Hazırlayan:Zamira
AHMEDOVA
ÖNSÖZ
Türkler arasında İslam dininin yayılması,
sadece Türk tarihi ve İslam tarihinin değil, bütün dünya ve insanlık tarihinin
en büyük dini olaylarından biri olmuştur. Müslüman olan Türklerle bir yandan
İslam coğrafyası genişlerken, öbür yandan onlar günümüze kadar İslam yolunda
büyük hizmetler göstermişler ve başarılara imza atmışlardır.
Türkler arasında İslamiyet’in yayılması çok
uzun ve zorlu mücadele yıllarından sonra gerçekleşmiştir. Müslüman Arapların
Türk topraklarını fethetmeleri ve onlarla ticari ilişkiler kurmaları Türklerin
İslam’la tanışmalarını sağlamıştır. Başlangıçta bireysel İslamlaşma olayları
gerçekleşirken, tasavvufi faaliyetlerle bu süreç hızlanmış sonuçta Türklerin
tamamına yakınının Müslüman olmalarıyla neticelenmiştir.
Türk topraklarında yetişen yüzlerce mutasavvıf
halkın her kesimine hitap etmeye çalışmış, hatta göçebe hayat sürdüren Türk
boylarına ulaşarak İslam’ı anlatmışlardır. Zamanla başarıya ulaşan
mutasavvıflar aynı zamanda Türklerin yaşadıkları Horasan ve Maveraünnehr
bölgelerini İslam dünyasının tasavvufi merkezi haline getirmişlerdir.
“Türkler Arasında İslâmiyet’in Yayılmasında
Tasavvufun Rolü” adlı yüksek lisans tezi,
giriş, iki bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Girişte; araştırmanın amacı, metodu
ve kaynakları ortaya konulmuş ve Türklerin Müslüman Araplarla ilk temasları ve
İslam dinini kabulleri incelenmiştir. Birinci bölümde, ‘İslâm Tasavvufunun
Ortaya Çıkışı ve Türklerin İslamiyet’i Kabulündeki Rolü’ ana başlığı altında;
İslâm tasavvufunun ortaya çıkışı ve Türklerin İslamiyet’i kabullerinde İslam
tasavvufun rolü belirlenmeye ve incelenmeye gayret edilmiştir. İkinci bölümde,
‘Türkler Arasında İslâmiyet’in Yayılmasında Etkili Olmuş Mutasavvıflar’ ana
başlığı altında; İbrahim b. Edhem, Şakik-i Belhi, Hallâc-ı Mansur ve Süleyman
Bakırgani’nin hayatları, görüşleri ve İslam’ı yaymak için yaptıkları
faaliyetleri üzerinde durulmuştur. Sonuçta ise, ulaşılan neticelere yer
verilmiş ve genel bir değerlendirme yapılmıştır.
Çalışmanın
başından sonuna kadar yardım ve desteğini esirgemeyen, değerli tavsiyeleriyle
yol gösterip danışmanlık eden hocam Prof. Dr. Seyfettin Erşahin’e şükranlarımı
sunuyorum.
Zamira AHMEDOVA
Ankara/2006
GİRİŞ
Peygamberlerin başta gelen görevlerinden biri,
kendilerine gelen vahyi diğerlerine tebliğ etmektir. Bu görevi Hz. Muhammed de
en iyi şekilde yerine getirmiştir. Hz. Peygamber’i takip eden sahabe ve ondan
sonrakiler bu yolu takip ederek, İslâm dinini bir çok ülkelere yaymışlardır. Bu
yolda olan mutasavvıflar, insanları etkileyerek onların Müslüman olmalarını
sağlamışlardır. Türklerin İslâm dinini kabullenmelerinde de tasavvufun önemi
büyük olmuştur. Amacımız, Türklerin İslâmlaşmasında büyük öneme sahip bu
faktörü derinden incelemeye çalışmaktır.
Müslümanlar hakimiyet kurdukları hiçbir yerde
insanlara inançlarını değiştirmeleri konusunda baskı yapmamıştır. Buna rağmen
birçok millet İslâm dinini kabul ederek Müslüman olmuştur. Bunda büyük ölçüde
bu dini yaymaya ve onu bütün yönü ile yaşamaya çalışan insanlar etkili
olmuşlardır. Bunların başında mutasavvıfları saymak mümkündür. Onlar bu yolda
kendilerine düşen tüm sorumlulukları yerine getirmişlerdir. Mutasavvıfların
manevî ve ahlakî yönden etki bırakan tasavvufi faaliyetleri zamanla başarıya
ulaşmış, bir çok milletin Müslüman olmasında en önemli faktör olmuştur.
Türklerin İslamlaşmasında da tasavvufi faaliyetlerin etkisi büyüktür. Ancak, bunlar
günümüzde tümüyle açığa çıkarılmamıştır. Bu konu üzerinde yapılan araştırmalar
yeterli değildir. Amacımız, yaptığımız çalışma ile bu konunun önemini ortaya
koyarak, yapılacak araştırmalara az da olsa katkı sağlamaktır.
B.
Araştırmanın Metodu
ve Kaynakları
Çalışma yaparken tezimizin sağlıklı bir şekilde
ortaya konulabilmesi için olayları tasviri bir şekilde anlatmaya ve tenkitçi
bir metotla konuya tarafsızca yaklaşmaya gayret ettik.
Tezimizin ana başlıklarında önce konuyla ilgili
genel bilgilere yer verdik, ardından esas konumuz olan, Türklerin
İslâmlaşmasında tasavvufun rolünü ve önemini, bu faaliyete büyük katkıları olan
İbrahim b. Edhem, Şakik-i Belhi, Hallâc-ı Mansur, Ahmed Yesevi ve Süleyman
Bakırgani gibi bazı mutasavvıfların hayatı, görüşleri ve gösterdikleri
hizmetleri ele aldık. Tezimizin her aşamasında, Türklerin İslâm dinini kabul
etmelerinin anlaşılmasında, mutlaka dikkat edilmesi gereken hususlardan birinin
tasavvufî faaliyetler olduğunu belirtmeye ve bu faaliyetlerin İslâmlaşmada ne
derecede etkili olup katkı sağladığını araştırarak, sonuçlar çıkarmaya
çalıştık.
Konunun aydınlanması için, önce Türklerin
İslamlaşmasıyla ilgili olan genel tarihi kaynakları incelenmeye çalıştık. Bunun
ardından tasavvufla ilgili genel kaynakları gözden geçirmeye gayret ettik.
Genel kaynaklar tespit edilirken mümkün olduğu kadar konuyla ilgili kaynaklara
öncelik verdik. Ardından araştırmamıza doğrudan ilişkisi olan kaynakları
incelemeye çalıştık. Tezimizle ilgili olarak Hallâc-ı Mansur ve Süleyman
Bakırgani gibi bazı mutasavvıfların eserlerinden de yararlandık. Bilindiği gibi
Batı dünyası İslam tasavvufüna XIX yüzyılın sonlarından beri yoğun bir ilgi
göstermiş ve bu alanda bir çok eserler vermiştir. Biz de yeri geldikçe bu
eserlerden faydalanmayı uygun gördük.
C.
Türklerin Müslüman
Araplarla İlk Temasları ve
İslam Dinini Kabulleri
Türkler yüzyıllarca geniş coğrafyada göçebe
hayat sürdürmüşler ve geçimlerini hayvancılıkla sağlamışlardır. Bir yandan
savaşlar, diğer yandan ihtiyaçlarını karşılamak için göçler yoluyla yer
değiştirmeleri, onların birçok farklı kültür ve inançlara sahip halklarla
ilişki kurmalarına ve etkilenmelerine yol açmıştır. Bunun neticesinde Türk
toplulukları İslamiyet’i benimsemeden önce, Eski Türk inancının yanı sıra,
Budizm, Zerdüştilik, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi inançlarla da
tanışmışlar ve onları din olarak kabul etmişlerdir. Ancak, Türklerin geneli bu
dinleri eski inanç ve gelenekleriyle bağdaştıramamıştır. Dolaysıyla bazı Türk
boyları hariç bu dinler Türklerin genelinde sürekliliğini koruyamamıştır.[1] Hatta bu
dinlerin Türklerin karakterlerine uymadığı, onları pasifleştirdiği ileri
sürülmüştür. Nitekim, Göktürk Hakanı Bilge Kağan kendi başkentine bir Budist
tapınağı yaptırmak istediği zaman, veziri buna karşı çıkarak; “Budist mezhep
ve öğretisi göçebe Türklerin askeri kabiliyetlerine zarar verir” demiş ve
hükümdarın fikrini değiştirmiştir.[2] İslam
dini Türklere ulaşınca durum değişmiş, bu din onların ayrılmaz bir parçası
haline gelmiştir.
Türklerin İslam dinini kabul etmelerinde
eskiden inana geldikleri inançların büyük etkisi olduğu ileri sürülmüştür.
Bunların en göze çarpanı Türklerin eskiden her şeye kadir olan ebedi Gök
Tanrıya inanmalarıydı. Bu sebeple eski Tanrı anlayışlarına ters düşmeyen
İslam’ın getirdiği Allah inancını kolaylıkla kabul etmişlerdir. Bunun yanında
İslam’ın cihat emri ile Türklerin savaşçılık ruhu birbirine benzemekteydi.
Cihadın karşılığında ahirette vaat edilen mükafatlar Türkleri, kendine
çekmişti. Ayrıca, Türkler de eskiden ruhlara ve öbür dünyaya inanmaktaydılar.
Diğer taraftan Türk töresi ile İslam'ın ortaya koyduğu nizam arasında,
özellikle ahlaki meselelerde büyük benzerlikler mevcuttu. Bütün bunlar
Türklerin İslamlaşmasını kolaylaştırmıştır.[3]
Yukarıdaki hususlar Türklerin İslamlaşmasını
kolaylaştırmış ise de, Türkler birden bire İslam dinini kabul etmemişlerdir.
Tabiatıyla onlar da Müslüman Araplarla karşılarına çıkan İslam’ı ilk önce
yadırgamışlar, kabul etmemek için direnmişler, hatta bu uğurda savaşmışlardır.
Neticede İslam’ı yakından tanıdıkça bu dine girmeye başlamışlarsa da, bu uzun
süren sürtüşme, mücadele ve karşılıklı ilişkiler sonucu gerçekleşmiştir.[4] Bunları
baştan itibaren genel olarak aşağıda ele alacağız.
Türk-Arap münasebetleri Türklerin İslam dini
ile karşılaşmalarından çok önceki tarihlerde başlamıştır. İlişkiler Miladi III.
asrın başlangıcına kadar uzanmaktadır. Bu ilk temaslar baskın ve askeri
yollarla gerçekleşmiştir. Hazar denizi ve Volga boylarında yaşayan akıncı Hazar
Türkleri zaman zaman İran’a dalarak ve Mezopotamya’ya kadar gelerek, buralarda
yaşayan Arap kabilelerine bir çok defa ani baskınlar yapmışlar ve onlardan bir
çok kimseyi de esir almışlardır.[5]
Bunun ardından ciddi olarak Türk-Arap
karşılaşmaları İran’daki Sasani hükümdarlığı aracılığıyla devam etmiştir.
Miladi V. yüzyılın sonlarına doğru Sasanîlerle sıkı ilişkiler içerisine girmeye
başlayan Türkler onların ordularında yer almaya başladılar. 570’de Sasani
hükümdarı olan Nuşirevan’ın (541-579) Yemen’e yaptığı seferde, orduya Türkler
katılmıştır. Sasani komutanı Behram Çubin’in 578’de Göktürklerle olan savaşında
ise, orduda Arap birlikleri hizmet etmiştir. Öbür yanda aynı komutanın 596
senesinde Hüsrev Perviz’le olan savaşında ise, iki taraf ordusunda hem Türkler
hem de Araplar savaşmışlardır.[6] Bu
münasebetler Cahiliye dönemi Arap şiirinde de yankılar bulmuş, Hassan b.
Hanzala, Nabiga ez-Zübeyni, Hüsrev Perviz ve Evs. b. Hacer gibi Arap şairleri
Türklerin kahramanlıklarından söz etmişlerdir. Bunlardan Husrev Perviz bir
şiirinde şöyle demektedir:
“Kisranın benden beklediğini esirgemedim,
Onu, Türk yaya ve atlılarına ayakları altında ezilmeye bırakmadım.
Türkler ve Eftalitler gösterişli atlar ile
ortaya çıkınca ben de ona cömertlikte bulundum ve dabib adındaki atımı verdim.
”
Evs b. Hacer Türk kahramanlığını şöyle dile
getirmektedir:
“Ben ellerinde oklarla kara bıyıklı Türk
yiğitlerini görünce suyu
1 7 7, 7 ,7 77 >>7
onlara bıraktım, deveme atlayarak hemen
savuşup gittim
Bununla birlikte, Cahiliye döneminde Türklerle
Araplar İran aracılığıyla ticari ilişkiler kurmuşlardır. Hatta, demircilikle
uğraşan bir Türk ailesinin Mekke’ye yerleştiğinden söz edilmiştir. Aynı zamanda
bu ticari ilişkiler sonucu Arabistan’a Türk köleler de gelip yerleşmiştir. M.
Hamidullah, ilk şehit Müslüman kadın Sümeyye’nin aslen Türk olabileceğini dile
getirmektedir.[7] [8]
İslam’ın doğduğu dönemlerde Müslüman Arapların
Türkler hakkında malumatları vardı. Hz Peygamberin Türkleri yakından tanıdığı
bilinmektedir. Bu hususta Taberi, Mekkeli Müşriklere karşı Hendek savaşı
sırasında Hz. Peygamberin Türk çadırında kaldığını haber vermektedir. Bunun
yanında Türkler hakkında pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bu hadisler genelde
iki gurupta mütalaa edilebilir. İlk guruba giren hadislerde Türkler ile iyi
geçinmeyi ve onlarla mücadele etmemek tavsiye edilmektedir. İkinci guruba giren
hadislerde ise, Türklerle Araplar arasında bir çok mücadelenin olacağı
belirtilmektedir.[9] Bu hadislerin
sahihliği tartışılsa da o dönemlerde Müslüman Arapların Türkler hakkında
bilgili olduklarını göstermek açısından önemlidir. Aynı zamanda Hz. Peygamber
Türk büyüklerine hitaben bir mektup yazmış ve onları İslam dinine davet
etmiştir. Hatta bu mektubun Türk dilinde yazıldığı rivayet edilmiştir.[10]
Ancak, Türk-Arap ilişkileri ve dolaysıyla
Türklerin İslamiyet’i tanımaları Peygamberin vefatından sonra gerçekleşmiştir.
Halife Ömer zamanından itibaren İslam orduları yeni dinin verdiği heyecanla
fetih hareketlerini hızlı bir şekilde ilerletmişlerdir. Büyük başarıların
Yermuk Savaşı ile Bizans’ı Suriye’den çıkartmakla başlamışlardır. Ardından Arap
ordusu Sasani İmparatorluğunun egemen olduğu İran’a yönelmiş ve iki millet 635’te
Kadisiye’de karşı karşıya gelmişlerdir. Taberi, Kadisiye savaşında İran
ordusunda Türk birliklerinin çok büyük kahramanlıklar gösterdiğini
bildirmiştir. Bu savaşla İranlıları zor duruma bırakan Araplar 637 senesinde
Celula savaşı ile İran topraklarını çoğunu ele geçirmişlerdir. Nihayet 642’de
Nihavent’te İranlılarla karşılaşan Araplar onları büyük yenilgiye
uğratmışlardır.[11]
Ahnef b. Kays komutasında İran topraklarında
ilerlemeye devam eden Müslüman orduları Sasani İmparatoru Yezdicird’i
tutuklamaya çalışmıştır. Durumu zorlaşan Yezdicird Türk hakanlarından yardım
istemiş ve buna Türk Hakanı Tolu Han karşılık vermiş ve ordularıyla Arap
ordularına doğru yürümeye başlamıştır. Ancak, bu iki millet Çinlilerin
saldırıya geçmeleri ve Türk Hakanını tekrar dönmek zorunda kalması sebebiyle
kaşı karşıya gelememiştir.[12]
Sasani İmparatorluğunun yıkılmasıyla Müslüman
Araplar yavaş yavaş Toharistan Türkleriyle temasa geçmeye başlamışlardır.
Böylece, Türklerin de İslam dini ile yakından ilişki kurma ve tanıma yolu
açılmış oluyordu. Bunun ardından Hz. Osman’ın Basra valisi Abdullah b. Amir
tarafından Arap yönetiminin Horasan bölgesine girişi bu ilişkileri daha da
pekiştirmiştir.[13]
Burada şunu da zikretmek yerinde olacaktır,
Horasan, Tohoristan bölgeleri Türklerin göç yolları üzerinde olması sebebiyle
her devirde Türk nüfuzu ile beslenmiştir. M. 50 yılında Kuşan Türkleri Ceyhun
havzasından Horasan’a inmişler ve burada devlet kurmuşlardır. Üç asır
(M.50-350) hakimiyetini sürdüren Kuşan Türkleri Horasan ve Tohoristan bölgelerinin
Türkleşmelerini sağlamışlardır.[14] Yine M. IV-V
asırlarda Avar Türklerinin bir kısmı bu bölgelere inerek yerleşmişlerdir.
İmparatorluk oluşturan Ak Hunlar da 425 senesinde bu topraklara inmişler hatta
İran’ın iç kısımlarına kadar ilerleyerek Sasani Kırallığını vergiye
bağlamışlardır. Bunun ardından Batı Gök Türkleri Sasani kıralıyla birleşerek Ak
Hunları ortadan kaldırmışlardır. Gök Türklerin egemenliği sırasında bu
bölgelerde Türkler önemli ölçüde yerleşik hayata geçmişler ve İpek Yolunun
sağladığı ticaretten faydalanmışlardır.[15] Bu konuda el-Cahız şöyle
demektedir: “Horasanlılar ile Türkler kardeştir, bunların memleketleri
aynıdır. Aralarındaki ırk bağları aynı değilse bile çok yakındır. Türklerle
Horasanlılar arasında fark; (aynı kavmin) köylerde, şehirlerde veya yüksek
yaylalarda oturanlarla ovalarda oturanlar arasındaki fark gibidir.”[16] Yani Müslüman
Arapların fethettiği sıralarda Horasan ve Toharistan bölgelerin önemli kısmını
Türkler oluşturmaktaydı. Müslüman Arapların bu bölgeleri yavaş yavaş fethetmeleriyle
yerli halk dolaysıyla Türkler, Müslümanları yakından tanıma fırsatı
bulmuşlardır. Bunun neticesinde Türkler arasında ferdi olsa da Müslümanlığı
kabul etmeler başlamıştır.
Hz Osman’ın son dönemleri ve Hz. Ali’nin
halifelik döneminde iç karışıklar nedeniyle Horasan ve Tohoristan bölgelerinin
fetih hareketleri duraklamaya başlamıştır. Bununla beraber fethedilen yerler
muhafaza edilmiştir.[17] Ancak,
Muaviye’nin hilafete geçmesinden sonra fetihlerin hareketleri tekrar
canlanmıştır. Müslüman Araplar bu bölgelerde önemli ilerlemeler kaydettiler.
Başta Abdurrahman b. Semure ve Abdullah b. Hazım Kabul, Belh, Büst gibi
şehirleri fethettiler. Ancak, diğer taraftan da karşılıklar eksik olmuyordu.
Abdullah b. Sevvar el-Abdi Türkler ile karşı karşıya geldi ve yenilerek geri
çekildi. Yerine tayin edilen Muhelleb b. Ebu Sufyan Türklerle tekrar savaşarak
onları mağlup etti. Bunun ardından Irak valisi Ziyad b. Ebih tarafından
yürütülen fetih hareketleri sonucu Horasan ve Tohoristanın büyük bir kısmı
Müslümanların eline geçti. Horasan valiliğine tayin edilen Ubeydullah b. Ziyad
54 (674) senesinde Mevaraünnehri geçerek Buhara’yı vergiye bağlamasıyla
fetihler ilerledi.[18] [19]
Ubeydullah b. Ziyad Kabaca Hatun’la anlaşma
sonucu, Buhara’dan okçulukta mahir olan 2000 Türk gencini Basra’ya getirmiştir.
Bir sene sonra Semerkan’da yürüyen Said b. Osman ise, 30 000 savaşçı Türkü esir
alarak Merv’e dönmüştür. Esir alınan Türkler az bir İslam telkini ile
eğitildikten sonra orduda kullanılmışlardır. Daha sonra onlardan bir kısmı
Medine’ye yerleşmiştir. Bunlar arasında Tefsir, Hadis ve Fıkıh alimleri 19 yetişmiştir.
Bundan sonraki süreçte Müslüman ordularının
başarıları Haccac’ın usta yöneticiliği ve Kuteybe b. Müslim’in askeri
kabiliyeti sayesinde gerçekleşmiştir. Kuteybe b. Muslim Horasan valiliğine
getirildikten sonra, bir taraftan fetihleri hızlandırırken, öbür taraftan yerli
halka fırsatlar vererek, örneğin sürekli onlardan memurlar görevlendirerek
onların gönlünü kazanmaktaydı.[20]
Bunun yanında Kuteybe b. Müslim fethettiği
bölgelerde İslam dininin yayılması için gayretler sarf ediyordu. O, Baykent,
Buhara ve Semerkant’a İslam’ın yayılması için cami ve mescitler inşa
ettirmiştir. Cami ve mescitlerin inşasına bizzat kendisi nezaret ediyor ve
yerli halkın herhangi bir taşkınlığına meydan vermemek için sıkı tedbirler
alıyordu. İhtida hareketlerini hızlandırmak için bazen Kur’an’ın yerel dilde
okunmasına da izin verdiği rivayet edilmiştir. Hatta, o dönemde haftada bir
defa olsa da Cuma günleri halkı camiye çekebilmek için para ödülü verme
uygulaması gerçekleştirilmiştir.[21]
Ömer b. Abdulaziz'in kısa süren halifeliği
(717-721) sırasında Müslümanlığın yayılması için mühtedilerden haraç almamak,
her tarafta kervansaraylar ve hastaneler vücuda getirmek ve adil bir idare
kurmak için uğraştıysa da, kesin emirlerine rağmen, valiler eski
alışkanlıklarını devam ettirmişler halkın Müslümanlığa girmelerine mani
olmuşlardır.[22] Bununla
beraber Ömer b. Abdulaziz Müslümanlığı yaymak için Türk uluları ve Türk beyleri
ve hanlarına “İslam’a Çağrı Mektupları” göndermiş ve bu çağrı mektupları
ile bir çok Türk Hükümdarı Müslüman olmuştur.[23] Bunun neticesinde Şul Tekin,
Yabgu Bey, Nizak Tarkan ve Akşid Gürek gibi hükümdarlar Emeviler döneminde
Müslümanlığı seçmiştir.
Emevilerin son Horasan valisi Nasr b. Seyyar,
Türkleri, Araplar arasındaki farklılıklarını ortadan kaldırarak teskin etmeye
çalışmış ve bir dereceye kadar bunda başarılı olmuştur. Nasr'ın bu tutumu
halkın kendisine güvenmesine ve dolayısıyla yeni dinin az da olsa kabulüne
yardımcı olmuştur.[24]
Bütün bunlara rağmen Emeviler döneminin bir
asra yaklaşan hakimiyeti zamanında Türkler arasında İslamiyet’in yayılması bu
hanedanın takip ettiği yanlış politika sebebiyle süratli olmamıştır. Ancak,
Baykent, Buhara ve Semerkant gibi büyük şehirlerde Müslüman Arapların da
yerleştirilmesi ile İslamlaşmanın temelleri atılmaya başlamıştı. Diğer taraftan
bölge halkı yeni dini yakından tanıma fırsatı bulduğundan adil bir idare
gerçekleştiği taktirde bu dini kabul etmeye hazırdı.
Abbâsîler döneminin başlamasıyla İslâm
devletinin iç ve dış politikasında önemli değişiklikler meydana gelmiştir.
Öncelikle Abbasi
ihtilali, Arap olmayanların (mevali) nüfus bakımından
çoğunlukta olduğu Horasan'da gelişmiş ve başarıya ulaşmıştır. Bunun sonucunda
Horasanlılar dolaysıyla Türkler devletin idari ve askeri makamlarına
getirilmiştir. Abbasi hanedanı kendilerine iktidar yolunu açan mevaliye iyi
davranıyor ve ilk halife Ebul-Abbas bir emir-name çıkararak Müslüman olanlardan
cizye alınmamasını emrediyordu. Artık görevlere getirilmek için ehliyet ön
plana çıkarılmıştı. Böylece bir asırdan beri karşılıklı mücadeleler tarzında
devam etmekte olan Türk-Arap ilişkileri yeni bir aşamaya gelmişti. Yeni
hanedanın başlangıçtaki bu olumlu tutumu Türkleri Müslümanlara ve İslam dinine
daha çok yaklaştırmıştır. Bu ilişkilerin gelişmesinin hızlanmasında ^^1 11 1 i'-r<ı i *1 1 25
751 yılında meydana gelen Talas savaşı da
vesile olmuştur.
Abbâsîlerin iktidara gelmesinden önce Araplarla
mücadele eden bazı Türk beyleri bu yeni düşmana karşı Çin'den yardım
istemişlerdir. Maveraünnehr’de hakimiyet kurmak için bu daveti fırsat bilen
Çin, 747 yılında büyük bir ordu ile Batı'ya doğru ilerlemeye başlamıştır.
Ancak, geçtikleri yerlerdeki Çin'in sert tutumu ve bilhassa Taşkent Beyi
Bagatur Tudun'un öldürülmesi, Türkleri bu sefer Abbâsîlerin Horasan vâlisi Ebû
Müslim'den yardım istemeğe sevk etmiştir. Ebû Müslim yardım teklifini kabûl
ederek, Ziyâd b. Salih kumandasındaki bir orduyu Çinlilere karşı göndermiştir.
Türk-Müslüman müttefik kuvvetleri 751 yılında Talas şehri yakınında, bugünkü
Alma-Ata yakınında Çinlilerle karşılaşmışlardır. Temmuz 751'de beş gün devam
eden çetin savaşta Çinliler ağır kayıplar vererek savaşı kaybetmişlerdir.
Talas Savaşı Türk-Müslüman münasebetlerinde bir
dönüm noktasıdır. Bu savaşla, Emevilerin yanlış politikalar sebebiyle yıllardan
beri devam ede gelen savaşların ve dolaysıyla Türklerin İslamiyet’i kabulde
gecikmelerin yerini barış ortamı ve İslamlaşmanın hızlanması almıştır. Bu
konuda Liu En-Lin şöyle demektedir: “Eğer savaş Arapların aleyhine [25] neticelenmiş olsaydı,
Müslümanlığa vurulacak darbenin tamiri çok güç olacaktı. Belki de Orta Asya’da
yaşayan Türklerin çoğunluğu, hatta bütünü Budistliği kabul etmek mecburiyetinde
kalacaktı."16
Bundan sonraki süreçte Türkler önemli mevki ve
roller üslendiler. Halife Ebu Cafer el-Mansur (754-775) ilk defa Türkleri
devlet hizmetlerinde vazifelendirmeye başladı. Aynı zamanda oğlu el-Mehdi'ye
mevaliye iyi davranmasını, onların isteklerine kulak vermesini ve onların
haklarını korumasını vasiyet etmiştir. Halife Hârun er-Reşid’in (786-809)
muhafız birliği tamamen Türklerden meydana gelmiştir. Diğer taraftan Hârun
er-Reşid zamanında Bizans hududuna yerleştirilen gönüllüler arasında Türklerin
de bulunduğu, hattâ bazı bölgelerin genel komutanlığını Ebu Süleym Ferec
el-Hâdim el-Türkî’ye verildiği görülmektedir. İranlıların desteği ile halife
olan el-Me’mun (813-833) onlara devlet kadrolarında çokça yer vermiştir. Kısa
zaman sonra takip ettiği politikanın hatalı olduğunu görmüş ve bu unsura karşı
cephe almak zorunda kalmıştır. Bundan olayı düzenli bir şekilde Türk
ülkelerinden ücretli Türk askerleri getirtmeye başlamıştır. Çok kısa zamanda Bağdad’da
sayıları 18.000’i bulan Türk birlikleri oluşturulmuştur. Bunun yanında Me’mun
zamanında Türkleri İslamlaştırmak için seferler düzenlenmiştir. İtaat altına
alınan yerlerde valiler, Müslümanlığı kabul edenlere maaş bağlanılacağını vaad
ederek özellikle hükümdar ailelerini kazanmaya çalışmışlardır. Mu’tasım
(833-842) döneminden itibaren Türkler orduya tamamen hakim olmuşlar, zamanla
devletin valilik makamına kadar ulaşmışlardır. Bu halifelerin Türklere karşı
olumlu yaklaşımları neticesinde Mavereünnehr halkının büyük bir kısmı
İslamiyet’i kabul etmişlerdir.[26] [27]
Samanoğulları döneminde (836-892) bir çok yere
Türklerden valiler atanmıştı. Bu dönemden itibaren Türkler arasında İslamlaşma
hızlanmış ve Abbasi hudutları içerisinde Türk-İslam devletleri boy salmaya
başlamıştır. Tolunoğulları (868-905), Sacoğulları (890-929), İhşidiler
(935-969) gibi yarı bağımsız devletler ortaya çıkmıştır. Bunların yanında İtil
(Volga) Bulgar Hanlığı (VII-XV), Karahanlılar (840-1212), Gazneliler
(963-1186), Büyük Selçuklular, Harizmşahlar (1097-1231) gibi bağımsız
Türk-İslam devletleri kurulmuştur. Artık bu dönemlerden itibaren 200.000, bazı
bölgelerde 10.000 çadırlık toplu İslamlaşmalar gerçekleşmiştir.[28]
Türklerin İslamlaşmasında Müslüman tüccarların
da payı büyük olmuştur. Arapların çok eskiden beri ticaretle uğraştıkları
bilinmektedir.[29] Hz.
Peygamberin de bizzat ticaretle uğraştığı hatta birkaç defa Suriye’ye kadar
gelip gittiği rivayet edilmiştir. Buraya kadar ulaşan Araplar Büyük İpek Yolu
ticaret yolunu kullanan tacirlerle buluşmakta ve onlarla alış veriş
yapmaktaydı. İpek Yolu, Suriye kıyılarından başlayarak Dicle ve Fırat
nehirlerini geçer ve böylece Hazar Denizi’nin güney kısımlarına kadar ulaşırdı.
Oradan İran topraklarından geçerek Merv şehrine kadar uzanırdı. Sonra Ceyhun
havzasına uğrayan bu ticaret yolu, Türklerin yaşadıkları Baykent, Buhara,
Semerkant, Fergane’den ve ardından Kaşgar ve Hoten’den geçerek eski çağlardan
beri ipeğin yurdu olarak bilinen Çin’e kadar ulaşırdı. Bu büyük İpek Yolu,
tarih boyunca bir yandan geçtiği yerlerin refah seviyesinin yükselmesine katkı
sağlarken, diğer yandan Doğu-Batı kültür ve medeniyetler için köprü vazifesini
görmüştür.[30] Bundan
dolayı İslam dininden önce bir çok din de bu ticari yol vasıtasıyla Türklere
ulaşmış ve onlara nüfuz etmiştir.
Müslüman Arapların fetihlerini ilerletip,
Horasan ve Maveraunnehr bölgelerini ele geçirmeleriyle ticari ilişkiler artmaya
başlamış ve İslam dininin yayılmasında önemli bir yer tutmuştur. Bu konuda
Bartold şunları bildirmektedir; Araplarla Orta Asya milletleri arasında çok
eski dönemlerden beri ticari ilişkiler devam ede gelmiştir. Sekizinci yüzyıldan
itibaren, Müslüman Arapların da buraya gelmesiyle bu alanda önemli ölçüde
gelişmeler başlamıştır. Çin kaynaklarına göre Arap tacirler, üç senede bir defa
ipek yüklü kervanlarla Yenisey nehrinin başlarına, Kırgızlara kadar gidip
geliyorlardı.[31]
Büyük ihtimalle din adamları bu kervanlardan
istifade ederek Türklere İslam’ı götürüyorlardı. Müslüman tüccarlar uğradıkları
ticari merkezlerde camiler yaptırıp onları destekliyorlardı. Bu camilerde zaman
içerisinde Müslüman cemaatler çoğalıyordu.[32]
Hatta Türklerin yaşadıkları bir çok şehir,
siyasi ve askeri fetih girişimlerinden daha önce ticari faaliyetler sonucu
İslam’la tanışmıştır. Bu konuda Buhara’nın İslamlaşma sürecini inceleyen Kurt
şöyle demektedir: “Bir ticaret şehri olması ve İpek Yolu üzerinde bulunması
nedeniyle, Buhara halkı İslam dünyası ile ilişki içindeydi. Ticari maksatlarla
İslam beldelerine yolu düşen Buharalılar, Müslümanları ve İslam dinini tanıma fırsatına
sahipti. Bu fırsatı değerlendiren kimi Buharalılar, İslam’ı öğrenip din olarak
kabul etti. Böylece Buhara’da İslam dininin tanınması ilk olarak bu kimseler
aracılığıyla gerçekleşmiş oldu.
Semani ve İbnu’l-Esir’in bahsettiği
Erzekyan, bu yolla Müslüman olup, Buhara’da İslam dininin tanınmasına öncülük
edenlerdendir. Sem’ani, Erzekyan adının bir Mecusi ismi olduğunu
kaydetmektedir. İsminden hareket edecek olursak, bu kişinin Buhara’da yaygın
olan Mecusiliğe bağlı bulunduğu sonucunu çıkarabiliriz. Erzekyan, ticaretle
geçimini sağlayan bir kişi olduğu için bu maksatla çeşitli yerleri dolaşırken,
Müslüman şehirlerine de uğramaktaydı. Bu seferlerden birinde önce Çin’e, oradan
deniz yoluyla Basra’ya ve Ali b. Ebi Talibin yanına (muhtemelen Kufe’ye) gidip
onun eliyle İslam’ı kabul etti. Erzekyan gibi
İslam’ı öğrenip
kabul eden başka Buhara’lı tüccarların da bulunduğu 1 .. , • ,,33
kanaatindeyiz.
...
Karadeniz ve Hazar Denizi'nin kuzeyindeki
bölgelerde yaşayan Türk boyları Abbâsi hilâfetinin siyasi hakimiyetine
girmemiştir. Bunlar da, karşılıklı bazı askeri seferlerden çok ticari
münasebetler sonucunda İslam dinini kabul etmişlerdir. Müslümanların önemli
şehirlerinden biri haline gelen Harezm'in Hazarlar ve bilhassa Volga Bulgarları
ile yaptığı ticaret önemli idi. Harezmli Müslüman tüccarlar kuzeye çıkıyorlar
ve mallarını sattıktan sonra aldıkları ham maddelerle geri dönüyorlardı. Öbür
yandan dericilikle uğraşan Bulgarlar İslam memleketlerine ayakkabı ve çizmeler
ihraç ediyorlardı.[33] [34] [35] Böylece,
İslam dini Türklerin kendi arasında yaptıkları ticaretle de bu bölgelere
taşınıyordu.
Bilindiği gibi İslam, önce Türk şehirlerinde
yayılmaktaydı. Ticari ilişkiler yeni Müslüman olan Türklerle göçebe hayat
sürdüren Türkler için en güzel bağlantı kurma vasıtasıydı. Göçebe olan Türkler
besledikleri hayvanlarını satabilmek için şehirlere geliyorlardı, şehirli
Türkler de ucuz et almak için onlara büyük ilgi gösteriyorlardı. Bu karşılıklı
ilişki göçebelerin İslam’ı yakından tanımalarına ve zamanla İslam’ı din olarak 35 kabul etmelerine vesile oluyordu.
Sıkı ticari ilişkilerden Arapların kendileri de
bir çok faydalar görüyorlardı. Bu topraklarda ticaret yapan Araplar yerli
halktan (aslı Çin’de başlatılan) pamuktan nasıl kağıt imal edildiğini öğrenmiş
ve bu sanatı bütün İslam dünyasına ve Avrupa’ya tanıtmışlardır.[36]
Buraya kadar kısaca özetlemeye çalıştığımız,
askeri fetihler ve ticari ilişkiler yanında onlar kadar Türklerin
İslamlaşmasına katkı sağlayan faktörlerden biri, bizce daha önemli olanı, tasavvufi
faaliyetlerdir. Özellikle askeri kuvvetlerin ve ticari ilişkilerin ulaşamadığı
bozkırlardaki göçebe Türklere tasavvufi faaliyetler sonucunda İslam’ın
götürülüp, onların yaşam tarzları ve düşüncelerine göre anlatılarak başarılar
elde edilmesi ve bunun İslamlaşma sürecini hızlandırmasını eklersek bunun önemi
ortaya çıkmaktadır. Bu tasavvufi faaliyetleri bundan sonraki bölümlerde detaylı
bir şekilde ele alacağız.
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLÂM TASAVVUFUNUN ORTAYA ÇIKIŞI VE
TÜRKLERİN İSLAMİYET’İ KABULÜNDEKİ ROLÜ
A.
İslâm Tasavvufunun
Ortaya Çıkışı
Türklerin İslam dinini kabul etmelerinde
tasavvufun etkisini ele almadan önce tasavvufun tanımı ve anlamını, tarihi
seyri içerisindeki gelişimi üzerinde kısaca duracağız. Çünkü tüm bunların
anlaşılması bize Türklerin İslamlaşmasında en önemli yeri olan tasavvuf
faaliyetlerini araştırmamıza ışık tutacaktır.
a.
Tasavvuf Kelimesinin
Kökeni ve Anlamı
“Tasavvuf” kelimesine bakıldığında onun “sufi” kelimesi ile aynı kökten
geldiği görülür. Sufi kelimesinin nereden geldiği konusunda çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür. Bunların bazıları şunlardır; “Ashab-ı Suffe”, “Saff-ı
Evvel”, “Safevi”, “Sophia” ve “Suf”. İleri sürülen bu kelimeler “sufi”
kelimesine benzer görünmekle beraber, bazılarının mana bakımından da
yakınlıkları vardır. Bu konuda Kelabazi şunları aktarmaktadır: “Sufi
kelimesi ile ilgili yapılan izahların hepsinde; dünyadan boşanmak, nefsi ondan
uzaklaştırmak, memleketi terk etmek,... nefsi hazlardan alı koymak, yapılan
muamelelerde ihlaslı olmak, sırrı saf hale getirmek, kalbin açılışını sağlamak
ve fazilet yarışında önde gitmek manaları mevcuttur. ”[37]
Bunların içerisinde Ashab-ı Suffa’ya baktığımızda onun sufi kelimesine şekli
ile değil mana bakımından da yakınlığı açıkça göze çarpmaktadır:
Bilindiği üzere Hz. Peygamber
Medine’ye hicret ettiğinde devesinin çöktüğü yere bir Mescit inşa ettirmişti.
Mescit-i Nebevî olarak bilinen bu yapının
güney duvarı boyunca[38] “Suffa”
denilen gölgelik bulunmaktaydı. Burası fakir, kimsesiz ve barınacak yeri
olmayan Müslümanlar için yapılmıştı. Burada kalanlara da “Ashab-ı Suffa”
denilirdi. Ashab-ı Suffayı kimsesiz muhacirler, bekarlar, yeni Müslüman olup
Medine’ye göç eden sahabeler oluşturmaktaydı. Onların yeme içmesinden
evlenmesine kadar bütün ihtiyaçlarıyla bizzat Hz. Peygamber ilgilenirdi. Ensarlardan
zengin Müslümanları yardım etmeye teşvik ederdi. Bunun yanında Suffa’da kalmış
sahabelerden bazıları çalışır, bazıları ibadet eder ve bazıları da ilim
öğrenir, eğitim işlerinde Peygambere yardımcı olurlardı.[39]
Burada “Suffa” kelimesi sufi kelimesi ile
sarf kaideleri ile uygunluğu olmamakla beraber, kelimenin benzerliği ve
Suffa’daki durumun sufilerin yaptıkları ile yakından ilişkili olabileceğini
düşünmek mümkündür. Yani sufiler de tekke ve zaviyelerde oturup, bütün
zamanlarını ilim öğrenmek, ibadet etmekle geçirdikleri bilinmektedir.[40]
Bazı rivayetlere göre camide namaz sırasında
Allah’ın huzurunda ilk sırada (saff-ı evvelde) bulundukları için mutasavvıflara
“sufi” adı verilmiştir.[41]
Bazı alimler tarafından tasavvuf kelimesinin “safevi”
(saf ve temiz)den türediği ve sufinin de “dünyevi kirlerden temizlenen kişi”
anlamında olduğu, “safevi” kelimesinin telaffuz etme zorluğundan dolayı “vav”
ile “fa” harflerinin yerleri değiştirildiği ve böylece “sufi”
haline getirildiği ileri sürülmüştür.[42]
“Sufi”
kelimesinin Yunan dilinde “hikmet” anlamına gelen “Sophia”
kelimesinden gelebileceği de ileri sürülmüştür. Bazı ilim adamları bu ihtimale
yer verirken, bir çok alim tarafından bu görüş reddedilmiştir.[43]
Sufînin, yün manasına gelen “suf”
kelimesinden geldiği konusunda birçok İslam alimi birleşmiştir. Suhreverdi,
Hz.Peygamberin yün elbise giydiğini, yünlü elbiseyi sevdiğini, zahitlerin de
bunu benimsediğini, dolaysıyla onlara “yün elbise giyen” anlamında “sufi”
denildiğini rivayet ederek, bu görüşün daha kuvvetli olduğunu bizzat
nakletmektedir.[44] Bunun
yanında Nöldeke gibi bazı Batılı araştırmacılar tarafından sufilerin yünlü
elbise giyme adetini Hıristiyan münzevilerinden öğrendikleri ileri sürülmüştür.[45]
Tasavvuf kelimesinin nereden geldiği hakkındaki
görüşlerin çeşitliliği kadar onun tanımı da çeşitlilikler arz etmektedir.
Tasavvufun bir hal ilmi oluşu, onu anlamak için her kesin kendisi bu tecrübeyi
yaşaması gerekli görülmesi,[46] bu ilmin
tanımının tam olarak yapılamamasının en büyük etkenlerinden olmuştur. Buna
rağmen tarih boyunca alimler tarafından tasavvuf hakkında bir çok şey
söylenmiştir. Bu tariflerin bir çoğunu Nicholsun toplamış ve sınıflandırmıştır.
Onların bazıları şu şekildedir:
“Tasavvuf, hakikatleri almak ve mahlukatın
elindekilerden ümidi kesmektir. ” (Ma'ruf
el-Kerhi (ö.200)
“Tasavvuf, sufinin üzerinde Hak’tan
başkasının bilmediği amellerin meydana gelmesi ve daima Hak’tan başkasının
bilmediği bir hal üzere Onunla birlikte olmasıdır.” (Ebu Süleyman ed-Daranî (ö.215.)
“Tasavvuf, az yemek, Allah ile huzura
kavuşmak ve insanlardan kaçmaktır. ” (Sehl
b. Abdullah et-Tüsteri (ö. 283)
“Tasavvuf ne bir sistem, ne de bir ilimdir;
o bir ahlaktır. Sistem olsaydı, mücahede ile, ilim olsa öğrenmekle elde
edilirdi. Oysa o, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır. Ahlak-ı ilahiyye ’ye ilim
ve merasimle bir karşılık bulmaya gücün yetmeyecektir.” (Ebu’l Hüseyin en-Nuri (ö.295)
“Tasavvuf, Hak’kın seni sende öldürmesi ve
kendisiyle diriltmesidir” (Cüneyd Bağdadi
(ö. 297)
“Tasavvuf, ahlâktır. Ahlakını artıran kimse
safasını da arttırır.” (Ebu Bekr Kettânî
ö.322)
“Tasavvuf, kadere sabretmek; Allah’ın
verdiğine razı olmak ve dere tepeyi aşmaktır.” (Ebu Abdullah b. Hafif (ö.331)
“Tasavvuf, fuzuli işleri tamamen terk
etmektir.” (Ebu Said b.el-Arabi (ö.340)
“Tasavvuf, hali gizlemek ve ihvana karşı
makamı terk etmektir.” (Ebu’l Hasan
Harkani (ö.425)
“Tasavvuf, Aklındaki her şeyi terk etmek,
elindeki her şeyden uzaklaşmak ve isabet eden şeye üzülmemektir.” (Ebu Said b. Ebu’l-Hayır (ö.440)[47]
Bunun gibi tarifleri çoğaltmak mümkündür.
Bunlar bile bize tasavvufun anlaşılmasının kolay olmadığını, her tarifin özel
hal tecrübelere dayandığını göstermektedir. Bunun yanında bazı alimlerce
tasavvuf şiir diliyle de açıklanmaya çalışılmıştır. Örneğin Olanlar Tekkesi
Şeyhi İbrahim Efendi (ölm. 1066) tasavvufun tanımını aşağıdaki dizelerde ifade
etmiştir:
Bidayette tasavvuf sufi bi-can
olmaya derler
Nihayette gönül tahtında sultan
olmaya derler Tarikatte ibarettir tasavvuf mahv-ı suretten
Hakikatte saray-ı sırda mihman
olmaya derler
Bu
ab u kil libasından tasavvuf ari olmaktır Tasavvuf cismi safi nur-ı Yezdan
olmaya derler Tasavvuf lem’ayı envar-ı mutlaktan uyarmaktır Tasavvuf ateş-i aşk
ile suzan olmaya derler Tasavvuf şerait name-i hestiyi dürmektir Tasavvuf ehli
şer’u ehl-i iman olmaya derler Tasavvuf arif olmaktır hakimen adetullaha
Tasavvuf cümle ehl-i derde derman olmaya derler Tasavvuf ten tılsımın ism
miftahıyla açmaktır Tasavvuf bu imaret külli viran olmaya derler Tasavvuf sofi
kali tebdil eylemektir bil
Dahi her söz ki söyler ab-ı
hayat olmaya derler Tasavvuf ilm-i tabirat-ü tevilatı bilmektir Tasavvuf can
evinde sırrı sübhan olmaya derler Tasavvuf hayret-i kübrada mestü valih
olmaktır Tasavvuf Hakkın esrarında hayran olmaya derler Tasavvuf kalb evinden
masivallahı gidermektir Tasavvuf kalbi mümin arşı Rahman olmaya derler Tasavvuf
her nefeste şarka vü Garba erişmektir Tasavvuf bu kamu halka nigehban omaya
derler Tasavvuf cümle zerratı cihanda Hakk’ı görmektir Tasavvuf gün gibi kevne
nümayan olmaya derler Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin Tasavvuf
alem-i akla Süleyman olmaya derler Tasavvuf uryet-i vüska yükün can ile
çekmektir Tasavvuf mahzar-ı ayat-ı gufran olmaya derler Tasavvuf ismi azamla
tasarruftur bütün kevne Tasavvuf camii ahkamı Kuran olmaya derler
Tasavvuf
her nazarda zatı Hakka nazır olmaktır Tasavvuf sofiye her müşkil asan olmaya
derler Tasavvuf ilmi Hakka sinesini mahzen etmektir Tasavvuf sofi bir katreyken
umman olmaya derler Tasavvuf küllü yakmaktır vücudun nar-ı la ile Tasavvuf
nur-ı “illa” ile insan olmaya derler Tasavvuf on sekiz bin aleme dopdolu
olmaktır Tasavvuf nuh felek emrine ferman olmaya derler Tasavvuf “kul kefa
billah” ile davet dürür halkı Tasavvuf irci’i lafzıyla mestan olmaya derler
Tasavvuf günde bin kere ölüp yine dirilmektir Tasavvuf cümle alem cismine can
olmaya derler Tasavvuf zat-ı insan zat-ı Hakk’da fani olmaktır Tasavvuf “kurbu
ev edna” da pinhan olmaya derler Tasavvuf canı canane verip azade olmaktır
Tasavvuf can-ı canan can-ı canan olmaya derler Tasavvuf bende olmaktır hakikat
Hak ey İbrahim Tasavvuf şer-i dilde bürhan olmaya derler[48]
c.
Tasavvufun Doğuşu ve
Gelişmesi
İslam tasavvufunun kaynağı Kur’an ve Sünnete
dayanmaktadır. Kuran’a baktığımızda ayetlerin sufilere ilham kaynağı verdiği
açık bir şekilde görülmektedir. Başta kıyamet günüyle ilgili ayetler onların
korku ile yaşamaya sevk etmiştir. Sufiler, Kur’an’dan kötülüğü emreden nefisten
(nefs-i emmare), Allah’la huzur içinde bulunan nefse (nefs-i mutmainne) kadar
insan ruhunun çeşitli mertebelerini bulmuşlardır. Ayrıca, Allah’ın “... Biz
ona şah damarından daha yakınız”,[49] “O’nu gözler algılamaz, O
ise, bütün gözleri idrak eder ...”[50], “...
Nereye yönelirsen orada Allah’ın yüzü vardır ...”[51], “Yer
yüzünde inanç sahipleri için birçok ibretler vardır; kendinizde de; hala görmeyecek
misiniz?”, vs. buyurması sufileri derinden etkilemiştir.[52] [53]
Bunun yanında Kur’an, güzel ahlakın ve
tasavvufun temeli durumunda olan tevbe, züht, sabır, şükür, muhabbetullah,
hayşiyetullah gibi her Müslümanda olması gereken sıfatları bildirmiş, zikir,
tesbih, tevekkül, teslimiyet, tefekkür, murakebe ve ihlas gibi amelleri teşvik
etmiştir. Sufiler Kur’an’ın sunduğu bu sıfat ve amelleri kazanmaya ve yaşamaya
gayret , -i 1-53 etmişlerdir.
İslam Tasavvufunun ikinci kaynağı hadisler,
yani Hz. Peygamberin sözleri ve yaşama şeklidir. Sufilerce en önemli olaylardan
biri Hz. Peygamberin miraca yükselmesi olmuştur. Bu olay tasavvuf ehli için
Allah’ın huzuruna manevi yükselişin ilk örneği sayılmıştır. Mutasavvıflar için
Hz. Peygamberin ibadetleri de önemliydi, özellikle gece ibadeti kendilerine
örnek almışlardı. Bunun yanında Hz. Peygamber insanları hayatlarının her anında
Allah’ı zikretmeye, sürekli ibadet etmeye teşvik ettiği bilinmektedir.[54] Hz.
Peygamberin fakirliği övmesi ve bir defasında: “Ya Rab! Beni fakir olarak
yaşat ve fakir olarak öldür ve fakirler arasında haşret” diye dua etmesini
sufiler örnek almışlar ve uygulamaya çalışmışlardır.[55] Ayrıca, sufiler her zaman
yaşattıkları manevi zinciri Hz. Peygamber’e kadar götürmeyi kendileri için adet
hale getirmişlerdir.[56]
Tasavvufun dış kaynaklı olduğunu ileri sürenler
de olmuştur. Bu görüşü savunanlar, sufilerin hal ve sözlerinden bazılarından
hareket ederek yabancı tesirlerle karşılaştırma yapmışlar ve kendilerine göre
benzerlikler bulmuşlardır. Tespit edilen bu benzerlikler şu noktalarda kendini
göstermiştir: Bunların başında Batılı müsteşriklerin İslam tasavvufunun
Hıristiyanlıktan etkilenerek ortaya çıktığı iddiası yer almaktadır. Buna göre
ilk zahit-sufiler züht ve takva eğilimlerini Hıristiyan rahiplerinden öğrenmişlerdir.
Bunun yanında “sufi” adının türetildiği “yün elbise”, Hıristiyan
geleneğinden geçmiştir.[57]
İkinci bir iddiaya göre İslam tasavvufu Yeni
Eflatunculuktan etkilenmiştir. Buna göre Müslümanlar, Yunanca’dan tercüme
edilmiş kitaplardan etkilenmişler ve tasavvuf da bundan payını almıştır.
Batılıların örnek gösterdikleri Mısırlı Zu’n-Nun bu süreçte önemli rol oynamış,
tesir altında kaldığı Yeni Eflatunculuğu İslam dünyasına taşımıştır.[58]
Müslümanlar, İslam dünyasının genişlemesi
sonucunda eskiden Budizm’in etkili olduğu halklarla temas kurmuşlardır. Üstelik
önceleri Budizm’in egemen olduğu Horasan ve Mavereünnehr zamanla sufiliğin
merkezleri haline gelmiştir. Bunu göz önüne alan bazı Batılı araştırmacılar
tasavvufun Budizm’den etkilenebileceğini ileri sürmüşlerdir. Sufilikteki
vahdet-i vücut şekliyle Fena, Budizm’deki Nirvana ile karşılaştırılmış ve
benzer yönleri olduğu söylenmiştir. Ayrıca, İbrahim b. Ethem gibi büyük
sufilerin hayatlarından örnekler vererek bunları kanıtlamaya çalışmışlardır.
Buna göre İbrahim b. Ethem’in hayat tarzı Buda’nınkine benzetilmektedir.[59] Bunun
yanında büyük mutasavvıflardan sayılan Bayezid-i Bistami’nin öğretmeninin Sindi
adında biri olduğu ve onun Hind kökenli biri olabileceği söylenmiştir.[60] İslam
tasavvufunun hırka, tesbih ve zikir esnasında nefes almanın da Hind tesiriyle
girdiği bildirilmiştir.[61]
Bunların dışında İslam tasavvufunun
Yahudilikten, Gnostizim’den ve Orta Asya Şamanizm’den de etkilendiği ileri
sürülmüştür. Yağmur yağdırmak için yapılan Sufi raksın Şamanizm’den geldiği
bildirilmiştir. Bunun yanında güzelliğe duyulan saygı Orta Asya Türklerinde
İslam’a geçmeden önce de görülmüştür. Ayrıca, Sufiler’in “uçanlar” ile
ilgili efsaneleri eskiden Türkler arasında da yaygın olduğu ifade edilmiştir.[62]
Bütün bunlara baktığımızda açıkça şunu görmek
mümkündür ki, bütün din ve kültürlerde mistik hareketler görülmüştür. Onun
insanların inandıkları herhangi bir dinin ayrılmaz bir olgusu olduğu
belirlenmiştir. Dolaysıyla insan inançlı oldukça bu olguyla beraberdir. Demek,
bir dindeki mistik gelişmenin diğer bir mistik hareketlerden kaynaklandığını
veya ödünç aldığını tartışmak anlamsızdır. Şurası muhakkak ki, bir dindeki
mistik gelişme diğer mistik hareketlerle benzer yönleri olabilir, zamanla
karşılıklı etkileşimler de gözlenebilir. Bu onların aynı olduğu anlamına
gelmemektedir. Çünkü, benzerlikler kadar farklılıklar da vardır. Netice olarak
İslam Tasavvufunun kaynağı Kur’an ve sünnete dayandığını söyleyebiliriz. Ancak,
zaman içerisinde diğer dinlerdeki mistik hareketlerle de karşılıklı etkileşim
içerisine girdiği kuşkusuzdur.[63]
İslam tasavvufunun ortaya çıkışı ve gelişim
tarihi de önem taşımaktadır. İslam Tasavvufu ilk asırlardan itibaren ortaya
çıkan züht hareketiyle kök salmaya başlamıştır. Bu dönemde züht yolunu
tutanlar, dünya ve dünya nimetlerinden yüz çevirmeyi, dini hususlara titizlikle
ve harfiyen uyumaya çalışıyorlardı. Zahitlerin amacı Allah’ın rızasını
kazanmak, onun azabından kurtulmaktı. Özellikle Allah korkusu, cehennem
korkusu, ölüm korkusu ve günah korkusu ilk zahitleri derinden etkilemişti.[64] Diğer bir
yandan onların züht hayata çekilmelerine İslam dünyasında gelişen değişiklikler
ve kargaşalar neden olmaktaydı. Dördüncü halife olan Hz. Ali’nin 661 senesinde
öldürülmesinden sonra iktidarı ele geçiren Emeviler bir asra yakın, halife Ömer
b. Abdulaziz (717-720) hariç, Müslümanları İslam’ın idealinden uzak
yönetmişler, bundan dolayı her zaman zahitlerce, dünyevi değerlere aşırı
bağlanmak ve Allah’a karşı saygısız davranışlarıyla suçlanmışlardır. Bu da ilk
zahitlerin iktidarın ve toplumun günah işlemekte olduğu duygularını
güçlendirmiş ve onlardan uzak, inzivaya çekilerek yaşama arzularını
artırmıştır.[65] Buna rağmen
ilk zahitler züht hayatlarını aşırılıklara götürmüyorlardı. Toplum
faaliyetlerine katılıyor, ihtiyaçlarını karşılamak için çalışıyorlardı.[66]
Emeviler döneminde iyi bir yönetim sergileyen
halifenin Ömer b. Abdulaziz olduğunu söylemiştik. O yalnızca erdemli
davranışıyla değil, aynı zamanda imanı ve zühdü ile de şöhret kazanmıştı.
Bununla beraber tasavvufün atası, ilk ve en seçkin zahit-sufi olan Hasan
el-Basri (ö.110/728) ile aynı dönemde yaşamış ve onunla haberleşmiş olmasıyla
da takdir edilmiştir.[67]
Dört halife dönemi sona erirken, uzun bir
dönemini Irak’ta Basra şehrinde geçiren ve dolaysıyla bu şehrin ismi ile anılan
Hasan el-Basri Hz. Ömer’in halife olduğu dönemin sonlarında Medine’de
doğmuştur. Hz. Ömer ona hayır dualarında bulunmuş ve ululamıştır. Hasan
el-Basri’nin yetişkinlik çağında Medine’de iken Hz. Ali’nin önünde diz çöktüğü
söylenmiştir. Sonradan ortaya çıkan sufi tarikatların pek çoğu da manevi
silsilesini bu büyük zahit-sufi Hasan el-Basri vasıtasıyla Hz. Ali’ye ve
dolaysıyla Hz. Peygambere bağlamışlardır.[68] Hasan el-Basri, kendini sadece
fetihlere adayan Müslüman toplumu uyarmaya çalışmış, onlara kıyamet gününü
hatırlatmış, bundan kurtulmaları için Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmaları
gerektiğini bildirmiştir. Kendisi zühd hayatı yaşamış ve onu bir çok zahit
kendilerine örnek almıştır.[69] Kendinden “ilk
sufi” olarak
bahsedilen Ebu Haşim el-Kûfî (Ö.150/767) de Hasan-ı
Basri yolundan gitmiş büyük zahitlerden sayılmıştır.[70]
Abbasilerin 750 senesinde iktidara gelmesiyle
İslam tarihinde önemli bir dönem başlamış oldu. Bu dönem başlarken bir yandan
İslam ilimleri gelişme gösterirken, öbür yandan İslam toprakları genişlemiş,
Türklerin yaşadıkları Horasan ve Mavereunnehr bölgeleri İslam’la yakından
temasa geçmişlerdi. Ayrıca, züht hareketi buralara kadar ulaşmıştı. Zamanla
tasavvufun merkezi haline gelecek olan Türklerin de yaşadığı Horasan bölgesinde
ilk zahitler ortaya çıkmışlardı. Bunların başında İbrahim b Ethem (ö. 160/777)
ve onun öğrencisi tacir ve tevekkülü mistik hal olarak tanımlayan Şakik-i Belhi
(ö.194/810) gelmekteydiler.
Büyük zahit-sufi Mervli Abdullah b. El-Mubarek
(ö.181/779) zühdün dışında hadis, tefsir fıkıhla da uğraşmış ve “Kitabü’z-Züht”
isimli kitabı bu dönemde yazmıştır. Önceleri haydutken daha sonra İslam dinden
etkilenip kendini bu dine adayan Horasanlı Fudayıl b. İyaz (ö.187/803) da
zahitliğin örneklerinden sayılmıştır. Bunun ardından öğrencisi sayılan Merv’de
doğan Bişir b. El-Haris el-Hafi (ö.227/841) ise, “başkaların fikrine
aldırmazlık etmeme” fikrini ilk ortaya atan sufi olarak bilinmektedir. Onun
fikirleri daha sonra Melametiye hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.[71] Türklerin
İslamlaşma sürecinde etkili olmuş sufi hareketlerinin de Melametilikten
etkilendiği ileri sürülmüştür.
Hasan el-Basri öldüğü sıralarda
Rabiyatü’l-Adeviyye 11 yaşındaydı. Onun döneminde İslam aleminde bazı ahlaki
problemler ve ayrılıklar başlamıştı. O, yaşadığı zaman içerisinde bu
problemlere karşı güreşmiş, manevi değerleri geri kazanmada insanlara örnek
olmuştur.[72] Ayrıca,
Rabiyatu’l Adeviye (ö.185/801) insanlara Allah sevgisinden bahsederek korkuyla
başlayan züht hareketine “İlahi aşkı” (muhabbetullah) katmıştır.
Onun Allah sevgisini yücelterek şöyle dua
ettiği rivayet edilir: “Ey Rabb’im! Eğer Cehennem korkusuyla sana ibadet
edersem, beni Cehenneminde yak; eğer Cennet umuduyla sana ibadet edersem beni
Cennetinden mahrum et; ama Senin rızan için Sana ibadet edersem, beni Ebedi
Cemalinden mahrum etme ”[73]
Hadis de rivayet eden Haris el-Muhasibi
(165/781) “er-Ri’aye” ve “Kitabü’t Tevehhüm” gibi eserlerini bu
dönemde kaleme almıştır. Eserlerinin büyük bir kısmı riyazetle ilgili olup,
ismini de nefes muhasebesi anlamındaki “muhasebeden” almıştır.[74] Bu asırlara
damgasını vurmuş mutasavvıflardan biri de Mısırlı Zu’n-Nun’dur (Ö.246/861).
Tasavvufa marifet (gnosis) fikrini ilk dahil eden kişi olarak bilinir. Ayrıca,
onun bir simyacı olduğu, Mısır hiyerogliflilerini bildiği söylenir.[75] Bununla
beraber bir yandan Rabiyatu’l Adeviye ile başlayan Allah sevgisini
(muhabbetullah) Mar’uf Kerhi (ö.815) geliştirirken, öbür taraftan Seri Sakati
(ö.251/865) tasavvuf yolunun alametlerini tespit etmeye, makam ve hallerini
tertip etmeye başlamıştır.[76]
Bu dönemde yaşamış ve tasavvufun simgelerinden
biri durumuna gelen Bayezid-i Bistami (ö.261/875) Batılıların ilgisini
çekmiştir. Onların ilgisini çekme nedenlerin başında onun hocasının Ebu Ali
Sindi isminde biri olması gelmektedir. Onun bir Hindu inancına sahip olduğu kanaatine
varmışlardır.[77] Bunun
yanında Bayezit-i Bistami’nin ilk olarak Hz. Peygamberin miracını tasavvufi
deneyimle açıkladığı ileri sürülmüştür.[78]
Aynı zamanda bu asırlarda İslam dünyasında
Tirmizi (ö.280/893), Sehil et-Tüsteri (ö.896), Ebu Bekr el-Harraz (ö.899),
Yahya b. Mu’az (ö.285/907), Amr el-Mekki (ö.909), Cüneyd-i Bağdadi (ö.298/910)
vs.
büyük mutasavvıflar
yetişmişti. Bunun yanında bu dönemde sufilerce, niyetin amelden önceliği,
sünnetin farzdan önemliliği ve taatın ibadetten daha hayırlı olduğu söylenmeye
başlandığı ileri sürülmüştür. Bu tutum diğer insanların dikkatini çekmiş ve
tepkiler vermeye başlamışlardır. İnsanlar bu tür iddiada olanları tehlikeli
sayıyorlar ve küfürle 1 1 1 79
suçluyorlardı.
Bunların arasında sufilere yönelik en şiddetli
düşmanlık fıkıhçılardan gelmiştir. Sufiler, fıkıhçıları dini, bir merasim
hayatiyeti ve ruhaniyeti olmayan bir kaideler toplamı yaptıklarını
söylüyorlardı. Fıkıhçılar da onları zındık ve kafirlikle suçlamışlar ve bu
konuda başarılı da olmuşlardır. Bunun sonucunda bazı sufiler yargılanmış ve
bazen idam cezasına çarptırılmıştır.[79] [80] Yani, Sufilerin tutum ve
tavırları sıradan halk tarafından tam olarak anlaşılamamıştır. Hallac-ı
Mansur’un (ö.912) “Enel Hak” ifadesini kullanması ve bundan dolayı idam
edilmesi halkın o dönemlerdeki tasavvuf hakkındaki görüşlerini açıkça ortaya
koymaktadır. Aynı zamanda Hallac-ı Mansur’un fikirleri artık tasavvufun İslam
alemi için vazgeçilmez olduğunu, onun da ayrı yeri olduğunu göstermiştir.[81]
Bu gibi olaylardan sonra sufilerin bir çoğu bir
yandan kendilerini tasavvufla toplumu bağdaştırmaya, gelecek kuşak için
tasavvufu teorik düzeyde yapılandırmaya adarken, bir yandan da kendilerini
Kur’an ve Hadis’e adayarak ve eserler yazmakla savunuyorlardı. Ebu Bekr
eş-Şibli (334/946), Ebu Bekr el-Vasiti (ö.331/942), en-Nifferi (ö.350/961), Ebu
Said b. Ebil’l Hayır (357/967), İbn el-Hafif (ö.371/982), İbin el-Arabi gibi
sufiler bu dönemde ün kazanırken, Serrac (ö.378/988) “el-Luma”, Kelabazi
(ö. 380/990) “et-Taarruf”, Ebu Talip Mekki (ö.386/996) “Kutu’l Kulub”
isimli kitaplarıyla öne çıkıyorlardı.[82] Ayrıca, bu asırlarda tasavvuf
İslam dünyasının her tarafına yayılmış, İslam aleminin her yerinde sufiler
cemaatlar ve fırkalarla teşkilatlanıyordu.[83] Böylece İslam tasavvufunun
temelleri atılmış ve İslam alemindeki yerini almıştır.
Bununla beraber İslam dünyasında kargaşalar
meydana gelmiş bir çok mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu da tasavvufun her tarafta
yayılmasına ve rağbet görmesine yardım ediyordu. Çünkü halk kargaşalardan
bıkmış, kurtuluşu tasavvufa sığınmakta bulmuşlardı. Diğer taraftan halkın
tasavvufa meyleden yönünü fark eden devlet adamları, onları korumak için
sufilere de saygı göstermeye başlamışlardır. Bu da sufilerin her tarafa
yayılmalarını ve rahatça hareket etmelerini kolaylaştırmıştır.[84]
Bu asırlarda sahte sufiler de ortaya
çıkmışlardır. Onlar asıl sufilerin hürmetinden faydalanarak ortaya fesat
karıştırmaya başlamışlardır. Bu durumu bertaraf etmek ve tasavvufu
meşrulaştırmak için o dönemin de büyük mutasavvıflarından Kuşeyri (Ö.465/1072) “Risalesi”
ve Hucviri (450/1057) “Keşfu’l Mahcub” isimli eserleri ile bunlara karşı
çıkmış[85] ve
tasavvufun aslını göstermeye çalışmışlardır.
Asıl tasavvufla halkı yakınlaştıran, onun
önemini kavratan Gazzali (Ö.1111) olmuştur. Gazzali hayatında sufilik tecrübesi
geçirmişti. Bu tecrübe sonucunda şüphecilikten kurtulmanın güvenilir tek
yolunun tasavvuf olduğu kanaatine varmıştır.[86]
Gazalli’den sonra Abdulkadir el-Geylani
(ö.561/1161) de bu konuda insanları aydınlatmaya çalıştı ve Bağdat’ın
kapılarından birinin yakınında halka tasavvuf dersleri verdi. Bu dersleri
sadece Müslümanlara değil, Yahudi ve Hıristiyanlara da verdi. Onlar arasında
bazıları İslam’ı seçtiler.[87]
Ayrıca, Abdulkadir el-Geylani ile tasavvufun
tarikatlar dönemi başlamış oldu.
B.
Türklerin İslamiyet’i
Kabullerinde İslam Tasavvufunun Rolü
Horasan ve Mavereünnehr bölgelerinde VIII.
yüzyıldan itibaren tasavvufi faaliyetler gözükmeye başlamıştır. İslam hudutları
içerisine giren bu bölgelerde insanlar daha çok tasavvufi Müslümanlıktan
etkileniyor, kendilerine bu yolu yakın hissedip kabulleniyorlardı. Bunun
başlıca sebebi kısmen mistik bir din olan eski Türk dininin tasavvufi
Müslümanlığa daha yakın olmasından kaynaklanıyordu. Özellikle Türklerin her
zaman görüp yaşattıkları ve tecrübesini devam ettire geldikleri eski Türk
mistik düşünce sisteminin esasını oluşturan kamlık müessesesi, Türklerin tasavvufa
çabuk alışmasını sağladığını düşünmek mümkündür. Rivayete göre Türklerin büyük
ozanı Korkut Ata’nın önceleri bir kam iken sonradan İslam’ı anlama maksadıyla
Arabistan’a gidip, Hz. Ebu Bekr ile görüşerek Müslüman olması ve bu olayın
dilden dile dolaşması Türklerin İslamlaşmasında eski dinin de etkilerinin
olabileceğini göstermektedir. Yani, Türklerin İslam’ı yakından tanımaya
başladıkları dönemlerde ilk önce eski kam ve ozanların
88 yerini baba ve ata olarak tanınan dervişler
almaya başlamıştır.
Bunun yanında Türklerin zaman içerisinde
benimsedikleri Budizm ve Hıristiyanlık gibi dinlerin de, onları ilk önce
İslam’ın bu yönüne meyletmelerinde etkili olduğu söylenmiştir. Bu dönemde
yaşamış olan, Horasan sufilerinin en büyüklerinden sayılan İbrahim b. Ethem ve
Şakik-i Belhi’nin hayat hikayeleri her zaman Batılılar tarafından malzeme
olmuş, onların eski dinlerden, özellikle Budizm’den etkilendikleri iddia
edilmiştir.
Türklerin İslamlaşmasında önemli rol oynayan
müesseselerin başında Ribatlar gelmektedir. Ribat, (çoğulu, rubat) murabata
(sınır [88] boylarında
düşmanı kollamak)[89] işinin
yapıldığı yer anlamına gelmektedir. Kur’an kaynaklı bu ribat deyimi zamanla
kurumsal bir karakter kazanmış ve sınır boylarında düşmanı kollayan Allah
yolunda savaşanların barındıkları yerler haline gelmiştir. Aynı zamanda
kendilerini İslam dininin yayılmasına adayan sufi-dervişlerin de barınak ve
konaklama yeri olmuştur. Daha çok askeri gayelerle, sınırlara yakın yerlere
kurulan bu ribatlarda zamanla hudutların genişlemesiyle ve etrafındaki
toprakların İslam dairesine girmeleriyle bu müesseseler sadece İslam dinini
yaymaya çalışan sufilere hizmet etmeye başlamış ve birer tekke ve zaviyelere
dönüşmüşlerdir.[90] Daha
Emeviler döneminde 727 yıllarında Belh ve civarında ribatlar inşa edilmeye
başlamıştır. Ribatlarda yetişen sufilere “mürabitler” denilmiştir. Bu
yolda şehit olan Şakik-i Belhi de bir “mürabit” olarak sayılmıştır.[91]
Bu müesseseler İslamiyet’in ilk gelişme
yıllarında Müslüman halk tarafından o kadar benimsenmiştir ki, Müslüman zenginler
varını yoğunu bu Allah evleri için harcamışlar ve adeta birbirleri ile
yarışarak bir çok ribat, bunun yanında tekke ve zaviye yapmışlardır. Buralarda
bir mürşid veya şeyhin manevi terbiyesinde yetişen bu gazi dervişler, özellikle
ilk bahar ve yaz aylarında kafir Türklere karşı bazen gaza ve cihatta
bulunurlar, bazen bir erenler ordusu olarak göçebe Türklere katılırlar ve
onlara İslam’ı davet ederlerdi.[92]
Bu konuda İstahri şunları beyan etmektedir: “İslam
ülkelerinde ki, servet sahiplerinin çoğu, paralarını sefahete, yani içki kumar
gibi, Allah’ın razı olmayacağı kötü şeyler için sarf etmede adeta birbirleriyle
yarış etmektedirler. Ancak , bu zenginlerden pek azı bunun aksini yaparlar,
paralarını hayır ve hasenata sarf ederler. Halbuki, Maveraünnehr’de durum böyle
değildir.
Buralardaki, zenginlerin büyük bir kısmı
onların tam aksine, mallarını Allah yolunda harcarlar, ribatlar, yol ve
köprüler yaparlar din uğuruna cihadı teşvik ederler. Ancak onlardan çok azı, bu
servetlerini eğlence ve sefahete harcamaktadırlar.
Buralarda, hiçbir şehir, kasaba, su kaynağı,
sebil, önemli geçitler, hatta hiçbir köy yoktur ki, orada yolcu ve misafirlerin
istirahatlarını temin etmek için mutlaka bir ribat vardır. Bilindiği gibi Aşağı
Türkistan’da, bu şekilde hizmet gören ribatların sayısı 10.000 kadardır.
ihtiyaç sahipleri, ribatlarda dilediği sürece kalırlar, onların iaşe ve
ibadetleri temin edildiği 93
gibi
hayvanlarının da bakımı yapılmaktadır.
Bunlardan Ebu Haşim
es-Sufi’nin Şamda kurmasıyla başlatılan ve zamanla müesseseleşen tekke ve
zaviyeler bundan sonraki dönemlerde de sufilerin vazgeçilmez mekanları
olmuştur. X. asra gelindiğinde Baykent, Buhara, Semerkand, Fergana, vs.
dolaylarında sufiler için çok sayıda tekke ve zaviye kurulmuştur. Aynı zamanda
bu yerlerde eski Budist Viharaları tekke ve zaviye haline getirilmiş veya
yanlarına yeni zaviye binaları 1 , 94
yapılmıştır.
Türkler arasında başlıca Melametiye, Kerramiye
ve Kalenderiye gibi tasavvufi hareketler yaygınlaşmış ve Türklerin İslam’ı
tanımalarında önemli yer tutmuşlardır. Bunlardan Melametiye hareketini
başlatanın, İslam’a girmeden önce “bir düzenbaz, bir eşkıya” olan,
Merv’li Bişir b. El-Haris el-Hafi (Ö.227/841) olduğu söylenir. Bişir, “başkaların
fikirlerine aldırmazlık etmeme” doktrinini geliştirerek Melametiye
hareketini başlatmış oluyordu. Onun şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Kötü
fiillerinizi gizledikleriniz gibi, hayırlı işlerinizi de gizleyin”, ve yine
“eğer [93] [94]
insanların sizi hırsız sanmasını başarabilecek bir halde iseniz, bütün
gücünüzle bunu başarmaya bakın”[95]
Bişr’in fikirleri kısa sürede Horasanda gelişme
göstermiştir. Bunun ardından Melametiye hareketi Maveraünnehr bölgesine nüfuz
ederek, Melameti Türk dervişlerinin faaliyetleri sonucu Türkler arasında geniş
ölçüde yayılmıştır. Hatta Ahmed Yesevi’nin de bu hareketten etkilendiği
söylenmiştir.[96] Daha sonra
bazı Melametiler vasıtasıyla Horasan sınırları dışına taşarak bütün İslam
dünyasında yaygın hale gelmiştir. Böylece zamanla İslam dünyasının çeşitli
bölgelerinde Zu’n-Nün el-Mısri, Sehil et- Tüsteri, Cüneydi Bağdadi, Hallac-ı
Mansur ve İbrahim el-Husri gibi Melameti eğilimli sufiler yetişmiştir.
İlk dönemlerde Melametilik nefsin arzularına ve
riyakar davranışlara karşı sürekli mücadele etmek ve iyiliklerini gizlemeye
çalışmak olmuşsa da daha sonra bazı Melametiler bu ilkenin uygulanmasında
aşırıya kaçmışlar ve mensuplarından insanların kınamasını istemişlerdir. Bu
tavır sonraki dönemlerde Melameti anlayışın bir parçası haline gelmiş ve
kendilerine yöneltilen eleştirilere zemin hazırlamıştır.
Tasavvufun tarikatlar şeklinde örgütlenmeye
başladığı VI (XII) yüzyılda varlığını sürdüren Melametilik bu dönemde ortaya
çıkan başta Hacegan tariki Nakşibendiye, Kübreviye ve Mevleviye gibi büyük
tarikatları etkilemiştir. Daha sonra XV yüzyılda Anadolu’da ikinci devre
Melamiliği Hacı Bayram Veli tarafından kurulmuştur. Böylece Melamiye, Bayramiye
tarikatı içinde yeniden zuhur etmiş ve günümüze kadar etkisini sürdürmüştür.[97]
Dünyayı ve dünyevi değerleri umursamayan, bunu
kılık kıyafet, tutum ve davranışlarıyla gündelik hayatlarına yansıtan sufilere “kalender”
adı verilmiştir. Bu sufiler ağırlıklı olarak Horasan ve Maveraünnehr
bölgesinde yaşamışlardır.
Abdurrahman-ı Cami’ye göre Kalenderiler
Melametiler’in samimi takipçileridirler. Suhreverdi, Melametiler’in hallerinin
yüce, makamlarının aziz olduğunu, hadislere ve sünnete sıkı sıkıya bağlı
bulunduklarını, Kalenderilerin ise, kalp temizliğinin verdiği sarhoşlukla şeri
sınırları aşıp, farzların dışında namaz ve oruç gibi ibadetleri azalttığını
bildirmiştir. Daha sonra Suhreverdi Kalenderi ile Melameti arasındaki farklar
üzerinde durmuş ve şu sonucu çıkartmıştır: Melameti ibadetlerini gizlemeye özen
gösterir, Kalenderi ise bütün adetleri yıkmaya çalışır. Bunun yanında bazı
büyük sufi ve şairler Kalenderiler ve Kalenderilikten övgüyle söz etmişlerdir.
Bunlardan Hace Abdullah-ı Herevi “Kalendername” adlı risalesinde
Kalenderiyliği benimsemiş ve bir kalenderin ağzından bu konudaki görüşlerini
dile getirmiştir.[98]
Türkler arasında İslam’ın yayılmasında etkin
rol oynayan hareketlerin birisi de sufi Ebu Abdullah Muhammed b. Kerram
(809-869) ismiyle ortaya çıkan Kerramiye hareketiydi. Bu hareket Horasan ve
Maveraünnehr bölgelerinde taraftarlar elde etmiş ve bu bölgelerde İslam’ın
yayılmasında etkili olmuştur. İbn Kerram’ın kendisi de Horasana seyahatler
yapmış, taraftarlar kazanmıştır. Hatta, Kerramiye hareketi sayesinde Zerdüşt ve
Hıristiyanların da Müslüman olduğu söylenmiştir[99]
Türklerin İslamlaşmasını hızlandıran ve onlara
bu dini sevdirenler gezgin mutasavvıflar olmuşlardır. Bunların başında Hallac-ı
Mansuru sayabiliriz. Hallac-ı Mansur beş yıl boyunca Horasan, Maveraunnehir,
Sicistan, İsfahan, Türkistan bölgelerini dolaşmıştır. O, buralarda halka Allah
sevgisini vaaz etmeye çalışmış, İslam’ı anlatmış ve onlar için eserler
yazmıştır.[100] Onun
faaliyetleri Türkleri derinden etkilemiş ve İslam’a gönülden bağlanmalarına
vesile olmuştur. Hatta, Hallac-ı Mansur İslam’ı geç kabul eden Kırgız
Türklerinin sancıralarında (şecerelerinde) Kırgızların babası olarak geçmekte
ve onun yolculukları sırasında Kırgızlarla da karşılaştığını bize
göstermektedir.[101]
Hallac-ı Mansur, 897’de müritleri ile birlikte
Türkistan’a gelerek göçebe Türk boylarını İslamiyet’e davet etmiştir. Bazı
Kırgız araştırmacılarının fikrine göre Hallac-ı Mansur hakkındaki menkıbeler o
dönemden beri bu bölgede yaşayan halklar arasında devam edegelmiştir.[102] Aynı
zamanda burada yaşayan Kırgızlar ile sonraları Kırgız halkının oluşumunda
katkısı olan yerli halkın arasında dolaşan Hallac-ı Mansur hakkındaki
rivayetler daha sonra Kırgız şecerelerinde kendi yerini almıştır. Hallac-ı
Mansur ve Kırgızların menşei ile ilgili menkıbe ve rivayetler Seyfeddin
Ahsikendi’ye ait eserde anlatılmaktadır.[103] Hallac-ı Mansur ve
Kırgızlarla ilgili bir rivayeti araştırmacı Karasaev şu şekilde anlatır: “856922
seneleri arasında yaşayan Mansur adlı mutasavvıf kendini tasavvuf yoluna
adayarak kendini Allah ile eşitlemiştir. O şeyhin lakabı Hallac’dır. Onu Bağdat
halifesi cezaya çekip, öldürerek külünü dağ-taşa ve nehre bırakmıştır. İşte o
zaman kerametle dağ-taştan ‘Analhak, minalhak’ sesleri çıkmıştır. Nehir taşı
köpüklenerek akmıştır. Bu vakitte nehir kıyısında kırk kız sahil boylayarak
yüzlerini yıkadıklarında hepsi hamile kalırlar. Böylece kolayca Kırgızlar kırk
kızdan gelirler. Nehrin taşması, yukarıdaki seslerin yankılanması ile ilgili
haberler Hoca Ahmed Yesevi’nin ‘Hikmet ’lerinde de mevcuttur”.[104] Hikmetlerde Hallac-ı
Mansur’un öldürülmesi ve onun külünün göğe doğru savrulduğu, dağ ve taşların “Ene’l-Hakk”
diye ses çıkardıkları şu şekilde geçmektedir:
“Şeriatdur” deb alimler buyurdular,
“KafirMansur ulmadi”, deb kuydurdular,
Ahgar kilib, kulni kuka savurdular,
Tog, tuzlar “Ene’l-Hakk!” teb turar
ermiş.[105]
Yesevi’nin Hikmetlerinde Hallac-ı Mansur
hakkındaki anlatımlara bakarak Hallac-ı Mansur ve Kırgızların menşeinin ona
dayandırılması ile ilgili rivayetlerin Yeseviliğin tesiri ile meydana geldiğini
de söylemek mümkündür. Nitekim, Karahanlılar döneminde Türk halkları arasında
İslamiyet’in Tasavvuf kanalıyla yayma çabası içerisinde olan davetçilerin
Yesevi tarikatına mensup kimseler olduğu bunu açıklar mahiyettedir. Fakat
şecerelerdeki rivayetlerin bir takım gerçekler üzerine kurulu olduğunu da
unutmamamız gerekir.[106]
Bununla beraber sufiler devlet adamlarını da
İslam’a çağırmışlar ve başarılı olmuşlardır. Karahanlı Devletinin İslam devleti
haline gelmesiyle sonuçlanan süreci sufiler başlatmıştır. Nitekim, sufilerin
vaazları sonucunda Karahanlı Hükümdarı Oğulcak’ın yeğini Satuk Bura Han
Müslüman olmuş, daha sonra amcasına karşı yaptığı mücadeleyi kazanarak Batı
Karahanlıların İslam dinini resmen kabul etmelerini sağlamıştır. Bundan sonra
Abdulkerim ismini alan Satuk Bura Han’ın İslam’ı kabul edişi, Türklerin
Müslümanlığa hızla geçmelerinde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Ondan
sonra İslamiyet’in kabulü çok büyük topluluklar şeklinde gerçekleşmiştir.
Nitekim, 200.000 çadırlık, bazı bölgelerde 10.000 çadırlık Türklerin topluca
İslamlaşması bu sürecin sonucudur.[107]
Türklerin topluca İslam’ı kabul etmeye
başladıkları dönemlerde Horasan ve Mavereünnehr bölgeleri sufilerce dolup
taşmaya başlamıştı.
Türkler kendi şeyhlerine “bab” yani “baba”
namını veriyorlardı. Bu dönemlerde Meşhur sufi Ebu Sa’id Ebul Hayır’ın hürmet
ettiği Muhammed Ma’şuk Tusi ile Emir Ali Abu Halis Türk sufilerin tanınmış
olanlarındandı. Onların ünü o kadar meşhur olmuştu ki, bu konuda Hace Muhammed
İmam-ı Gazzali şöyle demiştir: “Keşke biz toprak olsaydık da bir gün >>108
MuhammedMaşuk kademini (ayağını) onun
üzerine koysaydı
Başka bir rivayette şöyle denilmektedir;
Muhammed Maşuk elbise giymiş bir Türk idi ki, bir gün Tus camisine geldi. Şeyh
Ebu Sayid Ebu’l Hayır mescitte meclis kurmuş idi. Bunun üzerine Muhammed
elbisesine bir bağ bağladı. Şeyh Ebu Said sustu, bunun üzerine bir müddet
geçtikten sonra şeyh Ebu Said “Ey Sultan-ı Asır ve ey önder, baş buğ olan
Sultan! bağını çöz. Yedi kat gök ve yeri bağladın” dedi.[108] [109] Ayrıca,
Aynu’l Kudat Hamedani bir mektubunda Emir Ali Ubu’yu ulu bir pir olarak
zikretmektedir. [110]
Artık bu dönemde tasavvufun yaygınlaşması ve
halkın da ona olan yakınlığından dolayı sufilik siyasi kuvvetlerce resmi olarak
tanınmaya başlamıştır. Bu sebepten büyükler, devlet adamları hatta sultanlar
bile sufi şeyhleri kendi taraflarına çekmeye uğraşıyorlardı. Şarap içmeyecek
kadar dini hükümlere bağlı Karahanlılar, İslamiyeti aşk ve hararetle savunan
ilk Selçuklular, alimlere ve şeyhlere karşı büyük bir hürmet gösteriyorlardı.
Bunun yanında Türk hükümdarları İslam akidelerine çok bağlı kaldıklarından,
onların etrafında gelişen tasavvufi fikirler de onlara uyum içinde gelişiyordu.[111]
Türklere İslam’ı yakından tanıtan, sevdiren ve
İslamlaşmasını sağlayan mutasavvıfların ileri gelenlerinden biri şüphesiz Ahmed
Yesevi ve onun takipçileri olmuştur. Ancak şu da unutulmamalı ki, Ahmed Yesevi
zuhur etmeden önce Türk dünyasında tasavvufi faaliyetlerin zemini
hazırlanmıştı. Bu konuda Fuat Köprülü şunları bildirmektedir: “Bizim
kanaatimize göre, Ahmed Yesevi zuhur ettiği zaman, Türk alemi epey uzun
zamandan beri tasavvufi fikirlere alışmış, mutasavvıfların menkıbe ve
kerametleri yalnız şehirlerde değil, göçebe Türkler arasında bile az çok
yayılmıştı. İlahiler, şiirler okuyan, Allah rızası için halka birçok
iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri,
Türkler, eskiden dini bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle
kabul ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı: Hazreti Peygamberin sahabelerinden
olarak gösterilen, Arslan Bab ile menkıbeye göre İslam dinini anlamak
maksadıyla Türkistan’dan Ceziretü-lArap’a gelmiş ve Hazreti Ebu Bekr’le
görüşerek İslamiyeti Kabul eylemiş olan ozanlar piri meşhur Korkut Ata, Çoban
Ata işte bunlardan kalmış birer hatırayı yaşatıyor; her halde Ahmed Yesevi’nin
zuhuru zamanında, göçebe Türkler arasında, yani Sır-Derya kenarlarında ve boz
kırlarda, anladıkları bir lisanla-yani basit Türkçe ile- halka hitap ederek
İslam akidelerini ve ananelerini onlar arasında yaymaya çalışan dervişlerin
bulunduğu bizce muhakkaktır. Ahmed Yesevi’nin, kendisinden önce gelen
dervişlere daha üstün , daha kuvvetli bir şahsiyeti olduğunu kabul etmemek
mümkün değildir. Ancak, eğer kendisinden evvel gelen nesiller zemin
hazırlamamış olsalardı, onun başarısı bu kadar büyük olamazdı.”[112]
Ahmed Yesevi sonrası Türk dünyasında tasavvufi
faaliyetler devam etmiş bir çok tarikat ortaya çıkmıştır. Türk sufileri
Nakşbendilik, Kadirilik, Kübreviye, Mevlevilik, Bektaşilik vs. tarikatları
altında halka İslam’ı anlattılar ve büyük ölçüde Türklerin İslamlaşmasını
sağladılar.
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKLER ARASINDA İSLÂMİYET’İN YAYILMASINDA
ETKİLİ OLMUŞ BAZI MUTASAVVIFLAR
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Türklerin
İslamlaşmasında tasavvufi faaliyetlerin büyük payı olmuştur. Bu faaliyeti
gerçekleştirmek için binlerce sufi emek vermiş İslam’ı anlatmak için halkın her
kesimine hitap etmeye çalışmışlardır. Bunların arasından ismi tanınmış bir çok
sufi yetişmiştir. Aşağıda misallerini vereceğimiz sufiler de tanınmış ve İslam’ın
Türkler arasında yayıldığı sıralarda yetişmiş büyük sufilerdir.
Ebu İshak İbrahim b. Edhem b. Mansur Türklerin
uzun zamandır yaşadıkları Horasan’da dünyaya gelmiştir. Bazı rivayetlere göre,
anne ve babası hac görevini yerine getirmek için Mekke’de bulundukları sırada
doğmuştur. Annesi İbrahim’i zemzem suyunda yıkamış ve onu beyaz ve temiz beze
sardıktan sonra Kabe’yi tavaf etmişlerdir.[113] Ama, bu ihtimal zayıf
görünmektedir. Doğum tarihi konusunda da net bir tarih verilmemiştir. Çoğunluk
onun H.I asrın sonu ile H.II asrın ortalarına kadar yaşadığı konusunda
birleşmektedirler.[114] Bunun
yanında zayıf ihtimal olsa da bazı kaynaklarda onun H.III asır içerisinde
yaşadığı söylenmektedir.[115] Ailesinin
soyu Arap kabilelerinden Beni İcl’e veya Temim’e kadar uzanmaktadır. Bir çok
hizmetçisi bulunan, zengin ve itibarlı ailenin çocuğu olan İbrahim b. Edhem
gençliğini Horasan’da geçirmiştir.
Sahip olduğu bütün nimetlerden vazgeçip züht
yolunu seçmesi halk arasında farklı söylentilerin doğmasına sebep olmuştur.
Bunlardan en meşhuru hizmetçisi İbrahim b. Beşşar’ın bizzat kendisinden
dinleyip naklettiği hadisedir. Bu olay şöyle gerçekleşmiştir: İbrahim b. Edhem
bir gün ava çıktığında gaipten bir ses “Ey İbrahim sen bunun için
yaratılmadın” şeklindeki nidayı üç defa duymuş bunun üzerine bütün malını
mülkünü terk edip züht yoluna girmeye karar vermiştir.[116]
Bu olay her zaman önemini korudu ve sıklıkla o
Guatama Buda’nın yaşam öyküsü ile karşılaştırılarak İslam tasavvufunun
Budizm’den etkilenerek ortaya çıktığına örnek olarak gösterildi.
Bunun ardından züht hayatına başlayan İbrahim
b. Ethem yolculuğa çıktı. Yolda bir çobana rast geldi. Çobanın yünden yapılmış
elbisesiyle kendi elbisesini değiştirdi ve yaşadığı yerden ayrıldı. Dostlarını,
her şeyini terk ettikten sonra diyar diyar gezdi. Helal kazanç ve nefsini
temizlemek için dağlardan odun toplayıp, sırtında taşıdı ve pazarlarda sattı.
Hatta hamamlarda insanların kirlerini yıkayacak kadar nefsini alçalttı.[117]
İbrahim b. Ethem’in fazla ilme yaklaşmadığı
daha çok ahlak ve adaba sarıldığı söylenmiştir. Ancak, Abdullah b. Mubarek
bunun böyle olmadığını bildirmiştir: “İbrahim b. Ethem’le Horasan’dan
çıktığımızda 60 genç civarındaydık ve amacımız ilim öğrenmekti”[118]
İbrahim b. Ethem, Horasan’dan ayrılınca Şam,
Irak ve Rum (Anadolu) bölgelerine seyahat yapmıştır. Bu arada Trablus, Antakya,
Tarsus ve Maraş gibi şehirlere de uğramıştır. Bu sıralarda bekçilik ve
değirmencilik işleri ile uğraşmış ve el emeği ile geçinmeye çalışmıştır.[119] Gittiği
her yerde insanlara İslam’ı öretmiş onları bu yolda irşat etmiştir. Örneğin,
İbrahim b. Ethem Basra çarşısında gezerken şöyle bir soruya muhatap olur: “Ey
Ebû İshak![120] Allah, Kur’an da ‘bana
dua edin, dualarınızı kabul edeyim’ buyuruyor. Biz dua ediyoruz, ama Allah
dualarımıza karşılık vermiyor.” Bunun üzerine İbrahim b.Edhem şöyle der: “Çünkü
10 şey kalbinizi öldürmüştür;
Allah’ı biliyorsunuz; ama O’nun, sizin
üzerinizde olan hakkını eda etmiyorsunuz.
Kur’an’ı okuyorsunuz; ama içindeki
hakikatlerle amel etmiyorsunuz.
Allah resulünü sevdiğinizi iddia
ediyorsunuz; ama O’nun sünnetleriyle amel etmiyorsunuz .
Şeytanın, düşmanınız olduğunu iddia
ediyorsunuz, sonrada onu sevindirecek işler yapıyorsunuz.
Cennete müştâk olduğunuzu, ona olan
hasretinizi ifade ediyorsunuz; ama oraya girmek için çalışmıyorsunuz.
Cehennemden korktuğunuzu söylüyorsunuz,
lakin ondan kaçınmıyorsunuz.
Ölümün hak olduğunu söylüyor; fakat onun
için hazırlık yapmıyorsunuz.
İnsanların ayıplarıyla uğraşıyor; kendi
ayıplarınızı unutuyorsunuz.
Allah’ın nimetlerini yiyor; fakat şükrünü
eda etmiyorsunuz.
Ölülerinizi defnediyorsunuz; fakat ibret
almıyorsunuz.
Bu şartlarda dualarınız nasıl kabul edilsin
ki!..”
Bir defasında da İbrahim b. Edhem’den birisi
nasihat istedi. Bunun üzerine o buyurdu ki, “Altı şeyi kabul edersen, hiçbir
işin sana zarar vermez. O altı şey şunlardan ibarettir:
Günah yapacağın zaman, O ’nun rızkını yeme!
Rızkını yiyip de ona isyan etmek, laik olur mu?
Ona asi olmak istersen, onun mülkünden çık.
Mülkünden olup da ona isyan etmek, laik olur mu?
Ona isyan etmek istersen gördüğü yerde günah
yapma! Yani görmediği bir yerde yap. Onun mülkünde olup rızkını yiyip, gördüğü
yerde günah yapmak uygun değildir.
Can alıcı melek ruhunu almağa geldiği zaman,
tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Kudretin varken, o
gelmeden önce tövbe et. O da bu saattir. Zira melek-ül Mevt ani gelir.
Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek,
sual için geldikleri vakit, onları kov. Seni imtihan etmesinler”.
Soran kimse dedi ki, “buna imkan yoktur.”
Şeyh buyurdu ki, “öyle ise onlara şimdiden cevap hazırla! Kıyamet günü,
Allah: günahı olanlar cehenneme gitsin! diye emredince, ben gitmem de!”
Bundan dolayı o kimse tövbe etti. Ölünceye
kadar tövbesinden vazgeçmedi.[121] [122]
İbrahim b. Ethem bundan sonraki yolculuğunu
Mekke’ye doğru çevirdi. Vatanından ayrılarak, eskiden varlık içersinde yaşayıp
da onları terk eden ve yolculuklarında bir çok sıkıntılarla karşılaşarak
zorluklara göğüs geren İbrahim b. Edhem nefsini terbiye etmeyi başarmıştı. O bu
durumunu şöyle anlatmıştır: “Bir çok acı çektim, ancak vatanımdan ayrılmak
kadar ağır geleni olmadı: nefsime karşı en şiddetli kavgayı vatan >>122
hasreti hususunda verdim
Rivayete göre İbrahim b. Edhem, Mekke yolundaki
çöllerde aylarca tek başına seyahat ederken bir kişi ile karşılaşmıştır. O kişi
kendisine Allah’ın “İsm-iAzam” duasını öğretmiştir. Kişi gittikten sonra
İsm-i Azam ile Allah’ı çağırmış, bunun üzerine Hz. Hızır’ı görmüştür. Hızır
ona: “Allah’ın bu İsm-i Azamı’nı sana kardeşim Davud öğretti!” demiştir.[123] Ancak,
Hucviri bu konuda İbrahim b. Ethem ile konuşan kişinin ve İsm-i Azamı öğretenin
de bizzat Hızır olduğunu belirtmektedir.[124]
İbrahim b. Ethem Mekke’ye giderek Süfyan-ı
Sevri, Fudayıl b. İyad ve Ebu Yusuf Gusulî ile tanışıp kendileri ile dost
olmuştur. Bu arada Ebu Hanife ile de buluşmuş ve aralarında dostluk bağı
kurulmuştur.[125] Bu konuda
Hucviri İbrahim b. Edhem’in Ebu Hanife ile yakın bir bağ kurduğunu ve zahir
ilmini Ebu Hanife’den öğrendiğini bildirmektedir.[126]
Aynı zamanda tabiin ve tebeut-tabiinden İbrahim
b. Edhem hadis rivayet etmiştir. Ondan da hizmetçisi İbrahim b. Beşşar, Şakik-i
Belhi ve Ebu İshak el-Fezari rivayette bulunmuştur. Onun az hadis rivayet
etmesi, hadis toplamakla meşgul olunurken ameli ihmal etme endişesinden
kaynaklandığı söylenmiştir.
İbrahim b. Ethem daha hayatta iken şöhreti her
yere ulaşmıştır. Kurduğu sohbetlerde dostlarına nasihatler verdiği rivayet
edilir. Onun çok güzel konuştuğu ve zaman zaman şiir söylediği de
bilinmektedir. Öğütlerinde her zaman helal kazancın önemini vurgulardı.
Duasının kabul edilmesi için ne yapması gerektiğini soran birine de helal
yemesini tavsiye etmiştir.
İbrahim b. Edhem’in gecelerini genellikle
tefekkürle geçirip çok az uyuduğu, gündüzlerini ise, sürekli oruç tutarak
geçirdiği bilinmektedir. Ayrıca, zaman zaman dağa çekilerek kendini Allah’a
ibadet etmeye verirdi. Bunun yanında ünlü mutasavvıf vaktinin çoğunu halkın
içinde onların dertleri ile ilgilenerek geçirmeye çalışırdı ve insanları
alimlerin toplantılarına katılmalarını, namazı cemaatla kılmalarını, hacca
gitmelerini, cihada katılmalarını ve nefislerini eğitmeleri gerektiğine davet
ederdi.
Büyük mutasavvıflar onun hakkında görüşler
beyan etmişler ve onun büyüklüğünü dile getirmişlerdir. Cüneyd-i Bağdadi onun
hakkında “Bu yolun bilgilerinin anahtarı İbrahim’in elindedir” ifadesini
kullanmıştır.[127] Kelabazi,
onu gaipten gelen bir sesle uyarıldığı için “murad” vasfına sahip olan
kimselerden olduğunu söylemiştir.[128] Mevlana Celaleddin Rumi onu “manalar
denizinin yüzücüleri olarak” nitelendirmiştir. Hücviri ise, onu Hızır
tarafından yetiştirilmiş olarak saymaktadır. [129]
İbrahim b. Edhem Bizanslılara karşı yapılan
deniz seferine katılmış ve bu sırada bilinmeyen bir adada vefat etmiştir.
Öldüğü sene için bir çok tarih verilmiş ve en çok 161(778), 162(779) tarihleri
kabul edilmiştir. Naaşı Şam bölgesine defnedilmiştir.[130] [131]
Ebu Ali Şakik b. İbrahim el-Belhi Belh’de
doğmuştur. Horasan alimlerinden olup tanınmış mutasavvıflarındandır. Doğum
tarihi hakkında kaynaklarda hiç bilgi yoksa da ünlü mutasavvıf İbrahim b.
Edhem’in döneminde yaşadığı ve ikisi arasında yakın bir dostluk bağı olduğu,
ondan tarikat ilhamı aldığı ve daha sonra ondan hadis rivayet ettiği söylenir.
Buna göre H.II asır içerisinde yaşadığı tahmin edilmektedir. Dolaysıyla kendisi
birinci tabakadan sayılmakta ve o dönemde Ebu Ali künyesi ile 131
çağırılmaktaydı.
Şakik-i Belhi’nin zühd yolunu seçmesine neden
olan iki hikaye nakledilir: Bunların birincisine göre, Şakik-i Belhi zengin bir
ailenin çocuğuydu. Bir defasında Türkistan’a ticaret yapmaya yola çıkar.
Oradayken bir puthaneye girer ve burada putlara hizmetçilik yapan birini görür.
Hizmetçi saçını sakalını tıraş etmiş, üzerine erguvani bir elbise giymişti.
Şakik-i Belhi, hizmetçiye “şüphe yok ki senin yaratıcı, hayat sahibi, alim
ve kadir bir mabudun var, ona ibadet et. Zarar ve faydası olmayan bu putlara
ibadet etme” dedi. Hizmetçi Şakik-i Belhi’ye “Eğer durum dediğin gibi
ise, o Allah kendi memleketinde sana rızk vermeye kadir ise, bunca sıkıntılara
katlanarak ticaret için buralara kadar neden geldin?” diyerek cevap verdi.
Hizmetçinin bu cevabından etkilenen Şakik-i Belhi 132
zühd yolunu
seçmiştir.
Şakik-i Belhi’nin zühd yolunu seçtiğinin
sebeplerinden diğeri de; zamanında halkın kıtlıktan gam ve keder içinde
bulunduğu sırada bir kölenin çılgınca eğlendiğini görmüş ve ona “bu sevincin
nedir? Halkın kıtlıktan ne halde olduğunu görmüyor musun?” diye sormuştur.
Köle, bu hadisenin kendisini ilgilendirmediğini, bütün ihtiyaçlarının efendisi
tarafından karşılandığını söylemiştir. Bu durum karşısında Şakik-i Belhi kendi
kendine: “Eğer onun efendisinin bir köyü varsa da, o sonuçta bir mahluktur.
Buna rağmen o, rızkı için üzülmüyorsa, Müslüman bir kimse nasıl rızkı için
üzülür? Oysa Müslüman’ın efendisi mutlak manada 133 zengindir” demiştir.[132] [133]
Şakik-i Belhi ile İbrahim b. Edhem arasında
geçen konuşmalar günümüze kadar ulaşmıştır. Aşağıdaki konuşma bunlara sadece
bir örnek teşkil eder:
Şakik-i Belhi, İbrahim b. Edhem’den “Günlük
yaşamınızda ihtiyacınızı nasıl temin edersiniz?” diye sordu. İbrahim b.
Edhem şöyle cevapladı “Ne bulursak şükrederiz ve bulamadığımız zaman sabrederiz”.
Konuşma devam ederken Şakik-i Belhi şu karşılığı verdi “Horasan’ın
köpekleri bile böyle yapar.” İbrahim b. Edhem “Siz nasıl yaparsınız?”
diye sorunca, Şakik-i Belhi de “Bulduğumuz zaman dağıtır, bulamadığımız
zaman şükrederiz” cevabını verdi. Bunun üzerine İbrahim b. Edhem, Şakik-i
Belhi’nin başını öperek “Üstad sensin”demiştir.[134]
Şakik-i Belhi Türklere İslam’ı götürmeye
çalışmış, hatta bu uğurda cihatlara da katılmıştır. Bu konuda Hatem-i Esem,
Şakik-i Belhi’nin İslam 135 dinini kabul etmeyen Türklerle
savaşta bulunduğunu rivayet etmektedir.
Şakik-i Belhi’den ibret verici sözler nakledile
gelmiştir; O, “Tevekkül, Allah’ın vadine razı olmaktır”, “Ben yaptığım
günahlardan çok yapmadığım günahlardan korkarım. Neler yaptığımı yakinen
bilirim. Fakat ne yapmam gerektiğini bilmem”, “insanlara ateş ile arkadaşlık
eder gibi arkadaşlık et. Menfaatlarını al, ateşlerinden (iftiralarından)
sakın”,[135] [136] “İbadetin
evveli sabır, sonu rızadır”, “Allah kendisine itaat eden kimseyi ölümünde ihya
eder, asi olanı da hayatında öldürür” demektedir.[137] [138]
Şakik-i Belhi 174/ 790 tarihinde şehid olarak
vefat etmiştir. O, sonradan gelenler için İslam tasavvufunun başlıca
kahramanlarındandı. Bu konuda torunu şunları nakletmiştir: “Dedem
öldürüldüğünde üç yüz köye sahipti, ama her şeyini dağıttığı için defnedilirken
giydirileceği bir kefeni bile olmadı. Giysisi ve kılıcı bugüne kadar hala asılı
durmaktadır ve >>138
insanlar rahmet istemek için onlara
dokunmaktadırlar.
Kabri bazılarına göre Belh’te bazılarına göre
ise, Hüttelan’dadır.[139]
Tasavvuf alanında en çok tanılan isimlerden
birisi olan Hallac-ı Mansur 244 (858) yılında İran’ın Beyza şehrinin Tür
kasabasında doğmuştur. Asıl ismi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir.
Rivayete göre Hüseyin bin Mansûr'un dedesi Mahamma bir Mecusi idi. Daha sonra
ana tarafından Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari’nin neslinden geldiği söylenerek Ensârî
de denilmiştir. Hallac-ı Mansur daha sonra babasının mesleğinden dolayı “Hallac”
diye tanınmıştır. Asıl adı Hüseyin olduğu halde Farslar ve Türkler arasında
daha çok Mansur ve Hallac-ı Mansur şeklinde babasının adıyla anılmıştır.[140]
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay
sebep olduğu da söylenir; Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi.
Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın
gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Yâ Hüseyin! Gördün
mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum." diye
söylendi. Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi
ve; "Üzülme senin işini de biz hallederiz." dedikten sonra
parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk
yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa,
kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı
gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk
arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.[141]
Küçük yaşlarında Hallac-ı Mansur doğum yeri
olan Tür’dan ayrılarak halkı Hanbelilerden oluşan ve hafızlarıyla tanınan
Vasıt’a gitmiştir. Orada Hallac-ı Mansur 12 yaşında hafız olmuştur. Ardından
Tüster’e geçerek orada büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî’nin
sohbetinde iki sene bulunmuştur. Onun ruhlara hayat veren sohbetlerinden
yararlanmış ve tasavvufa yönelmiştir. [142]
Hallac-ı Mansur daha sonra Bağdât'a Cüneyd-i
Bağdâdî’nin yanına geldi, onun müritleri arasında yer aldı. Cüneyd-i Bağdâdî
ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Hallac-ı Mansur ona bazı sorular
sordu. Cüneyd-i Bağdâdî sorularına cevap vermedi ve; "Gâliba bir ağaç
parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır!" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî
bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. O, devrin ulu
mutasavvıflarıyla sıkı sıkıya temaslarda bulundu ve Bağdat’ın tanınmış
sufilerinin sohbetlerine katıldı. Hatta Amır b. Osman el Mekki’den hırka bile
giymiştir. Basra’da onun yanında on sekiz ay kaldığı sırada nefsi ile büyük mücâdele
yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere
sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık oldu.[143]
Hallac-ı Mansur, Basra’da Ebu
Yakub Akta adlı bir sufinin kızı ile evlenmiştir.[144] [145] Orada Abbasi hilafetini
tehdit eden Zenc isyanına şahit olmuştur. Bir süre sonra 282(896) yılında ilk
haccını yapmak için Mekke yoluna çıkmıştır. Orada Hallac-ı Mansur bütün vaktini
ibadet ve riyazetle • 145
geçirmiştir.
Hallac-ı Mansur Küdüs’e de gitmiştir. Daha
sonra beş yıl sürecek yolculuğa çıkmak üzere Horasan, Maveraunnehir, Sicistan,
İsfahan, Türkistan bölgelerini dolaşmıştır. Burada Hallac-ı Mansur halka Allah
sevgisini vaaz etmeye çalışmış, onlar için eserler yazmıştır. Sonra cübbesini
askeri kiyafetle değiştiren Hallac-ı Mansur Keşmirdeki putperest Hinduları ve
Maçin’deki Türkleri Müslüman etmek için Hoten ve Tufan’a kadar gönüllü mücahit
gibi gitmiştir.[146]
Bu gezisinde Hallac Türkleri etkilemiş ve
İslam’a girmelerinde önemli rol oynamıştır. Hatta onun tesiri ile Müslüman
olanlara Mansurî denilmekteydi. Bu durum Hallac’ı büyük üne kavuşturmuştur.
Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler,
ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr,
Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitap
ediyorlardı. Bunun ardından Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup,
Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok
bahsettiğinden, burada kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi.[147]
Bu seyahatinden dönünce tekrar hac yolculuğuna
çıkmıştır. Rivayete göre o bazen ibadet ediyor, bazen de halk arasına karışıp
hacda kesilen kurbanlar gibi Allah yolunda kendini feda etmeye hazır olduğunu
hissediyordu.
Bütün bu yolculukları sırasında onun kerametler
gösterdiği de söylenmiştir:
Bir rivayete göre, Semerkantlı Reşid-i Hurd,
Kâbe'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil
edip sohbette bulunuyordu. Yine bir konak yerinde şunu anlattı: Hallâc-ı Mansûr
dört yüz sûfî ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Gıdâ nâmına hiçbir
şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada Hallâc-ı Mansûr'a
gelerek şimdi kelle kebâbı olsa da yesek dediler. Hallâc, hemen elini arkaya
uzatıp, kebâb olmuş bir kelle ile iki pide alıp, birine verdi. Dört yüz
kişiydiler. Her defâsında elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı.
Neticede 400 kelle, 800 pide almış ve her birine bir kelle iki pide vermiş
oldu. O topluluk bunları yedikten sonra, tâze hurma olsa da yesek dediler.
Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya kadar yediler.
Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı, tâze hurma
verirdi.
Başka bir rivayete göre, bir
defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının
yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden
kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan
kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını
testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri
döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: "Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz
olan Allah'ım! Bütün tesbîh edenlerin
tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin
tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya İlâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten
âcizim. Benim şükrüm ancak budur."
Diğer bir rivayete göre, Hallâc-ı Mansûr yanına
gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini
havaya uzatınca, avcu, üzerinde "Kul hüvallahü ehad" yazılı
gümüş paralarla dolardı. Bunlara "kudret paraları" ismini
verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne
konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allah’ın bildirmesi ile haber verirdi.[148]
Rivayetlerin birinde Hallac-ı Mansur bir keresinde
Bağdat’ta açıkça Hak yolunda canını feda etmek istediğini, kanının dökülmesinin
halk için helal olduğunu ilan etmiştir. Bu sözleri duyan bir gurup alim
Hallac-ı Mansur aleyhinde bir faaliyet başlatarak Hallac-ı Mansur’un
tutuklanmasını istemişlerdir. Haberi duyan Hallac-ı Mansur Ahvaz’a kaçarak bir
yıl saklanmıştır. 301(913) yılında yakalanarak Bağdat’a getirilmiş, idam
talebiyle mahkemeye çıkarılmıştır. Sonra hapsedilmesini yeterli görmüşler ve
sekiz yıl süren hapis hayatı dostu Nasır el-Kuşuri’nin evindeki bir odada göz
hapsi şeklinde geçmiştir.[149]
Hallac-ı Mansur kaldığı sekiz yıllık hapis
hayatında, kitabının “Tasin al-Sirac” ve “Tasin al-Azal”
bölümlerini yazmıştır. Fakat aleyhindeki faaliyetler bütün şiddeti ile devam
ediyordu. Hallac-ı Mansur’un cezalandırılması yönündeki taleplerin artması
üzerine Mahkemeye çağırılarak mahkum edilmiştir.[150] İdam cezası 26 mart 922’de
gerçekleşmiştir. Hallac-ı Mansur’un elleri ayakları kesilmiş, darağacına
çekilmiş, sonra da kafası koparılmıştır. Gövdesi yakılıp, külleri Dicle
Hallac-ı Mansur'un dâra çekilmesini tasvir eden bir
minyatür. |
nehrine savrulmuştur. Kesik başı iki gün
köprüde dikili bırakılmış daha sonra Horasan’a gönderilerek bölgede
dolaştırılmıştır.[151]
Hallac-ı Mansur’un asıldığı yer zamanla önem
kazanmaya hak şehidi bir velinin türbesi olarak ziyaret edilmeye başlanmıştır.
Hallac-ı Mansur adına türbeden başka çeşitli İslam bölgelerinde pek çok makam
yapılmış ve bu makamlar bir çok mutasavvıf, alim ve devlet adamı tarafından
ziyaret edilmiştir.
Hallac-ı Mansur’un öldürülme sebebi hakkında “Enel-Hak”
(Ben Hakkım) sözü ile uluhiyyet iddiasında bulunduğu ve hacın farziyetini inkar
edip, yeni bir hac anlayışı ortaya koyduğu şeklinde çeşitli iddialar ileri
sürülmüştür. Ancak, idamın esas sebebinin dini olmaktan çok siyasi baskılar ve
entrikalar sonucu gerçekleştiği de söylenmiştir. Onun büyük bir üne sahip
olması, çok sayıda mürid toplaması, sarayda ve devlet adamları arasında taraftar
bulması, Abbasilere karşı Karmatiler’le gizlice iş birliği yaptığı yönündeki
söylentilerin çıkması devlet adamlarını endişelendirmiş ve hakimler kurulundan
fetva alıp, idamı gerçekleştirilmiştir.[152]
Tasavvufi görüşleri ve eserleri: Hallac-ı Mansur’un temel görüşlerinden biri nur-ı Muhammedi
fikridir. Hallac-ı Mansur’a göre Hz. Muhammed’in biri ezeli biri nur oluşu,
diğeri bir insan ve peygamber olarak iki hüviyeti vardır. Bütün nebiler
resüller ve veliler ilim ve irfanlarını ondan almışlardır. Hatta varlıkların
var oluş sebebi de odur. Hallac-ı Mansur yaratma ve dinlerle ilgili
düşüncelerini de nur-ı Muhammedi çerçevesinde açıklamıştır. Hallac-ı Mansur’a
göre bütün dinler esas itibarıyla birdir.[153]
Bütün dinlerin ilahi olduğunu söyleyen Hallac-ı
Mansur’a göre insan kendi tercih ettiği din üzere değil, Allah tarafından
kendisi için tercih edilen din üzere bulunur. Hallac-ı Mansur İblisin Adem’e
secde etmemesinin tevhid, aşk ve fütüvvet açısından yorumlamıştır. İblis
Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğundan ondan başkasının önünde eğilmemiş,
secde şerefini yalnız O’na tahsis etmiştir. Hallac-ı Mansur bu ikisini örnek
alarak “Enel-Hak” davasında sonuna kadar ısrar etmekle fütüvvetin bir
örneğini vermiştir. Diğer taraftan Hallac-ı Mansur fütüvvetin en güzel örneği olarak
Hz. Muhammed ile İblis’i görmüştür. Hiç kimsenin bu ikisi kadar davalarında
samimi olmadıklarını ve fedakarlık göstermediklerini ileri sürmüştür.
O yanlış anlaşmaya sebep olan Enel- Hak davası
hakkında kitabı Kitabü’t Tavasin’de şöyle demiştir:
“Eğer Allah’ı tanımadınsa, en azından
işaretlerini tanı. Ben o işaretim, ben Hakk’ım, çünkü ben Hakk vesilesiyle
gerçekleşen ebedi bir hakikatım. Dostlarım ve öğretmenlerim İblis ve
Firavun’dur. İblis cehennem ateşiyle tehdit edildi, ama vaz geçmedi. Çünkü o kendisiyle
Rabb’i arasında hiçbir şeyi kabul etmeyecekti. Ve ben her ne kadar öldürülsem
ve ellerimle ayaklarım kesilse de vazgeçmeyeceğim”[154]
Yine Hallac-ı Mansur’un görüşlerinden bir
diğeri de hac meselesidir. ”Hac yapmak isteyen , fakat buna imkan bulamayan
bir kimse evinde temiz bir odayı hac için ayırır. Hac mevsimi gelince içine hiç
kimsenin girmediği bu odada Kabe ’de olduğu gibi tavaf yapabilir. Sonra 30
yetimi toplayarak yemek yedirir, onlara elbise giydirir, sonra da her birine
7’şer dirhem para verir. Bunlar hac yerine geçer” şeklinde söylemiştir.
Hallac-ı Mansur Hıristiyanlığa ve bu dinden
alınan bazı terimlere de ilgi duyduğu ileri sürülmüştür. Suryani
Hıristiyanların kullandıkları “nasut” ve “lahut” tabirlerini
tasavvuf terminolojisine ilk defa Hallac-ı Mansur’un soktuğu ileri sürülmüştür.[155]
Tasavvuf yolunun şeyhleri Hallac-ı Mansur
hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım alimler Hallac-ı Mansuru reddetmişler
bir kısım alimler ise, kabul etmişlerdir. Kabul eden alimler Hallac-ı Mansur’u
savunmuş ve görüşlerini paylaşmıştır. Bir kısmı onu kafir ve zındık sayarak
şiddetle reddetmişlerdir. Başka gurup alimler mazur görmüş ve kendisine
acımışlardır. Dördüncü gurup alimler ise, hüküm vermekten kaçınarak sukut
etmişlerdir. Bunlardan şeyh Ebu Sayit, şeyh Ebu Kasım Gurgani ve şeyh Ebu Abbas
Şekkani Hallac-ı Mansur’la ilgili konuşmaları gizli tutmuşlar ve Hallac-ı
Mansur’u büyük zat olarak anmışlardır. Büyük Mutasavvıf Abdulkerim Kuşeyri ise,
Hallac-ı Mansur hakkında “Eğer o hakikat ve mâna erbabından biri ise,
kendisinin reddedenlerin onu terk etmeleriyle terk edilmiş olmaz. Şayet hakkın
merdudu ve halkın makbulu ise, halkın kendisini kabul etmeleriyle makbul olmaz.
Teslimin hükmü ile onu ona bırakırız, yani Hallac-ı Allah’a havale ederiz. Onda
bulduğumuz haktan nişan ve deliller miktarınca, kendisine tazim ederiz. Şeyhler
zümresinden az bir miktarı müstesna, faziletteki kemalini, halindeki sefasını,
mücahede ve riyazetteki gayretinin çokluğunu kimse inkar etmemiştir.”[156]
Ancak, Hallac-ı Mansur’u
reddedenler zamanla azalmış, dostları ve taraftarları gittikçe çoğalmıştır.
Büyük mutasavvıflardan Ahmed Yesevi ve Muhiddin b. Arabi Hallac-ı Mansur’u ve
düşüncelerini benimsemişler onun ateşli taraftarları olmuşlardır. Bu alimler
Hallac-ı Mansur’un idealini yaşatarak Hallacî bir tasavvuf hareketi meydana
getirmişlerdir. Bu mutasavvıfların çalışmaları sayesinde Hallacî düşünce ve
eylem tarzı bütün İslam dünyasına yayılmıştır. Özellikle İran ve Türk edebiyatı
ondan derin bir şekilde etkilenmiştir. Tarikat şeyhleri ve mensupları arasında
Hallac-ı Mansur ve görüşleri önemli bir yere sahip olmuştur. Bunlardan
Yeseviyye, Mevleviyye ve Kadıriyye gibi tarikatların mensupları sürekli Hallacî düşünce tarzını canlı tutmuşlardır. Hallac-ı Mansur’un
görüşleri tasavvufun en önemli dinamiklerinden biri olmuştur.
Hayatını Hallac-ı Mansur araştırmalarına adamış
olan Lois Massignon’a göre O, Sünni bir mutasavvıf olup Türklerin İslamiyet’e
girmesini başlatan dini ve içtimai hareketin öncüsüdür.
Muhammed İkbal ise, felsefi-tasavvufi mahiyetli
“Cavitname” adlı eserinde Jupiter semasında seyahat ederken Hallac-ı
Mansur’un kendisine yol gösterdiğini söyleyerek ondaki güçlü ferdi dindarlığı,
sırada insanların üstünde Allah sevgisini yaşayan biri olduğuna, dinamik inanç
ve aşk anlayışıyla bir Müslüman için iyi örnek olacağına dikkat çekmiştir.
Hallac-ı Mansur, Nesimi’den Nacip Fazıl
Kısakürek’e kadar Türk edip ve şairleri üzerinde de etkili olmuştur. [157]
Massignon’a göre, Hallac-ı Mansur’dan altı
mektup, tasavvufa dair üç yüz eli kadar vecize, vaazlarına dair yetmiş dört
hülasa (Ahbar’el Hallac), seksen parça manzume, iki yüz doksan senesinden
öncesine ait yirmi yedi rivayet ve on bir Tavasin kalmıştır.[158]
Ahmed Yesevi Batı Türkistan’da Çımkent şehrinin
biraz doğusundaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. Tahminen XI asrın ikinci yarısında yaşadığı sanılmaktadır.
Babası şeyh İbrahim, Sayram’ın en ünlü şeyhlerindendi. Annesi de şeyh
İbrahim’in halifelerinden Musa adında bir şeyhin kızıydı. Ahmed Yesevi önce
annesini sonra babasını kaybetmiştir. Menkıbelere göre o yedi yaşındayken yetim
kalınca diğer manevi babadan yani Hızır’dan terbiye görmüştür. Başka bir
menkıbeye göre Hz. Peygamberin manevi işaretiyle sahabelerden sayılan şeyh
Arslan Baba Sayram’a gelerek Ahmed Yesevi’yi irşad etmiştir. Arslan Baba’nın
terbiye ve irşadı ile Yesevi kısa zamanda şöhreti dört tarafa yayılmaya
başlamıştır. Fakat aynı yıl veya ertesi yıl içinde Arslan Baba vefat etmiştir.
Ahmed Yesevi ilk tahsil yıllarını Yesi’de geçirmiştir. Daha sonra tahsilini
tamamlamak amacıyla dönemin önemli İslam merkezlerinden olan Buhara’ya
gelmiştir. Ahmed Yesevi böyle bir zamanda böyle çevreye gelmiş ve devrin en
ileri gelen alim ve mutasavvıflarından şeyh Yusuf Hamedani’ye öğrenci olmuştur.
Hoca Yusuf Hamedani sünni bir alimdi. O, Irak, Horasan, Maveraunnehir
kıtalarının çeşitli şehirlerinde bulunarak halkı irşad ile meşgul olmuştur.
Yesevi suluk adabını, zahir ve batın ilimlerini Yusuf Hamedani’den öğrenmiştir.[159] Hoca
Abdulhalik Gicduvani, Yusuf Hamedani hakkında şunları bildirmektedir: “Yalın
ayak otuz defa hacca gitmişti, Kuran’ı ezbere bin defa hatmetmişti Tefsir,
hadis, fıkıh, usul, furu ve kelama dair yedi yüze yakın kitabı ezberlemişti,
iki yüz on üç şeyh ile sohbet etmişti. Zamanının çoğunu oruçla geçirirdi. Sekiz
bin putperesti Müslüman kılmayı başarmıştı, tövbe ettirip, doğru yola salan
kişilerin sayısını kimse bilmezdi.”[160]
Yesevi eğitimini alıp, Türkistan’da irşada
başladığı sıralarda İslam ülkelerinin her tarafında tasavvufi faaliyetler
görünmekte idi. Medreseler ve tekkeler tasavvuf cereyanlarının merkezi
sayılırdı. Yesevi göçebe ve yarı göçebe Türk boyları arasında sade bir dil
kullanarak halkı yeni dine yani İslam’a ısındırmaya çalışmıştır. O, kökü çok
eskilere giden geleneksel şiir kalıplarını kullanarak, çok geniş kitlelere
hitap etmiştir.[161]
Yesevi’nin söylediği hikmetler bugüne kadar
Orta Asya’da canlı bir şekilde büyük saygıyla ezberlenmektedir. Yalnız erkekler
değil, kadınlar arasında da “Yesevi-Han” denilen ezbere hikmet
okuyucular bulunmaktadır. Ahmed Yesevi özellikle Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler
ve Türkmenler arasında Pir-i Türkistan, Hoca Yesevi veya Ata Yesevi adlarıyla
meşhurdur. Hoca Yesevi Türkler arasında İslamiyet’in ve İslam Tasavvufunun
yayılması için büyük bir tesir yapmıştır.
Ahmed Yesevi’nin Türkistan şehrinde bulunan ve
Emir Timur tarafından inşa ettirilen türbesi kutsal bir ziyaret makamıdır.
Orası her yıl binlerce insan tarafından dilek dilemek, şifa talebinde bulunmak
niyetiyle ziyaret edilmektedir.[162]
Yesevi’nin türbesi civarında gömülmek
Türkistanlı Türkler için ayrı bir değer taşımaktadır. Bu sebeple bir çok kişi
daha hayatta iken türbe civarından toprak satın alarak kabirlerini hazırlamaya
çalışırlar. Bu ise Yesevi’nin Orta Asyalı Türkler üzerinde ne derece tesirli
olduğunu göstermektedir.[163]
Yesevi’nin talebe ve halifelerinden Orta Asya
Türkleri arasında en tanınmışı Hakim Ata veya Süleyman Bakırgani’dir. O da
tıpkı Yesevi gibi tasavvufa ait Türkçe nasihatler mecmuası yazmıştır. Süleyman
Bakırgani’nin hikmetli sözleri de tıpkı Yesevi’nin sözleri gibi sade bir dille
geniş halk kitlesine hitap etmek üzere yazılmıştır. Yesevi’nin halifeleri
özellikle Orta Asya, bugünkü Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan’da
Yeseviliği yaymışlardır.[164]
“Divan-ı Hikmet”, Yesevi’nin tasavvufi manzumelerini içine alan ünlü bir
eserdir. Ancak, bu eserin nüshalarının ister içeriği bakımından ister dil
bakımından bazı farklılıklar göstermesi, değişik şahıslar tarafından farklı
yerlerde meydana getirdiğini göstermektedir. Ayrıca, Divan-ı Hikmet
mecmualarının içine Yesevi dervişlerinin Hikmetleri de karışmıştır. Bu yüzden
bugün Yesevinin ağzından çıkan Hikmetleri aynen toplayan bir Divan-ı Hikmet
nüshası mevcut değildir. Doğu ve Kuzey Türkleri
Özbekler, Kırgızlar ve Volga Türkleri Divan-ı
Hikmeti dini mukaddes bir kitap gibi gördükleri için asırlardan beri elden ele
dolaştığından onun sayısız yazma nüshalarına ve bir çok basımlarıyla
karşılaşmak mümkündür.[165] Yesevi
hikmetlerinin başlıca amacı İslam dinine yeni girmiş veya bu dini henüz kabul
etmemiş Türklere İslamiyet’in esaslarını, şeriat ahkamını ve Ehli Sünnet
akidesini öğretmek olmuştur.[166]
Büyük Türk mutasavvıflarından biri olan
Süleyman Bakırgani XII yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır. O, Harezm bölgesinin
Bakırgan obasında doğmuştur. Doğum tarihi net olarak bilinmemekle beraber
tahminen 1186 senesinde olduğunu söyleyenler vardır.[167] [168] Asıl adı Süleyman olup Hakim
Ata, Kul Süleyman, Bakırgani gibi isimlerle de anılmıştır. Eskiden bazı
eserlerde Süleyman Ata ve Hakim Ata iki ayrı şahıs olarak yanlış kaydedile
gelmiştir.
Alişer Nevai “Nesayimü’l Mahabbe”de
şöyle demektedir: “Hakim Ata ismi Süleyman’dır. Hoca Ahmed Yesevi’nin
mürididir. Bir gün hoca Ahmed Yesevi aşçıya yemek pişir buyurmuştur. Aşçı
hocaya çok az odun kalmış değince Ahmed Yesevi müritlerini odun getirmek için
ormana göndermiştir. Müritler yolda gelirken yağmur yamaya başlamış ve
getirdiği odunlar yanmaz olmuştur. Sadece elbiselerini çıkarıp odunlara örten
Süleyman’ın getirdiği odunlar tutuşmuştur. Ahmed Yesevi bu davranışından dolayı
Süleyman’a ‘Hakim’ adını vermiştir. Bundan sonra Hakim Ata hikmetler söylemeye
başlamıştır.”1^ Bunun yanında Süleyman Bakırgani Yesevi’nin
muridi olup Türkler arasında en tanınmış halifesidir. O, Türkler arasında daha
çok Hakim Ata lakabıyla meşhur olmuştur.[169]
Süleyman Bakırgani’nin ileride büyük bir zat
olacağı küçükken belli olmaya başlamıştır. Onun çocukluğunda mektebe giderken
başka çocuklar gibi Kur’an’ı boynuna asmadığı, eliyle alttan alıp hürmetle
taşıdığı söylenmiştir. Bir çok kaynakta Kur’an’ı başının üstünde taşıdığı
rivayet edilmektedir.[170] Mektepten
çıkınca yüzünü mektebe, arkasını eve dönerdi. Bir gün Ahmed Yesevi mescid
önünde otururken bu hali görmüş, ve çok hoşuna gitmiştir. Hocasının ve
ailesinin iznini alarak Süleyman Bakırgani’ni Kur’an okutmaya yanına almıştır.
On beş yaşına geldikten sonra hoca Ahmed Yesevi’ye mürid olmuştur.[171]
Bir müddet sonra Süleyman Bakırgani şeyhinden
izin alarak irşad için Türkistan’ın güneyine doğru devesiyle yola çıkmıştır.
Bazı kaynaklarda bizzat Ahmed Yesevi’nin gönderdiği ve “deven nerede durursa
orayı mesken et” dediği rivayet edilmiştir. Deve Horasan’ın Bineva
bölgesine gelince yürüyemez olmuş bütün gayretlere rağmen deve tek adım bile
atmamış, sadece bağırmıştır. Bundan dolayı o bölgeye Bakırgan denildiği de
söylenmiştir. Önceden orası Buğra Han’ın at sürüsünün otladığı yer olarak
tanınıyordu. Yılkıcılar onu buradan kovmak istemişlerdir. Bu yöreden Süleyman
Bakırgani çıkmayınca durumu Buğra Han’a bildirmişlerdir. Ancak, Buğra Han O’nun
Ahmed Yesevi’nin müridi olduğunu öğrenince tavrını değiştirmiş ve “Anber”
adlı çok güzel kızını Süleyman Bakırgani’ye vermiştir. Buğra Han kendisi de
Süleyman Bakırgani’nin müridi olmuştur.[172]
Buğra Han bu dervişin rızasını celb için ayrıca
bir çok develer, koyunlar ve atlar göndermiştir. Süleyman Bakırgani bunları
kabul etmiştir. “Bakırgan” adlı o yeri de kendisine menzil yapmıştır.
Orada yaşayanların çoğu ona murid olmuşlar ve Süleyman Bakırgani’nin şöhreti
dört tarafa yayılmıştır. Süleyman Bakırgani’nin Anber anadan üç çocuğu
olmuştur; Muhammed Hoca, Asgar Hoca ve Hubbi Hoca. Bunlardan ilk iki büyüğünü
çok meşhur olan şeyh Carullah Allame’den ders almak için Harezm’e göndermiştir.
En küçüğü olan Hubbi Hoca ise, her gün atına binip dağlarda, kırlarda dolaşır,
geyik ağlar ve babasına getirirdi. Ancak, Süleyman Bakırgani, oğlunun manen ne
kadar yüksek mertebeye ulaştığını bilmiyordu. Hatta küçük oğlunu avcı olacak
diye üzülüyordu. Bir gün baba oğlunu çağırınca biraz geç geldi çünkü uzakta
avdaydı. Babasına bir geyik getirdi ve babası neden geç geldiğini sorunca oğlu “Muhit
denizinde iki gemi batıyordu benden yardım istediler, onlarla meşgul olduğum
için geç geldim” demiştir. Babası oğlunun sözüne inanmamıştır. Oğlu “eğer
inanmazsanız beş ay sonra buraya on bir altın şükrane getirecekler o zaman
görürsünüz” cevabını vermiştir. Hakikaten de öyle olmuş o parayı getiren
adamların hepsi, Hubbi hocaya mürid olmuşlardır.
Yine bir rivayete göre, bir gün oğlu babasına “Namazın
sünnetini her zaman burada kılıyorsunuz. Lakin onun farzını nerede
kılıyorsunuz” diye sormuştur. Babası farzını Ka’bede kıldığını söylemiştir.
“İyi amma, oraya kadar gitmek büyük bir zAhmed Ka’beyi buraya getirseniz
olmaz mı?”demiştir. Süleyman Bakırgani kendisinde bu kadar kuvvet
olmadığını itiraf etmiştir. Lakin ertesi gün oğlunun Ka’beyi Bakırgan’a
getirdiğini görünce, birdenbire şaşırmış ve içine kıskançlık düşmüştür.
Başka bir rivayete göre bir gün Süleyman
Bakırgani ve müridleri toplanıp dokuz öküz kesmişler, zikir ve semâ’a meşgul
olmuşlar. Her kes çağırılmış, yalnız küçük oğlu Hubbi hoca çağırılmamıştır. Oğlu
geyiklerle avdan gelince her kesin çağırılıp kendine haber verilmediğini
görünce canı sıkılmıştır. Sonra kerâmetle kesilen öküzleri tekrar
dirilttirmiştir. Bunu gören halk Hubbi hocaya hayran kalmıştır. Bunun üzerine
babası oğlunu çağırıp bir yerde ikisinin beraber bulunamayacağını söylemiştir.
Bu sözün manasını çok iyi anlayan Hubbi hoca, babasına “siz kalın” demiş
ve anasıyla vedalaşmıştır. Kefenini giyip hücresinin ortasına gelip durmuş ve
oradan kaybolup gitmiştir. Sonra baba ve anne birbirine sarılarak çok
ağlamışlardır. Oğluna karşı yaptığı bu hareketten dolayı Tanrı ona ceza
verecekti. Eğer oğlu yaşasaydı neslinden altmış veli gelecekti. Hakikaten de
öyle olmuştur. Vefatından sonra Amu Derya Bakırgan şehrini basmış Süleyman
Bakırgani’nin türbesi üstünden kırk yıl su akmıştır. Sonra sular çekilince
türbenin nerede olduğunu kimse bilmemiştir. Sonradan Süleyman Bakırgani’nin
manevi işaretiyle Celaleddin hoca adlı biri onun mezarını bulmuş üstüne âli
imaret yaptırmıştır.[173]
Süleyman Bakırgani’nin İslam’ın temelini
anlatan hikmet dolu şiirleri herkesi hayran bırakmış ve etkilemiştir. Rivayete
göre Irak şahı, Horasan şahına cevaplandırması için birkaç soru sormuştur.
Horasan şahı ise, soruları Ahmed Yesevi’nin halifelerine göndermiştir.
Tasavvufla ilgili bu soruların cevabını Süleyman Bakırgani şiirleri ile
cevaplandırmıştır:
Her kim görsen Hızır bil,
Her tün görsen Kadir bil.
Süleyman Bakırgani bu şiiri ile insan ve
zamanın değerine işaret etmektedir. Ayrıca, insanların alçak gönüllü ve güzel
karakterli olmasını, birbirinin kıymetini bilmesini, bir birini incitmemesi
gerektiğini, insanların her biri Hızır gibi saygıya layık olduğunu anlatmaya
çalışmıştır. Hatta, “her geceyi de Kadir gecesi gibi gör, çünkü bir daha
yaşayamasın” demektedir. Yine tevazu için söyleyen en güzel sözlerinden
biri şöyledir:
Başkası buğday biz saman,
Başkası yahşi biz yaman.
Bakırgani şiirlerinde insan mertebesine ve
ahlakına çok yüksek bir değer biçmiştir. Aynı zamanda söylediği hikmetlerle
İslam dinine yeni ısınan Türklerin dini-ahlaki anlayışlarını aydınlatmıştır.[174]
Bakırgani umumen Türkler arasında hikmetleriyle
meşhur olduğu gibi hususen Türkmenler arasında özel bir yere sahip olmuştur.
Süleyman Bakırgani’yi kendi sosyal kimliklerinden birisi kabul eden Türkmen
halkı, onun dünya görüşünü medeniyetine sindirmiş, hikmetlerini asırlardan beri
yaşama biçimi haline getirmişlerdir. Bu durumu Türkmenlerin adeta kutsi bir
mahiyet verdikleri halk şairi Mahtumkulu’nun şiirlerinden anlamak mümkündür. O,
şiirlerinin temel çekirdeğini hoca Ahmed Yesevi’nin ve onun sevgili dervişi
Süleyman Bakırgani’nin fikirlerinden ve öğretilerinden almış, bazen
Bakırgani’nin şiirlerini az bir değişiklikle ve bazen açıklayarak halka
aktarmaya çalışmıştır. Örneğin, Bakırgani bir şiirinde aşağıdakileri ifade ederken,
Mahtumkulu da onu az bir değişiklikle insanlara iletmiştir.
Süleyman Bakırgani:
Kün
dogandan batarga, Tersa, Cöhüd, Tatarga, Gulluk kılıp Settarga, Şeyhim Ahmed
Yasavi.
Mahtumkulu:
Gün dogardan, gün batar,
Tersa, Cöhüd hem Tatar.
Başka bir şiirinde Süleyman Bakırgani aşağıdakileri dile
getirirken: Israfıl ferman birle surun urgay, Ezrayılı öz canını özi algay
Mahtumkulu bu şiiri açılayarak genişçe ifade etmiştir:
Gök
övrilip, daglar sarsar yerinden,
İsrafil
surunu çalsa gerektir.
Allah’ın
emrinden, hak permanından, Ezrayıl öz canın alsa gerektir. [175]
Mahtumkulu’nun bu şiirlerinden anlaşıldığı
gibi, Bakırgani’den çok etkilenmiş ve onun yolunda insanları aydınlatmaya
çalışmıştır.
Süleyman Bakırgani’nin halifeleri arasında en
tanınmışı Zengi Ata’dır. Rivayete göre Zengi Ata Taşkent’te bulunurken,
şeyhinin vefatını haber almış ve derhal Harezm’e giderek kabrini ziyaret
etmiştir. Zengi Ata’nın Arap oğlu olduğu için siyah tenli biri olduğu
söylenmiştir. Ölen şeyhini manevi işaretiyle dul kalan zevcesi Anber ana ile
evlenmiştir. Bu meşhur Türk şeyhinin mezarı, Taşkent şehrinden sekiz mil uzakta
Semerkant yolu üzerindedir. Orta Asya’nın büyük ve tanınmış mutasavvıfı Hoca
Abdullah Ahrar, Zengi Ata hakkında büyük bir saygı besler ve kabrini her
ziyaret ettiği zaman içeriden “Allah Allah” sesi işittiğini söylemiştir.[176]
Bakırgani’nin eserleri günümüze el yazmaları ve
halk dili yoluyla ulaşmıştır. Ayrıca, bu eserler Orta Asya’da uzun yıllar
medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bakırgani’nin, “Bakırgan
Kitabı”, “Bibi Meryem Kitabı” ve “Ahir Zaman Kitabı” gibi eserleri
bulunmaktadır. Bu kitaplar Orta Asya’da hala büyük bir saygıyla ve istekle
okunan halk eserleridir.
“Bakırgan Kitabı” Ahmed Yesevi’nin “Divan-ı Hikmeti” gibi çeşitli
zamanlarda yaşamış değişik şairlere ait süfiyani şiirler ve ilahiler
mecmuasıdır. Eser Süleyman Bakırgani’den başka on dört şaire ait yüz yirmi
manzume ve sekiz manzum hikayeden oluşmaktadır. Eserin üslup ve muhtevası da
büyük ölçüde Yesevi’nin “Divan-ı Hikmeti”nin tesiri altında yazılmıştır.
Şunu söylemek lazım ki, “Divan-ı Hikmet”te yer alan miraciye gibi bazı
manzumelerin Süleyman Bakırgani’ye ait olduğu ifade
■ •1 1 , 1- 177
etilmektedir.
“Bibi Meryem Kitabı”
Hz. Meryem’in vefatını destan üslubuyla anlatan sekiz sayfalık bir kitaptır.
Eserin en önemli özelliği cehri zikir t ’1 1 1 11’11 1 178
yapan tarikat
mensuplarınca koro halinde okunmasıdır.
“Ahir zaman Kitabı” kitabında kıyamet alametleri anlatılmaktadır. Kitabın
başında kıyamet öncesinde insanlarda ahlaki bozuklukların ortaya çıkacağından,
hatta alimlerin bile günah işleyeceğinden bahsedilmektedir. Ardından Deccal,
Yecüc ve Mecüc’un ortaya çıkmasından ve onların Mehdi tarafından
yenilgilerinden destanî bir şekilde söz edilmektedir. Kitabın bundan sonraki
kısmında Hz. Peygamberin ümmetinin günahlarını affettirmek için yalvarıp
yakarması canlı bir şekilde tasvir edilmiştir. Sonuç kısmında tüm müminlerin
kurtuluşu ele alınmakta ve Bakırgani kendisinin ve insanların kıyamete
hazırlıklı olmaları gerektiğini vurgulamaktadır. Aşağıda Ahir Zaman Kitabı’nın
Özbekçe’den Türkçe’ye sadeleştirilmiş çevrisi sunulmuştur:
Zaman
ahır olsa, neler olur,
Dünya
çeşit çeşit bela ile dolar, Alimler içki içer, zina yapar, Bundan başka garip
şeyler de olur.
Namı
büyük alimler içki içer, Helalı bırakır, haram işe bulaşır, Hak Teala bela
kapısın tamamen açar, Bundan başka garip şeyler de olur.
178
Köprülü, s. 177, Kara, s.
184, Amanguliyeva, s. 82.
Cimriler
haramla taşkınlık yapar, Birçok kadın eşlerine haram olur, İslam’ı bilmeyen
bedbahtlar sevinir, Bundan başka garip şeyler de olur.
Zaman
ahır olsa, alimler yoldan çıkar, Müminlerin çocukları esir düşer, Kafirler
durmadan kibirlenir, Bundan başka garip şeyler de olur.
Melun
Deccal çıkar, Rum’a gider, İslam’ı bilmez bedbahtlar sevinir, Mehdi çıkar,
Bağdat tarafında savaşır, Bundan başka garip şeyler de olur.
Müslümanlar
Mehdi tarafında toplanır, Güneş tutulur, kavga büyür, çığlıklar atılır,
Muhammed’in ümmetleri ağlamaya başlar, Bundan başka garip şeyler de olur.
Mehdi
çıkar, Mekke tarafına sefer eder, Muhammed’in Ravzasına yüzünü sürer, Ravzadan
ses çıkar, İsa der, Bundan başka garip şeyler de olur.
İsa
iner, dokuz yüzün bitiminde, Deccal’ı öldürürler bilin bu zamanda, Mehdini imam
yapar İsa o zamanda, Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz
yüzde on beşte Yecüc çıkar, Mehdi ile İsa varır, Tur’u aşar, O kafirler bu
dünyayı yok ederler, Bundan başka garip şeyler de olur.
Havadan
kuşlar iner, taşlar atar,
O
taşlar Yecücleri helak eder, O Allah heybetiyle hüküm sürer, Bundan başka garip
şeyler de olur.
Dokuz
yüzde yine bir şeyler olur, Dabbetül Arz çıkar, Kur’an yükselir, Muhammed’in
ümmetleri ağlamaya başlar, Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz
yüzde yine garip bir şey olur, İsrafil emir ile surun çalar, Gök Yer arasında
diri canlı kalmaz, Bundan başka garip şeyler de olur.
İsrafil
emir ile surun çalar,
Azrail
kendi canın kendi alır, Sonsuz baki kalan O Allah kendisi kalır, Bundan başka
garip şeyler de olur.
Kırk
yıl sonra İsrafil surunu çalar, Ona ikinci surunu çal denir, Kullarım yer
yüzüne çıksın denir,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
İsrafil
emir ile surunu çalar,
Tüm
ruhlar bedenlere gir, gelir, Genç, yaşlı insan oğlu ayağa kalkar, Bundan başka
garip şeyler de olur.
O,
Allah hakim olur, hüküm verir, Muhammed şefaate gelir, durur, Melekler,
peygamberler titrer, durur, Bundan başka garip şeyler de olur.
Cebrail
meleklerin önünde gelir, İnandığımız Ey Muhammed sensin der, Hak katında senden
samimi yoktur der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Adem
ata kendisi ağlayarak gelir, Musa Kelim resullerin önünde gelir, Muhammed’in
boynuna sarılır, kardeşim der, Bundan başka garip şeyler de olur.
İbrahim,
Muhammed’e milletim der, Cebrail Muhammed’e boyun eğer, Tüm yüce melekler
ağlar, durur, Bundan başka garip şeyler de olur.
Ebu
Cehil ateş elbisesi ile gelir, Şefaatini bizden esirgeme der,
Muhammed’in yanına gelir, durur,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Dünyada
bilme oldum kendimi der, Ateş içinde azabımı gördüm der, Şükür sana bugün beni
kurtar der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed
secde eder, başını eğer, Gözlerinden damla damla yaşlar akar, Şefaatini
esirgeme benden der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Abdulmuttalip,
Abdullah’a çocuğum der, Muhammed’in elin tutar, yüzünü öper, Yanımda kaldı,
baktım on gün der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed
annesine hürmet eder, Annesinin boynuna sarılır, anne der, Küçükken yetim
kaldım senden der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed
Abdulmuttalib’e babam der, Mahbub canlar görür görmez, ibret alır, Melekler,
peygamberler sevinirler, Bundan başka garip şeyler de olur.
Cebrail
burağını tutar, durur,
İsrafil
sağ kolundan tutar, durur,
Azrail
mizanı basar, durur, Bundan başka garip şeyler de olur.
O
Muhammed aleme bakar, durur, Tüm mahşer halkı gelir, durur, O Muhammed kalkar,
arz eder, Bundan başka garip şeyler de olur.
Melekler,
peygamberler nefes almaz, Ağız açıp konuşmaya halleri olmaz, O Muhammed Rabb’im
Allah der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Şarap
içip, şeytan ile eşlik eden, Tamamdır, emrime karşı delil oldu, Kibirlikte
benimle yarışmış oldu, Bundan başka garip şeyler de olur.
Oflamaktan,
inlemekten terler akar, Feryatlar duyan Muhammed acıyarak bakar, Ümmetlerimi
affet Allah’ım der, Bundan başka garip şeyler de olur.
O
Allah heybet ile hüküm verir, Tüm o mahşer halkı sürün der, Cehennem üzerine
sıratı koyun der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Zebaniler
halkı sürer, gelir,
Ellerinde
ateş meşalesi tutar, durur, Muhammed’e mahşer halkı feryat eder, Bundan başka
garip şeyler de olur.
Muhammed
onların feryadın duyar, durur, Ya ümmetim, ümmetlerim nereye der, Eline asa
alır, koşup gelir, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed
Zebaniye heybetle karşı çıkar, Cehennem ateşine hüküm eder, Ümmetlerimi sakın
yakma ateş der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Cehennem
içinden melekler çıkar, gelir, Muhammed hazretine gelir, durur, Şefaatini
esirgeme bizden der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed
hazretine koşarak gider, Ümmetlerimin hali perişan oldu der, Ahdine vefa et
Mevlam der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Musa
Kelim hızlıca koşarak gelir, Muhammed’e gelir, haber verir, O heybetli gün,
şimdi bugün oldu der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed
secde ile meşgul olur, Musa Kelim Rabb’im diye dua kılar, O, dört milletin
hepsini ümmetim der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Allah’tan
nida gelir, dostum der, On sekiz bin alem fahri resul der, Şimdi hüküm senden
olsun der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Ümmetine
Cehennemi haram kıldım der, Reyhan denen bahçeleri verdim der, Ferah tut
gönlünü dostum der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed
hazretine sevinçle bakar, Musa Kelim arkadaş olur, beraber gelir, Tüm mahşer
halkı geliniz der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Tüm
o mahşer halkı sevinçle coşar, Atamız Adem koşarak gelir, Muhammed’in boynuna
sarılır, oğlum der, Bundan başka garip şeyler de olur.
Muhammed
anne-baba geliniz der, Tüm ümmetimin yüzünü görün der, Allah inayet kıldı bize
der,
Bundan
başka garip şeyler de olur.
Tüm
mahşer halkına O önderlik eder, Tüm o huriler karşılar, gelir, Sekiz Cennet
nuru ile nura dolar, Bundan başka garip şeyler de olur.
Kul
Süleyman itaat et, affeder,
Allah
sebeplerin güçlü verir,
Ahirette itaat ile rahim eder, Tl 1 1 1 • 111 179
Bundan
başka garip şeyler de olur.
179 Özbekçe’si
için bkz. Hakkul-Rafiddin, s. 57-62.
SONUÇ
Türkler, Horasan ve Maveraünnehr bölgelerinde
VIII. yüzyıldan itibaren gözükmeye başlayan tasavvufi faaliyetlerden
etkilenmeye ve kendilerine bu yolu yakın hissedip kabullenmeye başlamışlardır.
Bunun başlıca sebebi kısmen mistik bir din olan eski Türk dininin tasavvufi
Müslümanlığa daha yakın olmasından kaynaklanıyordu. Özellikle Türklerin her
zaman görüp yaşattıkları ve tecrübesini devam ettire geldikleri eski Türk
mistik düşünce sisteminin esasını oluşturan kamlık müessesesi, Türklerin
tasavvufa çabuk alışmasını sağladığını düşünmek mümkündür. Nitekim, Türklerin
İslam’ı yakından tanımaya başladıkları dönemlerde ilk önce eski kam ve
ozanların yerini “baba” ve “ata” olarak tanınan dervişler almaya
başlamış ve Türklerin İslamlaşmasında aktif rol oynamışlardır.
Türkler arasında başlıca Melametiye, Kerramiye
ve Kalenderiye gibi tasavvufi hareketler yaygınlaşmış ve Türklerin İslam’ı
tanımalarında önemli yer tutmuşlardır.
Türklerin İslamlaşmasını hızlandıran ve onlara
bu dini sevdirenler gezgin mutasavvıflar olmuşlardır. Bunların başında İbrahim
b. Ethem, Şakik-i Belhi ve Hallac-ı Mansur’u sayabiliriz. Bunlardan Hallac-ı
Mansur beş yıl boyunca Horasan, Maveraunnehr ve Türkistan bölgelerini
dolaşmıştır. O, buralarda halka Allah sevgisini vaaz etmeye çalışmış, İslam’ı
anlatmış ve onlar için eserler yazmıştır. Onun faaliyetleri Türkleri derinden
etkilemiş ve İslam’a gönülden bağlanmalarına vesile olmuştur.
Bununla beraber sufiler devlet adamlarını da
İslam’a çağırmışlar ve başarılı olmuşlardır. Karahanlı Devletinin İslam devleti
haline gelmesiyle sonuçlanan süreci sufiler başlatmıştır. Nitekim, sufilerin
vaazları sonucunda Müslüman olan Satuk Bura Han Batı Karahanlıların İslam
dinini resmen kabul etmelerini sağlamıştır. Bundan sonra İslamiyet’in kabulü
çok büyük topluluklar şeklinde gerçekleşmiştir. Nitekim, 200.000 çadırlık, bazı
bölgede 10.000 çadırlık Türklerin topluca İslamlaşması bu sürecin sonucudur.
Türklere İslam’ı yakından tanıtan, sevdiren ve
İslamlaşmasını sağlayan mutasavvıfların ileri gelenlerinden biri şüphesiz Ahmed
Yesevi ve onun takipçileri olmuştur. Ahmed Yesvi ve takipçileri, göçebe ve yarı
göçebe Türk boyları arasında sade bir dil kullanarak halkı İslam’a ısındırmaya
çalışmışlardır. Onlar, kökü çok eskilere giden geleneksel şiir kalıplarını
kullanarak, çok geniş kitlelere hitap etmiş ve onları etkileyerek Müslümanlığı
kabul etmelerini sağlamışlardır.
Yesevi’nin talebe ve halifelerinden Orta Asya
Türkleri arasında en tanınmışı Hakim Ata veya Süleyman Bakırgani’dir. O da
tıpkı Yesevi gibi tasavvufa ait eserler yazmıştır. Süleyman Bakırgani’nin
hikmetli sözleri de tıpkı Yesevi’nin sözleri gibi sade bir dille geniş halk
kitlesine hitap etmiştir.
Ahmed Yesevi sonrası Türk dünyasında tasavvufi
faaliyetler devam etmiş ve bunun sonucunda bir çok tarikat ortaya çıkmıştır.
Türk sufileri Nakşbendilik, Kadirilik, Kübrevie, Mevlevilik, Bektaşilik vs.
tarikatlar altında halka İslam’ı anlatmışlar ve büyük ölçüde Türklerin
İslamlaşmasını sağlamışlardır.
BİBLİYOGRAFİYA
Ahsikendi, Seyfeddin, Tarıhtardın Cıynağı,
Kırgızca’ya çev. Moldo Mamasabır Dosbolov-Omar Saranov, Bişkek 1996.
Akpınar, Turgut, Türk Tarihinde İslamiyet, İstanbul 1999.
Albayrak, Nurettin, “İbrahim b. Edhem”,
DİA., c. XXI, İstanbul 1997.
Amanguliyeva, Gözel, “Yesevi Dervişi Hakim Ata”, Bilig-13/Bahar 2000.
Arberry, A. J., Tasavvuf, çev. İbrahim
Kapaklıkaya, İstanbul 2004.
Azamat, Nihat, “Kalenderiyye”, DİA.,
c. XXIV, İstanbul 2001.
Arat, R. Rahmeti, “Hakim Ata”, İ.A., c.
V/I, İstanbul 1950, s. 101.
Attokurov, S, Kırgız Sancırası, Bişkek
1995.
Baldak, Julian, Mistik İslam, çev. Yusuf Said Müftüoğlu, İstanbul
2002.
Barthold, V.V., Orta Asya Türk Tarihi,
haz. Hüseyin Dağ, Ankara 2004.
Cami, Abdurrahman, Nafahatul Üns Min Hadaratil Küds tercemsi, çev. Kamil Candoğan-Sefer Malak, İstanbul 1971.
Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyet’in Getirdiği Tasavvuf, İstanbul 1948.
Eraslan, Kemal, “Divan-ı Hikmet”,
DİA., c.IX, İstanbul 1994.
------------------- ,“ Yesevi ”,
DİA., c.II, İstanbul 1989.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar,
İstanbul 2004.
Erşahin, Seyfettin, Kırgızlar ve İslamiyet,
Ankara 1999.
Gibb, H. A. R., Orta Asya’da Arap Fetihleri, çev. Hasan Kurt, Ankara 2005.
Gicduvani, Hoca Abdulhalik, Makamati Yusuf Hamadoni, Özbekçe’ye tercüme eden ve hazırlayanlar Sayfuddin Sayfullah ve Hodirhon
Hasan, Taşkent 2005.
Günay, Ünver-Güngör, Harun, Türklerin Dini Tarihi,
İstanbul
2003.
Hakkul, İbrahim-Rafiddin, Sayfuddin, Bakirgon Kitobi,
Taşkent 1991.
Hücviri, Keşful Mahcub, çev.
Süleyman Uludağ, İstanbul 1982.
Kara, Mustafa, “Hakim Ata”, DİA., c.
XIII, İstanbul 1997.
Karasaev, Hüseyin, Kamus Naamadan Corop,
Bişkek 1992.
Kelabazi, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1992.
Kenjetay, Dosay, Hoca Ahmet Yesevi’nin Düşünce Sistemi, Ankara. 2003.
Kitapçı, Zekeriya, “Hz. Peygamberin hadislerinde Türkler”, Türk Dünyası Araştırmaları, II sayı, İstanbul 1986.
---------------------- , Orta Asya’da
İslamiyet ve Türkler, Konya 2004.
---------------------- , Türkistan’ın
Müslüman Araplar Tarafından Fethi, Konya 2005.
---------------------- , Türkler Nasıl
Müslüman Oldu?, Konya 2004.
---------------------- , Yeni İslam Tarihi ve Türkistan, İstanbul 1991.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 2003.
Kurt, Hasan, İslamlaşma Süreci,
Ankara 1998.
Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, çev.
Süleyman Uludağ, İstanbul 1978.
Lings, Martin, Tasavvuf Nedir?,
tercümeye haz. Akabe yayınları, İstanbul 1986.
Massignon, Lois, “Hallac”, İ.A., c. V,
İstanbul tz.
“Melamiyye”, DİA., c. XXIX, Ankara 2004.
Meyan, Faruk, “İbrahim Bin Edhem”,
İslam Meşhurları Ansiklopedisi, c. I, İstanbul 1970.
Mollayev, N., “Süleyman Bakırgani”,
Özbek Sovyet Ansiklopedisi, c. X, Taşkent 1978.
Nevayi, Alişer, Nesayimül Mahabbe Min Şemayimil Fütüve, haz. K. Eraslan İstanbul 1979.
Nicholsın, Reynold, İslam Sofileri, ter:
Mehmed Dağ vd., İstanbul. 1978.
------------------------ , Tasavvufun
Menşei Problemi, çev: Abdullah Kartal, İstanbul, 2004.
Nurbahş,
Cavad, Piran-i Balh, Mashhad-İran H.1379.
Ocak, A.Y., Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 2000, s. 46-47.
-------------- ,“Zaviye”,
İ.A, c.XIII, İstanbul 1986.
Öngüt, Ömer, Tasavvufun Aslı Hakikat ve Marifatullah İncileri, İstanbul 2000.
Özkaya, Necdet, “Türkler Neden Müslüman Oldular?”,Türklük ve İslamiyet, Adana 1996.
Öztürk, Y.
Nuri, Hallac-ı Mansur ve Eseri, İstanbul 1976.
------------------- ,
Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul 1999.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara
2004.
Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, çev: Ergun Kocabıyık, İstanbul 2001.
Selvi, Dilaver, Kur’an ve Tasavvuf,
İstanbul 1997.
Suhreverdi, Tasavvufun Esasları,
çev. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul 1990.
Uludağ, Süleyman, “Hallac-ı Mansur”,
DİA., c. XV, İstanbul 1997.
------------------------ , Keşful
Mahcub tercümesine giriş, İstanbul 1982.
Valav, Mahdi Rahmani-Cağtai, Mansur, Tarih-i Ulama-i Balh, Mashhad-İran
H. 1383.
Valihanov, Ç. Ç., “Kırgızlar Hakida”, Kirgizlar, haz. Ö. Karaev-K. Cusupov, Bişkek 1999.
Yazıcı, Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Ankara 2002.
Yessevi, Ahmed, Hikmatlar, Taşkent
1991.
Yıldız, H. Dursun, İslamiyet ve Türkler,
İstanbul 1980.
--------------------- , Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. XIV, İstanbul 1989.
Zakirov, Saparbek, Kırgız Sancırası,
Bişkek 1996, s. 76.
[1] Günay Tümer-Abdurrahman Küçük,
Dinler Tarihi, Ankara 1993, s. 78; Ünver Günay-Harun Güngör, Türklerin Dini
Tarihi, İstanbul 2003, s. 155.
[2] V.V. Barthold, Orta Asya Türk
Tarihi, haz. Hüseyin Dağ, Ankara 2004, s. 18.
[3] Necdet Özkaya, “Türkler Neden
Müslüman Oldular?”, Türklük ve İslamiyet, Adana 1996, s. 26-29;
Tümer-Küçük, s. 80-85.
[4] Bkz. Turgut Akpınar, Türk Tarihinde İslamiyet, İstanbul
1999, s.44-48.
[5] Zekeriya Kitapçı, Türkistan’ın Müslüman Araplar Tarafından
Fethi, Konya 2005, s. 70-71.
[6] Günay-Güngör, s. 247-248.
[7] Kitapçı, a.g.e., s.76-77.
[8] Günay-Güngör, s. 249.
[9] Bkz. H. Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler, İstanbul 1980,
s. 5-6; Ayrıca bu konuda geniş bilgi için Bkz. Zekeriya Kitapçı, “Hz.
Peygamberin hadislerinde Türkler”, Türk Dünyası Araştırmaları, II sayı,
İstanbul 1986, s. 1-8.
[10] Zekeriya Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, Konya 2004,
s. 74.
[11] Kitapçı, Türkistan’ın Müslüman Araplar Tarafından Fethi, s.
92-93.
[12] Kitapçı, a.g.e., s. 98.
[13] H. A. R. Gibb, Orta Asya’da Arap Fetihleri, çev. Hasan
Kurt, Ankara 2005, s. 29.
[14] Kitapçı, a.g.e., s. 85.
[15] Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, s.28-32.
[16] Kitapçı, Türkistan’ın Müslüman Araplar Tarafından Fethi, s.
89.
[17] Yıldız, s. 8.
[18] Yıldız, s. 11-12; Gibb, s. 45-46.
[19] Bkz. Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, s. 83-85.
[20] Bkz. Gibb, s.45-46.
[21]Bkz. Kitapçı, a.g.e., s. 88.
[22] Günay-Güngör, s. 256.
[23] Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslamiyet ve Türkler, Konya
2004, s. 77.
[24] Kitapçı, a.g.e., s. 310.
[26] Yazıcı, s. 36-38.
[27] Bkz. Yazıcı, s. 44-62.
[28] Yazıcı, s. 5.
[29] Kureyş suresi, 1-3.
[30] Zekeriya Kitapçı, Yeni İslam Tarihi ve Türkistan, İstanbul
1991, s. 226-227.
[31] Barthold, s. 43.
[32] Yazıcı, s. 63.
[33] Hasan Kurt, İslamlaşma Süreci, Ankara 1998, s. 229-230.
[34] Barthold, s. 64.
[35] Barthold, s. 66.
[36] Kitapçı, a.g.e., s. 250.
[37] Kelabazi, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf, haz. Süleyman
Uludağ, İstanbul 1992, s. 57.
[38] Allah tarafından kıblenin Kudüs’ten Kabe’ye çevrilmesi
emredilince (...Haydi yüzünü Mescid-i Haram’a doru çevir!..., Bakara, 144)
Suffa’nin yeri güneyden kuzeye alınmıştır. Bkz. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed
ve Evrensel Mesajı, Ankara 2004, s. 135.
[39] Sarıçam, s. 137.
[40] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2004, s.
51.
[41] Hicvin, Keşful Mahcub, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982,
s. 111.
[42] Suhreverdi, Tasavvufun Esasları, çev. Kamil Yılmaz-İrfan
Gündüz, İstanbul 1990, s.76, Eraydın, s.52.
[43] Bkz. Dilaver Selvi, Kur’an ve Tasavvuf, İstanbul 1997, s.
16-17.
[44] Suhreverdi, s. 72-74.
[45] Reynold Nicholsın, İslam Sufileri, ter. Mehmed Dağ vd.,
İstanbul. 1978, s. 3.
[46] Sufiler bunun için “tadmayan bilmez” (man lam yazuk
ve lam ya’rif) tabirini kullanmışlardır. Bkz.
Dosay Kenjetay, Hoca Ahmet
Yesevi’nin Düşünce Sistemi, Ankara. 2003, s.133.
[47] R. Nicolson, Tasavvufun Menşei Problemi, çev. Abdullah
Kartal, İstanbul 2004, s. 64-73.
[48] Eraydın, s.44.
[49] Kaf suresi, 50/16.
[50] En’am suresi, 6/103.
[51] Bakara suresi, 2/115.
[52] Annemarie Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları, çev. Ergun
Kocabıyık, İstanbul 2001, s. 41.
[53] Bkz. Selvi, s. 28-29.
[54] Schimmel, s.42-43.
[55] A. J. Arberry, Tasavvuf, çev. İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul
2004, s.27.
[56] Bunun örneği için bkz. Hucviri, s.153-181.
[57] Nicholson, İslam Sufileri, s. 8.
[58] Nicholson, a.g.e., s. 11.
[59] Nicholson, a.g.e., s. 14.
[60] Julian Baldak, Mistik İslam, çev. Yusuf Said Müftüoğlu,
İstanbul 2002, s. 57.
[61] Bkz. Selvi, s. 45.
[62] Baldak, s. 39.
[63] Bkz. Selvi, s. 46-48.
[64] Nicholson, İslam Sufileri, s. 3.
[65] Schimmel, s. 44.
[66] Süleyman Uludağ, Keşful Mahcub tercümesine giriş, İstanbul
1982, s.19.
[67] Arberry, s. 31.
[68] Martin Lings, Tasavvuf Nedir?, tercümeye haz. Akabe
yayınları, İstanbul 1986, s. 124.
[69] Schimmel, s. 46.
[70] Hakkı Dursun Yıldız, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
c. XIV, İstanbul 1989, s. 351.
[71] Arberry, s. 37.
[72] Lings, s. 126.
[73] Arberry, s. 40.
[74] Arberry, s. 45.
[75] Arberry, s. 50.
[76] Uludağ, a.g.e., s. 20.
[77] Baldak, s. 57.
[78] Schimmel, s. 61.
[79] Uludağ, a.g.e., s. 20-21.
[80] Uludağ, a.g.e., s. 22.
[81] Lings, s. 129-131.
[82] Bkz. Arberry, s. 61-66.
[83] Uludağ, a.g.e., s.22.
[84] Uludağ, a.g.e., s. 24-26.
[85] Hucviri kitabını başlarken sahte sufilerin özelliklerini
açıklamaya çalışmaktadır. Bkz. Hucviri, s.75- 98.
[86] Lings, s. 132.
[87] Lings, s. 133.
[89] “... Savaş için hazır ve
tetikte bulunun...” (Ali İmran süresi/200),
“Sizler de onlara karşı gücünüzün yettiği her çeşit kuvvetten savaş için
beslenen atlardan hazırlayın...” (Enfal suresi /60).
[90] Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun
Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul 1999, s. 130; Yazıcı, s.24.
[91] Günay-Güngör, s. 155.
[92] Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman
Oldu?, s. 99-100.
[95] Arberry, s. 37.
[96] Kencetay, s. 104.
[97] “Melamiyye”, DİA., c.
XXIX, Ankara 2004, s. 24-25.
[98] Nihat Azamat, “Kalenderiyye”, DİA., c. XXIV,
İstanbul 2001, s. 253-254.
[99] Günay-Güngör, s. 299.
[100] Lois Massignon, “Hallac”, İ.A., c. V, İstanbul tz.,
s. 168.
[101] Bkz. Seyfettin Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, Ankara
1999, s. 54-55.
[102] Saparbek Zakirov, Kırgız
Sancırası, Bişkek 1996, s. 76.
[103] Seyfeddin Ahsikendi,
Tarıhtardın Cıynağı, Kırgızca’ya çev. Moldo Mamasabır Dosbolov - Omar Saranov,
Bişkek 1996, s. 33; ayrıca bkz. S. Attokurov, Kırgız Sancırası, Bişkek
1995, 37-39.
[104] Hüseyin Karasaev, Kamus
Naamadan Corop, Bişkek 1992, s. 9-10; Kırgızların menşei ile ilgili aynı
rivayeti Ç. Valihanov da aktarmaktadır. Valihanov, Ç. Ç., “Kırgızlar
Hakida”, Kirgizlar, haz. Ö. Karaev, K. Cusupov, Bişkek 1999, s. 372-373.
[105] Ahmad Yassaviy, Hikmatlar, Taşkent 1991, s. 194.
[106] Zakirov, 306.
[107] Yazıcı, s.65.
[108] Abdurrahman Cami, Nafahatul Üns Min Hadaratil Küds
tercemsi, çev. Kamil Candoğan-Sefer Malak, İstanbul 1971, s. 359.
[109] Cami, s. 359.
[110] Cami, s. 360.
[111] Köprülü, s. 49-50.
[112] Köprülü, s. 50.
[113] Cavad Nurbahş, Piran-i Balh, Mashhad-İran H. 1379, s. 10.
[114] Ömer Öngüt, Tasavvufun Aslı Hakikat ve Marifatullah
İncileri, İstanbul 2000, s. 451.
[115] Faruk Meyan, “İbrahim Bin Edhem”, İslam Meşhurları
Ansiklopedisi, c. I, İstanbul 1970, s. 371.
[116] Nurettin Albayrak, “İbrahim b. Edhem”, DİA., c. XXI,
İstanbul 1997, s. 293.
[117] Öngüt, s. 452.
[118] Nurbahş, s. 21.
[119] Albayrak, s. 293.
[120] Ebu İshak, İbrahim b. Edhemin künyesi olarak bilinmekteydi,
bkz. Cami, s. 106.
[121] Meyan, s. 373.
[122] Albayrak, s. 293.
[123] Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul
1978, s. 78
[124] Hucviri, s. 202.
[125] Albayrak, s. 294.
[126] Hucviri, s. 201.
[127] Nurbahş, s. 36.
[128] Albayrak, s. 294.
[129] Hucviri, s. 201.
[130] Cami, s. 106, Albayrak, s. 294, Meyan, s. 371.
[131] Alişer Nevayi, Nesayimül Mahabbe Min Şemayimil Fütüve, haz.
K. Eraslan İstanbul 1979, s. 32; Cami, s. 115.
[132] Mahdi Rahmani Valav-Mansur Cağtai, Tarih-i Ulama-i Balh,
Mashhad-İran H. 1383, s. 442;
Kuşeyri, s. 90.
[133] Eraydın, s. 35-36.
[134] Nurbahş, s. 31; Cami, s. 115.
[135] Kuşeyri, s. 78.
[136] Cami, s. 115.
[137] Eraydın, s. 36.
[138] Atberry, s.36.
[139] Nevayi, s. 32,
[140] Süleyman Uludağ, “Hallac-ıMansur”, DİA., c. XV,
İstanbul 1997, s. 377.
[141] Uludağ, a.g.e., s. 377.
[142] Uludağ, a.g.e., s. 377.
[143] Ömer Rıza Doğrul, İslamiyet’in Getirdiği Tasavvuf, İstanbul
1948, s. 81.
[144] Yaşar Nuri Öztürk, Hallac-ı Mansur ve Eseri, İstanbul 1976.
s. 20.
[145] Uludağ, a.g.e., s. 377.
[146] Massignon, “Hallac”, s. 168.
[147] Öztürk, s. 22.
[149] Uludağ, a.g.e., s. 378.
[150] Massignon, a.g.e., s. 168.
[151] Schimmel, s. 70.
[152] Uludağ, a.g.e., s. 378.
[153] Doğrul, s. 82.
[154] Arberry, s. 57.
[155] Uludağ, a.g.e., s. 380.
[156] Hucviri, s. 253-254.
[157] Uludağ, a.g.e., s. 380.
[158] Massignon, a.g.e., s. 169.
[159] Köprülü, s. 85-90.
[160] Hoca Abdulhalik Gicduvani,
Makamati Yusuf Hamadoni, Özbekçe’ye tercüme eden ve hazırlayanlar Sayfuddin
Sayfullah ve Hodirhon Hasan, Taşkent 2005, s.16.
[161] Kemal Eraslan, “ Yesevi”, DİA., c. II, İstanbul
1989, s. 160-161.
[162] A.Y.Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 2000, s.
46-47.
[163] Eraslan, a.g.e, s. 160.
[164] Barthold, s. 125-126.
[165] Kemal Eraslan, “Divan-ı Hikmet”, DİA., c. IX,
İstanbul 1994, s. 429; Köprülü, s. 136.
[166] Eraslan, a.g.e., s. 429.
[167] N. Mollayev, “Süleyman Bakırgani”, Özbek Sovyet
Ansiklopedisi, c. X, Taşkent 1978, s. 403.
[168] İbrahim Hakkul-Sayfuddin Rafiddin, Bakirgon Kitobi, Taşkent
1991, s. 3.
[169] Gözel Amanguliyeva, “Yesevi Dervişi Hakim Ata ”,
Bilig-13/Bahar 2000, s. 80.
[170] Mustafa Kara, “HakimAta”,
DİA., c. XIII, İstanbul 1997, s. 183, R. Rahmeti Arat, “Hakim Ata”, İ.A.,
c. V/I, İstanbul 1950, s. 101.
[171] Köprülü, s. 108.
[172] Kara, s. 183-184.
[173] Köprülü, s. 110-111.
[174] Hakkul-Rafiddin, s. 4, Amanguliyeva, s. 83.
[175] Amanguliyeva, s. 88.
[176] Köprülü, s. 113-114.