaş olmasına karşın artık hız
arttırılmış durumdadır. Amerika Birleşik Devletleri “Tanrı’nın emrindeki bir
millet” olmaktan çıkarılarak pek çok Tanrı’nın emrindeki pek çok devletten biri
olma durumuna sokulmaktadır. Anayasamızı yaparak devletimizi kuranlar savaşı
kaybetmek üzeredirler. Amerika’nın çok kültürlü bir mozaik olduğu savı bize
sürekli beslenir. Halbuki hiçbir millet çok kültürlü bir mozaik olarak var
olamaz. Ya kurucularımızın oluşturduğu kültür içinde büyük bir millete olacağız
veya yönetilemez parçalanmış bir topluma dönüşeceğiz.
Çok kültürlü mozaik saçmalığının zararları tüm dünya tarihinde
görülebilir. Pek çok büyük millet bu saçmalık ile beraber bir daha ortaya
çıkmamak üzere yok olmuşlardır. İşte bu Amerika’nın 2006 yılında bulunduğu
durumdur. Los Angeles, San Francisco, New York, Chicago, Boston ve Sacramento
gibi büyük şehirlere bakınız ve çok kültürlülük adına ortaya çıkan rezaleti
görünüz. Tüm bunlara rağmen çok kültürlü mozaik yalanı ortaokul, lise ve
üniversite öğrencilerinin beyinlerine sokulmaktadır. Hatta sanki duygular
öğretilebilir veya yasalaştırılabilir gibi bazı okullarda çok kültürlü yaşama
hassasiyet dersleri verilmektedir. Halkın doğuştan olan duygularına karşı
hareket etmesini sağlamak amacıyla yasalar çıkarılmaktadır. Nerdeyse artık nasıl
düşünmemiz gerektiğini de yasalaştıracaklar. George Orwell’in “düşünce polisi”
artık pek uzaklarda değildir.
Kurucularımız ortak ideallere, ortak dile ve ortak dine yani
Hıristiyanlığa sahiptiler. Eskiden aramızda yabancılık kavramı yoktu. Bu kavram
planlanarak inanç, kültür ve milliyet bazında parçalanmış bir Amerika için
uygulamaya konmuştur. Bundan şüphesi olan birinin bir Cumartesi günü Doğu New
York veya Batı Los Angeles’e giderek etrafını incelemesini tavsiye ederim.
Amerika şu anda ortak bir hükümet kapsamında birlikte yaşamaya çalışan
mini devletler topluluğu haline gelmiştir. Kuzeni 300’ler Komitesi Başkanı olan
Franklin D. Roosevelt muhaceret yolunu açtığında gelenlerle beraber büyük bir
kültür şoku karmaşa yaşanmıştır. Roma Kulübü ve NATO durumu daha da
kötüleştirmişlerdir. Yani Rothschild’lerin İç Savaş ile bölemedikleri ülkemizi
perişan etmeyi başarmışlardır.
“Komşunu sev” prensibi çok kültürlü bir toplumda komşunuz sizin gibi biri
değilse işleyemez. Amerikan Anayasası düşmanlarının gelecek nesiller için
planladıkları açıktır ancak bu planları şimdilik sadece onlar bilmektedirler.
Gelecek nesiller için yaptıkları planların açık olmasına rağmen anlaşılmama
riskine karşılık bu hainler artık bunları açıklamaktadırlar. Yani artık
açıklama zamanı gelmiştir. Ve Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü bunu
sağlamaya çalışmaktadır. Artık 300’ler Komitesi hizmetkârı Bush’un tüm kontrolü
ele alıp Kongre’yi bir noter haline getirme zamanı gelmiştir. Arık yüce
başkanın kendisine anayasa tarafından verilmeyen yetkileri kendi üstünde
toplama zamanı gelmiştir. Anti-terör Yasalarının yürürlüğe girmesiyle Amerika
Birleşik Devletleri Başkanı Kral III. George’da olmayan monarşik yetkilerle
donatılmıştır.
Bu Prof. Willis Harmon ve Roma Kulübü öngörülerince büyük travma ve
baskılar sonucu ortaya çıkacak sosyal değişimin bir parçasıdır. Tavistock’ça
uygulanan sosyal değişim, Roma Kulübü ve NATO baskıları, yasamanın yetkilerinin
alınması, “Emperyal Başkanlık” sistemi Amerika’da sindirim limiti elverdiğince
devam edecektir. Milletler insanlardan oluşurlar ve tıpkı insanlar gibi ne
kadar güçlü ve büyük olurlarsa olsunlar bir sindirme limitleri vardır.
300’ler Komitesi yörüngesindeki medya her gün Amerika’nın çok kültürlü
bir mozaik olduğunu ve aynı bir mozaik tablo gibi tüm farklı kültürlerin bir
arada olduğu bir ulusal bütünlük ortaya koyduğunu duyurmaktadır. Bu tarihi bir
hatadır. Dünya tarihinde karşıt kültürlerin bir arada olduğu milli bir bütünlük
sözkonusu olmamıştır. Kurucularımız tarafından hayal edilen Amerikan kültürü
nedir? Bu yeni bir toprağa kavuşan Avrupalı göçmenlerin Hıristiyan ahlakı ve
dini çerçevesinde oluşturdukları bir kültürdür.
Amerikan anayasasına ihanet eden 55 kişinin 52 tanesi Hıristiyan’dır. Çok
kültürlülük kavramı Amerika Birleşik Devletlerini parçalamayı amaçlayan ve
gizli hükümetçe desteklenen bir düşüncedir. Psikolojik gerçek Prudential
Sigorta Stratejik Bombardıman girişiminin II. Dünya Savaşı’nda Alman işçi
yerleşim birimlerini hedef alan saldırıları sonucu ortaya çıkan sindirim limiti
meselesidir. Almanya’nın bu stratejik bombardımandan büyük zarar gördüğü
açıktır. Ancak bu projenin bir noktadan sonra işe yaramadığı da görülmüştür. O
projeyi gerçekleştiren bilim adamlarının devamı şimdi Amerika’yı bombardıman
etmekle meşguldürler. Sonuçta halkımız tam olarak yolunu kaybetmese de kurucu
ideolojinin tersi yönünde ilerlemeye sürüklenmiştir. Kısacası tarihsel
genlerimizle, inanç temelimizle, kurucularımızın felsefesiyle olan bağlarımızı
kaybettik. 1787 Konvansiyonu’na katılan delegeler Plato, Aristo, Hume, Locke,
Montesquieu, Blackstone, Bolingbroke gibi filozofları iyi anlayarak birliğimizi
oluşturmuşlardır. Bu delegeler Stuart Hanedanlığı’nın Magna Carta’yı yok etmeye
kalkıştığını bilmekteydiler. Bu gün de 300’ler Komitesi ve tetikçileri Eyalet ve
Federal Anayasalarını ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Şimdi burada durarak
anayasanın ötesinde evlatları için daha fazla çalışması gerektiğini düşünen
John Adam’ın yazdıklarını okuyalım ve şimdiki durumumuzu düşünelim:
“Evlatlarımdan gelecek ayıplamalara ve kınamalara dayanamam. Onlara
güven içinde yaşayabilecekleri bir Anayasa yapmak için çalıştığımı bildirmek
isterim. Onların kendilerine tanınan rahatlık ve huzur içinde yaşayacakları bu
şansı kullanmamaları halinde artık onlar benim evlatlarım değildirler ve onlara
bu durumda ne olacağı beni ilgilendirmez. ”
(Kaynak: Quoted in Philip Greven: The Protestant Temperament, New
York
1977)
Bu gün yaşasaydı John, Bush ve adamlarını oldukları makamları hak etmeyen
yalancılar, şerefsizler ve değersizler olarak azarlardı. Anayasamızı yazan
kişiler Amerikan halkının Anayasamız ve Bağımsızlık Deklarasyonumuz
doğrultusunda ortak dil konuşarak ilerlemesine ilham verdiler. Ancak Amerikan
halkının artık ona yol gösteren bir feneri kalmamıştır. Üzücü olmasına rağmen gerçek
budur.
Dümeninde “ahlaki mutlakları bulunmayan” eski Başkan G. H. W. Bush olan
Amerika tam yol kaybolan milletler grubuna katılmak üzeredir. Biz kendimizi
köleleştirmek ve ülkemizi çökertmek için 300’ler Komitesi’yle işbirliği yaptık.
Bu durumu bazı fark edenler alışık oldukları komplo teorilerinin bunu
açıklamaya yetmediğini bilmektedirler. Çünkü onlar Komplo hiyerarşisinin
başında olan 300’ler Komitesi’ni bilmemektedirler. Bir şeylerin korkunç şekilde
yanlış gittiğini hisseden ancak kolektif olarak hataya parmak basamayan bu
insanlar karanlıkta yol almaktadırlar. Onlar ellerinden giden geleceklerini
seyretmektedirler.
Amerikan rüyası seraba dönüşmüştür. İnsanlar dine iman etmekle beraber
inançlarını harekete dönüştürememektedirler. Amerikalılar, AvrupalIların
karanlık ortaçağda kararlılıkla çabalayarak ortaya çıkardıkları Rönesans
hareketi gibi bir devrime kalkışmadıkları halde kurtuluşları yoktur. Düşman
1980’lerden başlayarak Amerika’da Rönesans hareketini mümkün kılmayacak
girişimlerde bulunmaktadır.
Düşman kimdir? Düşman görünmeyen bir
varlık değildir.
Düşman açık olarak 300’ler Komitesi, Roma Kulübü, NATO, Kara Asalet,
Tavistock Enstitüsü, CFR ve bağlantılı kurumları, Stanford tarafından yönetilen
think-tankler ve araştırma kurumları ile silahlı kuvvetlerdir.
Bu bilinen gruplara “düşman” veya “onlar” diye hitap etmek sadece not
alırken kısa yazmak için gerekir. Yoksa biz düşmanın kim olduğunu iyi
bilmekteyiz. 300’ler Komitesi ve onun Doğu Liberal Oluşumunun aristokrasisi,
bankaları, sigorta şirketleri, holdingleri, petrol kartelleri, vakıfları,
iletişim ağı, televizyon ve radyo istasyonları, film ve yayıncılık endüstrileri
bu düşmanlardır. Dolayısı ile Rusya’yı düşman olarak görmekten vazgeçin. Düşman
hiçbir zaman Moskova’da değildi, o her zaman bizim arka bahçemizdeydi.
Amerika’yı yöneten güç, Fransız ve Bolşevik Devrimlerini yapan, I. ve II.
Dünya Savaşlarını çıkaran, Kore ve Vietnam Savaşlarının sorumlusu, Rodezya,
Güney Afrika Cumhuriyeti, Nikaragua, Filipinler, Sırbistan ve Irak
devletlerinin yıkıcısı güçle aynıdır. O güç bir zamanlar endüstriyel süper güç
olan Amerika’yı endüstrisini ve ekonomisini yok ederek dize getiren gizli
hükümetten başkası değildir.
Savaş Stresi Yaşayan Amerika Uyuşturucu, Rock, Müzik, Seks
ve
Hedonizm Bataklığında
Modern Amerika savaşın en korkunç olduğu anda daha önce karşılaştığı pek
çok ölümcül durum nedeniyle “Savaş Stresi” yaşayan ve uykuya dalan bir askere
benzemektedir.
Biz Amerikalılar karşımıza konan ve kafamızı karıştıran pek çok
alternatif karşısında apatiye teslim olduk. Bunlar yani çevremizi
farklılaştıran değişiklikler, değişime karşı duruşumuzu kıran faktörler bizi
savaşın en hararetli döneminde uykuya ve apatiye sevk eden unsurlardır.
Bu duruma teknik olarak “Uzun menzilli saptırma” denmektedir. Büyük bir
grubu uzun menzilli saptırma ile yönlendirme sanatı Tavistok İnsan İlişkileri
Enstitüsü sosyal bilim uzmanları, bağlantılı Stanford Araştırma Merkezi, Rand
Corporation ve benzer 150 araştırma kurumunca geliştirilmiştir.
Dr Kurt Lewin isimli bilim adamı bulduğu bu şeytani teknik sayesinde
sıradan bir Amerikan vatanseverinin kafasını komplo teorileriyle darmadağın
etmektedir. Bu vatansever “İnsanın Değişen İmajı” kavramını anlamaya ve ona
karşı teknikler bulmaya çalıştıkça belirsizlik, güvensizlik, yalnızlık hatta
korku içine düşmektedir. Bugün olmasını istemediğimiz sosyal, ahlaki, ekonomik
ve siyasi değişiklikleri tanımlamak ve onlarla savaşmak yeteneğimizi yitirmiş
durumdayız. Biz böyleyken bu değişiklikler artan yoğunlukta devam
etmektedirler. Lewin ismi hiçbir tarih kitabımızda bulunmadığından bu adamın
maskesini indirmek için bu kitapta okurlara bu kişiyi afişe etmekteyim. Daha
önce belirttiğim gibi Lewin Tavistok himayesinde Harvard Psikoloji Kliniğini ve
Sosyal Araştırma Enstitüsü’nü kuran kişidir.
Bu iki organizasyonun isimlerinden amaçlarını anlamak veya 1890
Temmuzunda geçen ünlü Sherman Gümüş Alım Kanunu hatırlamak olanaksızdır.
Kanunun ismi de destekleyenlerin istediği şekilde kulağa zararsız gelmektedir.
Bu kanun sayesinde milleti uluslararası bankerlerin kucağına düşüren senatör
John Sherman vatana ihanet etmiştir. Görünüşe göre Sherman kanun tasarısını
okumadan sunmuştur. Kanunun asıl amacı gümüşü para karşılığı olmaktan çıkararak
hırsız bankerlere milleti soyma imkânı sağlamaktır. Bu durum kesinlikle
Amerikan Anayasası’na aykırıdır.
Tavistock Enstitüsü’nün kıdemli teorisyeni Dr. Kurt Lewin’nin Roma Kulübü
ve NATO’ya Amerika üstünde verdiği güç şimdiye kadar hiçbir kurum ve
organizasyona verilmemiştir. Bu kurumlar ellerindeki limitsiz gücü kullanarak
halkın Amerikan Devrimi ile olan kazanımlarını talan edenlere karşı olan
direncini kırmıştır. Komplocular Amerika’yı karanlık çağların feodal yapısına
benzer Tek Dünya Devleti’ne götürmektedirler. Rusya değil Amerika dünyayı insan
ruhunun tutsak edileceği ve köleliğin hüküm süreceği bir döneme çekmektedir.
Amerikan halkını tutsak etme planının başında Kurt Lewin meslektaşları Richard
Crossman, O. Anderson, Garner Lindsay, Richard Price ve W. R. Bion ile bir
araya gelmiştir. Tekrar ediyorum: Bu isimler hiçbir zaman “Akşam Haberlerinde”
görülmezler. Bunlar sadece çok özel bilim dergilerinde bulunan ve dolayısı ile
kimlikleri ve Amerika’ya yaptıkları bilinmeyen kişilerdir. Amerikalıların bu
kişileri ve niyetlerini bilmesi durumunda devrim başlayacaktır. Başkan
Jefferson bir keresinde gazeteleri okuyarak neler olduğunu bildiklerini sanan
insanlara acıdığını söylemiştir. İngiliz Başbakanı Disraeli’nin de aynı mealde
sözleri vardır.
Gerçekten de çağlar boyunca yöneticiler milletleri görünen olayların arkasından
idare etmekten zevk almışlardır. İnsanın yönetme hırsı modern çağda dünya
tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar artmıştır.
Bu zaten doğru olmasa gizli örgüt ve cemiyetlere gerek kalır mıydı? Eğer
demokratik ortamda seçilmiş kişilerce şeffaf bir sistemle yönetilsek
Amerika’nın köylerinde bile gizli Mason örgütlenmesine gerek kalır mıydı?
Farmasonlar bu kadar açıkça faaliyet gösterirlerken neden halen sırları vardır?
Dokuz Kız Kardeşler Paris Locasında Dokuz Bilinmez Adamı araştıramazsınız. Bu
Dokuz Bilinmez Adamı Londra Quator Coronati Locasında da
araştıramazsınız. Ancak bu adamlar çok gizli bir hükümetin, Kraliyet
Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün ve Roma Kulübü’nün üyeleridirler. Bu
adamlar Warren Komitesi’nde iyi temsil edildikleri gibi Dış İlişkiler
Kurulu’nun (CFR) da belkemiğini oluşturmaktadırlar.
Farmasonların İskoçya grubu John Hinckley’in beynini Başkan Reagan’ı
vurmak için nasıl yıkamıştır? Neden Malta Şövalyeleri, Kudüs’ün St John Örgütü,
Yuvarlak Masa, Milner Grup, Süreç Kilisesi gibi çok katmanlı örgütlere neden
sahibiz? Çünkü bunlar 300’ler Komitesi’ne uzanan emir komuta zincirinin
halkalarıdırlar. Bu karanlık amaçlı adamları kötü niyetlerini saklayacakları
gizli örgütlere gereksinimleri vardır. Kötülük iyilik ışığında yaşayamaz.
Kova Burcu Komplosu deneyi bu şekilde hazırlandı ve Amerika, İngiltere,
Avrupa’da uygulamaya kondu. Bu projenin başarısı başladığı 1980 yılından
itibaren özel ve ulusal yaşamımızdaki her alanda görülebilir. Toplumda görülen
yükselen şiddet trendi, seri katiller, ergen intiharları, toplumsal uyuşukluk
soluduğumuz zehirli havadan daha da tehlikeli hale geldiler. Okullarda
gördüğümüz katliamlar ancak beyin kontrol teknolojisi ile açıklanabilir türden
şeylerdir.
Bana göre okul katliamları silahlara karşı korku ve şok geliştirmede
kullanılmaktadırlar. İngiliz medyası gelişmeleri “Amerika’nın silah aşkı artık
sona ermelidir.” şeklinde açıklamaktadır.
Kova Burcu Çağı Amerika’yı tamamen hazırlıksız yakalamıştır. Millet
olarak empoze edilen değişime hazır değildik.
Kim Tavistock, Kurt Lewin, Willis Harmon ve John Rawlings Reese
isimlerini daha önceden duymuştur? Bunlar Amerikan siyaset sahnesinde bile
gözükmemişlerdir. Eğer bunları inceleyebilseydik gelecekteki şoklara direnme
kabiliyetimizi yitirdiğimizi, tam bir psikolojik şok içine girdiğimizi ve uzun
menzilli psikolojik savaş teknikleriyle geniş tabanlı bir apati içinde
olduğumuzu görürdük. Kova Burcu Çağı Tavistock tarafından sosyal çalkantı
yaratma aracı olarak tanımlanmaktadır:
“Büyük toplulukların strese karşı gösterdiği tepki ve reaksiyon üç
ayrı fazı içerir. İlk fazda belirsizlik hâkimdir. Saldırı altındaki nüfus
kendini sloganlarla korumaya çalışır. Bu krizin kökenini tanımlayamayan
dolayısı ile yönü olmayan bir reaksiyon sürecidir. Dolayısı ile kriz devam eder.
İkinci fazda parçalanma başlar ve sosyal düzen bozulur. Üçüncü fazda toplum
“kendini realize etme” sürecine girer ve çıkarılan krizden kaçmaya başlar. Bu
fazda hatalı reaksiyonlar ve gerçeklerden kopmalar görülür. ”
Taş olarak bilinen “crack” kokain gibi narkotiklerin anormal artışları
içinde kim binlerce kişinin her gün bağımlı olmadığını iddia edebilir? Bu gün
günlük kürtajlarda yaşamını kaybeden bebeklerin sayısı silahlı kuvvetlerin I.
ve II. Dünya Savaşları, Kore ve Vietnam Savaşlarında kaybettiği askerlerin
tümünden daha fazladır. Homoseksüelliğin açıkça kabul edilmesi ve homoseksüel
gruplara anayasal temeli olmaksızın tanınan yasal haklar, AIDS salgınının tüm
ülkeyi kapsar hale gelmesi, eğitim sisteminin çöküşü, boşanma oranlarındaki
korkunç artış, satanist cinayetler, dünyayı ürküten cinayet oranları, kayıp
çocuklar problemi, neredeyse pornografik yayınların ulusal kanallarda yer
almaları göz önüne alındıklarında kim bizim kriz içinde yönünü kaybetmiş ve
hatalı reaksiyon göstererek krizden kaçan bir toplum olmadığımızı söyleyebilir?
Neden Başkan Bush tarafından başlatılan, pek çok hayatın yitirilmesine ve
uyuşturucu trafiğinin artışına neden olan Panama işgaline karşı çıkamadık? Bu
konularda uzman kişiler sorunları eğitim sistemine ve bu eğitim sistemini
yasalaştıran kişilere bağlamaktadırlar. Kriminal yaş aralığı bugün 9-15 arasına
kadar düşmüştür. Tecavüzcülerin ortalama yaşı 14’tür. Sosyal hizmet
uzmanlarımız, öğretmen sendikaları ve kiliseler hep eğitim sistemini
suçlamaktadırlar. Ulusal Test sonuçları ortalamasındaki düşüşe bakın zaten bunu
görürsünüz. Amerika Birleşik Devletleri bugün dünya eğitim listesinde 39.’dur.
Bilinen bir şey için bu kadar üzülmenin ne gereği vardır? Eğitim sistemimiz
kendisini yok etmek üzere programlanmıştır. Bu nedenle Alexander King NATO
tarafından Amerika’ya gönderilmiş ve Justice Hugo Black’in bunu ayarlaması
emredilmiştir. Gerçek 300’ler Komitesi’nin gençlerimizin doğru eğitilmelerini
istememesi ve bunu hükümetimiz kanalıyla gerçekleştirmesinden ibarettir.
Bugün standart altı eğitim Sonuç Odaklı Eğitim Sistemi sayesinde garanti
altına alınmıştır. Mason Justice Hugo Black, Alexander King, Gunnar Myrdal ve
eşinin çocuklarımızı bizden kopartmak için planladıkları eğitim suç işlemenin
kazanımları, paranın her şey olduğu, ergen cinselliğinin kabul edilebilirliği
ve ebeveynlere isyan etmenin bazen gerekli olduğu gibi prensipleri vurgulayan
bir sistemdir. Bu adamlar çocuklarımıza kanunların eşit uygulanmadıklarını
dolayısı ile kendi hakkımızı kendi yöntemlerimizle almamızı öğretmişlerdir.
Çocuklarımız onlarca yıldır yanlış eğitilmektedirler. Örneğin Ronald Reagan ve
George Bush tamamen açgözlülükle hareket eden ve tamamen yozlaşmış kişilerdir.
Eğitim istemimiz aslında başarısız değildir. King, Black, Myrdal ve
yönetimindeki sistemin başarısı nereden baktığınıza bağlıdır. Örneğin 300’ler
Komitesi eğitim sistemimizden memnundur ve hiçbir şeyin değişmesini
istememektedir. Eğitim sistemimizin bir parçası olduğu uzun menzilli içsel
yönelim projesini götüren Stanford Araştırma Merkezi ve Willis Harmon’a göre
yaşadığımız travma en az 47 yıldır sürmektedir.
Bunlara karşın kaç Amerikalı toplumuza uygulanan baskı ve içsel yönelim
koşullamasının farkındadır? 1950’lerde aniden ortaya çıkan New York’taki çete
savaşları vatan hainlerinin nasıl istedikleri zaman rahatsızlık verici olayları
ortaya çıkardıklarının kanıtıdır. Bu çetelerin nereden geldiklerini 1980’lerde
araştırmacılar bu “sosyal fenomeni” kimin yönettiğini bulana kadar bilemedik.
Çete savaşları Stanford’da planlanarak toplumda şok ve endişe yaratmayı
amaçlayan olaylardır.1958 yılında 200’den fazla çete bulunmaktadır. Bu çeteler Batı
Yakasının Hikâyesi isimli film ve müzikal ile Hollywood tarafından meşhur
edilmişlerdir. 10 yıldır haberlerde başköşeyi kapan çeteler 1966 yılında aniden
New York, Los Angeles, Newark, New Jersey, Philadelphia ve Chicago’da ortadan
kalkmışlardır. 2006 yılında çeteler çok büyük boyutlarda yeniden ortaya çıkarak
büyük şehirlerdeki halka 1850’lerdeki gibi rahatsızlık vermeye başlamışlardır.
Çete savaşlarına rap müzik ve crack kokain yeni iki element olarak dahil
olmuştur. Rap aslında gerçekte müzik olmayıp insanları trans haline sokmayı
beceren bir iki nota ve bir iki sözün tekrarından ibarettir.
Müziğin etkisi grup ve dinleyicilerin kullandıkları maddelerle
güçlenmektedir. Bu etki kokainin seks üzerinde yaptığı etkiye benzemekte olup
duyumsamayı arttırmaktadır. Dionysos Kültü ve Afrika voodoo ritimleri içeren bu
müzikle beraber dinleyiciler katatonik trans haline geçmektedirler. Bu ritüelin
“kudurma seanslarında” “Ekstasy” isimli tehlikeli madde özgürce
kullanılmaktadır.
Çete savaşlarının devam ettiği dönemde halk Stanford’un tahmin ettiği
üzere davrandı. Çete savaşlarını anlayamayan toplum planlandığı şekilde yanlış
ya da hatalı reaksiyonlar gösterdi. Çete savaşlarının Stanford sosyal
mühendislik ve beyin yıkama deneyleri olduğunu kavrayacak kişiler olsa bu
komplo ortaya çıkardı. Bu konuda uzmanların olmaması düşünülemez, tahminen
durumu fark eden uzmanlar bazı güçlerce tehdit edilerek susturuldular. Medyanın
Stanford ile işbirliği sonucu manevi dünyamız ve ruh sağlığımıza yönelik “New
Age” isimli saldırı eğlence ve şov dünyası trendi olarak yaşamımıza Tavistock
ve onun sosyal bilim uzmanlarının tasarımı olarak girdi. Bu vaka karşısında da
toplumun gösterdiği hatalı reaksiyon ulusumuzu derinden sarsan
değişikliklerinin nedenlerinin araştırılmalarını önledi.
1989 yılında değişimi amaçlayan sosyal koşullama çerçevesinde çete
savaşları tekrar Los Angeles’te görülmeye başladılar. Savaşların başlamasını
takip eden birkaç ay içinde doğu Los Angeles sokakları yüzlerce çeteyle doldu.
Caddeleri uyuşturucu çeteleri yönetirlerken fahişelik çığ gibi büyüdü. Bu
çeteler önlerine kim çıkarsa yok ettiler. Medyada konuyla ilgili pek çok
şikâyetler dile getirilmekteydi. Stanford’un hedeflediği büyük halk grubu
kendini sloganlarla korumaya çalışmaktaydı. Bu Tavistock’un beklediği ve hedef
toplumun krizin kaynağını belirlemekten uzak olduğu birinci fazı teşkil
etmekteydi.
Çete savaşlarında ikinci faz “parçalanmayı” gerektirmekteydi. Çete
savaşlarından uzak bölgelerde yaşayanlar “Tanrı’ya şükür bizim bölgede böyle
şeyler olmuyor.” diyorlardı. Bu davranış ve düşünce tarzı Los Angeles’te sosyal
düzenin yıkılmakta olduğunu göz ardı etmekteydi. Tavistock tarafından istendiği
şekilde çete savaşından etkilenmeyenler diğer mağdurlardan kendilerini
farklılaştırarak kendilerini korumak istemekteydiler. Krizin nedeni hâlâ
bilinmediğinden bu hatalı reaksiyon süreci aslında sosyal bir kopuşu
göstermekteydi.
Uyuşturucu satışları dışında çete savaşlarının nedenleri nelerdir?
Bunlardan ilki hedefteki topluma güvende olmadıklarını göstermektir. İkinci
olarak çete savaşları organize sivil toplumun böyle bir saldırganlık karşısında
çaresiz olduğunu göstermektir. Son olarak da çete savaşları sosyal düzenimizin
yıkıldığını bizlere göstermeyi hedeflemektedir. Stanford programının üç fazının
da tamamlanmasından sonra çete savaşları bir anda ortadan kalkacaktır.
Tavistock Beatles grubunu Amerika’ya getirdiğinde kimse başımıza gelecek
sosyal felaketin farkında değildi. “Beatles” aslında “Değişen İnsan İmajı”
projesi kapsamındaki Kova Burcu Komplosunun bir parçasıydı.
Bu gençliğin eski sosyal sisteme içten gelerek aniden gösterdiği bir
isyan değildir. Bu detaylı şekilde planlanarak kendini göstermek istemeyen büyük
bir gücün büyük bir toplumu isteği dışında değiştirmeye yönelik komplosudur.
Beatles müziği yanında Tavistock uzmanları yeni deyim ve kelimeleri de
Amerikan kültürüne soktular. “Rock”, “yeniyetme”, “cool”, “keşfetmek” ve “pop
müzik” uyuşturucu kültürünü gizleyen kod isimleri olarak dilimize girdiler. Bu
“CODEX” şarkılarında belli uyuşturucuları çağrıştırmak için kullanıldı; “Lucy
in the Sky with Diamonds” (LSD).
Tuhaf şekilde “yeniyetme” kelimesi Beatles Tavistock tarafından üne
kavuşturulmadan önce bilinmeyen bir sözcüktür. Çete savaşlarında olduğu gibi
hiçbir şey medya, özellikle de elektronik medyanın yardımı olmadan
gerçekleştirilemez. Princeton Üniversitesi Radyo projesi uzmanlarınca
yönlendirilen Ed Sullivan, bu grubu Amerikan seyircisine tanıtan kişidir. Bu
yönlendirme olmasa kimsenin Ed Sullivan, “Beatles” veya Liverpool müziğinin
farkına varacağı yoktur. Çoğu Amerikalı Liverpool’un haritada yerini
gösteremez. Zaten Liverpool müziği çalan başka grup da yoktur.
Beatles ortaya çıkana kadar Amerika’daki en beğenilen grup “Beach
Boys”dur. Ancak Tavistock’un Amerikan medyası üzerindeki kontrolü ve Beatles’ın
bu şekilde her gün haberlerde yer alması sayesinde Liverpool müziği Amerika’da
başı çekmeyi başarmıştır. Beatles müziği 12 atonal sistemi Dionysos ve Baal
kült müziklerinden kopyalanarak Afrika voodoo davul ritmiyle desteklenen ve
Theodor Adorno tarafından modern hale getirilen, bir tür olarak yaratılmıştır.
Tavistock ve Stanford Araştırma Enstitüsü daha sonra rock müzik
hayranlarınca sıkça kullanılacak “anahtar” kelimeler de icat etmişlerdir.
Anahtar kelimeler sosyal toplum mühendislerince Beatles’in favori müzik grubu
olduğuna inan genç kesimde büyük kabul görmüşlerdir. Halbuki rock müzik
içindeki tüm anahtar kelimeler Amerikan gençliğini kontrol altına almak için
icat edilmişlerdir.
Beatles mükemmel iş başarmıştır. Aslında mükemmel başarı Tavistock ve
Stanford’a aittir demek daha doğru olacaktır. Beatles grubu üyeleri şarkı
sözlerinden anlaşıldığı gibi “arkadaşların biraz yardımıyla” uyuşturucu kullanımını
eğitilmiş robotlar gibi toplumda “cool” hale getirmişlerdir. Beatles
Amerika’daki gençliğin giyimini, saç stillerini ve konuşma şeklini değiştirerek
eski nesli planlandığı üzere gücendirmiştir. Bu “parçalanma fazının” Willis
Harmon, sosyal mühendisler ve genetik düşünürlerce mükemmelleştirilerek
uygulamaya konmuş halidir. Tüm bu gelişmeler içinde kimse Beatles’in nota
okumaktan aciz gençlerden oluştuğunu fark edememiştir. Toplumumuzda yazılı ve
görsel basının beyin yıkama projelerindeki önemi çok büyüktür. Rock müzik
amacına ulaştıktan sonra bu müziğe olan medya ilgisi kaybolacaktır.
Tavistock tarafından oluşturulan Beatles grubu sonrası Theodor Adorno
tarafından sözleri yazılıp müzikleri bestelenen pek çok İngiliz yapımı grup
dünya sahnesinde yerlerini almışlardır. “Beatles Çılgınlığı” içinde aşk sözcüğü
müptezelce kullanılmış, rock müzik hakaret aracı olmuştur. Bunları söyledikten
sonra Adorno’nun yaşlı nesli de etkisine alacak söz ve beste değişikliklerine
gitmiştir.
Voodoo genelde şeytana tapma olarak anlaşılsa da her zaman bu doğru
olmayabilir. Voodoo seremonilerinde genelde Afrika davulları kullanılırlar. Bu
davul tınısı oldukça kompleks bir yapıya sahip olup ritim ve hızda yapılan
değişikliklerle uzun süre dinlendiğinde uyuşturucu etkisi yaratmaktadır. Latin
Amerika kökenli “Santaria” ayinlerini seyretmiş olanlar katılımcıların voodoo
davul müziği sonrası nasıl transa geçtiklerini bilirler. Adorno bu etkiyi
Beatles ve onu takip eden gruplara bestelediği eserlerde kullanmıştır.
Tavistock ve Stanford Araştırma Enstitüsü’nün başlattığı ikinci fazla birlikte
Amerika’daki sosyal değişim hızlanmıştır. Beatles’in Amerika sahnesinde yer
alması sonucu anahtar kelimeler toplumu ayrıştırmak için kullanılmaya
başlanmışlardır.
Medyanın “Beatles Çılgınlığına” odaklanması sonucu “Hippiler”, “Çiçek
Çocuklar” gibi nereden çıktığı belli olmayan ve Tavistock tarafından icat
edilen sözcükler artık sözlüklere girmeye başlamışlardır. Bu dönemde okuldan
ayrılmak, leş gibi kirli uzun saçlara sahip olmak ve rengi kaçmış blue jean
giymek moda haline gelmiştir. Ortaya yeni çıkan nesil eski nesille bağlarını
tamamen kopartmıştır.
Milyonlarca Amerikan gencini etkisine alan yeni yaşam tarzı antik Mısır
“İsis” kültü prensiplerine dayanmaktadır. Paul McCartney’in söyledikleri artık
gençler için ebeveynlerin söylediklerinden daha önemli hale gelmiştir. Amerikan
gençliği farkında olmadan radikal bir değişimden geçerken eski nesil krizin
kökenini bilmeksizin çaresizlik içinde olan
biteni seyretmektedir.
Amerikalılar marihuana ve Lysergic acid (“LSD”) gibi narkotiklere karşı
hatalı davranış tarzına girmişlerdir. Bu maddeler Albert Hoffman isimli
kimyagerin sentetik erotamini icadıyla büyüyen İsviçreli Hoffman La Roche
firmasınca sağlanmışlardır. 300’ler Komitesi kontrolündeki bankalardan biri
olan S. G. Warburg bu projeyi finanse etmiştir ve maddeler Amerika’ya felsefeci
Aldous Huxley tarafından getirilmişlerdir. Bu “harika madde” deneme paketleri
içinde Amerika’daki tüm üniversite yerleşkeleri ve rock müzik konserlerinde
ücretsiz dağıtılmıştır. Burada önemli soru tüm bunlar olurken Ulusal Narkotik
Bürosu’nun (NNB) ne yapıyor olduğudur?
Amerika’ya düzenli olarak gelmeye başlayan yeni İngiliz müzik gruplarıyla
beraber rock müzik konserleri Amerikan gençliğinin ajandasında değişmez bir
sosyal faaliyet haline gelmişlerdir. Bu konserlerin sayısının artışıyla beraber
gençler arasında uyuşturucu kullanımı da artmıştır. Beyinleri uyuşturan korkunç
ritimle beraber gençlerin “zaten herkes kullanıyor” telkini altına girerek
madde kullanımına geçmeleri kolaylaşmıştır. Akran baskısı çok güçlü bir sosyal
silahtır. Medya tarafından gündemde başköşeye oturtulan “Yeni Kültür”ün
komploculara maliyeti sıfırdır.
Sivil kanaat önderleri ve kilise mensupları bu yeni külte karşı öfke
duymakla beraber enerjilerini problemin bilmedikleri kökenine değil gördükleri
sosyal belirtilere yoğunlaştırmışlardır. Rock müziği eleştirenler de aynen içki
yasağında olduğu gibi kendileri dışında herkesi suçlama yanlışlığına
düşmüşlerdir. Amerikan caddelerinde dolaşan en önemli uyuşturucu müptelası
kişilerden biri Alan Ginsberg’dir. Bu adam normalde milyonlarca dolar tutacak
bir reklam kampanyasını LSD için tek kuruş ödemeden gerçekleştirmiştir.
Medya sayesinde bedavaya yapılan uyuşturucu reklamları özellikle de LSD
promosyonları 1960’larda zirveye ulaşmıştır. Ginsenberg’in reklam kampanyasının
sonuçları korkunç olmuş Amerikan halkı bir kültürel şoktan diğerine
sürüklenmiştir. Amerikalılar şoklara aşırı maruz bırakılmış ve daha sonra aşırı
uyarıma tabii tutulmuşlardır. Ginsberg kendini şair olarak nitelese bile bugüne
kadar kendini şair kabul eden hiç kimse onun yazdığı yanıltıcı bilgileri
vermemiştir. Ginsberg’e verilen görev şair olmanın ötesindedir. Onun amacı bir
alt kültürün promosyonunu yaparak kabul edilmesini sağlamaktır.
Ginsenberg’e yardımcı olarak yaşamının bir bölümünü ruh
ve sinir hastalıkları hastanelerinde geçirmiş olan yazar Norman Mailer atanır.
Mailer sol kesim Hollywood toplumunda sevilen bir insandır ve Ginsberg’e
televizyon programları ayarlamakta zorluk çekmez. Tabii ki Mailer’ın
Ginsenberg’i çıkarttığı televizyon programlarında konuşabileceği bir şey
yoktur. Dolayısı bir tezgâh kurularak Mailer’ın Ginsenberg ile edebiyat ve şiir
dünyası hakkında ciddi konuşmalar yapması sağlanır.
Ginsenberg’in bedavaya televizyon reklamı yapma yöntemi pek çok rock
müzik grubu ve müzik yapımcısı tarafından benimsenmiştir. Televizyon
yapımcılarının uyuşturucu kültürü liderleri, onların ürün ve fikirlerine
ayıracakları ücretsiz program saatleri gayet boldur. Basılı ve görsel medyanın
yardımı olmaksızın uyuşturucu kültürünün 1960-1970 döneminde yaptığı sıçrama
mümkün değildir. Ginsberg müzik ve sanatta “yeni fikirler” ve “yeni kültürler”
isimleri altında pek çok ulusal televizyon kanalında LSD ve marihuana reklamı
yapmıştır. Amerika’nın en ünlü gazete ve dergilerinde Ginsenberg hayranları bu
adamın ne kadar renkli bir kişilik olduğunu övüp durmuşlardır. Gazete, radyo ve
televizyon tarihinde bu denli geniş bir reklam kampanyası hiç olmadığı gibi bu
kampanyanın Kova Burcu Komplosu, NATO ve Roma Kulübüne hiçbir maliyeti
olmamıştır. Tüm bu kampanya sanat ve kültür isimleri arkasına saklı LSD
promosyonudur.
Ginsberg’in yakın arkadaşlarından Kenny Love, New York Times Gazetesine
beş sayfalık bir makale yazmıştır. Bu makale “Eğer bir toplum bir konuyu kabul
etme konusunda henüz tam olarak beyin yıkama yöntemi sonuçlarını vermiyorsa, bu
konu hakkında birisinin her yönü kapsayan bir makale yazmasını sağlayın.”
şeklindeki Tavistock ve Stanford prensiplerine uymaktadır. Diğer bir yöntem ise
televizyon programlarında “tartışma” programı adı altında yandaş uzmanların bir
araya getirilerek telkin yönteminin işletilmesidir. Bu programlarda lehte ve
aleyhte görüşler sunulurlar. Program bittiğinde konu halkın beynine işlenmiş
olur 1970’lerde yeni olan bu yöntem artık tartışma programlarının rutini haline
gelmiştir. Ginsberg New York Times gazetesinde beş sayfalık bir reklam
vermeye kalksa o günlerde bunun maliyeti sayfa başına en az 50.000 dolar
olurdu. Ama Ginsberg’in üzüleceği bir şey yoktu çünkü sevgili arkadaşı Kenny
Love bu işi bedavaya bitirmişti. 300’ler Komitesi kontrolünde olan New York
Times ve Washington Post gibi gazetelerde yozlaşmış yaşam tarzları,
uyuşturucu, hedonizm ve Amerikan halkının kafasını karıştıracak her türlü
yayına bedava verilecek sayfalar mevcuttur. Ginsberg’in LSD promosyonu sonrası
300’ler Komitesi kendi fikir ve görüşlerinin promosyonlarının yapılması
amacıyla Amerika’daki büyük gazeteleri kullanmayı adet haline getirmiştir.
Daha kötüsü United Press’in (UPI) Kenny Love’un Ginsenberg ve LSD lehinde
yaptığı reklamları haber olarak ülkedeki tüm gazete ve dergilere duyurmasıdır.
Bundan dolayı “Harpers”, “Bazaar” ve “TIME” gibi güvenilir yayınlar bile
Ginsenberg’i saygın gösterecek haberler yayımlamışlardır. Böyle bir reklam
kampanyasının 1970 fiyatlarıyla Ginsenberg ve arkadaşlarına maliyeti en az 1
milyon dolardır. Bu gün bu fiyat en az 15-16 milyon dolar civarında olacaktır.
Zamanında Federal Rezerv Bank Yönetim Kurulu ve bu kurum hakkındaki
raporu yani dünyadaki büyük vurgunu Los Angeles bölgesindeki tüm gazeteler,
radyo ve televizyon istasyonları ile dergilere yansıtacak bir haber ajansı
aradım. Temas ettiğim ajanslardan bir kaçı “Bize bir hafta verin, size geri
döneceğiz.” dediler. Ancak hiçbir ajans geri dönmediği gibi ilgili rapor da
gazete, dergi, radyo ve televizyonda haber olamadı. Sanki tüm araştırmalarımı
örten bir battaniye vardı. Ulusal medya ve gece gündüz atılan manşetler olmasa
Beatles Kültürü veya Uyuşturucu Kültü hiçbir şekilde yaygınlaşamazlardı. Giyim
tarzları, aptalca davranışları ve uyuşturucuları çağrıştıran şarkı sözleriyle
Beatles grubunun medya desteksiz bir halt olamayacağı kesindir. Ancak medya
kaynaklarının Beatles grubunun reklamı adına sonuna kadar kullanılmaları
yüzünden Amerika Birleşik Devletleri uzun süre büyük sosyal şoklar yaşamıştır.
Think tank ve araştırma kurumlarında gizlenen sosyal bilimciler ve toplum
mühendisleri bu projede medyanın rolünü iyi oynamasını sağlamışlardır. Ayrıca
medyanın yaşanan sosyal ve kültürel şokun arkasındaki gerçeği sansürlemesi kriz
nedenini saklamaya yaramıştır. Dolayısı ile toplumumuz psikolojik savaş ile
delirtilmiştir. “Delirtilmek” Tavistok uygulama kitabından alınmış bir
terimdir.1921 yılında kurulan Tavistock 1966 yılında Amerika’da geri dönülmesi
imkânsız bir devrim başlatmış olup 58 yıldır bu sosyal devrimin etkileri
toplumumuzda hissedilmektedir. Müzikteki devrimin parçası olduğu Kova Burcu
Komplosunda Tavistock ve Stanford büyük başarı elde etmişlerdir.
Bu komplonun bir parçası olarak uyuşturucuların legalize edilmeleri de
Amerika’da “içki yasağı” projesi sonrası olduğu gibi gerçekleşecektir çünkü bu
işte korkunç kazançlar yatmaktadır. Tavistock’un Sussex Üniversitesindeki Bilim
Siyaseti Araştırma Biriminde uyuşturucu kullanımının artışı ve sonuçları uzun
süredir analiz edilmektedir. Bu birim “Gelecek Şok” merkezi olarak tanınır ve
görevi “Gelecek Şoku” ile halkı manipüle etmektir. Bu birim Tavistock
tarafından Rand ve Stanford Araştırma merkezleri bünyesinde oluşturduğu pek çok
kuruluştan biridir. “Gelecekteki Şoklar” Tavistock tarafından insan beyninin
absorbe edemeyeceği miktarda ve hızda ortaya çıkacak olan olaylar olarak
tanımlanmaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi bilim adamları insan beyninin
değişim karşısında limiti olduğunu bilmektedirler. Sürekli değişimin yaşandığı
hedefteki halk bir noktadan sonra seçim yapma kapasitesini kaybedecektir.
Bundan sonra topluma apati hâkim olmakta hatta bazen anlamsız saldırganlıklar
görülmektedir.
1990 yılından itibaren bu şekilde işlenen pek çok anlamsız suça tanıklık
etmekteyiz. Topluluklar üzerine ateş açılması, seri cinayetler, çocuk istismarı
ve kaçırılmaları bu yıldan itibaren büyük artış göstermektedirler. Şüphe yok ki
tüm bunlar “Gelecek Şoku” projesinin parçalarıdırlar. Şoklarla koşullanan bir
grubun kontrol edilmesi, hiçbir emre isyan etmemesi çok kolaydır. Bilim
Siyaseti Araştırma Birimi “Gelecek Şoku”nu insan beyninin karar verme
kapasitesi üzerindeki aşırı yük sonrası ortaya çıkan fizyolojik ve psikolojik
stres olarak tanımlamaktadır. Bu tanım da olduğu gibi Tavistock bilim
adamlarının yazılarından alınmıştır.
Aşırı yük karşısında elektrik sigortasının atmasına benzer şekilde
insanlarda da benzer tepkilerin olduğu bugün tıp bilimi tarafından anlaşılmaya
başlanmıştır. Gerçi bu çalışmaların başlangıcı John Rawlings Reese’in
1920’lerde başlattığı deneylere dayanmaktadır. Anlaşılacağı gibi hedefte
bulunan halkın sigortaları attırılarak bu baskıdan kaçışı uyuşturucularda
araması amaçlanmıştır. Bu mekanizma sayesinde Amerika’da uyuşturucu kullanımı
inanılmaz ölçülerde arttırılmıştır. Beatles ve ücretsiz LSD dağıtımı ile
başlayan furya bugün Amerika’da zevk için madde kullanımı çılgınlığına
dönüşmüştür. Amerika’daki uyuşturucu trafiği Çin’e yapılan afyon ticaretiyle
başlamıştır. Bu ticaret önce East India Co. sonra da British East India Co.
isimli iki 300’ler Komitesi firma tarafından yapılmaktaydı.
Çin’deki afyon kullanımı halka zevk için afyon içme tekniklerini öğreten
misyonerlerce başlatılmıştır. Tam Adam Smith tarzında önce ekonomik talep
yaratılmış sonra da sermayedarlarına büyük servetler kazandıran East India Co.
tarafından bu talep karşılanmıştır. İşin enteresan tarafı ekonomist Adam
Smith’in East India Co. çalışanı olmasıdır. Bir köy vaizinin oğlu olan Smith’in
ekonomi teorileri İngiliz resmi politikaları haline gelmiştir.
Komite benzer şekilde Amerikan gençliği ve Hollywood toplumuna zevk için
uyuşturucu kullanımını Beatles grubunu kullanarak öğretmiştir. Bu grubu
pazarlarken televizyon, radyo ve basılı medyada kullanacağı teknikleri Ed
Sullivan Tavistock’tan kendine verilen strateji belgelerinden öğrenmiştir.
“Beatles Çılgınlığı” ile ulusal yaşamımız, ahlaki davranışlarımız,
kıyafetlerimiz, müzik zevkimiz, aile disiplinimiz ve sosyal geleneklerimiz
sonsuza kadar değişmiştir. Şimdi artık Amerikan halkına Prudential Sigorta
Bombardıman Girişimi metodolojisi içinde 1946’dan beri psikolojik savaş
uygulandığını bilmekteyiz. Beatles şarkı sözleri ve bestelerinin Theodor Adorno
tarafından yazıldığı, grup üyelerinin nota okumayı bilmedikleri de artık
bildiklerimiz arasındadırlar. Beatles grubunun temel fonksiyonu “yeniyetmeler”
tarafından “keşfedilmeleri” ve gençlerin Beatles müziği ile bombardıman
edilerek bu müziği ve barındırdığı sapkınlıkları sevdiklerine
inandırılmalarıdır. Sınırlı kapasitede gitar çalabilen Liverpoollu grup
“arkadaşlarının biraz yardımıyla” Tavistock Enstitüsü’nün istediği Amerikan
gençliğini şekillendirmiştir.
Tavistock uyuşturucu dağıtıcılarında da “yeni nesli” başlatmıştır. Çünkü
Çin’de uygulanan misyoner modeli “1960 Amerikası”na uymamaktadır. “yeni Nesil”
bir Tavistock jargonudur. “Yeni nesil” ile Beatles grubunun yarattığı yeni
sosyal trend, uyuşturucuların popüler hale getirilmeleri, saç ve giyim
tarzlarının zevksiz şekilde “eski nesilden” farklılaştırılmaları kast
edilmektedir. O zamandan beri uyuşturuculara olan talepte medyanın rolü çok
büyüktür. Sokak çetelerinin medya tarafından “demode” hale getirilmeleri sonucu
bu sosyal fenomen önemini yitirdi ve yeni nesil narkotikler ortaya çıktılar.
Medya yeni amaçların ortaya sürülmelerinde her zaman katalizatör rolü oynamış
olup bugün odak noktası Tavistock tarafından kararlaştırıldığı üzere narkotik
kullanımı ve destekçilerinin arttırılmalarıdır. Madde kullanımı Amerikan günlük
yaşamının bir parçası haline gelmiştir. Tavistock tasarımı bu program milyonlarca
gencimizi zehirlerken yaşlı nesil Amerika’nın doğal bir sosyal değişimden
geçtiğine inandırılmaktadır. Halbuki olan doğal bir gelişim değil Amerika’nın
sosyal ve siyasi yaşamını yeniden tasarlamayı amaçlayan bir projedir.
British East India Co.’nun torunları uyuşturucu programlarının
başarısından herhalde memnundurlar. İsviçreli ünlü ilaç firması Aldous
Huxley’in üretimi ve Warburg bankacılık hanedanının finansmanı sayesinde LSD
kullanımı çok hızlı ve kolay şekilde yaygınlaşmıştır. 1985 yılı sonunda Beatles
grubunun amacı artık iyice ortaya çıkmıştır. Bir Adorno müzik tasarımı olan
“rock” ile sosyal uyuşturucu kullanımı özellikle de marihuana artmıştır. Tüm
uyuşturucu ticareti Bilim Siyaseti Araştırmaları Birimince kontrol
edilmektedir. Bu kurum Leiland Bradford, Kenneth Damm ve Ronald Lippert
tarafından yönetilmekte olup alt kadrolardaki sosyal bilim uzmanları yeni
“Gelecek Şoku” uygulamaları üzerine çalışmaktadırlar. Bu şoklardan biri de
ergenlerde görülen uyuşturucu kullanım oranlarının artışıdır. Bu birimin
yazdığı raporlar pek çok devlet kurumunca kullanılmakta ve skandal olarak
görülen “uyuşturucu ile mücadele” (Reagan ve Bush yönetimlerince
başlatılmıştır.) planları bu raporlara göre hazırlanmaktadır.
Amerikan Yönetimi Komiteye Göre Nasıl Olmalıdır?
Reagan ve Bush yönetimleri Amerika Birleşik Devletleri’nin önümüzdeki
yirmi beş yıl içinde nasıl yönetileceğine öncülük etmişlerdir. Tavistock
planlarıyla hareket eden gizli hükümetin kararlarını bu başkanlar kendi
düşünceleri olarak kabul etmişlerdir.
Bu bilinmez kişilerin aldıkları kararlar kurucu ideolojiyi yıkarak
Amerikan yaşamını sonsuza kadar değiştirmektedirler. Burada amaç eyaletlerin
haklarını 1895 tarihli Fabian Örgütü manifestosu uyarınca ellerinden alarak
eyaletleri merkezi hükümetin merhametine muhtaç hale getirmektir. Bu şekilde
toplum bir diktatörlükçe yönetilen feodal yapıya geçmektedir. “Krize Uyum”
teknikleri sayesinde artık bugünkü durumumuzu 1950’li yılların Amerikası ile
karşılaştıramaz hale geldik.
Bugünlerde konuştuğumuz “çevre” konsepti genelde ağaçlar, temiz hava ve
suların korunması anlamına gelse de bir de anayasal ve hukuki çevre vardır.
Toplumumuzdaki her tektonik hareket bir yalanla örtülmektedir. Pearl Harbor,
Kennedy suikastı, “Watergate” skandalı gibi olaylar anayasamızın ihlali için
neden sayılmışlar, Beatles fenomeni ise uyuşturucudan arınmış çevremizi yok
etmiştir. Bugün yaşam tarzımız ve düşüncelerimiz kirletilmiştir. Ahlakımız
kirletilmiştir. Kaderimizi belirleme kapasitemiz yok edilmiştir. Düşünce
tarzımızı kirleten saldırılar sayesinde artık ne düşüneceğimizi bilmez hale
gelmişizdir.
“Çevresel Değişim” ulusumuzu yok etmektedir. Haklarımız elimizden
alındıkça içine düştüğümüz endişe, korku ve karmaşa sayesinde artık
yaşamlarımızı kontrol edemez hale gelmiş durumdayız. Artık bireysel çözümler
yerine toplumsal çözüm peşinde koşmaktayız. Amerikalılar kurucularımız ve
anayasamızı yapan atalarımızın bireyselci yaklaşımını terk etmiş durumdadırlar.
Artık problemlerimizi çözmek için kendi kaynaklarımızı kullanmamaktayız. Tabii
bunda uyuşturucu kullanımı artışının payı çok büyüktür. Sosyal bilim uzmanları,
toplum mühendisleri ve akıl okuma uzmanlarınca geliştirilen strateji kendimizi
nasıl algıladığımız gibi çok hassas bir alana müdahale etmektedir. Bu strateji
sonucu halk mezbahaya giden koyunlar gibi davranmaya başlamıştır. Yapmak
zorunda olduğumuz seçimlerin fazlalığı karmaşası içinde apatik ve seçim yapamaz
hale gelmişizdir.
Farkında bile olmadan korkunç kişilerce manipüle edilmekteyiz. Bu durum
uyuşturucu ticaretinde çok açıktır ve bugün Bush yönetimi içinde artık anayasal
devlet sisteminden vazgeçmek durumuna gelmişizdir. Tüm kanıtlara rağmen hâlâ
bazı kişiler “Bunlar Amerika’da olamaz!” demekte ısrar etmektedirler. Ancak
gerçek şudur: “Bunlar Amerika’da çoktan olmuştur.” Sevmediğimiz şeylere karşı
direnme gücümüz kırılmıştır. Bazıları hâlâ zamanı gelince direneceğimizi
söyleseler de direnme zamanı aslında çoktan gelmiştir.
Yeni Dünya Düzeni ve Tek Dünya Devleti amaçlarına hizmet eden Kova Burcu
Komplosu ile birlikte karanlık dikta günleri başlamıştır. Uyuşturucu ticareti
yaşantımızı değiştirmiştir. Uyuşturucu ile mücadele programı tam bir fiyasko
olup bu mücadelenin British East India Co. mirasçılarına etkisi yoktur.
Bilgisayar kullanımının yaygınlaşmasıyla zoraki değişime direnme kabiliyetimiz
ortadan kaldırılmıştır. Artık insanların özel kimlik bilgileriyle kontrol
edilmesi fazına gelmiş durumdayız. Biz halk olarak devletin hakkımızda neler
bilip, dosyaladığının farkında değiliz. Hükümet veri tabanı halka veya Kongreye
açık değildir. Hâlâ kişisel özel bilgilerin kutsal olduklarından emin misiniz?
Unutmayalım ki her toplumda emniyet güçlerine sözü geçen zengin ve güçlü
aileler vardır. Bunların varlıklarını daha önce yazmıştım. Bu ailelerin
hakkımızda istedikleri her bilgiyi emniyet güçlerinden alamayacaklarını mı
sanıyorsunuz? Bu ailelerin pek çoğu 300’ler Komitesi üyesi veya Prescott Bush
veya Henry Kissenger gibi Komite yöneticisi bireylere sahiptirler. Bugün
toplumu çürüten uyuşturucuların Avrupa rotası Monako Prensliği’nden
başlamaktadır. Eroin veya afyon Korsika ve Monte Carlo arası sefer yapan
feribotlarca taşınmaktadır. Bu tekneler hiçbir şekilde aranmadıkları gibi
Fransa ile Monako arasında sınır da bulunmamaktadır. İşlenmiş olan eroin
buradan dağıtıcılara iletilirken, işlenmemiş afyon Fransa’daki laboratuvarlara
aktarılmaktadır.
Grimaldi ailesi yüzyıllardır uyuşturucu işindedir. Monako Prensi Rainier
kendisine yapılan uyarıya rağmen açgözlü davranarak gelirin büyük kısmına el
koyması sonucu eşi Prenses Grace bir trafik kazasında öldürülmüştür. Rainier
üyesi olduğu 300’ler Komitesi’ni hafife almıştır. Grace Kelly’nin kullandığı
Rover marka aracın hidrolik fren sistemi her frene basıldığında bir kısım
hidrolik yağını dışarı atacak şekilde tahrip edilmiştir. Bu tahribat öyle ince
bir ayarla yapılmıştır ki araç en tehlikeli viraja girdiğinde tükenen hidrolik
yağı nedeniyle frenler tamamen boşalmış, Prenses Kelly çarptığı duvar üstünden
65 metre yüksekliğindeki uçuruma düşerek ölmüştür. Bu cinayeti gizlemek için 300’ler
Komitesi adamları her şeyi yapmışlardır. Halen kazalı araç Fransız polisinin
elinde olup Monte Carlo Polis Merkezinin bahçesindeki bir treylerin üstünde
örtülü olarak durmaktadır. Bu polis merkezine girmek yasak olup aracı incelemek
imkânsızdır. Prenses Grace’in ölüm emrini içeren telefon görüşmesi Kıbrıs’ta
bulunan İngiliz Kara Kuvvetleri GCHQ dinleme istasyonuna takılmıştır. Emrin
Henry Kissenger’in de aralarında bulunduğu 300’ler Komitesi yan kuruluşu Monte
Carlo P2 Mason Locası tarafından verildiği tahmin edilmektedir. Yine de bu konu
hakkında kesin kanıt yoktur.
Komite tarafınca kontrol edilen uyuşturucu ticareti insanlık suçu olsa da
yıllar içinde Tavistock bombardımanı altında kalan sıradan insanlar bu
ticaretin “önlenmesi imkânsız” bir iş olduğuna inandırılmışlardır. Durum
aslında öyle değildir. Eğer Amerika Birleşik Devletleri iki kere Avrupa’daki
dünya savaşlarına yüz binlerce asker gönderip Almanya gibi bir gücü
yenebiliyorsa, herhangi bir güçlü ülke uyuşturucu ticaretinin kökünü
kazıyabilir.
Bugünkü silah teknolojisi ve izleme sistemleri kapsamında uyuşturucu
ticareti yapan organizasyonlar kolaylıkla yok edilebilirler. Uyuşturucu
trafiğinin önlenememesinin nedeni bu para makinesinin gelirlerinin dünyadaki
tüm güçlü ailelerce koordinasyon içinde paylaşılmasıdır.
1930 yılında İngiltere’nin Güney Amerika ülkelerine yaptığı sermaye
yatırımları tüm kolonilerine yaptığı yatırımlardan fazladır. İngiliz dış
yatırımları konusunda uzman olan Lord Graham Güney Amerika ülkelerindeki
İngiliz sermaye yatırımlarının “Bir trilyon sterlinden fazladır.” demektedir.
1930 yılındaki bir trilyon sterlin korkunç bir miktardır. Güney Amerika
ülkelerine yapılan bu büyük yatırımların nedeni nedir? Bu sorunun yanıtı tek
kelimeyle “uyuşturucudur”.
Uyuşturucu Ticareti
İngiliz bankalarını yöneten plütokrasi East India Co. zamanında şimdi
olduğu gibi yaptıkları işleri örtmeyi bilir hatta uyuşturucu baronlarından
kabul ettikleri paraları saygınlık maskesiyle örter. Bu adamları iş üstünde
kimse yakalayamamıştır. Bu kişilerin yanında işler kötü gittiğinde suçu üstüne
alacak adamları vardır. Bu bankacıların eskiden de şimdiki gibi uyuşturucu
ticaretiyle bağlantıları kuvvetliydi. Üyeleri 300’ler Komitesi’nden olan veya
onlar için çalışan bu saygın Venedik, Cenova, Londra ve New York bankacılık
aileleri kimse şimdiye kadar suçlayamamıştır.
British East India Co. zamanında içlerinde Sir Charles Barry ve
Chamberlain aileleri üyelerinden oluşan sadece on beş Parlamento üyesi tüm
imparatorluğun mali kontrolörlüğünü üstlenmiştir. Bu finans patronları para
aklama işinde kullandıkları Arjantin, Jamaika ve Trinidad gibi yerlerle
fazlasıyla ilgilidirler.
Bu ülkelerde İngiliz plutokratlar yerli halkı nerdeyse kölelik
seviyesinde tutarken Karayip bölgesinden elde edilen uyuşturucu geliri korkunçtur.
Kısa süre önceye kadar çok iyi saklanan British East India Co. ve Çin afyon
ticaretinin gerçek yüzü bilinmemekteydi. Seminerlerime katılan bazı kişiler
Çinlilerin neden bu kadar afyon düşünü olduklarını merak ederler. Çin’de afyon
bağımlılığı sürecinde geçen olaylar hakkında pek çok insanın hâlâ kafaları
karışıktır.
Pek çok kişi Çinli işçilerin afyonu sokaktan satın aldığını veya
afyonkeşlerin takıldıkları yerlerde içtiklerini düşünür.
Gerçekte Çin’e yapılan Hint afyonu ticaretinde East India Co. tekeldir ve
bu resmi İngiliz devleti politikasıdır. Çin’e yapılan Hint-İngiliz afyon
ticareti dünyada çok iyi saklanan sırlardan biri olup Rudyag Kipling’in
romanlarında aktarıldığı gibi imparatorluk için Hindistan’da gösterilen
kahramanlıklar veya Çin çayını Viktoryan İngiltere’ye ulaştırmaya çalışan
denizcilerin hikâyeleri gibi yalanlarla örtülmüştür. Gerçekte Hindistan’ın
İngilizlerce işgal tarihi aslında afyon tarihidir. İngiltere’nin Çin’e karşı
verdiği “Afyon Savaşları” Batı medeniyetinin yüz karasıdır.
İngiliz sömürgesi olan Hindistan’ın yıllık gelirinin yaklaşık %13’ü
Çin’deki afyon dağıtıcılarına satılan yüksek kaliteli Bengal afyonundan
kazanılmıştır. Bu günkü Beatles grubu benzeri olan Çin misyonunda çalışan
misyonerler zavallı Çinli işçi nüfusu içinde afyon kullanımını yaygınlaştıran
dağıtım şebekesini oluşturmuşlardır. Çinli bağımlılar Amerika’daki genç
uyuşturucu müptelaları gibi kendi başlarına ortaya çıkmamışlardır. Gerek Çin
gerekse Amerika uyuşturucu pazarları oluşturulmuş marketlerdir. Çin’de önce
afyon talebi ve pazarı yaratılmış sonra da Hindistan’dan gelen afyonla bu talep
karşılanmıştır. Amerikan eroin, marihuana ve LSD pazarlarındaki talep de aynı
şekilde yaratılarak bu talep İngiliz plutokratlar, onların Amerikalı kuzenleri
ve tabii ki İngiliz bankacıların yardımıyla karşılanmıştır. Kârlı uyuşturucu
işi aslında insanlık için en utanç verici işlerden biridir. Diğeri ise
Amerika’da Rockefeller, İsviçre, Fransa ve İngiltere’de ise pek çok farmasötik
firmasınca üretilip Amerikan Tığ Derneğince yasal kabul edilen ilaçların
ticaretidir.
Kirli uyuşturucu ticareti ve bundan gelen kazanç Londra, Hong Kong,
Dubai, Lübnan, Karayip Adaları ve Panama işgali sonrası orada açılan bankalarca
temizlenip aklanmaktadır. Bu iddiama karşı çıkacak pek çok kişi:
“Financial Times’daki sayfalara bak! Bu sayfalardaki tüm işlerin
uyuşturucu ticareti ile ilgili olduğunu nasıl söyleyebilirsin?” diye
sorabilir. Tabii ki bu işler uyuşturucu ticaretiyle ilgilidirler ancak İngiliz
lord ve leydilerinin bunu gazete sayfalarında kabul etmelerini beklemek çok
yanlıştır.
Eğer British East India Co.’yu hatırlarsanız bu firmanın resmi işi çay
ticareti olarak gözükmektedir. Ancak Lord Palmerston bu firma için İngiliz
devletince desteklenen afyon ticareti politikası belirlemiştir. London Times
İngiliz halkına böyle bir zenginliğin çay ticaretinden kazanılamayacağını
söyleme cesareti olmamıştır. Bu gazete ayrıca afyon ticaretinden kazanılan
milyonların Londra’nın şık kulüplerine giden veya Royal Windsor Club’ta polo
oynayan adamlarca istiflendiğini de yazmamıştır. İmparatorluğa hizmet için
Hindistan’a giden centilmen subayların maaşlarının da aslında milyonlarca
zavallı afyon bağımlısı Çinli işçi tarafından ödendiği de hiçbir yerde
yazılmamıştır.
Afyon ticareti tekeli olarak çalışan ünlü British East India Co.’nun
Amerika’daki siyasi, dini ve ekonomik olaylara müdahil olması Amerika Birleşik
Devletleri’ne en az 200 yıla mal olmuştur. Tabii ki 300’ler Komitesi üyeleri
dokunulmazdırlar. Onlar öyle güçlüdürler ki bir keresinde Lord Bertrand
Russell’ın söylediği gibi “Onlar cennette Tanrı’nın problemi varsa ona bile
tavsiye verecek kadar güçlüdürler.” Yıllar içinde bu düşüncenin değiştiğini
sanmayınız. Onlar hâlâ Olimpos Kurulu yani 300’ler Komitesi’nin en önde
gelenleridirler. Daha sonraları İngiliz Kraliyet Ailesi East India Co.’ya savaş
açma ve dış politika yetkisi vererek Komiteye katılmıştır. Daha sonra British
East India Co. olacak East India Co. bu verilen imtiyazı Bengal ve diğer
bölgelerde yetiştirilen afyonun ticaretinde kullanmıştır. Kraliyet Ailesi ise
Hindistan’dan Çin’e gönderilen afyon üzerinden gümrük vergisi alarak servetini
arttırmıştır.
Tabii ki The Times gazetesinin
ekonomi sayfalarında bu bilgiler yoktur.
Afyon ticaretinin yasak olduğu 1896 yılına kadar bu ticareti durduracak
hiçbir girişim olmadığı gibi bu işi yapanlar Hindistan’dan Çin’e ve oradan
İngiltere’ye çay ticareti yapan tüccarlar olarak isimlendirilmişlerdir. İyice
pervasızlaşan British East India Company lordları İç Savaş sırasında Güney ve
Kuzey ordularında savaşan askerlere bu zehri ağrı kesici olarak satmaya bile
kalkmışlardır. Bu proje başarılı olsaydı olabilecekleri düşünmek bile
istemezdim. Yüz binlerce asker, bu proje tutsaydı savaş sonrası evlerine afyon
bağımlıları olarak dönecek ve ahlaksızlara çok büyük bir pazar açılacaktı.
Gerçi yıllar sonra Beatles grubu on binlerce genci madde bağımlısı yaparak çok
daha iyi iş başarmıştır.
Bengalli tüccarlar, onların İngiliz kontrolörleri ve bankacılar Çin afyon
ticaretinden gelen inanılmaz gelirler sayesinde iyice semirmiş ve azmışlardır.
British East India Co. afyon ticareti gelirleri o tarihte bugünkü General
Motors, Ford ve Chrysler firmalarının toplam gelirlerinin üstündedir. Madde
satışlarından edinilen büyük kâr marjı 1960’lı yıllarda Sandoz ve Valium isimli
ilacın üreticisi Hoffman La Roche gibi firmalarca “yasal” ilaç ticaretinden
kazanılmaya başlanmıştır. O günlerde Valium isimli ilacın hammadde ve üretim
giderleri Hoffman La Roche’a 3 dolar/kg’dir. Bu ilaç dağıtım firmalarına kilosu
20.000 dolardan satılmakta ve tüketiciye ulaştığında ilacın fiyatı 50.000
dolar/kg’ye ulaşmaktadır. Valium Avrupa ve Amerika’da değişik isimler altında
çok büyük miktarlarda tüketilen bir ilaçtır. Tahminen Valium kendi sınıfı
içinde dünyada en fazla kullanılan ilaçtır. Hoffman La Roche aynı şeyi
kendisine kilosu 1 cent’e mal olan C Vitamini ilaçlarını % 10.000 kâr marjı ile
satarak başka ürünlerde de sürdürmektedir.
Stanley Adams isimli arkadaşım AB Kanunlarına aykırı şekilde tekel haline
gelen bu firma hakkında bilgileri kamuoyuna duyurmaya başladığında ortalık
karıştı. Adams ailesi ile birlikte gittiği seyahatten dönerken İsviçre-İtalya
sınırında İsviçre polisince tutuklanarak hapse atıldı, polisin ağır baskısına
dayanamayan eşi intihar etti. İngiliz vatandaşı olan Adams İngiltere’nin Bern
Büyükelçiliğince kurtarıldı ve derhal İngiltere’ye gönderildi Stanley Adams
Hoffman La Rouche sırlarını açıkladığı için eşini, işini ve emekliliğini
kaybetti.
İsviçre Endüstriyel casusluk kanunlarını ciddiye alan bir ülkedir. Bir
daha İsviçre Alpleri, çikolatası ve saatleri ile ilgili reklamları gördüğünüzde
bunu hatırlayın. İsviçre barışçıl çikolata ve saat üreticisi bir ülke değildir.
O, off-shore şubeleri kanalıyla gelen milyarlarca dolarlık uyuşturucu parasını
dev bankalarıyla aklayan bir ülkedir. Bu ülke Komitenin “yasal” ilaç
üreticilerine ev sahipliği yapılan yerdir. İsviçre küresel felaketlerde 300’ler
Komitesi’nin para ve üyelerine koruyuculuk yapan bir ülkedir. Birinin bu iğrenç
faaliyetler hakkında halkı bilgilendirmesi İsviçre kanunlarınca “Endüstriyel
Casusluk” kabul edildiğinden kendisine beş yıl hapis cezası verilmektedir.
Dolayısı ile İsviçre bankalarının kirli çamaşırlarını ortaya dökmek yerine bu
ülkeyi temiz ve güvenli bir yer olarak kabul etmek daha iyidir.
1931 yılında “Büyük Beşler” diye bilinen İngiliz firmaları uyuşturucu
parasını aklamadan gösterdikleri başarıdan dolayı kraliyet tarafından “yüksek
hizmet” unvanı kazanmışlardır. Böyle unvanların verilmesine kim karar
vermektedir? Bu unvanlara adayları İngiltere Başbakanı belirler ve Kraliyet
Ailesi onaylar. Pek çok İngiliz bankası uyuşturucu parası aklama
operasyonlarına katılmıştır. Bunlardan belli başlıları aşağıda verilmektedir:
- The British Bank of the Middle East
- Midland Bank National and Westminster Bank
Bunların dışında Sir Jocelyn Hambro tarafından yönetilen Hambro Bank gibi
pek çok dış ticaret bankası da uyuşturucu gelirleriyle zengin olmuşlardır. Çin
afyon ticaretini gerçekten öğrenmek isteyenlerin India House arşivlerine
ulaşabilmeleri gerekir. Ben gerek istihbarat bağlantılarım gerekse rahmetli
Prof. Frederick Wells Williamson’ın yasal mirasçıları tarafından desteklenerek
18. ve 19. yüzyıllarda British East India Company tarafından yönetilen Çin
afyon ticareti hakkında detaylı belgelere ulaştım. Bu ulaştığım belgelerden
sadece bir tanesi halka açıklansa Avrupa kraliyet ailelerinin tüm yüzleri
ortaya çıkacaktır.
Bugünlerde Kuzey Amerika uyuşturucu ticareti göreceli olarak daha ucuz
olan kokain üzerinde yoğunlaşmaktadır. 1960’lı yıllarda eroin Hong Kong, Lübnan
Afganistan, Pakistan ve Dubai üzerinden yapılan kaçakçılıkla Batı Avrupa ve
Amerika Birleşik Devletlerini tehdit eder düzeye gelmiştir. Bu yıllarda talebin
arzın çok üstünde oluşu kokaine geçişi hızlandırmıştır. 1991 yılı sonunda
kokain gelir düzeyi düşük kesimlerde hâlâ popüler olmakla beraber eroin yeniden
moda haline gelmiştir. Anlatıldığı kadarıyla eroin kokainden çok daha fazla
tatmin kapasitesine sahip bir maddedir ve eroin üreticileri Kolombiyalı kokain
üreticilerinden daha az uluslararası tepki almaktadırlar. Amerika Birleşik
Devletleri’nin Çin silahlı kuvvetlerince kontrol edilen “Altın Üçgen”deki afyon
üretimini durdurmasını beklemek hayalciliktir. Bu ticareti durdurmaya kalkmak
Çin ile savaşa girmek anlamına gelir. Afyon üretici ülkelerden bir diğer önemli
olanı Afganistan’dır. Taliban güçlerinin afyon üretimini kısması üzerine bu
grubu Afganistan’a yerleştiren CIA onları neredeyse yok etmiştir. Taliban
sonrası afyon üretimi Uyuşturucu ile Mücadele Ajansı (DEA)’ya göre on kat
artmıştır.
İngilizler bu işin uzmanları olarak Çin ile hiçbir sürtüşmeye girmezler.
Zaman zaman çıkan problemler ise kimin daha fazla pay alacağı konusunda ortaya
çıkmaktadır. İngiltere, Çin afyon ticaretine 200 yıldır bulaşmış bir ülkedir.
Kimse İngiliz oligarşisine akan milyarlarca afyon dolarını ve Hong Kong’a akan
altın miktarını kaybetmek istememektedir. Hong Kong’a gelen altın miktarı New
York ve Paris borsalarındaki altın ticareti toplamından fazladır. Altın
Üçgen’in dağlarındaki birkaç Burmalı ve Çinli uyuşturucu baronunu yok ederek
narkotik kaçakçılığını önleyeceğini sanan kişiler aslında neyle karşı karşıya
olduklarını bilmemektedirler. Bu tip çabalar aslında Çin afyon ticareti
konusundaki cehaleti göstermekten başka bir şeyi göstermezler.
İngiliz plütogratlar, CIA, ve Amerikan bankerleri aslında Çin ile
ortaklık içindedirler. Her hangi bir lider bu ticarete en ufak bir zarar
verebilir mi? Buna inanmak bile saçmalıktır. Eroin nedir ve neden kokainden
daha popülerdir? Konu üzerine uzman Prof. Vasili Galen eroinin bir afyon türevi
olduğunu, bu maddenin insan duyularını uyuşturarak uzun süreli uyku haline
soktuğunu belirtmektedir. Afyon tarihte bağımlılık yaratan ilk maddedir. Pek
çok günümüzün ilacı belli oranlarda afyon içermektedir hatta bağımlılık
yaratmayı kolaylaştırmak için sigara kâğıtlarının bile üreticiler tarafından
afyon içerecek şekilde üretildikleri iddia edilmektedir.
Afyon tohumları Hindistan Moğol-Türk Hanedanlığı’nca bilinmekteydi.
Hanedan zor rakiplerini ikna etmek için görüşmelerde onlara afyon tohumu
karıştırılmış çay ikram etmekteydi. Afyon ayrıca kloroform öncesi anestezi ve
ağrı kontrolü için ilaç olarak da kullanılmaktaydı. Afyon Vitoryan Londra’daki
kulüplerde popüler bir maddeydi. Örneğin ünlü Aldous ve Julian Huxley
kardeşlerin sıkı afyon içicilikleri bilinmekteydi. Bu kardeşlerin Oxford’taki
hocaları MI6 ajanı H. G. Wells’tir. Willis Harmon “MK Ultra” deneyi için H. G.
Wells’in çalışmalarından yararlanmıştır. Önceleri meskalin kullanan Aldous
Huxley daha sonra yani Boston’daki Massachusetts Institute of Technology
(MIT)’ye 300’ler Komitesi’nce ziyaretçi profesör olarak atandıktan sonra
öğrencileri arasında yaymaya başlayacağı LSD’ye geçmiştir. Huxley burada âdeta
İsis Kültüne benzer bir çember yaratmıştır. Müritleri arasında Gregory Bateson
(OSS üyesi antropolog ve Margaret Meade’nin kocası), Alan Watts, Richard
Alpert, Timothy Leary. Dionysos Kültü üyeleri İsis-Orsirus-Horus kült üyeleri
vardır. 1903 yılında St Ermins Hotel’de bir araya gelen bu adamlar gelecekte
nasıl bir dünyaya sahip olacağımıza karar vermişlerdir.
St Ermin Hotel toplantısında bulunanların mirasçıları şimdi 300’ler
Komitesi’ndedirler. Dünya liderleri diye bilinen bu adamlar yaşamımızdaki
değişiklikleri gerçekleştirmek için savaşmışlar ve bu değişiklikler sayesinde
uyuşturucu kullanımını sıradan emniyet güçleri taktik ve stratejileriyle
durdurulamaz hale getirmişlerdir. Özellikle büyük şehirlerde uyuşturucu
kullanımı kolaylıkla saklanabildiğinden yaygınlaşması çok kolay olmuştur. Pek
çok kraliyet ailesi üyesi de afyon bağımlısıdır.
Bu adamların favorilerinden biri 1932 yılında Teknoloji ile Devrim
isimli eserinde ortaçağa dönüş planlarını açıklayan yazar Richard Coudenhove-
Kalergi’dir. Bu kitap Komite için bir yol haritası olmuştur. Bu kitapta nüfus
artışından doğan büyük problemlerden söz edilmektedir. Kalergi buna karşılık
olarak “açık havaya” dönülmesi taraftarıdır. Aşağıda Kelgri’nin kitabından bir
bölüm yer almaktadır:
“Geleceğin şehirleri ortaçağ şehirlerine benzeyeceklerdir. (...)
şehirde yaşamaya mahkûm olmayan kişi kırsalda yaşayacaktır. Medeniyetimiz büyük
kent medeniyeti olduğundan hastalıklı ve dejenere insanlar kent denilen
bataklığa mahkûm edileceklerdir. ”
Bu sözler “Angor Wat”in Phnom Penh’i nüfusundan arındırırken açıkladığı
nedenlere benzemektedirler. Kamboçya dünyayı olabildiğince ilkel şartlardaki
feodal düzene döndürme deneylerinden ilkidir. British East India Co.’nun sözde
çay tüccarlarınca afyon İngiltere’ye ilk kez 1683 yılında gelmiştir. Afyon
İngiltere’ye hizmetkârlar ve alt sınıflar üzerinde denenmek üzere getirilmiş
olup bu gruplarca beğenilmemiştir. Yani düşük sınıf halk Bengal afyonu
kullanmayı reddetmiştir. Bu durumda İngiliz plütogratlar ve Londra yüksek
sosyetesi bu ürüne direnç göstermeden kullanacak bir pazar arayışına
girmişlerdir. Bu pazar Çin’de bulunmuştur. Araştırmalarımı yaptığım India House
arşivlerinde “Diğer Eski Kayıtlar” bölümünde bulduğum belgelerde British East
India Co.’nun Çin’de afyon kullanımını arttırmak için kurduğu Hıristiyan
Misyonu sonrası satışların patladığını gördüm.
Bulgularım Sir George Birdwood’un India House arşivlerindeki belgeleri
için aldığım izin esnasında teyit edildiler. Misyonerlerin Çin halkına bedava
dağıtıp kullanmayı öğrettikleri deneme dönemi sonrası Çin’e büyük miktarda
afyon gelmeye başladı. Milyonlarca zavallı Çinli günlük yaşamlarındaki acıları
afyona sarılarak unutmaya çalışırken Çin’in her yerinde afyon evleri açılmaya
başlandı. Yani İngiltere’de British East India Co.’nun yaratamadığı afyon
pazarı Çin’de başarıya ulaşmıştır. Çin’deki Şangay ve Kanton gibi büyük
şehirlerdeki afyon evleri yüz binlerce umutsuz Çinliye yaşamı afyon tüttürerek
katlanma şansı tanımaktaydılar. Çin hükümeti duruma müdahale edene kadar ki 100
yıl boyunca British East India Co. hiçbir engel olmaksızın Çin afyon pazarını
sömürdü. 1729 yılında Çin’de afyon kullanımını engelleyen yasalar ilk defa
yürürlüğe girdiler.
British East India agronomistleri tamamen kontrollerinde olan Hindistan’ın
Ganj yatağında bulunan Benares ve Bihar bölgelerindeki afyonun kalitesini
yükselten yeni tohum türleri ürettiler. Bu şekilde üretilen Benares ve Bihar
afyonun satış fiyatları yükseldi. Yapılan bu ticareti tasvip etmeyen Çin
otoriteleri British East India Co. faaliyetlerine engel çıkartmaya başladılar.
Bu kârlı pazarı kaybetmek istemeyen İngiliz Kraliyeti Çin ile savaşa girerek
onları yendi. Benzer şekilde Amerikan devleti de bugünkü uyuşturucu
baronlarıyla olan savaşını kaybetmektedir. Ancak arada büyük bir fark vardır:
Çin devleti savaşı kazanmak için tüm gayretiyle uğraşırken Amerikan devletinin
böyle bir niyeti yoktur. Nitekim Uyuşturucu ile Mücadele Ajansı (DEA)’da
görülen yüksek orandaki işten ayrılmalar bunun göstergesidir.
Yakınlarda yüksek kaliteli Afgan afyonu Pakistan’ın küçük sahil kenti
Maccra’dan Arap takacılar tarafından Dubai’ye altın karşılığı taşınmak
suretiyle pazara sevkiyat yolu bulmuştur Eroin ticareti kokaine göre “üst
kalite” olup Kolombiya’da her gün görülen cinayetler eroin işinde olmamaktadır.
Pakistan afyon üretimi devlet kontrolünde yapılmakla beraber Afgan, Altın
Üçgen veya Altın Hilal (İran) afyonu kadar popüler değildir. Çok kazançlı afyon
ticareti üst düzey İngiliz sosyal kesiminde “imparatorluğun ganimeti” olarak
isimlendirilir.
Hayber Geçidi hakkında yazılan kahramanlık hikâyeleri aslında afyon
ticareti ile bağlantılıdır. Hayber Geçidinde konuşlanmış İngiliz birlikleri
aslında Afganistan’dan kabile kervanlarınca getirilen afyonu korumaktadırlar.
İngiliz Kraliyet Ailesi’nin bundan haberi var mıdır? Tabii ki vardır. Yoksa
Kraliyet Ailesi’nin afyon ticareti dışında hiçbir önemi olmayan bu topraklarda
asker tutmasının nedeni ne olabilir? British East India Co. rekabetten hiç
hoşlanmamaktadır. 1791 yılında görülen bir davada Warren Hastings bir
arkadaşını afyon ticaretine sokmaktan yargılanmıştır. India House arşivlerinde
bu dava hakkında bulduğum belgelerden bir alıntı aşağıda verilmektedir:
“Hastings Stephen Sullivan ’a, bu kişiyi haksız yollardan çabuk zengin
etmek amacıyla dört yıllık afyon imtiyazı vermiştir. ”
British East India Co. ve İngiliz hükümeti tekelinde olan afyon
ticaretinde çabuk zengin olan kişiler şimdilerde 300’ler Komitesi üyeliklerinde
oturan asilzadeler, aristokratlar, plutokratlar ve İngiltere’nin oligarşik
ailelerinin üyeleridirler. Milyarlarca sterlinlik afyon ticaretine dışarıdan Mr
Sullivan gibi katılmak isteyenler kendilerini kısa sürede Kraliyet
mahkemelerinde bulmuşlardır.
British East India Co. saygın üst düzey yöneticileri ve 300’ler Komitesi
üyeleri Londra’daki ünlü centilmen kulüplerinin üyeleridir ve çoğu parlamento
üyesidirler. Hindistan ve İngiltere’deki diğer üyeler ise üst düzey resmi
görevlerde bulunmaktadırlar. Çin’e girebilmek için firma pasaportu taşıma şartı
bulunmaktadır. Firmadan bazı kişiler İngiliz Kraliyet Ailesi’nin Çin’deki kirli
işlerini araştırma yapmaya niyetlendiklerinde pasaportları iptal edilerek
ülkeye girişleri yasaklanmıştır.
1729 yılında Çinliler afyon ithalini yasaklayan Yung Cheng yasasını
çıkarırlar. Ancak British East India Co. 1753 yılına kadar Çin gümrük
tarifelerinde afyonun ithal maddesi olarak kalmasını sağlar. Bu süreçte her
afyon sandığı için üç Tael (o zamanki Çin para birimi) gümrük ödenmektedir.
Daha o zamanlar İngiliz Gizli Servis üyeleri zorluk çıkaran Çinli yöneticileri
rüşvetle ikna etmek veya rüşvet almayıp direnenleri öldürmek gibi yöntemler
kullanmaktadır. 1729 yılından bugüne İngiliz monarşisi uyuşturucu ticaretinden
büyük servet kazanmaktadır. Kraliyet bakanları ve üst düzey yöneticiler de
hanedanın kasasına uyuşturucu ticareti kârlarının girmesi için ellerlinden
geleni yapmışlardır. Bu adamlardan biri Kraliçe Viktorya’nın bakanlarından Lord
Palmerston’dur. Palmerston İngiliz afyon ticaretini hiçbir şeyin durdurmaması
gereğine inanmıştır. Lord Palmerstone’nun planına göre Çin hükümetindeki
kişilere yeterli miktarda afyon verilerek bu kişiler açgözlü olmaya
alıştırılacaklar ve sonra da İngiltere afyon ihracını durdurarak Çinlileri daha
pahalıya afyon ithal etmeye boyun eğdirecektir. Ancak bu plan tutmaz. Çin
hükümeti Şangay ve Kanton’daki depolarda tutulan büyük afyon stoklarını yakar
ve İngiliz tüccarlara bir daha Kanton’a afyon getirmeyeceklerine dair
taahhütname imzalatır.
Bu harekete karşılık British East India Co. ağızlarına kadar afyon yüklü
gemileri Macao’ya gönderir. Şahıslarca değil bizzat British East India Co.
tarafından direkt sahip olunan bazı firmalar bu afyonu Hankow’daki İngiliz
firmalara satarlar. Çinli Müfettiş Lin durum için şöyle demektedir:
“Macao’daki İngiliz gemilerinde çok fazla afyon yükü bulunmakta olup
bu kargonun geldiği ülkeye gitmeyeceği açıktır. Yakında Amerikan bayrağı
altında afyon kaçakçılığı yapıldığını duymamız şaşırtıcı olmayacaktır. ”
Lin’in kehaneti doğru çıkar.
Lord Palmerstone’nun dediği gibi Çin Afyon Savaşları Çin’e haddini
bildirmek için yapılmıştır. İngiliz feodal lordlarına milyarlar kazandırıp
Çin’de milyonlarca bağımlı yaratan bu kârlı ticaretin durdurulması imkânsızdır.
Sonraki yıllarda Çin başındaki bu bela için İngiltere’den yardım isteyecek ve
gerekli yardımı alacaktır.
O günden sonra Mao Tse Tung’un kanlı dönemi dahil olmak üzere Çin
hükümetleri İngiltere ile savaşmak yerine ortaklık kurmayı yeğlemişlerdir. Daha
önce belirttiğim üzere bugün iki ülke arası uyuşturucu üzerinden çıkan
itilaflar sadece kârın paylaşımı konusundadır. Modern tarihe gelince
Çin-İngiliz birlikteliği Hong Kong anlaşmasıyla afyon ticaretinde eşit ortaklık
statüsüne geçmiştir. Zaman zaman sürtüşmeler olsa bile bu ortaklık şimdiye
kadar problemsiz yürümüştür. Kolombiya kokain ticaretinde görülen şiddet,
soygun ve cinayetlere hiçbir zaman eroin ticaretinde rastlanmamıştır.
Çin-İngiliz ilişkilerinde son 60 yılda ortaya çıkan en büyük problem
Çin’in eroin pastasından daha büyük bir dilim talep etmesinden dolayıdır. Eroin
1874 yılında İngiliz kimyager C. R. Wright’ın morfini kaynatması sonucu eroin
(diacetylmorphine) sentezlemesiyle ortaya çıkmıştır. 1895 yılında Bayer’in
Eberfeld fabrikasında çalışan Heinrich Dresser isimli araştırmacı morfinin
asetillerle sulandırılması sonucu ortaya çıkan maddenin morfinin kötü yan
etkilerini taşımadığını keşfetmiştir. Aspirini ile ünlü Bayer bu gelişme
sonrası diacetylmorphine üretimine başlamış ve ilacın ismini “Eroin” koymuştur.
Bayer’in “Eroin” isimli ilacı pazarlamasına kadar üç yıl geçmiştir. 1842 yılında
Çin’in Hong Kong’u, Nanking anlaşmasıyla İngiltere’ye bırakmasıyla Çin- İngiliz
ilişkileri düzelmiştir. Fakat 1995 yılında Çin’in, İngiltere’yi 1997 yılında
Hong Kong’u terk etmeye zorlamasıyla külahlar değişmiştir.
Bunun dışında Çin ve İngiltere Hong Kong afyon ticaretinde eşit
ortaklıklarını devam ettirmişlerdir. 300’ler Komitesi üyeleri olan ve
Kanton’daki afyon ticaretinde yer alan Yüzbaşı Charles Elliott, Lancelot Dent,
Jardine Matheson ve Lord Napier gibi İngiliz aristokratlar mirasçılarını ticareti
devam ettirmek üzere aynı pozisyonlarda bırakmışlardır. Kanton Ticaret Odası
1834’den beri İngiliz aristokratlarca yönetilmiştir. Çin’de yerleşik İngiliz
vatandaşlarının isimlerini incelediğinizde pek çoğunun 300’ler Komitesi üyeleri
listesinde olduğunu görebilirsiniz. Bunlar dünyayı eski feodal düzene sokmaya
çalışan plutokratlardır. Rothschild ailesi vasıtasıyla 300’ler Komitesi afyon
karşılığı altın piyasasının merkezi olan Hong Kong’u kontrolünde tutmaktadır.
Burma ve Çin’deki afyon üreticileri Amerikan dolarına güvenmediklerinden
ticarette altın kullanırlar. Hong Kong borsasındaki altın ticaretinin Londra ve
New York borsaları toplamından büyük olmasının nedeni de budur.
Altın Üçgen artık en
büyük afyon üreticisi değildir. En büyük üretici unvanı 1987’den beri
Afganistan, Pakistan, İran ve Lübnan’ca paylaşılmaktadır. Bu arada küçük miktar
afyon Türkiye’den gelmektedir. Meksika “Kahverengi Eroin” üretmeye başlamış
olup birkaç yıl içinde önemli bir yere gelecektir.
Madde ya da uyuşturucu ticareti bankaların yardımı olmaksızın var olamaz.
Tüm saygın pozisyonlarına rağmen bankalar nasıl bu iğrenç ticaret içinde yer
alırlar? Bu başka bir kitaba konu olacak uzun ve kompleks bir konudur.
Bankaların uyuşturucu ticaretindeki bir görevi bazı firmalara afyondan eroin
üretmek için gerekli kimyasalların finansmanı için kredi vermektir. HSBC
bankasının Londra şubesi bu tip bir ilişkiye Tejapaibul isimli firmaya fonlama
sağlayarak bulaşmıştır. Peki, bu firma ne iş yapar? Bu firma eroini rafine etme
sürecinde gerekli olan asit anhidriti Hong Kong’a satmaktadır. Bu firma ayrıca
Altın Hilal, Altın Üçgen, Pakistan, Lübnan ve Türk eroin üreticilerinin baş
asit anhidrit sağlayıcısıdır. Afyon ticareti dışında eroin üretimi ile ilgili
diğer faaliyetler de bankalara gelir sağlamaktadırlar. Ancak HSBC ve diğer
bölgesel bankaların ana gelir kaynağı afyon ticaretidir.
Altın fiyatları ile
afyon ticareti arasındaki bağlantıyı bulmam uzun yıllarımı aldı. Eskiden
dinleyicilere “Altın fiyatını öğrenmek istiyorsanız Hong Kong’da bir kilo afyon
fiyatına bakın!” derdim.
1977 yılı altın için
çok kritik bir yıldır. Bank of China o yıl Amerika’da bol bulunan altın
uzmanlarını bir anda ve kimseye haber vermeden piyasaya 80 ton altın sürerek
şoka sokmuştur. Arzdaki bu artış altın fiyatlarının düşmesine neden olurken
altın uzmanları “Çin’de bu kadar altın olduğunu bilmiyorduk, bu altın nereden
geldi?” diye sormaktadırlar.
Bu altın Çin’e, Hong Kong piyasasına sattığı yüklü miktar afyondan
gelmiştir. Çin devletinin İngiliz siyaseti, 18. ve 19. yüzyıllarda olduğu gibi
devam etmektedir. Çin ekonomisi Hong Kong ekonomisine bağımlıdır. Bu ekonomik
bağımlılık televizyon setleri, elektronik eşyalar, tekstil, radyo ve saatler
gibi ürünlere değil afyon/eroin ticaretinedir. İngiltere ile paylaştığı afyon
ticareti olmasa Hong Kong ekonomisi batar. British East India Co. ortadan
kalkmış olsa da mirasçıları aynı rolü 300’ler Komitesi’nde devam
ettirmektedirler. 200 yıldır afyon ticaretinde lider olan köklü İngiliz aileler
hâlâ aynı işi yapmaktadırlar. Örneğin Jardine Matheson. Bu asil aile Kanton
merkezli afyon ticaretinin temel unsurlarındandır. Birkaç yıl önce işler biraz
bozulunca Jardine Matheson devreye girerek Çin’e 300 milyon dolarlık emlak
yatırımı kredisi açmıştır. Bu tezgâh Çin Halk Cumhuriyeti ile Matheson Bank
joint venture yatırımı diye lanse edilmiştir.
1700’lere ait India House belgelerini incelerken Matheson ismine rast
geldim. Bu isim daha sonra Londra, Pekin, Dubai, Hong Kong ve afyon ticaretinin
her geçtiği yerde karşıma çıktı. Uyuşturucu ticareti artık milli egemenlikleri
tehdit eder durumdadır. Venezüella’nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi
şöyle demektedir:
“Uyuşturucu problemi artık sosyal veya sağlık problemi olmaktan
çıkmıştır. Bu problem ulusal egemenliğimizi tehdit edecek hale gelmiştir. Bu
bir ulusal güvenlik sorunudur çünkü ülkelerin bağımsızlıkları tehdit
altındadır.
Uyuşturucuların üretimi, pazarlaması ve tüketimi
bizlerin ahlaki, dini ve siyasi yaşamlarımızı, tarihi, ekonomik ve cumhuriyetçi
değerlerimizi olumsuz etkilemektedirler. ”
Bu tam da Uluslararası Takas Bankası (BIS) ve IMF’nin çalışma tarzıdır.
Bu iki kurum uyuşturucu parasının aklandığı kabadayı kuruluşlardır.
Uluslararası Takas Bankası IMF’nin batırmak istediği her ülkedeki sıcak paraya
kaçış sağlayarak ona yardımcı olur. BIS için yasal sıcak para ile uyuşturucu
fonlarının birbirinden farkları yoktur. Bir ülkenin IMF’nin soygununa teslim
olmak istememesi halinde o ülkenin yöneticilerine “Peki öyleyse seni elimizdeki
narko dolarlarla yola getirmesini biliriz.” denmektedir. Şimdi altının neden
para basımı karşılığı rezerv olmaktan çıkarıldığını daha iyi anlamaktayız.
Artık dünyanın ortak parası arkasında altın rezervi olmayan “kâğıt” Amerikan
doları olmuştur. Elinde altın rezervleri olan bir ülkeyi tehdit etmek elinde
kâğıt dolar tutan bir ülkeden çok daha zordur. IMF’nin birkaç yıl önce Hong
Kong’daki toplantısına katılan bir meslektaşım aynı konunun orada gündeme
geldiğini belirtmiştir. Toplantıdaki bir seminerde IMF yetkilileri ellerindeki
narko-dolarlar ile bugün istedikleri ülkeden sıcak para kaçışını arttırarak bu
ülkeyi ekonomik olarak çökertebileceklerine işaret etmişlerdir. Credit Suisse
delegesi ve Komite üyesi Rainer-Gut yüzyılın sonunda ulusal kredi ve finans
işlemlerinin büyük bir şemsiye kurum altında yapılacağını düşündüğünü seminerde
belirtmektedir. Rainer-Gut açıkça bu kurumun ismini söylemese de tüm
katılımcılar kimden bahsedildiğini iyi bilmektedirler. Kolombiya’dan Miami’ye,
Altın Üçgen’den Los Angeles’e, Hong Kong’tan New York’a, Bogata’dan Frankfurt’a
uyuşturucu trafiği özellikle de eroin ticareti dünyadaki çok güçlü bazı
“dokunulmaz” ailelerin kontrolü altındadır. Bu ailelerin en az bir bireyi
300’ler Komitesi üyesidirler. Uyuşturucu ticareti cadde köşelerinde yapılan bir
işten çok öte uzmanlık ve büyük sermaye isteyen bir iştir. Komite’’nin
yönetimindeki bu mekanizma bunu sağlamaktadır. Böyle yetenekli uzmanlar New
York metro istasyonları veya cadde köşelerinde bulunmazlar. Torbacılar bu işin
tabii ki doğal üyeleridir ancak onlar part time çalışan kişilerdir. Bunlara
part time denmesinin nedeni çoğunun zaman içinde yakalanmaları veya rakipleri
tarafından öldürülmeleridir. Yakalanma veya öldürülmenin bu işte hiçbir önemi yoktur
çünkü sırada onların yerine geçecek pek çok yedek bulunmaktadır.
KOBİ Merkezinin ilgileneceği tarz bir iş değildir bu ticaret. Bu ticaret
başlıca ürünleri eroin ve kokain olan bir imparatorluktur ve her ülkede
yukarıdan aşağıya doğru faaliyet göstermektedir. Bu dünyadaki en büyük
firmadır. Bu firma uluslararası terörist gruplar gibi yukarıdan aşağıya
organize olarak yaşamını sürdürmektedir. Yani dünyadaki kraliyet aileleri,
oligarşi ve plütokrasi üyeleri bu işi aracılar kanalıyla yönetmektedirler.
Afyon üreten belli başlı ülkeler Afganistan, Burma, Türkiye, Kuzey Çin, İran,
Pakistan ve Lübnanken, Peru ve Ekvator Bolivya ve Kolombiya’ya kokainin
hammaddesi koka yapraklarını sağlamaktadırlar.
Bolivya’nın yanındaki Kolombiya önemli bir kokain üreticisidir. Panama
ise Amerika’nın General Manüel Noriega’yı kaçırarak Miami’deki göstermelik mahkemede
hapse mahkûm etmesi sonrası kokain ticaretinin finans merkezi haline gelmiştir.
Bir daha ki sefere bir havaalanında bavula saklanmış vaziyette uyuşturucu
yakalandığını ve küçük bir “katır’ın (taşıyıcı)”nın hapse atıldığını
gazetelerde okursanız bunu hatırlayınız. Bu tip göstermelik yakalamalar halka
hükümetin uyuşturucu ile savaşta bazı şeyler yaptığını göstermek için duyurulan
göz boyayıcı haberlerdir.
Örneğin 300’ler Komitesi’nin izni alınmadan Nixon tarafından
gerçekleştirilen “Fransız Bağlantısı” isimli büyük operasyonda aslında bir
konteynerin sadece dörtte birini dolduracak kadar eroin yakalanmıştır. Bu
konuda Komite yaptığı hata nedeniyle Nixon’un cezalandırılmasına karar
vermiştir. Bu kararda yakalanan miktarın öneminden çok 300’ler Komitesi’nin
yardımıyla Beyaz Saray’a gelen Nixon’un itaatsizliği rol oynamıştır. Eroin
ticaretinin mekaniği aşağıdaki şekilde gerçekleşir:
•
Tayland ve Burma’daki vahşi
kabileler afyon yetiştirirler. Bunu ayrıca Afganistan’da Peştunlar küçük
tarlalarda yapmaktadırlar. Tohum zamanı afyon çiçeğini kabuğu bıçak veya
jiletle yarılır ve kesiklerden akan kahverengi sıvıya afyon sakızı denir.
•
Afyon sakızı yuvarlak ve
yapışkan top haline getirilir. Bu haldeki afyon satışında kabile şeflerine
Credit Suisse tarafından üretilen ve 4/10 ismi verilen 250 gr.’lık külçe
altınla ödeme yapılır. Hindistan’daki Türk-
Moğol devrinden itibaren bu ticarette sadece altın
kullanılır. “Uyuşturucu Sezonunda” Hong Hong borsasında altın ticareti tavan
yapar. Standart bir kiloluk külçe altın Hong Kong borsasında büyük afyon
tüccarlarınca alınır.
Daha önce bahsettiğim üzere Meksika yakın zamanda “Meksika Kahvesi”
isimli eroin üretimine geçmiştir. Yüksek gücü nedeni ile Hollywood çevresinde
yoğun talep gören bu eroin türünü seyreltmeyi bilmeyen Hollywood ünlüleri
arasında pek çok uyuşturucu ölüme rastlanmıştır. Meksika’daki uyuşturucu
ticareti de yukarıdan aşağıya bir organizasyon yapısına sahip olup arkalarında
silahlı kuvvetler olan hükümet üyelerince yapılmaktadır. “Meksika Kahvesi”
üreticileri aylık milyonlarca dolarlık ciroya sahiptirler. Bu üreticilere karşı
Meksika polisinin yapmaya çalıştığı operasyonlar derhal ve en önemli anda
Meksika ordusu tarafından durdurulmaktadır. Kasım 1991 tarihinde Meksika’daki
gizli saklı bir sivil havaalanında Federal Narkotik Bürosu ajanları kaçakçılar
uçaklara eroin yüklerken bir operasyon başlatırlar. Tam tutuklama anında
Federal ajanların etrafı orduya bağlı güçlerce çevrilir ve ajanlar
öldürülürler. Bu durum doğal olarak Meksika Cumhurbaşkanı Salinas de Goltari’yi
zora sokar. Halktan gelen suçluların bulunmaları baskısı bir taraftan, 300’ler
Komitesi ve silahlı kuvvetlerini gücendirme riski diğer taraftan Goltari’yi
çıkmaza sokmuştur. Bu olay Meksika’da ucu 300’ler Komitesi’ne uzanan ilk büyük
operasyondur. Gerçi sonuçta hiçbir şey olmaz ve Goltari cumhurbaşkanlığı dönemi
sonrası milyarlarca dolarla beraber Meksika’yı terk eder.
Altın Üçgen’den gelen afyon sakızı Sicilya ve Fransız mafyaları kanalıyla
işlenmek üzere Marsilya’dan Monte Carlo’ya kadar uzanan bölgede bulunan eroin
laboratuvarlarına taşınır. Son
zamanlarda yani son dört yıl içinde Türkiye ve Lübnan’da eroin laboratuvarları
sayısı büyük ölçüde artmıştır. Pakistan’da da eroin üretimi yapılmakta
beraber kalitesi diğer ülkeler kadar yüksek değildir. Afganistan’dan gelen
afyon sakızı Pakistan’da işlenmek yerine transit olarak Dubai’ye geçer. Altın
Hilal içindeki afyon rotası İran, Türkiye ve Lübnan’ı kapsar. İran Şahı bu
trafiği belli bir süre durdurmayı başarmışsa da sonunda 300’ler Komitesi’nin
gazabına uğramıştır. Türkiye ve Lübnan’dan afyon sakızı önce Korsika’ya oradan
da Monte Carlo’ya gönderilir. “Askeri Savunma Laboratuvarlarında” Pakistan
devleti son 10 yılda Afganistan’dan gelen afyon sakızı miktarındaki artış
doğrultusunda eroin üretimini arttırmıştır.
• Şu
anda en büyük eroin üretim tesisleri Fransa’nın Akdeniz kıyıları ve Türkiye’de
bulunmaktadır.
Bu üretim bir çocuğun bile yakalayabileceği kadar açık yapılmaktadır. Bu
tesisleri bulmak için eroin yapımında ihtiyaç duyulan asit anhidrit üreticilerinin
satışlarına bakmak yeterlidir. Böyle bir operasyonu Pembe Panter serisinden
görmeye alıştığımız Müfettiş Clouseau bile gerçekleştirebilir.
Hükümetlerin asit anhidrit üreticilerine uygulayacağı müşteri ve satın
alım nedeninin açıklanması kuralı bu işi çözer gibi gözükse de iş bu kadar
kolay değildir. Unutmayalım ki uyuşturucu ticareti “büyük iştir” ve “büyük
işler” Avrupa’nın saygın aileleri ve Amerikan Doğu Liberal Oluşumu’na
aittirler. Uyuşturucu ticareti mafya veya Kolombiya baronlarına bırakılmayacak
kadar büyüktür. Ancak İngiltere ve Amerika’daki asil aileler kendilerinin
reklamını yapmazlar ve pis işlerde her zaman başkalarını kullanırlar.
İngiliz ve Amerikan aristokrasisi Çin afyon ticaretinde de ellerini
kirletmemiştir. Bu işten servet edinen İngiliz lord ve leydileri Amerikan
Delano, Forbes, Appleton, Bacon Boyleston, Perkins, Russell, Cunningham, Shaw,
Coolidge, Parkman, Runnewell, Cabot ve Codman aileleri gibi akıllıdırlar.
Bu kitap uyuşturucu ticaretiyle ilgili olmasa da Amerika’da 300’ler Komitesi’nce
yürütülen uyuşturucu ticaretinin vurgulanması gereklidir. Amerika 60 aile
tarafından değil 300’ler Komitesi’nce, İngiltere ise bu Komite’ye bağlı 100
ailece yönetilmektedir.
Bu aileler evlilikler, banka ve firma ortaklıkları, Kara Asalet, Masonluk,
Kudüs St John Şövalyelikleri gibi pek çok yerde birbirleriyle karışmışlardır.
İşte bu ailelere mensup kişiler ve yardakçıları Hong Kong, Türkiye, İran ve
Pakistan’dan yapılan eroin nakliyesini, eroinin Avrupa ve Amerika pazarlarına
en ucuza sağlanmasını garanti altına almışlardır. Bazen kokain nakliyatlarında
göz boyama amacıyla yakalamalar olmaktadır. Zaten çoğu zaman yakalanan kokain
pazara yeni girmeye çalışan bir rakibin malı olmaktadır. Bu işte rekabete yer
yoktur. Yeni rakiplerin sevkiyatları malın sahibi ve Amerika’daki varış
noktasına kadar derhal yetkililere bildirilirler. Eroin zaten çok pahalı olduğu
için “dokunulamaz” bir maddedir ve pek az eroin sevkiyatında başarı
sağlanmaktadır. Bilinmesi gereken bir husus Amerikan Narkotik Ajans yetkililerinin
Hong Kong’a giriş yasaklarıdır. Bu yetkililer Hong Kong limanındaki gemilerin
kargo manifestosunu gemi limanı terk etmeden inceleyemezler. Uyuşturucu ile
mücadele sözde bu kadar yoğunken, bunun nedenini merak etmek gerekir.
Açıkçası eroin ticaret rotası büyük bir otorite tarafından korunmaktadır.
Meksika harici Latin Amerika’da kokain “Kral” madde özelliğini taşımaktadır.
Kokain üretimi eroinden çok daha basit olup “yükseklerdeki” kişiler adına risk
alabilecek insanlara büyük servet kazandırmaktadır. Eroin ticaretinde olduğu
gibi kokain trafiğinde de sonradan çıkan rakiplere tolerans gösterilmez.
Kolombiya’da uyuşturucu mafyası yakın ailelerden oluşmaktadır. Mafya ve
paralı askerleri yani MI9, Bogota’daki Adalet Sarayı’na yaptıkları saldırı ve
hâkim Rodrigo Lara Bonilla’yı öldürmeleriyle ünlenmişlerdir. İç Savaş esnasında
Güney eyaletlerinde başlayan Amerika’nın Çin afyon ticareti araştırmaya değer
bir konudur. Çin afyon ticaretiyle Güney eyaletlerindeki büyük pamuk tarlaları
nasıl ilişkilendirebilir? Bunun için önce en iyi afyonu üreten Hindistan’daki
Bengal bölgesinden başlamak gerekir. Pamuk İngiltere’de British East India Co.
tarafından ticareti yapılan ikinci önemli maddedir. Afyon İngiltere için o
kadar önemlidir ki Çin’de satış hakkı elde etmek için Kral III. George Lord
McCartney’i Çin İmparatoru Ch’ien-lung ile diplomatik görüşmeye
göndermiştir.1793 yılında imparatorun huzuruna kabul edilen McCartney “serbest
ticaret” masalını anlatmaktadır. Buna karşılık ketum imparator Çin’in kendine
yettiğini ama İngiltere’nin afyon, çay ve biraz da ipek ticaretine ihtiyaç
duyduğunu vurgulamaktadır. McCartney Arap tüccarlarca Çin’e daha önce afyon
getirildiğinin farkında değildir. Elçi Çinlilerin afyonu farklı amaçlar için
kullandıklarını ve bu maddeyi içmediklerini fark etmiştir. McCartney’in
ziyareti tam bir fiyaskodur. Ancak 300’ler Komitesi bu konuda ısrarcıdır ve
sonuçta büyük kazançlar elde edecektir.
1795 yılında İngiliz kontrolündeki Hindistan’da en az 50 milyon dolarlık
afyon geliri East India Co. tarafından kazanılmaktadır. Bu maddenin Çin’e
satılmaya başlanmasıyla beraber firma yıllık 200-300 milyon dolar kâr etmeye
başlamıştır. İngiliz kontrolündeki Mihrace afyona yabancı olmayıp günde 30 pipo
afyon içmektedir. 1840’tan itibaren İngiltere’de yutma yöntemiyle bir kişi ayda
200-250 gr. afyon tüketmektedir. İngiltere’de doktorlar ağrı kesici, grip,
kolera, histeri, uykusuzluk, saman nezlesi ve sindirim sistemi bozukluklarında
afyon vermektedirler. Kral III. George ise “akşamdan kalmalık” belirtilerine karşı
afyon içmektedir. Kuzey İngiltere’deki Sheffield, Nottingham ve Lancashire
tekstil dokuma işletmelerinin korkunç şartlarında günde 16 saat çalışan kadın
ve çocuk işçiler de acılarından kurtulmak için afyon içmektedirler.
Tekstil işletmeleri aralarında Baring, Palmerston, Keswick ve Matheson
gibi 300’ler Komitesi üyesi Londra yüksek sosyetesinden ailelere aittir.
Matheson ailesi ayrıca tekstil ürünlerini Hindistan’a taşıyan Blue Star deniz
taşımacılığı firmasının da sahibidir. Bu adamların korkunç şartlarda
çalıştırdıkları kadın ve çocuklara karşı acıma duyguları yoktur. Bu kadın ve
çocuklar sonuçta imparatorluk için uzaklarda dövüşen ve afyon savaşları ya da
Boer savaşlarında ölecek insanların akrabalarıdırlar. Bu bir İngiliz
geleneğidir!
Çin muhalefeti kırıldıktan sonra ilk afyon evleri Formoza’da açılır.
Çinlilere yutmak yerine afyonu duman halinde içmek öğretilir ve günde ortalama
30 pipo içmeleri sağlanır. Hindistan’dan gelen afyon dış ticarete açık tek
liman olan Kanton’a getirilmektedir. İngilizlerden yüzyıl önce Arap tacirler
tarafından Çin’e getirilen afyon bağımlılık yaratmamıştır çünkü dumanı
içilmemiş sadece yutulmak suretiyle kullanılmıştır. Kanton limanlarındaki East
India Co. depoları afyonla dolarken afyon dolu İngiliz gemileri yüklerini boşaltmak
için beklemektedir. Arada birkaç Fransız ve Hollanda gemisi bulunsa da bunlar
hiçbir zaman çoğunluk oluşturmamıştır. Kanton limanına yük getiren Amerikan
denizcileri sayesinde Amerikalılar da karlı afyon ticaretini fark etmiş ve izin
alan birkaç “Boston” elit ailesi de bu ticarete katılmıştır. Hindistan’da afyon
yetiştirme East India Co. tekelinde büyük bir iş haline gelmiştir. Ganj
Vadisi’ndeki Benares ve Bihar bölgeleri afyon üretiminde başı çekerken afyon
ekimi East India Co. izniyle yapılmaktadır.1800 yılından 1837 yılına kadar
afyon ekimi yapılan araziler 21.740 dönümden 40.165 dönüme çıkmıştır. East India
Co.’nun ürün üzerinden elde ettiği kâr %465-480’dir.
Kuzey İngiltere’deki Lancashire’dan ucuza getirilen tekstil ürünleri
Hindistan’ın yüzyıllara dayanan tekstil endüstrisini batırmıştır. Ucuz İngiliz
tekstil ürünleri nedeni ile yüz binlerce Hintli işsiz kalmıştır. İşte bu Adam
Smith’in “Serbest Ticaret” konseptidir. Hindistan inşa edilen demiryolları ve
ithal tekstil ürünleri için yeterli parayı bulmakta İngiltere’ye bağımlı hale
gelmiştir. Bu ülke için tek ekonomik çözüm daha fazla afyon üreterek East India
Co.’ya ucuza satmaktan geçmektedir. İngiliz ticaretinin büyümesi bu temeller
üzerine kurulmuştur. Afyon ticareti olmasa İngiltere Hindistan’dan daha perişan
ve iflas etmiş bir ülke haline gelecektir.
East India ve British East India Co.’nin dünya tarihindeki en büyük suç
teşkilatı olduğundan kuşku yoktur. East India ve British East India ile
kıyaslandıklarında günümüzdeki uyuşturucu kartelleri devede kulak kalmaktadır.
İngiltere’de tıbbi kullanım hariç afyon yasak maddedir. Kanton’daki
İmparatorluk Müfettişi İngiltere’de yasak bir maddenin neden Çin’e satıldığını
merak etmektedir. 1839 Mart’ında imparator zorlama afyon ticaretinin 40 milyon
Çinliyi bağımlı hale getirip ülke ekonomisini zora sokmasından dolayı
İngilizlerle ters düşmeye başlar. East India ve British East India Co. afyon
ticaretine karşılık olarak gümüş, çay ve ipekle ödeme yapılır. Bu nedenle
Çin’den çıkan gümüş miktarı bu ülkenin her zaman fazla veren ticaret dengesini
bozmuştur.
Amerikalılar Boston ve New York’taki elit grubun nasıl büyük servetler
edindiklerini biliyorlar mıdır? Güneydeki pamuk çiftçileri afyon karşılığı
pamuklu dokuma ürün tezgâhından haberdar mıdırlar? Belki birkaç tanesi bunu
bilmektedir. Örneğin Sutherland ailesi Güneydeki en büyük pamuk üreticilerinden
biridir. Sutherland ailesi İngiltere’nin en büyük denizcilik firması olan
Peninsular & Orient Navigation Line (P&O)’nın sahibi Baring Brothers
ile ortak olan Matheson ailesine çok yakındır.
Baring ailesi Güneyde büyük pamuk üretimi yaptığı gibi ayrıca Çin ile
Doğu Amerikan şehirleri arasında deniz taşımacılığı yapan pek çok geminin de
sahibidir. Bu gün Baring ailesi Amerika’daki pek çok finansal operasyonu yönetmektedir.
Baring ailesi ve şimdiki torunları 300’ler Komitesi üyeleridirler. Doğu Liberal
Oluşumu’nu yaratacak zengin ailelerin çoğu servetlerini pamuk veya afyon
ticaretinden kazanmışlardır. Bunlar içinde Lehman ailesi çok önemlidir. Bu aile
servetini Çin afyon ticaretinden yapmıştır. Bu aileden çıkan isimler içinde
Astor ve Delano vardır. (Başkan Franklin D. Roosevelt’in karısı Delano
ailesinden gelmektedir.)
John Jacob Astor büyük servetini Çin afyon ticaretinden yaptıktan sonra
saygın bir işadamı olmak için kara parasıyla Manhattan emlak işine girmiştir.
Yaşamı boyunca Astor Komite Kararları’nda önemli rol oynamıştır. Amerikalı
hangi ailelerin Çin afyon ticaretine gireceklerine Komite karar vermiştir. Bu
ticarete bulaşan Amerikan aileleri her zaman 300’ler Komitesi’ne bağlı
kalmışlardır.
Bu nedenle Astor zamanından beri Manhattan emlak pazarı 300’ler
Komitesi’nin elindedir. İngiliz istihbaratçıların yardımıyla ulaştığım gizli
dosyalarda Astor’un Amerika’da bir MI6 ajanı olarak çalıştığını tespit ettim. Astor’un
Alexander Hamilton’un katili Aaron Burr’u maddi olarak desteklemiş olması
kendisinin gizli ajan olduğunu kanıtlamaktadır.
John Jacob Astor’un oğlu Waldorf Astor ayrıca Komite’nin günlük Amerikan
yaşamını kontrolde kullandığı Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü
(RIIA)’ya atanma onurunu taşır. James Warburg tavsiyesi üzerine Astor ailesi
afyon işini kendileri adına götürmek üzere Owen Lattimore’u seçer. Owen bu işi
Laura Spellman’ın sponsorluğunda çalışan Pasifik İlişkileri Enstitüsü (IPR) ile
yapar. New York bankaları Pasifik İlişkileri Enstitüsü’nü desteklemek için
milyonlarca dolar harcamışlardır. James Warburg Pasifik İlişkileri
Enstitüsü’ndeki yatırımlarını korumak için John Jacob Astor tarafından
görevlendirilir. Marcus Raskin görünürde Pasifik İlişkileri Enstitüsü’nü kuran
kişidir. Çin’in afyon ticaretine eşit ortak olarak katılmasını sağlayan Pasifik
İlişkileri Enstitüsü’dür. Pasifik İlişkileri Enstitüsü Japonlara Pearl Harbor
saldırısı yolunu açmış ancak Japonları afyon bağımlısı etmekte başarılı
olamamıştır. Yüzyılın başında İngiliz plutokratlar Serengeti Savanasındaki
akbabalar gibidirler. Bu adamların Çin afyon ticaretinden kazandıkları para
John D. Rockefeller’in servetinin birkaç milyar üstündedir. Londra British
Museum’da bana açılan belgeler bunun kanıtlarıdır.
Afyon bağımlılarının çok büyük sayılara ulaşması sonucu 1905 yılında Çin
hükümeti uluslararası yardım talep eder. İngiltere yardım etmeye talip olur
ancak 1905’te imzalanan protokollere uygun hiçbir şey yapmaz. Zaten daha sonra
majestelerinin hükümeti, Çinlilere, İngilizlerle ortak olmanın, onlara karşı
gelmekten daha iyi olacağını öğreteceklerdir.
Protokol kurallarının en yüksek derecede tutulduğu Lahey Konvansiyonu’nda
bile İngiliz delegasyonu Çinli üyeleri aşağılar ve alay eder. Diğer delegeler
İngiltere’nin imzaladığı protokoller uyarınca Çin ve diğer ülkelere sattığı
afyon miktarını düşürmesini isterler. Bu baskıya laf olsun diye boyun eğen
İngilizlerin insan acısı üzerine kurdukları ticaret türlerinden vazgeçmeye
niyetleri yoktur. Bu ticaret içinde “domuz ihracatı” diye bilinen zavallı Çinli
işçilerin Amerika ve Karayip Adaları’na getirilmeleri de vardır. Bu ucuz
işçilik sayesinde Harriman demiryolu imparatorluğu kurulmuştur. İki yıl sonra
yapılan Lahey toplantısında Japon delege afyon satışlarının arttığını gösterir
belgeler sunar. Buna karşılık olarak majestelerinin delegesi tam ters sonuçlar
içeren bir raporu savunur.
İngiliz delegesi afyonun yasallaştırılması yoluyla karaborsaya mani
olunmasını ve bu şekilde Japon devletinin afyon ticaretinde tekel olmasını
teklif eder. Bu teklif Kongre’de Bronfman gibi uyuşturucu tüccarlarını temsil
eden temsilcilerinkiyle aynıdır. Bizim parlamenterlerimiz de Amerikan
devletinin uyuşturucu ticaretinde tekelleşerek uyuşturucu ile mücadeleye
harcanan milyarlarca dolardan tasarruf yapılmasını teklif etmektedirler. İçki
yasağı döneminde Bronfmanlar Kanada’dan kaçak içki getirerek servet yapmış,
şimdilerde ise aynı tip örgütlenme ile eroin, kokain ve marihuana kaçakçılığı
yapan bir ailedir.
1791- 1894 döneminde Şangay Uluslararası yerleşim bölgesinde açılan
lisanslı afyon evi sayısı 87’den 663’e yükselmiştir. Kanton’da 3.000 afyon evi
olduğu tahmin edilmektedir. Her zavallı Çinli günde 30 pipo afyon içmeye
alıştırılmıştır. East India ve British East India Co. gelmeden önce afyon tıbbi
nedenlerle kullanılmaktadır. Afyon dumanını içmeyi bilmeyen Çinlilere ilk ders
John Jacob Astor tarafından verilir. Astor ayrıca ilk afyon pipolarını da
sağlayan kişidir. Çin afyon ticareti konusunda dünya kamuoyunda dikkatleri
üstlerine çektiklerini gören St John birliği ve Diz Bağı nişanı plutokratları
dikkatlerini İran’a çevirirler.
Peninsula & Orient Steam Navigation Co. ismindeki dünyanın en büyük
istimli gemi firmasını 19. yüzyılda kuran Lord Inchcape halen kontrol dışı
afyon ticareti işi içinde lider olan HSBC Bank’ın kurucularındandır. Lord
ayrıca Amerika’ya “domuz ihracatı” denen ucuz Çinli işçi nakliyatı yapmaktadır.
İngilizler Amerika’ya gönderilecek Çinli “coolies” adı verilen zavallılar
için bir sistem geliştirmişlerdir. Bu işçiler Amerika’ya borçlandırılarak
gönderilmektedirler. Harriman ailesinin demiryollarını Kaliforniya’ya uzatmak
için “coolies” ihtiyacı vardır. Enteresan şekilde demiryolları fiziksel gücü
daha yüksek zenci işçileri hiç kullanmamıştır. “Coolie” Çince bir kelime
değildir ancak Hindistan’da en düşük sınıf işçilere verilen isimdir. Çin’de
“coolie” “koltuk coolie’si” diye geçer ve bu adamlar aylık beş veya altı dolara
sizi sırtlarındaki koltukla istediğiniz yere taşırlar. Bu terim Amerika’da
“borçlu işçi” statüsündeki Çinlilere verilen isimdir.
Zencilere demiryollarında iş verilmemesinin bir başka nedeni de
zencilerin afyon pazarı olmayışlarıdır. Ayrıca Lord Inchcape’nin Kuzey
Amerika’ya binlerce kilo afyon kaçıracak “coolies” ihtiyacı bulunmaktadır.
Aynı Lord Inchcape 1923 yılında Bengal afyon üretiminin durmaması
konusunda uyarıda bulunmuştur. Hindistan’daki afyon sakızı üretimini araştıran
komisyona Lord bu en kıymetli gelir kaynağının korunması gerektiğini
söylemiştir.
1860 yılında Çin ve İngiltere arasındaki ikinci büyük sürtüşme sona erer.
Çin Amerika’ya zavallı vatandaşlarını ihraç etme durumda kalarak iyice
aşağılanmıştır. 1846 yılında 120.000 “coolies” Harriman’ın demiryollarını
batıya taşımak üzere Amerika’ya gelir. Bu sayının 115.000’i resmi kayıtlara
göre afyon bağımlısıdır. Demiryolu tamamlandıktan sonra Çinliler geri dönmezler
ve San Francisco, Los Angeles, Vancouver ve Portland’a yerleşirler.
300’ler Komitesi’nin üyesi olarak Rothschild’leri Güney Afrika’da temsil
eden Cecil John Rhodes Inchcape taktiğini kullanarak yüz binlerce Hintli
“dokunulmazlar” kastı üyesini bu ülkedeki Natal eyaletine şeker kamışı
tarlalarında çalışmaya getirir. Bu gruptan Güney Afrika’ya yerleşenlerin
torunlarından biri de Mahatma Gandi’dir.
Çinli “coolies”ler gibi Hintliler de işleri bittikten sonra ülkelerine
geri dönmemişlerdir. Bu adamların torunları avukat ve yasadışı Güney Afrika
Komünist Partisi’nin liderleri olmuşlar ve yıllar sonra Güney Afrika’daki
rejimi Afrika Ulusal Kongresi adına devirmeye çalışmışlardır.
1875 yılında San Fransisco’da faaliyet gösteren Çinli “coolies”ler
129.000 Amerikalı afyon bağımlısına afyon sağlar duruma gelmişlerdir. Bu sayıya
115.000 Çinli bağımlı eklenince eroin için yüksek kârlı “yeni” bir pazar
oluşturulmuştur diyebiliriz. Kayıtlara göre Lord Inchcape ve ailesi sadece bu
işten o yıllarda yüz binlerce dolar kazanmaktadırlar. Bugünkü parayla bu
rakamlar aşağı yukarı yıllık 100 milyon doları bulmaktadır. Hindistan tekstil
endüstrisini afyon ticareti için yok eden, Çinli, Hintli ve Afrikalı köleleri
Amerika ve Güney Afrika’ya satanlar aynı İngiliz ve Amerikan ailelerdir. Bu
aileler güç birliği yaparak 1864 yılında eyaletler arası Amerikan İç Savaşı’nı
başlatmışlardır.
Bu iğrenç ittifakta buluşan ve afyon parasıyla zenginleşen kokuşmuş
Amerikan aileleri Doğu Liberal Oluşumunu ortaya çıkaranlardır. Üyeleri İngiliz
Kraliyeti ve onun dış siyaset aracı RIIA rehberliğinde çalışan bu örgüt
Amerika’yı yukarıdan aşağıya gizli paralel bir hükümet gibi yönetmektedir ve
kesinlikle mutlak güç 300’ler Komitesi’nin emri altındadır. Bu gizli teşkilat
Amerika’yı 2006 yılında daha önce hiç olmadığı kadar kontrolü altına almıştır.
Amerika’ya yapılan afyon sevkiyatı üzerine sesler 1923 yılında yükselmeye
başlar. Amerika’nın bağımsız ve özgür bir devlet olduğuna inanan Kongre üyesi
ve Temsilciler Meclisi Dış İşleri Komite Başkanı Stephen Porter ülke bazında
İngiltere’nin afyon satışlarını kontrole yarayan bir kanun teklifi sunar.
Teklife göre her ülkeye bir kota verilecek ve kotaların takibi halinde afyon
ticareti %10 azaltılacaktır. Taslak kanunlaşır ve Amerika Birleşik Devletleri
Kongresince kabul edilir. Ancak Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün
(RIIA) başka fikirleri vardır.
1919 yılında Versay’da yapılan Paris Barış Konferansı öncesi 300’ler
Komitesi’nin dış siyaset aracı olarak kurulan RIIA Amerikan iç ve dış
siyasetinin kontrolörü haline gelmiştir. Kongre kayıtlarında yaptığım
araştırmalara göre Porter karşısına hangi güçleri aldığını bilmemektedir. Hatta
Porter’in RIIA’nın varlığından haberi yoktur. Bilindiği kadarıyla Porter Wall
Street Bankası J. P. Morgan’dan bu meselenin peşini bırakması konusunda uyarı
almıştır. Bu uyarıya kızan Porter konuyu Milletler Cemiyeti Afyon Komitesi’ne
taşır. Porter’in neyle karşılaştığının farkında olmadığı Temsilciler Meclisi
Dış İşleri Komitesi’ndeki arkadaşlarına yazdığı mektuplarda görülmektedir.
“Majestelerinin Milletler Cemiyetindeki delegesi” Porter’i azarlar ve
yaramaz oğluyla konuşan bir baba edasıyla, “İngiliz İmparatorluğu tıbbi
nedenlerle afyon kullanımı arttığından kotaların arttırılmasını talep
etmektedir.” der.
Laheyde bulduğum belgelere göre bu sözler sonrası Porter’in önce kafası
karışır sonra çok öfkelenir. Öfkeli Porter Çinli delege ile birlikte Komite
toplantısını terk ederek sahayı İngilizlere bırakmış olur. Porter’in yokluğunda
İngiliz delegesi, Cemiyeti, Majesteleri Hükümeti’nin bilgi toplamakla yükümlü,
Merkezi Narkotik Kurumu kurulması teklifini kabul etmeye ikna eder. Bu kurumun
toplayacağı “bilginin” kapsamı her zaman muğlâk kalacaktır. Porter Amerika’ya
sarsılmış, üzgün ve daha deneyimli olarak döner.
Amerika’da faaliyet gösteren bir İngiliz ajanı da ünlü zengin William
Bingham’dır. Bingham ailesinin damatlarından biri de Baring ailesinden
gelmektedir. India House’da gördüğüm belgelere göre Baring Brothers firması
dini Philadelphia Quakers teşkilatını yönetmektedir ve Çin afyon ticaretinden
kazandığı paralarla Philadelphia şehrinin yarısına sahip olmuştur. Baring
Brothers Çin afyon ticaretindeki en zengin ve güçlü oyunculardandır. British
East India Co. mirasçılarından bir diğeri de Girard Bank & Trust kurucusu
Stephen Girard’dır.
Yolları Boston’da kesişip sıradan insanlara gün yüzü göstermeyen
ailelerin hepsi British East India Co. bağlantılıdırlar ve Çin afyon ticaretine
bulaşmışlardır. Bu Bostonlu ailelerin pek çoğu daha sonra korkunç HSBC Bank
kurucuları olmuşlardır. Bu banka hâlâ dünya afyon ticaretinden elde edilen
milyarlarca doları aklayan kurumdur.
Forbes, Perkins, Russell ve Hathaway British East India Company kayıtlarında
yer almaktadırlar. Bu Amerikan “Mavi Kanlılar (soylular)” başlıca faaliyeti
afyon ticareti olan ancak Çin ile Güney Amerika arası çalışan deniz
taşımacılığı da yapan Russell ve Co.’yu kurmuşlardır. British East India Co. ve
İngiliz Kraliyeti’ne sadakatlerini gösteren Amerikan ailelere 1883 yılında köle
ticareti tekel hakkı verilmiştir. Boston şehri zengin aileleri ve elit yapısını
pamuk-afyon-köle ticaretine borçludur. Londra’da incelediğim belgelerde
Boston’daki tüccar ailelerin İngiliz Kraliyetinin Amerika’daki destekçileri
olduklarını tespit ettim. John Murray Forbes’dan India House arşivleri ve Hong
Kong banka kayıtlarında “Boston Mavi Kanlılarının” kâhyası olarak bahsedilmektedir.
Forbes’un oğlu 300’ler Komitesi ve HSBC Bank yönetim kuruluna giren ilk
Amerikalıdır. 1960’lı yılların başında Hong Kong’da British East India Co.
üzerine araştırma yapan bir tarihçi olarak çalışırken kötü üne sahip uyuşturucu
bankası HSBC Bank’ın eski yönetim kurulu listelerini inceledim. Ve tam
beklediğim gibi Forbes bu isimlerden biriydi. İsmi hâlâ fısıldanan ünlü Perkins
ailesi insanlık ayıbı Çin afyon ticaretine dibine kadar bulaşmıştır. Hatta dede
Perkins 300’ler Komitesi’ne ilk giren Amerikalılardandır. Oğul Thomas Nelson
Perkins ise J. P. Morgan’ın Boston’daki adamı olup İngiliz ajanıdır. Tabii ki
Harvard’a finansal destek veren böyle önemli kişilerin karanlık geçmişleri
fazla sorgulanamaz. Zaten Boston’dan binlerce kilometre uzakta olan Kanton ve
Tientsin’de olanlardan kime ne?
Morgan Komite üyesi olduğundan Perkins ailesi çok desteklenmiş ve böylece
Thomas N. Perkins Çin afyon ticaretinde hızla yükselmiştir. Morgan ve Perkins
aileleri Masonluk üyelikleri dolayısı ile de yakındırlar. Ancak en üst düzey
Masonların 300’ler Komitesi’ne girebilme umutları vardır. 33. Derece Mason olan
Sir Robert Hart Morgan Guarantee Bank Uzak Doğu Bölümü yönetim kuruluna
girmeden otuz yıl önce Emperyal Çin Gümrük Müdürlüğü Başkanlığı yapmıştır.
Londra ve Hong Kong’da yaptığım araştırmalarda Sir Robert’ın Morgan’ın Amerika
Birleşik Devletleri operasyonlarında da yer aldığını gördüm. Morgan’ın
eroin/afyon ticareti kesintisiz olarak devam etmiştir. Örneğin David
Newbigging’nin Hong Kong operasyonlarında Jardine Matheson ile ortak Morgan’ın
danışma kurulu üyeliğine bakalım.
Hong Kong’u bilenler Newbigging isminin Hong Kong’daki gücünü iyi
bilirler. Morgan’ın elit bankasındaki görevi dışında Newbigging Çin hükümetine
danışmanlıkta yapmıştır. Roket karşılığı afyon, altın karşılığı afyon veya
ileri teknoloji karşılığı afyon ticareti Newbigging için aynı anlama gelir. Bu
banka, finans kurumları, ticaret şirketleri, bunların sahipleri ve yöneticileri
arasında öyle karmaşık ilişkiler vardır ki Sherlock Holmes bile bunları zor
çözer. Ancak uyuşturucu ticareti ve 300’ler Komitesi bağlantılarını anlamamız
için bu karmaşık ilişkileri çözmemiz gerekmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki uyuşturucu ve alkol pazarları aynı
güçlerce kontrol edilir. Bu maddeler önce Amerika’da yasak ilan edilir. Bu Çin
misyonerlik faaliyetlerinde deneyim kazanmış British East India Company
mirasçıları tarafından Amerika’da Alkole Karşı Hıristiyan Kadınlar Birliği
(WCTU) kurularak başlatılır.
Tarihin tekerrür ettiği doğrudur ancak bu tekrar yukarıya doğru
genişleyen bir spiral içinde olur. Bu gün çevreyi kirleten en büyük firmaların
aynı zamanda çevre hareketinin en büyük destekçileri olduklarını görmekteyiz.
Örneğin Prens Philip büyük bir “çevreci” olarak tanınır ancak oğlu Prens
Charles kerestecilik yapılan Galler’deki yüz binlerce dönüm orman arazisi ve
çevre kirliliğinin en yoğun olduğu Londra gecekondu bölgesi sahibidir. “İçki
karşıtı” kesimin finansörlerine bakınca bunların arasında Astor, Rockefeller,
Spellman, Vanderbilt ve Warburg gibi içki kaçakçılığına büyük para yatıran
aileler olduklarını görebiliriz. Kraliyet emri üstüne Lord Beaverbrook
İngiltere’den gelerek bu zengin ailelere Alkole Karşı Hıristiyan Kadınlar
Birliği’ne (WCTU) katılmalarını söylemiştir.
1940 yılında aynı Lord Beaverbrook Washington’a gelerek Roosevelt’e
Amerika’nın İngiltere’nin yanında Almanya ile savaşa girmesi emrini
bildirmiştir. Roosevelt de bu emre uymuştur. Pearl Harbor’dan dokuz ay önce
Roosevelt Amerikan Donanması’na Grönland’da konuşlanarak Alman U-Boat
denizaltılarına saldırmaları emrini vermiştir. Halefi George H. W. Bush, gibi
Roosevelt’te Kongrenin gereksiz bir detay olduğuna inanan ve kral gibi hareket
eden bir başkandır. (Kral rolünü oynamaktan hoşlanmasının bir nedeni de İngiliz
Kraliyet ailesi ile olan kan bağıdır.) F. D. Roosevelt illegal faaliyetlerinde
hiçbir zaman Kongre onayı almamıştır. İşte bu İngilizlerin bahsettikleri
“Amerika ile özel ilişki”ye tam bir örnektir. Roosevelt ile başlayan yozlaşma
John F. Kennedy dışında tüm başkanların döneminde artarak devam etmiştir.
Bahamalar’daki Cennet Adası’nda Lansky-MI6 ortaklığı tabela firması olan
Mary Carter Boya Firması Kennedy suikastında büyük rol oynamıştır. Bu firma
Lord Sassoon’un para sızdırdığı için hayatından olduğu şirkettir. Meyer
Lansky’den daha iyi bir yönetici olan Ray Wolfe Kanadalı Bronfman ailesini
temsil etmektedir. Bronfman ailesi Winston Churchill’in büyük Nova Scotia
Projesine ortak olmamakla beraber alkol ve uyuşturucu kaçakçılığı konularında
İngiliz Kraliyet Ailesi için çalışmaktadır.
Resorts International ve diğer uyuşturucu organizasyonlarının II. Dünya
Savaşı’nı takiben geliştirdikleri para aklama yöntemi
kara paranın kurye vasıtasıyla aklayıcı bankaya teslimi şeklindedir. Artık bu
riskli yöntemi sadece küçük oyuncular kullanmaktadırlar. Büyükler ise New York
Takas Evinde bulunan ve Burroughs bilgi işlem merkezince yönetilen Uluslararası
Ödemeler Takas Evi Sistemi’ni (CHIPS) kullanmaktadırlar. Dünyanın en büyük 12
bankası bu sistemi kullanır ve bunlardan biri de HSBC’dir.
Diğeri ise ahlak abidesi Credite Suisse bankasıdır. Virginia merkezli
SWIFT sistemi de devreye sokulunca uyuşturucu parası iki sistem arasında
görünmez hale gelmektedir. Bazen şaibeli işlemleri saklamada yapılan hatalar
FBI’ın dikkatini çekse de kendisine derhal başka tarafa yönelmesi emri verilir.
Sadece alt düzey uyuşturucu tüccarları kara parayla yakalanırlar. Elit
Drexel Burnham, Credite Suisse ve HSBC her zaman temiz kalmışlardır. Bank of
Commerce and Credit International (BCCI)’ın çöküşü bankacılık ve uyuşturucu
trafiği arasındaki ilişkileri belli ölçülerde açığa çıkarmışsa da kovuşturma
yeterince yapılmamıştır. 300’ler Komitesi portföyündeki en büyük bankalardan
biri American Express (Amex)’tir. Bu kurumun başkanları her zaman Komite
görevlerinde yer alırlar. Amex ile ilk defa ilgilenmem uyuşturucu parası
izlerini sürerken Cenevre’deki Trade Development Bank’e ulaştığımda başladı.
Burada altın karşılığı afyon işinin önemli oyuncusu Edmund Safra isimli
kişinin Trade Development Bank aracılığı ile Hong Kong borsasına tonlarca altın
soktuğunu gördüm. “Altın izini takip et” ilkesi uyarınca İsviçre’ye gitmeden
önce Güney Afrika Cumhuriyetindeki Pretoria’ya gittim. Orada Güney Afrika
toptan altın ticaretinin başında olan Güney Afrika Rezerv Bankası Genel Müdür
yardımcısı Dr. Chris Stals ile sanki Lihtenştayn’daki bazı alıcı firmaları
temsil ediyor gibi görüştüm. Bir hafta içinde yaptığımız birkaç görüşme sonrası
banka bana temsil ettiğim müşteriler adına 10 ton altın satamayacağını
bildirdi. Dr. Stals beni bir İsviçre firmasına yönlendirdi ve bu firma da bana
Cenevre’deki Trade Development Bank temas bilgilerini verdi. Pretoria’dan sonra
Cenevre’ye giderek Dubai’deki British Bank of the Middle East’e nasıl altın
transfer edildiği konusunda araştırma yapmaya başladım. Trade Development
Bank’ta önce gayet nezaketle karşılandım ancak konuşmalar ilerledikçe banka
yöneticilerindeki davranış değişiklikleri bende kuşku ve korku yarattı. Kimseye
bildirmeden Cenevre’den ayrıldım. Cenevre’den sonra Paris ve Londra’ya gittim
ve oradan da Dubai’ye uçtum. British Bank of the Middle East ziyaretim işe
yaradı. Burada bankanın iç operasyonlarını görme şansım oldu. Banka Cenevre
Trade Development Bank’tan gelen altınları işleyerek Bank of England veya Fort
Knox’taki kasalar kadar büyük kasalarda saklamaktaydı. Ziyaretim sırasında
Avrupa, Pakistan, Iran ve Hong Kong’tan gelen müşterileri gözlemleme şansım
oldu. Bu müşterilerin bankayla ne yaptıklarını bilmesem de bankanın çok yoğun
çalışan bir takas evi olduğu ortadaydı. Ben takasa konu maddenin altın olduğunu
düşünmekteydim ama elimde kanıt yoktu. Dubai’den ayrılırken buradaki altın
ticaretinin afyon karşılığı yapıldığından emindim.
Sonradan Trade Development Bank American Express’e satıldı. American
Express daha önce Başsavcı Edwin Meese tarafından kısa süre incelenmiş bir
kurumdu. Bu inceleme sonrası Meese “rüşvet” suçuyla makamından atıldı. Trade
Development Bank uyuşturucu paralarını aklamada mı kullanılıyordu? Şu ana kadar
özel bir firmanın nasıl dolar basma imtiyazına sahip olduğu kimse tarafından
açıklanamamıştır. Bildiğiniz gibi American Express Seyahat Çekleri dolar yerine
geçmektedirler. Daha önce açıkladığımız Safra-AMEX uyuşturucu bağlantısı pek
çok kişiyi üzdü. Her ne kadar British Bank of the Middle East ve HSBC Hong Kong
arasında bir uyuşturucu bağlantısı bulamasam da Dubai’de pek çok Kara Asalet
ailesinin ismi gündeme geldi. Bunlardan en önemlisi Venedik Kara Asaletine
mensup Japheth ailesidir ki bu ailenin bir üyesi 300’ler Komitesi’ndedir.
Japheth ailesi Charterhouse Japheth firmasında büyük sermayedar olup bu kurum
Hong Kong afyon ticaretiyle direkt bağlantılı Jardine Matheson’u kontrol
etmektedir. Pek çok Venedik bankerin yaptığı gibi Japheth ailesi de İngiliz
Quakers cemaatine katılmıştır. 300’ler Komitesi’nde üyesi bulunan Matheson
ailesi en azından 1993 yılına kadar Çin afyon ticaretinde başı çekenlerdendir.
19. yüzyılın başlarında Matheson ismi İngiliz Monarşisi Onur Listelerinde
görünmeye başlar. 300’ler Komitesi’ndeki uyuşturucu tacirlerinin her yıl
mahvettikleri milyonlarca kişinin hayatına karşı hissettikleri üzüntü yoktur.
Komite üyeleri Gnostik, Catharist Dionysos Kültü veya Cehennem Ateşi Kulübü
Osiris üyeleridir. Onlar için sıradan bir kişi sömürülmek için vardır. Bu
adamların büyük üstatları Bulwer Lytton ve Aldous Huxley uyuşturucunun yararlı
bir madde olduğu konusunda vaaz vermektedirler. Huxley şöyle demektedir:
“Günlük kullanılan pek çok kimyasal zehir her zaman olmuştur.
Sebzelerdeki sakinleştiriciler ve narkotikler, ağaçlarda yetişen uyarıcılar,
çileklerde bulunan halüsinatörler insanoğlunun ilk ortaya çıkışından itibaren
kullanılmışlardır. Tüm bu doğal narkotiklere bilim sentetik olanları da
eklemiştir. Batıda sadece alkol ve tütüne izin olup tüm diğer kimyasal maddeler
narkotik olarak nitelendirilmektedir. ”
300’ler Komitesi’ndeki plutokratlar ve oligarşi üyeleri için
uyuşturucular iyi bir gelir kapısı oldukları kadar insanları bağımlı zombiler
haline getirerek kontrol edilmelerini kolaylaştıran maddelerdir. Gelmekte olan
Tek Dünya Devleti’ne karşı çıkanlara ceza onları eroin, kokain ve marihuanadan
mahrum bırakmak olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tahminlerine göre 2006
yılında dünyada eroin, kokain ve marijuana bağımlısı 55 milyon insan
bulunmaktadır.
Komite’ye göre uyuşturucu akışını düzenlemek için bunları yasallaştırarak
devlet tekeline sokmak gerekmektedir. Beklentiye göre ciddi ekonomik krizler
uyuşturucu kullanımını artıracaktır. Komite yüz binlerce işsizin huzur bulmak
için uyuşturucu kullanımına yönelmesini beklemektedir. Roma Kulübü toplantı
tutanaklarından birinde bu durum aşağıdaki gibi açıklanmaktadır:
“(...)Hıristiyanlıktan ümidini kesen ve beş yıldan fazladır işsiz olan
kişiler kiliseden koparak huzuru uyuşturucularda arayacaklardır. Bu durumda
kontrolümüz altındaki tüm dünya devletlerinin uyuşturucuları yasallaştırarak
tekel haline gelmeleri ve uyuşturucu arzını düzenlemeleri gereklidir.
Uyuşturucu barları sistemden hoşnut olmayan veya ona başkaldıranların hakkından
gelecektir. Devrimciler böylece zararsız uyuşturucu bağımlıları haline
geleceklerdir. ”
CIA ve İngiliz gizli servisi MI6’in bu konuda on yıldır çalıştıkları
kanıtlanmıştır. Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (RIIA) Aldous Huxley
ve Bulwer Lytton teorilerinin yol haritasındaki feodal sistemin geçerli olacağı
Tek Dünya Devleti’nde halkın kendi iradesini uyuşturucularla elinden almayı
planlamaktadır. Tekrar Aldous Huxley’in dediklerine bakalım:
“Değişik medeniyet seviyesindeki pek çok toplumda uyuşturucu
bağımlılığı din bağımlılığı ile birleştirilmiştir. Antik Yunan’da örneğin etil
alkolün dinde yeri vardır. Kimyasal madde kullanımının tamamen yasaklanması
yasal olarak mümkünse de uygulanması imkânsızdır.
Şimdi henüz keşfedilmemiş ancak her an ortaya çıkabilecek olan ve
normalde insana acı veren yaşam koşulları içinde onu mutlu edecek bir maddeyi
düşünelim. (Beş yıl boyunca iş arayıp bulamayan bir kişi kadar mutsuz biri
olabilir mi?) Böyle bir madde kutsal bir nimet olacaktır. Ancak bu nimet sosyal
ve siyasi tehlikeler içermektedir. Halkına kimyasal öforiyi bedavaya sunan bir
diktatör kendine saygısı olan hiçbir insanın kabul edemeyeceği yönetim şekli hakkında
toplumsal desteği sağlayabilir. ”
Ne diyalektik şaheser! Huxley’in savunduğu (ve Komite’nin resmi
politikası olan) toplu beyin kontrolüdür. Sıkça söylediğim gibi tüm savaşlar
insan ruhu içindir. Henüz biz uyuşturucu ticaretinin özgür insanlara karşı açılmış
düşük yoğunlukta bir savaş olduğunu fark edemedik. Düzensiz savaş en zor savaş
şeklidir ve sonu belli değildir. Bazıları İngiliz Kraliyet Ailesi’nin
uyuşturucu trafiğine bulaşmış olmasını sorgulamaktadırlar. Bunu basılı medyada
görmeyi istemek aslında akıl dışı olsa da pek çok kere bu akıl dışılık ortaya
çıkmıştır. İstihbarat işindeki en eski prensiplerden biri zaten “Bir şeyi
saklamak istiyorsan herkesin görebileceği bir yere koy!” kuralıdır.
1876 yılında basılan F. S. Turner’in İngiliz Afyon Siyaseti isimli
kitabı İngiliz monarşisi ve yakınlarının afyon ticaretine nasıl bulaştıklarını
gözler önüne sermektedir. Turner, Afyon Ticaretine Karşı İngiliz Doğu
Derneği’nin genel sekreteridir ve Kraliyet Sözcüsü Sir Richard Temple
tarafından susturulmayı kabul etmemiştir. Turner hükümetin dolayısı ile
Kraliyet Ailesi’nin afyon tekelinden çekilmesini savunmakta ve şöyle
demektedir: “Eğer maddi kaybımız olacaksa kaçakçılığı önlemek için topladığımız
vergilerden vazgeçelim.” Turner’a yanıt monarşi sözcüsü ve British East India
Co. savunucusu Lord John Laird Lawrence’dan gelir:
“Tekelin yıkılması arzu edilen bir şeydir ancak ben bu değişimi yapan
kişi olmak istemem. Eğer kaybedeceğimiz maddi gelir kaldıramayacağımız bir
miktarsa bunu yapmaktan kaçınmamız gerekir. ”
(The Calcutta Papers 1870)
(Life of Lord Lawrence, R. Bosworth-Smith)
Lord Lawrence konuşmasında East India Co.’nun Bihar ve Bengal afyon
üretimi ve afyonun Kalküta’dan Kanton’a nakliyatını kontrol ettiğinden
bahsetmemektedir. Halbuki bu ticari süreçte İngiliz kraliyeti milyonlarca dolar
kazanmaktadır. Bu 300’ler Komitesi üyeleri veya onların torunlarının büyük bir
savaş vermeden bırakacakları bir iş değildir. (India Office Records 1870)
1874 yılında Çin afyon ticareti konusunda İngiliz monarşisi ve aristokrasisine
açılacak savaş söylemleri yaygınlaşmıştır. Uyuşturucu Ticaretine Karşı İngiliz
Doğu Derneği Çin’i büyük miktarda afyon almaya zorlayan Tientsin Anlaşması’nın
Çin halkına karşı işlenmiş bir insanlık suçu olduğunu söylemektedir. Benzer
insanlık suçu İngiltere’ye Karayipler ve Amerika’ya köle işçi “coolies”
götürmek konusunda imtiyaz sağlayan ve Çin’e zorla imzalatılan 1842 Nanking
Anlaşması için de geçerlidir. Ayrıca Hong Kong İngiltere’ye verilmiş olup Çin
East India Co. tarafından pasaport verilen tüm yabancıları ülkesine almaya
zorlanmıştır.
1866 yılında avukat Joseph Grundy Alexander isimli kahraman ortaya
çıkarak İngiltere’nin Çin’e yaptığı afyon ticaretine savaş açmış ve bu
ticarette monarşi ve aristokrasiyi sorumlu tutmuştur. Alexander “Tahtın İncisi”
Hindistan’ı ilk defa bu işin içine çeken adamdır. Alexander suçu ait olduğu
yere yani İngiliz monarşisi, aristokrasisi ve hükümet yetkililerine
yüklemektedir.
Alexander yönetimindeki dernek afyon ekiminin derhal durdurulması ve
Bengal afyon tarlalarının imhası konularında baskılarını arttır. Alexander
güçlü bir rakip çıkmıştır. Liderliği sayesinde uyuşturucu aristokrasisi zemin
kaybetmiş, Alexander’in monarşiyi açıkça suçlaması üzerine Parlamento üyeleri,
muhafazakârlar, sendikacılar ve işçi grupları yanına geçmeye başlamışlardır.
Alexander uyuşturucu ticaretinin partiler üstü bir problem olduğunu ve bu
kötülüğün ortadan kalkması için tüm partilerin işbirliği yapmalarını
söylemektedir.
Kimberly Kontu, Hindistan Bakanı ve Kraliyet Ailesi Sözcüsü John
Wodehouse “Ülkenin ticaretine karışanlar hükümetten sert tepki göreceklerdir!”
diye tehditte bulunmaktadır. Alexander ve derneği pek çok tehdit aldıktan sonra
Parlamento afyon ticareti hakkında Kimberly Kontu Başkanlığında Kraliyet
Komisyonu kurulmasını kabul etmiştir.
Bu komisyon için Kimberly Lordundan daha uygunsuz bir başkan olamazdı.
Aynen Dulles’in Warren Komisyonu’na atanması gibi. İlk beyanatında Kimberly
Lordu Hindistan afyon gelirlerinin durdurulması kararına katılmaktansa
görevinden istifa edeceğini açıklamıştır. Burada sanki halkla paylaşılıyormuş
gibi söylenen “Hindistan afyon gelirleri” lafına dikkat etmek gereklidir. Nasıl
ki Güney Afrika Cumhuriyeti vatandaşları altın ve elmas satış kârlarından bir
şey elde etmiyorlarsa burada da durum aynıdır. Hindistan afyon gelirleri
Kraliyet Ailesi’ne, asillere ve plutokratlara gitmektedir.
İngiltere ve Hindistan’daki sıradan insanların afyon gelirlerinden
aldıkları pay yoktur. Hatta bunlar afyon bile alamazlar. Benzer şekilde zenci
veya beyaz hiçbir Güney Afrika Cumhuriyeti vatandaşı Londra bankalarına akan
altın madeni gelirlerinden kuruş kazanmamışlardır.
Emperyal Uyuşturucu Ticareti isimli kitabında Joshua Rowntree
Başbakan Gladstone ve plutokratlarının İngiliz monarşisinin uyuşturucu trafiği
içindeki rolünü kapatmak için nasıl yalan söyledikleri, halkı kandırdıkları ve
doğruları çarptırdıklarını harika şekilde anlatmaktadır. Rowntree’nin kitabı
İngiliz monarşisi, lord ve leydilerin Çin afyon ticareti ilişkileri ve bundan
elde ettikleri servetler üzerine bir bilgi hazinesidir.
Kimberly Lordu ve aynı zamanda komisyon başkanı afyon ticaretinin
Hindistan ayağında işin içinde olduğundan soruşturmayı kapatmak için var
gücüyle mücadele etmiştir. Halktan gelen yoğun baskı üstüne Kraliyet Komisyonu
soruşturmada belli bir aşama kaydederek ülkedeki en yüksek kişilerin afyon
ticareti yaparak büyük servetler kazandıklarını gözler önüne sermiştir. Fakat
ortaya çıkan bu gerçekleri bir an önce sümen altı etmek için soruşturmada
hiçbir uzman tanık dinlenmemiştir.
Dolayısı ile Komisyon’un faaliyeti bizim de 20. yüzyıldaki Amerika’da
binlerce kez gördüğümüz üzere tam bir örtbas operasyonu olarak kalmıştır.
Amerika’daki Doğu Liberal Oluşumu üyesi aileler Çin afyon ticaretine en az
İngiliz ortakları kadar bulaşmışlardır ve halen işin içindedirler. Yakın tarihe
bakarsak eski başkanlardan Carter’in İran Şahı’ndan nasıl kurtulduğunu
görebiliriz? İran Şahı neden Amerika Birleşik Devletleri’nce devrilip sonra da
öldürülmüştür? Bunun yanıtı “Uyuşturucu ve Petrol”dür.
Şah İran’dan İngiltere tarafından yapılan afyon ticaretini
sonlandırmıştır. Şah başa geçtiğinde İran’da 1 milyon afyon/eroin bağımlısı
bulunmaktadır. Şah ayrıca İran petrol politikasını da değiştirmek istemekteydi.
Bu durumda küplere binen İngilizler Şah’ı yapmaya planladıklarına tolerans
göstermeyeceklerini bildirdiler. Aralarındaki “özel ilişkiye” binaen
Amerikalılar İngilizlerin yardımına yetiştiler.
(Kaynak: What Really Happened in Iran, John Coleman 1974)
İki kere tahttan olan
İran Şahı’na son darbe yine Batılılardan geldi. Humeyni’nin öğrencileri
Tahran’daki Amerikan Büyük Elçiliği’ni işgal ettiklerinde Şah zamanında yapılan
İran’a silah satış anlaşması devam etmektedir. Peki neden? Çünkü Amerika eğer
silah satışını durdursa Humeyni misilleme olarak İngilizlerin İran’daki afyon
tekelini yasaklayabilirdi.
1984 yılından sonra
Humeyni’nin afyona gösterdiği liberal yaklaşım sonucu ülkedeki bağımlı sayısı
Birileşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü rakamlarına göre 2 milyonu
bulmuştur. Bu da yukarıdaki tespitimi doğrulamaktadır.
Carter ve halefi Ronald Reagan Amerikan rehine krizi sürerken risklerini
bilerek İran’a silah satmaya devam etmişlerdir. Silah satışı anlaşması 300’ler
Komitesi üyesi Cyrus Vance ve Dr. Haşemi arasında imzalanmış ve silah sevkiyatı
Amerikan Hava Kuvvetleri kargo uçaklarınca yapılmıştır. Silahların büyük kısmı
Almanya’daki Amerikan silah stoklarından yapılırken bir kısmı da Amerika
Birleşik Devletleri’nden direkt nakliyat şeklinde gerçekleşmiştir. Amerika’dan
kalkan kargo uçakları Azor Adaları’nda yakıt ikmali yapmışlardır. Humeyni 300’ler Komitesi tarafından
seçilmiş bir lider olup Afganistan’da doğup büyümüştür. Babası İngiliz MI6
ajanı olan Humeyni Tahran’da gücü ele geçirdikten sonra afyon üretimi
patlamıştır.
1984 yılında İran afyon üretimi yıllık 650 tonu geçmiştir. Carter ve
Reagan afyon ticaretini garanti altına almıştır. Ancak görüldüğü kadarıyla
Başkan Reagan CIA’yi bu durumdan haberdar etmemiştir. CIA Beyrut şefi William
Buckley afyon ticaretinin arkasında kimlerin olduğunu bilmeden İran, Lübnan ve
Pakistan arasındaki kaçakçılığı incelemektedir. İslamabad’dan Buckley Altın
Hilal denilen bölgede yapılan afyon ticareti hakkındaki raporlarını CIA’n
Langley’deki merkezine göndermeye başlar. Buckley’in bu davranışları sonucu
İslamabat Amerikan Büyükelçiliği bombalı saldırıya uğrar ancak Buckley bu
saldırıdan kurtularak Washington’a döner. Artık Buckley’in gizliliği
kalmamıştır, buna rağmen ve CIA kurallarına aykırı olarak Buckley tekrar
Beyrut’ta görevlendirilir. Aslında bu görevlendirme Buckley için CIA’nin
verdiği ölüm emridir. Buckley SAVAK ajanlarınca kaçırılır. Suriye
Muhaberatı’nca işkenceden geçirilen Buckley vahşice öldürülür. Buckley’in
Afganistan, Pakistan, İran ve Lübnan’da olan afyon kaçakçılığına açtığı cesurca
ancak yanlış savaş onun yaşamına mal olmuştur. Buckley gibi uyuşturucu
kaçakçılığını tek başına veya küçük müdahale gruplarınca durdurulabileceğini
sananlar yanlış yapmaktadırlar. Onların yaptığı ahtapotun kollarının bazılarını
kesmek gibidir çünkü hiçbir zaman başına dokunamazlar. Avrupa monarşileri ve
Doğu Liberal Oluşumu ahtapotun başını kimseye ezdirmez.
Bush yönetiminin güya politikası olan “uyuşturucu ile mücadelenin” asıl
amacı tüm uyuşturucuların yasallaştırılmalarıdır. Bu uyuşturucuların
kullanımını yasallaştırmak sadece sosyal bir değişim değil Amerikan halkının
beyinlerinin kontrolü anlamına gelmektedir. “Kova Burcu Komplosu”
teorisyenlerine göre bu: “Amerika’da radikal değişimi başlatmaktır.”
Bu en gizli örgütün yani 300’ler Komitesi’nin ana hedefidir. Afyon-eroin
ticaretinde hiçbir şey değişmemiştir. Bu ticaret hâlâ İngiltere ve Amerika’nın
elit ailelerince yürütülmektedir. Bu ticaret halen dünya tarihindeki en kârlı
iş olma özelliğini taşımaktadır. Zaman zaman yakalanan küçük miktar
uyuşturucular aslında New York, Hong Kong ve Londra’da konuşlanmış büyük
tacirlere değil yeni rakiplere aittirler. Aslında bu yakalamalar rekabeti
savuşturduğundan büyük tacirlerin lehine işleyen operasyonlardır.
300’ler Komitesi’nin Güney
Afrika Savaşı
İngiliz sömürge kapitalizmi her zaman olduğu gibi şimdi de feodal
sistemin ana besin kaynağıdır. Güney Afrika’da Boer’ler olarak bilinen fakir,
cahil kırsal kesim grup 1899 yılında İngiliz aristokrasisinin kanlı ellerine
düştüğünde Kraliçe Viktorya tarafından yürütülen kanlı savaşın aslında British
East India Co.’nun Çin afyon ticaretinden kazandığı paralarla finanse
edilmektedir.
Anglo-Boer savaşı olarak bilenen bu vahşeti planlayarak başlatanlar
300’ler Komitesi üyeleri Cecil John Rhodes, Barney Barnato ve Alfred Beit’tir.
Rhodes bankaları afyon gelirleriyle dolu Rothschild’lerin baş temsilcisidir.
300’ler Komitesi’nin hırsız temsilcileri Rhodes, Barnato, Oppenheimer, Joel ve
Beit Boer’lerin doğal hakkı olan altın ve elmas kaynaklarına el koymuşlardır.
Boer’ler kendi topraklarından çıkarılan altın ve elmasların satışından elde
edilen milyarlarca doların sadece çok azından faydalanabilmişlerdir.
Komite altın ve elmas madenlerine Rothschild’ler kanalıyla el koymuştur
ve halen de kendine bağlı Anglo American Corporation isimli firma ile kontrol
etmektedir. Güney Afrika’da İngilizlerin yaptıkları insanlık tarihinde işlenmiş
en büyük soygun ve soykırım suçudur.
Burada şunu belirtmek gerekir ki 1899-1902 döneminde olan zulümlerin
Komünistlerle hiçbir alakası olmayıp bunlar İngiliz gizli paralel devleti olan
RIIA’nın işleridir.
Arthur Edward Jay Epstein 300’ler Komitesi’nin doğal kaynaklara nasıl el
koyduğunu aşağıda anlatmaktadır:
“British East India Company kayıtlarına göre 18. yüzyılın sonunda
dünya elmas piyasası tamamen Yahudilerin elindedir. Brezilya elmas madenlerinde
verimlilik düşmüş olup Hindistan’da artık elmas çıkartılmamaktadır. Tam dünya
elmas kaynakları tükeniyor diye düşünülürken Güney Afrika elmas madenleri
1860’larda keşfedilmiştir.
Pazarın yeni kaynaklardan çıkan elmaslarla dolacağından korkan on
Londralı Yahudi tüccar Güney Afrika’da çıkan tüm elmasları alacak bir
sendikasyon oluşturmuşlardır. Bu sendikasyondaki bazı tüccarlar ayrıca De Beers
tekelinin büyük miktar hissesini almışlardır. Cecil Rhodes ile bu işi kotaran
tüccarlardan biri Dunkelsbuhler’dir. Dunkelsbuhler Londra’daki firmasına
Almanya Friedberg’den gelen on altı yaşında bir çırak almıştır. ”
Bir puro tüccarının oğlu olan Ernest Oppenheimer 1901 yılında Anton
Dunkelsbuhler’in Güney Afrika’ya gönderdiği delikanlıdır. Almanya doğumlu,
İngiliz uyruklu, dinen Yahudi ve Güney Afrika’da yerleşik Oppenheimer tam çok
uluslu iş adamı portresi çizmektedir.
Oppenheimer 1917 yılında önce Londra’da Anglo-American Corporation’ı
kardeşleri ve House of Morgan yardımıyla kurdu daha sonra da Güney Batı Afrika
Konsolide Elmas Madenleri (CDM) firmasını oluşturdu. Oppenheimer her büyük
Alman yatırımcıya Namibya’daki yasaklı bölgedeki yatırımları karşılığı
Anglo-American firması hisseleri vermeyi taahhüt etti. Elindeki bu güçle
Oppenheimer De Beers firmasından hisse ve yönetim kurulu üyeliği kaptı.
1929 Ernest Oppenheimer ve kuzenleri elmas tekelinde önemli bir pozisyona
gelmişlerdi. Bankası De Beers hissedarı olan Lord Rothschild sayesinde
Oppenheimer DeBeers’i kendi Anglo-American Company’e kattı ve başına geçti.
Depresyon esnasında elmas talebinin sıfırlanmasıyla Oppenheimer madenlerini
kapattı ancak yeni madenler almaya devam etti.
1937 yılında De Beers’in stoklarında 40 milyon kırat yani 20 yıllık elmas
bulunmaktaydı. İflas tehlikesi yaşayan firma kendi talebini kendi yaratmaya
karar verdi. Oppenheimer oğlunu New York Madison Avenue’daki stratejistlere
göndererek yeni bir kampanya oluşturdu. Bu kampanyada elmasın kesimi, rengi,
saydamlığı ve kıratı vurgulanmaktaydı. Yeni bir gelenek icat edilerek tek taş nişan yüzükleri
piyasaya sürüldü ve “Pırlanta Ölümsüzdür” sloganı üretildi. Kampanya iki yıl
içinde satışları %50 arttırdı.
İngiliz kraliyet ajanları Boer Savaşı gibi büyük bir problemi nasıl
çıkartmayı başardılar? Bu büyük işi başarmak için iyi bir organizasyon ve
hiyerarşik emirleri derhal yerine getirecek ajanlara gereksinim vardır. İlk
başta Boer’leri İngiliz vatandaşlarının Boer Transvaal ve Portakal Nehri
Cumhuriyetlerinde oy kullanmalarına izin vermeyen barbarlar olarak gösteren basın
kampanyası başlatıldı.
Bundan sonra Boer’lerden karşılayamayacakları taleplerde bulunuldu.
Başlıca talep zenci ve yabancılara oy hakkı verilmesiydi. Paul Kruger bu kabul
edilemez talebi reddettiğinde İngiliz medyası kendisini kalpsiz bir diktatör
olarak etiketledi. Transvaal Cumhuriyeti Başkanı’nın zenciler ve yabancılara oy
hakkı vermesi imkânsızdı çünkü bu gruplar Boer’lerin üç katı nüfusa sahiptiler.
Daha sonra Boer’leri misillemeye zorlayacak bazı provokatif eylemler
yaratıldıysa da bunlar işe yaramadı. En sonunda ünlü Jameson Taarruzu Dr. Starr
Jameson liderliğindeki birkaç yüz adamının Transvaal Cumhuriyeti’ne saldırısı
şeklinde gerçekleştirildi. İngiliz hükümetinin planladığı gibi savaş bundan
sonra başladı.
Kraliçe Viktorya o zaman dünyanın gördüğü en büyük ve en iyi donanımlı
orduyu hazırlattı. Boer’lerin düzenli orduları ve eğitimli milis güçleri
bulunmadığından Viktorya’nın 400.000 kişilik eğitimli ve kurmaylarca yönetilen
ordusuna fazla direnmeleri beklenmemekteydi. İngiliz medyası savaşın kısa
sürede biteceğini bildiriyordu. Rudyard Kipling de savaşın bir veya iki hafta
içinde biteceğinden emindi. 80.000 kişiden fazla olmayan Boer çiftçilerine şans
tanıyan yoktu. Ama sadece tüfekleri bulunan Boer’ler İngilizlerle üç yıl
savaştılar. Kipling: “Güney Afrika’ya bir haftada bitecek savaş için gittik
ancak Boer’ler bize dersimizi verdiler.” diyordu.
Biz de 300’ler Komitesi’ne aynı dersi bu milleti Amerikan Anayasası’nın
verdiği tüm nimetlerden mahrum bırakmayı amaçlayan bu korkunç savaşta iyi ve
doğru liderler bulursak verebiliriz.
1902’de savaşın sona ermesinden sonra İngiliz Kraliyeti Boer
topraklarının altında bulunan altın ve elmas madenleri üzerindeki tam
hâkimiyetini sağladı. Bu ismini Kral Arthur ve şövalyelerinden alan Yuvarlak
Masa organizasyonu sağladı. Yuvarlak Masa İngiliz istihbarat servisi MI6 ile
300’ler Komitesi’nin kurdurduğu Rhodes Burs Programı isimli Güney Afrika’nın
bağrına saplanmış hançer ile ortak yürüttüğü bir operasyondur. Güney Afrika’da
Yuvarlak Masa Rothschild temsilcisi Cecil Rhodes tarafından kurulmuş ve
Rothschild ailesinin İngiltere kanadı tarafından finanse edilmiştir. Amacı
İngiliz monarşisine sadık kalarak altın ve elmas madenlerini kontrol edecek iş
adamlarını eğitmektir. Güney Afrikalıların elinden doğal kaynakları en acımasız
ve pervasız biçimde alınırken bunu yapacak organizasyonun merkezi bir
emir-komuta zinciri içeren güç olduğu bellidir. Bu emir-komuta zinciri içinde
çalışan merkezi güç tartışmasız 300’ler Komitesi’dir. 1920’li yılların başında
Komite Rothschild’ler vasıtasıyla dünyadaki en büyük elmas ve altın madenlerine
sahiptir. Uyuşturucu ticaretinden gelen paralara artık altın ve elmas
madenlerinden akan paralar katılmıştır. Yani dünyanın finansal kontrolü
tamamlanmış gibidir.
Bu olayda Yuvarlak Masa organizasyonu büyük rol oynamıştır. Güney
Afrika’yı yuttuktan sonra Yuvarlak Masa Bağımsızlık Savaşı sonrası özgürlüğünü
kazanan Amerika’yı tekrar İngiltere’ye bağlama hedefine yönelmiştir. Bu
operasyonda önemli olan organizasyon Londra Rothschild’lerin çırağı Lord Alfred
Milner tarafından sağlanacaktır. İskoç Mason Locası prensiplerine göre seçilen
Yuvarlak Masa üyeleri önce Cambridge ve Oxford Üniversitelerinde kendisini
“eski tüfek Komünist” sayan John Ruskin ve MI6 ajanı T. H. Green gözetiminde
yoğun bir eğitimden geçerler. Babası eski bir Evangelist papaz olan Green
Rhodes, Milner, John Wheeler Bennett, A.D. Lindsay, George Bernard Shaw ve
Hitler’in Maliye Bakanı Hjalmar Schacht’ı eğiten kişidir.
Burada Yuvarlak Masa’nın 300’ler Komitesi’ne bağlı pek çok kurumdan biri
olduğunu hatırlatmak isterim. Buna karşın Yuvarlak Masa’nın kendine bağlı pek
çok firması, bankası, okulları ve kurumları vardır.
Yuvarlak Masa üyeleri tüm dünyaya yayılarak bulundukları ülkelerin
ekonomi siyasetini ve siyasi liderliğini kontrol almaya çalışırlar. Örneğin
Boer Savaşında İngilizlere karşı savaşan General Jan Smuts devşirilerek İngiliz
monarşisine bağlı önemli askeri, siyasi ve haber lama pozisyonlarına
getirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’ni içeriden ele geçirme işinde ise Henry
Kissinger’in hocası onu zirveye taşıyan William Yandell Elliot vardır.
William Yandell Elliot “Oxford’da bir Amerikalıdır” ve hiyerarşi içinde
yükselişini Komite’ye iyi hizmet vererek sağlamıştır. 1917 yılında Vanderbilt
Üniversitesi mezuniyeti sonrası Elliott Rothschild-Warburg bankacılık sisteme
katılmıştır. San Francisco Federal Rezerv Bankası’nda çalışan Elliot burada
direktörlüğe kadar yükselmiştir. Bu kurumda Warburg-Rothschild istihbarat ajanı
olarak çalışan Elliot Masonlar tarafından Rhodes bursuna aday gösterilir.
Elliot 1923 yılında özellikle batıda ajanlık yapacak sosyalist görüşlü
öğrencilerin okuduğu Oxford Balliol Koleji’ne girer.
Balliol Koleji, Yuvarlak Masa’ya adam toplama merkezi gibidir. Tavistock
İnsan İlişkileri Enstitüsü temsilcisi A.D. Lindsay’in beyin yıkama
seanslarından sonra Elliott Yuvarlak Masa’ya kabul edilir ve kendisine
verilecek görev için Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’ne gönderilir.
Burada Elliot’a verilen görev Amerika’ya dönerek akademik dünyada sosyalist bir
lider olmaktır.
Yuvarlak Masa’nın felsefesi üyelerinin sosyal kurumlar vasıtasıyla sosyal
siyaset üretip uygulamalarıdır. Üyeler bankacılıktaki en yüksek görevlere Susex
Üniversitesi’nde Tavistock Enstitüsü’nden eğitim alarak getirilmektedirler. Bu
eğitim programı İngiliz Kraliyet Ailesi’nin dostu Lord Beaconsfield tarafından
yönetilmiş daha sonra başına İngiltere’nin en ünlü finans kuramlarından Lazard
Freres’e başkan olan Robert Brand geçmiştir. Kraliyet Uluslararası İlişkiler
Enstitüsü İngiliz monarşisi ile her zaman iç içe olmuştur.
Bilderberg Grubu politikacı ve Winston Churchill’in damadı Duncan Sandy
tarafından organize edilmiştir. Ditchley Vakfı, 1983 yılında basılan kitabım International
Banker’s Conspiracy: The Ditchley Foundation’da ifşa ettiğim gizli
bankacılık kulübüdür. Üçlü Komisyon, Amerika Birleşik Devletleri Atlantik
Kurulu ve gizli kurucusu Lord Bullock olan Aspen Beşeri Bilimler Enstitüsü hep
RIIA bağlantılı kuramlardır. Bilderberg Grubu’nun ana görevi RIIA tarafından
geleceğin liderleri seçilen kimselere sosyalizmi aşılamaktır.
Zamanında RIIA’nın Amerika’daki gözbebeği olan Henry Kissinger’ın
yükselişi İngiliz monarşisinin Amerika Birleşik Devletleri üzerinde kazandığı
büyük bir zafer ve bir korku hikâyesidir. Burada Kissinger’in güç, servet ve
üne yükselişine biraz değinmemiz gerekmektedir. Yenilmiş Almanya’da bulunan
Amerikan işgal kuvvetlerinde askeri danışman Fritz Kraemer’in şoförlüğünü yapan
er Kissenger Oppenheimer ailesi sayesinde İngiltere’deki Wilton Park’a eğitim
için gönderilir. Buraya geldiğinde rütbesi baş çavuş olmuştur.
1952’de Kissinger Tavistock Enstitüsü’ne gönderilir burada kendisini R.V.
Dicks yeniden yaratacaktır. Bu noktadan sonra Henry Kissinger’in yükselişini
durdurmak imkânsızdır. Kissinger buradan sonra CFR New York ofisinde George
Franklin ve Hamilton fish’in yönetiminde çalışmaya başlar. Tavistock’tayken
Kissinger’e Amerika Birleşik Devletleri resmi nükleer enerji politikasının
verildiği bu politikanın daha sonra katıldığı Yuvarlak Masa “Nükleer Silahlar
ve Dış Siyaset” sempozyumunda rafine edildiği söylenmektedir. Sempozyum sonunda
tamamen irrasyonel “esnek yanıt” doktrini ortaya çıkmıştır.
Yuvarlak Masa istihbarat direktörü ve MI6 Amerika operasyonu şefi John
Wheeler Bennett eğitim sonrası Kissenger’ın, Siyasette Pragmatik İsyan kitabında
bahsettiği Elliot’un “manevi oğlu” haline gelir. Kissinger Harvard’da Elliot’un
öğrettiği para politikalarını Yuvarlak Masa toplantılarında savunmaktadır. O
artık Fritz Kraemer dediği gibi “Küçük Yahudi Şoför” değildir. Kraliyet
Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden MI6 istihbarat şefi Toynbee’nin
felsefesini Kissinger doktora tezini yazarken kullanır.
1960’ların ortasında Kissinger artık değerini Yuvarlak Masa, RIIA ve
dolayısı ile de İngiliz monarşisine kanıtlamış durumdadır. Buna karşılık bir
ödül ve öğrendikleri konusunda bir sınav olarak Kissinger James Schlesinger,
Alexander Haig ve Daniel Ellsberg’un bulundukları ve Yuvarlak Masaca deneyden
geçirilen bir grubun başına getirilir. Bu gruba Siyasi Bilimler Enstitüsü baş
teorisyeni Noam Chomsky danışmanlık vermektedir.
Nixon’un emir dinlemezliği yüzünden Laurence Rockefeller ve Vietnamlı
lider Ho Chi Minh arasındaki özel anlaşma tehlikeye girmiştir. Bu anlaşmaya
göre iyi bir ödeme karşılığı Fransızlar Kuzey Vietnam’dan atılacaklardır. Ve
Standard Oil Rockefeller firması, Amerikan ordusu 55.000 evladını kaybettikten
sonra rahatça Vietnam petrolü çıkartmaya başlayacaktır.
Haig şoför olarak olmasa da Kissinger gibi General Kramer için
çalışmıştır ve general kendisine Savunma Bakanlığı’nda pek çok pozisyon
bulmuştur. Kissinger Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atandıktan sonra Kraemer
Haig’i Kissinger’in yardımcısı yapmıştır. Ellsberg, Haig ve Kissinger
Komite’nin Kamboçya’nın işgali ve Honoi’nin bombalanması emirlerini yerine
getirmeyen Nixon’u devirmek için RIIA’nın Watergate planını devreye sokarlar.
Haig Başkan Nixon’un kafasının karıştırılması ve beyninin yıkanması rolünü
üstlenirken Beyaz Saray’ı teknik olarak Kissenger yönetmektedir. 1984 yılında
Haig’in Oval Ofis’te olanları Washington Post’tan Woodward ve Bernsteine’e anlatan
“Derin Gırtlak” olduğu anlaşılmıştır.
Nixon’un devrilmesi RIIA’nın bir kolu olan Yuvarlak Masa’nın becerdiği en
büyük darbedir. Bu darbedeki tüm ipuçları önce Yuvarlak Masa’yı sonra RIIA’yı
ve en sonunda Kraliçe II. Elizabeth’i işaret etmektedirler. Nixon’un
aşağılanması Komite kararlarına karşı çıkacak sonraki Amerikan başkanlarına
emsal teşkil etmek için verilen bir derstir. Daha sonra göreceğimiz gibi
Kennedy vatandaşların gözleri önünde aynı nedenle katledilmiştir. Nixon’un
suikasta kurban gitmemesinin nedeni John F. Kennedy kadar önemli
görülmemesidir. Nixon için Beyaz Saray’dan kovularak aşağılanmak yeterli bir
ceza olarak görülmüştür. Hangi yöntemi kullanırsa kullansın 300’ler Komitesi
Beyaz Saray’a çıkmak isteyen herkese “Elim yakanda” mesajını verir.
Bu mesajın geçerliliği Nixon’un makamından indirilmesi ve Kennedy
suikastında olduğu kadar şimdiki Başkan George Bush’un efendilerini memnun
etmek için Amerika Birleşik Devletleri’nin geleceğini tehlikeye atmasından
bellidir.
Schlesinger’in Nixon yönetimindeki görevi savunma siyasetimizi çökertmek
ve atom enerjisi karşıtı olmaktır. Schlesinger Atom Enerjisi Komisyonundaki
yeri sayesinde görevlerini yerine getirmiştir.
Bu başarı Amerika Birleşik Devletleri’nde Kont Etienne Davignon’un “Post
Endüstriyel Sıfır Büyüme” prensibi yani Roma Kulübü stratejilerinin
uygulanmasını başlatmıştır. İşte bu tarihte 1991 yılında ortaya çıkarak 40
milyon eğitilmiş Amerikan işçiyi işsiz bırakacak ekonomik krizin tohumları atılmıştır.
Eskiden kadrolu olarak iyi koşullarda çalışanlar kriz sonrası işsiz kalmaktansa
hakları belli olmayan taşeron işlere girmek zorunda kalmışlardır.
300’ler Komitesi ve oligarşik ailelere sızmak neredeyse imkânsızdır.
Bunların kullandıkları kamuflajı yırtmak çok zordur. Tüm bunlara rağmen her
ülkesini seven Amerikalının 150 yıldır Amerikan iç ve dış siyasetinin 300’ler
Komitesi’nce belirlendiğini bilmesi gerekir.