Yayına Hazırlayan: Tahsin Yıldırım
Abdülhak Şinasi Hisar
(Rumelihisarı/İstanbul,
14 Mart 1887 - Cihangir/İstanbul, 3 Mayıs 1963)
Romancı, eleştirmen, anı
ve biyografi yazarı. Tepedelenli Ali Paşa (Ö.1822) soyundan Emine Neyyir Hanım
(Ö.1928) ile ilk ede biyat dergilerinden Hazine-i Evrak, İnsaniyet ve Ceride
dergileri nin sahibi, öykücü ve eleştirmen Mahmut Celalettin Bey'in (Ö.1918)
oğlu.
Bir süre Türk Yurdu
dergisinin genel yayın müdürlüğünü de üstlendi (1954-57). Hiç evlenmemekle
övünürdü. “Evlenseydim de
oğlum komünist, kızım aktrist mi olsaydı?” sözü ünlüdür. Cihan gir’deki
evinde beyin kanamasından öldüğünde cenazesini döne min İstanbul Belediye
Başkanı Necdet Uğur kaldırttı. Merkezefendi mezarlığındaki aile kabristanına
gömüldü.
Babasının da etkisiyle
çok küçük yaşlarda edebiyata ilgi duydu. Galatasaray yıllarında Ahmet Haşim,
Hamdullah Suphi, izzet Me lih, Refik Halit ve Emin Bülent’le edebi dostluklar
kurdu. Bu yıllar da Serveti Fünuncular gibi “mensur şiir”ler yazdı. Fransız edebiya tından özellikle “psikolojik romanlar”
yazan Paul Bourget’nin üslu bundan etkilendi. Pierre
Loti hayranıydı.
Edebî hayatına mütareke
yıllarında şiir, kitap tanıtma ve eleşti ri yazılarıyla başladı. Dergah
dergisinde “Kitaplar ve Muharrirler” başlıklı kitap eleştirileri, Yarın
dergisinde denemeler, Saatler ve Mevsimler başlığı altında hece vezniyle
şiirler yayınladı. 1921’den itibaren İleri ve Medeniyet gazetelerindeki
yazılarıyla tanındı. Ağaç, Varlık, Ülkü ve Türk Yurdu dergileriyle Milliyet,
Hakimiyeti Milliye ve Dünya gazetelerinde yazmaya devam etti.
Ödül: Fahim Bey ve Biz
ile 1942 CHP hikâye ve roman mükâfatı üçüncülük.
Yapıtları: Anı-roman:
Fahim Bey ve Biz, İst. Hilmi Kitabevi, 1941; Çamlıca’daki Eniştemiz, İst. Hilmi
Kitabevi, 1942; Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği, îst. 1952; Geçmiş
Zaman Fıkraları, İst. Hilmi Kitabevi. 1958.
Anı-deneme: Boğaziçi
Mehtapları, îst. Hilmi Kitabevi, 1942; Bo ğaziçi Yalıları, îst. Varlık
Yayınları, 1954; Geçmiş Zaman Köşkleri, îst. Varlık Yayınları, 1956.
Anı-biyografi: İstanbul
ve Pierre Loti, îst., İstanbul Fetih Cemi yeti, 1958; Yahya Kemal’e Veda, îst.,
Hilmi Kitabevi, 1959; Ahmet Haşim Şiiri ve Hayatı, îst., Hilmi Kitabevi, 1963.
Antoloji: Aşk îmiş Her
Ne Var Alemde (Aşka Dair Seçilmiş Mıs ralar ve Beyitler, 1403-1950), îst. Doğan
Kardeş, 1955.
İÇİNDEKİLER
Sunuş / Selim İleri / 9
1. BÖLÜM: EDEBİYATA DAlR
[15-170]
Hayat ve Edebiyat
Gördüklerimiz /
Biz ve Hayat /
Söz/
Faniliğimiz ve Edebiyat /
Edebiyata Dair Küçük Notlar /
Edebiyata Dair Tavsiyeler ve Nasihatler /
Edebiyat Yollarında Nafile Nasihatler /
Edebiyata Dair Fıkralar ve Düşünceler /
Edebiyata Dair Fıkralar ve Düşünceler /
Edebiyatta İlham /
Edebiyatta Lâübalilik /
Sanatkârın Gururu /
Milliyet Cereyanı ve Edebiyat /
Bir Edebiyatçıya Nasihatler /
Şiirde Vuzuh /
Seninle Şâir /
Tenkide ve Tercümeye Dair
Tenkide Dair Başlangıç /
Bizde Tenkit /
Münekkid Lüzumu /
Klasiklerin Tercüme ve Tab’ı /
Klasiklerin Tercüme ve Tab’ı-II /
Kelime Kavgası /
Okumak Tesellisi /
Kitap Kenarlarında Düşünceler /
Kitaplar Vakt-i Merhunu /
Kitaplar Karşısında Gençliğin Buhranı /
Edebiyat Mecmuaları /
2. BÖLÜM: ROMANA DAİR /
Roman Nedir, Niçin ve Nasıl Yazılır? /
Edebiyatta Roman /
Romancının Şahısları I /
Romancının Şahısları 11/
Romana Dair Bazı Hakikatler I /
Romana Dair Bazı Hakikatler II /
Romana Dair Bir Kitap Dolayısiyle /
Romanın Tek Kaidesi /
Yazmağa Dair /
Romancının, Kahramanına Dair, Mehmed Kaplan’a Mektubu
Kitaplar ve Muharrirler
İsmail Hakkı Bey ve Romanı /
Hüküm Gecesi /
Hüküm Gecesi’nin Üslubu ve Lisanı /
Ali Zeki Bey’in “Alev”i /
9’uncu Hariciye Koğuşu
/
Sözlük
Az rastlanan ve gündelik kullanımdan düşmüş
kelimelerin bir kısmının eş ve yakın
anlamlı karşılıkları kitabın sonuna eklenmiştir. Sözlükte kitabın aslında
dipnotlar bölümünde bulunan kelimelerin eklenmesi ile iktifa edilmiştir.
SUNUŞ
Selim İLERİ
Tam elli yıl önce, 1955’te Abdülhak Şinasi Hisar Veled
Çelebi’den söz açarken, “Muharrirler ölünce çoklarının yazıları da ölmüş
duyuluyor” yakınmasını dile getirmiş.
Onun bütün eserinde unutulanlara şefkati var. Geçip giden
zamana üzüldüğü kadar, unutulmuşlara da üzülüyor.
Belki günün birinde eserinin unutulacağından ürküyor...
Oysa bu büyük eser, Abdülhak Şinasi Hisar imzalı kitaplar,
dergilerde yayımlanmış yazılar daha başlangıçta yanlış değerlendirmelerin
kurbanı olarak okurla buluşamamış, hak ettiği ilgiyi devşirememiş.
Çelik Gülersoy, Abdülhak Şinasi’nin anılarıyla yüklü kitabında,
acı bir yalnızlıkla donanmış hayattan söz açar. Bu yalnızlıkla donanmış
hayattan söz açar. Bu yalnızlık ömrün son yıllarında büsbütün pekişecektir.
Birtakım geçim sıkıntıları da işin içine girecek, Abdülhak Şinasi âdeta ölümü
bekleyecek!
Cenaze namazı, Aksaray Valide Camii’nde kılınmış. Çelik
Gülersoy, cemaatin elli kişi kadar olduğunu söylüyor. Çağdaş Türk edebiyatının
en büyük yazarlarından birine işte böyle veda etmişiz.
*
Abdülhak Şinasi Hisar’dan okuduğum ilk sayfalar, ortaokul
ders kitabımızdaki seçme parça olmalı. Fahim Bey ve Biz'den. Hani, Fahim Bey’in elbiselerinin uzun uzadıya
anlatıldığı o güzel bölüm.
Dönüp dönüp yeniden okurdum.
Bugün şuna şaşırıyorum: Ders kitaplarında yer alabilmiş yazarlar,
hiç değilse benim öğrencilik yıllarımda, okurla iyi kötü buluşabilirlerdi.
Yakup Kadri’yi, Halide Edib’i, Reşat, Nuri’yi ülke çapında okunur kılan biraz
da buydu. Oysa Abdülhak Şinasi okunmamış.
Öylesine okunmamış ki, 1940’ların basımı bazı kitapları,
1960’ların sonunda, Cağaloğlu’nda sokak sergilerinde hâlâ okur bekliyordu. Hem
de “Ne alırsan 1 liraya”!
Demek ki, günümüzün ‘ucuz kitap’ furyası bile Abdülhak
Şinasi’ye yaramayacak...
Okunmayışının değişik sebepleri var:
‘Sol'a eğilimli edebiyat adamları, Abdülhak Şinasi’nin eserini
zaman zaman epey yermişler. Edebiyatımızın muhafazakâr kanadı da, handiyse
ateist olan Abdülhak Şinasi’yi ‘dini bütün’ bir kişi gibi göstermek istedi.
Yani, eseri iki taraftan da yanlış alımlanıyor, yanlış sunuluyordu.
Bir başka sebep, Abdülhak Şinasi Hisar’ın gerçekten zor bir
yazar oluşunda aranabilir. Eserinin tadına varabilmek için, edebiyatın kendine
özgü inceliklerinden haberli olmak gerekiyordu.
Ders programı anlayışımıza bakın ki, Fahim Bey ve Biz yazarını
ortaokul öğrencisine tanıtmak istemişiz. Oysa Abdulhak Şinasi, birçok eser,
birçok yazar okunduktan, özümsendikten sonra tadına varılabilecek bir yazardır.
Okunmayışını yazarın diline bağlayanlar da var. Biraz eskimiş,
yıpranmış bir dil diyorlar. Yıpranmışlığına nasıl karar verdiklerini kolay
kolay anlayamıyorum. Çünkü Abdülhak Şinasi edebiyatımızın en güçlü üslupçuları
arasındadır. Ola’ki, ‘üslup’, bazılarımıza yıpranmışlık gibi geliyor.
Dilinin eskimiş olması meselesine gelince, 1883 doğumlu
Abdülhak Şinasi imparatorluğun diliyle yazıyordu. Onun kelimeleriyle oynamaya kalkışmak,
düzyazısındaki âhenk ve şiiri mahvetmekle eş anlamlıdır...
Kaldı ki, bu dilde arı Türkçe’nin pekçok kelimesi de karşımıza
çıkıyor. ‘Anlatabilmek’ uğruna, Abdülhak Şinasi'nin sonsuz kelimeye ihtiyaç
duyduğunu hissediyorsunuz.
*
1980’lerde şöyle yazmıştım.
Abdülhak Şinasi’nin yazıya geçirmiş olduğu dinmez sızılı aşkı
oldukça, kendi hayatlarımızın, kendi yavan duygularımızın da belki başka bir
rüyada, belki başka bir ihtiras yumağında solumaya koyulduğunu sanki
hissediyoruz.
Bir kente, bir deniz kıyısına ve imkânsız bir aşkın kahramanı,
şair bir kadına öncesiz sonrasız gönül veriş, bizde de tazelenişler, armışlar
uyandırıyor.
Ölüm, burada, bir sanatçının yanılsaması, büyüsüyle yeniden
dirime dönüşüyor ve sararmış kitap sayfaları arasında da kalsa, bir mevsimi,
bir iklimi, bir gönlü hâlâ söylüyor.
*
Gerçekten söylüyor. Sol eğilimli eleştirmenlerin ve edebiyat
tarihçilerinin geçmişseverlikle küçümsedikleri Abdülhak Şinasi birçok sözünü
yarına da söyleyecek.
Bu kitaba ad veren yazısında Boğaziçi Mehtapları şairi, bir bakıma, yirmi birinci yüzyılın edebiyat anlayışını
önsezi ve içtenlikle kaleme getirmiş:
"Muharrir eğer eserini hayatından koparmış olduğu bir
parça yapmıyorsa, eğer lisanıyla kanını ve zihnini yoğurup eserine malzeme
olarak kullanmıyorsa, eğer bize kalbini, aklını, aşkını ve galeyanım ifade,
tahlil veya hikâye etmiyorsa sükût etsin, onu duymaya ihtiyacımız yok
demektir."
Günümüzün seçkin yazarları, hemen hemen bütün dünyada,
kişiselliğin temsilcileri olarak beliriyor. Tanrı yazar çoktan sona erdi. Ama
‘roman kahramanı’ yaratma dönemi de bitmek üzere. Usta işi edebiyattan
beklenen, yazarın kişisel yaklaşımı ve tercihi.
Abdülhak Şinasi yetinmiyor, devam ediyor:
"Şiirler sükûn bulmak için imdada çağırışlar, fikirler
saklayamayacağımız sırlar, hikâyeler hayat hakkında kendi şehadetlerimiz
olmalıdır. Edebî bir eserde bulmak istediğimiz şey, yerine ikame edilmeyecek
olan şahsî ve yekta bir şivedir.
Bir maceranın hikâyesinden ibaret olan kitap bize bunun
muharriri için dünyadaki en mühim macera olduğunu his ve teslim ettirmelidir.
Hakiki bir sanat eseri belki ne bir ders, ne bir nümunedir. Bu bir tek çile ve
bir tek tecrübenin münferit bir mahsulü, beşerin şahsî ifadesidir.”
Dönemi için alabildiğine erken, öncü sözleri kavrayamayan
edebiyat ortamımız Abdülhak Şinasi’ye de uzak durmuştur.
Yalnızca usta, yenilikçi bir edebiyat adamı değil; bir yandan
da yazıp çizdiklerinin, yaratıcılığının gizlerini deşecek, dile getirerek
bizlerle paylaşacak kadar ‘kılavuz’ bir yazar!
Kelime Kavgası’ndaki edebiyat ve roman yazıları bütün bu, dergilerde,
gazetelerde merhametsizce unutulmuş verimler, yarının daha yetkin edebiyatı
için yol açıyor. Gününde anlaşılmamış olmalarına üzülmek yerine, her birini
bugün yeniden tartışalım...
|
HAYAT VE EDEBİYAT
Hiç
bir mes’uliyetin nerde başlayıp nerde bittiğini kestirmeğe imkân kalmıyor.
Dünyada en korkunç şey bazı sebeplerin küçüklüğü yanında bazı neticelerin
büyüklüğüdür.
*
Gözlerimiz bize görmek için verilmiştir.
Vaktinde göremiyen gözler, sonra, çok kere, ağlamaya mahkûm oluyor.
*
Adamların çoğu okur yazar adam değil ve
duyar, anlar değil, sadece yer, içer adam.
*
Kalbinde biraz zekâ olmıyanlar hiç
çekilmiyor ve zekâsında biraz kalb olmıyanlar hiç sevilmiyor.
*
Şahıslarını tanımadığımız adamlar hakkında
muhabbetimiz berkemaldir. Muhabbetimiz ekseriya onlarla tanışdıkça azalıyor.
*
Kendilerine inanan adamların kuvvetleri
müthiş, hâlleri tuhaftır. Başkalarını ikna için söyledikleri sözlere kendileri
o kadar inanırlar ki, sonra, niye ötekiler inanmıyorlar diye, onlara kızarlar.
*
Hiçbir şeye itimat caiz olmuyor. Dünyaya
aptallık hakimken en muhakkak ve emin budalalar bile, şahsî menfaatleri kendilerini
kamçıladı mı, imana gelir gibi, bir müddet için zeki kesiliyorlar. Onların bu
umulmaz hâllerini görünce kendilerine âdeta teşekkür edeceğimiz geliyor. Bir de
bakıyoruz ki maksatları sadece bizi aldatmakmış!
*
Sırlarını içlerinde saklıyamıyarak bir
dostlarına tevdi edenler gülünç olmaz mı? Bunlar kendilerininken tutamadıkları
bir sırrı bir yabancının saklamasını isterler.
*
Söylediğimiz sözleri çok kere başkaları
duyar, biz duymayız. Ağzımızda kalan sözleri yalnız biz duyar, ve bazen ne çok
şaşarız!
*
İnsan uzun müddet ancak kendi kendisini
aldatabiliyor.
*
Hayatta her şeyin çocukluk ve oyun olduğunu
bilen çocukların bu ciddiyetlerinden örnek almalı değil miyiz?
*
Her şey ancak iyi bilinmediği zaman çok
sade ve pek kolay görünür.
*
Malûmatın azlığı nisbetinde itikadın
çokluğu görülüyor. Bilgisizlerin kanaati öyle taşkın ki bir ilmi evvelce yayan
sonra onun şiddetiyle mücadeleye mecbur oluyor.
*
İnsanların birçoğu tahmin ettiğimiz kadar
ahlâksız değiller, ahmak değildirler. Tahminimizden fazla ahlâksız ve tahminimizden
fazla ahmaktırlar. Ve insanların birçoğu tahmin ettiğimiz kadar iyi, zeki
değillerdir. Tahminimizden fazla iyi ve tahminimizden fazla zekidirler.
*
Tecrübe bir şeye yararsa bir şeye de mani
oluyor. Çok kerre cesaret için tecrübesizlik lâzımsa muvaffakiyet için de çok
kerre cesaret lâzımdır.
*
Arzularımızı hayal ile süsleriz. Bunun için
bütün isteklerimiz güzeldir. Tecrübe onların tahakkukunu görmek ve her hakikatin
nasıl daima hayalin dûnunda kaldığını öğrenmek oluyor.
*
Tecrübe gösteriyor ki galebeden çıkarılacak
neticeleri elde etmeyi bilmezsek galebe zaman ile bir mağlûbiyete dönüyor.
*
Vak’aların gebe oldukları şeyleri doğurtmak
için lâzım olan insanlar ortada bulunmazsa onların en tabiî olarak meydana
getirdikleri, fırtına, yer salıntısı, su baskını nev’inden âfetlerdir.
*
Bir yangın dâhiyane bir manzaradır. Bunu
Neron gibi seyrederken beğenmek mümkündür. Fakat yanan mahallede evleri ve
servetleri olanlar bu manzaranın ihtişamını kabil değil göremezler.
Muasırlar bir adamın kıymetini, tarih gibi,
onun millete ettiği hizmete göre değil, onunla kendi şahsiyetlerinin menfaat
ayariyle tartarlar ve ondan ettikleri istifade endâzesiyle ölçerler.
*
Rüşvet değildir diye selâm almayanlara
mukabil rüşvettir diye selâm vermeyenler de var.
*
Ancak söz veriyorsunuz. Fakat Fuzûlî’ye’
“sualime cevaptan başka nesne vermezler” dedirtmiş olanlar gibi, sözden başka
nesne vermiyorsunuz.
*
Bütün anneler, ahlâk hususunda, kızlarının
kendilerinden ziyade mutaassıp olmasını isterler.
*
Karnı tok ve sırtı pek olan adamın
beklediği şey kendisinin meth olunmasıdır.
*
Çokları keyflerinin yerinde olmasını bize
yaptıkları bir lütuf sayarlar.
*
Eyvah ki her hak bir haksızlığa benziyor!
*
Yaptığımız yamyamlık: Biribirimizi yiyoruz!
*
Bazan düşünürüz:
Samimî bir surette, hakikaten
istediğimizden cidden emin olduğumuz şeyler o kadar azdır ki! Nafile yere ve
kendimizi avutmak için, değersizliğini yoksa bizim de takdir ettiğimiz şeyler
arkasından üzülüp koşup yoruluyoruz. Çocukluğumuzdan kurtulmadığımız ve ancak
oyuncaklarımızı değiştirdiğimiz muhakkak!
*
Size söz veren fakat verdiği sözü tutamıyan
iki samimiyet var:
Biri cidden istediğini, yapmağı umduğunu
vadediyor. Öteki istediğini yapamıyor, umduğunu bulamıyor, vaadini tutamıyor.
Ruhta iki yüzlü değil, iki katlı bir samimiyet var ki bunlar hayatta biribirini
nakzediyorlar.
*
Bir randevuya gidememiş olduktan sonra söz
vermiş olduğumuz adama rast gelince söze “Affedersiniz” diye başlamamalı. Onun
sözünü tutmuş olduğunu ne biliyoruz? Beklemeli ki o bize: “Affedersiniz,
gelemedim” ilah... demeğe başlasın.
*
Alkol gibi mükeyyifattan bir şeyle sarhoş
olanlar artık yollarda doğru yürümesini beceremezler.
Fakat vücutları ayaklarının üstünde
sallanırken kendileri memnun ve mağrurdurlar ve ağızlarından şarkılar dökülür!
*
Her ruhun gizlenen bir şiir köşesi vardır.
Bir gün bir iş adamına hesabının doğru olmadığını söylemiştim. Böylelikle, bilmeden,
ruhunun san’at damarını tahrik etmiş oldum. Derhal gözlerine aşklı bir mânâ
gelerek: “Aman Efendim,” dedi, "Bu hesabın neresi yanlış?” Ve kontrol için
yüksek sesle okumağa başladı. Edası değişmiş, bir ahenk âlemine girmişti: “Sekize
sekiz, elde var iki...” Bir manzume okuyor gibiydi.
*
Siz bazan tahayyül edersiniz: “Şehremini
olsam şurasını yıktırırdım, buraya bir rıhtım yaptırırdım, filancayı da filanca
yere tayin ettirirdim...” dersiniz. Sizinle iş başında olanların farkı sizin bu
tahayyül etmekle iktifa ettiklerinize benzer icraati onların tahakkuk
ettirmelerinden ibarettir. Ancak siz vak’alar ve şahıslarda tehalüf
gördüğünüzden kendi yapacaklarınızla onların yaptıklarını birbirlerinden farklı
bulursunuz. Onların yaptıkları size hayret verici, hatıra gelmez, dehşetli
şeyler görünür. Halbuki ortada sırf fantezi, tanışıklık ve şahıs farkları vardır.
Sizin icraatınız da onlara bu kadar damdan düşercesine aykırı görünmeğe
mahkûmdu!
*
Kâinat iki yüzlüdür. Onun bir aşk siması
bir de ölüm çehresi var.
Çok güzel olanlar, çok zengin olanlar gibi,
hayatı olduğundan fazla mes’ut imkânlarla süslü ve iyi hislerle dolu sanırlar.
Etraflarında buldukları dostluk ve kibarlık hislerinin saiki kendileridir.
Fakat tecrübesizliklerinden bunu bütün beşeriyetin hayatına şamil zannederler.
Bilmezler ki kendileri güzelliklerinin her şeyi değiştiren ışığını bir başka
tarafa götürünce ruhları kapanık, talileri basık olan insanların hemen cümlesi
aldatılmış ve aldanmış, köşelerinde hodgâm, bezgin, kaba ve manyak kalırlar.
*
Meğer sevgilimizin bize yapabileceği en
büyük lütuf sıhhatini muhafaza etmesiymiş!
*
Başkaları söylese aptallık, cahillik
gözükecek ve güce gidecek sözleri “yâr” söylerse hoşa gider. Ve hattâ bunları
bir zekâ ve daha yüksek bir ilim mahsulü telâkki ederiz. Gûya bir bülbül
duyarız. Ve bu sesin söyledikleri bize içtiğimiz “âb-ı hayat” gibi gelir.
*
Kendi aşkımızın bütün hukukunu teslim ederiz. Fakat başkalarının
aşkları için insaflı olmamız pek güçtür. Onların psikolojilerini anlamak
yerine hep aleyhlerine hükümler vermeğe meylederiz. Bu nasıl adam ki âdi bir
kadına ailesinin âtisini feda ediyor; bu ne âdi kadın ki nezahetini bayağı bir
adama kurban ediyor! deriz.
Hiç düşünmeyiz ki bizim soğuk kanlı muhakemeleri-mize birer
mani sebep diye gözüken bu şeyler onları daha çok teşvik ve teşcî eden
sebeplerdendir. Onlar daha büyük bir fedakârlık yapmakla ve daha çok itham
edilmekle aşklarının daha derin bir zevkini, nefislerini bütün
mukaddesatlariyle birlikte, aşklarına kurban etmek tadını tatıyorlar!(teşcî: cesaret verme, gayrete getirme / mukaddesat: değerli olanlar)
*
insan yaşlandıkça sevgi kabiliyeti artıyor.
Gönlünün duyabileceği aşk sanki her yıl yeni bir neslin güzellerini daha kucaklıyor
ve gözleri daha kalabalık bir güzeller kafilesine dalıyor.
İnsan yaşlandıkça sevgilisini içinde ebedi
uykusunu uyumak istediği baharla rahat, güzel ve kokulu bir bahçe gibi sevmeğe
başlıyor!
[ Varlık der.; S.71,15 Haziran 1936 ]
İnsanın talii alnında yazılıdır. Dinin bu sözü bir “sehl-i
mümteni”dir. Alnımızın yazısı mirasımız, mizacımız, tabiatımız, ahlâkımız,
sıhhatimiz, hastalığımız, aklımız, akılsızlığımız, kuvvetimiz, zaafımız,
hülâsa biz, kendimizdir. Mukadderatımızı kuran bizim benliklerimiz-dir. Biz,
hayatımızı, bütün bunlarla, kendimizden bir iz gibi yapıyoruz. Hayatımız,
hülâsa kendimizin bütünlüğüdür.
*
Muhakememiz tasvip etsin, etmesin (ve bazan eder, çok kere
etmez) icraatımızı emreden tabiatımız, ve böylece hayatımızı tekevvün ettiren
mizacımızdır.
*
Biz kendimizi kabul etmeğe mecburuz. Başka ne yapabiliriz?
Ve bu mademki böyledir, bari kendi kendimizle olsun iyi geçinmeğe çalışmalı
değil miyiz ?
*
Sükûtun kâinatı sözün cihanından daha büyüktür. Zira söz muttasıl
hudutları çizen, gösteren bir ziya; sükût ise hudutları göstermiyen, müphem,
karanlık bir musikidir. Başkalarının anlatmasına tahammül edemediğimiz fakat
tattığımız öyle yerler ve şeyler vardır ki sözümüzün aydınlığından kaçar ve biz
onlara sükût içinde gider, geliriz.
*
Herhangi bir söz, varlığa istihkak edebilmek için, sükûttan
daha güzel olmalıdır.
*
Ölülerin gözlerini kapıyoruz. Yaşayanların gözlerini açmağa
çalışmalı değil miyiz?
*
Diyebiliriz ki sıkıntılarımız kendi zaaflarımızın mahsulüdür
ve hayatımızın haksızlıkları kendi kusurlarımızdan doğar, insan kime itimat
ederse ondan ihanet görür. Esasen ihanet görebilmesinin imkânı kendisinin
gösterdiği itimattır, insan kime muhabbet beslerse ondan husumet görür. Esasen
bezginlik, usanç ve tiksinme mahsulü olan bu husumeti görebilmesinin imkânı da
kendisinin gösterdiği muhabbettir.
*
Düşmanlarımız bizi tanımazlar ve onların söyledikleri sözler
birer iftiraya benzer. Bunların hakikatsizliği sayesinde tesirlerinden
kendimizi koruyabiliriz. Fakat hakikatin zehirine alışmak için onu yavaş yavaş
dostlarımızın bize aşılamasına muhtacız. Dostlar olmasa hakikati bize karşı
kim söyleyecek? Onlar yanımızda hayat ve mukadderatın bize nahoş haberlerini duyurmak
için birer muhbir gibidirler. Manevî kusurlarımızı, ihtiyarlayışımızı bize
onlar duyuracaklardır. Aşağı yukarı eski padişah saraylarındaki dalkavuk
sıfatlarından dolayı hakikati söylemekle kızdırmıyan, güldüren cücelerin
rollerine benzer bir mevkileri vardır.
*
Sanki köklerimiz düşman topraklarda, dallarımız yabancı
göklere uzanıyor!
*
Bu, ihtimal eski ve sayılmaz asırlardan bize kalma bir miras
olacak, hepimizin hayatına bakınız: Hepimizin hayatı bir mucizeye intizara
benzer. Gûya herkes bir “harikulâde”nin hâdis olarak müphem bir esaret ve gizli
bir felaketten kendisini, hayatını kurtarmasını bekler. Hepimizin mucizeli bir
kurtuluşa ihtiyacımız vardır. Fakat bunun ne olduğunu sorsalar “kâm-ı dil-i
şeyda” gibi, bunu biz de bilemeyiz.
*
Hiçbir hayal bizi aldatmasa yaşayabilir miydik?
*
Yemek saatleri kadar intizam ile, her gün ve her gece, ruhun
gıdası olan sükût ve hayal saatleri ayırmalıdır. Hâlik hiç kimseyi aç, susuz,
uykusuz ve hülyasız bırakmasın!
*
İnsanların çok kerre bu kadar hafif meşrepli, dönek, entrikacı
ve kendi kendilerine karşı emniyetsiz kalışlarının sebebi kendine ermiş hür bir
ruhtan ve derunî bir hayattan mahrum oluşlarıdır.
*
İnsanlar artık hayatın lezzet ve saadetini teşkil eden her
şeyden, yalnızlıktan, mahremiyetden, sükûttan ve hayalden kaçıyorlar. Gûya
ruhlarından gelebilecek bir sesten, duyabilecekleri müphem ve mühim bir
histen, kendi kendilerinden kaçarak gurûbun kanları dökülürken lâmbalarını
yakıyorlar, sükûtu duyar duymaz radyolarını açıyorlar, gecenin yalnızlığı
başlar başlamaz sinemalara ve kahvehanelere koşuyorlar. Ve buna şimdi
“dinamizm” diyorlar.
*
Yalnız kalmanın zevki dünyadan zail oluyor. Fakat bir gün
dünyayı kurtarmak için onun belki ancak birkaç ruhta yaşaması da kâfidir.
*
Bazı dostlarımız vardır ki kendilerine
mektup yazmayışımızı unutkanlık ve hotkâmlık diye tefsir ederler. Bazı fakir
düşmüş uzak akrabalarımız olur ki kendilerini aramadığımızı, sormadığımızı
merhametsizliğimize, kalpsizliğimize hamlederler. Bunlar bilselerdi ki
hülyalarımız da mesut iklimlerde yüzer, muntazam kâşânelerde oturur ve süratli
otomobillerde gezerken bu hayatımızdan onları nasıl ayırmaz, o muhayyel ömrümüz
içinde kendilerine nasıl büyük bir pay ayırırız, ne mevkiler tahsis ederiz!
Bunu bilseler, kalbimizin bu iyi niyet,
safvet, mürüvvet ve muhabbetine şaşarak bize ne büyük bir minnettarlık duyarlardı!
Fakat bu hususiyetimizi onlara nasıl anlatmalı? Biz bu zengin hayalimizle
yorgun, hülyamızın otomobilinde koşarken hayat içinde kendimize sanki daha
fazla bir muhabbet ve alâka mı gösterebiliyoruz? Hayır! Hakikatler arasında
ezilen kendimizi bile arayıp bulamıyoruz, kendimize bile acımağa vaktimiz ve
tâkatimiz kalmıyor!
Bazan biz rüyamızı bitirip uykumuzu almadan
ve kendimizi toplamadan evvel coşkun horozlar öter ve bize "sabah oldu!“
derler. Fakat herkesle beraber de olsa mânâsız bir acelenin hiçbir tadı
çıkmıyor!
*
Bazan büyük bir yorgunluk, bir gına bizi büsbütün kaplar.
İsteriz ki bizi köşemizde yalnız ve rahat bıraksınlar. Gösteriş yapmıya değil,
görünmiye bile ve yalanı değil, doğruyu söylemeğe bile üşeniriz.
*
Bazan şehirde baharın başladığı akşamlar gözlerimizden yaşlar
gelir: Dünya ne güzel, hayat ne mutlu ve tatlı! Niçin insanlar kalbimizdeki
muhabbeti duyamıyor, kendilerini sevmediğimizi ve iki yüzlü olduğumuzu
sanıyorlar? Niçin dikenler gibi batan gözlerle bakıyorlar? Niçin bizi
sevmiyorlar ve ellerimiz gûya onlara uzanmış dururken, sokaktan bizden kaçar
gibi geçiyorlar?
*
Bazan kalbimizin iyiliği gönlümüzü doldurarak gözlerimizi
yaşartır ve memnun, müftehir gûya Hâlika serzeniş ederiz: Niçin benimle meşgul
olmuyorsunuz? Benim ezelî ve ebedî şahidim değil misiniz? Hislerimi ve
hayatımı görmüyor musunuz? Neden beni beğenmiyor ve sevmiyor gibi lâkayt
kalıyorsunuz? Ruhumu duymuyor musunuz? Nasıl duymuyorsunuz?..
Hayatın bütün garabet ve tezadına bakınız: Hepimizi bin
zahmete, bin sıkıntıya, bin derde düşüren pâsyonlarımız vardır. Ve işte yüzde
doksan kere tattığımız asıl büyük lezzetler ve saadetler bize bunlardan gelir!
*
Hayatımızı yakan, kavuran, mahveden asıl büyük aşkımızdır. Ve
hayatın bize verebileceği asıl büyük teselliyi, lezzet ve saadeti de yalnız o
verebilir!
[ Ağaç der.; S. 14, 4 Temmuz 1936 ]
Vaktiyle, hususî sohbetlerimizde, eski bir
Şark an’anesiyle, cinaslı fıkralar,
hikâyeler anlatmayı iyi bilirdik. Ne güzel söz söyliyen, adamlar, hele kadınlar
vardı. Uzun kış gecelerinde ateş kenarlarında saatlerle konuşan bu kadınların
bir çoğu gevezeliklerini bir sanat eseri hâline koymayı bilirlerdi. Tekmil
Şark’ta, gönül alıcı ve âsap düzeltici sözleri sayesinde, bütün ömürlerini
başkalarının temin ettikleri bir refah içinde geçiren adamlarda bulunurdu.
İnsanın en tesirli silahı belki sözüdür.
Hayatımızı murakabe hissiyle düşünsek nice sözlerin bize etmiş oldukları
tesirleri hatırlarız. Şifa veren, hayat veren, zehirleyen, öldüren sözler
vardır.
Söz ümmî medeniyetin incisidir. Fakat
edebiyatın da başıdır. Edebiyat güzel sözle başlar. Bunları hatırlar,
kaydeder. Milletler tecrübelerini atalar sözlerinde toplar. Milletin darb-ı mesellerini
ahlâkını aksettiren aynalardır. Hayat, aşk, tarih, her şey bir söze müncer
olur. “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!" Nihayette her şeyi icmâl
eden bir sözden ibarettir.
Gerçi sözlerin büyük bir kısmı kalptır.
Fakat insan huyu öyle uysaldır ki, bunlar da geçer, hattâ piyasada en çok
sürülen ve rast gelinen bunlardır. Ancak halis söz, ayarı samimiyetinin derecesine
göre yüksek, bir altın gibidir. Tereddütlerimizin karanlığında bir nur gibi
parıldar.
Söz yazıdan evvel gelir. Fakat güzel sözün
başladığı yerde edebiyat da başlar. Güzel söz, hitâbet, belagat, klâsik edebiyatın
en eski zamanlardan beri en kuvvetli şubelerinden biridir. Tâ eski çağlardan
beri adalete susamış beşeriyet büyük hatiplerin, siyasilerin güzel sözlerine
gönül bağlar.
Hürriyetleri ile beslenmekte devam etmiş ve
kültürleri yükselmiş olan milletler, ifadelerindeki kudret ve cazibe ile, dünya
tarihi karşısında haklarını da, mazeretlerini de söylemeyi bilirler. Biz
istibdadın yasağı ve korkusu ile o kadar bunalmıştık ki, umumî yerlerde,
milletlerarası toplantılarda, söz söylemeye ve fikirlerimizi olanca olanca
hudutları ile meydana koymaya hiç alışık değildik.
Millî mühim bir vaka, tarihi bir hâdise
olur, böyle bir anda devlet veya millet namına söz söyliyenin âdeta bir şair,
bir filozof olması, çünkü en yüksek, en milli en tarihi sözleri söylemesi
lâzım gelir. Fakat bu lüzum bizce duyulmaz. Söyleyen en çetrefil ifade ile en
basit, en iptida birkaç sözle iktifa eder. Buna da kimse müteesir olmaz.
Hamdullah Suphi tâ mektepten beri umuma
hitapla söz söylemeyi severdi, buna devam ederek en iyi hatibimiz oldu. Fakat,
o sözlerinde ancak hakikatlere ermek ister. Bütün tecrübelerinden ve
düşüncelerinden samimî hükümler çıkarmaya koyulur. Delillerini ve
istidlâllerini de okuduğu kitaplardan ziyade kendi gördüklerinden çıkarır.
Onun için usulü hususîdir. Bu huyu başkalarına aşılayamayız.
Söz
söylemeyi öğretmeden evvel acaba ne yapmalı da söyleyenin söylenmeye değer bir
şey bulması iktiza ettiğini ve söylenen sözün derin bir samimiyet mahsulü
olması lâzım geldiğini anlatabilmeli? Acaba ne yapmalı ki böyle ciddî olmıyan
lâfı söylememeyi ve hakikî bir kanaate, İlmî bir vukufa dayanmayan bir şeyi
iddia etmemeyi talim edebilmeli? Bunu bilmem.
Nedim: “Sözü az söyle, ağır söyle, Nedim ki
sühan-zer gibi sayılı gevher gibi sencîde gerek!” demişti. Bu nasihati nasıl
dinletmeli? Bilmem!
Acaba neden politikacıların bir çoğu
fikirlerini söylemek için seslerini ve telâffuzlarını değiştirirler? Acaba
niçin bazıları da, ağızlarını açar açmaz, bir öfke nöbetine tutulmuş gibi, bağırmaya
başlarlar? Acaba herkese samimî sesi ve şivesi ile konuşmak yolunu nasıl
tutturmalıdır?
Her türlü münakaşalara ciddî, samimî
hasbihaller müreccahtır. iki, üç, dört ruhun kardeşçe itiraflariyledir ki,
beşerî hakikatlere doğru biraz yol almak kabil olur. Kendi fikrini, beni
düşünmeden, olduğu gibi ifade eden adam bana iyi bir yardımda bulunmuş olur.
Ya fikri bana da sirayet eder, yahut bana yabancılığım duyarak ondan uzaklaşmak
ve kendime daha yaklaşmak cesaretini bulurum. O, benim düşünce silsilemin
intizamını bozmuş olmaz. Münakaşalarda ise insan mütemadiyen mütekabil yanlış
anlaşmalar keşfederek huzurunu kaybediyor.
Sade münakaşalar değil, hattâ bazan
monologlar bile, dinleyiciler karşısında bir tesir hâsıl etmek için, insanı
paradokslara sürükliyebilir. Ve güzel söz söylemek arzusu ile saçmalar söyletebilir.
Münakaşa ancak hakikatin aranmasiyle
alâkalı olmalıdır. Ve konuşanlar, hakikat ürküp kaçmasın diye, gayet ihtiyatlı
davranmalıdırlar. Fikirler ve kanaatler ruhlarda uzun ve hattâ irsî bir takım
tecrübeler ve an’aneler mahsulü olarak teessüs eder. Bu örümcek ağları karşısında
sözler bir tavan süpürgesine dönmemelidir.
Hakikatin en büyük düşmanı insanlardaki
mantık ve muhakeme aczidir. Sözlerle düşünen, kendi kendisine hak veren, sesinin
perdesi yükseldikçe söylediğine kanaati artan insanlar pek çoktur.
Münakaşalarda bir çoklarını inanmadıkları iddialara kadar ve hattâ yalana
benzer mübalağalara kadar götüren tabiî bir meyil olduğu görülüyor.
insanlar gözleriyle gördükleri şeylerle
nasıl derhal büyük bir teessüre kapılırlarsa ve önlerinde bir adamın
yaralanması kendilerine on binlerce kişinin gazetede okudukları ölümünden
ziyade tesir ederse, öylece, duydukları da bütün düşüncelerini bastırır ve
fikirlerini kaplar. Bu itibarla söz söyleyen adamın mesuliyeti büyüktür. Sözün
tehlikesi bir taraftan onunla mızıkçılık etmenin daha kolay oluşundan, diğer
taraftan da böyle anî ve mübalağalı tesir edişinden geliyor.
İşte bütün bunlar içindir ki, münkaşalar
asıl fikir adamlarına düşman olanların kârı, siyasiyatçıların, mugalatacıların
zaferi oluyor. Ve bu adamlar, atılganlıkları ile, iddiaları ile, haykırışları
ile neticede milletin ve beşeriyetin belâsına sebep oluyorlar.
Münakaşaya herkes kendi kanında, kendi
mayasında bulduğu silâhlarla girer. Münakaşa için münakaşadan nefret etmeliyiz.
Çünkü bunlar bizi hiçbir hakikate erdirmez. Belâgatle kılı kırka yarmak delisi
olan adamları çoğaltmaktan hiç bir fayda gelmez. Bunlar kaçınılmak iktiza eden
bir tehlike teşkil eder. Politikacı Talleyrand'nm “Söz, insana fikirlerini
gizlemek içinverilmiştir.” sözü meşhurdur. Söz ele geçmez, hatırda kalmaz,
uçar. Onun bu huyuna güvenerek sözü asıl politikacılar kullanır. Demagoji de
asıl sözle yapılır. Sözün ar’anesinde hile vardır.
İyi söylemek bilhassa iyi düşünmek mânasına
gelmeliydi. Söz söylemeyi öğretirken sözün hakiki bir kıymete ermek üzere
evvelce kafalarda ve gönüllerde yatiştirilmesi ve rüşdüne ermesi için lâzım
gelen düşünce, tahayyül ve murakabe evresine ne kadar ehemmiyet verilse o kadar
yerinde olur.
[Yeni İstanbul gaz.; 8 Şubat 1950 ]
Yazılarımızın yeryüzünde en çok duyduğumuz his, faniliD
ğimizi bilmemizden gelen bir melâldir. Filhakika ruhumuzun geniş emelleri ve
hulyalarile, hakikatin yani hakikî kuvvetlerimizin ve taliimizin arasındaki
nisbetsizlik bizi bedbaht etmeye kâfi gelir. Düşünürsek, bütün hayat,
çekdiğimiz bir çubuk içindeki esrar gibidir. Biz mest oluyoruz, fakat, bizim
zevkimizi temin eden onun yanıp geçişidir. Bu tezat içinde mesut olabilmek
şüphe yok ki hiç kolay değildir. Biraz hassasiyet saadetin tadına bu zehri
karıştırmaya kifayet eder. Bunca derin hisleri tahlilsiz ifade etmesini bilen
büyük şairler, bu tezadı mütemadiyen hissediyorlar. Duyduğumuz bütün
güzellikler bizi mest ve mesut etmiş rüyaların, hülyaların emellerin ve
vuslatların artık hatıralara inkılâp eden, zavallı ve perişan dağılan
dumanlarıdır. Biz, âciz, çubuğumuzdan çıkan bu dumanların yavaşça boşluğa
inkılâp ettiklerini seyrediyoruz.
Biliyoruz ki bizi bahtiyar eden her lezzet ve canımızla ödemeyi
kabul ettiğimiz vuslat bile geçecek. Bu geçen vuslat demini ruhumuza mıhlamak
ister gibi yanan kıvılcımlı buselerimiz sönecek, ellerimize geçen ellerin
sıcaklığı ruhumuzda birikmeden uçacak. Şefkat, muhabbet, vuslat, saadet hülâsa
her lezzet hiçbir ân elimizi geçmiş değil, hep elimizden geçmiş olacak. Bunca emellerle
çırpınan kalp hiçbir servet biriktiremeden daima vuslata muhtaç, daima aç
kalacak ve geçen aşk ve hayatın ruhumuzda bıraktığı hatıralar bile -uzak
mesafeler içinde bazan kaybolup bata çıka görünen yıldızlar gibi- hafızamız ve
ruhumuz içinde gittikçe dağıla dağıla bizimle birlikte büsbütün sönecek. Bize
hayat ve ruh veren vücut ve muhabbet ölecek. Bir tek aksi rüzgâr bizim iç içe
geçmiş bahar ve hazanlarile, kucaklaşmış fırtına ve sükûnetlenle dumanlı ve
berrak ömrümüzü bu boşluğun içine dağıtıverecek ve biz gûya hiç bir zaman
mevcut olmamış gibi büsbütün yok olacağız.
Evvel zaman içinde tabiatin sert çehresi ve dünyanın bütün
katılıkları ruhlardaki itikadın buğusu ve sislerile nemlenir, yumuşar ve
örtünürdü. Servilerin uhrevî mırıltıları insana öteki dünyadan haber verir; yer
yüzünde bir mabedin şefkatli kokusu yüzer ve ruhlara sinerdi. Yıldızlar bu
mabedin asılmış yanan yüz binlerce kandilleri gibiydi. O zamanlarda hakikat bir
tekdi ve insanlar onu arayıp bulmaya muhtaç değillerdi. Bulmuş gibiydiler.
Metbu olmayı dilemiyen ilim dine tabiydi. Hakikati söyliyen ve talim eden
Allah’dı.
Fakat insanlar yavaş yavaş bu kokudan ayrılıp bu sihirden
uyandılar. Bahtsız gözleri açıldı. Bir Fransız filozofunun demiş olduğu gibi,
hakikati aramakta dehşetli bir tehlike vardır ki bu da onu bulmaktır. Nebatî
bir hayatın şuursuzluğuna malik olmıyan ve hayvani, bir hayat ile iktifa
edemiyen insanlar, Promethee gibi kendilerine gökten bir parça ziya çaldılar ve
bu aydınlıkta gördükleri hakikat kendilerini tedhîş etti. Bu hakikat eski
zamanların tasavvur edebildiği her türlü dehşetten daha beterdi. Acı, tecrübevî
ilim hakikatin bu merhametsiz çehresini gösterince eski ümitler mahvoldu ve
ruhları dolduran eski kolay ve yumuşak iman öldü. Beşer zekâsının çeşnisi değişti.
Artık ilmin yetiştirdiği meyveler ağızlara bir kül tadı verdi. Natüralistler
insanı da hayvani, nebatî, madenî hayat silsilelerine bağladılar, ilim yüzünden
semanın ve dünyanın eski uhrevî renkleri soldu, dinî kokusu uçtu. Artık biz
semanın oğulları olduklarını sanan eski insanlar değiliz. Bir Fransız
hatibinin meşhur bir sözüne göre: “Gökte öyle yıldızlar söndürdük ki bunlar
artık bir daha parlıyamıyacaktır!, Fezanın ve zamanın ummanı yahut ummanları
içinde sanki dünya nedir? Ve sanki biz neyiz? Hakikaten hiçbir şey! Ve bize
bunu öğreten ilimdir. Semayı ölçünce varlığın cesametine nisbetle dünyanın bir
toz zerresinden ibaret olduğunu gördük. Bu sema içinde birer kıvılcım parçasından
ibaret olan güneşler ve birer çamur zerresinden ibaret olan küreler, dünyalar
var. Ve bütün bunlar, biliyoruz ki, hep yanıp sönmeye mahkûm olan fanî
ziyalardır. İlmimizin gözlerile yıldızların bile bizim gibi iki karanlık
arasında çakıp söndüklerini görüyoruz.
İnsanlar böylece eski dinlerine, başlarının üstünde kendi ruhları için
yanan hususî yıldızlarına, yeryüzünde kendilerine refakat ve kendilerini
siyanet eden şahsî meleklerine ve yarın ahirette kendilerini karşılayacak
cennete itimatlarını kaybedince büsbütün sönmüş eski yıldızlardan kalan
karanlıklar altında bu defa cennetten hakikaten koğulmuş gibi kendilerini
yalnız ve öksüz hissettiler. Kendileri böyle geçerken karşılarında her bahar
yeniden hayata doğan tabiatin hissizliğini, o milyonlarca yıldızlarla
ışıldıyan göğün sükûnetini kırmak kabil olmıyacağını, nafile yere imdada
çağıran seslerin hep boşluk ve karanlık içinde kaybolduğunu ve duaların bir
merhamet tevlit etmek kudretinden mahrum olduğunu göre göre pek acı bir yeise
düşmeleri mukadderdi. Artık ruh aslında taşıdığı ihtiyaçlara hiç tekabül
etmeyen bir muhit içinde eski cennetin daüssılasını çekiyordu. Nasıl, bütün
hayat ve dünya bundan mı ibaretti? Toprak kokusu her taraftan tüterek her şeye
siniyordu. Vücutta bugün duyulan ruh bile yarın toprak olacak değil miydi?
Mademki her şey tâ evvelinden beri ölüme doğru kurulmuştur, demek ki
yeryüzünde yaşıyan bir ölüm, tekevvünde olan müstakbel bir ölümden ibarettir.
İşte hakikatlerin en acısı olarak faniliğimizin bu ilmine erip artık ona itikat
ettiğimiz gün duyduğumuz elem elbette payansız olacaktı ve filhakika payansız
olmuştur. İnsan kalbinin duyduğu bu elemin ise, muazzam bir nehir gibi, hep bu
ilmin kaynağından nebeân edip geldiğinde şüphe yoktur.
Ve bu elem ve acı şüphe yok ki nakil ve tespit olunmaya değerdi.
Şairler ve ediplerin asaleti, asıl ruh ihtiyaçlarının katipleri oluşlarındandır.
Bu hüzne ve ıztıraba ma’kes olmak ve bunları ifade etmek edebiyatın rolü,
vazifesi ve diyebiliriz ki asıl kendisidir. Bundan dolayı bu fanilik elemini
tefsir ve terennüm etmeyi hiç yeni bir şey addetmemelidir. Bilakis tâ eskiden
beri şairler ve edebiyatçılar bu acıyı herkesten çok duyup düşündüklerinden bu
gayet eski bir edebiyat ananesidir. Şark ve Garp’ta geçmiş zamanlarda ve
bugünkü günlerde faniliğimizi böyle hassas ve müteessir bir kalble duymuş ve
bunu cazibeli ve tesirli bir surette ifade etmiş olan şair ve muharrirlerin yalnız
bir listesi yapılsa bu makalenin hacmini geçerdi.
Şark’ın bütün şairleri içinde Garp’in en çok okuduğu ve sevdiği
Ömer Hayyam’ın şiir kitabı hep âdem karşısında geçen bu hayatın faniliğine
isyan eden ve hep onu ademden mümkün mertebe korumak için zevk ve vuslata
koşmayı tavsiye eden bir elem ve bir felsefe ile doludur. Ve âdemi vaktile daha
az duymuş ve düşünmüş olan Şark içinden Garb’ın bu şairi tercih etmesinin
sebebini itikadımca asıl burada aramalıdır.
Bu fanilik hüznile âdem endişesi, denilebilir ki, bütün Garp
edebiyatlarını hatsiz ve hudutsuz figanlarla doldurmuştur. Fakat bilhassa on
dokuzuncu asırda ve bu asrın da ikinci kısmındadır ki bu his, bu elem edebiyatı
pek ziyade sarmış ve hemen bütün dünya edebiyatı gittikçe derinleşen ve uhrevî
bir hüzün değil, dünyevî bir melâl ifade eden muhteşem feryatlarla çalkanmış
durmuştur. Zira ruhların en samimî ve derin ihtiyaçlarına, yani ölülerimizi
tekrar bulmak isteyen şefkat, merhamet ve muhabbet ihtiyaçlarına, hayatın
manasını teşkil edecek ve müebbeden var olacak bir şeye istinat etmek
ihtiyacına, beşer ruhunda derin kökler salmış olan bir ebediyet ihtiyacına
-eğer inanmak kabil olsa- cesaretli, geniş, kâfi ve şafî cevaplar veren, ve o
şefkat, merhamet, muhabbet ve ebediyeti bize tevzi etmeyi vadeden ancak bir
din, yani dinler vardır.
Ölüm karşısında bu büyük teselliden mahrum kalmış insandaki geniş ve âsi
ruhun öyle sonsuz ihtiyaçları, "ebediyet” den mahrum olan her şey hakkında
öyle katî istiğnaları, kendisini kemiren fanilik azabile öyle yorgun ve bitkin
anları oluyor ki böyle zamanlarda yeryüzündeki bütün başka teselliler, ona
birer züğürt tesellisi gibi geliyor!
[ Ağaç der.; S.5 Nisan 1936 ]
Birbirlerinin üstlerinde düşman kokuları sezerek birbirlerine
saldıran edebiyatçıların şairlerin manzaraları, o, gözlerinde parıldıyan
şimşekler, gök gürlemelerini taklit ile çıkardıkları sesler, savurdukları
zehirli nefesler, şahlanan pençeler, galeriyi kendi taraflarına imale için bir
galebe çığlığile, birdenbire, şaşırtıcı bir zafer bayrağı gibi açtıkları
alâimi semaya benzer kuyruklar, insana tufandan evvelki dev hayvanların,
nesilleri inkıraz bulmuş ejderhaların birbirlerile çarpışıp döğüşmelerini hatırlatıyor.
*
Pek güzel kadınlar, yanlarındakini çirkin gösterir. Pek zeki
bir adamın yanında diğerleri ahmak görünür, iyi bir terzinin esvabı yanında,
ötekilerin bayağılığı sırıtır. Küçük muharrirler de, yüksek yazıcılara,
eserlerinin yanında kendilerininkinin âdiliği meydana çıktığı için düşmanı
oluyorlar.
*
İyi eserlerin sahipleri susarlar da, bu
eserlerin etraflarındaki adiliklere itâb eden hâlleri susmaz.
*
Biraz bal yapınız, derhal sinekler üşüşüyor. Ne yapmalı, bilmem!
*
Samimiyet nedir? Muhtelif türlü
samimiyetler var. Ve bu da telâkki meselesidir. Hepimiz samimiyet isteriz.
Halbuki bundan beklediğimiz karşımızdakinin anladığı değildir. Samimiyetin manası
hakkında anlaşmak ne güç! Ekseriyetle hiçbir samimiyete ermemiş olanlar,
cidden samimî olanlara, samimiyet namına tariz ederler.
*
Başkalarını işitip dinlemekten kendimizi
duymaya ne vaktimiz, ne takatimiz kalıyor!
*
Vahşiler ve yabancılar haykırışlarını ve
şarkılarını her gün üstümüze yığıyorlar. Eğer dikkat etmezsek ruhumuzdan gelen
samimî ve mahrem sesleri ve sözleri artık dinliyemiyecek ve hatta işitmekten
utanacağız.
*
Kendi hakikatimizi bir başkası keşfedip
bize sunamaz. Bütün hususiyet ve servetlerimizi kendimiz bulmaya, bunlara ermeye
var olmak istiyorsak- biz çalışmalıyız.
*
Kültür lüzumundan bahsolundu mu, yeni
yetişenlerin bazıları haklarına bir tecavüz oldu sanıyorlar.
Bazılarımız millî veya umumî kültürden o
kadar mahrum kalmışlar ki, en eski bir cehalet ananesine tebaiyet ettiklerini
bile bilmiyerek, sanata düşmanlık ediyorlar.
*
Her zaman daha itinalı, daha nükteli ve
daha hakikate sadık bir edebiyat arzusunu ve ihtiyacını duymamak mümkün değildir.
*
Güzelliğe ulaşmak isteyen her cümle, hakikî
bir sanat eserinin her cümlesi, fikrin vuzûhile musikinin iphamı arasında bir
tevazün notu ve noktasıdır. Her cümlede bu iki unsurun dereceleri ilânihaye
azalıp çoğalabilir. Ve cümlelerin kafilesini kâh bir, kâh öteki tarafa getirip
götüren medd ü cezirler vardır. Lâkin bu tevazünde her iki unsurdan da birer
parça bulunması lâzım geliyor.
*
En
taze dalgalar binlerce asırlardan gelir. Her kelime bir aksi seda, her yazı,
bilerek veya bimiyerak, bir gizli taklittir. Her his ve her fikrin bir
“incubation” (kuluçkaya yatma) devri, her kitabın ecdadı olan bir kütüphane
vardır. Her cümle eskiden duyulmuş ve tanılmış bir cümleye, hayırlı veya
hayırsız, bir nazireyeye benzer.
*
Bazan
kâğıt ve kalem bulamadığımız için istediğimiz şeyleri yazamaz, unuturuz. Bazan
da elimize kâğıt ve kalem geçti diye düşünmüş olduğumuzu bilmediğimiz şeyleri
bulur, yazarız.
*
Ne
yapsak da, hepimiz, günün birinde, kendi zevkimize râm oluruz. Zira zihnimizden
ve hesabımızdan daha kuvvetli olan o, üstadımız ve efendimiz, odur.
*
Bir
eserin ehemmiyetli bir tarafı varsa bu, onun muharririnden başka birisinin
yazamıyacak olduğu kısmıdır.
*
Edebiyatta
hiç kimseye benzememek bir gayedir. Lâkin bunun da hiçbir şeye benzememek gibi
bir tehlikesi var!
*
Edebiyatımızın
farkı lisan ve teknik noksanlarından ziyade, bir ruh fakrıdır.
Aşk,
şiiri, her nesil tazeliyen bir bahardır. Aşk sonsuz bir asalet kaynağıdır.
Kurumuş edebiyatını bu kaynaktan sulayamıyan ve eseri yanık bir sahra olan
sanatkâra acınır.
*
Bazı
şairlerin ilham perileri kanatları kesik bir tavuk gibi ancak bir kümes
rafından bir kümes damına atlamayı biliyor ve komşu penceresine konamadan
nefesi kesiliyor!
*
Şairlerin
hassasiyeti sözlerinden ziyade şivelerinde, güftelerinden ziyade bestelerinde
duyulur.
*
Şairlerin
mısraları çocukların ökselerine benzer. Bunlar çok kere boş kalır. Lâkin bazan
da güzel bir kuş bunlara gelir, konar ve canlı canlı ötmeye başlar!
*
Ruhun
kâmı için belki bir nevi ifrat, her zamanki iklimin fevkinde bir mübalâğa
ister. Sarhoşluk ayaklarımızı yerden kesince kanatlara benzer. Aşk ifrata
vardığı zaman mükemmeldir. Şiir de mantıkla aramızı açınca kemaline eriyor. (kam: zaptetme / fevkinde: üstünde / ifrat: aşırı / fevk: üst)
*
Şairler
çok kere göklerde ve ruhlarındaki yıldızları toplamak ister, fakat kopardıkları
yıldızların ellerinde ve nefeslerinde birer birer söndüklerini görürler.
Nihayet ellerine bir gül gibi yanan bir yıldız geçti mi bütün semayı
kendilerinin olmuş sanırlar.
*
Şair,
şiir mecmuasını neşrettiği günden itibaren, nasıl olup da herkesin bununla
meşgul olmadığına şaşar. Nasıl günler doğuyor, ortalığı dolduran insanlar
okuyorlar da başka şeyler okuyorlar, konuşuyorlar da başka şeylerden
bahsediyorlar? Kitabından sonraki günler de gene eski günlere benziyor! Şairin
ruhunu, umumî bir suikast karşısında kalmış gibi bir hayret kaplar. Hiçbir
şeyde bir değişme yok, bir fark yok,
“Âlem yine ol âlem,
devran yine ol devran!"
*
O kadar beğenmiş ve sevmiş olduğumuz şeylerin
inhitatını temaşa ettikçe mahvolan bu şeylerin kemalini daha büyük teessürle
duyarız ve, kâfi bir asalet ve zevkimiz kalktıkça, bunların karşısında sözlerimize
tesirli kuvvet ve cümlelerimize musiki edası verebilmek hassasından mahrum
olmayız.
*
Acaba
bir gün gelecek, biz de, eski yuvalara konan ihtiyar leylekler gibi, büyük
babalarımızın kapanmış oldukları en eski kitaplara dönmek isteyecek değil miyiz?
*
Bir
gün bu hakikate sırf fikrî bir kanaatle değil, fakat tekmil hissiyatımızla
erince, her şey karşısında artık duyarız ki" Lecomte de Lisle in Ebedî
olmayan bütün bu şeyler neye yarar?” diyen mısraı, beşerin
kalbinden kopan en acı ve en haklı bir feryattır ve edebiyatı çok seven şair
de, aşkın bir mükâfatına ererek, insanların kendileri kadar yaşıyacak bu
hislerini gene kendileri kadar kalacak bir mısraında ifade ve eda edebilmiş! "A quoi bon tout
cela qui r'ezü haz éternel
[Ağaç der.; S.7,16 Mayıs 1936]
EDEBİYATA DAİR
TAVSİYELER VE NASİHATLER
Edebiyat,
sanat, yabancılarına mevhum görünen bazı kıymet ve bazı meziyetlere inanan bir
dindir. Bunun âyinleri ve şehr-âyinlerini çok görmemeli, müsamaha ile
görmeliyiz.
*
Değerli
ölüleri methetmek fırsatını hiç kaçırmamalı ki kendilerini değerli bilen bütün
metholunmıyanlar da, bir gün sırası gelince, böyle methedileceklerini
umsunlar.
*
Devleri
sevemiyen cüceleri mazur görmeli.
Mademki
bir yıldızsınız, mahremiyetin lâübaliliğinden kaçın ve diğer yıldız arkadaşlarınızla
aranıza göklerdeki uzun mesafeleri açın, ta ki dönek dünyalarınız hiçbir gün
biribirile çarpışamasın.
*
Kadirşinaslık
öyle bir çiçektir ki ruhlarda muttasıl bakılmak sayesinde açabilir. Muttasıl
vereceksin ki biraz mukabele göresin !
*
Körlükten
daha mebzul olan nankörlük zaten, ısırgan otu gibi, kendi kendine türeyen bir
nesnedir. Bunu üretmek için nafile yere uğraşmamalı!
*
Menfaatimizi
düşününce, ancak bizi anlıyacakları ve bizden bir gün istediğimiz gibi
bahsedebilecekleri methetmeliyiz. Bizim cinsimizden olmıyanlarla meşgul
olmaktan bize bir hayır gelemez.
*
Medeniyetin
bugünkü derecesine gelmemiz için bile milyarlarca adamlar, asırlardan beri
çalıştılar. İnsanda, onlardan miras kalan bir hisle, bir ahlâk ve fazilet
ihtiyacı gibi, bir de çalışmak sevkitabiisi vardır. Boş geçen zamanlarımız
gönlümüzde bir vicdan azabına benzer bir acılık bırakır. Çalıştıkça, velev ki
bunun faydasız olduğunu bilelim, vazifemizi yapmış olmanın gönül rahatını
duyarız. Sıhhat ve saadetimiz için işimizi sevmeliyiz. Yeryüzünde kendimizi
aldatmak ve avutmak için bulabileceğimiz en büyük tesellilerin biri
çalışmaktır.
*
Çalışmanın
zahmetini azaltan, verimini çoğaltan öğrenilecek bir usulü vardır. Bütün
mektep hayatımız bu usule ermek için geçer. Ömrümüzün belki yarısını bu usulü
bilmek için harcarız. Ve hayat bu usul öğrenildikten sonra başlar. Bu da
Kristof Kolomb’un yumurtası gibi bir şeydir. Bilinmek şartile sade!
*
Hayatta
vaktimizi en çok yiyen pasyonlarımızdır. Bunun için bizi çoğaltan, bizden bir şey
toplayan, bir hatıra, bir eser bırakan meraklarımız olmasına cehdetmeliyiz.
*
En
büyük ve mükerrer yanlışlardan biri umumî meselelerin bizde hususî bir hâl
tarzı olduğunu sanmaktır. Muhtelif fikir, his, bakım temayüllerini ifade için
makbul olmuş beynelmilel kelimeler var. Komünistseniz milliyetçi olduğunuzu
iddia etmeyin. Beynelmilel tabirleri kabul ile bütün şümullerine ermek, bu,
millî bir ziyan değil, millî tefekkürümüzün inkişafında bir merhale olacak!
*
Demirden
bir kalem ucu ile, fırtınalar içinde bizi tehdit eden bütün yıldırımları
toplamalı. Paratonerler gibi, onları mahvetmek için.
*
Bir
fikri, çırpıştırma bir gazete makalesinde ortaya koymakta tehlike olabilir.
Bunu müdellel ve mufassal surette teşrih ve tefsir etmekte ise hiçbir mahzur yoktur.
Bu yolda yazıları kimse okumadığı için ne isterseniz söyliyebilirsiniz.
*
Ekser
manzumeler, içlerinde, canlı bir kuş gibi, bir tek halis mısraın öttüğü irili
ufaklı, boyalı ve yaldızlı kafeslere benzer. Bütün bu manzume o tek mısraın
hatırı için söylenmiş gibidir. Şairlere verilecek gayet parlak bir tavsiye
vardır ki o da böyle bir tek mısradan ibaret şiirler yazmaktır. Bize bu tahta
kafesi değil, bu canlı kuşu verin ve kitabınıza da “Mısralar” diyin. Sevilen,
bellenen bir şair olursunuz. Zira güzel bir mısra, başlı başına bir manzume,
kâfi bir bütündür. Ve hatırımızda kalanlar da işte bunlardır.
*
Her
yerde bir gazeteyi kendi zevklerine göre çıkaranlardansa başkalarının
zevksizliklerine göre çıkaranlar muvaffak olur. Eğer edebî dediğin bir mecmua
neşretmek istiyorsan, ismi “Dans, spor ve sinema” olsun. Zamanın “Ekanimi
selasesi” bunlardır.
*
Eğer
samimî ve hakikî bir sanatkârsan unutma ki biraz da bir delinin bekçisi
olacaksın!
*
Sakın
edebiyatının, herkesi lâkayt bıraktığı günlerin sükûnuna dalarak boş bulunma!
Her zaman tetikte bulun, her zaman kendini kolla! Birdenbire sana tahammül
için hayli cesaret ve metanet lâzım gelebileceğini sakın unutma! Bu günler
geçecek, bir gün neslinden olan bir arkadaşın kalbini kıracak, bir gün hiç
sevmediğin biri medhiyeni yanlış yapacak, ve sana hiçbir kâri hitap etmezken
bir gün sana bir ümmî gelecek, yazıcısın diye, senden, sevgilisi için, ya bir
aşk mektubu, ya bir mezar kitâbesi istiyecektir!
*
Sana
karşı geri olanlar toplanır, kendilerine karşı ileri olmakla ittiham ederler.
Emin ol ki doğru dediğin bir saate yalnız uymaktansa herkesle birlikte geç
kalmak evlâdır!
*
Başkalarının
sözlerini duyarsan kendi fikrini bulmak için dinle! Bir şey düşünürsen onu
duyduğun ve bildiğin gibi söyle! Başkalarile tezada düşmenin hiçbir ehemmiyeti
yoktur. Onları tashih edemez ve kendilerine akraba olmıyanlarla fikren alışveriş
edemezsin. Ruhunla kal ve bil ki vazifen kendi hususiyetini ifade etmektedir.
* *
Matbuat
âleminde bir liyakat ibraz etmemiş olanlara, velev ne kadar maruf olsalar da,
hiç cevap verme! Onlara cevap vermek paye vermek olur. Hamdolsun ki herkese
söz anlatmaya kimse muhtaç değildir. Sen de âleme değil, ancak kendi üstatlarına
ve arkadaşlarına söz anlatmak mecburiyetini duy! Tezyif ve inkâr için bile, ancak
bahse değerlerini intihap et!
*
Çok
kere doğru fikirleri müdafaa edenler yanlış esbabı mucize kullanırlar.
Birbirini nakzeden sözler söylerler. Onlara cevap vermek istersen iddialarını
çürütmek için kendi sözlerinden istifade etmelisin!
*
Yazınla
hiç kimseyi methetme! Bir nankörle kırk düşman kazanırsın. Methettiğin muharrir
eserini tamamen anlamadığına kanaat eder. Ve onun irili ufaklı rakipleri,
senin cehaletine, zevksizliğine ve kendi aleyhlerine bir komplo kurmuş olduğuna
kanaat ederler.
*
Acele
etme! Daha eski şöhretleri yıkmak isteyenler bir gün senin şöhretini bina
etmeye çalışırlar.
*
Acele
etme! Sen devam ettikçe ve şöhretin yaşlandıkça göreceksin ki, anlamadan
tenkit edenlerin kalabalığı yerinde, anlamadan sena edenlerin kalabalığı türeyecektir.
*
Bir
şâir, bir edip isen, İçtimaî mevkiini yükseltmeye, âmir mevkilerine geçmeye
ehemmiyet ver. Senden istifadeleri olanlar seni beğenmeye hazır bir kütle
teşkil ederler.
[ Ağaç der.; 1936 ]
EDEBİYAT YOLLARINDA
NAFİLE NASİHATLER
Nafile, biliyorum, bu sözler de bütün nasihatlar
gibi nâfile!. Duyduğu değil, kendi söylediği nasihatleri bile tutan tek bir
adam yoktur.
Söz gümüşse sükût
altındır demişler. Demek sözlerin altından daha kıymetli bir cevherden olmalı!
Sözlerin kalbe dâim! bir hutbe okuyan mübarek sükûtu aşmayacak ve sükûtun fevkinde
olmayacaksa sus, nâfile söyleme!..
Bilirim ki, insanın
hayatta tecrübelerinden edinmeye müstaid olduğu tekmil istifadeleri ve
san’atkârın hayat ve beşerden istihsal edebileceği bütün mâye-i irfanı iktisâb etmiş
oldukları bir çağ vardır. İyi ya da fena, az veya çok, mahsul artık yetişmiştir,
şimdi bunları toplamak kalır.)
Geveze bir hatibin kırk
dereden su getirecek mantığından vazgeç ve mütehassıs bir kalbten feveran eden
fevkâ’ı-mantık sebeplerin hamlelerini dinle!..
Çırpınma, sus, ey kalp!
demek mümkün müdür?.. Bundan abes bir temenni nasıl olabilir?
Yüksek bir adam için
usul, kendini mahrum etmeyi bilmek ve gözlerinin nûrunu -hiç kamaşmayan şahit
ziyâlı yıldızlar gibi- gayesinden ayırmamaktır.
Ruhun sağlam kalması,
ruhun serbest ve ser-âzad bulunması lâzım. Bunu temin eden hiçbir fazileti
yıpratmamış olmak saadet ve "bâhisi güzâf-ı bî-nihâyet!..”
Zekâmızı muttasıl başkalarınınkıyla
bilemek ve törpülemek! işte daha bundan alâ birşey bulunamamış!..
Samîmi bir rûzname
yazabilsen belki en kıymetli, en mühim eserini yazmış olurdun. Lâkin başlasan
bile devam ettiremezsin. Kendi kalbimizi çırılçıplak görmekten utanır, ruhumuzun
içine bakmaktan korkar, iğreniriz. Boşluğumuzu görmekten de başımız döner...
Bir hazan içinde gezen
bir tavus kadar müşa’şa, kibirli, muhteşem ne vardır? Güzel, hiç şüphe yok ki
son derece güzel!.. Fakat sakın içine bakma! O da solucanlar ve kurtlar yer,
öyle geçinir ve küçücük başının aklı güzelliğinin derecesini tartmaya bile az
gelir..
Kimsesiz, hatta kamersiz
mûsikisiz, siyah geceler boşlukta nafile öten bülbülleri, şâirleri dinle!
San’atı kirli
ruhlarımızı örtmek için muhteşem, mukaddes bir cübbe!.. Kefenden evvel bu
ihtişama sarılmalı!..
Şiir alelâde bir lâkırdı
değildir ki sadeliği ve samimiyeti en büyük meziyetleri addedilebilsin!..
San’at bir göz boyamak
değildir. San’atla bir nevi sun’ilik vardır ki pekâlâ sevilebilir, bunu
gizlemeye çalışmak da abestir.
Bir eser-i san’at canlı
olmakla hakikî olmalı, hakikati tamâmiyle taklit etmeye kalkışmamalı. Hakikati
bir noktada icmâl ve hülâsa etmeli, onun bütün basit ve tahammül fena tafsilâtını
söylemekle değil...
San’atın gayesi kalpte
şiddetli bir galeyân uyandırmaktır. Sudan bir san’at -olamaz ki bir nevi mesti
bahşetmesi lâzım gelir. Bir kitab bir kuvve-i tehyidâye olmalıdır. Ve illâ bir
kitap ismine lâyık olmaz.
San’atkâr eserinin ilk
önce kendi zevki, sonra mümtaz bir çevrenin tasvibi ve aşkı için ibdâ eder.
Bundan sonra halk gelir, eseri beğenir. Veya beğenmez, bu kendi bileceği bir
şeydir. Fakat ilk önceden halkın tasvibi ve muhabbeti için çalışan san’atkâr
san’at için mahvolmuş demektir. (ibda: icat, yoktan ortaya koyma)
Maksadın san’at mıdır,
yahut para mı?. Bunu intihâb etmeli. Yoksa “para getirir san’at” bir vâhimedir.
Arkasından nâfile hiç koşmamalı.
Edebî bir sâhife bütün
fikrimizle hürmet ettiğimiz bir dosta ve bütün kalbimizle sevdiğimiz bir
sevgiliye yazdığımız bir mektuptur. Başka birşey olmalı mıdır?..
Lisânda mündemiç olan
gizli mantık ve zekâya hürmet etmek ecdâdın mîrâsına istihkak kesb etmektir.
Tâliini bilmemek ve
şüpheler, tereddütler içinde yürümek, dâima bir Sînâ-yı zevk ve lezzet umarak
ona doğru yürümek... Gâfil beşerin saadet için bundan daha münasip bir usul
keşf olunmamıştır.
Bugün bahsolunan şeylere
değil, haddizâtında şâyân-ı dikkat olanlarına ehemmiyet atfetmelisin. Her
geçen şeye rabt-ı zihn etmek ufukta mütemadiyen değişen seraplara gönül vermek
değil de nedir?..
Hayatta hemen bir şeyde
muvaffakiyetin sırrı bu: Hiçbir veçhile hakikatin dûnunda kalmamak! Kahpe
hakikat hain ve derindir; umulmaz incelikleri olur!
Şöhrete îsâl eden iki
yol vardır: Biri reklâmla şarlatanlığın yâni kurnazlığın şerhanı, diğeri
ciddiyetin yani hürmet-i şahsîyenin keçiyolu, cesaret ve şiddet sayesinde
efkâr-ı umûmîye bir gün işgal edilebilir. Lâkin bu, saman çöplerinin çıkardığı
yüksek bir ateşe benzer ki çarçabuk söner. Efkâr-ı umûmîye değişir, bir
günlük yeni şöhretlerle uğraşır ve sesini büsbütün unutur. Pâyidar olmak için,
kendin gibi mutaassıb olan bir zümrenin müridlerini teşhir etmelisin!.
Asıl şöhrete vâsıl olmak
için medh edilerek, zemin edilerek, fakat her medh ve zemme karşı lâkayd
yürüyecek, yürümekte uzun müddet devam edeceksin. Sana lâzım olan şey hiç de
elinde olmayan bir şeydir. Temdîd-i hayat! ve Sînâ-yı şöhretin zirvesine, çok
kere olduğu gibi, bir yâdigâr-i mâzi, bir harabe-i mazi gibi gelecek,
kalacaksın. Çok yaşadığın için ölülere karışmış fakat başın hâlâ-i şan-u
şerefle ziyâdar, son' yaşadığın ve yeni öldüğün seneler meşhur olacaksın. Büyük
şöhrete girenler hayatlarının bir kısmında ölmüş olanlar ve ölülerin vazifesini
görebilenlerdir.
[Yarın der.; S.7,24Teşrinisâni 1337 (Kasıml921) ]
EDEBİYATA DAİR
FIKRALAR ve DÜŞÜNCELER
Gülünç bulduğumuz
şeyler de değişiyor. Vaktile bir paşa, bir şarkı mısraını zikr ile yanındaki
hanıma:
“Bu
gazûb-âne nigâhın acep esbabı neden?” demiş, kadın da: “Hereke kumaşından
efendim!” diye cevap vermiş, evvelden kadının bu anlamayışı gülünçtü. Şimdi
kadın haklıdır. Paşanın ifadesi gülünç!
*
Muharrirler
bazan kendi halkettikleri şahısları kıskanırlar. Mecnun’un mübdii Fuzûli:
“Bende mecnundan füzûn
âşıklık istidadı var!" diyor
“Âşık-ı sâdık benim,
mecnunun ancak adı var!”
*
Dalkavuk
olmıyanlarımız da dalkavukları seviyorlar. Mithat Paşa’nın kendi dalkavuk
değilmiş. Fakat etrafındaki dalkavukları severmiş.
*
Hemen
her nesir, muayyen bir telâkki ile nazma tahvil edilebilir. Abdüllâtif Suphi
Paşa ismi dört, dört sekizlik, bir mısradır. Bunu bektaşi nefesleri gibi
teganni edebilirsiniz:
“Abdül-lâtif
Suphi-paşa!”
*
Büyük
babam, on altıncı Louis’nin bedbaht karısına, genç yaşında idam olunan bu güzel
kadına, pek acır ve eski harflerle okuyarak Antuant diye telâffuz ettiği
ismini ona pek yakıştırırmış. Ben bu ismin Antuanet olduğunu söylediğim zaman
çocuktum. Bana inanmadı, fakat Fransızca hocam da bunu tekit edince canı
sıkıldı, ismine ilâve ettiğimiz bu hece ile acıdığı bu güzelliğin şiiri kaçmış,
ona merhametinde bir zahmet peyda olmuştu. Muhabbeti soğudu veya azaldı. Onun
sevdiği ve acıdığı kadın artık bu değildi. Biz onu çirkinleştirmiş yahut huyunu
bozmuş, hülâsa değiştirmiştik!
*
Telâffuz
farkı o kadar mühimdir ki bize Farisî okutan ve yanlış olarak kendisine acem
denilen Şair Feyzi Efendi, Fransızların Müslümanlara “musulman” diyişlerinde
bir hakaret edası duyar, bunu o kelimenin sadece Fransızca şekli değil, bir
küfür telâkki ederdi.
*
Eski
Mebusan Meclisinde bir gün Ahmet Rıza Bey: “Bu mesele başımızın üstüne asılı
bir Damokles kılıcıdır” diyince sabık nazırlardan biri: “Vay, bizi kılıçla
tehdit ediyor!” diye köpürmüş!
*
Anneannem
kitaplarını beğendiği Ahmet Mithat Efendiyi rüyasında görmüş. Bir gün uzaktan
Ahmet Mithat Efendiyi ona gösterdiğimiz zaman bir türlü inanmadı. Bu iri yarı,
kara gözlü adam rüyasında gördüğü edibe hiç benzemiyordu! Bizim buna güleceğimiz
gelir. Fakat düşünürsek acaba çoğumuz da böyle değil miyiz? Ve edebiyat içinde
sevdiğimiz muharrirlere hayat içinde rast gelince onları tanımak istemez, yani
oldukları gibi görmiyerek yüksek payeye çıkarmak istemez miyiz?
*
Abdülhak
Hamit hakkında bütün eserleri üzerine değil onun, meselâ “Milliyet” gazetesinde
son okumuş oldukları bir makalesi üzerine hüküm vermek isteyenler de var!
*
İhtiyarlaşan
tanburacı Osman Pehlivanın bir gün Hamdullah Suphi'ye söylediği sözü ne kadar
beğenirim! O: “Ne haber?” diye sorunca “Akşam oluyor!” demiş.
*
Profesyoneller
her şeyi kendi bakımlarından görerek tefsir ederler. Bir iki defa beraber
gittiğimiz lokantanın garsonu, şair Cevdet Kudret’i “puding yiyen bey” diye
tavsif ediyor.
*
Tabloları ve ressamları muvaffakiyetleri itibarile değil,
mevzuları ltibarile beğenen veya beğenmeyenlere ne dersiniz? Realmden hiçbir
şey anlamıyor demez misiniz? Neden edebiyat İçin da mesele aynen böyle olmasın?
*
Sanatkârlar
ve halk hiçbir zaman aynı plan üzerinde değillerdir. Birinin bir ihtiyaç için
verdiğini öteki bir eğlence olarak alıyor.
*
Bilmedikleri
bir şeyi ve bir sanatı inkâr edenler o şeyin ve o varlığın mevcut olmadığını
değil, kendilerinin bunu bilmediklerini isbat ederler.
*
Her
gün nice icarethanelerde, nice şeyler yazıp mukabilinde refahlarım temin
edenler var. Bunlara bir şey demek hatırıma gelmiyor. Fakat her gün bir gazete
köşesinde yazdıklarına mukabil hayatını zor zoruna temin eden bir gence rast
geldim mi bunu da tabiî bulacağıma, yaptığına bir türlü razı olamıyorum. “Ya
sanatla yazsın, yahut hiç yazmasın!” diyorum.
*
Her
gün bunca yazılar yazan nice kalemler var. Bunlardan tek bir satır
kalmadığını ve kalmayacağını düşünmek hazin değil midir?
*
Her
muvaffakiyeti ve her şöhreti bir cinsten sanmamalı. Yıldızlar vardır, semada
güneş gibi parlarlar. Nice kuyruklu yıldızlar da vardır, hızla
gelir fakat geçerler!
*
Siz:
'‘Zavallı! Sakın filancayı kıskanmasın!” diye düşünürsünüz. Fakat o: “Ben
ancak kendi küfvüm olanlarla meşgul olur, ve, eğer mevcut olsa, ancak bana
üstün olanları kıskanabildim!” diye düşünür.
*
Büyük
sanatkârların (musikişinas, ressam, ilah...) bazan mektuplarını, hatta
notlarını, ruznamelerini görüyoruz. Bunlar bizim gibi küçük hisli, küçük
düşünceli, küçük insanlardı. Yalnız yaratmak için doğmuş oldukları eserleri
büyük oluyor! Belki bazı yazıcıların da, kendileri basit ve iptidaî
kalmalarına rağmen, ellerinin hayat boyunca oynadığı hamur hep his ve fikir
olduğuna göre, yoğurup yaptıkları eserler kendilerine üstün oluyor.
*
Şairler
şiirlerini çok kere icat eder gibi değil, bu şiir gûya evvelden hazır ve
mevcutmuş da onu gömülü olduğu yerden yavaş yavaş keşfeder, çıkarır gibi
yazarlar.
*
Şiir,
karanlık tabiatın kokulu, mırıltılı, esrarlı ormanı içinde öten bir bülbüldür.
Kuş, yani şair, nesilden nesile değişir. Bizler onun sesinde, ruhumuzu mest
eden bir aynı ekşir buluruz. Fakat bu halis bülbüllerin yanında ezberlenmiş
cümlelerini tekrar eden nice papağanlar da var!
*
Bir
çok yazıcıların ruhları Nuhun gemisine benzer: içlerinde his ve yeni beşerin
bütün temayülleri bulunur. Ve onlar, gûya tufandan kurtarmak için, bunların
her birine bir ifade vermek isterler. (caize: herhangi bir sanat eseri karşılığında
verilen para)
*
Bir
caize verenler bir mucize istiyorlar!
*
Menba
kendinden çıkan suyun tuttuğu yola bakar ve mahzun olur!
[ Ağaç der.; S.8, 23 Mayıs 1936 ]
EDEBİYATA DAİR
FIKRALAR ve DÜŞÜNCELER
Hüseyin Siyret’in gençliğinde, zamanın
meşhur bir şairi ona yeni bir gazelini okumuş. Siyret bunda nergis kelimesinin
kafiyesi olan pernis kelimesini anlıyamadığmı söyleyince şair:
-
Aman Efendim, nasıl
bilmiyorsunuz? Avrupalılar kral hanedanları azasile büyük asilzadelerine
pernis derler! demiş. Meğer ecnebî bir dil bilmiyen bu şair eski harflerimizle
gördüğü prens kelimesini böyle telâffuz edermiş! Bugün buna güleceğimiz
gelir. Halbuki şimdi biz de, Garp’tan aldığımız kelimelerin bazılarını, gûya
eski harflerimizle okuyarak telâffuzlarını beceremiyormuşuz gibi kasten tahrif
etmiyor muyuz?
*
Ayrı
ayrı âdetlere uyan Şark’la Garp’ın biribile karşılaştıkları zaman hasıl
ettikleri manzara bazan gülünç olur. “Taaddüd-ü Zevcaat müellifi sarıklı Mahmut
Esat Efendi, Avrupa’ya ilk gidişinde kadife gibi kalın kumaş parçalarından
yapılmış yamalı bir bohça taşıyordu. Bu, Avrupalıların merak, hayret ve istihzalarını
celp ededursun, bohçasını pek tabiî bulan Mahmut Esat Efendi bu nazarların, bu
tebessümlerin mânalarını görecek hâlde değildi. İşte hepimizin de kollarımızda
böyle taşıdığımız Mahmut Esat Efendi bohçaları vardır. Buna başkaları güler,
biz güldüklerini göremez, görsek de kendimiz kadar tabiî bulduğumuz bohçamız
için alınmaz, “Acaba neye gülüyor bu arsız?” deriz.
*
Cenap
Şahabettin’in kardeşi, lisan mütehassısı ve hocası muharrir Ali Nusret, ölüm
yatağında yatarken zavallı haremi:
-Bey!
Bizi böyle haybe hasıl bırakıp da nereye gidiyorsun?
diye
ağlarmış. O zaman zavallı Ali Nusret, dayanamaz, halsiz sesile bu sözü tashih
edermiş:
- Haybe hasıl değil, Hanım, (asıl fecaat burada imiş gibi)
Haibühasir.. Haibühasir!
*
Ahmet
Haşim’in kıymetli arkadaşı Ahmet Bedi hasta ve Yakup Kadri, İsviçre’de tedavide
iken Yahya Kemal’in de hastalığı haberi gelince Ahmet Haşim’in müthiş
kıskançlığı birdenbire feveran ederek beyni dönmüş. Vücuduna düşmüş ve
kendisini kemirerek bu arkadaşlarının hepsinden evvel devirecek olan kurdu
bilmeyen zavallı şair, Ahmet Bedi’ye:
-Monşer!
diye bağırmış, hepiniz hastasınız, hepinizin âsabınızı inceletecek bir gizli
sebebiniz var da yalnız ben hasta değilim!
*
Allâme
sandığımız ümmîlerden o kadar canımız yanmış ki benim -vüzuhunu pek severek
sakladığım- bir askerî vesikam vardır ki “sanatı” hanesinde şu cümle yazılıdır:
“Gazete muharriri: Okur yazar.”
*
Yabancı
üstatların nüfüzu derhal kendini gösterir. Bir gün Ankara’da, yağmur altında,
kendi de ıslanarak, sokaktaki çimenleri hâlâ sulamakta devam eden bir belediye
bahçevamnı görünce: “İşte bu Alman zihniyetinin tesiri!” diye düşündüm. Yoksa
kendi mantığına göre serbest bırakılan bir Türk bahçevanı bir türlü bu mânâsız
disipline uymak mantığa eremezdi.
*
Zaman,
mazideki İçtimaî mevki ve sınıf farklarını tanımayan, kaldıran, bunları
birleştiren bir camidir. Burada derviş Yunus Emre, fakir Fuzûli, vezirin
nedimi olan Nedim, Şeyhülislâm Yahya, Enderunî Vasıf ile vali Ziya Paşa hep
aynı safta bir cemaat teşkil ederler.
*
Lisan
değişiyor ve onunla birlikte, hiç olmadan, gülünç bulduğumuz şeyler değişiyor,
ilk basılmış kitaplarımızın birinde, Türkçe ve Fransız grameri ve Fransızcadan
Türkçeye bir lügatçe olan bir kitapta, şu sabit "Oui, Monsicur”
kelimeleri mukabilinde: “Lebbeyk Sultanım!” yazılıdır!
*
Telâffuz
meselesi o kadar ehemmiyetlidir ki bana hizmeteden köylü hademe, bahsettiği'şey
için “gozel" dedi mi, bunun çirkin olacağında benim hiç şüphem kalmıyor!
*
Çok
kere bir adamı haklı gösteren ötekilerin haksızlığı, mantıklı gösteren
ötekilerin mantıksızlığıdır. Ve “mütefekkir” geçinenlerin tefevvuku, çok kere,
ötekilerin her türlü tefekkür hassasından büsbütün mahrum oluşlarından geliyor.
*
Gençliğin
büyük bir mazereti cehaleti ve tecrübesizliğidir. Yaşlı ve tecrübeli bir adamda
fena niyete delâlet edecek ve şahsî menfaati güdecek bir fikri, bir genç,
pekâlâ, iyi niyetle ve umumun hayrı için düşünüp söyliyebilir.
*
Kendilerini
velî bilenler başkalarının deli bilmesini tabiî görmelidirler.
*
Okumayı
bir çalışma sanmak çalışkan cahillerin kârıdır. Halbuki biz, okumuş tembeller,
pekâlâ biliriz ki okumak mükeyyifattan bir şeydir. Bir kanepeye uzanır,
yatağımıza yatar gibi kitaplarımıza dalarız. Gûya tılsımlı bir denize,
hülyalarımızı aşan bir hayal âlemine dalarız. Sanki afyonlu bir çubuk içeriz.
Muhitimiz değişir. Hayatımız genişler. Dünya bizim olur. İklimler, mevsimler,
devirler gelip geçer. Başka hayatlar ve tabiatlar hatıralarımıza girer. Bize
benzeyen asıl akrabalarımız yanımıza gelir, bize sırlarını fısıldarlar. Hayat
bize en tatlı, en zengin zevklerini sunar. Okumak, gezmek, uyumak, rüya
görmek, musiki dinlemek, hatırlamak, seyahat etmek, unutmak, dua etmek, doğmak,
tekrar yaşamaktır.
*
Yazmak
bilmeyen bir adam ancak birşey söylemek isterse onu yazar ve yazısından da
maksadı az çok anlaşılır. Birşey söylememek için yazabilmek ve yazarken de
maksadını gizliyebilmek, denilebilir ki yazmayı bilenlerin kârıdır.
*
Anlamak
affetmektir derler. Evet öyle oluyor. Anlamak her şeyi affetmek, herşeye
müsamaha etmek ve hiçbir şeyi sevememek oluyor!
*
Hemen
hergün ötede beride biraz musikinin bir parça güldüğünü veya ağladığını duyan,
fakat ömürlerinde bir kere bile bu sesleri anlıyamıyanlar vardır, işte bu hâl
şiir için de böyledir. Dünyada ve hayatta şiir vardır. Öten bülbüller gibi söyleyen
şairler vardır. Fakat çokları bunu duyup anlamazlar.
*
Şairler
bir fikri en evvel bir hakikat olarak seçmezler. Bir ahenk olarak duyarlar, bir
beste olarak hatırlarlar. Ve sonra bir nağme olarak ifade ederler.
*
Şiir
mükemmel bir ifadedir. Eda muvaffakiyetinin bir mucizesidir. Güzel bir mısra,
bir kelimesinin yerini değiştirirseniz vezni bozulmasa, sırrı bozulacak ve
kerameti kaçacak bir ahenktir. İşte bunun içindir ki asıl şiirler tercüme
edilemez nağmelerdir.
“Sorsalar mağdurunu
gaddar, kendin gösterir!”
Gönlünde
taşıdığı imale ile güzel bir mısradır. Ve güzel bir mısraın böyle dolunca, bir
imale yerine dolgun bir hecenin taşıracağı gayet hassas bir ses muvazenesi
olduğunu görmek için bu mısraı daha mantıkî bir insicam ve daha tam bir lisan
ile söyliyerek meselâ:
“Sorsalar mağdurunu
gaddara kendin gösterir!”
demek kâfidir. Bu daha doğru
olur, fakat derhal sanki mısraın ruhu uçuyor ve biz basit ifadeli bir nevi
nesre düşüyoruz.
*
Her
yazıyı, gûya edebiyat için yazılan müstakbel bir kitabın sayfaları gibi
yazmalı.
*
Sanatkârlar
kendi fanî ömürlerinden dünya üstünde kalacak nisbî bir nev-i ebediyete bazı
mallar kaçırmak isteyen bir takım gümrük kaçakçılarına benzerler. Muttasıl
hislerinden, fikirlerinden, hatıralarından bazılarını içinde battıkları
zamanın sularından kurtarmak, harice, ziyaya, hayata tevdi etmek zahmetile,
inadile meşgul ve mustaripdirler.
*
İyiler ve kötülerin sözleri, akıllılar ve ahmakların
anlayışları ve anlamayışları, halkın ihsanları ve kıskananların isnatları,
methiyeler ve hicviyeler, doğrular ve yanlışlar, hep birbirlerine karışır.
Tesadüfün elleri gûya yeni bir kokteyl yapmak ister gibi bunları muttasıl
sallar. O zaman kendi gönlünü bayıltan şiir ve hayat kokusuna ve tadına yabancı
kalan ve senin edebiyatına atfedilen bir içkinin başkalarının ellerinde
dolaştığını görürsün! Onlar, birkaç mevsim, bunun tesirile mest olurlar. Ve
sonra, çok kere ruhun vücudunu daha büsbütün terk etmeden, bütün bunların
rayihası uçar ve sırrı kaçar ve senin içkin de gönülleri mest etmez olur.
*
Âtiye
itimadımız biraz gülünç bir zaaf eseri olmaz mı? Çünkü âtinin ekseriyeti de,
gene aşağı yukarı tanıdığımız adamlardan teşekkül edecek değil midir?
[ Ağaç der.; S.13,27 Haziran 1936 ]
Bazılarına göre ilham,
âdeta gökten nâzil olan vahiy gibi bir şeydir. Bir şair oturur da, ilhamına
tâbi olarak, kendine hariçten gelen fikirleri ve hisleri yazar. İlhamı ne
kadar kuvvetliyse kendisi o kadar üstün sayılır. Demek ki bir yazıcının,
sadece bir kalem gibi, gaipten geleni bir tesir altında yazabileceğine
inanırlar ve kıymetsiz bir muharririn bir gün ilham sayesinde kıymetli şeyler
yazabileceğine ihtimal verirler.
Bir nevi “tevfik-i
Rabbanî” ile kendimizin dışında bir kuvvetin bize yazacağımız şeyleri ilham
etmesi ve bizim bunları duyduklarını kaydeden bir kâtip gibi yazmamız tarzında
anlaşılan böyle bir ilhama inanmak bir mucizeye inanmak olur.
Gerçi zekânın ve ruhun
hasletleri o kadar karışık ve hesapsızdır ki mucizelere de rastgelindiği olur.
Fakat bunların ayrıca tetkik edilmesi lâzım gelir. Gerçi, edebiyatta,umumî
olarak, ilham da mevcuttur. Fakat bu, büsbütün başka türlü bir meseledir.
İlham, içimizde
haberimiz olmadan bize göre yaşayan kendi duygularımız ve fikirlerimizin
âleminden gelir. Muharrire İlhamını veren kendi hissi, düşüncesi ve
hafızasıdır. Sanatkarın
söylemek
ihtiyacım duyduğu şeyleri hayatın hâdiseleri karşısındaki düşünceleri
hazırlar. Hikâye etmek istediği şeyler hayatından çıkar. Hisleri tecrübeleri
demektir. Yazıları bütün bunlardan doğar.
Bir kitabı yazmaya
başlamadan evvel o bizim içimizde mevcuttur. Mevzuu ve hikâyesi itibariyle ne
olursa olsun, biz ona içimizde duyduğumuz bir geniş hassasiyettir diyebiliriz.
Onu bütün vuzuhu ile hudutları ile, teferruatı ile değil. Fakat taşıdığı
kıymetlerin bir kısmını göstermeyen bir bulut halinde duyarız.
Bir sanatkâr gönlünün
üstünde hemen daima müphem birtakım çalgılar, nazlı ve dağınık kokular,
vücutları teşekkül etmemiş incecik hisler duyar. Hemen daima bunların nasıl
eda edilebileceklerini düşünür. Hissî bir galeyan ile aşkı, dünyayı ve hayatı
bir meclûbiyet, bir memnuniyet veya bir felâket şeklinde duyarak bütün bunları
yazmak ister.
Asıl iş sanatkârın
içinde duyduğu bestelerin güftelerini keşfetmesi; ruhunda tekevvün eden bu
âhenkleri zapt ederek dile getirmesi; notalarını tesbit ile onları söyletmesi;
yazının ağları ile tarayarak başkalarının okuyabilecekleri satırlara nakletmesidir.
Asıl ilham budur: Bizim
derinliklerimizde müphem ve dağınık duyup hatırladıklarımız avlayarak toplayıp
şuurlu bir surette ifade edebilmek!
Bunu yapabilmek için bir
hasat zamanı lâzımdır. Yazmak işte bu ekin biçme zamanıdır. Bunun için ne
hariçten gelecek ilhama, ne başka bir âlemin yardımlarına zaruret ve lüzum vardır.
Yaşadığımız zamanın mahsullerini, yahut geçmiş zamanlardan süzülerek
hafızamızda toplanmış ve billûrlaşmış bütün hisleri, renkleri, şekilleri
hafızamızın bu mücevherlerini sanatkârın çalışması bize ulaştıracaktır.
Sanatkâr bunları
muttasıl eleyerek kıymetli taşları kıymetsizlerinden ayıran bir kuyumcu zahmet
ve dikkati ile cins olanlarını ayırmak ve kalplarını atmak ister. Bu iş,
herhangi bir ilhamdan ziyade, bir kuyumcunun dikkatli sebatını icap ettirir.
Bu müşkül işi
başarabilmek, bu zahmetli çileyi doldurmak için âsabımızın yatıştığı,
gönlümüzün râkit bulunduğu, zihnimizin yorgun olmadığı hülâsa iyi
çalışabileceğimiz bir zamana ihtiyacımız vardır. Her muvaffakiyet çalışma
kabiliyetlerimizin muntazaman işlemesinin mahsulüdür. Asabımız, zekâmız, yani
sıhhatimiz yolunda gider de lâyıkıyla çalışabilirsek yâni büyük bir sabır ve
dikkat sarfedebilirsek yazmak istediklerimizi yazabiliriz.
Jules Renard'ın bir
yazısında Baudelaire’in “İlham çalışmak tır.” demiş olduğunu okudum. Ben de:
“ilham çalışabilmektir.” demek istiyorum.
Edebiyatta ilham demek,
hulâsa hissedip bildiklerimizi, hatırlayıp düşündüklerimizi vücudumuzun ve
maneviyatımızın coşkun veya dinlenmiş; müteessir veya müsterih; heyecanlı veya
sakin, nihayet hususî ve müstait bir ânında, bir dalgıç gibi derinliklerimize
dalıp toplamak, onları zedelemeden, karanlıklarımızdan dünya yüzüne çıkarmak,
kendi olduklarına göre ifade etmek yolunda emek sarfedebilmemiz, çalışabilmemiz
demektir, işte bu kabiliyete ilham diyoruz.
Bütün hadesimiz ve
mantığımız, zekâmız ve çalışmamızla iç âlemimizden hangi cevherleri istihraç
edebildiğimiz meselesine, yani meydana çıkardıklarımızın kıymetli mücevherler
mi, kıymetsiz taşlar mı olduğu meselesine gelince bu içimizdeki âlemin,
hâzinenin, yani talihimizin sırrıdır.
Fakat, her ne olursa
olsun, biz nihayet damarını bulduğumuz ve kıymetli olduğunu umduğumuz bir
madeni, tıpkı bir amele gibi, delmeye, deşmeye, açmaya koyulduğumuz sıradaki
ilham artık bize gelmiş olmakla bizim ondan istifade etmemiz için acelemiz,
telaşımız var demektir, bazan da duyarız ki, eyvah, kapımız çalınır! Hayatımıza
devam edebilmek için her zaman ihmal edemiyeceğimiz işlerimiz vardır. Ya
bunlardan birinin saati çalmış olur, yahut biribirlerinin vakitlerini yemekle
beslenen burjualardan biri, (bu kelimeyi artist aleyhtarı mânasiyle
kullanıyorum) akrabamız, dostlarımız, ahbaplarımızdan biri gelir eğer bizim
herhangi bir budalayla bir iş üzerinde görüştüğümüzü görseydi hiç sesini
çıkarmayacak ve bizi pekâlâ mazur görecekken ancak kendi kendimizle görüşmekte
olduğumuz mazereti ona kâfi gelmez. Nef’i: “İtse
ger Nef’i n’ola gönlüyle daim bezm-has / Hem
kadeh, hem bâde, hem bir şuh sâkîydir gönül!"
diyedursun, bizim kendi gönlümüzle bezm-i hasımız bu andaki misafirimize kâfi
bir mazeret gözükmez. Bizi kendisinin zaten iyi bilmediğimiz ve tasvip etmediğimiz
işleriyle adamakıllı alâkalanmıyarak kendisini isteksiz bir hâlde
dinlediğimize, merakı ve heyecanı karşısında sönük ve soğuk kaldığımıza hayret
ve hiddet eder. Bizi nezaketsiz ve hotgâm bulur. Yakınlarda hayli ahmaklaşmış
olduğumuza da hükmeder. Bilmezler ki içimizde nice mevsimlerden beridir izini
takip ettiğimiz bir fikrimiz, bir hissimiz nihayet elimize geçmiş ve ziyaretimize
gelmiştir. Vuslatına ermekteyiz. Bu müstesna ânımızda onu ihmal edip kendisini
kabul etmekle eserimize karşı büyük bir günah işlediğimizi ve kendi lehinde
büyük bir fedakârlıkta bulunduğumuzu kat’iyen takdir etmez. Hakkımızda fena
bir fikir edinerek ayrılacak ve gidecek, ötede beride bizi çekiştirecektir.
Aman, uğurlar olsun! “Sağ olsun ehibba da ne derlerse
desinler!”
[ Yeni İstanbul gaz.; 3 Ocak 1950 ]
Bizde hayli yayılmış
olan zararlı bir yanlış da sanatın lâübalilikle imtizaç edebileceği zannıdır.
Bir kere, sadelik, tabiîlik, natüralizm yahut realizm ayrı ve sanatla telif
edilir şeyler olmak itibariyle, lâübaliliği severim demek, sanatı sevmem
demekle müsavidir. Çünkü sanat bir takım kaidelere riayetle başlar. Nitekim
medeniyette böyledir.
Sanatta üslûp, “stil”
dediğimiz şey, binaların inşasında, giydiğimiz esvapların biçiminde,
kullandığımız eşyaların şeklinde bile aranması lâzım gelirken, edebiyatta sanat
aleyhtarlığı, edebiyatı inkâr etmekle birdir.
Gerçi matbuata,
edebiyata lâübaliliği ithal etmek sevdası yeni bile değil, eskidir. Fakat
edebiyat üzerine hiçbir zaman ciddî bir tesiri olamamıştır. Zira lâübali
muharrirlerin eserleri değil, isimleri bile kalmaz. Edebiyat tarihleri bunları
kaydetmeden başka lâübaliler, yabani otlar gibi, türer ve eskilerin yerlerini
alırlar.
Bu kadar aşikâr
mütearefeleri inkâr edebilmek için ümmî olmak bile kâfi gelmez. Zira ümmîlerin
aklı başında olanları böyle iddialarda bulunmazlar. Sanatta lâübalilik aramak
züppeliği belki bir “tecahül-i cahilâne”dir. Herhalde ahmaklığa özenmek gibi
bir şey gözüküyor.
Cemiyet içinde bile
muzır olan lâübalilik sanatta imkânsızdır. Sanatı öldürür.
Bir muharrir, başka
birisini: “O kadar lâübali yazıyor ki, insan onu mahalle kahvesinde konuşur gibi
rahat rahat okuyor.” diye aklıca methediyordu. San’at ve edebiyat hakkında bundan
fazla yanılmak olmaz. San’atın mânâsı, ruhu tam bu görüşün aksidir. Zira
san’at ve edebiyat lâübali bir mahalle kahvesinde külfetsiz bir konuşma
değildir.
San’atkâr için bir
mahalle kahvesi arada faydalı olabilir. San’atkâr burada dinlenir, zehrini
döker, sıhhatine yarayacak surette manevî terini döker, dostlarının hususî bir
tadı olan muhaverelerini dinler. Fakat san’at ve edebiyat ruhun başka bir
telinden çalar. Müzeleri dolduran eserler ve dünyaya edebiyatı tarihlerini
dolduran kitaplar da böyledir. Bunlar mahalle kahvesi ayarında konuşmalar değil,
üstündedir. San’at ve edebiyat bir iman gibi, bir aşk gibi, bir din gibi ciddî
ve kendinden geçmiş bir şeydir.
Nasıl ki insanların,
ahşap mahalle kahvelerinden ayrı olarak ehemmiyet verdikleri; bütün kıymetli
malzemelerden, mermerden, tunçtan yaptıkları; çinilerle, yaldızlarla
süsledikleri mabetler de vardır.
Nazariyelerin zararlı
tesirleri burada suç üstünde yakalanıyor. Muharriri, bir millete bir mahalle
kahvesi rahatını terketmemeyi değil, sanatın mâbedinden içeri girmeyi öğretmiye
çalışmalıdır.
Ahmet Haşim de bir
kahvehanede parıldardı. Hararetini dökmek için! Onun bu parıltısını sevenler
ve asıl nuru budur zannedenler de vardı. Fakat o, bu ifrazattan sonradır ki
asıl şair Ahmet Haşim olurdu. Yani ruhunu bulup doyurmaya çalışan sanatkâr!
Bir mahalle kahvesinde
ancak gündelik kelimeleri kullanırız. Hayatta temas ettiklerimizle, amelenin
âletlerini kullanması kabilinden, bu hırdavatı istimale mecburuz. Sanat asıl
bu mahalle kahvesi gevezeliklerinin bittiği noktada başlar, insan sanatın bu
değerli samimiyetini bulmak için bir mahalle kahvesinin dumanlı havasını
geçmeye, daha büyük bir sükûta ve daha derin bir tabakaya varmaya muhtaçtır.
Sanatın makarrı gündelik sözlerin ötesindeki diyardır. Musikinin sözlerle
söylenemiyecek şeyleri nağmelerle ifade ederek ihsas ve tenvir etmesi gibi,
burada artık şair -edebiyatın büyük bir üstadı Mallarme’nin tabiri
veçhile“kabilenin kelimelerine daha saf bir mâna vermek” diler.
Evet, aynı kelimeleri
kullanmak şartiyle, çünkü elimizde başka vasıta yok, bu defa mahalle kahvesinin
lâubaliliğini değil, âdeta inandığımız bir dinin İlâhilerini duyurmaya koyulacağız.
Edebî, fikrî, felsefi bir mâna ve bir ifade bahis mevzu olunca iddia edilebile
ki, bütün kelimeler gündelik mânalarının hududunu aşarak ötesine geçmek
sevdasından-dırlar. Ancak sanat sırdaşlarının duyabilecekleri ikinci birer
mânaya gelmek azmindedirler. Böylece seslerinde, ahenklerinde, hüviyetlerinde
gizli nice cevherler ve mücevherler taşırlar.
Gündelik kelimelerle
yapmaya alışkın olduğumuz mahalle kahvesi cümlelerinin mübalâğalarla, fena
ihtiyatlarla, yalanlarla mânâları aşınır, kıymetleri fersudeleşir. Bunlar
körleşmiş, soysuzlaşmalardır. Fikirlerimize sadakat değil, ihanet ederler.
San’atkâr olan bunların ifade kolaylıklarına tenezzül edemez. Mademki o bilâkis
kullandığı kelimeler ve cümlelerin bu tozlardan, bu tortulardan kurtularak,
asıl fikir ve hissinin renklerine ve âhenklerine bürünmelerini diler.
Edebiyatçıların, şairlerin istedikleri ve yaptıkları bu kelimelere verdikleri
kıymetler, doldurdukları yeni mânâlar, ilâve ettikleri âhenklerdir. Asıl bu
hususiyetlerin birer ehemmiyeti vardır. Ve asıl istedikleri de bu gündelik
cümlelerin ifadesine yetmeyeceği bir fikir ve his ve âhenk duyurmaktır.
Hattâ bunlar kadar
mânalı bir takım sükûtlar dinletmektir. Zira şairler en güzel iki mısraı
arasına koyabildikleri sükût ile bunları derinleştirir ve mânalarını bu
sükûtlarına da teşmil ederler.
Ahmet Haşim, şiirde mâna
aranmaz derdi. Yani aranan alelâde, gündelik ve mutad bir mâna değil, bunların
derinliklerine inen ve harikuladeliklerini söyleyen bir mânadır.
Bunların ifadelerini
bulabilmek için gündelik kelimelerin ve cümlelerin bataklığından kurtulmak
lâzım gelir. Dil, sanatkâr için efsunlama kudreti olan bir şeydir. Şair,
duyduğu ve duyurduğu bu davetler, bu İlâhî sesler, bu yüksek makamlarladır ki
sanatın tılsımını elde etmiş olur ve bizi büyüler.
Gündelik mahalle kahvesi
dedikoduları ile kafası şişen bir adam, sanatkârın yendiği müşkilât nispetinde
duyduğu muvaffakiyet ve saadeti anlayamaz. Bu kendi kendini duyan, bulan ve
kendi ifadelerine eren cümlelerin, mısraların duydukları kurtuluş ve halâs
sırrına eremez.
Sanat mahalle kahvesine
sığamaz. Aynı insan aynı gün içinde âdi işler de görür, sanat ihtiyacını da
duyar ve ona bu hissi duyurmalıdır. insan kendi tamamını, bütününü ifade edebildikçe
ömrünün ufukları genişler. Mahalle kahvesi, ruhu da, kafayı da daraltır,
ismine lâyık olan sanat bizi, onun lâubaliliğinden çekip kurtarmak, temizleyip
yükseltmek içindir.
[ Yeni İstanbul gaz.; 22 Mayıs 1950 ]
Yeryüzünde
ehemmiyetimize o kadar kaniiz ki gök gürlerse bizi tehdit ediyor sanır:
yıldırım düşse, Nef’î’yi hatırlar ve kitabımızı yakacak diye korkarız.
*
Ahmak
olduklarını bildikleri nice kimselerin takdirlerini kazanmak istiyen nice
siyasat ve edebiyat adamlarına rast geldikçe hayran kalarak: “Bu ne kadar
tevazu!” demekten kendimi alamıyorum.
*
Muharrirler
yazılarına, şairler de şiirlerine harikulade bir ehemmiyet vermekte
haklıdırlar. Zira iyi yazabilmenin şartı, yazdığına büyük bir kıymet vermektir.
Bu mübalâğaları çok görmemeli, hattâ, edebiyat seviyesinin yükselmesi bakımından
bunları faydalı addetmeliyiz.
*
Dermiş
ki:
-
“Samotras
muzafferiyetini kazanmış olan bir heykeldir!"
Küçükler
ve büyükler kendisini tahkir veya tâciz ederler. Fakat nafile yere! Sanatkâr,
içinden duyar ki söz kendisinin hakkıdır; yazı kendisine vergidir; ve böylece,
Kafdağında yalnızca hüküm süren Anka kuşu gibi, tesellisini bulur.
*
-
Eserinizi ben pek
beğeniyorum.
-Ya!
Beğenmiyenler de mi var?..
*
-
Gördünüz mü, kibrinden
size elini uzatmadı!
-Ya!
Ben de bunu tevazuuna hamletmiştim!
*
Hamdolsun
ki sanatkârların bir züğürt tesellileri vardır: “Başkalarının maddî
servetlerine mukabil bizim de manevî servetlerimiz var!” diye düşüpürler.
“Başkalarının yaptıkları kâşanelere mukabil bizim de bakî kalacak eserlerimiz
var!” diye övünürler.
*
Hayat
daima sanata üstündür. Edebiyat da bir züğürt tesellisidir.
*
"Ben
değerliyim ama benim kıymetimi takdir etmiyorlar!” diyebilmek de bir
tesellidir. Allah bizi hiç olmazsa bu teselliden mahrum etmesin!
*
Dermiş ki:
-
“Ondan müthiş surette
intikam alacağım. Onu edebiyat âleminin dışında tutacağım. Ve o da
dünyanın haricindeki boşluğa düşmüş gibi tamamen yok olacak!”
Büyük
adam hayattaki rolünün fevkinde kalır.
*
Birçok
san’atkârların herkes tarafından beğenilmeyi arzu etmediklerinin sebebi, çok
beğenilen eserlerin çirkin ve fena olması daha muhtemel bulunmasına için için
besledikleri kanaattir.
*
Muharrirler,
yazılarını beğenen birisinin ismini duyunca, ona derhal yüksek bir pâye
verirler. En ihtiyatlısı, bu dostu mevkiinden düşürmemek için, onu tanımaya
kalkışmamaktır. Görüşmeler, çok kere, her iki taraf için de bir hayal sükutuna
sebep olur.
*
Dermiş
ki:
- “Bakın, kendim hakkımda büyük bir fikir beslemiyorum. Zira kendimi
başkalariyle mukayese etmek hatırıma gelmiyor!”
*
Muharrir
duyar ki eseri dereler gibidir. Geçeceği yolu bilir ve bulur.
*
Sanatkârlar,
kendilerine yapılan medhiyelerin samimiyetsizliğine bir türlü inanamazlar!
*
Dermiş
ki:
“Yalnız
beni medhetmenizi değil, beğenmediklerimi zemmetmenizi de isterdim. Zira beni
hiç beğenmediklerimin arasına karıştırarak medhederseniz ben bundan nasıl
memnun olayım?”
*
Bize,
sorulsa, hepimiz, kendisine takdim ettiği oğlu hakkında fikrini soran bir
babaya: “Beni görünce kâfi derecede heyecana kapılmadı!” diye cevap veren
Lamartine’e hak veririz.
*
Sanatkârın
hayatî müvazenesini temin eden en ehemmiyetli unsur, kendi içinde vicdanına
itimat ettiği kadar, dünya içinde de, eseri karşısında âdil bir hâkim rolünü
tutacak bir zümrenin mevcudiyetine, bir zamanın geleceğine inanmasıdır. Nasıl
ki hayat ve dünyanın bu sanatkâr ruhunda doğurabileceği en büyük bî-keslik
hissi de işte bu zümrenin mevcudiyetinden, bu zamanın geleceğinden şüpheye
düşmesi olacaktı.
*
Bütün
dünya kendisince çirkinleşmeye, çürümeye başladığı zaman sanatkâr: “Ben
eserlerimle kendime öyle bir kâinat yaratacağım ki orada kadınlar şefkatli,
erkekler zeki, kanunlar mûnis, ve herşey dilediğim gibi olacak ve ben
kaybettiğim eski cenneti iade eden bu âleme çekileceğim!” diye düşünür.
*
“Gündelik
kargaşalıkların bayağılıkları, haksızlıkları ne olursa olsun, her hâlde, bütün
bunların üstünde, kendi eserimin nizamına, intizamına kavuşacağım!” diyen
kurtulur!
*
Sanatkârın,
şairin müesses kuvvetlere, resmî makamlara, hükümdarlara karşı istiklâl ve
gururlarını en güzel bir surette ifade eden On dördüncü Louis’nin teveccühünü
kaybetmekle hastalanan Racine değil, krallarla alay eden, fakat kârlı muarefesini
kesmiyen Voltaire değil, fakat, Bağdat’taki büyükTürk şairi Fuzulî’dir. Ve
sözleri dünya edebiyatında klâsik olmaya lâyıktır. O:
“Her cihetten fâriğim, âlemde hâşâ kim
ola Rızk için, ehl-i beka ehl-ifenânin çakiri!’’
Dediği
zaman bunu, cihangir ve muhteşem bir padişaha karşı, Kanuni Sultan Süleyman
zamanında söylüyordu!
insan,
bir muharrir olursa, kendisi hakkında gerek medh, gerek zem, gerekse gûya
sadece tenkit, tahlil ve hatıra olarak yazılanlar içinde ne soğuk, ne saçma, ne
yanlış, ne haksız şeyler bulunduğunu düşünerek bütün bunlara bir daha vesile
verecek ölümünden iki kat soğuyor. Evet, şüphe yok ki bir sanatkâr için en
ihtiyatlısı, mümkün olsa, hiç ölmemek olacaktı!
[ Yeni İstanbul gaz.; 10 Aralık 1949 ]
Zekâ, zekâ... Bütün
feylesofların aradıkları bu şule-i rehâ, bu vadi-yi giryân içinde selâmet
yolunu tenvir edecek yegâne şule-i kudsî hiç de kolay kolay yanmıyor; yavaş
yavaş, uzun, kanlı tecrübeler neticesinde doğuyor; bu, adam bulmak için
Diyojen’in yaktığı fener değil, fakat adamın başından yanan bir yıldız!.. Bahtiyardır
o millet ki, yıldızını bilir ve gözleri ona merkûz olarak yaşar. Zîra bütün
nurunu, nârın ona bahş ve ilhâm edecek hep bu yıldızdır. Tecrübeler
hudutlarımızı bulmak içindir; hayat en mahrem benliğimizi bularak onu inkişaf
ettirmek için! Fakat bütün talimimiz kendi yıldızımıza bağlıdır.
Bizi
daha şuurlu, daha derin bir tabaka-i hayata îsâl eden bir dönüm noktasında, bir
merhale-i tekevvünde bulunduğumuza hiç şüphemiz yoktur. Tarihimizin yeni bir
devresine girdiğimize bütün vicdanımızla kaniiz. Ruhî ve fikrî ihtiyaçlarımızın
ittisâ ettikleri bir devreyi idrak etmekteyiz. Bunun için bize daha öz bir gıda
lâzım geliyor. Mazinin bî-sûd kelimeleri artık ne gönlümüzü avlayabiliyor, ne
karnımızı doyurabiliyor.
Yaşadığımız
bu zamana yalnız edebiyat nokta-i nazarından bakılsa, görülür ki, zamanımız
fakir değil, elbette zengindir. Bir taraftan en dâhi şâirlerimiz kadar büyük
bir şâire, Abdülhak Hâmid'e muasırız. Diğer taraftan edebiyatımız bütün
âtisinin kıymetini fevkalâde arttıracak bir zenginleşmenin arifesindedir. Şükür
bize! Milliyet nûrunu bulduk. Zekamız, yani mantığımız, ilmimiz, harsımız,
hissimiz bu yeni güneşle fevkalâde inkişaf edecektir.
Babalarımız
yabancı bir mantıkta bir çare-i selâmet aramışlardı. Sevdiğimiz eski üstadlar
(Meselâ bir Tevfik Fikret) bizim haricimizde mevcud olan bir hakikat-i
mütecerrideye inanır ve onu bir hakikati fennîye tarzında bulmak, ona kademe
kademe yaklaşmak kabil olduğuna kanaat ederdi.
Biz
nihâyet mantıkla muhabbetin, ihtirasın, gönülün hiçbir tezat teşkil edemeyeceğini
anladık. Mükemmel bir adamın herekâtı dâima kendi kalbinin darabâtına tâbi
olur. Hayata manâfı değil, hayâtın mahsûlü olan bir mantık hisse müteârız bir
şey değil, fakat hissî birşeydir.
İnsan
en mahrem tabiatine râm olarak önceden sever, inanır. Kendisinde yahut bir
tanıdığında bir şüphe belince bu sevdiği ve inandığı şeyi ya kendi kendine
te’kid, ya o tanıdığı şüpheye düşen adamı ikna için bütün kalbiyle muhakeme
etmeye koyulur. Maksadı esasen sevdiğini ve istediğini isbât etmekten
ibârettir. Ve bunu isbât etmek kendisince bir ihtiyaç olunca ilim, top, tüfek
ve ateşi birer delil, birer bürhan olarak kullanır. Yeryüzünden bu hissî
mantığın imhâsı için ya ihtirasların itfâsı yahut bunların kendilerini açıktan
açığa birer ihtiras olarak i’lân etmeleri, kendilerini hiçbir sebep
göstermeden, mazeret, vesile aramadan ifşâ etmeleri lâzım gelecekti. Halbuki
ihtiraslar hiçbir zaman imha edilemeyecek ve sırf bir ihtiras siması izhâr
edecekleri yerde dâima kendi kendilerini aldatarak, yine bir mantık kisvesine
bürünmek, mantık kuvvetine istinât etmek isteyeceklerdir. Adamlar böyle
muhteris kaldıkça, hatta ihtirasları içinde yandıkça hissî mantığın ilânihâye
devam edeceğini ve hatta her mantığın da bunun için hissî görünmek istemeyeceğini
tasavvur etmek kolaydır.
Bazı
adamlar vardır ki kendilerini damarlarında dolaşan kanı tekzîb edebildikleri
nisbette müterakki ve münevver farz ederler. Arzu ettikleri şey yabancıların
kendi hayatlarından istihsâl ve tasvip etmiş oldukları bir mantığa tâbi
olmaktır. Fakat vücuda hazır bir esvap alındığı gibi ruha da hazır bir mantık
nasıl uyabilir? Tabiidir ki her kafanın hususî bir mantığı olur!..
Bizim mantığımızın mabetleri, hazîneleri de ulu
câmilerimizdir. Bir cami bize lâzım olan mantığın câmiîdir. Asıl bunlara bakmalı,
bunları korumalıyız. Fakat mâneyi hudutlarımızın vüsâtini daha keşf edememiş ve
ülkemizi şuurumuzla dolduramamışsız. Bugünkü, yaşınki edebiyâtımız, şâirler,
muharrirler ve feylesoflarımız bu noksanı itmâm, bu boşluğu imlâ edecek ve bize
daha keşf etmemiş olduğumuz bir vatan ve çoktan unutmuş olduğumuz bir lezzet
vereceklerdir. Madem ki benliğimizin, rûhumuzun ittisâını ve bu fâni
varlığımızın bir ebediyet ve umumiyete iltisâlini idrâk devresindeyiz, bize
mev’ûd olan meyveler kâinâtın mümkünâtı içinde en lezîz olanlarıdır. Biz şimdi
milliyette şuur lüzumunu, milliyet cereyânını marazî bir ihtiyaç ve
hassasiyetle hisseden bir nesiliz, (öyle ki şimdi gayr-i millî olduğunu bir an
için tasavvur etsek bize hatta cennette bile vatan, tatsız gelmez mi?)
Edebiyâtımız da millî,
milliyetperest olacaktır. Çünkü milliyetin terakki, tevessü taassub kesbettiği
bir devreyi yaşıyoruz.
Edebiyatımız kendine
rağmen bu hislerle mütehassıs ve meşbû olacak, çünkü sanat havâ-î değil,
hayatîdir..
Hayatımız artık yumuşak,
gönül bayıltıcı değil... Hatta denilebilir ki hayat ile
hayal arasındaki mesâfe gittikçe artıyor; ecdadımıza her çeşmesinden
bir âb-ı hayat akan vatanın şimdi çeşmeleri susuz, hiçbirinde bir âb-ı şiir
kalmamış. Bu milliyet cereyânı olmasa bilmem
nerde teskin-i ateş ederdik? Bu milliyet cereyân olmasa tesellimizi şiirimizi,
ümidimizi, hayalimizi nerede bulur, ruhen nasıl denk bulur, bilmem nasıl
yaşardık?..
Bu asrın
feylesofları sayesinde, bizden akdem başlayan bir tekâmülün -Kemâlini kendi
faniliklerinde bulamayacak- mahsulleri olduğumuz hakkındaki kanaatimiz ve
yavaş yavaş uzun, müselsel, bizden sonra devâm edecek bir tekâmül istikâmetinde
geçen hatveler olduğumuz hakkındaki emniyetimizden, bütün bu fikir ve
İlişlerimizden bize bir arzu, bir emel doğuyor: Bu tekâmüle şuurumuzla iştirak
etmek ve bunun için milliyetimize tamâmiyle ermek, bütün mânâsı vicdanı,
mebzûliyyeti ile milletimizin faziletlerine ermek.
Asıl
hayat herkesi kemâline doğru götüren kuvvettir. Kuvvet, mantığımızdan serî
olan hamle-i hayat, mantıktan evvel rehâkâr olan hamledir. Bilsekte bilmesekte,
itiraf etsek de etmesek te bu emel, bu arzu bütün hissiyât ve icreâtımıza
karışmakta, tahakküm etmekte, bütün tecrübelerimize, fedâkarlıklarımıza,
mağlubiyetlerimize, isyanlarımıza, galibiyetlerimize sebep olmaktadır. Bizi
böylece kendimize rağmen mâziye ve âtiye hamd eden tali'in idrâki ise yenidir
denilebilir.
Gecenin içinde
korkmuş ve koşarak geldiği evinde annesi kendisini okşarken de bir çocuğun
duyduğu sekîneti, cesareti, saadeti duyuyor, ölüm karşısında korkmayan cesaret
duyuyoruz. Zira şahsî ölüm korkusu ancak umumî bir hayat hissinde sünebilir.
Tabiidir ki bu kadar vüs’atli, şümullü bir cereyandan herkes kendi
kabiliyetine, nasibine göre bir hisse-i zevk ü şeref alır. Bizi yevmî istiğalâtımızm
miskinliğini düşünmeye sevk ve- Nevrastanik bazı hastalıklar elektrikle tedavi
edildiği gibi- sıhhat-i ahlâkîyemizi mukavemet-sûz bir sarsıntı ile yerine
getirecek bir surette bize gayr-endişlik, fedâkârlık, hamiyet, cesaret, vakar
ve samimiyet, hülâsa ecdâdımızda daim takdir ile yad ettiğimiz faziletleri
gösteren, öğreten, bize nümûne olan askerlerimiz bizim asıl üstadlarımız
olmuşlardır. Şimdi Türk milletinin an’anevî faziletlerine azamî bir hayat
dersi veren Türkler Anadolu’da bugün de o şerefle istihkaklarını ispat ettiler,
öyle farzolunduğu gibi mücerred ve âfâkî bir hakikat görebilecek gözler olsa,
teslim edilirdi ki, onların dünyaya bugün de ibrâz ettikleri en muhteşem, en
ulvi manzaraların biri de maddenin noksanını ruhlarının fazlasiyle ödeyen,
dolduran bugünkü bu büyük Türkler, kahramanlık şâiri Corneille'in bile tahayyül
edemediği kahramanlar oldular.
Gerçi
-demin bahsettiğimiz- o çocuğu hırsızlar annesinin kollarından almak
istedikleri zaman annesi aşkile onu bırakmak istemeyerek kollarında tuttuğu ve
müdafaa ettiğinden çocuğun çektiği cezayı, duyduğu, acıyı haksız hırsızlara
değil, zavallı anneye atfeden budalalar da var. Ancak bunlar ne söylerse
söylesinler, hayata karşı ne yapılabilir? Milliyet cereyânı hızını hayattan
alan, bizzat hayat olan bir cereyandır. Bir millet ya hiç olmaz yahut - bizim
emin olduğumuz gibi - var olacaksa, bir millet hayatının bütün şubelerinde,
bilhassa en müstakil, en mahrem, en derûnî, en mefkûreci olan edebiyâtında
millî ve şuurunu buldukça daha milliyetperest olur.
[ Yarın der.; S.6,17 Teşrinisâni 1337 (Kasım 1921) ]
Nafıle yere, hiç kimseye nasihat vermeğe
kalkışma! Sözü nü başkasına değil, kendine bile dinletemezsin! Halbuki her kaş
yapmak isteyenin maruz olduğu bir tehlike vardır ki o da gönül kırmaktır.
İnsanların karşısında o
kadar ihtiyatlı olmalıdır ki tevazu bile ihtiyatla gösterilmelidir. Zira
insana pahalıya mal olabilir. Sözlerini ciddiye alırlar da tevazuunu aczine
hamlederler.
*
Hiç olmazsa makul olan
tevazuunu duyacak kadar mağrur olmalısın!
En evvel, başkalarının
sandıkları gibi olmadığını göstermeğe çalış! Fakat bil ki buna hiç muvaffak
olamazsın! Sonra, kendini olduğun gibi göstermeğe alış! Fakat bil ki buna
büsbütün muvaffak olamazsın!
*
Tıpkı bir fener bekçisi,
bir yangın nöbetçisi gibi daima tetikte olmalı, ufuklarımızı kollamalıyız ve
içimizde beliren en hafif ışığı, en küçük parıltıyı, en müphem nuru yazımızın
ağlariyle avlamağa kalkışmalı, eserimize aktarmağa çalışmalı, eserimize
aksettirmeğe uğraşmalıyız.
*
Bir meseleyi iyi
biliyorsan onu hiç bilmeyenlerle münakaşa etmekten ne zevk alıyorsun?
*
Söylediğin sözler bari
hoşuna gitmeli ki söylenmeğe değsin. Söylediklerinden hiç olmazsa kendin zevk
almalısın. Hoşnut olmayacağın şeylerden ne diye bahsedersin? Sözüne
değmiyeceklerle ne diye konuşursun? Tariz etmek için bile bir üstadı intihap
et!
*
Söyleneni dinlediğin ve
duyduğun kadar söyleyene bak: Sözün saçmalığındaki sebebi görmüş olusun!
*
Nafile, hiç kimseye
meram anlatamazsın. Sözlerin dinleyen kulaklara göre değişir. Sen düşünmek
hakkını kullanırsın. Biri kendi hukukuna tecavüz ettiğini sanır. Sana darılır,
öteki hukuku düvele riayetsizlik oldu diye telaş eder. Kıyameti koparmak
ister. Nafile, hiç kimseye dert anlatamazsın!
*
Adilikle karşılaşmak
mukadderdir. Muarızlarımız, yazık! verebileceğimiz cevaplara lâyık olmayacak!
Fakat kendimize lâyık muarızları nerede bulmalıyız?
*
Serçeleri yere sermeğe
saçmalar yetişir!
*
Başkalarının sana yapmıyacakları
iyilikleri sen ne diye onlara göstermeğe kalkarsın? Gönlümüzü kıran nankörler
hep kendi yetiştirmelerimizdir!
*
Bizi güldürmeğe uğraşan
mizah mecmuaları ekseriyetle ne soğuktur! Halbuki hem kendileri, hem kârileri
tarafından ciddiye alındıkları için insanı gülmekten bayıltacak kadar komik
oldukları hiç takdir olunmamış nice muharrirlerimiz var!
*
Göze girmek için
müverrihin tarihi ve münekkidin medhiyesi çekilmez. Göze batmamak için bir
kaside söyleyeceksin! Ve sonra sükûtun bu kasideni muttasıl tefsir ve teşrih
eder gibi olacak!
*
Nazımda şu üstünlük var
ki güzel bir kafiye yersiz sözü mazur gösterir. Ve güzel dudaklar gibi,
gevezeliğin hakkım teslim ettirir.
*
Şairlerle görüşürken
onları ilzam için ağzında mısralarından biri eksik olmasın!
*
Bir muharririn sanatı
yazmak ve daha yazmağı meşketmek olduğuna göre kendi kalemini bırakarak
başkasının kitabına sarılmak yani okumak çok kere, bunun aksine, göz boyayıcı bir tembellik oluyor. Zira kitapların çok kere
yaptıkları dostların nice vaktimizi alan gevezeliklerini tekrardan ibarettir.
*
Gördüğümüz yerine
hatırladığımız şeyleri yazmanın san’at bakımından kolaylığı ve üstünlüğü şundan
gelir ki hatırladığımız güfteler, hafızamızın eleğinden geçerek, eski
bestelere göre kendinden geçmiş, eski aşklarımızın tesirile ve daha nice hilelerle,
kendi kendilerine, bize göre bir sanat eserine dönmüştür.
*
İçimizde fena olan ne
varsa fani zamanın malı ve iyi olan ne varsa ebediyetin mirasıdır. Gündelik
şeylerin cazibesinden kurtularak ebedî şeylerin hakikatine dönmeliyiz. Ve bunun
içindir ki ne kadar geç yazarsak o kadar iyi etmiş oluruz.
*
Ruhun kabul etmeden kapı
dışında bıraktığı malûmattan sanat namına bir hayır gelmez. Emniyetimizi temin
için malûmatınızı bir iman hâline koymak lâzım gelir. Bir edibin vazifesi
kafasının inandığı fikirleri ruhunun hisleri haline yükseltmektir.
*
Sanatına o kadar sadık
kalmalısın ki o bahis mevzuu oldu mu: “Hiçbir şeyi ihmal etmedim!”
diyebilmelisin!
*
Hayat, tabiattan kaç
kere daha zengin, ne kadar daha güzeldir! Fakat, adına lâyık olan bir sanat da,
bize bu servetin bir parçasını olsun verebilmeli, bu güzelliğin bir zerresini
olsun dııyurabilmeli değil midir? Bunu da yapamıyan sakat, yanlış, kansız ve
yavan sanat sanki neye yarar?
*
Morfine alışanlar
gittikçe daha çok morfin ararlar. Edebiyata alışanlar da gittikçe daha su
katılmamış, daha koyu, daha safi, daha kuvvetli, daha çok edebiyat ararlar.
*
Arada sırada, yalnız
başlarına, yahut, elele vererek, “edebiyat’’a bir safsata mânasını atf ile onu
gözden düşürmeğe uğraşmak hiçbir sanatı olmıyan muharrirlerin âdetleridir.
Halbuki bu, edebiyatın ihtişamına dokunmaz; sadece, kendilerinin hiçliklerini
meydana koymağa ve acizlerini göstermeğe yarar.
*
Edebiyat, daima, “yarı
yoldan ziyade yerden uzak” bir gidiş, tehlikeli bir yükseliştir. Sanatkâr,
daima, kendi tesirinin de fevkinde kalır ve kendini bir boşluk içinde duyar.
*
Biz onlar kadar
alçalmıyalım da, onlar bizi bulutlar içinde sansınlar, zarar yok!
*
Biz onlar kadar
alçalmıyalım da, onlar hayal ettikleri bulutlarımızdan nem kapsınlar, zarar
yok!
*
Dünyanın mucizesini ve
hayatın kudsiyetini her gün inkâr edenler bir gün sana hücum edecekler ve
sanatın tacını başından düşürmek istiyerek hiçbir şeyi ilâhlaştırmamak lâzım
geldiğini söyleyeceklerdir. Bunların duyulmıyacağı ve değmiyeceği bir makama
yüksel!
*
Çıkmaz sokaklardan
çıkarak sonsuz ufukları seyret; lâübaliliğin bozuk havasından kurtularak,
açıklıkta, mensup olduğun millete hitap et; samimiyetin mahrem birkaç
arkadaşına değil, bütün beşeriyete açılsın!
*
Cenaze resminde nutuk
söylenmesini ihtiyaten menetmelisin. Düşün ki maruz kalacağın sonuncu
anlaşmamazlıklara artık hiçbir cevap veremiyeceksin!
[ Aile der.; Sonbahar 1949 ]
Şiir
tamamiyle hissedilmek sevilmek için acaba tamamiyle anlaşılmaya muhtaç mı yâni şiirde vuzûh lâzım
mıdır?..
Bence
bu şekilde sorulan suale “değildir” diye cevap vermek o kadar mukadder ki onu
ancak şu yolda irâd etmek iktizâ eder:
Şiir
tamamiyle hissedilip sevilmek için acaba biraz müphem olmalı, gayri vâzıh
aksama mâlik bulunmalı değil midir?..
*
Sanatın gavâmızını hassas
bir surette düşünmüş olan muasır bir büyük Fransız muharriri, Anatole France:
“Güzel bir mısra, âhenkdâr âsâbınız üzerinde gezdirilen bir mızrap gibidir.
Şair içimizde kendi fikirlerini değil bizim fikirlerimizi tegannî ettirir.”
diyor, işte bunun içindir ki en yüksek şiir “ifade” nin “Nâkâbil-i ifâde”ye
vardığı nokta, bu ikisini birleştiren bûsedir. İın'eşt point essentiel pour nous emouvoir
q'une poeme sait clsir." - Maurice Barres: Amori et Dolori Sacrum p.25
Şiir
bize güyâ belâgatin mukadder şiveleriyle çocukların İlâhi mırıldanmaları
berâber duyuluyormuş gibi müessir gelir. Şiir, bunların ikisi birdendir. Böyle
değil midir?..
Şairler
bizim o sükût içinde sustuklarını duyduğumuz şeylere bir lisân verirler.
Bir
şâire lâzım olan, âhenkleri tahlil sanatıdır, veznin ve kafiyelerin mûsikisini
ve hislerle mukârenet ve tevâzünlerindeki âhengin esrarını bilmektir.
Harfler,
kelimeler, sözler bir takım hâzinelerdir. Hisler ve fikirler kadar kıymetli,
giranbahş, mukaddes hazineler!., ve bunlarla güzellikler ibdâ etmekte
şâirlerin rolü, vazifesidir.
Şairler,
karanlık yıldızlar ve herbiri mütereddit olan gecelere benzer. Karanlık semâyı
ve sinesinde parlayan yıldızları biz bir nazarımızla kucaklar beraber
görürüz...
Şiirde
mânâ şiirin ahenginden doğar, yoksa mâna bu şiiri doğuramaz.
Şâirin
mısralarından bülbülün sesindeki mânâlar taşar.
Ve
binaenaleyh hiçbir şiirin mânâsı tamamen vâzıh ve sabit olamaz.
Her
şiirin ne kadar kârii varsa hemen de o kadar mânâsı vardır.
Ahengin
mukadder belâgati bize lisânın en hâd, en samimi ve en derin lezzetlerini
sunar. Lisanın kelimeleri bir gaşy bûse içinde daha hiç söylenmemiş mânâlarını
açar ve biz bu bûse ile mest olurken diyemeyiz ki bu şiirler mânâsız!..
Şiir,
aşk içinde duyulan sözler gibi bir söz; rüyâya, hulyâya, kana nakşolan bir
sözdür demek yalnız cümleler; sıcak nazarlar; hudutsuz bûseler gibi cümleler;
parıltılar, sular gibi seyyâl ve mahrem bir ses, bir sır veren cümleler
kâfidir, bunlardan daha şaiâne bir şey bulunmaz...
Şair,
bir ruhun harîmine en derin sûrette inen ve ekseriyetin derin sükutunda kalan,
sükût ve ibhâma en yakın olan hisleri, sözleri, sesleri -sıcak denizlerden
çıkarılan inciler gibi- avlayan sanatkârdır. Bizde medfûn olan bir hakikat-i
meçhûleyi söylüyor.
Şâir,
hislerin hudud-ı aksâsındadır.
Bulup
söylediği sözler bir sırdır.
Bizim
sözlerimiz üst tabakalar, sathî tabakalarda kalıyor. Sükuttan musikiye geçer
gibi perde perde inmeliyiz ki mûsikîşinasların bildiği o ziyâ ve zulmet
sesleriyle ruhlarımızın içinden bir şey söyliyebilelim...
Bir
adamın ruhu ne derin, ne esrarlı bir şeydir, bilmez misiniz?.. Her gün
konuştuğumuz âdi lisân ile ruhlarımızın İlâhi lisânını unutuyor, sonra, bir
gün onu duyarsak yadırgıyoruz.
Lisânın
kelimelerini hergün kullandığımız gibi, onlara daha şeffaf olmalarını temin
eden seyyal bir âhenk bahşetmeden kullanılmakla gözle görülmez ve elle tutulmaz
şeylerin uzaklıklarını ve âhenklerini söyleyemeyiz.
Meçhûl,
perili, sihirli esrâr içinde şeyleri bize nakl ve isâl edebilende sözler, bize
esrar içirende sözlerdir.
Şiirin
düsturu belki budur belki de değildir. Bilmeli, itiraf edebilmeli ki şiir
mûsikî gibi bir şeydir.
Şairler
hissedilebilir ve edilmezse anlaşılmaz. Şair, bir fikri mûsiki gibi, bir
âhenkle ifâde eder; kelimelerin yan yana gelerek birbirlerine temaslarından
hâsıl olan bir ahenkle!..
Mûsikinin
sûhûnetlerini, rûchanlarını medhedeceğim. Anlaşılıyor ki mûsiki cidden umûmi
olmaya müsait ve namzet olan başlıca sanattır. Zira mûsikiyi - yevmi bir mânâ
ile “anlamak” hiç lâzım değildir. Kâtidir ki herkes onu hissedebileceği kadar
hissetsin!..
Zâten
avam şâirleri de şarkılarında ve nefeslerinde hitapettikleri halka vâzıh bir
kelâm - mantık değil, fakat hissen içilir bir iksir sunmasını ne güzel
belirler!.. Kitap şâirlerinin hitâbettikleri halk belki başkadır: Sanat
tiryâkilerine edebiyatperestlere hitabediyorlar. Lâkin bunlar da ekseriyet halk
gibi, “aşağı yukari”ye râzı olan adamlardır. Fenai kasten bertaraf ederek, her
şeyden ziyâ de kendi his ve zevklerine tabi olmayı ve derûni mûsikilerini
dinlemeyi severler...
Zâten
şiir nedir?.. Ne olması iktizâ ettiğini düşünmek ziyâde nasıl olduğuna bakacak
olursak şiir, belki, hakikati ibhâniyle birlikte görüp tefsir etmek bu cihetle
onu dumanlı, renkleri birbirine aksetmiş olarak irâe etmektir. Böyle değil
midir?..
Sizin için şiirden
tereşşuh eden mânalara bakınız. Şiirde hemen dâimâ bir mantık meziyetiyle bir
mantıksızlık (fevkâlmantık?) meziyetinin ahenkli bir surette imtizâc edip
edemediğiyle meşgul olduğunu göreceksiniz!..
Şâirin
zekâsında ezeli bir âhenk güya mantıklı denk gelir.
Esasen
bütün şâirler, evvelleri bunu bildiğimiz gibi, biraz deli ve uzun saçlı Mecnun
ile uzun saçlı Hamlet’e biraz akraba değil midirler? Fakat zekâ-yı beşerin en
çok iftihar edebileceği eserlerinin birkaçı da bunların vücuda getirdikleri
böyle birkaç eser-i dehâ ve cinnettir.
Olabilir
ki şâir -sathî ve âmiyâne mânâsiyle - “vâzıh” olmak için lâzım gelen sözleri
şiirinde söylememiş olsun. Emin olunki bunun sebebi o sözlerin kendisine
bilakis lüzumsuz, zâid gelmiş olmasıdır. Çünkü bizimle aynı seviye-i mantıkta
değil; kendisinin en elzem sözleri söylememiş olduğunda şüphesi yoktur.
“En
elzem sözler” bunlar “lâzım olan sözler"; duymazlarsa bazılarına belki
lüzumsuz görülecekse de böyleleri bir fikrin, bir hissin âşıkları değildirler.
Şairin
bize söylediği şey, biz bunu -gayr-i şuûrî bir sûrette - çoktan beri düşünmüyor
ve hissetmiyorsak, bize “yeni” değil, nâmevcûd gelir; bizim mahrem hislerimizin
ifâdesi, bizdeki sırrın ifşâsı değilse bize “yeni” gelmez- çünkü hiç gelmez!..
İşte
sanatının mühim nüktelerinden, gavâmızdan biri Anatole France’ın demin
zikrettiğim sözü veçhile bize yabancı bir fasl-ı mûsikî tertîb etmeye sa’y
değil, bizde uyuyan mûsikiyi uyandırmaya çalışmaktır. Şâir, bir sahifesine bir
musikîyi hapsedemez. Yapacağı şey bu musikinin kalbimizde medfûn bulunduğu
noktayı keşf ile onu kalbimizden fışkırtmak, kalbimiz üzerinde gezdirdiği
mızrap ile, onu bizimle halketmektir. Bizi teganniye getiriyor.
Hislerimiz
üzerinde gezdirdiği bir mızrap olan mısralarıyla içimizdeki kördüğümü çözerek
bizde susan mûsikiyi coşturuyor. Hevesimiz üzerine mutlu bir mûsiki yağmuru
dökerek bizi mest ediyor!..
Olabilir
ki gayr-i va’zıh, müphem kalmak özenilecek aranılacak bir meziyet değildir.
Belki vuzuha varılmadığı için müphem kalınır. Demek müphem kalmak ıztırârdır.
Vuzûh ile mantığı da en büyük meziyetler addetmeye kalkışmamalıdır. İki ile
iki dört eder. Fakat bu hakikatin karşısında hayran olunacak bir şey yoktur.
Bir gülün daha müphem bir şeydir. Fakat zevkimiz için ne kadar daha kıymettâr:
Bizi gaşy eder!.( ıztırâr: üstünlük/gaşyi kendinden geçme, bayılma)
Sanır
mısınız ki mehtâb en muğlak bir şiirden daha vâzıhtır?.. Ne söylüyor, gül kokan
bu mehtap içinde çağlayan bülbül?.. Lisanım vâzıhan anlamadan ve ne
söylediğini bilmeden bile, kalbimin bütün kuvvetlerini cûş ettirdiğini görmüyor
muyum?.. Ezeli âteş için işte muhtaç olduğum bir damla zemzem...
Dikkat ettim ki kalbime
bülbülün bir çift nağmesinden sonra bir çift nağmesi daha aksedince bu, dört
olmuyor, gûya birbirine akseden girift âyineli baharlar ve hazanlarımın
mazilerime varan bir dehlizi içinde sanki rüyamdan, hülyamdan, hatıramdan ve
aşkımdan gelen binlerce sesler oluyor ki aralarında serbest sayıyı şaşıyorum...
Ve artık - insaf etmek isterseniz - felsefemi bir mûsikî gibi dinlemelisiniz...
Akılsızların başlarında
öyle büyük bir boşluk vardır ki nekadar söylesen nafiledir, bunu sözlerimizle
doldura-mayız. Binaenaleyh biz de lüzumsuz sözleri değil, bize elzem gelenleri
söylemeliyiz. Karilerin bâzılarının bir hesap aradığı yerde biz cevap olarak
onların rûhunda biz mûsikî uyandırmağa çalışmalıyız!..
Büyük bir vuzûh merâkı -
belki de en güzel şiirler tamamen vâzıh olmadığı için - ihtimâl ki şiirin
şevkine, muhâlif birşeydir esâsen görüyoruz ki “gayr-i vâzıh” buldukları
şiirleri sevmeyenlerin husûsi bir derinlikleri yok, vuzûh merâkı ve sathîlik
zevki... işte bunların hasletleri!.. Bu kadar vuzûh ile vâzıhen sathî
kalıyorlar!..
Çünkü güzellikler
üstünde bir nem, bir buhar gibi, ince ve her zaman titrek hisler uçuşur ve
onlar bunu kabul etmiyorlar. Halbuki en hassas terazileri getiriniz:
Hislerimizi tartabilecekler midir?.. Kalbimizde hiçbir tartıya gelmez
hislerimiz yok mu?..
Şiiri sevmemek kâbildir.
Fakat umumu zorla kendi zevkine (zevkine mi, zevksizliğine mi?) râm etmek istemek
dar bir aklın (bir «kim mı, akılsızlığın mı?) kârı değildir?..
Bilakis şiirden
anlayanların âdedini çoğaltmak için, onu âdi mânâsiyle “anlamak”
değil hissetmek lâzım olduğunu, onun hadsiz bir şey olduğunu îzah etmeliyiz.
Bir nevi “anlatmak”, anlamak ve kabul etmek, işte kavranılacak nokta budur!
...birde gayr-i vâzıh
tabakalara varılır ve müphem kalınır, çünkü şâirler şiirini, âlimler ilimlerini
dâima daha yükseltmek, dâima daha derinleştirmek ihtiyacım hissederler. Herkesi
bitiren kendi dehâsıdır. Sanırım ki hepimizi öldüren bir kalp hastalığıdır.
Kendi kalbimizin hastalığı. İlk adam, Hazret-i Âdem bile cennette nesi eksik
olduğunu bilmeden evvel, bildiği lezzetten daha lezîz olduğunu umduğu bir
meyveyi memnû oluşuna rağmen tatmaktan fâriğ olamamıştı. Her kalp daima daha
çok bir lezzet ister; herkes dâima daha yükselmek ister; bütün hayat cûşân olan
bir âhenkle yukarılarda - kırılıp, bîçâre! havz- ı zamânın bîşuûr sularına
dökülünceye kadar - daha yükseğe varmak isteyen bir fevvâre gibidir. Edebiyâtımızın
büyük bir pîri, büyük kahramânı Nâmık Kemal bu nükteyi bir mısra içinde canlı
bir kuş gibi avlanmış ve ona îlânihâye bu hakikati söyletiyor:
“Yüksel ki yerin bu yer değildir!..”
Pervaneler gider ve
sevdikleri ziyâlarda yanar, her kalp dâima daha âteşin bir aşk arar.
Mûsikişinâs gittikçe
derin bir mûsikî, şâir gittikçe koyu bir şiir ister, herkesi bitiren kendi
dehâsıdır. İnanıyorum ki hepimizi öldüren bir kalp hastalığıdır: Kendi
kalbimizdeki aşkın hastalığı.
Mahfi bir büyük mûsikî
hâzinesi duyan, onu keşfe koşan, bir böyle âb-ı hayat ırmağına doğru
ilerlediğini uman ve büyük ulularımızın şefkatli bir âğuş gibi mukaddes ve
sıyânetkâr gölgelerinden ayrılarak daha ilerilere atılan şâir gördüğünüz zaman
“dur artık, yürüme!., seni anlamıyoruz!..” demek insaf mıdır?..
Tefsir edilmemiş bir
nükte duyuyor, teşrîh edilmemiş bir gamse görüyor, duyulmuş her histen daha
gaşy âver ses ve tatilmiş her bûseden daha âteşin o nazar kendisini biraz
mukaddes, biraz mevûd, dâima daha ileriye çeken bir dâvet oluyor, ve, bir
vâdi-i giryân içinde ilerleyen şâir bu dâima daha güzel, daha müptelâ gözlerle
cebbedilerek son türbenin sâbit ve son servinin lerzân gölgesini de geçtiğini
ve kendi gölgesinin artık münzevi kaldığını gördüğü esnâda, lezzetten bîtâb
iken, şimdi kendisini tasvip ve teşvik eden sesleri bile işitmeyerek sâde bir
sükût duyması onun için kimbilir nasıl bir melâldir!.. înzivâsında şâir artık
kendi kalbiyle beslenecek! Belki kelâm-ı şer ağzında daha hiz duyulmamış bir
hazla titreyecek!., âh bilmez misiniz ki şiir beyhûde bir şeydir... bakınız,
bakınız!., seslerimizi bile ne tenkidimizi, ne tasvibimizi - duymuyor artık,
fakat yolunda hâlâ yürüyor; Kendini yıldızların şeriki sayan kâhin, büyüyen
gölgesi yıldızlar arasında sallana sallana hâlâ gidiyor! - bırakınız onu
yıldızlarla mülakat edecek!..
[ Dergâh der.; S.12,5
Teşrinievvel 1337 (Ekiml921) ]
İnsan
yalnız su ile ekmeğe değil, aynı zamanda ahlâka ve güzelliğe muhtaç
olduğundandır ki şiir bir eğlence değil, bir ihtiyaçtır.
Şiirin
kudsi bir nokta-i nazardan elzem olduğunu hiç olmasın gittikçe çoğalan bir
ekalliyete [akalliyet] ne zaman îzah ve i’lân edebileceğiz?
Mehtab
gecelerinde şiirin dîni nasıl tasdik olunmaz?. Ay yanarken kim penceresini
kapayarak nesrin lâmbasını yakmaya kail olur?.. Hesapları artık yolunda
gitmeyen bir adam..
Tabiat
pek güzel ve hayat mükemmel olduğu zamanlar insan ya susmalı, ya şiir
söylemeli değil midir?.. Rakik bir sükût ancak şiirin dudaklarından alacağı bir
bûse ile açılmak ister.
Asıl
şiirler, asıl şâirlerden bahsetmek için bir devre-i sükut geçirmelidir. Zîra
hâlis sözlere bir imkân-ı ifâde bahşeden sâfî bir sükûttur. (rakik: yufka yürekli)
Kafiye
bir mânâsızlık değildir, nasıl ki sözlerimizden evvel sesimiz bile
milliyetimizi söylerse kelimelerin âhengi de öyle bir derin mânâ ifâde
eder... Asıl ruhumuzun milliyetini söyleyen odur.
En
ziyâde acınacak olanlar san’atlarının ruhûnu kavrayamayan ve bu telakkilerinde
hata eden şâir ve san’atkârlardır.
Hatipler,
gazeteciler, muallimler, âlimler ve feylesoflar şâirlerin “mütefekkir” olmak
sıfatını inkâra kalkışırlar ve şairler de bundan çekinerek “fikr”e bir heyûlâya
verilen ehemmiyeti atf ederler. Ne yazık! Bilakis, şâirler kendilerinin de
"kelime- âhenk-sadâ” ile düşünen mütefekkirler olduklarını kabûl ve bunu
îzah ve isbât etmekle mükelleftirler.
Muhîte
bir iman telkin eden şair hayâtın muhayyelesine döktüğü zehri kaleminin kanı ve
gözünün yaşiyle boğar ve bütün ruhuyle ancak saf bir nefes üfler.
En
büyük iyilikler bir sözden doğar. Bizim kadîm i’tikâdımız pek doğrudur. İyi
eden bir nefestir!.
Hâlis
şâirlerin sâf şiirleri; işte ruhlarımızı kurtarmak için muhtaç olduğumuz asıl
nefesler!..
Şiir
ezelî, müşfik, halecanlı, muhabbetli, bî-hıred bir ses; hayâtın kendisinden
daha müessir ve mukâvemet-sûz gelen sesidir.
Şiirin
güzelliği ahlâkçılığından, vatancılığından doğmaz, şair yazarken ne bir
muallim, ne bir vâiz değil, fakat bir şâirdir. Ve şiirin vatanperverliği de,
ahlâkı da güzelliğinin mahsulleridir.
Güzel
bir şiirden her zaman bir felsefe duyulur. Vaktimizin bol ve rûhumuzun serbest
olduğu zamanlar bunu daha iyi dinler, daha derin anlarız...
Şâirin
vazifesi rûhunda toplanan seslerden bize bir fasıl, bir flhenk tertip etmektir.
Şâirlerin
en dikkat edecekleri şey bala üşüşen sinekler gibi mısralarına konmak isteyen o lüzumsuz
kelimelerin katilerini kovmaktır.
Şâirler bize kendi bilmediğimizi, gûya
sırlarımızı söylerken, duyunca inandığımız bu şeyler nasıl olur da şiir olmaz,
şiir değil de nedir?..
Şâirler bize “tarz-ı edâ”, “iktidâr-ı
ifâde” itibâriyle tefevvuk ederler. Onların mübhem, dolgun, olgun hislerini biz
de duyarız. Belki de sükûtumuz onlarınkinden bile daha hassas ve zengin, daha
hayalperest ve mûsikilidir. Lâkin bu hisleri biz söyleyemeyiz. Hayatın içinden
kalbimize akseden gürültü onların dudaklarında âhenkdâr bir nağme olur ki işte
şiir odur.
Biz bir nevi sağırlar değil miyiz ve
şâirler toplayamadığımız âhengi bize bir iksir içinde sunanlar; biz bir nevi
körler değil miyiz ve onlar tabiat içinde hayâl meyâl seçtiğimiz dağınık güzellikleri
bize çıplak bir vücûd ile temsil edenler değil midir?..
Dünyânın güzelliğine biz öyle meftûnuz ki
güllerin mânâsı olmadan biz onları yine severiz!
Bir mısrâ’ın en yüksek güzelliği
mûsikisidir.
Lisânına iyice temellük etmek mâzinin en
zengin mirasına konmaktır.
Şâirler... işte lisânımızın tabiî
muhâfızları ve kelimelerimizin ezelî nöbetçileri!
Bir milletin en nâzik mahsulleri, lisânının
en hassas çiçekleri büyük şâirlerin mısralarıdır. Bunlara toz kondurmamak!..
Hâlis bir şîve, bir silâh-ı muhafaza o ve en
mukaddes bir ahlak kıymetindedir.
En tatlı meyve bu: Hâlis bir şive!..
Gözleri çıkarılan bülbüller daha muhrik (muhrik: yakan, yakıcı) bir sesle ötermiş, Şâir, gecenin karanlığında
kendine rağmen - ve güle aşkını bile unutmuş - rûhun ihtiyâcına râm olarak
öten kör bir bülbüldür.
Şâirleri, ana lisânının cesîm ormanında
öten bülbüller gibi dinle!..
Ana lisânının mahrem dehâsı, öz rûhu şiirde
saklıdır. Şâirler tercüme edilemeyen şeyleri söyler, hemen yalnız milletdaşları
ve hemen yalnız kendileri gibi şâir bir rûha mâlik olanlarca anlaşılan
kelimelerle söyleşirler...
Şiir ihtiyâcını bizim kalbimizden
uzaklaştıran şey şi’irin bizde - kalbimizin sarayına bir yabancı iklimden
düşen bir esîre gibi - bizim konuştuğumuz lisâna yabancı bir lisân ve şive ile
konuşması olmasın...
[ Yarın der.; S.2,20 Teşrinievvel 1337 (20 Ekim 1921)]
TENKİDE
VE TERCÜMEYE DAİR
Edebiyatta tenkidin lüzumuna o kadar kailiz
ki yokluğundan bizde herkes şikayet eder. Tenkidin lüzumunu isbat etmektense
ehemmiyetini mübalağa etmemek tavsiyesinde bulunmalıyız. Zira tenkidin hiçbir
faydası olmadığını iddia etmek ne kadar yanlışsa onu bir devayı kül addetmek de
o kadar mübalağalıdır. Bugün kendini anlatmayan yani tenkitten mahrum kalan
edebiyat tasavvur edilemez. Biraz müterakki her edebiyatta tenkidin
zenginleşmesi nisbetinde büyür. Kariler tenkit yolunda yazıları gittikçe daha
çok okuyorlar. Bazı kere bir telif eserinden ziyade ona dair yazılan bir
tenkidi okumağı tercih ediyoruz.
Tenkit de ibdaî bir san’at eseridir.
Edebiyatın bir şubesi olduğu için kıymeti ancak münekkidin kıymetiyle ölçülür
ve muhit ve zaman ile bahsettiği eserlerden daha ziyade alâkası olan bu
yazılar o eserlerden daha çabuk solar ve geçer, hayatları kalmaz, bir vesika
mahiyetine düşerler.
Tenkit vadisindeki yazılar geçen zamanın,
değişken zevkin, uçmuş ruhların bir vesikası, bir miyarı, bir aynasıdır. Biz
geçmiş devirlerde insanları ta ölüme şevketmiş fikirleri ve şimdi durmuş
kalpleri vaktinde yormuş sevgileri anlamak için doğrudan doğruya ibdaî olan
eserlerden tevlit eylediği bu tefsirlerden istifade edebiliriz.
Edebiyatta tenkit yahut edebi tenkit
eserlerinin kıymetleri, meziyetleri, kusurları ve tesirleri hakkında verilen
bir takım hükümlerdir. Fakat bu hükümler nihayet şahsîdir. Muayyen bir başın ve
bir zevkin şehadetleridir. Her şey gibi bu hükümler de birer tahassüstür,
hususidir, bize hastır. Mutlak olan bu nisbiyeti kabul etmeliyiz. Ancak bu
tahassüsler ve şehadetler karilerin zevklerinin ve hükümlerinin incelmesine
yarayabilir, onların tahassüslerini tanzime faydası olur ki bunu da itiraf
etmeliyiz.
Hattâ bizzat müellifler bile tenkitten
istifade edebilirler. Zira san’atlarının "tenkit” kısımları hakkında bir
çok malûmat ve melekeleri olduğu halde “estetik” ve felsefesi hakkında bu
nisbette bir fikir ve vukufları yoktur. Çok kere göklerde uçan bir şairin
meselâ bir münakaşa sebebile fikirlerini müdafaa için nesrin toprağına ayak
bastı mı nasıl yaya kaldığını görüyoruz.
Eserleri icmal ve tahlil ve bunların
teselsülünün felsefesini tesbit etmek te münakkitlere düşer. Mademki her edebi
hareket daima böyle bir çok söz yığını arasından doğuyor demek ki edebiyata
dair bütün bu gevezeliklere, bu tiryaki sohbetlerine ihtiyaç varmış.
İşte, o nisbeti ve bu ihtiyacı taktir ile
bilhassa münekkitler "dogmatizm”e düşmemelidir. “Dogmatik” olan her zaman
bir usul, bir prensip müdafaa edecektir. Eğer esasen bir “dogma” müdafii bir
mecmua veya gazetede yazarsa karileri de muayyen bir zümre olmakla yaptığı
makûl, kendisi haklı olabilir ve böyle bir münekkidin kendi değerli ise
yazıları değersiz olmaz. Fakat bizde şimdi olduğu gibi felsefî ve İçtimaî
mekteplerin teşekkül ve tecessüs etmemiş ve kari tabakalarının âdeta bir kepçe
ile birbirine karıştırılmış bulunduğu bu teşettüt ve tebeddül zamanlarında
yevmî bir gazete kadar kalabalık bir kütleye hitap eden bir münekkidin
okuyucuları böyle hiçbir düstur etrafında müttehit bulunmazlar. Bu itibarla
“dogmatik” değil “pragmatist” olan bir muharrir bahsettiği kitaplar,
müellifler, fikirler ve ehliyetler karşısında kendini daha müstakil duyacak ve
daha samimi ve tabiî kalabileceklerdir sanırım.
Her zaman bizi aynı fikir ve usul için
iknaa uğraşan muharririn talii muttasıl ders veren bir hoca gibi yazmaktadır.
Halbuki ilim kafamıza vurulmamalıdır. San’atta muhtelif temayüllerin hukukunu
tasdik zevkimizden ve mefkuremizden ayrılan her düşünce ile her şekli
reddetmekle kabil olur.
Fakat bu kısmen istihbarat kabilinden olan
tenkit bile yevmi gazetelerimizde yer bulamıyor. Tenkidin yokluğundan şikayet
ediyor, fakat bizde de yavaş teşekkül ve teessüs etmesi için bir şey
yapmıyoruz. (teessüs: temelleşme, yerleşme)
Sinemaya ve spora birer sahife tahsis eden
gazeteler edebiyat için haftada bir veya bir kaç sütun tahsis ederlerse bu çok
görülmemelidir ve çok görülmez kanaatindeyim. Bazı günler gazetelerin hali ve
mündericatı insana Türk zekâ, irfan ve zevki aleyhine kurulmuş bir suikast
karşısında olmak hissini veriyor. Vakıa gazeteler halkın dilediğini yazmakta
mazurdurlar, zira bunlar bittabi rayiç eşyayı satmakla meşgul bir takım
ticarethanelerdir. Sattıkları meta elbette halkın beklediği ve almak için para
verdiği olacaktır. Fakat halkı bu metalara alıştıranlar biraz da kendilerindir.
(mündericat: içindekiler / rayiç: revaçta olan)
Bugün bizde büyük bir kitap ve okuma
buhranı hüküm sürdüğü, pek az kitap basıldığı ve satıldığı muhakkaktır. Türkçe
okuyanların bir kısmının -tıpkı edebî denilen bazı mecmualar gibi- edebiyat ile
artık hiçbir münasebetleri kalmamıştır. Türk karilerinin diğer bir kısmının da okunacak
Türkçe kitapların mevcudiyetinden haberleri yoktur. Okumayı seven bazı gençler
tamamen ecnebi edebiyatına dalmışlardır. Kitapçılığımız pek fakir olduğundan ve
ne teşhiri ne de reklam usullerini bilmediğinden bu buhran arta arta devam
etmektedir. Halbuki bazan İzmir, Konya gibi vilâyetlerde intişar eden kitaplar
var. Bunları da duymalı değil miyiz?
Milletin zevkinde husule gelen temayülleri,
milli edebiyat meselelerini ve hatta intişar eden kitapları karilerine haber
vermek ciddî bir gazetenin vazifesi icabından telakki edilmelidir. Niçin böyle
bir eserin meydana çıkması polisin müdahalesini mucip olmuş adi bir vak’adan,
bir kavgadan, bir yankesicilik hâdisesinden ve tesadüfen hâdis olmuş bir
kazadan daha az kayda şayan olsun ve havadis sütunlarında onlara bol bol yer
veren bir gazete daha makûl, daha canlı, hülâsa daha mühim ve ciddî addedilmesi
lâzım gelen bu şeylere niçin bir yer ayıramasm?
Bazı güzel kitaplar intişar ediyor ki değil
tetkik ve tefsir yahut hikâye ve icmal edilmek öyle havadis kabilinden olsun
tek satıra bile mazhar olamıyor. Bir muharririn bir çok emek ve sây mahsulü
olan ve pek çok zahmet ve gayretle basılan her kitap bu tam ve kat’i lâkaydiye
müstehak mıdır? Zavallı kitaplarımızın tiyatro piyesleri kadar da talii
yoktur. Bir vodvil, bir adaptasyon, hattâ sırf ticarî bir film bile her
gazetede bir makaleye mevzuu bahsoluyor.
Evet, tiyatro münekkitleri her piyesten
bahsederler. Halbuki kitap münekkitleri daha bahtiyardır. Zira bunların
karilerine karşı her çıkan kitaptan bahsetmeye mecburiyetleri yoktur. Onlar
ancak beğendiklerinden bahsetmek hakkına haizdirler. Hattâ bu vazife ile
mükelleftirler diyeceğim geliyor. Yüzde elli nisbetinde olsun beğenilmeyen bir
eserden yalnız bahsetmek değil, hattâ onu okuyup bitirmek bile abestir. Çirkin
bir eserin çirkinliğini söylemekte bir maharet yoktur. Halbuki güzel bir eserin
güzelliğini göstermek karilerin zevkini ıslaha hadim bir şeydir. Asıl meziyet
meziyeti bulup göstermektir. Hücum ve tariz edilecek eserin de bir kıymeti,
muzır olsun bir tesiri, tenkide değer bir varlığı olmalıdır.
Burada, haftada bir kere, en ehemmiyetli
gördüğüm yahut tesirine en çok kapıldığım edebi bir mevzu hakkında bir hasbıhalde
bulunmak istiyorum. Gûya bir dosta yazılmış bir mektup tarzında bir hasbıhal.
Hikâye ve roman, manzum ve mensur şiir, tetkik ve tarih, tercüme ve
adaptasyon, kıymetli bulduğum bütün eserleri mevzuu bahsetmek istiyorum.
Mademki gazetedeyiz, “aktualiteyi” tercih etmekle beraber, yeni harflerle
basılmış bütün kitaplardan bahsetmek hakkını da muhafaza etmeliyim. Çünkü
bunlar cidden hâlâ yenidir. Fakat mevzuubahs edebiyat olunca aktualiteyi bir
tiyatro piyesi için olduğu gibi ancak o haftaya tahsis etmemeli, her çıkan
kitap hakkında mutlaka bir fikir beyan etmek lâzım gelmediği gibi bahsedilecek
kitabında mutlaka o hafta içinde çıkmış olmasını lâzım addetmelidir.
Bu makalelerin mevzularını yalnız matbu
kitapların teşkil etmesi de şart değildir. Edebiyatımızla candan alâkadar
olanların her hafta “aktüel” ve canlı bir mevzu bulacaklarından eminim.
Kitapların bulunmadığı haftalarda yeni cereyanları takip ve tefsir gibi sair
“aktualite” mevzularını tercih edeceğim.
Fakat eğer yeniler bizi işgal edecek bir
meziyet ve kıymet gösteremezlerse eskileri hatırlamak, nazarlarımızı onlara tevcih
ile sözlerimizi onlara tahsis etmek hakkımızdır. Böylece meselâ senei
devriyeler vesilesile yadedilen muharrirler yeni nesillere biraz olsun
tanıtılmış ve bir çok eski eserlerde hatırlatılmış olur. Eski harflerle şimdi
unutulmaya ve metruk kalmaya başlayan kitaplardan hafızamızda kalan züpdeyi ve
ruhu olsun aynı karilere isâl etmek bizim için bir şükran ve vicdan borcudur.
Bunlardan başka edebiyatımızın bir çok
canlı veya can çekişen meseleleri vardır: Meselâ lisan meselesi ki doğrudan
doğruya edebiyat meselesidir, edebiyatımızın tedrisi, eski kitaplar içinde
hangilerinin yeni harflerle tab’ını bir an evvel temin etmek lâzım geldiğini
tayin, umumî olarak tercüme, birde klâsiklerin tercüme ve tab’ı meseleleri
gibi.
Fakat bunlar da olmasa ezelî san’at ve
edebiyat meseleleri vardır ki nesillerden nesillere miras kalır ve bir türlü
halledilip bitmez. Bunların tadı zaten her zaman bu tazeliklerini temin eden
cereyanlarındadır, edebi roman, şiir, san’at nazariyeleri vardır. Karilere
onların bu günkü bu mütebeddil ve mütehavvil vaziyetlerinden bahsetmek faydalı
olabilir.
Ve bütün bu meseleleri daha kalabalık bir
kütle, hitabeden yevmî bir gazete bir mecmuadan daha muvaffakiyetle mevzuu bahs
edilebilir. Haftanın muayyen bir gününde ve gazetenin muayyen bir köşesinde
sırasına göre bu mevzulardan birine dair bu yazılarla maksadımız karilerde
edebiyat ile murabıta ve istisnas vesilesi bulmaya çalışmaktır. Bu makaleler bu
vadide bir alâka gösterebilenleri toplıyarak âdetlerinin çoğalmasına yardım
edebilir. Maksadımız okumak kadar okutmaya saik olmaktır.
Bütün bu yazılarda rehberimiz samimiyetten
ibaret olacaktır. Herkes ancak samimi olmakla, iktidarı veya aczi nisbetinde,
fikrinin ve kalbinin bir mahsulünü vererek faydalı olabilir ve her netice ancak
itinalı bir samimiyetle yahut buna muadil bir gayretle elde edilebilir.
İşte hürriyetin büyük bir faydası da insanı
bu samimiyete alıştırabilmesidir. Zira vehleten samimi olabilmek kolay bir şey
değildir. Bu, büyük bir istisnas ve meleke ister. Muhitin tesirinden mümkün
mertebe kurtulan bir sükun ister, bu sükun içinde insan muhiti kadar kendini
de dinleyebilmeli ve söyleyebilmeli. itiraf edelim ki maziden bu yoldaki
adımlarımızı sendelemekten vikaye edecek büyük hazırlıklara konmuyoruz. Ciddî
bir tevazu ile diyorum ki eğer bu hassas mevzulardan malûmatfuruşluğa ve
partizanlığa düşmeden, safsatasız ve patırtısız bahsedebilmek alışkanlığına
doğru bir hatve temin edebilirsek bu kadarını bir nimet sayacak ve, dedikleri
gibi, kendimizi bahtiyar addedeceğiz!
[ Milliyet gaz.; 9 Kanunuevvel (Aralık) 1930 ]
[ Tanzimat Oevri-Edebiyatı Cedide-Fecri Ati yani Meşrutiyet nesli- Yeni
lisan ve hece vezni nesli-Bugünkü edebiyat ]
Bizde mânâsı iyice anlaşılmamış
kelimelerden biri de tenkittir. Bittabi kudemada yeni mânâsile tenkit
aranılamaz.
Bizde ilk yazılmış tenkitler lisana ve
kavaide ait kalmıştır. Yani edebiyat noktai nazarından lisana verilmesi lâzım
gelen ehemmiyet verilmiş fakat bundan ötesine geçilememiştir. Eski yevmî
“Tercümanı Hakikat” gazetesinin edebiyat sütunları vardı. Buraya dercedilen
gazeller ve nazirelerin altlarına "Ahlar çekilmiyor!” Tarzında birtakım
mütalealar ilave olunurdu. İşte bu tarz tenkit bilahare her edebi mecmuada
revaç bulan bir nümune olmuştur.
Eski edebiyatımızın hicviye denilen bir
ayıbı vardı. İftira, isnat, yalan, küfür ve gılzetle dolu bu manzumeler o
edebi nev’e mensup telakki edilirdi. Bu hücum tarzı nazımdan nesre geçerek
“Panfle” denilecek bir takım eserlerin meydana gelmesine sebebiyet verdi.
İşte bizde tenkit hicviyenin ve Panflenin
bir varisi ve bir şerrülhalefi oldu ve bundan dolayıdır ki kısmen münakaşa,
müdafaa ve cevap mahiyetinde kaldı ve yine bundan dolayıdır ki bu münazaaların
bazan müşateme ve mudarabeye bile döküldüğü görüldü. Kalemle başlayan meşhur
bir kaç münakaşa şemsiye, baston ve yumruk darbesile hitame erdirdi.
Kudema ile teceddüt taraftarlarının
kavgaları tanzimat devrinde başlar fakat bu devrin belli başlı bir edebiyat
münekkidi yoktur. Vakıa Namık Kemal’in edebî mütealaları ihtiva eden makaleleri
ve “Mukaddemi Celâl”, “irfan Paşaya Mektup” ile “Takip ve Tahribi Harabat”ında
tenkit parçalan vardır. Fakat bu eserler kısmen siyasî ve içtimai bir teceddüt
hamlesi mahiyetindedir, kısmen de Namık Kemal’in irfan ve Ziya Paşalara öfkesinin
mahsulü olan edebi birer hicviyedir.
Recaizâde Ekrem’e Üstat Ekrem denilmesi
“Takdiri Elhan” da ve “Zemzeme”lerin üçüncü cildinin mukaddimesinde tenkidin
ilk iptidai ve henüz talimi nümunelerini vermeğe başladığı içindir. Fakat onun
da asıl Muallim Naci ile kavgaları meşhurdur. Muallim Naci’nin o adî
“Demdeme”leri tenkidin bayağı şekillerinden bir nümunedir.
Abdülhak Hamid’in o kadar güzel eserlerine
karşı da böyle bir hücum, gayız ve iftira ile müteharrik bir teşebbüs, jurnalcilik
ve saire vak’aları olmuş, yüksek şâir bunlara bazı güzel manzumeler ve bazı
hususî mektuplarla cevap vermişti.
“Klâsikler” münasebetile Ahmet Mithat
Efendi ile Sait Bey’in kavgaları meşhurdur. Yine Ahmet Mithat Efendinin “Dekadanlar”
ünvanlı bir makalesi üzerine Edebiyatı Cedidiye, Servet-i Fünûn muharrirlerine,
ve o zaman Garp’çılık ve teceddüt cereyanı başında bulunanlara karşı başlıyan
ve senelerce devam eden tehziller, tarizler, hattâ Tevfik Fikret’in ölümünü
temenniye kadar giden hücumlar da malûmdur.
Edebiyat ve matbuatta böyle bir mevzu
etrafında münakaşa modası hızını hiçbir zaman kaybetmemiştir. Edebiyatımızın
sarahaten Garp’e teveccüh ettiği o zamanlardan bugüne kadar bizde şâir,
hikâyeci, romancı, gazeteci olarak tanınmış bütün edipler içinde böye arada
sırada tenkit makalesi yazmamıştır. Fakat gariptir ki bunlar arasında münekkid
sıfatım bihakkın verebileceğimiz hiçbir büyük muharrir yetişmemiştir.
Meşrutiyetten evvel Tevfik Fikret bir
müddet “Tarik” gazetesinde “Haftai Edebî” ve Hüseyin Cahit Bey de “Sabah”
gazetesinde “Hayatı Matbuat” ünvanları altında haftalık tenkit makaleleri
neşretmişlerdi.
Biçare Edebiyatı Cedide mütemadiyen kendini
izah ve müdüfaa vaziyetinde idi. Bütün “Servet-i Fünûn” muharrirleri mecmu
alanlarında münavebe ile “Musahabei Edebiye”ler neşrederlerdi. Edebiyatı Cedide
hemen müşterek bir cephe karşısında olduğundan müdafaaları bazan fazla basit,
biribirleri haklarındaki methiyeleri de fazla mübalağalı oluyordu. Tevfik
Fikret, Halit Ziya, Cenap Şahabettin, Ahmet Hikmet, Hüseyin Cahit, Mehmet
Rauf, H. Nazım yani Reşit Bey, A. Nadir yani Ali Ekrem Bey, Süleyman Nesip yani
Sami Bey, İbrahim Cehdi yani Süleyman Nazif ve sair bütün Servet-i Fünûn muharrirleri
tenkitle meşgul oldular. Fakat şüphesiz meselâ Tevfik Fikret şiirleri, Halit
Ziya Bey hikâyeleri, Hüseyin Cahit Bey de siyasî makaleleri ile tanılmışlardır.
Esasen Hüseyin Cahit Bey de bu edebî tenkitlerinin daha ziyade bazı fikirler
münasebetile birer kavga olduğunu tasdik ile makalelerinden müteşşekil kitabına
“Kavgalarım” ünvanını vermiştir.
Ahmet Şuayıp Beyin bilhassa Fransız
edebiyatına dair makaleleri kısmen tercüme ve icmalden ibarettir. Türk
edebiyatına dair yazısı yok gibidir. “Hayat ve Kitaplar” Garp’lı bir kaç
müellife ait yarı tercüme birtakım yazılardır.
Süleyman Nazif, Fuzulî ve Mehmet Akif Bey
için birer tetkik, Namık Kemal için bir konferans ve Abdülhak Hamit için maatteessüf
perakende birtakım makaleler neşretti.
Fakat Edebiyatı Cedide üstatları içinde
tenkit yolunda en değerli ve en güzel yazıları neşretmiş olan Cenap Şahabettin
Bey bu edebî musahabelerini toplamış ne de Abdülhak Hâmid'e dair yazmağa
başlayıp bir kısmını “Tasviri Efkâr” gazetesinde neşretmiş olduğu ve ancak
kendi neslinden olan bir muharririn tam ve doğru yazabileceği eserini
maatteessüf bitirmemiştir.
Hülâsa Edebiyatı Cedidenin Halit Ziya
Bey’in hikâyeci Tevfik Fikret'in şair oldukları kadar bir münekkidi
yetişmemiştir. Eğer yetişmiş olsa onun da edebiyata bu san’atkârlarınki bâbında
bir hizmeti dokunmuş olurdu.
Rıza Tevfik: “Hâmit Nâme Abdülhak Hâmid’in
Bazı Mülâhazatı Felsefiyesi” isimli kayda şayan büyük bir kitap neşretti.
Her neslin haricinde kalan Celâl Nuri Bey
beğendiği Abdülhak Hâmid'e ve beğenmediği eski ve yeni edebiyata dair hususî
fikirlerini ihtiva eden bazı tenkitler ve lisana dair bazı kitaplar yazdı.
Edebiyatı Cedidenin büyük bir münekkidi
yetişmemiş olduğu gibi "Fecri Ati” mektebinin demiyorum, çünkü böyle bir
mektep yoktur, fakat neslinin de -bu zümrenin teşekkülünde burada bulunmamış ve
ona iltihak etmemiş olan Yahya Kemal istisna edilirsene Yakup Kadri gibi
hikâyecileri ne Ahmet Haşim gibi şairleri ne Hamdullah Suphi gibi hatipleri ne
Refik Halit gibi mizah muharrirleri ayarında doğrudan doğruya tenkitle uğraşan
hiçbir muharriri yetişmemiştir. Halbuki bunlar arasında da ara sıra tenkit
makalesi yazmamış olanı yoktur ve isimlerini saymış olduklarım ise pek
kıymetli bazı tenkit parçaları neşretmişlerdir.
Fecri
Ati neslinin en düsturi olan muharriri Köprülü Zade . Mehmet Fuat Beydir. Fakat
ilk kitabı, çocukluk eseri, “Hayat ve Kitaplar”ı tanzir eden yarısı Garp
edebiyatı ve Fransız muharrirlerine ait, ismini bile “Hayatı Fikriye” diye
hatırlarken bundan emin olamadığımız kıymetsiz bir eserdir. Halihazır hakkındaki
bazı makalelerin mecmuası olan “Bugünkü Edebiyat”ta kıymetli olmakla beraberince
teferruata girişmeyen mütevazi bir eserdir ve o şimdi artık bugünkü edebiyatla
meşgul olmuyor gibidir. Asıl büyük eserleri ve "Türk Edebiyatı Tarihi”
gibi maziye ait kalıyor. O ilim ve tefekkürünü bilhassa maziyi tefsir ve tesbit
için kullanmış muhterem bir edebiyat muharriridir.
Yine
bu nesile mensup olanlar içinde İzzet Melih Paşanın* neşrettiği hikâye ve
romanlar ile tanılmıştır. Fakat tenkide dair yazıları belki bunlardan daha
kıymetlidir. Zira onun san’atında “Lirizm”den fazla tahlil ve muhakeme kuvveti
vardır. Ancak o da bu makalelerini kitap halinde toplamamıştır. (* Abdülhak Şinasi
Hisar'ın burada yanlış hatırlaması vardır. İzzet Melih Devrim ömrü boyunca
sivil bürokraside çalışmıştır. Paşalık ünvanı sanıyorum yanlış bir
hatırlamadır. T.YıIdırım)
Raif
Necdet Beyin “Resimli Kitap” mecmuasında ilk meşrutiyet senesi intişara
başlıyan makaleleri de bir hayli müddet devam etmişti. O bunları bazı ilaveler
ile birlikte, “Hayatı Edebiye” ünvanlı bir ciltte topladı. Fakat bu
muharrirler de vakitlerinden evvel susmuşlardır.
Hülâsa
bu yazıların ekserisi daha cilt haline ifrağ olunmamış, teselsül ve teşekkül
meziyetleri göstermeyen, ve bir zaman, bir mevzu, bir muharrir hakkında umumi
ve şamil bir fikir veremiyen müteferrik parçalardan ibarettir.
Belki
en iyi münekkidimiz, en şayanı dikkat olanı, aldansa bile kıymetli fikirler ve
nokta-i nazarlarla tenkidin tadını bizim de dimağımıza vermiş olan münekkid
Yahya Kemal’di. Onun şifahi tenkitleri Fransızların “Föyton Parle” dedikleri
vadiyi bizde ihya ediyordu. Yahya Kemal böyle bir çok musahabeler ve bir kaç
konferans verdi. Fakat diplomat meziyetlerine bilahare muttali olduğumuz
dostumuz ya tenkitlerini de mısraları gibi hep tâdil ve ıslah ile uğraşarak
bunlara sonuncu noktayı daha koyamamış olduğunu düşünmüş yahut kendisinden
maada bütün nazım ve naşirlerin aleyhinde gelecek bu hükümlerin tahriren
meydana çıkmasını istememiş ve tenkitlerinin şifahi kalmasını tercih etmişti.
Fecri
Ati’den sonra gelen eser ve san’atkar itibarile daha fikir ve lisanda sadeliğe
doğru istikamet ve nazımda hece vezninin galebesi itibarile mühim olan neslin
içinde de tanınmış bütün muharrirler tenkide dair parçalar neşretmişlerdir.
işte
yaşına rağmen temsil ettiği fikir itibarile bu nesil içinde sayılması lazım
gelen Ziya Gök Alp muharrirlerimiz arasında en “entellektüel” şahsiyetti. Son
zamanların gerek mazi gerek halihazır hakkında en kuvvetli nazariyecisi oldu.
Fakat o da san’attan ziyade içtimaiyet ile uğraşmış ve şâirleri de şiirlerinden
ziyade milli ve içtimai tesirlerile telakki etmiştir. Doğrudan doğruya
eserlerin tenkidile uğraşmamış ve bir edebiyat münekkidi hatırası
bırakmamıştır.
Ruşen Eşref Bey “Diyorlar ki” isimli,
şahsi mütalealarından değil, dinlediği muhtelif muharrirlerin söylediklerinden
teşekkül eden ve pek kıymetli bir vesika olan bir eser ile Tevfik Fikret’e
dair küçük bir kitap neşretti.
İsmail
Habib Bey “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi" isimli dikkate şayan, bir hayli
hata ve sevaplı ve çok müracaat olunacak bir kitap neşretti. O biraz lâubali
üsluplu bir hocadır. Fakat ihtimal ki yedi yüz sahifelik bir kitap için bu
sohbat lisani zaruri, yahut faydalıdır.
İsmail Hikmet Beyin Bakü’de 1925 ve 1926
senelerinde “Türk Edebiyatı Tarihi Osmanlı Kısmı” serlevhâsı altında “On
dokuzuncu Asır: 1. Başlangıç - 2. Ortaları - 3. Sonları” ve “Yirminci Asır”
unvanlarile neşrettiği dört büyük ciltte muharrirlerimizin hayatı ve eserleri
hakkında bir çok malûmat ihtiva eden tetkiklerdir.
Ali Canip Bey bilhassa eski edebiyat ile
kendi nesli yani Fecri Ati’den sonraki o eser itibarile bodur fakat tesir
itibarile mühim olan neslin müfessir ve nazariyecisi olmuştur.
İbrahim Necmi ve Refik Ahmet Beyler de
edebiyat hakkında ve tenkit yolunda kıymetli makaleler neşrediyorlar. Fakat hem
tiyatro tenkitlerine hem de yevmi gazetelerin dar sütunlarına göre yazmağa
alıştıkları için çok kere enformasyondan öteye geçmek istemiyorlar.
Nihayet daha yeni neslin nazariyecileri de
eskiler kadar sathî kalmak ananesine devam etmişlerdir, ve meselâ Yedi Meş'ale
şairlerinin tenkit hücreleri hemen tamamen boş bırakılmıştır. Bu nesilde de,
evvelkiler de olduğu gibi, meselâ Necip Fazıl’ın yahut Cevdet Kudret’in şiirde
gösterdikleri muvaffakiyete muadil bir nazariyeci ve bir münekkid
yetişmemiştir.
Hülâsa ne Tanzimat Devri Edebiyatı, ne
Edebiyatı Cedide, ne Fecri Ati yani Meşrutiyet nesli, ne sonraki sade lisan ve
hece veznini kazandıran nesil, ne de bugünkü edebiyat bize bir münakkid
yetiştirmedi. Ortada bazan münekkid olmayan hiçbir muharrir yok amma müesses
bir tenkitte yok yine en iyi münakkitlerin bazı yazılarında san’atkârların
kendileri yahut sırf edebî tenkit ile mütehassis olmayan hocalar ve müverrihler
olduklarını görüyoruz.
Diğer taraftan tenkidin hicviye şekline
düşmesi itiyadı geçeli daha çok zaman olmamıştır. Tenkidin münakaşa, münakaşaların
mudarebe şekillerine düşmesi ananeleri bile arasıra devam ediyor. Zira bir
edebiyatta revaç bulan mektepler ve usuller kolay kolay geçmez.
Acaba niçin böyle oluyor da bizde her
nesilde kendini tenkide veren ve mazi ve hali hazır hakkında müselsel fikir ve
hislerini bir zaman temadisi içinde söyleyen ve bize bir devir, bir nesil, bir
muharrir hakkında şamil bir fikir verecek münekkid bir muharririmiz yetişmiyor?
Nasıl mı oluyor? Fakat bunun esbabı
mucibesi o kadar çok ve girift ve o kadar kuvvetlidir ki sizin belki
soracağınız bu sual beni hiç şaşırtmıyor. Bunu gayet tabiî buluyorum. Asıl
şaşılacak şey arasıra olsa bile birçok muharrirlerin tenkit ile uğraşması
olmalıdır! Fakat makalemin hatıra getirdiği bu suale cevap vermeye kalkışacak
olsam görüyorum ki bu icmal kadar daha yazı yazmak lâzım gelecektir. Siz ise,
ihtimal ki âdet olduğu gibi, suali sorar fakat cevabı dinlememeyi tercih
edersiniz.
[ Milliyet gaz.; 26 Kanunuevvel (Aralık) 1930 ]
Münekkidsiz
ve tenkidsiz bir edebiyat tasavvur edilemez. Bir milletin edebiyatı yalnız
şiir, tiyatro, hikâye, roman, hâtıra ve tarih eserleriyle iktifa edemez. Bunlar
arasında edebî tenkid de bulunmalıdır. Bizim edebiyatımızın çoktandır duyulan
bir noksanı şimdi de, büyük bir münekkidimizin mevcud olmamasıdır.
Şairler ne kadar genç olsalar, şiirleri
için, bu bir kusur olmaz. Şiirleri ne kadar genç olsa, o kadar güzel olabilir.
Fakat bir münekkid olabilmek için okumuş, bilmiş, düşünmüş, duymuş olmak ve
şimdi de bütün bu şeyleri hatırlamak lâzım gelir. Onun yalnız ilim değil, aynı
zamanda bir zevk sahibi olması da lâzım gelir. Yazılarında beklediğimiz yalnız
cesaret değil, aynı zamanda bir olgunluk, bir tecrübeliliktir. Geçmiş
zamanların, değişmiş nesillerin, kalmış eserlerin varlıklarını bilerek bir nevi
edebiyat muhafızı olması lâzım gelir.
Şairler, şiirlerini yazmayı elbette bir
münekkidden daha iyi bilirler. Romancılar da hikâyelerini nasıl duyuracaklarını
elbette ondan daha iyi anlarlar. Bazan en derin ve güzel tenkidleri de bu
şairler, ve bu romancılar yazmış olurlar. Fakat, şiir yazmıyor, yazdığı roman
olmuyor diye halis bir münekkidin yazısını, edebiyatla âlâsı olmamak şöyle
dursun, bu yazdıkları kıymetli olunca, ince bir edebiyat neticesi sayılmalıdır.
Söylediklerini birtakım muahezelerle değil, birtakım mülâhazalarla duyurmuş,
karilerini anlayış ve zevk seviyelerini yükseltmeye yardım etmiş olur.
Bizden evvelki nesillerin münekkidleri,
denilebilir ki, bir hayli miyop gibiydiler. Teferrüat üzerinde birçok şeyler
bilir ve söylerde, bir eserde, umumiyetli itibarile, yeni ve payidar olan
taraflarını pek belli etmezlerdi. Sonra, dostluk, mecmua arkadaşlığı ve saire
gibi sebeplerle, ettikleri medhiyelerde mübalağalara düşerek yazdıklarının
tadını bozmuş olurlardı.
Bir edebiyat muharririnin, yalnız yaşanan
günleri değil, hayli geçmiş zamanları da duymuş olması lâzım geliyor. Bazıları
bu noksan yüzünden, meselâ bir Ahmet Midhat, bir Recaizâde Ekrem, ve bir
Süleyman Nazif hakkında yazdıkları belki onların yazılı eserlerine uysa da
edebiyat zamanlarının bir Ahmet Mithat, bir Recaizâde Ekrem ve bir Süleyman
Nazif’e ait hatıralarına benzemiyor.
Bazan, bir edebiyat dedikodusu, ayrıca
tatlı bir mevzu sayılabilir. Lâkin bütün bunlar bir tenkid sayılamaz. Bir
muharrir, bir tenkid yazmak isterken, medhettiği bir müellif için: “Onu, bir
kahvehanede konuşur gibi yazdığı için beğeniyorum” diyordu. İşte böyle yazılan
tenkid de yalnız bir kahvehane dedikodusundan ibaret kalır. Yoksa, bir sanat
yazısı sayılamaz.
Hakiki ve samimi bir münekkid, yazanlar
arasında, en iptidaî olanların değil, en sanatkâr olanların itibar ve
tasvibini kazanmaya çalışarak okuyan karilerini daha ince bir gözle görmeye,
daha iyi bir zevkle düşünmeye davet eder. Bir sanatkarın da, eserine yapılan
bir medhiye ile memnun olması tabiî olur.
Edebî tenkid kitapları her tarafta, seneden
seneye daha çok okunuyor. Şimdiki zamanlar, daha ziyade, fikir, buhran ve tenkid
yazılarıdır. Buna rağmen, bizde, gazete ve mecmualar edebiyata dair bir anket
açtıkları zaman, suallerine cevap verenlerin çokluğu yalnız hikâye, roman ve
şiir yazanların isimlerinden bahsetmekle iktifa ediyorlar ve bir edebiyat
münekkidi ihtiyacından bahsetmiyorlar.
Büyük bir dil buhranımız var. Ekseriyetimiz
mümkün mertebe sade bir dile taraftardır, yani milli bir dille konuşur, okur
ve yazar. Fakat bir yandan, kendi hududlarına girsin diye, uydurulmak
istenilen bir dil taraftarlığı, diğer yandan da, Avrupa dillerinden alınma
birçok kelimeler kullanmak taraftarlığı var. Yeni bir neslin bu ecnebi
kelimelerin dilimizden kovulmasını istemesi mukadderdir.
Şimdi isterdik ki, bir edebiyat
münekkidimiz milli dilimizle candan alâkadar olsun; kıymetli muharrirlerimizle,
yalnız eserleriyle değil, kendileriyle de tanışmış olsun; beğendiği san’at
eseri olan romanları, hikâyeleri, şiirleri ve tiyatro piyeslerini bize haber
versin; bütün edebiyatımızın canlı eserlerinden bahsetsin, hülâsa, kendisini
sevdiğimiz edebiyatın bir mümessili olarak duyalım. Yazıktır ki, bazı tenkid
yazılarını o kadar beğenmiş olduğumuz bazı muharrirlerimizin hiçbiri bu
merakla tamamiyle uğraşmamıştır. Anlaşılıyor ki, edebiyat münekkidliği
yazılarına kâfi derecede rağbet edilemiyor ve bu da bir noksanımız kalıyor.
[ Türk Yurdu der.; S.251, Aralık 1955 ]
Evvela nazar-ı dikkate alınmalıdır ki klasiklerden bir
çoğunun yalnız tercümelerinde değil metinlerinde bile az çok farklar vardır. Bu
eski metinler muhtelif tab’lardan, yanlışlardan ve tashihlerden, kılı kırka
yararcasına itinalardan sonra bugüne göre makbul bir şekil almışlardır.
Fransızca yeni bir çok tab’larında “filancanın tasnif ve tevsik ettiği metin
doğruluğuna itimadımız ancak mütercim ve tabiin, hülasa kitabın matbuat
âlemindeki mevkiine, ehemmiyet ve ciddiyetine vukufumuzla hasıl olacaktır.
İtibardan düşmüş bir metnin şekline rağbet etmek hatasında bulunmaktan
çekinmeliyiz.
Saniyen, madem ki biz bu eserleri doğrudan doğruya öz lisanlarından
tercüme edemeyoruz, ortaya mühim bir mes’ele, tercüme edilecek metnin intihabı
mes’elesi çıkıyor. Bilavasıta değil, bilvasıta, yâni ikinci bir dilin ianesiyle
yapılan bu gibi tercümelerin en mühim güçlüğü budur. Biz bunları bildiğimiz lisana
göre, kimimiz Fransızca, kimimiz Almancadan tercüme edeceğiz
Mevcut muhtelif ve hepsi mu’teber tab’ ve tercümeler içinden
birini intihab edeceğiz. Hangi birini ve nasıl intihab edelim? Şüphe yok ki en
basiti bir tek metni ele almaktır. En sonuncusu mutlaka en iyisidir, diye
sonuncu tercümeye ittiba’ edip geçelim mi? Bu taktirde insan vakıa doğru yâni
elindeki metne muvafık bir tercüme yaptığına emin olabilir. Halbuki asıl metne
yaklaşmak emeliyle onun kaç tane tercümesini karşılaştırmış olursa ortaya o
kadar tereddüt ve emniyetsizlik vesilesi çıkmış ve endişesi de zahmeti
nispetinde artmış olacaktır. Eğer ecdadımız ilk Fransızca tercüme metinleri
üzerinden tercümeler yapmağa koyulsalardı o gün ortada bir tek metni bulmakla
büyük bir sühûlet te’min etmiş olacaklardı. Halbuki meselâ Fransızlar bu
tercümelere asırlardan beri devam etmişlerdir. Bugün aslını okuyamadığımız bir
metne mukabil karşımıza bir kitap değil bir kütüphane çıkıyor. Meselâ şimdi
tercüme edilmekte olduğunu duyduğumuz “Ziyafet” bizde evvelce Şaziye Berin
Hanım tarafından klâsik bir gaye ile değil sırf edebî bir zevkle tercüme
edilmişti. Hangi metin üzerinden? Bunu kitabına kayd etmemiş olduğu için
bilmeyoruz. Fakat bu mütercimlerin ikisi de aynı metin tercümesinden istifade
etmiş olsalar bile bu tercümeleri beyninde yine kendi mütefekkirelerinden,
zevklerinden ve üsluplarından doğma mühim farklar bulunacağı şüphesizdir.
Halbuki müracaat etmiş oldukları metinlerin te’siri altında kalmış olacakları
da muhakkaktır. Ve bundan dolayı bu tercümelerin aralarında hayli farklar
olacaktır. Bunu tabiî görmeğe alışmalı, ve bu zaruri farklardan dolayı da her
mütercimi muaheze etmemeliyiz. Bu eserin son Fransızca tercümeleri içinden
iki üç tanesi, meselâ Mösyö E. Chambry’nin 1919’da Mösyö Mario Meunier 1923 ve
Mösyö Léon Robin’in 1929’da münteşir tercümeleri karşılaştırılırsa aynı eserin
renkte üslupta ve fikirde, hülasa bütün mahiyetinde ne büyük tahavvüllere
ma’ruz kalmış olduğu görülür. Ekseriyet itibariyle eski tercümelerde mütercim,
ma’ruf bir edip olsa bile, bir nevi’ ürkeklik, çekingenlik ve fazla hesabilik
nazarı dikkate çarpar. Sonuncularda yeni edebî zevklerin te’siri görülür.
Meselâ Mösyö Léon Robin’in -zaten aşağıda izah edeceğimiz gibi bu klâsik
tercümeler için metinleri çok mu’teber addedilen ve tavsiyeye layık bir
kolleksiyonda münteşir olan- tercümesi bize hem teferruata daha ziyade şamil
bir incelik, hem de daha samimi ve seri bir seyr ile daha canlı ve ötekilerine
faîk görünüyor.,
Esasen muhtelif tercümelerin mukayesesinden istifade etmekle
beraber böyle bir mütercimin metnini ele alıp onu tercüme ettiğimizi itiraf
etmek zarureti de vardır. Zira mânâsına nufuz edemediğimiz bir aslın yerine
ikame edeceğimiz metni bütün mevcut tercümelerin mukayesesinden intihap ile
vucuda getirsek bile nihayet kendi zevkimizi daha ziyade okşayan bir metni
meydana getirmiş oluruz. Fakat bununla aslına daha mutabık, daha doğru bir
tercüme yapmış olduğumuzu iddia edemeyiz. Bu şerait dahilinde aslına sadık
kalan canlı bir tercüme vucuda getirebilmenin güçlüğü kolayca anlaşılmalıdır.(şerait: şartlar)
Fakat bir acaba tercüme deyiverdiğimiz zaman bu kelimenin
ihtiva ettiği bütün müşkülâtı nazar-ı itibara alıyor muyuz? Bir lisandaki
kelimeleri anladıktan sonra onları kendi lisanımızdaki muadil kelimelerle eda
etmek bize daha kolay bir şey gibi geliyor.
Halbuki düşünelim:
Böyle tercüme edilmek istenilen kim bilir kaç asır evvel yazılmış
bir kitap, bir trajedi, bazan hattâ nesir değil de mısra’lardır. Muharrir veya
nazımlariyle onların kültürünü teşkil eden “mythologie'leri” ve an’aneleri
itibariyle de aramızda bir münasebet yoktur. Mevzuu bahs olan şeyse
edebiyattır; yani sade bir mantık oyunu değil demek isteyorum. Halbuki tasavvuf
gibi felsefeler mantıkında hususi; nisbi, izafi ve seyyal bir şey, mücerret ve
kat’i değil, bir muhit ve zaman mahsulünden ibaret mütehavvil bir şey olduğunu
gösteriyor. Nispeten yine en kolay ve mütevazı’ tercümeler bir san’at gayesiyle
yazılmamış bulunan, birer san’atkâr olmayan mütefekkirlerin kitaplarıdır. Fakat
bunun ötesi denilebilir ki bir nev’i his ve sihir mes’elesidir. Bir lisanın
muayyen kelimeleriyle husule gelen harikulade bir talâkat, hulâsa bir mu’cize
diğer bir lisanın kelimeleriyle kolay kolay eda ve ifade ve hattâ hülâsa
olunabilir mi? işte bunun içindir ki dünyada ilelebet milli kalacak,
asıllarındaki bekareti başka bir lisana vermeyecek ve tam tercümesi kat’iyen
mümkün olmayacak bir şey varsa o da halis, safi şiirlerdir. Eğer tercüme
kolay bir şey olsaydı aynı kelimlerle yapılmış lâletta’yin bir mensur tercüme
bize o büyük şairlerin şiirleri veya trajedileri gibi ve onlar kadar te’sir
ederdi. Fakat anlattığımız müşkülattan ve hattâ denilebilir ki imkânsızlıktan
dolayı böyle olmayor. Eski Yunanca ve Latince şiirleri Türkçeden neşren aynı
zevk ile dinletmek tercüme değil, mu’cize kabilinden bir şey olur.
Lâkin, böyledir deye tercümeyi imkânsız bir şey addedip
bundan vazgeçirtmek neticesine vasıl olmamalıyız. Bu tercümelerin luzumunu o
kadar heyecanla izah etmiş olan Yakup Kadri Bey de edebî bir tercümenin ve
bilhassa bir şiir tercümesinin bu müşkülâtını tamamen mu’teriftir. Tercümeleri
bütün o kitaplar, o trajediler, o şiirler hakkında bizi tenvir ediyor, bize bir
fikir vermeğe yarıyor ki bu kadar kazanç da kâfi derecede bir nimet
sayılmalıdır.( mu'terif: itiraf eden)
Tercüme bahsi klâsiklere intikal edince iş böyle değişir. Bu
şiirlerle hissen mahzuz ve mest olmak başka, onların kıymetini fikren takdir
etmek de yine başkadır. Denilebilir ki bu tercümelerden maksat mutlaka metnin
verdiği zevki aynen te’min etmek değildir. Maksat bilhassa mümkün olduğu kadar
doğru, canlı, ve edebi bir tercüme ile kari’lere metni tanıtma, onun ihtiva
ettiği fikir ve zevki tebarüz ettirmek, içinde yüzdükleri iklimi duyurmak,
kari’leri bu gibi eserleri anlamağa hazırlamak ve hülasa klâsizm dersleri
vermektir.
Esasen mütercimler kendilerinin ne kadar ebediyet için çalıştıkları
kanaatinde olurlarsa olsunlar nesiller ve lisan değiştikçe tercümeleri de
mutlaka eskiyecek, üslupları geçecek ve aynı eserlerin yeni tercümelerini
yapmak zarureti de tabiatiyle hasıl olacaktır. Fransızlar bu tercümelere
asırlardan beri devam ediyorlar ve denilebilir ki hemen hiçbir nesil bunlara
devamdan müstağni kalamayor. Bilakis hepsi de gûya buna yeni başlanmış gibi
bir hızla ve gûya yeni bir keşif onları ilk defa olmak üzere asıllara
kavuşturmuş gibi yeni bir zevk ve itina ile devam ve tercümelerini teksir
ediyorlar.
Yine bu klâsiklerin tercümeleri, hususiyetlerine binaen, birer
klâsik tab’a da lüzum gösterir. Garplıların bu tercümeleri pek çoktan beri
tab’a başlamış oldukları cihetle bu tab’ usulünün de yavaş yavaş yolunu bulmuş
ve tekâmül etmiş olan muhtelif evsafı vardır. Bugün artık hiçbir mütercimin
eski ve metrûk bir tercüme metninden nakl etmeğe hakkı olmadığı gibi
tercümesini de bu son tab’ usullerinden tegafül ve istiğna ederek tab’
ettirmeğe hakkı kalmamıştır. Bu eserlerin yalnız tercümelerinin değil asıllarının
bile bugün bir çok not ve haşiyelerle basıldığı ma’lûmdur. O âlemi bize mümkün
mertebe açmak için bunlar cidden lazım olan bir takım anahtarlardır, îlk önce
müellifin yaşadığı zaman ve muhit ve gördüğü ve icra etmiş olduğu te’sirler
hakkında bize ma’lûmat verilmelidir. Saniyen eserde geçen ve bize yabancı
gelebilecek isimler, kelimeler ve telmihler için iktiza eden notların, şerhin,
tefsirin ve haşiyelerin, hülâsa lazım gelen bütün izahatın burada büyük bir
rolü ve mevkii vardır. Bu eserlerin ehemmiyeti de bu ma’lûmat ile daha iyi
anlaşılmış olur. Meselâ mezkûr Odyssée tercümesinin mütemmimi olarak mösyö
Victor Bérard’in neşr ettiği tetkiki eserin yarısı kadardır, üç cilt tutuyor
ve mezkûr Banquet tercümesine Mösyö Léon Robin’in ilave ettiği uzun tetkik de
başlı başına bir eser kıymetindedir. *( Platon: Le Banquet, texte établi et
traduit par Léon Robin, 1. Cilt, Société d'éditions 'Les Belles Lettres'.)
Hülâsa mütercimler eserin doğru bir tercümesine gösterecekleri
himmet kadar bunların eskilerine şüphesiz faîk olan en son ve mütekâmil
tab’ların takip ve tetkik ile tercümelerini de bu usullerle bastırmağa say’
etmelidirler. Meselâ Association Guillaume Budé’nin himayesi altında basılan
“Collections des Universités de France” yahut buna muadil diğer bir klâsik
kolleksiyon bir numune ittihaz edilirse Fransızca metnin üzerinden tercüme
edilirken metinle birlikte o tab’lardaki mukaddime, haşiye ve sairenin de
tercümesi ihmal edilmeyerek bunlardan istifade edilebilir. Nasıl ki Ruşen
Eşref Bey de Virjilüs’ün “Bukolikler”i tercümesini bu gibi ma’lûmat ile tavzih
etmiş ve zenginleştirmiştir.
[ Muhit der.; S.33, Temmuz 1931 ]
KLASİKLERİN TERCÜME VE TAB I -II-
Diyebiliriz ki eski Yunan ve Latin klasiklerini tercüme etmenin
pek parlak bir fırsatını kaçırmış olan bir millet varsa o da biziz. Çünkü bizim
İstanbul’u fethimizde buradan kaçırtmış olduğumuz mütercim ve şarihlerin
birlikte götürdükleri Yunan eserleri üzerinden Roma’da yaptıkları bu tercüme
ve tefsirlerle azim bir tarih devrinin, “Renaissance”ın başlamasına amil olmuş
oldukları tarihî bir mütearifedir. Fakat tarihle oynamak ister gibi böyle
muhakemelere kalkışmak abestir. Bu da ispat eder ki bir lisandan diğer birine
yapılan tercüme haddizatında pek mühim ve mücerret bir şey değildir. Bir de bu
tercümeyi hazım ettirmek, ona müsait bir muhit ve zaman bulmak meselesi
vardır. Garp medeniyeti bugün Hristiyan olduğu kadar Hristiyanlıktan evvelki
medeniyetlerin de varisi olan “Greko-latin” bir medeniyettir, ve bu
“ulûmu-edebiye=humanites”yi ta’lim ve tedrisine ithal etmiştir. Bunlar
kültürünün esasını teşkil ediyor. Bu klasik irfandan istiğna gösteren hiçbir
AvrupalI millet de yoktur. Artık beynelmilel ve beşeri bir mahiyet almış olan
bu yüksek eserleri milletimize tefhim etmenin çaresi bittabi’ bunları lisana
mal etmek yâni tercüme etmekti.
Bizde klasiklerin tercümesi meselesi gayet eskidir. Ve
klasikler tercüme olunmağa pek çoktan beri başlanılmıştır. Paris’e ilk daimi
sefir olarak göndermiş olduğumuz Esseyit Ali Efendi, Fransızca’ya mümaresesini
arttırmak için “Fenelon”u tercümeye başlamıştı. Yusuf Kâmil Paşa’nın o zamanki
üslupçuların pek ziyade beğenmiş oldukları bir nesip ve üslupla yazdığı
“Tercümei Telemak” ile büyük babalarımızın indinde kazandığı şöhret ma’lûmdur.
Ahmet Vefık Paşa’nın “Moliere”den belki de en mükemmel
tercümeler olan adaptasyonları meşhurdur. Şinasi ve Recaizade Üstat Ekrem “La
Fontaine”den bazı efsaneler, “Lamartine”den şiirler tercüme etmişlerdir.
Klasiklerin tercümesinde ısrar eden Ahmet Mithat Efendi ile tercümeyi yalnız
klasiklere tahsis etmemeyi iltizam eden Sait Bey arasında bu yolda büyük ve
uzun bir münakaşa olmuştu. Hüseyin Danış Bey de Sait Bey’in fikrine iltihak
etmişti ve Sait Bey:
“Hüseyin Danış ile böyle disek pek lâyık Şud be lafzı-klasik Mithat Efendi
âşık!”
diye eğleniyordu. Fakat arada sırada klasiklerden ikişer eser
tercümede devam olunmuş. Ve nihayet Ali Koyuncu Bey de Racine’in
“Iphigenie”sini hattâ hece vezni ile tercüme etmiş ve mısraların mukabillerini
tertib ederken de bir hece daha kazanmış olmak gayretiyle bu aleksandrenleri
altı beş yerine, altı altı on ikilik mısralarla eda etmişti.
Bu eserleri millete açmanın çaresi en evvel şüphe yoktur ki
bunları tercüme etmektir. Fakat ihtiva ettikleri fikir ve san’at noktai-nazarından
bilhassa yetişen gençlere tanıtmanın çaresi de herhalde Darülfünunun Edebiyat
şubesinde hususi kürsülerde tedris ettirmektir. Zira ta’kib edilen gaye
itibariyle bunları yalnız tercüme etmek kifayet edemez. Bu eserler aynı zamanda
izah ve tefsir de edilmelidir. Biz Fransız edebiyatında tercümeler yapmaya
başlayalı laakal üç çeyrek asır olmuştur. Bu kadar müddet zarfında Fransızcayı
öğrenmemiş olanlarımızın bunca tercümelere rağmen Fransız fikrine, san’atına,
hülasa kültürüne bihakkın vakıf olabildikleri hiçbir veçhile iddia edilemez.
Demek yalnız eser tercüme etmek kifayet etmiyor. Bu tercümeleri bizce zaten
ma’lûm olan çerçeveler içine ithal etmek, eserlerin muhit ve zamanı hakkında
bize bir fikir vermek, hülasa bunları bize göre anlatmak da lazım geliyor.
Binaenaleyh bu tercümelerle birlikte eski Yunan ve Latin milletlerinin ve
edebiyatlarının birer tarihçesi ister. Hiç olmazsa zavallı Nedim’in Müneccimbaşı Tarihîni Arapçadan Türkçeye tercüme ederken öğrenebildiği derecede
olsun, Roma ve Atina tarihini bilmemiz lazım gelir. Eski harflerle bu yolda
basılmış bâzı kitaplarımız yok değildir. Mesela Montesquieu’nun “Romalıların Azamet ve İnhitatı” isimli kitabı, ki bugün eskimiş olmakla
beraber o da klasik bir eserdir. Ahmet Saki Bey tarafından tarafından tercüme
edilmiştir. M. Rauf Bey’in “Yunan-ı Kadim Tarihi
Edebiyatı”ve İsmail Hikmet Bey’in
de “Yunan Edebiyatı Tarihi” ünvanlı birer eserleri vardır. Daha bu
milletlerin kültürünü, mitolojilerini anlatacak kitaplar ister. Ve mesela
merhum Tevfik Paşa’nın “Esatiri Yunaniyan” adlı büyük kitabı bu yolda faydası
görülecek bir eserdir. Ve nihayet birçok mütefekkirlerin asırlardır bu
klasikleri nasıl telakki etmiş olduklarını gösterecek tahlili eserler ister.
Araplar, yahut o zamanlarda ilim lisanı olan Arapçayı istimal eden müslümanlar
kütlesinin teşkil ettiği (İslam medeniyeti uleması) Yunan klasikleri içindeki
filozofları doğrudan doğruya yunancadan tercüme ve teşrihe koyulalı bin seneyi
çoktan geçmiştir. Hicri 150 senesinde Bağdat’ta bir akademi, bir
“Darül-Hikmetül-Islamiye” te’sis ediliyor ve Süryani uleması vasıtasiyle
Aristo, Eflatun ve diğer filozofların kitapları Yunancadan Arapçaya tercüme
ettiriliyor. Fakat daha sonra yetişen İslam alimleri Süryanilerin bu
tercümelerini sahih görmediklerinden onları bir defa daha tercüme
ettiriyorlar. Onların bu tercümelerini de yeni yetişenler beğenmiyor ve bir
defa daha tekrar ediyorlar. Nihayet hicretin dördüncü asrında Arapça yazan
Türk alimi Farabi bilhassa Aristo’yu tetkik ve tercümelerini tashih ediyor.
Beşinci asırda yine büyük Türk allamesi îbni Sina tekrar bu kitapları yeniden
tefsir ediyor ve Aristo üzerine yirmi ciltlik muazzam bir eser yazıyor.
Arapların Aristo’ya muallimi-evvel, Farabi’ye muallimi-sani ve Ibni Sina’ya
muallimi salis dedikleri malûmdur.* Miladi XII’nci asırda yaşamış olan ve
Aristote’ın hayranı bulunan hakim Ibni Rüşd’ün tercüme ve tefsirleriyle
Garp’te kazandığı büyük şöhret ve bütün fikir âleminde kendisine verilen mevki
ve ehemmiyet de malûmdur.** işte Renaissance’ı asıl bu yolda eserler hazırlamıştı
ve bugün de bu klasiklere karşı bizde bir alâka uyandırmak için tercümelerinin
yanında ehemmiyetlerini izah eden böyle hususi neşriyata da ihtiyaç vardır.(
Eyüp Medresesi müderrisi Vanyalı Esat Efendinin Sadrazam Damat İbrahim Paşanın
teşvikiyle Fener'de Rum papazları ulemasından ayrıca tahsil edilerek"
Aristo'nun eski tercümelerindeki hataları tashih ile Arapça tanzim ettiği ve
Aristo'nun sekiz kitabına nisbetle "Kütübü-semaniye" adlı el yazısı
ve İstanbul'un büyük kütüphanelerinde mevcut eserinin de pek mergup ve ma'ruf
olduğunu işittim. ** Ernest Houan: Averroes et TAverroisme, 1 cilt, Calmann
Levy)
Bugünkü karilerin ekserisi tercümenin edebi nevilerin mühimlerinden
biri olduğuna kani’ değil gibidirler. Gariptir! Denilebilir ki kudemamız bu yoldaki
eserleri anlamaya daha az hazırlanmış oldukları halde, belki bunlarda
kendilerine büsbütün yeni ve cazip gelen şeyler buldukları için, bu gibi
tercümelerin kıymet ve ehemmiyetine bizden çok fazla bir saffet ve ciddiyetle
kani’ idiler. O demin bahs ettiğimiz “Tercümei Telemak”ın Yusuf Kâmil Paşa’ya
kazandırdığı şöhreti düşününüz. Tercümenin bizde gözden düşmesine sebep
sonraları ve şimdiye kadar bu işin ekseriyette fena ve zevksiz bir tarzda,
ticaret için acele ile yapılmış olmasıdır. Bizden evvelki nesiller klasiklerden
değilse de muasırlardan birçok eserler tercüme ettiler. Fakat fena bir tarzda!
Malûmdur ki Fransız edebiyatında da vaktiyle en büyük üstatlar ve şairler
eski klasiklerin muntazam ve güzel bir tercümesini yapmakla iftihar ederlerdi.
Romantizmin üstadı Victor Hugo bile gençliğinde yalnız yaptıkları tercümelerle
şöhret kazanmış edipler bile yetişti. Vaugelas Romalı müverrih Quinte Curce’un
eserinin tercümesine otuz senesini tahsis etmiş! Nasıl ki Nedim de demin bahs
ettiğimiz "Sahaifülahbar Limüneccim Başı”nm mukaddimesinde dediği gibi
“Sade Türki lisanına” nakl ve tercüme olunmasına 1132 senesinin
Cemaziülahirinde başlamış ve bunu 1142 senesinin Şevvalinde bitirmiş, demek ki
3 büyük cilt teşkil eden bu tercümesine on sene çalışmıştır! Bu usullere, bu
nümunelere bugün artık hiç kimsenin tebaiyet etmediğini zann etmemelidir.
Mesela Victor Berard’ın “Odyssée” tercümesi gibi tercümeler de uzun senelerin
mahsulü olan, büyük bir edebiyat abidesi telakki edilen ve mütercimlerine
birçok şeref kazandıran eserlerdir.* (*Victor Bérard: L’Odyssée, cilt 6,
Société d’éditions “Les Belles lettres", mübâhase: bir iş hakkında iki veya daha çok kimse arasındaki konuşma)
Bizde bu defa Yunan ve Latin klasiklerinin külliyat halinde tercümesine
başlar başlamaz bâzı Garp mecmua ve hattâ yevmi gazetelerinde buna bir
ehemmiyet ve kıymet atf olunduğunu gördük. Bu gün içimizde buna hattâ yeni
rönesansımız için kâfi gören bâzılarımızın mübalağalarına iştirake lüzum yoksa
da tercüme haddizatında faydalı, tabii ve hattâ zaruri bir şey olduğundan
onlarla bu hususta bir mübaheseye girişmek de abestir. Aramızda hiç kimse bu
Yunan ve Latin ve hattâ onların muakkibi olan -Yusuf Akçura beyin bodur
bulduğu- Fransız klasiklerinin tercümesindeki lüzum ve faideyi inkâr etmeyor.
Bizde bu klasiklerin tercüme ve tab’iyle meşgul olmayı deruhte
etmiş olan iki makam vardı. Biri Maarif Vekâleti, ki zaten doğrudan doğruya
kendisine terettüb eden bu vazifeyi bihakkın deruhte ediyor demektir; diğeri
de Türk Ocağının “Türk Ocakları İlim ve San’at Heyeti” idi.** Bu heyetin
teşebbüsü ile mühim bir hareket başlamıştır.
Bâzı ma’ruf muharrirlerimizin birkaç tercümeyi ikmal etmiş,
yahut buna başlamış yahut başlamaya karar vermiş oldukları haber veriliyor.
Binaenaleyh artık klasiklerin tercümesi devrine girdiğimiz anlaşılıyor. Demek
ki bütün bu klasiklerin ne yolda tercüme ve hattâ tab’ edilmesi lazım geldiğini
tetkik etmenin ve hiç olmazsa bu vadide böyle bir hasbihalde bulunmanın sırasıdır.
Düşündüklerimizi gelecek makalede arz ederiz.
[ Muhit der.; S. 34, Ağustosl931 ]
** Türk Ocakları İlim ve Sanat Heyeti, klasik eserler
silsilesinin ilki olarak Virjiliüs'ün "Bükolikler"i yani "Çoban
Şairlerinin tercümesini neşreden Ruşen Eşref bey kitabının mukaddimesinde Türk
Ocağının "Bir taraftan Türkiye'ye ait mühim eserleri toplamak, te'Iif ve
tercüme ettirmek yolunda devam ederken" diğer taraftan da klasik eserlerin
tercümesine karar vermiş olduğunu kayd ediyor. Madem ki asıl vazife terk
edilmiyor, Türk Ocağının ayrıca luzumu olan bu himmetin bir kısmını deruhte
etmesi haddizatında tenkit olunacak birşey değildir. Cami bey Tacite'in
"Cermanya"sım tercüme etmiş, yine Ruşen Eşref beyin Virjiliüs'ten
tercüme etmiş olduğu "Jeorjikler"den ma'da Ahmed Haşim bey de
"Ovide"i tercüme etmiş ve şimdi de Théocrite'i nakl ediyormuş. Bu tercümelere
bir an evvel başlanması luzumu hakkında heyecanlı bir propaganda yapmış olan
Yakup Kadri Bey bu neşriyatına zamime olarak bir numune göstermek için
"Horace"ı, Hassan Cemil bey Ciceron'un nutuklarını tercüme etmişler.
Herodode'un "Les Travaux et les jours" eseri, "Epictéte in
Pensée et Entretiens"leri tercüme ediliyormuş. Fâik Âli bey Aristote'un
"Politik"ini, yine o ve yahut diğer bir edibimiz Le Banquet'y»
tercüme etmiş, Cami bey Strabon'un "Coğrafya"sını, yine Ruşen Eşrefle
Haşan Cemil beyler müştereken "Plutarque"ı tercüme edeceklermiş.
Bir gün, bir dostumla, sevdiğimiz bir şairin cenaze merali
siminde bulunuyorduk. O: Kaybettiğimiz bu şâir o kadar çalışkandı ki, gece
gündüz okurdu” diyince, ben hayret içinde kalmıştım.
Evet, okumak, bazan, muhakkak çalışmaktır. Fakat her zaman
çalışmak mıdır? Tecrübelerime göre, okumak, çok kerre çalışmak sayılamaz.
Okumak, bilhassa bir faaliyet değil, mutavaattır. Bir külfet, bir zahmet olan
çalışmak, okumak değil, yazmaktır. Yazmak, düşünmek, hesap etmek, karar almak,
muhakeme etmek, nâdim olmak, tashih etmek, hüküm vermek, yani birçok fikir
amelesiyle uğraşmaktır. Okumak, bilâkis, sadece bir kolaylıktır. Kitaplarımızı,
etrafımızda en tatlı tembellik âlât ve edevatımız gibi hazırlanmış duyarız.
Okumak, yorgunluktan kurtulmak, dinlenmek, kendini unutmak, yaşadığımız zamanlara
nispetle daha masûm bir zamana ermek, istediğini düşünmek ve istemediğini
düşünmemek, gönül eğlendirici bir devre geçmek, müstesna bir muhitin sükûnuna
varmak, başka bir tarihe dalmak, hülâsa okumak bir hodkâmlık, bir kurtuluş,
bir zevk, bir vuslat, bir inzivaya varış, toprağımızdan uzaklaşarak bir aya
yükseliş, bir nevi morfin kullanmak gibidir. Istirahatli bir sükûtun sükûnunu duymak
ve bilhassa, bir teselliye kavuşmaktır.
Zaten en büyük rahatlık, tabiatımızın ihtiyacını tatmin edebilmektir.
Hemen her tabiatın ihtiyacı başkadır. İçki sevenler daima içmek isterler, içen,
hasta veya sıhhatli, neşesiz veya neşeli, muttasıl içmek ve sarhoş olsa da
yine içmek ister. Kumarbaz gece gündüz oynamak, kime rast gelse onunla oynamak
ister. Artık kaybedecek bir şeyi kalmasa da oynamak ister. Okumak ihtiyacını
duyan da her gün ve her gece, memnun veya meyus, muttasıl okumak ihtiyacındadır.
Eli altında, her zaman, bir kütüphane bulunmalıdır. Tiryaki, yeni sigarasını
bitmek üzere olan sigarasiyle yaktığı gibi, o da, elindeki kitabın bittiği
dakikada yeni bir kitaba başlamak ister. Okumak, bir iptilâdır.
Tabiatımın hastalıkları, ömrümün rahatsızlıkları, uyku saatlerimin
uykusuzlukları ile, ben de, uzun zaman, kitapları birer ilâç gibi kullanmak
zorunda kalmıştım. Kitapsız yatamazdım. Yatağıma girerken, uykularıma varmak
için, denize atlar gibi, bir kitaba dalardım. Birini elime alır, onu bitirirken,
bir başkasına başlardım. Etrafımı bir kütüphane ile kuşatmıştım. Ruhumla
hastalığım, rahatsızlıklarım ve karşımdaki hakikat arasına bir siper koymuş
gibi, muttasıl okumaktan başka bir şey yapamıyor, bu suretle o kadar
tembelleşmiş oluyordum ki herhangi başka bir işe girişmek şöyle dursun, en
basit bir şey, hattâ bir iki satırlık bir mektup yazmak istemiyor,
yazamıyordum. Zamanımı ve hayatımı unutmak isteyerek, okumak sayesinde, şahsıma
taalluku olmıyan bir âlemle alâkadar olmak ihtiyacını duyuyordum. Muttasıl, his
ve fikirlerle dolu kitapları okuyor, şair, hikâyeci, romancı, ahlâkçı,
münekkid, filozof, seyyah, tarihçi, bütün yazarların hayat konserlerini
dinliyor ve bu sayede kendimi unutabiliyordum.
Bütün dünya nimetleri arasında bu kitapları saymamak kadar
nankörlük olamaz. Bu kitaplar, çocuk oyuncakları değil, mucizeleriyle, dünya
hâdiseleri arasında, en mühim olanlardandır. Dünyada asıl yegâne dostlarımız
olan ve ömrümüzün hâlâ lezzetlerini duyuran bu kitaplar dünyanın asıl asaleti,
insan ruh ve fikrinin en ince ve yüksek tezahürleridir. Dünya edebiyatının en
çok sevdiğimiz bu kitaplarından bazılarını okumamış olsaydık, hayatımızın en
büyük zevklerinden birçoklarını duymamış ve mahrum kalacağımız bu zevkleri
başka hiçbir suretle telâfi edememiş olacaktık.
Beğendiğimiz ve sevdiğimiz bütün bu kitapların diyarı, yeryüzünde
en eski zamanlardan beri büyülenmiş bir cennet bahçesi teşkil eder. Şark ve
Garp iklimleri var ve bunların kendilerine has kitapları vardır. Her kitap bir
hususî iklim, bir devir mahlûkudur. Hepsinin toprakları, suları, meyvalan,
çiçekleri, kuşlan, tatları vardır. Bu bahçede, hâlâ en eski zamanların
meymenetleri duyulur. Ta ilk ömürlerin şarkıları işitilir. En eski üstadların
huzurlarına girilir.
Dünyanın en derin sözleri, bazı şairlerin mısralarıdır. Bunlar
bütün dünya çiçeklerinin usareleri nispetinde bin nevbahar kokularını birden
dökecek kadar kuvvetli duyulan birer mânadır. Dâhi şairler, peygamberler
gibidirler. Birer din yahut birer tarikat kurucusudurlar. Muhtaç olduğumuz en
büyük tesellileri veren din kitapları gibi onlar da kitaplarının
mucizeleriyle, şiirlerinin tarikatlarına girmiş olurlar. Hazreti Mevlânâ için:
“Nîst peygamber veli dâred kitâb!” denilmişti. Yunus Emre, bir Bektaşilik
velisiydi. Mu’tekidler Fuzulî divanını açmakla tefe’ül ederlerdi. Victor Hugo,
büyük bir şiir kitabından sonraki ikisini de ikmal edince kendi şiir tarikatını
tetvic edeceğini söylemişti. En büyük şairlerin âhenklerinde din mâbedlerinin
musikileri duyulur. Hâlâ Mevlevî âyinlerinde neylerle kudümler konuşur.
Fuzulî’nin “Menem ki kafile sâlâr-u
kârbân-ı gamam” terci-i bendinde
mâbed erganunlarının çıktırdığı sesler işitilir gibidir.
Bütün bu kitapların, ayrı ayrı zamanlarda ihtiyaçlarını duyarız.
Filozoflar, insan ruhunun mantık ve ahlâk gayelerini toplar. Zamanlar, dinler,
felsefeler geçer ve yeniden her şey ölçülür, değişir ve tekerrür eder.
Tarihçiler, dünya hâdiselerini, en mühim vak’aları tekrar
anlatmak ihtiyacını duyarlar. Dünyada büyük imparatorluklar kurulur, yıkılır.
Tarih hâlâ eski zamanların yeni bir hâtırası, yeni bir izahı, yeni bir
yâdıdır, öyle ki, onu her gün okusak yeni dersler alacaktık.
Dünyayı dolaşmak ihtiyaciyle doğmuş büyük seyyahlar, Evliya
Çelebi gibi, iptidaî şartlar içinde bile, seyahatlerini tamamlıyarak, neler
gördüklerini naklederler. Ve Pierre Loti gibi, bütün dünya yollarında tesadüf
ettikleri her manzaranın bir resmini çizerler.
Hikâyeciler, Binbirgece Masalları gibi, dünyanın bütün gün ve
gecelerini hâlâ daha naklederler. Çocuk masalları, hakikat masalları, hülya
masalları, eski zaman masalları birbirlerine karışır. Romancılar, dünyanın en
meşhur adamları arasına, kendilerinin dünyaya getirdikleri insanları
karıştırırlar. Bu, tarihin bildiği insanlar arasında, meselâ Don Quichotte yok
mudur? Shakespear’in kahramanları yok mudur? En meşhur âşıklar arasında da
Leylâ ile Mecnun yok mudur? Fuzulî’nin aşk uğrunda fedakârlık hisleri ve
Nedim’in gönül maceraları tatlarını dünyada olduklarından daha fazla duymazlar
mı? Bazı saraylarda en güzellerinden nice kadınlar hazırlanmışlardır. Bazı yerlerde
sefahat meraklısı nice insanlar kadın ticareti yapmaktadırlar. Fakat bütün bu
maddiyat ile meşgul insanlardan ziyade bazı aşk romancılarının kitaplarında
duyulan his, fikir ve tecrübeleri bu hisleri daha ziyade izah eder, onlardan
daha ziyade canlı duyulur.
Ne olursa olsun, işte, parasızken zenginliğin kolaylıklarından
istifade etmek, ümidi yokken bir imanın bahtiyarlığını duymak, hayret içinde
kalınmışken bir felsefenin selâmetine ermek, okumak sayesinde mümkün olabilir.
Zavallı beşeriyetin zaten bedbahtlıkla malûlken, dünyanın
kullarının çoğu tesellisiz bulunurken birde okumak tesellisinden mahrum
kalışları, düşündükçe, rikkatime dokunuyor. Onların iyi okumayı bilmedikleri
anlaşılıyor. Bu kitapları okumakla bunca insanın, tedavi olmasalar da, büyük
bir teselliye ulaşacaklarına inanıyorum.
[ Türk Yurdu der.; S.246, Temmuz 1955 ]
KELİME KAVGASI
(Klasik, romantizm, hümanizm ve ilâahiri)
Beşeriyetin hep kanlı maceralarla geçen
tarihine bakılırsa dehşetle görülür ki nizamların, dahilî ve hattâ haricî
harplerin bile esası çok kere birtakım kelime oyunları ve kavgalarından
ibarettir demek ki sulh içindeyken kelimelere ve onların delâlet ettikleri
mânâlara verdiğimiz ehemmiyeti çok görmemeliyiz. Böyle sözler nafile
hiddetlere kapılmadan birbirimizin ne dediğini anlamak için faydası memul olan
musahabelerdir.
Hakikaten hayat ve dünyayı anlayış
hususunda son nesillerimiz arasında o kadar değişiklikler oldu ve şimdi
hepimiz muhtelif Garp lisanlarının ve kültürlerinin tesiri altında o kadar
mütehalif zevklere, kanaatlara ve zihniyetlere ayrılıyoruz ki mensup olduğumuz
kütlenin kendine hâs olan lehçesi bir diğer zümrenin lisanına nispetle bazan
büsbütün başka manâlara delâlet ediyor. Bizde eskiden mevrus Şark irfanını
yeni kazandığımız Garp kültüriyle bir eleştirip lisan ve vukufumuzda yer tutan
millî bir ansiklopedimiz de yoktur. Meselâ Akademi Fransezin teşekkülünün
sebeplerinden biri Fransız kelimelerini delâlet ettikleri mânâları canlı bir kontrol
altında bulundurarak bunları yeni şümullerile tespit etmektir. Lügatin
musahhah bir tab’ı biter bitmez yeni bir tab’ına çalışmağa başlanıyor. Zira
lisan yaşamakta, demek değişmektedir. Bizim hudutları yeni ve yabancı
kelimelere kâmilen ve muttasıl açık olan lisanımızdaki kelimelerin mânâları
büyük bir sür’atle bir çok tahavvüllere maruz kalıyor. Eğer dikkat etmezsek
Babil kulesindekiler gibi birbirimizin dediklerini anlıyamaz-olacağız. İçimizde
elbette hüsnü niyet ve samimiyet vardır. Fakat görülüyor ki bu meziyetler
nâ-kâfi geliyor. Bari muhtelif mektebi edebiler, (fakat bunlar teessüs etmiş
değildir). Muhtelif nesiller (fakat ayrılıklar bunların içinde de mevcut)
kendi lehçelerini teşkil etseler de anlaşılmamazlığın hiç olmazsa bir mektebi
edebiden bir diğeri arasındaki mesafeye geriletsek, yani fikrî mekteplerin ve
muhtelif sistemlerin vuzuhlarını olsun temin etsek! Fakat yeniler içinde de
müşterek bir anlaşmadan ziyade fikirleri orijinal yani nevi kendine münhasır
muharrirler yetiştiği görülüyor ve anlaşılıyor ki bütün bu tezebzüp içinde
lisanımıza pek çok itina yani hürmet etmeğe çalışmalıyız; çünkü lisan
milliyetçiliğin bir esasıdır. Medeniyetinizi onun vasıtasıile tahkimle teşmil edeceğiz ve milliyetimizin
hududlarını tevsi edecek odur. Lisanımıza mümkün olduğu kadar vuzuh ve selâmet
vermek Türk zekâsı, Türk samimiyeti, Türk âtisi için elzemdir.
San’at, felsefe ve bütün ihtisas kelimeleri
hususî lûgatçeler içinde ve mütehassısları arasında kalıyor. Halbuki bu
kelimelerin ve delâlet ettikleri meselelerin bizim için hayati bir ehemmiyeti
var. Zira, gerçi doğrudan doğruya millî bir edebiyatımız olduğu evvelce de
iddia edilemezdi, esasen her edebiyat daima hariçteki muhtelif harsların
tesirine de tabi olmuştur. Biz de millî hudutlarımızı aşan bir Şark ananesi ve
Acem ve Arap edebiyatlarının tesirlerine tabiydik. Fakat bilhassa Tanzimat’tan
ve Garp edebiyatlarına teveccüh etmiş olduğumuzdan beri esasen bütün
milletlerin edebiyatı da olduğu gibi edebiyatımız artık münhasıran millî
değildir. Umumî dünya ve bilhassa Avrupa milletleri edebiyatlarının
tesirlerini tabidir. Binaenaleyh bu kelimeler bizim için bir kültür meselesi ve
kavgasına âlem oluyor demektir. Şimdi kendi millileşmiş ve an’anesini yapmış
kültürlerimizden her zamandan daha fazla bir cesaret ve temayülle Avrupa
kültürlerine açılıyoruz. Ve başka başka membalardan gelen kelime, his ve fikir
almaktayız. Bunları hazmetmeğe ve biribirimizi garip görünecek şekillerinden
tecrit etmeğe çalışalım.
Esasen bugün mevzuu bahsettiğimiz klâsik ve
romantik gibi kelimeler öyle “paspartú” kelimelerdir ki daima şümullerinin
dairesi iyice çizilmeden bol yahut dar mânâlara göre kullanılır. Bu kelimeler
yeni geçmiş oldukları lisanımızda değil öz lisanlarından da ne kadar ihtilaf
ve teşettüte bais olduklarım inkâr etmiyelim. İtiraf edelim ki çok karışık
olan hakikatlerin ifadesine tahsis ettiğimiz bu kelimelerin ağları içinden
söylemek istediğimiz hakikatin bir kısmı sızıp kaçıyor. Ve biz kısmen doğru
bir şey söylediğimiz anda kısmen hata ediyoruz. Fazla olarak bu kelimelere
verilen mânâlar nisbî olduğu kadar şahsidir. Yani onları kullananlar
ekseriyetle bir düstur müdafaa etmek isterken kendi ruhlarını ifade etmiş
oluyorlar.
Fransa’da geçen 1930 senesi, yüzüncü yıl
dönümü münasebetile romantizmin leh ve aleyhinde yazılmadık şey kalmadı. Bu
muhtelif fikir ve kanaatları, ve mütezat noktai nazarları icmal için lâakal
bir cilt yazmak iktiza ettiğini söylemek hiç mübalağalı değildir. Nasıl ki M.
Fidao Justiani’nin “Qu’est-ce qu’un classi que? - Bir klâsik nedir?” Sualine
cevap vermek için yazdığı eser 6 büyük cilt tutacakmış. Evvelce Pierre
Lasserre’in yapmış olduğu gibi son muharrirler arasında M. Louis Reynaud
tarzında romantizmi bütün fenalıkların ve inhitatın mastarı telakki eden
mutaassıplar olduğu gibi “Romantisme et Préromantisme” eserinde M. Henri
Tronchon gibi romantizm felsefesi yahut romantik felsefesinin, hülâsa
romantizmin kendine has edebî şekillerle bir mektebi edebî olarak teşekkül
etmeden ve tevsim edilmeden evvel, eserlerde, zihniyetlerde ve ruhlarda
mevcudiyetini izah edenlerde vardır.
Bu meslekler, mektepler ve ünvanlar
hakkında bizde de ve bir hayli yazılar yazılmıştır, ilk önce, ta Ahmet Mithat
Efendi ile Sait Bey arasındaki klâsikler münakaşasından başlayarak geçen gün
içtihat mecmuasında Abdullah Cevdet Beyin romantizm ve romantiklere dair
yazdıklarına kadar bunların arasında ne muhtelif, ne mütezat ve şimdi de ne
yanlış görülen şeyler yazılmış, ve bilhassa bu kelimelere nasıl ayrı ve ne
garip mânâlar verilmiş olduğunu göstermek istedim. Lâkin sonra değer mi diye
düşündüm. Bunları icmal sanki neye yarayacaktı?
Bizce bilinmesinde fayda tasavvur
edilebilen cihet geçmiş olan bu edebî mesleklerden alınabilen istifadeyi,
hülâsa bize kalan mirası tespit ve teemmül etmektir. Bütün bu meslekler, bu
mektebi edebiler, bu usûller niçin geçmiştir? Zira san’at formül ve kaideleri
beşeri olan her şey gibi mevcudiyetile aşınır, ihtiyarlar ve ölür. Bütün bu
san’at fikir, his ve ahlâk gayelerini öldüren kendi ruhlarında mevcutken
bozulan meziyètler ve hariçlerinde teşekkül ederek kendilerini aşan, geçen
başka faziletlerdir.
Klâsisizm ne hassasiyeti ne de muhayyileyi
ilga etmiş değildi. Halbuki ilk klâsiklerin muakiplerinin yapmış oldukları
aşağı yukarı budur. Ecole Encylopedique müritleri olan rasyonalistler, her
şeyin mizanı olarak aklı kabul etmişler, ve böylece san’at ruhundan boşalmış,
zi-hayât hakikatle samimi bir münasebeti kalmamış, kurumuş, mücerret ve kavli
bir şey mahiyetine inmişti.
Fakat bugün klâsisizme karşı bir aksülâmel
olan romantizmin yaptığı tarzda bir aleyhtarlık ve bir benlik sevdasile kulaklarımızı
onun bize hâlâ verebileceği derslere kapamak abes ve saçma bir şey olmaz mı?
Hattâ denilebilir ki romantizm de bu yanlış hareketten ölmüştür. Zira nafile
bir ifrata karşı muzır bir tefrite düşmüştü. Bugün romantizm de kendine has
lirizmi, hitabet ve belâgat zevki ve mübalağaları çoktanberi geçmiş ve maziye
karışmıştır.
Halbuki bugün klâsisizmin de romantizmin de
(maatteessüf şu manâsız asrî kelimesile ifade ettiğimiz) “modern” olan
kısımları vardır. Ve klâsisizden zihnimize bir selâmet gelmiş olduğu gibi
romantizmden de bir hareket ve bir galeyan geçmiştir. Hülâsa bu gün klâsik bir
nevi romantizm yok değildir.
Bu iki edebi mektep için söylediklerimizi
formülleri itibarile eskimiş ve geçmiş fakat kendilerinden umumî edebiyata bir
çok haslatlar kalmış olan realizm, natüralizm ve saireleri için de tekrar etmek
mümkündür.
Edebiyatımızın içinde bulunduğu karışıklık,
kararsızlık ve yoksulluk, hülâsa anarşi âleminde bu hakikati teslim etmemek
büyük bir hata olur ve muhakkak bir tehlike teşkil eder. Halbuki edebiyatımız her
tarafından zıt ve muhalif cihetlere doğru çekilip âdeta parçalanacak gibi
olduğu ve yolunu bulamıyarak her istikamete tereddütle baktığı şu sıralarda bu
hakikati teemmül etmekte belki bir fayda vardır.
İnsan bazan edebî mekteplerden müctenip
duran ve hiçbirinin teşekkülüne müsait olmıyan bu devir içinde ne o klâsik
yani yeni bir klâsisizm devrinin arifesinde bulunduğumuzu farketmek istiyor.
Fakat taraftar olduğu bu harekete ve temayüle binbir tereddüt ve ihtiyat ile
hissediyor ki daha şamil bir tabir olmak üzere, ve tarihî mânâsında değil,
yeni ve zamanımıza göre bir manâ verdiğimizi söylemek şartile, “hümanizm” demek
doğruya daha çok yakın olur. Vakıa bu, klâsisizm, romantizm, realizm,
natüralizm vesair edebî mekteplerin ders ve mirasından istifade etmiş ve
zenginleşmiş bir cereyanı, san’atın müktesap bütün servetlerini, keşiflerini,
icatlarını ve bizi meclûp etmiş sesleri ve şiveleri kabul ve cemeden bir san’at
ocağına göre bir taraftan milliyetimize erdiğimiz, diğer taraftan nispiyetle
anlaştığımız ve diğer taraftan klâsik bir kültüre teveccüh ettiğimiz şu
sıralarda bütün mazinin tecrübelerinden istifade etmiş, nispiyete, kültüre ve
cesarete ermiş; samimiyeti, hukuku ve hududu tevessü etmiş bu san’at ve
edebiyata “hümanizm” demek istemek makûl olur.
Hülâsa bütün mirasımızı kabul etmeli ve
müktesap irfanımızın hiç birini reddetmemeliyiz ve san’atımız zihnimizin ve
kalbimizin en muhtelif ve mahrem ihtiyaçlarına tevafuk ve tekabül edebilmeli
ve belki ancak beşerî bir hakikate muhalif olacak şeyleri reddetmelidir.
Muharrir eğer eserini hayatından koparmış
olduğu bir parça yapmıyorsa, eğer lisanile kanını ve zihnini yoğurup eserine
malzeme olarak kullanmıyorsa, eğer bize kalbini, aklını, aşkını ve galeyanını
ifade, tahlil veya hikâye etmiyorsa sükût etsin, onu duymaya ihtiyacımız yok
demektir. Şiirler sükûn bulmak için imdada çağırışlar, fikirler,
saklıyamayacağımız sırlar, hikâyeler hayat hakkında kendi şehadetlerimiz
olmalıdır. Edebî bir eserde bulmak istediğimiz şey yerine ikame edilmeyecek
olan şahsî ve yekta bir şivedir. Bir maceranın hikâyesinden ibaret olan kitap
bize bunun muharriri için dünyadaki en mühim macera olduğunu his ve teslim
ettirmelidir. Hakiki bir san’at eseri belki ne bir ders, ne bir nümunedir. Bu
bir tek çile ve bir tek tecrübenin münferit bir mahsülü, beşerin şahsi
ifedesidir. Ve tamamiyeti itibariyle aynen bir başkasının olamaz. Bu böyle bir
hakikattir ki san’atlar (ona ister meczup, ister dahi deyiniz) bir din, yahut
bir nevi mesti ile ve bin bir zahmetle onu kalbinin içinden beşeriyetin
iz’anına ve kendi lehçesinden milletinin lisanı içine geçirir. San’atkâr
lisanın denizine kendi kanını katmak ihtiyacım duyan ve kalbinin ateşini
teskin için bu umman içine dalan bir mahlûktur.
[ Milliyet gaz.; 5 Mayıs 1931 ]
√ Muharririn, hayatında her
duyabileceğini duymuş, bütün mayasını tutturmuş olacağı bir çağ vardır. Az veya
çok, iyi yahut fena, mahsul artık alınmış, şimdi bunları toplamak işi
kalmıştır.
√ Ruhun kabul etmeyip kapı dışan ettiği
malûmatın san’ata hayrı dokunmaz. Emniyetimizi temin için malûmatımızı iz’an
hâline getirmek lâzım gelir. Bir edebiyatçının vazifesi, kafasının inandığı
fikirleri ruhunun imanları haline yükseltebilmektir.
√ Bir sualin iyice irad olunuşu, bir
meselenin yarı halli sayılır deniliyor. Birçok meseleler var ki vakitlerinde
vâzıhan ortaya konulmuş, fakat bunlara hiçbir hâl sureti bulunamamıştır (irad: getirme, söyleme.)
√ Samimiyet nedir? Türlü türlü samimiyet
var. Zira bu da bir telâkki meselesidir. Hepimiz samimiyet isteriz. Halbuki bundan
beklediğimiz, karşımızdakinin anladığı değildir. Bu kelimenin mânası bahsinde
anlaşmak ne güç! Ekseriyetle hiçbir samimiyete erememiş olanlar cidden samimî
olanlara yine samimiyet namına târiz ederler.
√ Muaheze pek kolaydır. Hususiyetle
san’attan hiç anlayamıyanlar için!
√ Çok kere bir adamı haklı gösteren
ötekilerin haksızlığı, mantıklı gösteren ötekilerin mantıksızlığıdır.
“Mütefekkir” geçinenlerin üstünlüğü, çok kere, ötekilerin her türlü düşünmek
hassasından tamamiyle mahrum oluşlarındandır.
√ Tabloları ve ressamları muvaffakiyetleri
bakımından değil, sade mevzuları itibariyle beğenen veya beğenmeyenlere ne
dersiniz? Resimden hiçbir şey anlamıyor demez misiniz? Neden edebiyat için de
mesele aynı olmasın?
√ Lisanları değişerek Babil Kulesinden
birbirlerinin dediklerini anlayamamış olanların ahfâdı bulunduğumuz belli!
Aynı dili konuşsak bile biribirimizi anlayamıyoruz.
√ Birçokları için en değerli şarkıcı, en çok
bağıran ve en kuvvetli muharrir de en çok haykırandır.
√ Söz söylemek düşünmek olmadığı gibi,
yazmak da düşünce san’atı sayılmaz. Düşünmeden de her gün yazılabiliyor.
√ Boş lâf söylenebilir, fakat hiç olmazsa nafile
yazı yazılmasaydı?
√ Nafile yere nice nasihatler veririz.
Sözümüzü başkasına değil, kendimize bile dinletemeyiz!
√ Şarkıcının dinlettiği sesler söz değil de
nağme ise, san’atkârın cümlesi de bir âhenktir.
√ Edebiyatta mükemmellik kat’î değil,
nisbî; ebedî değil, mütehavvil; hulâsa bir kat’iyet değil, bir nevi seraptır.
√ Doğup yaşadığımız şehri görmeğe gelmiş
seyyahların seyrettikleri âbideler gibi, kendi dilimizde okumadan bildiğimizi sandığımız kitaplar vardır.
√ Tercümeler bazan bu eserleri hem yazanlar,
hem okuyanlar için birer ihanete benzer.
√ Bazı tabloları iyi görebilmek için hususî
bir ışık tertibatı lâzım geldiği gibi, bazı kitapları anlamak için de hususî
gözlükler takılması lâzım geliyor.
√ Bazı muharrirlerin söylemek istediklerini
anlamak için onları söyleten ecnebî kitapları bilmemiz iktiza ediyor.
√ Ağır yemekleri hazmedebilmek için sağlam
bir mide lâzım olduğu gibi, fena eserlerin mahzurlarından korunmak için de
sağlam bir kafa lâzım.
√ Edebiyatta hiç kimseye benzememek bir
gayedir. Lâkin bunun da hiçbir şeye benzememek gibi bir tehlikesi var.
√ Bir eser yaratan san’atkârın ne dereceye
kadar şuurlu, ne dereceye kadar şuursuz çalıştığını bilmemize imkân yoktur.
Bunu Allah bilir.
√ Bazı muharrirlerin sahifeleri sinek
avlamak için kullanılan zamklı kâğıtlar gibi kısa zamanda kirleniveriyor.
√ Şiir alelâde bir lâkırdı değildir ki,
samimiyeti ve sadeliği en büyük meziyetleri addedilebilsin.
√ Şair, şiir kitabını neşrettiği günden
itibaren, nasıl olup da herkesin bununla meşgul olmadığına şaşar. Umumî bir
suikasd karşısında kalmış gibi, hayret içinde kalır. Ne garip! Kitabından
sonraki günlerde yine eski günlere benziyor. Hiçbir şeyde bir değişiklik yok.
“Âlem yine ol âlem, devrân yine ol devrân!”
√ Şairlerin kendilerini medhetmelerini mübalâğalı
görmemeliyiz. Kendi haklarındaki medhiyeler belki en samimî iddialarıdır.
√ Şairlerin hususiyetlerinden biri de şiir
için birtakım ahkâm çıkarmak, sonra bunlara uymamak; kaideler koymak, sonra
bunlara riayet etmemek; hulâsa yarattığı müşkülâttan haz almak değil midir?
√ Ruha iyi gelen nefesler vardır: Büyük
şairlerin nefesleri!
[ Türk Yurdu der.; S. 244, Mayısl955 ]
Mesut bir ömür, hiçbir yangın felâketini
görmemeliydi.
Muhteşem bir ömür, okunmuş kitaplarının bir
tanesini kaybetmemeliydi. Eski kitaplarımızın hepsi yanımızda kalmalıydılar.
Dostlarımız, kendilerine okunmak üzere verdiğimiz kitapları iade etmeliydiler.
Kütüphanemizin bütün kitapları muhafaza edilmeliydi.
Her kitap doğduğu, yaşadığı devrin mânâsı ve hâfızası sayılır.
Her okuduğumuz kitap, yaşamış olduğumuz bir zaman, düşünmüş olduğumuz
fikirler, duyduğumuz muhabbetler demektir. Onları, ömrümüzün parçaları gibi
duyarız. Bir zaman geçtikten sonra, bütün bu kitaplar birer hâtıra sayılır.
Görülen gözler, duyulan bir ses ve bir telâffuz hususiyeti gibidir.
Bunun için, hepsi de, her zaman gözlerimizin önünde olmalıdırlar.
İlk mektep kitapları, ilk şiirler, ilk romanlar, ilk tarihler
ömrümüzde en mühim bir devri açarlar. Belki bütün kitaplar arasında bizi âdeta
büyülemiş olanlar, ilk gençlik zamanlarımızda okuduğumuz, ilk beğendiklerimiz
ve muharrirlerini üstad saydıklarımızdır. Bilhassa çocukluk zamanlarımızın
kitapları en eski hatıralarla dolu kutular gibidir. Bu kitapları karıştırırsak
renkleri, kâğıtları, kapları ile bize hâlâ maddeden bir tesir yapmakta
olduklarını görürüz
Edebiyat-ı Cedide’nin kırmızı kaplı ve isimleri beyaz yazılı
kitaplarından ilk beş tanesi: Hüseyin Cahid’in “Hayat-ı Muhayyeri, Tevfik
Fikret'in “Rubab-ı Şikeste” si, Halid Ziya’nın “Bir Yazın Tarihi” ile “Aşk-ı
Memnu”u, Hüseyin Cahid’in “Hayal İçinde”si sanki gözlerimden evvel
basılmışlardı. Gözlerim açılır açılmaz bunları gördüm. Ancak bu kitaplardan
sonrakilerini muasırlarım saymıştım.
Sonra, yine, Hüseyin Cahid’in bir küçük hikâyesinde: “Fransızca
sarı kaplı kitaplar” diye bahsettiği ilk okuduklarımla öyle bir istina peyda
etmiştim ki hâlâ bunların renklerini, şekillerini görür görmez o zamanların
tatlarını ve hazlarını duymağa koyulurum.
Çocukluk hatıralarımız, bazı günlerimize hâlâ karışır, ilk
okuduğumuz kitapların kahramanlarını hayatımız boyunca hatırlarız. Bazı
kitapların isimleri hatıramızda kalır da, yazanların adları unutulur. Bir gün
“Zavallı Necdet”i hatırlar ve o kitabı okumak isteriz.
Bütün bu yeni doğmuş kitaplar, baharın kelebekleri gibi,
bahar çiçeklerine doğru, rengârenk uçuşmağa koyulurlar. Fakat, mevsimleri
geçince, hemen hepsi de kaybolur ve yine başka bir mevsim gelince, yine başka
kelebekler gibi, uçuşmağa başlarlar. Bu kitaplar, şekilleri ve renkleriyle,
tatil ayları, deniz saatleri, mehtap geceleri, sabah kuşları, şiir tatlariyle
toplaşır, karışır ve hâfızamızda, bütün bunları artık biribirlerinden ayıramayız.
Haklarındaki hükümlerimizi ne kadar değiştirmiş olursak olalım, kütüphanedeki
bu kitapları karıştırıp onları renk ve şekilleriyle tekrar görür görmez,
hislerimiz bakımından, yine tesirleri altında kalırız.
Yeni şairlerden ziyade, eski şairleri okumağı severiz. Bazı
kitaplar vardır ki, bunları ancak bir tek cümlesini bulmak için tekrar
karıştırırız. Bazılarım bir bakışta bertaraf ederiz. Bazan da onların içindeki
eski zaman seslerini duyar gibi mütehassis oluruz.
Kütüphanemizin pek kullanmadığımız bir köşesindeki bu
raflarda, daha hiç okumadığımız şiir, hikâye, roman, tenkid, tarih,
seyahatname, din ve felsefe kitapları bulunabilir. Bütün bu kitapların şimdi
hemen hepsini okumağa imkân bulamayız. Fakat bu kitapların bir gün okunabilmesi
için şimdiden bir ihtimal imkânı hazırlanır. Bilmediğimiz tesirler altında,
okumak ihtiyacımızın evvelden tahmin edilmeyen sebeplerinin de değişmesiyle
onlara yaklaşabiliriz. Muharrirler, kitap isimleri ve mevzuları karışarak
geçmiş zamanlarla birleşerek bazan da duyulmamış bir meraka kapılabilir,
senelerden sonra, herhangi bir gün veya bir gece, bazan bir kitabı, bazan da
bir başkasını okumak ihtiyacını duyabiliriz. Ve denilebilir ki, mukadderat her
kitabı bir vakt-i merhun için saklar. Zamanla hazırlanıp nihayet onu okumak
ihtiyacını duyup kendisini aradığımız kitabı derhal yerinde bulmak için de
hepimizin az çok böyle bir kütüphaneye ihtiyacı vardır.
Heva ve hevesimiz, şiirimiz ve şuurumuz, hüznümüz ve neşemiz,
hülyalar ve rüyalarımız, dualar ve ilâçlarımız, soğuk veya sıcak, yağmur veya
rutubet, günler ve geceler her şeyi karıştırarak, o zamana kadar duymadığımız
bazı şiirleri duymak, bazı hikâyeleri dinlemek, bazı mevzuları deşmek, bazı
hikâyeleri düşünmek isteğiyle önümüzde kapalı duran bazı kitapları, gözlerimiz
önüne açabiliriz.
Mevcut kitaplar, her zaman bir okumak imkânı saklar. Bazan
artık bir satır olsun yazmak ihtiyacını duymadığıma emin olacağım gelir. Fakat
hiçbir zaman artık okumak istemediğime tamamen inandığım olmamıştır.
İnsanın bazan meyus ve yapayalnız kaldığı günler vardır. Kendini tamamen
kitapsız ve dostsuz bulur. Bomboş gibi doğan bazı sabahlar çölde bir mezar
yalnızlığı duyulur. O zaman yeni baştan bir kitap, yeni baştan bir mekân ve
makam aramağa başlarsınız. Ve anlarsınız ki bugün, o kitabın günüdür. Anlarsınız
ki, her kitabın bir vakt-i merhunu vardır.
[TürkYurdu der; S.247,
Ağustos 1955 ]
KİTAPLAR KARŞISINDA GENÇLİĞİN BUHRANI
Hangi
sinne doğru, bu iyice tâyin edilemez, ilkbahar ve bütün tabiat gençlere birden
bire öyle güzel gelir ki mektebin dersleri onlara artık kuru, yavan ve nâ-tamam
gelir ve talebe biraz sonra elindeki kitapları tashihe kalkar. Gençlerin
kalplerine ilk defa giren bu bahar rüzgârları a’sâblarında İlâhi çalgılar
çalan sihirbazlar gibidir. Gençler artık hayatta müphem, sihirli bir şeyi
sezerler; ilk defa olarak mehtâbın gecelerine girer ve kadınlar değişir...
Aynı kadınlar değildir bunlar.. Şüphe yok hepsi yeni geldiler..ve bilinmez bir
âlemin hazlariyle neşelerini getirdiler!., işte bu zamanlardadır ki gençlerin
his ve fikirlerine kitaplar, asıl kendi buldukları kitaplarda doğar... Bu
kitaplar içinde çıkardıkları mânâlar onlara içikler gibi müskir, nefis ve
mükemmel gelir... Bu kitapların yarım karanlığı ve kendilerince tamam
anlaşılmaması bile kıymetlerine zamm olan bir şeydir. Görülürki içlerinde güzel
bir âlem vardır... sinn: ömür
Bakındı, bakındı!.. Meğer gizli neler varmış!.. Bize saklı ne
kadar hazineler!.. Hayat içinde mev’ud, rüyalardan daha güzel ne hakikatler!..
Zira, hatıraların doldurmadığı bir hayat içinde âtî vaadlerle
dolgun, taşkın âtî va’dlerle baygındır. Ve gençler kendilerini birazda âlem-i
mümkinâtın şâhidi sanırlar, ve etraflarında yaşayanları biraz da kendilerinin
kaba saba teba’aları sanırlar. Şüphe etmezler ki istedikleri dem bunlar
üzerine tesir etmek kolaydır; tecrübesiz oldukları için mehîb ve cesaretli
olan bu tâze ağızların aralarında biribirlerine bir sır gibi te’kid ettikleri
hakikatler kendi indlerinde-muhitlerine meçhül fakat haddizatında müspet
kanunlar mâhiyetini alır. Bu genç seneler sonradan âdi gözükecek her türlü
teferruâtm mukâvemet edilmez bir kıymet ve kudret aldığı müfrit hassasiyet
seneleridir. Bu gençlerin hemen hepsi kendilerinde bir dehâ gizlendiğine kani’
bulunmaktan uzak değillerdir.
Bir çiçek tarlasından gelen kokular gibi bu kitaplardan bin
fikir, bin his, bin ses öyle müessir bir sûrette yayılır ki bu şiiri târife
imkân kalmaz; sevilen saçlar gibi hafızayı ta’tir eden bu öpülen güzel gibi
ruha sıcak akan felsefeler ve kadın sineleri kadın müskir kitaplar baş
döndürmez de ne yapar? (ta'tir: güzel koku ile kokulandırma)
Evet, güzeldir bu bahar, bu mehtâb. Fakat şâirler ve feylesoflar
sihirbaz elleriyle bütün bu güzellikleri avlamış ve kitaplarının birkaç
cümlesinde saklamışlar. Mehtaptan daha güzel, bahardan daha kuvvetli, o kadar
sihirkâr birkaç cümlede bahar, baharlı.. Senin feyzine, bereketine şaşmıştım.
Fakat o renklerin bile az geldi, değişti. Yeni renkler doğdu, bütün dünyaya
taştı, alevden daha kızıl, ziyâlar gibi yakıcı renkler, ve bu bahar sanki bir
tûfân!.. Ah, nedir, gittikçe genişleyen, açılan hayat etrafında çalkalanan bu
sıcak serap?.. Nedir, gece şiirin ve felsefenin âleminde doğan daha müessir,
daha ulvî bu yeni mehtâb?
Ebedlere doğru uzanan, âtilere doğru genişleyen, yıldızlara
doğru yükselen bu dünya içinde, yâ Rabbî! hissetmek ne güzel! Düşünmek ne
güzel! Arzu etmek ne güzel!..
Ve bahsettiğiniz gençler o zaman, en büyük bir hırsla, bu kitaplar
üzerine atılırlar., ve bu kitaplar onlara pâyânsız bir ummân, pâyânsız bir ufuk
açar.
Kitaplar!.. İçlerine bütün mevsimleri, bütün zekâları ve bütün
hayatları toplayan bu tuhfeler!.. Birisini açarsanız, içinde sizi mest eden bir
nefha çıkar; birisini açarsanız, dünyânın rengini değiştiren bir büyü yayılır.
A’sâbına cûşân olan bütün bu tesirler karşısında gözlerle birlikte ruh kamaşır.
Tabiata açtıkları pencereden bahar sesleriyle birlikte sanatın dersi
mûsikileri ve felsefenin feryadlara benzeyen hitapları kendilerini sardıkça,
ah!.. Gençler bastıkları sağlam toprağın çürüyerek bir hat ve tereddüt yüzüne
inkilâb ettiğini ve artık bunun üstünde mukavemet edilmez rüzgârlara göre
çalkalandıklarını hissederler... Kitapları bulduğumuz zaman ummân ortasında
“toprak!” diye haykıran Christophe Colomb gibi kurtulduğumuzu sanırız! Heyhat!
Asıl müşkilât bundan sonra başlar. Asıl seyahât, asıl halecanlı -ne kadar
zevkli fakat tâkat-şiken!- arayış ve sahillere doğru yürüyüş işte bundan
sonradır!.. Bir toprak gibi sâbit bir nokta aranır.
Bahâr rengârenk kokular sunar. Topraktan ve sudan ve bütün
mûcizeli hayattan esrar içinde gelen kokular, beyâz, sarı, pembe, kırmızı yeşil
ağaçlar, çiçekler ve meyvalar var ki garip, hulyâlı ikliminin mahsûlleri
gibi.. Rüzgarlar rûhu bir der-âguş iştiyâkiyle açar. Bu bahar içinde yüzen ilk
mestîlerin, ilk bûselerin lezzetini hatırlatan, aşk içinde gelen kokulardır. Ve
genç, hayran rûhunu eriten bir mûsikiden kaçar gibi bu sırlı, kıymetli
mahfazalardan birini açarak gözleriyle ona dalar.. Ne arıyor bu genç?
Siz dîni esrârın künhünü, ruhunda taşan, zayi olan âlevin bir
hulâsasını, kuvvetlerini tertîb ve cem’ edecek bir İlâhi, hulâsa bir nev’i
kurtuluş arar. Kitaplarda muztarîb ruhunun halâsını arar. Asîl bir kalp hayata
ve dünyâya bir intizâm vermek isteyendir. Büyüklerine i’timâd edemeyen veya
i’timatlarını kaybetmiş olan gençlerin inandıkları, dinledikleri mürşitler bunlardır:
Kitaplar!..
Fakat Şark’la Garb’ın iltisâk noktasında ezelî bir güzellik
memleketi olan sevgili İstanbul’un ve uzun geceler kalpleri hayâl ile dolmuş,
an’anelerden gelme Şark mefkûresinin evladları olan bu gençler Garb’ın
felsefelerini, Garb’ın şâirlerini de istiâb edince sanki bütün şâirlerin
çektikleri elemler ve hayatta müşkilâta mâruz kalmış adamların bütün
tereddütleri ve bu iki âlemin bütün füsûnu toplanır, onlara mîras kalır!..
Şâirler, kalbe verdikleri ra’şelerle onu derinliklerine kadar oyar,
feylesoflar zihne saldıkları tereddütlerle onu en gizli, en ince cihetlerinden
açar ve hepsi de daha evvelce keşf etmemiş olduğumuz âsâbımızı bulur, bunlara
hitâb ederler?.. Asırlar içinde süzülen, gelen bu râyihâlar, esrar içinde yanan
bu şûle, en eski tarih ve yarının sîmasını tersin etmek isteyen ilim, bu iki
âlemin ayrı tabiatları, bütün bu şeyler gençlerin kalbini melâle benzer bir
aşkla yakar!.. Tâze bir zihne hücûm eden bu fikirler acıtıcı bir tâd verir!..
Dünyada büyümüş bütün hislerle fikirlerin karmakarışık ve büyük bir kuvvetle
bu genç zihinlere hücûm etmesiyle hâsıl olan fikrî buhrân beşeriyetin
yaşayabileceği en samîmi ve yüksek buhrandır. Kalplerin bu inkilâbı ve başların
bu ihtilâli pek tatlı olmakla başlar fakat elim olacak kadar derinleşir. Genç
bir mefkûre üzerine, bu kitapların, bu felsefelerin tahacümleriyle tevlîd
ettikleri lezzetli ve acı, derin buhrânın hikâyesini hiç kimse lâyıkiyle
söyleyemeyece, mübalağa edemeyecektir, sanırım.
Bütün bu kitaplar gençlerin kanlarına ayrı bir ruh dökecek ve
kırk tarafa dâvet edilen başlarının harâreti onları nâ-kâm, hayatın her
şekline dargın ve nâ-memnun bırakacaktır. Bütün felsefeler belki bu taze
zihinlerde tekmil kemikleriyle taazzi edemez ve bir hoca gelse, belki bu
gençlerin felsefe “sistem”leri hakkında kendi kendilerine edindikleri
kanaatleri birer birer tashih edecekti. Lâkin bundan ne çıkar?.. Gençlerin
felsefelerden aldıkları -arının çiçeklerden aldığı şeker gibi- hissi bin
hülâsâdır. Asıl istihsâl ettikleri bu "hâlet-i rûhiye”dir ki müessir ve
tehlikelidir.
-Ah zavallı genç!.. Bu mestîye tahammül için ne sağlam bir
baş ister.. Felsefelerin tenevvü’ü, üstadların çokluğu -eğer böyle denilirse-
hakikatin bereket ve tenevvü’ü karşısında, gençleri az zamanda büyük bir
ta’ab, çok derin bir buhrân duyacaklardır. Kitaplar, hep birden görülse, en
büyük bir ummân kadar hududsûz, en vâsi bir sahrâ kadar hududsuz, onun kadar
akıcı, halecanlı birşey ve bunun kadar yakıcı, kurutucu bir şeydir. Büyük
kütüphâneler karşısında, tabiatın mehîb manzaraları karşısında gibi, zihin
küçüklüğünü duyar, bu ezici kuvvetten ürker... Felsefelerin ziyâları muhteşem
yıldızlarınki gibi sâmit ve sâkit değil, davetkâr fakat muztarib, hastadır.
Şark’ın hulyâlarından, mezarlarından, viranelerinden, sükûtlarından ve dîvanlarından
sızan koku, garip fabrikalardan gelme bütün râyihâların usâreleri de karışınca,
bu fazla meşbû’ ve çok genç dimağlar sendeleyerek bahar içinde birden bire
sihirli bir ölüm kokusu mevcut olduğunu farkederler ve görürler ki gezdikleri
yer bir mezarlık!.. Devam eden hayat onun gibi bir şey... Muhitimize bir
te’sir icrâ edemiyoruz, fakat muhitin sönmüş güzellikleri hâla şûleler gibi bize
bakıyor.
Bu yüksek felsefelerin üstünde, üstadların dâveti gûya kırk
minareden okunan kırk tane ezan!.. Evet, kırk tane minâre, fakat hani bir
mihrâb?.. Bunu nasıl bulmalı, intihâb etmeli?.. Ve nihayet bu gençlerin
mefkûresi, üstünde muhtelif felsefeler döğüştüğü bir harp meydanına düşer.
Eyvah!.. Zehirli bir çiçek tarlasında gezinen bir hayvan
gibi, akim bütün bu çiçeklerden yediyse, sana ne kadar acıyacağım ey genç!..
Zira bu yabancı otların yakıcı ve mukavemet edilmez te’sirleriyle hârap olan
akşamların bîtâb mestîsini bilmez miyim?..
Dünyanın en kıymetli bir noktası kendi kalbin olduğunu bilirdik.
Gördüğün bu muhteşem güzellikleri hep sen taşıyor fakat bu kıymetin sana bir
sûkûn bahşetmez, ve böyle semeresiz bozulup gitmekten de korkardın. Kolların
harekete lâyık bir iş, ayakların adımlarına değer bir yer bulmazdı. Bilirdi ki
kendine lâyık bir fedâkârlık yok ve perestişine müstehâk bir yâr yok!.. Bir acı
hodgâmlıkla yanar ve kururdun. Zira bilirdin; kuvvetliler kendi kendilerine
hayran, bir noktada kalanlar değil, koşanlardır: İyiler kendilerini değil,
başkalarını düşünenlerdir; muttasıl akan hayat ruhta toplanan bir deniz değil,
muttasıl taşan bir şeydir... Ah, hani önünde bu hodgâmlığı eriterek ağlamak
istediğin mihrâb?..
Salt aklınla ararsan bir şey bulamayacaksın, kalbini aç, ey
genç!.. Kalbinde saltanat süren o acı ağızlı ve nâ-kâm gözlü bedbin sultanı
kov!.. Kanunla beslediğin û hakime, gitgide kibirli ve sana gitgide düşman,
zümrüt gibi kıymetli gözlerle bakacak, fakat yanan ateşin hakikati bu
zümrütler arkasından ancak şâyân-ı nazar bir manzaranın ışığı gibi görecektir.
Ancak kalbinle bakarsan her taraftan seni kucaklayacak hayatı görürsün. Hayat
bir muhabbettir.
Bir rûhun tekevvünü!.. Bu, kolay bir hâdise değildir. Hayatla
gerek ferdi, gerek millî en mühim mesele bu!..
Ve taşıdığı isme liyâkat eden bir mürebbi, bir müderris, bir üstâd,
gencin ruhunda bir şûle uyanmasına, bir rûhun uyanmasına çalışandır ve böyle
bir üstâd demin bahsettiğim fikri ve rûhi buhrânm, bu hâilenin bir kahramanı,
eski bir şeyh gibi gözükür. Esasen evliyâların nüfûzunu böyle anlamalıyız.
Eski şeyhler de böyle tabii bir buhrânm nâzımları olurlardı. Zira bir üstadtan
beklediğimiz rûhumuzu koruması, ruhumuzu kurtarmasıdır. Mantık burada kuru,
yâbis, hâkir, cidden geçici ve sâthi, âmiyâne kalır. Zaten bir avukat gibi bir
üstad istemeyiz. Aklımız sırf bir muâdele-i riyâziyeyi halletmekle meşgul
olacak değildir. Fakat kalbimizdir ki bizi teşci eden, bizi sevk eden bir aşk
ile dolmaya muhtar. Hiçbir zaman yabancı bir mantığın sesi bir kalbi
dolduramayacaktır. Ah! Kalbimi doldurmak ve taşırmak için İlâhi bir damla
bülbül sesi duysam!..
Aradığım, kalbimin muhakeme etmeden inanacağı bir hakikattir.
Aradığım, yabancıların inkâr etmesine müsaade edemeyeceğim bir hakikattir.
Kalbimden vücudumu harekete getirecek bir emrin sâdır olmasını istiyorum. Bizi
tutan, yaşatan, bir i’tikad; yaşadığımız hayat, beslediğimiz bir itikattır.
Her mehtâb gecesi ay ve her bahar sabahı güneş gençlere bir
mûsiki söyler ki, bu bestenin güftesini bulmak ve tesbit etmek memleketin bu
üstadlarınm, şâir mütefekkirlerinin, milli ruhun mürebbiyelerinin vazifesidir.
Şâir ve feylesof, bu milli üstadlar bilmelidirler ki her kanaat bir şiir gibi
taşar, her sanat bir ders, her samimiyet bir galeyan, her hakikat bir imandır.
Eğer sözlerinin içinde bir imana kadar varan bir derinlik bulamazsak sathîdir,
isterse sussun bu hoca; bu sözlerinin sûkûttan farkı yoktur, isterse sussun!.
Bizim batından evvelki üstadlar mutlakiyetten nisbetiyyete
geçmek noktasında kalmışlardı, şimdi her şeyi nisbiyetle tartan ve kabul eden
bir zamanın münteziyyetine erdik: Kaba bir cehl ile eskiden yapıldığı gibi
mutlak bir ilim tasvir etmek ve âlem şûmûl bir mantığa inanmak bugüne nisbetle
tehlikeli bir irticâdır.
Şimdi âfâki her türlü emniyetten tecerrüd ederek ahlâkî
sağlam temeller üstünde barınabilmek kalıyor. Neye istinâd edebiliriz? Maksat
bizi hareketten men edecek sebeplerin azametini takdir ve bunların herbiri
önünde kemâl-i ihtiramla secde etmek değildir. Böyle menfi bir ilim belki
mutantandır. Lâkin bizi hayata sâdık bırakan ve bir tarafa bağlanarak yaşamak
isteyen kalplerimizi teşvik eden bir ilim ne kadar daha müreccâh!.. Şüphe
yoktur ki tereddüt eden ilim, ne kadar istinâd olsa bile hayattan ziyâde
ölümle meşgul olan ve hayatı ölüme karıştıran bir mutasavvıftır. Terbiye ve
tedrisin asıl gayesi iman sahipleri, mu’tekidler yetiştirmektir.( tecerrüd: soyunma, çıplak olma / mübhem: belirsiz,
kapalı, anlaşılmaz / mu'tekit: inanan, dini bütün / halîta: birkaç şeyin
karışımından meydana gelen, karma/mücerret: soyulmuş,
çıplak, yalın / mutantan: debdebeli, gürültülü / müreccah: tercih edilen,
üstün tutulan / istinad: dayanma, güvenme)
Bir felsefeden bir felsefeye konan müfekkirler şimdiye kadar
hakikati arayan ve beşeriyetin ona atf ettiği bu muhtelif şekiller karşısında
yorulan -bîtâb-nihâyet hepsini tevhid eden, hepsine bir intizâm veren bir
hakikat buluyor; benliğimizde kısmen mevcûd bir i’tikad olduğu için
derin bir sûrette inanabileceğimiz hakikat bu:
Bütün felsefeler bir takım şerâit dahilinde bir takım adamlar
hakkında doğru ve nâfi’dir. Hiç birisinin bir diğeri üzerine ahlâkî bir
tefevvuku yok, ve umûmi lâ-yetegayyer dünyevi bir hakikat yoktur, bunu nâfile
ümit etmek bir cahillik olur.
Bizim esasen vâsi’ ufuklar içinde zahmette erebileceğimiz
hakikatler bunlardır: Milliyetimizin ve dînimizin hudutlarında bulacağımız
hakikatler... Bir Türk ve İslam hayatının kucaklayacağı bir hakikate
inanmıyoruz.
Eğer vatanına, milletine, Türk ve İslam hayatlarının menfaatine
inanmazsan neye inanacaksın, bîçâre genç?.. Mademki kafanla düşüneceksin, demek
düşüncende serâzad olamazsın.. Bulduğun hakikat sırf senin hakikatin
olabilecek!.. Hakikat diye aradığın senin hâricinde bulunan ve gözlerine karşı
ufukta her zaman fâni bir şekilde bir diğerine inkîlab eden bir sehâb değil...
Aradığın hakikat, ancak senin hakikatin olabilecektir.
Var olsun o üstâda ki serablardan gelen ve iğfâl eden seslerden daha
ileride ciddî bir ilim ve hakiki bir fazilet gülistânında milliyet bülbülünü
duyup minâresinden bizi gülistânın içinde mahrum öten o bülbülün sesine
çağırır, işte o sestir ki bir damlası kalbimizin ıztırabını söndürecek ve
içimizde bir muhabbet destan gibi çağlayacaktır.
Gelecek makâlemizde İsmail Hakkı Bey’in kitaplarım mevzû-ı
bahis ederek hayat doğru bir hamle olan bu güzel eserin ihtivâi ettiği rûhu ve
bugün söylediğimiz nokta-i nazardan gençlerin bunlardan ne kadar istifade
edebileceklerini söylemek istiyoruz.
[ Dergah der.; S.2,1 Mayıs 1337(1921) ]
EDEBİYAT MECMUALARI
Edebiyat
mecmualarından, edebiyat sanatım bayağılaştırmalarını değil, bilâkis, mümkün
olduğu kadar yükseltmelerini beklememiz tabiîdir. Bu bakımdan, bu mecmuaların, edebiyatı
biraz putlaştırmak istemelerini de mâzur görebiliriz.
Zaten her sanat ve edebiyat birer puttur. Bütün edebî mecmualar birer edebiyat
mahfili demektir ve hattâ birer akademi sayılabilir. Her edebiyat mecmuası bir
kültür vesikası, bir zevk şehadetnamesi olur. Edebiyat mecmualarını
neşredenlerin yaptıkları, bir ticaret değildir.
Onlar bir nevi tarikatın mürid ve
mürşidleri olurlar. Bu mecmualar, resimli magazinler ve günlük gazetelerin
yanında, edebiyata merak salanlar ve an’anelerine sadık kalanlarla birlikte,
millî bir vazife ifa etmektedirler. Hakikî bir edebiyatın, yani samimî şiir,
hikâye, roman, tiyatro piyesi, hatıra, seyahatname, tarih, din, felsefe, tenkid
yazılariyle hâsıl olan bir millî lisanın, bir millî edebiyatın yaşamasına ve
yükselmesine hizmet ederler.
Mektep zamanlarının hayli iptidai, dağınık,
gürültülü ve bulanık senelerinden sonra, kıymetli bir yazar, bir sanatkâr
olmak istidadına malik bütün gençlerin, gözleri açıldıkça, sanatın perdesini,
nüktesini ve nihayet şiirini duymaları mukadderdir. Her muharrir, her sözün
daha mânalı, daha canlı, hulâsa daha sanatkârane ve üstadane yazılmasını
istemek ihtiyacındadır. Onlar, ta ilk okuyup sevdikleri kitaplardan,
edebiyatın, sanatın hususî ahengini duymıya, şairin ve ediblerin dillerini
anlamaya ve onlara hitap etmeye koyulurlar. Bir Fransız üstadının,
Mallarme’nin “Donner un sens plus pur aux mots de la tribut" demesi budur.
Doğuştan edebiyatçı olanlar, edebiyatın mahrem ve şair duygularını, genç
hassasiyetleriyle, içlerinde bir nevi aşk gibi bulurlar. Tevfik Fikret’in:
“Yarınki şi’rime ihzar için biraz halecan!” demesi budur. Gene bir Fransız
şairinin dediği gibi, sanatın ruha her ziyareti bir hummadır: “La visite de
l’ange est toujours une lutte!” Zavallı Ahmet Haşim’in: “içmişti Fuzuli bu
alevden -Düşmüştü bu iksir ile Mecnun- Şi’rin sana anlattığı hâle!” demesi de
budur.
Sanat ve edebiyatın, gençler üzerine ilk
yaptıkları tesirleri mukaddes sayabiliriz, madem ki bunlar, bir gün gelip,
kendilerinin cidden mukaddes hâtıraları olmaktadır. Bu ilk zamanlarda
yaşanılan yerler, oturulan mahalleler, tanışılan insanlar, duyulan büyük
lezzetlerle birlikte okunulan bu ilk kitaplar, tadına varılan bu ilk şiirlerle
baharların pencerelerinden dağılan tabiat kokulan, çalgı edâları, kuş sesleri,
yıldız ve mehtap ışıklariyle ruh arasında,sanki mânevi bir büyü ile, öyle bir
birleşme, şuurlaşma, anlaşma ve bağdaşma hâsıl olur, bütün bunlar artık öyle
bir tek zaman halitası haline gelir ki, bu ilk sevdiğimiz zamanlarımızla ilk
duyduğumuz bu eserleri nice hususî mânalarla ilânihaye zenginleşmiş ve
canlanmış buluruz, öyle ki biz bu ilk mevsimlerimizde bu ilk kitapların, ilk
mecmuaların iksirlerini bir kere içtikten ve sihirlerine bir kere erdikten
sonra onları birbirine karışmış, birleşmiş olarak ve gençlik aşkımızla birlikte
aynı bir aşk İlâhisi halinde duyarız. Bunun içindir ki, kütüphanemizde bütün
kitaplar artık susar, uyurlarken onlar, kendi mısralarımızmış gibi, bize hâlâ
seslenmekte devam ederler.
İlk okuduğumuz bu kitapların, lâzım geldiği
kadar tam ve iyi anlıyamadığımız için o zaman mübhem gördüğümüz yerlerini daha
kıymetli telâkki ederiz. Nasıl ki mutekidler de iyi anlıyamadıkları bir dinin
karanlık sözlerini mübhem şiirlerle zenginleştirirler. Ruh lâboratuvarlarındaki
birtakım imbikli kelimelerin yardımiyle, şairler gibi, muhteşem bir halita
yaparlar. Eski zamanların, fetişlere tapanları gibi, bu ilk kitapların kerametine
inanıyorum. Bu ilk okuduklarımdan, Edebiyat-ı Cedide kitaplarının eski
kâğıtlarının hamurunu, kırmızımtrak kablarını ve Servet-i Fünun sahifelerinin
şekillerini, bütün bunların bir araya gelip yarattıkları hisleri, fikirleri ve
şiirleri duyuyorum. Bu ilk okuduğumuz kitaplar - ki benim şahsî listem,
“Hayat-ı Muhayyel”, “Rübab-ı Şikeste”, “Bir Yazın Tarihi”, "Aşk-ı Memnu”,
“Hayal içinde” olmuştur - bunlar yalnız okuduklarımız değil, biraz da
kendimizin yazar, ibda eder gibi olduklarımızdır. Zira onları biraz da kendi
yanlışlarımızla tashih etmiş, onlara kendi hülyalarımızdan ilâveler
yapmışızdır. O zaman şairlerinin birçok mısralarını şimdi bugünkü mücerred
mânalariyle değil de, bu eski hâtıralarımın katılmalariyle, tek bir zaman
içinde ayrı ayrı mânâlarının dışındaki o eski zaman seslerini ayırd ederek,
hâlâ daha eskiden kalma edâ, mânâ ve hâtıralarının tesirinde kalabiliyorum.
Eskiden, bir hayli kapanık ve dar olan
Edebiyat-ı Cedide zamanlarında bile, her hafta Perşembe günleri çıkan Servet-i
Fünun mecmuası bize edebiyatın mühim bir mektubu halinde gelir ve genç, yaşlı
bütün edebiyat meraklılarını alâkadar ederdi.
Pek eski hâtıralarımdan biridir: Bir
akşamüstü, yalımızın penceresinden, ihtiyar Veli Bey’in bir sandal gezintisi
yaptığını görmüştüm. Otomobillerin daha mevcut olmadıkları bu zamanlarda, bu
eski zamanın Boğaziçi’nde böyle kayıklar ve sandallar bütün yalıların tabiî
birer nakil ve gezinti vasıtalariydi. Hayır, akşamın halâvetli sularında ihtiyar
Veli Bey sandal gezintisi yapmıyor, bize geliyordu. Vapur, Rumelihisarı’na
uğrayınca iskeleye çıkmış, bir sandala binmiş, bize kadar gelmişti. Bizden,
Servet-i Fünün’un o günkü nüshasını istiyordu. Zira, o gün İstanbul’a inmeyen
Saffeti Ziya, bunu rica ettiği halde, kendisi unutmuştu. Şimdi, sandalla,
Boyacıköyü’ndeki yalısına dönerken bu dört gözle beklenen mecmuayı götürecekti.
Halbuki Servet-i Fünun’un o nüshasında Saffeti Ziya’nın bir yazısı da yoktu.
Tam, halis edebiyat ananesine göre asıl
büyük üstadlar bir nevi peygamberler gibi telâkki edilirdi. Namık Kemal ve
Abdülhak Hamit büyük birer prestije sahiptiler.
Bizim nesil için de Edebiyat-ı Cedide
üstadları, Tevfik Fikret, Halid Ziya, Cenab Şehabettin büyük birer pirestije
sahiptiler.
Tevfik Fikret’i, hemen her gün, ya, sıhhî
bir maksatla vapurdan Bebek iskelesine çıkmış, Hisar iskelesindeki yalısına
yaya giderken, ya, kendisinin çektiği sandalda, haremi ve oğlu ile birlikte,
veya derede resim yaparken görürdüm. Bütün genç arkadaşlarım onun büyük bir
adamımız olduğunu bilirlerdi.
Bir bayram günü, şair Nigâr Hanımın,
Osmanbey’deki, dar ve yüksek, bir sefertası gibi üst üste, kat kat evinde,
sokak kapısından girilince hemen sağdaki selâmlık odasında, şatafatlı bir
redingot giyinmiş Uşakî Zade Halid Ziya Beye takdim olunup ıstılahlı ve
teşrifatlı bir yazıyı âdeta okur gibi söylediği cümlelerini resmî bir üslûbun
hususî bir ahengi olarak dinlemiştim.
Ve başka bir gün de, Bebek bahçesinde,
dostlarımızdan biriyle bir masada oturan Cenab Şehabeddin Bey’le tanışmıştım.
Şair, bonjur’lu idi. Kabarık saçları, küçük fesinin kenarından taşıyordu. Bir
parmağında bir hayli tümsek, yakut bir yüzük vardı. Kısa gülüşlerin, aralarına
kısa fâsılalar koyduğu küçük küçük cümlelerle bütün söylediklerini birer şiir
gibi duymaya başlamıştım.
Şimdi, farz-ı muhal, dünyayı yerinden
oynatsam bile, hiçbir şey o vaktiyle, çocukluktan ilk gençliğe karıştığım
günlerde duymuş olduğum tahassüslerin, bu küçücük vakaların, hâtıraların
hâfizamdaki yerlerini silemez sanıyorum. Bu tahassüsleri aynı şiddetle bir daha
duymaya imkânım kalmamış olduğunu ve artık hiçbir dünya hâdisesini de bu
şiddetle bir daha duyamıyacağımı biliyorum.
Edebiyat tarihleri, daima, edebiyatın, bazı
mecmuaların tesirleri altındaki hareketleri göz önünde tutulmakla yazılabilir.
Her edebî mecmuanın bânisi, yeni bir ilmin kâşifi, şairi ve üstadı olur. Nasıl
ki, sonradan tanımış olduğumuz Tevfik Fikret’in de huyu, evsafı, titizliği ve
taassubu Servet-i Fünun mecmuasını pâyidar edebilmiş ve Edebiyat-ı Cedide’nin
ömrünü idame etmişti. Her edebî mecmuayı uzun müddet yaşatan bir muharrir
bulunur ki bu da ayrı bir mucizenin kahramanı sayılır. Birçok edebiyat
mecmualarının, uzun ömürlerini böyle birer muharrire borçlu olduklarını
öğreniyoruz.
Yirmi sene evvel, Ankara’da, Yaşar Nabi
-Nahid Sırrı ile birlikte- yeni bir mecmua için yazılar istemeye geldiği gün,
bir edebiyat mecmuasının doğacağına sevinmiş, fakat birçok tecrübelerle,
edebiyat mecmualarının ömürlerinin ne kadar az olduğunu bildiğimden,
evvelinden belki bir ümitsizlik duymuştum.
Yaşar Nabi, birçok meziyetleriyle birlikte,
dâd-i Hak olarak, bir edebiyat mecmuasını yaşatacak evsafa sahipti. Çalışkan,
dikkatli, sevimli, nezaketli ciddî, hesaplı, tecrübeli, inatçı olmalıydı ki
bir mecmuanın devamını temin edebilsin. Filhakika, bütün matbuat hayatımda o,
en ziyade “correct” olarak tanıdığımdır. Yirmi senenin devamına bir dostluk
nasıl mukavemet edebilir? Bunu şimdi bir nevi mesut mucize gibi görüyorum.
[Varlık der.; S. 397, Ağustos 1953 ]
Romana Dair
İkinci Bölüm:
ROMAN NEDİR, NİÇİN VE NASIL YAZILIR?
İtiraf edelim ki romandan bahsetmek için
bir makale yetiştirmez, hiç olmazsa bir kitap lazım gelir. Evvela roman nedir?
Bu sualin tam ve doğru bir cevabını vermek bile pek güçtür. Her milletin, her
devrin, her muhitin, her edebî mektebin ve hatta her romancının biraz kendine
göre ve hususi bir ‘roman’ı vardır. Romanın her millette ancak manzum bir
tarzda, destan şeklinde yazıldığı bir zaman olmuştur. Bizde de böyle manzum
hikâyeler yazıldı. Eski meddahların söylemiş olduğu hikâyeler şifahî kalan ilk
romanlarımızdır; basılmamış masallar ve bunların içinde nihayet ilk basılmış
olanı, “Hançerli Hanım” hikâyesi de Türk romanlarının büyük annesi telâkki
edilebilir. Gene her millette ilk zamanlarda roman edebiyatın malûm olan şekillerinin
haricinde sayılmış, binaenaleyh edebiyatın hududu haricinde telâkki edilmişti.
Fakat pek çoktan beri edebiyat demek yalnız nazım ve mutena bir nesir, manzum
veya mensur piyes, tenkit veya tarihten ibaret değildir. Şimdi manzum ve mensur
şiir, küçük hikâye, tiyatro, tenkit, tarih ve hâtırat diyemediğimiz ve en
basit bir vak’ayı ihtiva eden ve ancak birkaç eşhası olan mensur kitaplara
roman diyoruz ve esasen edebî olmayan romanları mevzuu bahs etmeyince roman da
edebiyat vadilerinden biridir. Şu kadar var ki bunun biri birinden pek farklı
nevileri bulunur.
Şu (roman) kelimesi üzerindeki bîsûd
münakaşalar da ispat ediyor ki zavallı insanları birçok kavgalara sevkeden hep
kelime ihtilaflarıdır. Çok kere tarafeyn kelimelerin tefsirinde anlaşılırsa
ortada kavgaya mevzu kalmaz. Romanı birtakım vak’aların gene birtakım tahkiye
usullerile hikâyesi addedenler kendi kanaatlerine göre birçok kavaid vaz’ına
kalkışarak esasen bu nokta-i nazarı kabul etmemiş olanların eserlerine iyi roman
değil yahut sadece roman değil diyorlar. Tıpkı vaktile (trajedi) nin tabi
tutulduğu mekân, zaman vesaire kuyuduna benziyen şeylere tabi sandıkları romana
biraz edebiyat, şiir ve fikir karıştı mı, kendi kalplerinin hararetini, yahut
fikirlerinin derecesini biraz geçti mi “olmadı, bu roman değil!” iddiasını
serdediyorlar.
Türk romanına geçirilmek istenen bu
zincirler koparılmalıdır. Roman öyle zengin bir edebiyat vadisidir ki her türlü
tarzı istif eder. Edebiyata vaktile küçük bir kapıdan sokulmuş olan roman o
kadar her kalıba her kılığa girmiştir ki onsuz bir edebiyat tasavvur etmek
bile mümkün değildir. 19’uncu asrın büyük edebî terakkisi de romanın
edebiyatta aldığı bu mevkidir. Pek “asri” olan bu nevi sair edebî vadilerin
hudutlarını da istila etmiştir. Ve şimdi artık kendi hudutları malûm olmayan,
bazan çekilen ve ekseriyetle yayılan bir denize benzer. Son zamanlarda müthiş
bir savletle daha ancak tarihin malikanesi sayılan birçok yerleri de istila
etti. Romanın hudutları gittikçe seyyal ve müphem kalmıştır.
Filhakika roman hayatın bir aynası, daha
çok uzakları gören ve daha iyi gösteren bir dürbün olmadığı zamanlar, kalplerde
beslenen mahrem hisleri ve başlarda gizlenen hususi fikirleri söylemeye cesaret
edemediği ve yalnız gönül eğlendirmek için okunulan bir masal gibi telâkki
edildiği müddetçe bu mevkiini kazanmamıştı. Fakat şimdi mevkii gittikçe
ehemmiyet alıyor. (Roman)m belki en büyük üstadı, kendisinden evvelkilerin
hepsini geçen bir üstat, muahhar bir muharrir, Marcel Proust’dur.
Bugün denilebilir ki roman kâriin edebî
zevkinin de bir nevi miyarıdır. Eğer roman şekillerinin hepsine de büsbütün lakaytsanız
yeni telakkisi ile edebiyata pek merakınız yok ve noktai nazarınız biraz
eskimiş demektir. Eğer edebi olmayan romanlardan başkalarına alâkadar
değilseniz edebî bir irfanınız ve zevkiniz yok demektir.
Kuvvetli bir roman yetiştiremeyen bir
edebiyat zinde ve sıhhatte sayılamaz. Bu laübalilik, bu sathilik, bu
fikirsizlik ve bu hissizlikten kurtulmamız ne kadar elzemse bilhassa romanımızın
terakkisi de edebiyatımızın inkişafını göstereceği cihetle o kadar temenniye
şayandır. Roman bizde bir taraftan Namık Kemal, Sami Paşazâde Sezai (Sergüzeşt)
ve Halit Ziya’nin eserlerile edebiyata girmiş, diğer taraftan da bilhassa Ahmet
Mithat Efendinin romanlarile avam hikâyesi mahiyetini almış ve garbın cinai
romanlarının adaptasiyonu şekline düşmüştü. Hüseyin Rahmi ile halk
tabakalarının güldürücü bir tasviri mahiyetini gösterdi. Edebiyatı Cedide,
Fecr-i Âti ve ondan sonraki nesilde bazı kayda şayan eserler vücuda
getirdiler. Fakat bu eserler bizde hususi bir roman an’anesi yaratmamış ve
ekseriyeti itibarile edebiyatımızda mühim bir mevki işgal edememiştir. Halbuki
bizim de milli bir romanımız yani bir Türk romanımız, yani hususiyetlerimizi
gösteren, tabiatımızın bir vesikası ve hayatımızın bir aynası olan, kalbimiz
gibi hassas, ve başımız gibi mütefekkir bir romanımız olmalıydı.
Asıl romancılar, her ne şekilde yazarlarsa
yazsınlar, üç yüz sahife boyunca bir vak’a, bir avam, bir hayat tarif ve hikâye
etmek ihtiyacile doğan ve bundan dolayı yazan ve muhtaç oldukları yazıyı
yazmakla memnun olanlardır. Ancak hilkî bir temayülle yazarlarsa romanlarında
muvaffak olacaklar. (Roman) nm inkişafı ve terakkisi de ancak böyle romancı
olmak ihtiyaç ve istidadile doğmuş ediplerden beklenebilir.
Genç ve meşhur Fransız edibi André Maurois
evvelki sene İstanbul’da (roman) mevzuu etrafında bir konferans vererek
bilhassa (roman niçin yazılır) sualine cevap aramıştı. O, insan hayalen
yaşadığı hayatı tahakkuk ettiremediği ve hakikatin hayale uymadığı için
hayatımıza bir pencere açmak ihtiyacile yazdığımızı söylüyor. Ve Alexandre
Dumaszâdenin küçük bahçesini misal olarak gösteriyordu. Apartımanınm arka
tarafındaki bu bahçe o kadar küçükmüş ki bir gün Alexandre Dumas “Salonun
pencerelerini aç da bahçene biraz hava girsin!” demiş. André Maurois diyordu
ki ‘Yazdığımız romanlar hayatımızın hava almaz bahçesine açtığımız bu salon
pencereleridir.” Ve buna diğer bir misal olarak Balzac’ın bir romanını zikrediyordu.
Balzac kendisini terk etmiş zengin ve asil bir kadından hayatında intikam
alamadığı cihetle yazdığı bu romanda vak’a kahramanına bu kadının omuzlarını
kızgın bir damga ile yaktırarak ondan böylece hayalen intikam almış! Fakat bu
izah tarzı niçin Balzac’ın roman yazdığını ve aynı vaziyette kalan komşusunun
neden yazmadığını izah edemiyor. Halbuki zavallı beşeriyet içinde hayatının
bahçesine hava vermek için hülyasının pencerelerini açmıya muhtaç olmıyacak kim
vardır?
Geçen cumartesi günü de bize “bir romancı
romanlarını nasıl yazar? Mevzuuna dair bir konferans veren Claude Farrere bugün
zaten harcı âlem olan bu fikirleri ve bu meselelerin ne kadar nisbi olduğunu
kabul ve tasdik ile her romancının ancak kendi romanını ve ancak kendi tarzında
yazabileceğini, bundan dolayı bir roman yazmak usulü tavsiyesinin de abes olduğunu,
madem ki her tarzın ancak bir tek muharririn istifadesini mucip olabileceğini
söyledi.
Maahaza yine bazı kaideler tedvin etmek ve
bazı nasihatler vermek neticesine vardı: Bunun en ehemmiyetlisi, roman
nazariyecilerinin bir çoklarının tavsiyesi hilafına roman için bir plan
çizmemek lüzumu ve faidesi hakkındaki sözleridir. Claude Farrere diyor ki
“Plan eşhasın yaşamasına, hayatlarına mani olan demir bir kafestir. Eşhası
yarattıktan sonra onları bırakmalı yaşasınlar ve kendi kendilerini istedikleri
gibi sevk etsinler. Muharrir onlara tabi olmalıdır.”
Claude Farrere bu itibarla romanını
şaheserlerinden telakki edilen ve Edebiyat-ı Cedide zamanlarında bizde de o
kadar methedilmiş olan Gustave Flaubert’in Madame Bovary’sini kusurlu bir
roman telakki ediyor. Zira Madame Bovary halk edildikten sonra geçirdiği
hayatı yaşamakta devam ederdi, fakat intihar etmezdi. Halbuki elde Flaubert,
Rouen gazetesinde bir kadının intiharını okuyunca onun neden intihar edebileceğini
düşünmüş ve bu intihara vasıl olmak fikrile bir roman tahayyül etmişti. Ancak
Madame Bovary’nin intihar eden kadınla hiçbir münasebeti olmadığını hesap
etmedi. Muharrir evvelce tasmim ettiği bir neticeyi yarattığı şahsın tabiatına
muhalif olarak zorla meydana getirdiği için eseri kusurlu olmuştu.
Farrere’ın harikulade beğendiği ve bir
şaheser telakki ettiği roman da Balzac’ın “Le Pere Goriot”sidir. Bu roman
tefrika olarak basıldığı sıralarda birçok günlerin “mabadı var” cümlesini merakı
tahrik edebilecek bir noktaya düşürmek için birçok adiliklere yer vermiş ve
Binbir Gece Masalları’nda yeni doğan bir şahzadeye tılsım ve bunu acele acele
yazdığından üslubu da kusurlu kalmış olduğu halde eser son derece canlıdır
çünkü evvelce tasmim edilmiş bir planı yoktur. Balzac eşhası bir kere düşünüp
meydana çıkardıktan sonra yaşatıyor ve bunun için eser her şeye rağmen bu kadar
yüksekte kalıyor.
Fakat ne olursa olsun şunu kabul ve itiraf
etmeliyiz ki her san’at eserinin doğuşu esrarlı bir şeydir. Bunu evvelinden muayyen
birtakım usul ve kaidelere rabtetmek imkânsızdır. Tadat ve tahlil edilemiyecek
bu esbap ve evamili bir kelime ile ifade için “mukadderat” dan bahsetmek çok
değildir. Ve buna “takdiri ilahi” demek yerinde bir tabirdir.
[ Milliyet gaz.; 17 Şubat 1931 ]
Bütün güzel sanat eserleri, sanatçıların duydukları bir
yaratma gereksemesinin ürünleri olduğu gibi, roman da böyledir. Başkalarının
besteci, ya da ressam olmak yeteneğiyle doğdukları için, müzik ya da resimle
uğraştıkları gibi, yazarlar da yazmak gereksemesiyle doğdukları için yazarlar.
Bu yetenek onlara dışardan verilemeyeceği gibi, kendi buldukları ve uydukları
sanat kuralları da dışın kendince buyruklarıyla belirlenemez. Roman, toprakta
biten bir ağaç gibi, içeriden dışarıya bir fışkırma eseridir. Kendi özel
özsuyuyla doğar, köklerini toprağa salarak ışığa doğru yükselir, yere titrek
dantelli gölgelerini döker ve üstünde çiçekler açar. Onun yöntemi ve düzeni,
mühendislerinki gibi değil, doğanınkiler gibidir. O, taş ve kireç gibi
gereçlerle kurulamaz. Dışardan ona geometrik kurallar kurmak ve aşmayacağı
uzaklıklar göstermek elde değildir.
Yazar, nazım olarak değil, düzyazı olarak yazarsa, yazdığı tiyatroda
oynanmak için değil, okunmak için olursa ve düzyazı; şiir, gezi yazısı, anı,
günlük, tarih, eleştiri, özdeyiş, her hangi türlü bir deneme, kısaca edebiyatın
az çok bilinen öteki türlerinden birinde olmazsa ve en aşağı bir küçük cilt
tutabilecek bir uzunlukta olursa, bu yazdığına roman deniliyor. Yalnız bizde
değil, her yerde. Yalnız şimdi için değil, her zaman için. Çünkü romanın ne
olmadığını söylemek, ne olduğunu söylemekten çok kez daha kolaydır. Bizde
Edebiyat-ı Cedide zamanına kadar romana büyük hikâye ve Fransızların conte ve
nouvelle dediklerine de küçük hikâye deniliyordu. Ama istersek bu roman
sözcüğünü kullanabiliriz.
Romanın hiçbir genel kuralı yok, belli hiçbir tekniği yok,
türlü biçimlerinin amaçlarında da birlik yoktur ve hem de denilebilir ki,
kaynağı ve doğası bunların olmasına engeldir. O, tarihin, destanın,
felsefenin, şiirin, bilimin, masalın bir mirasyedisidir. İstekleri günden güne
artan, sınırları günden güne genişleyen ve her yeni deha ile kendine bir kıta,
bir dünya, bir bilim daha bulan romanı bütün kapsamıyla anlatan bir tanım
bulmak güç değil, olanaksızdır. Romanı anlayışın türlü biçimlerini, örneğin
Fransızların gerçekçilik (realizme) dedikleri yolun anlayış biçimine indirgeme
elde değildir. Roman şudur, oysa bu değildir yollu tanımların hiçbiri onu
anlatmaya yetmez, çünkü daima böyle belirlenen sınırların dışında kalan birçok
değerli eserler bu sözlerin yeter bir kapsamı olmadığını gösterecektir. Roman,
öyle ki uzunluğu ve kısalığı bakımından da hiçbir kurala bağlı değildir. Ve en
eski zamanlardan beri de pek kısa, kısa, orta, uzun ve pek uzun romanlar
bulunur. Romancıların eserlerini diledikleri gibi, yani daha doğrusu,
gereksedikleri gibi yazmaya hakları vardır. Bu alanda herkes kendi sesini
duyurur, kendi doğasını söyler. Romanın içinde, her romancı, sanki Nuh’un
gemisine binmiş ayrı bir yaratıktır. Roman o kadar eskidir ki, Yunan ve Latin
klasik edebiyatlarında da vardı. Ve çeşitliliğini bu eski çağlardan beri klasik
olmuş başarılarıyla tanıtlamıştır. Bu alanda eski çağlarda da üstün eserler
doğmuştur. Ve Doğu da böyle büyük bir eser tanır: Binbir Gece Masalları!..
Eski klasik çağların, Ortaçağın, on altıncı, on yedinci, on
sekizinci, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılların romanları vardır. Fransız,
İngiliz, Rus, Alman, Ispanyol, Italyan romanları vardır. Klasisizmin, romantizmin,
natüralizmin, empresyonizmin, öteki edebî okulların romanları vardır. Bunların
hepsi de, aralarında birbirlerine benzemekle birliktir. Romandır. Aynı dönem
içinde beğenilerine, üsluplarına, mesleklerine, konularına göre birbirinden
ayrılan o kadar çeşitli romanlar vardır ki, bunların türleri sayılmakla bitmez.
Aslında bunları birbirinden bünyelerine göre ayırmak istesek bile, bu da çoğu
kez kendince olur. Çünkü bu romanlarda görülecek özellikler çok kez birbirini
bozmaz ve romanın bir niteliği, onu bir başka nitelikle daha nitelenmekten
alıkoymaz. Öyle ki, her roman, birkaç türden sayılabilir. Burada her şey üst
üste ve iç içedir. Bütün bunlardan çıkan kesin sonuç, romanın niteliği yönüyle
pek melez ve karışık bir edebiyat türü oluşudur.
Bütün bunlara karşın romanı ancak başı, ortası ve sonu olan
bir hikâyenin yazılması diye tanımla yetinmek hiç doğru olmaz. Ama her zamanda
ve her yerde bazı dar görüşlü eleştiricilerle edebiyat öğretmenlerinin hem
kendi beğenilerine uyarak, hem kuralcılığa kapılarak, romana birtakım
yöntemler, düzenler, yasalar koymaya kalkıştıkları görülüyor. Sanki herkesin
birleştiği, bir roman tanımı varmış gibi!.. Ve sanki kendileri de aralarında
olsun anlaşmışlarmış gibi!.. Bunların hepsi de, saflıkla, kanılarının herkesçe
uygun görüldüğünü ve kendi düşünülerinin beğenildiğini sanırlar. Oysa ne
gezer! Hepsi de çok kez, geçmiş bir zamanın ve dar bir görüşün, bir mantığın,
bir beğeninin ayrı sözlerini söylerler! Kendi göreneklerine uygun gördükleri
bir esere bu asıl romandır ve türü kendi istediklerinden biraz ayrılan bir
esere, “Bu gerçek roman değildir!” Derler. Sözün kısası, onlar romana karşı
leyleğin gagasını ve ayaklarını kesip: “Hah! işte şimdi kuşa benzedin!” diyen
Nasrettin Hoca gibi davranmak isterler.
Romancılara verdikleri ve kendilerinin birbirinden güzel
saydıkları öğütlerini dinlesek, bunların sonu gelmez: “Hikâyenizi söylemekle
yetinin!” derler, “Sakın konudan dışarı çıkmayın!” Çiçek koparmak yasak! Çalgı
dinlemek yasak! Şaka etmeyin; ciddiliğe yakışmaz! Kahramanınıza acımayın; yan
tutmazlığa uymaz! Gülmeyin; şaşırırsınız! Düşünmeyin; sapıtırsınız!
Roman üzerinde bu yasaklara göre eleştirilerine uğramayacak
hiçbir eser bulunamayacağı ortada olmakla birlikte, gene bunların az çok
onaylarını kazanacak, ancak Fransızların “realist” dedikleri yöntem bakımından
başarılı sayılacak olanlar, örneğin: Daniel de Foe’nin “Robinson Crusoe”si,
Abbe Prevost’nun “Manon Lescaut”su, Stendhal’in “Le Rouge et le noir”!,
Balzac’ın “Le Pere Goriot”su ve “Eugenie Grandet”si, Flaubert’in “Madame
Bovary”si gibi romanlardır. Oysa bunlara karşılık ya yayımlandıkları zamanda ya
da sonradan duygu ve düşünülerde hemen hemen devrimler yapmış, üslûpları değiştirmiş
ve tüm edebiyatı etkileyerek, hâliyle klasik olmuş nice eserlere bakılınca
bunların ileri sürülen o kurallara göre yazılmamış romanlar olduğu görülür.
Anlaşmayı kolaylaştırmak için kişisel beğenimle yeğlediklerimi saymadan yalnız
genel tarihte yerleri olan en ünlü ve klasik romanlardan usuma ilk gelenlerle
aşağıdaki liste taslağını yaptım. Az zaman ve emekle gereken öteki adlar
eklenerek bu yolda ders alınacak bir liste düzenlenebilir. Bu kitaplar, kuşku
yok ki Fransız realist mesleğinin dar roman tekniğine uymayan, ama etkileri
bakımından evrensel olan eserlerdendir: Rabelais: Gargantua ve Pantagruel.
Cervantes: Don Kişot. Madame de La Fayette: La Princesse de Cleves. Le Sage:
Gil Blas. Marivaux: La Vie de loise. Choderlos de Laclos: Les Liaisoons
dangereuses Tehlikeli ilişkiler B. De Saint Pierre: Paul et Virginie. Goethe:
Verther. Chateaubriand: Atala ve Rene. Benjamin Constant: Adophe. Victor Hugo:
Les Miserables. N. Gogol: Ölü Canlar. E. Fromentin: Dominigue. G., Flaubert: La
Tentation de Saint Antoine. Tolstoy: Harp ve Sulh. Dostoyevski: Cinler. Marcel
Proust: A la recherche du temps perdu.
Bütün bu zamanlar klasikleşmiş eserleri ancak geçmişin
şimdiye benzerliğini göstermek bakımından anıyorum. Yoksa her özgür ulusun
edebiyatında tüm boyunduruklarından kurtulmuş olan bugünkü romandan söz açmak
ve bu yolda saymakla bitmeyecek yazar ve eser adlarından da kimilerini kaydetmek
için bu boyda bir yazı daha isterdi. San’at sorunlarında kuramların doğruluğunu
eserler kanıtlar. Bunlar, ne biçim kuramlardır ki, en değerli eserlerce
yalanlanıp duruyor?
İleri sürülen bu saçma düşünülere karşı büsbütün ilgisiz kalabilirdik,
eğer bunlar edebiyata giren romanları etkileri altında tutmakla yeni
yetenekleri kurutmak tehlikesini göstermeseydi!.. Bu yanlış düşünülerin
edebiyat sevdasıyla yazılmış nice eserlerin kuraklığına sebep oldukları
görülüyor. Türk romanının gelişmesi için bu kuramın kafalardan silinmesi
gerekir.
Eski Fransızca cinayet romanlarının çeviri ve gördükleri ilgiden
Türk beğenisine ve edebiyatına çok kötülük gelmişti. Şimdi çevirmenlerin
dilimize daha çok edebî değeri olan romanları çevirdikleri ve böylece okurların
seviyelerini yükseltmeye yaradıkları memnunlukla görülüyor. Bu hayırlı
davranışa eleştiriciler de edebî eserleri ciddiliğe, özene, düşünceye ve sanata
isteklendirerek yardım etmelidirler, yoksa okurları kolaylığa, yüzeyselliğe,
bayağılığa ve hele romanda, düşkün bir beğeni olan olay düşkünlüğüne
isteklendirmemelidirler. Romanı bir olayın anlatımına ayırmak kadar kurutucu
bir şey olamaz. Bu, çok kez eserin tüm önemini giderir. Romancı kendini sadece
bir anlatıcı olmaktan korumalıdır. Bir romancının en büyük üstünlüğü “roman”a
benzememesi ve bir roman olduğunu hatıra getirmemesi olacaktır. Bizim eski
zevkimiz daha klasiktir. Karagöz ve Ortaoyununda "olay” diye önemli bir
şey yoktu.
Eserin asıl inceliği, sade bir serüven üzerine sanatçının
tuluat ile yaptığı işlemelerdi. Ulusal geleneğimiz bize, zorla aşılanmak
istenen bu serüven düşkünlüğüne üstündür. Keşke vaktinde doğrudan doğruya
masallarımız, Karagöz ve Ortaoyunu’ndan geçerek gelen bir romanımız doğmuş olsa
ve o ilk zamanlarda kötü çeviriler yüzünden kötü örneklere sapmış olmasaydı!..
O zaman belki hikâyelerimiz Fransızların “marivaudage” dediklerine benzeyen
ulusal bir gevezelik geleneğiyle yeşerecekti. Ama yazık ki, geleneğimizle
aramızda birçok bağlar kesilmiş bulunuyor!..
Şimdi ciddiyetle göz önüne alınacak bir sorun vardır: Zamanımızın
gereği olarak daha özdekçi bir hayat yaşıyoruz; dereden tepeden düşünlere
eğilimimiz azalmaktadır; gündelik işlerin ağırlığıyla yorulan zihinler daha
ilkel eğlencelere düşkün oluyor; hayatın çabukluğu insanları bir bakıma
dikkatsizliğe iteliyor; gazeteler, hele magazinler, okurları son derece hafif
bir edebiyata, yüzeysel bir meraka alıştırıyor; belki bir spor, bir sinema
sofuluğu kuruluyor da, sanat ve edebiyat sofuluğu kuruyor; edebiyat, kutsal
aşamasından bir eğlence düzeyine iniyor; bütün bu nedenlerle asıl klasik kültür
kitapları yerine, hep içlerindeki düşünü ve duyguların olaylara karışarak
yaşadıkları romanlar okunuyor; hatta eskiden kutsal sayılan tarihin bile,
yüksek bilimsel aşamasından inerek, romanlaştığını ve eskiden bin güçlükle
yazılan tarihî yaşamların, şimdi pek kolaylıkla romanlaştırıldığını görüyoruz.
Hemen bütün belli edebiyat türleri böylece, ırmaklar gibi, roman denizine
akmak eğilimini gösteriyor. Eğer roman, edebiyat dışında kalırsa, tüm bu edebî
türler onda eriyecek demektir.
Bütün bu nedenlerle romanın haklarını korumalıyız. Roman,
edebiyatımızda öteki kollara göre, yenidir. Onu gereksiz sınırlarla
sınırlandırmayarak ancak her sanat eserinde beklenecek ciddilik ve özenle
meydana gelmesini istemeli, bütün özgürlüklerini tanımalı ve daima genişlemeye
uygun sınırlarını kabul etmeliyiz. Ancak böyledir ki onu edebiyatta gerçek yerine
yükseltmiş oluruz. Yoksa bütün bu sınırlamalar, onu edebiyat dışında bırakmak
sonucuna varabilir. Oysa, kendisiyle uğraşılmaya değmeyen böyle bir edebiyat
dışı roman, zaten vardır.
Gerçekten bütün saymakla bitmez türlü roman, çeşitli başlıca
iki büyük bölüğe ayrılabilir. Bunların birincisine araştırma, çözümleme,
düşünce romanları diyebiliriz ki, işte biz buraya kadar ancak edebiyata giren
bu romanlardan söz ettik. Buna karşılık bir de her zamanda ve her yerde olay,
rastlantı, tefrika romanı diyebileceğimiz romanlar vardır ki, hecelemeyi, belki
de okumayı öğrenmiş ama, her hâlde duymayı ve düşünmeyi daha öğrenmemiş olan
okurların sevecekleri bu hikâye ticaretini biz zaten burada söz konusu
etmiyoruz. Değerlerini yalnız rastlantıdan almak isteyen bu biçimin görüş
darlığı ve beğeni ilkelliği gerçekten dayanılmaz bir şeydir. Burada hikâyeden
amaç, hikâyedir. Alexandre Dumas, hikâye etmek için hikâye söyler. Oysa olay
için olay kadar asılsız bir şey olamaz. Bunlara nasıl bir değer verilebilir ki,
bir merak sarılabilsin? Çocukken bizi uyutmak için söylenen masalları bugün
dinleyebilir miyiz? İşte yanlış anlayış buradadır. Bütün bu romanlar, okurları
tarafından ancak içindeki sözde ilginç olayların nasıl geçtiği anlaşılmak
için okunur. Oysa, birer düşünüsel değeri olan bütün kitaplar ancak olayları
sanatın isterlerine uydurmak kaygısıyla yazılmıştır. Romanda olay, çok
gösterişsiz ve ölçülü olmalı, kitabın anlamını bozmamalıdır. Romanda temel
olay değil, kişi, çevre, toplum, hayat, duygu ve düşünüdür. Olay, bunları duyurmaya
yarayan başka bir araçtır. Romanın az önce saydığımız bazı üstün eserlerinin
çoğunda olay diye bir şey yok gibidir. En iyi düzenlenmiş bir konu ve serüven,
roman için olduğu gibi, sıfırdır. Nasıl ki bir şiirin güzelliğini de, her ne
olursa olsun, konusu sağlayamaz ve onda aranan üstünlükler büsbütün başkadır.
Roman, edebiyatın önemli bir türü olduğu ve romancının yalnız
bir düşünür değil, aynı zamanda bir sanatçı olması gerektiği hâlde, sanki ona
verilecek en önemli öğüt buymuş gibi her şeyden önce, okuyucunun olaya ilgisini
soğutmamak için felsefî görünecek görüş ve düşünüşlere ve hatta, ne gariptir,
fazla özenli görünecek bir üslûptan kaçınması kuralını çıkarmak ne romanın
sanattaki yerini anlamak, ne bu türün çeşitliliğinden haberli olmak, ne de
sanat eserinin canını kurtaran üstünlüğün üslûbu olduğunu bilmektir. Tersine,
romanın ilgi öğeleri bir olayın nasıl geçmiş olduğunu araştırmaktan çok,
düşünü, duygu ve sanat bakımından değerleri olacak öğeler olmalıdır. Roman,
edebiyat türlerinden biri, dolayısıyla edebî bir eserdir. Merak öğelerinden
birinin de üslûbu, şive ve cümle özellikleri olması doğaldır. Romanı bütün
sanat eserlerinin taşıdıkları özen ve biçim güzelliğinden yoksun kılmayı
istemek, sanata karşı düşmanlık olur. Roman, bir edebiyat alanı olduğu içindir
ki kendi dilimizin güzellikleriyle konuşan bir romanı düşünüsel yüksekliği olsa
da, çeviri dili çetrefil bir romandan daha çok tat alarak, yararlanarak okuruz.
Çünkü romanda tat alınacak yönlerden biri de, elbette dil güzellikleri, cümle
özellikleridir. Bunun içindir ki yabancı romanlar iyi yazarlarca çevrilmiş
olmazsa, asıllarındaki güzelliklerden çoğunu yitirir. Bunun içindir ki,
çeviricinin yalnız çeviri yaptığı dili anlaması yetmez. Üstelik yazdığı dili
bilmesi de gerekir.
Hayat karşısında hiçbir heyecana kapılmadan onu donuk bir şey
sayanlar, hayatı hikâye etmek sevdasına düşen romanın da donuk bir şey
kalmasını istiyorlar. Bunlar, sanatın ısı derecesinin artmasına razı olmayan
soğukkanlılardır. Oysa, böyle bir sanat ve böyle bir edebiyat acaba neye yarar?
Sanat elbette hayatın heyecanlaşmasından doğar. Hayatın bir aynası, bir özeti
olmak dileyen zavallı roman, zaten hemen daima hayatın aşağısında kalma
güçsüzlüğünü duyarken ve hayat üstüne koca bir ağ gibi atıldıktan sonra ondan
canlı canlı ancak birkaç duygu ve düşünü avlayabilirken, onu bu isteklerinde
daha fazla zorluklara düşürmek yakışır mı? Hayat bir büyüdür ve sanat da
edebiyat da ona akraba bir büyü olmalıdır. Çünkü böyle olmazsa, her türlü
sanat ve roman, sanki neye yarardı? Bunlara olduğu gibi hayatın herhangi bir
anı yeğ gelir. Nasıl ki gerçekten o yavan romanları okumaktansa okumamak
yeğdir. Sözleri dinlenilmeye onlardan daha çok değen adamlara da, hayatımızda
her zaman rastlayabiliriz.
Romancıya dışardan kurallar buyrulamaz. Hiç, kendi yaradılışlarına
göre yaşayan insanlara: “Benim gibi yaşa! Benim gibi sev! Benim gibi düşün!”
diyebilir miyiz? Her zihnin kendi alın yazısına uygun olduğu için eriştiği
kanılar ve her gülün kendi bünyesine uygun olduğu için erdiği aşklar da yok mudur?
İşte böylece her romancının da kendi türüne ve dehasına göre uyacağı özel
kuralları ve yöntemleri vardır. Ancak bunları bulup yetiştirmek ve bunlara
uymak, romancının bileceği iştir. Her sanatçının ödevi, kendi gönlünden gelen
öğütleri dinlemektir. O, kendi eğittiği ruhunun özgür esintilerini duymalı ve
onlara uymalıdır. Romancılara verilecek en doğru ve yararlı öğüt, romanlarını
kişisel bir roman tipine uydurmaya çalışmamalarıdır. Bir elma bir ayvaya
benzemeye ve mandalina, portakal olmaya özenmemelidir. Her şeyin kendine özgü
bir çeşnisi vardır. Herkes kendi olduğu ile yetinerek, ancak cinsinin iyisi
olmayı dilemelidir. Romancı, duyduğu romanı yazmalı ve eserini filancanınkine
benzesin diye düşünmemelidir. Çünkü, böyle bir zorunluluk yoktur ve çünkü
sevdiği biçimde içten olunca belki değerli bir eser verebilir. Ama böyle
olmazsa, bunu bir türlü veremez.
Aslında romanın gücü, üstünlüğü, böyle her biçime girebilmesi,
ayrı ayrı her kafaya, her doğaya göre her güzelliğe, her büyüklüğe araç
olabilmesi, her akla, her hayata seslenerek iç evrenlerimizin gizli kapılarını
açabilmesidir. Romana girerken düşünü ve duygumuzun bir küçük parçasını bile
kapı dışında bırakamayız. Çünkü romanlar, asıl insanı insana duyuracak ve
anlatacak; aldığımız derslerle her türlü üstünlük ve erdemlere yeni değer
ölçüleri biçerek, nice iflaslar görerek ve nice temizleme işlemleri yaparak
bata çıka vardığımız hayat duraklarında başımızı göklere kaldırarak bizi
yıldızımızla barıştıracak ve iç evrenimize çekerek geçmiş zamanlarımıza
kavuşturacak eserlerdir. Atalarımızın kanımızda yaşayan etkileri; bizi
sürükleyen kör gözlü, sağır kulaklı güçler; hayatımızın anıları ve görünümleri
en gizli itiraflarımız, gülüşlerimiz ve gözyaşlarımız; yalnız gerçeklerimiz
değil, hem de hayallerimiz ve yalnız hayatımız değil, hatta düşlerimiz, biz
istesek de istemesek de, ruhumuzun süzgecinden geçerek, romanlarımızın
sayfalarına süzülecektir. Öyle ki biz, onlara eğilince hayat gibi değişici,
parıltılı, büyülü sularında bütün düşünülerimizle aşklarımızı ve bütün anlaşılır
sözlerimizle yarı anlaşılır musikilerimizi duyacağız!
[ Ulus gaz.; 5 Eylül 1943 ]
-
1 –
Yoktan var etmek için Allah olmak lâzımdır. Kâinatta bu
kaidenin o kadar istisnası bulunmuyor ki, biz Allah’ın işine bile akıl
erdiremiyoruz.
Çok kere daha âciz olan sanatkâr, eserini yaratabilmek için,
malzeme olarak, hayatın kendisine bırakmış olduğu izleri, yani verdiği
fikirleri, duyguları ve hâtıraları kullanmağa muhtaçtır. Dünyada herkes kendi
ırsiyetinin esiridir. Herkes kendi yağile kavrulur. Kendi tecrübelerinden
faydalanır. Her romancının talihi de böyledir.
İnsaf olsa, hiçbir romancıya, herhangi bir zümre insanlarını
yaşatması bir kusur olarak gösterilemez. Iz’an olsa, hiçbir romancıya herhangi
bir muhit adamlarını yaşatması, hariçten emredilemez. Romancının kendisi de
içinde yaşadığı yerlerin ve muhitlerin tabiî bir mahsulü olduğundan elbette
bunlara göre bir eser verecektir. O da günlerle gecelerin kendisine işlediklerini
söylemeğe mahkûmdur. İyi bilmediği, mahremiyetlerine girmediği ve hayatını
aralarında geçirmemiş olduğu insanları nasıl yaşatabilir? Görmediği ve
içlerinde yaşadığı yerleri nasıl duyurabilir?
Romancıdan kendisinin hulyasile kavramadığı muhitleri ve insanları
yaşatmasını istemek âdeta romanını iyi bilmediği bir şehirde ve devirde
geçirmesini tavsiye etmek ve böylece ona hemen hemen: "İyi bildiğini
söyleme, uydur uydur da bilmediğini söyle!” demekle müsavi bir garabet olur,
insanın böyle bir nasihat verebilmesi için yalnız sanatla değil, ciddiyetle de
hiçbir alâkası bulunmaması lâzım gelir. Böyle şuursuz ve idraksiz neticelere
varan nazariyelerin ne kadar indî oldukları en basit bir muhakeme karşısında
hemen meydana çıkıyor. Bu artık bir sanat ve edebiyat düşüncesi değil, bir
cinnet alâmeti sayılsa yeridir.
Bu ukalâlar bir taraftan isterler ki romancılar kendi buyuracakları,
yoksa onların seçmedikleri insanları yaşatsınlar ve diğer taraftan da
beklerler ki, bu şahıslar birtakım kuklalardan ibaret değil de talihlerile
karşılaşmış olduğumuz insanlar kadar canlı olsunlar! Halbuki bunun imkânsız
olduğu meydandadır.
Romancının esas vazifelerinden biri şahıslarına başkalarını
inandırabilmek için evvelâ kendisinin inanmasıdır. Onları yaşatırken -yazık ki
nümunelerini çok gördüğümüz gibi- aklına esen şeylere tâbi kuklalar gibi
oynattıkça, hüviyetlerini unutup değiştirdikçe, bulanık ruhlarını karıştırıp
başkalaştırdıkça, hatta, bu hızla, kendini tutamayıp bazan isimlerini bile
doğru hatırlayamıyarak, Ahmet’e Mehmet, Hasan’a Hüseyin ve Fatma’ya Ayşe
dedikçe, kârilerin bu şahıslara inanmalarını nasıl bekliyebilirsiniz?
Romanın en büyük üstadlarından biri olan Marcel Proust:
“Romancının mevzuu, şairin hayalî kendilerini onlara hemen zarurî surette,
denilebilir ki, âdeta düşüncelerinden müstakil olarak ve zorla kabul ettirir. Sanatkâr,
fikrini bu hayale vücut vermeğe, bu hakikate yaklaşmağa vakfetmektedir ki,
kendisini bulur ve kendi kendisi olur.” diyor.
Romancı kendine içten gelme olmayanı yazamaz. Ancak, o da en
iyi bir romancıysa, bütün irsiyetiyle müna-sebetlerinde olduğu, hayatında
ülfetlerinde bulunduğu; ruhen tanıdığı; aralarında yaşadığı; geçmiş
zamanlarının tılsımları içinden hatırladığı ve kendi içinde hâlâ kanlı bir
ömürle yaşadıklarını duyduğu; hayatına, hülyalarına ve rüyalarına
karıştırdığı; sevmiş, çilelerini çekmiş ve kendisini çileden çıkartmış ve
hastalandırmış olduklarını bildiği; hulâsa bütün bu sebepler yüzünden,
yaşatmak ihtiyacını beslediği şahısları yaratabilir ve hikâye edebilir.(
ülfet: alışma, kaynama)
Zaten biz, iyi düşünürsek, en yakın birkaç akrabamız, en eski
birkaç dostumuz ve ruhumuzu ya cennet iklimleri ve kasırgalariyle her yanından
sararak hayatımızın mühim mevsimleri gibi gelip geçmiş birkaç sevgilimizden
başka dünyada sanki kaç kişinin talihiyle yakından alâkalanmışızdır? Yeryüzünde
sanki kaç kişiyi yakından tanıdığımızı ileri sürebiliriz? Ve esasen, bunları
tanıdığımızı iddia ederken bile, haklarında bildiklerimiz sanki ne tutar?
Onların da ölçemediğimiz nice uçurumları, beklemediğimiz nice fırtınaları yok
mudur? Bir gün birdenbire bunların karşısında kalıverince nasıl şaşarız?
Hayalimiz nasıl donar? “Ya, benim iyice tanıdığımı sandığım insan bu muydu?”
deriz. Bir ihanet karşısında kalmış gibi şaşarız. Diyebiliriz ki, biz hakikaten
kimseyi iyice bilemeyiz. Romancılar da ilâve edebilirler ki, hattâ kendi
yaratıp yaşattıkları şahısları bile iyice bilemezler. Mademki bunlar hakkında
başkalarının besledikleri fikirlerin kendilerininkine uymadığını daima
görmektedirler!
Eğer Shakespeare gözlerini açmağa yetmediyse Dostoyevski ve
Marcel Proust’tan beri gözlerimiz açılmıştır. Şimdiye kadar en büyük
romancılar arasında bile birçoklarının yaşattıkları insanlara kuvvetli ve
muayyen bir ihtiras vererek ve diğer huylarını bu hırslarının yanında ezerek ve
küçülterek modellerini hep zedelemiş olduklarını görüyoruz. Romancı, yaşatmak
istediği şahısların tezatlı hislerini belli etmek ve geçen vakitlerin
değişmelerini gösterebilmek için onları derinden bildiği bir zaman içinde
aydınlatarak ve yaşadıkları muhit ile mahrem münasebetlerini daima ayarlayarak
binbir hesap ile ifade etmeğe çalışmalıdır.
Romancının hafızasında ise böyle hazır olan; yaşatmak ve
hikâye etmek ihtiyacını ta içinden duyduğu nice şahıslar vardır!
İlk önce, çocukluğunda, daha yeni açılmış gözlerle seyrettiği
nice insanlar ki, herbiri kendisine ayrı bir kutup gibi görünmüşler ve bütün
hâtıralarına öyle işlemişlerdir ki, artık onları tekmil hayatı boyunca hatırlar
değil de görür ve duyar gibi olur.
İnsanın çocukluğunda gördüğü bu şahısların ehemmiyetlerini
mübalağaya imkân yoktur. En büyük romancımız olan Yakup Kadri bana
romanlarındaki şahısların hep çocukken görmüş olduğu insanlar olduklarını
söylemişti. Yan Fransız yarı Amerikalı bir romancı, Julien Gren: “Bütün
yazdıklarımın çocukluğumla doğrudan doğruya bağlılığı vardır.” diyor. Romancılar
çok kere, ta ölümlerine kadar, çocukluklarının tesiri altında kalırlar.
Ölürken annesini sayıklamış olan Anatole France’ın seksen yaşına yakın olarak
neşrettiği son eseri “La Vie en fleur”, birtakım çocukluk ve gençlik
hâtıralarıydı.
Sonra, romancının, küçüklüğünden beri kendisini sevmiş ve
kendisinin de hep ciddiye almış olduğu; huylarını kanında, hastalıklarını
vücudunda ve hülyalarını da başında duyduğu bütün akrabaları ki hâlâ biraz
onların hâtıralariyle birlikte yaşar ve yarın, mezarının toprağında hâlâ biraz
onlarla birleşeceğini hayal meyal umar gibidir.
Sonra, küçüklüğünden beri nice tesadüflerin yardımiyle intihap
etmiş bulunduğu dostlar ki bunların bazıları da bize kendimizin seçmiş
olduğumuz yakın akrabalardır.
Daha, romancının böyle eskiden beri tanıdığı, göre göre artık
huylarına ve âdetlerine alıştığı; başkaları tarafından bazan yerlere
batırıldıklarını, bazan göklere çıkarıldıklarını duyduğu ve haklarında
kendisinin bile fikirlerinde sabit kalamadığını gördüğü birtakım insanlar!
Bunların bazı sırlarını bilir. Öyle ki, bu sırlar onlarla kendisi arasında bir
nevi gizli akrabalık kurar. Bazan küçük küçük hilelerini görür ve hâllerine
merhametle güler. Bazan ehemmiyet verilmiyecek saydığı bir şeye hastalanacak
kadar öfkelendiklerini görerek kendilerini idare eden müteassıp prensiplere
şaşar. Bir gün onların beyaz saçlarının süründüğü, beyaz kepeklerin döküldüğü
yakalarının, hafif surette kalkık omuzlarının arkasında kamburlaşan
sırtlarında ne ağır yükler taşıdıklarını anlar, imdada çağırır gibi haykıran bakışlarını
duyar. Ve onlara acır. “Zavallı adamlar! Siz hayatınızı mübarek saydığınız bir
iki his namına kurban etmişsiniz! Halbuki benden başka bunu anlayan bir
şahidiniz bile kalmamış! Bari ben size şahitlik etmeli değil miyim?” diye
düşünür. Ve onlara şehadet etmeği bir vicdan borcu bilir. Sonra hayatı boyunca
sevmiş ve karşılarında şaşmış ve şaşırmış olduğu sevgilileri ki, kiminin
ihanetlerinden hastalanmış ve kiminin şefkatiyle iyileşmiştir. Etrafındaki
dünyanın, kiminin yüzünden kuruduğunu ve kiminin yüzünden bir cennete
çevrildiğini görmüştür. Kendisine en büyük lezzetleri tattırmış ve en büyük
acıları çektirmiş olan sevgililer ki, hâlâ daha günlerinde hülyalarından ve
gecelerinde rüyalarından ayrılamaz!
Daha sonra, her sanatkârın kafasında birtakım “monstre”lar bulunur.
Bunlar belki ecdatlarının muhayyelelerinde vücut bulmağa başlamış birtakım
hayaletlerdir ki, onlardan kendisine miras kalmıştır. Yaşamamış, ancak belki
yaşayabileceğini duymuş olduğu, nüve halinde kalmış birtakım ömürlerin kahramanları
ki romancı bunları da hayata getirmeği diler. Pierre Loti bunların bize
cedlerimizden intikal eden birtakım hafıza parçalariyle geçmiş olacaklarını
söylerdi. Shakespeare’in bunlardan bir alayına can vermiş olduğu malûmdur.
Bunlar diyar diyar hâlâ bütün dünyayı dolaşıyorlar.
Daha, sanatkâr, eserine kendisinin asıl olmadığını, tabiatına
en zıd ve en uzak kalanı ve belki bundan dolayı bir nevi hasretini çektiği
birtakım hayat tarzlarım ithal etmek isteyebilir. Kendisini hayalinde kurulmuş
bir masalın kahramanı, tılsımlı bir diyarın şehinşahı tahayyül ederek eserinde
bu muhayyel ömrünü hikâye etmek sevdasına düşebilir.
İşte, romancı, böyle birçok şahısların kendisinde âdeta mahpus
kaldıklarını, zindandan bakar gibi bakıştıklarını, imdada çağırır gibi
haykırıştıklarını duyar. Ve bunları kafesteki kuşları azad eden çocukların
duyacakları bir hazla -eserinde mutlaka dile getirerek, yaşatarak âdeta
kurtarmak ister gibi olur.
Onlarla böylece tâ çocukluğundan beri başlamış ve hâlâ bitmemiş
uzun, ince, karışık bazan da hattâ kanlı nice hesapları vardır! Onun yeryüzünde
duyduğu vazifesi asıl bu hesapları görmek ve bu vicdan ve iz’an borcunu eda
etmektir!
Herhangi bir romancı, yaş, mevki, seciye, ahlâk ve tabiatları
ne olursa olsun, romanlarındaki şahısları doğru yaşatabilirse, bir muammaya
benzeyen insan ruhuna bunlar vasıtasile biraz daha fazla nüfuz eder, onu biraz
daha derinden kavrar ve bize biraz daha iyi anlatırsa o iyice bir romancı
sayılabilir!
[ Varlık der.; S.316, Kasım 1946 J
Romancının emeli insanların hayatlarını hikâye ve tabiatlarını
ifade etmek olduğundan onların daima alâkalandıkları ahlâk meselesine elbette
kayıtsız kalamaz. Çünkü bu meselenin, yaşatmak istediği bütün şahısların, birer
insan olarak, bağlı bulundukları bir esas olduğunu iyice bilir.
Romancılara karşı çok kere ileri sürülen ikinci bir tâciz, romanlarındaki
birçok şahısların ahlâk düşkünlükleridir.
İnsan böyle tenkidleri duydukça bunları söyliyenler acaba
kendilerini hiç mi bilmezler? İdrak, iz’an ve insaftan hiç mi nasipleri yoktur
ki sözlerini nefisleriyle kıyas etmezler? diyeceği geliyor. Zira tecrübelerimiz
gözlerimizin safvetini giderdikçe, etrafımızı da, hatıralarımızı da dolduran
adamların ve hatta bu muahezeleri savuranların bile, ahlâk bakımından o tenkid
edilen roman şahıslarından daha beter olduklarını görürüz.
Fakat, hakikat şudur ki, nice insanların gözleri, ömürleri boyunca
açılmak bilmez. Bunlar başkalarının elleriyle, maddeten kapatılıncaya kadar manen
kapalı kalır. Bu insanlar kendilerini dış tesirlerden muhafaza eden bir nevi
safdillik ve ahmaklık içinde kalarak hakikaten bir şey görmezler. Irsiyetimizin
bizi sürükliyen kör ve sağır kuvvetleriyle kendi vücudumuz içine hapsolmuş
birer mahpus olduğumuzu bilmezler. Cüz’i iradelerle yaşadığımız, dinin eski
yardımından ve tesellisinden mahrum kalan ve ölümle âdeme varan fâni
hayatımızın zaten aslında bir facia teşkil ettiğini de hiç düşünmezler.
İnsan böyle her şeye hissiz kalabilirse, yoksul ekseriyetin
çektiği acılara karşı hissiz, fertlerin birbirlerine reva gördükleri sert
hotgâmlığa karşı hissiz, dinsiz kalan ruhlarda bile irsiyet ve medeniyetle
hasıl olmuş sıyânet bekçileri gibi duran bütün ezelî ve kutsî duygulara karşı
hissiz ve bütün bu hayat tesirleriyle çağıldıyan güzel sanatlara karşı hissiz,
o zaman böyle diğer insanlarla kolayca ünsiyyet edebilir. Zira tıpkı
kendisininkiler gibi onların da hiçbir âdiliğini görmez ve böylece kümeslerinde
pinekliyen mahlûkların rahatına konabilir. Fakat böyleleri çizdikleri
programlarına üstelik bir de sanatkâr olmayı ilâve etmemelidirler!
Zira, sanatkâr, onların duymadıkları bu şeyleri duyan bir
adamdır. Artık siz düşünün, dünyanın hakiki manzarası ve her şeyin hakiki
çehresi bu içli adamı nasıl yaralıyacak ve nasıl kanını kurutacaktır! Eğer o,
bütün mukaddesatı sever, edebiyatı sever, insanlarla ünsiyeti sever, onların
temiz, güzel ve ahlâklı olmalarını dilerse, düşünün, bu dünyada çekeceği ne çok
dert ve ıstırap vardır!
Halbuki insanların çoğu bu manzaraları görmemezliğe gelirler
ve bu duygularından kaçınırlar, insanların çoğu hayatlarına lüzumlu gördükleri
uzlaştırıcı, yatıştırıcı, uyuşturucu fikirler ve ihtiyatlar içinde yaşarlar.
Teşrifatın ve nezaketin öğrettiği kayıtsızlık ve riya gibi birtakım âdetler
-vücutlarını örten esvaplar gibi- onların sözlerini ve fikirlerini de kaplar,
hayatın binbir düzeni içinde, belki iyice haberimiz bile olmadan, kendi
kusurlarımızla ünsiyyet etmiş bulunduğumuz gibi, başkalarının
ahlâksızlıklarını da ehlileştirmiş oluruz. Irkımızın, milletimizin,
mahallelilerimizin, ahbaplarımızın ve akrabalarımızın kusurları, eğer
menfaatlerimize dokunmazsa, çok kere, gözlerimize batmaz, insanlarla
münasebetlerimizi, üstünkörü bir terbiye tanzim eder, işte bunun için, çok
kere kayıtsız ve hafif ruhlu ve alçak gönüllü olanların muarefesi cemiyeti
teşkil eden insanların çoğunun hoşlarına gider. Yanlarında muhtaç olduğumuz
sahte emniyeti duymak selâmetine varırız. Bu huzur yalancıdır. Fakat biz
insanları yalaniyle tatmin eder. Zira onlarla aramızdaki anlaşma lisanı sanatın
tam ciddi ve saf dili değildir. Bize dokunmıyan şeytan başkalarını baştan
çıkarabilir. Ondan beklediğimiz bizi çileden çıkartmamasıdır. Bu müsamaha havası
içinde, içlerinin bildiğimiz karasını, tanıdıklarımızın yüzlerine vurmayız. Bu
cemiyet içinde, nefis müdafaası gibi bir şeydir, insanlar bu ipham ve karanlık
içinde yaşamağa alışkındırlar. Onlara her gün her tarafta rastlar,
ahlâksızlıklarının bulaşık hastalıklar gibi bize temas ile geçmiyeceğini
bilerek ellerini sıkar, hallerini sorar, hatta sıhhatleri bozulsa, bir nevi
tesanüt duygusiyle samimiyetle teessür duyarız. Dostluklar, menfaatler ve
nezaketler müsamahamızın hudutlarını gevşete genişlete onları hayatta
münakaşaları abes emrivakiler gibi görmeğe alışırız, insanlar hakikati bulup
söylemekte tembeldirler, içlerinden çoğu, yazan kalemin sahibini nasıl mümkün
mertebe tam bir samimiyete doğru sürüklediğini bilmezler. Kaidesi mızıkçılık
olan bir oyunu ciddiyet ve samimiyetle oynıyanların ise başkalarına mızıkçı
gibi görünmeleri mukadderdir.
Filhakika hayatımızın bu küçük hesapları ile mahallemizin
geçit yolunda birbirimize gülümsiyerek nezaketle muamele ettikçe en küçük bir
itimat eseri göstermeğe mecbur kalmadıkça, hep uzaktan “merhaba!”deyip gittikçe,
her şey, aşağı yukarı yolunda gider ve bu insanlara “iyidirler!” diyebiliriz.
Fakat “iyi saatte olsunlar!” desek daha ihtiyatlı hareket etmiş olurduk. Zira
bu karşılıklı müsamahaların karanlığı içinde görmeğe alışkın olduğumuz
insanlara itimadımızın en küçük bir zerresini kaptırdık mı, eyvah! Bunda ne
hata etmiş olduğumuz derhal yüzümüze çarpılır!
Okuyucuya her zaman kırk yıllık bir dost gibi hitabeden sanat,
ciddi, samimi, mahrem, içli sesiyle ve derin şivesiyle konuşup anlatmağa, kılı
kırk yarmağa, derdini dökmeğe, hakikati göstermeğe ve insanlardan şikâyet
etmeğe başlayınca, gûya küller içinde söndürülmeğe çalışılan bütün ateşleri
ellemiş olur.
Daima müsamahanın karanlığı içinde görmeğe alışık oldukları
adamların üstüne sanatın böyle amansız vüzuhiyle ışıklar döktüğünü görenler
onları değişmez sanır ve kendi kendilerine benziyen bu öz kardeşlerini tanımaz
olurlar! İhtimal ki kendilerini bile bu kadar teferruat ile görüp
bilmediklerinden bu adamlar (yani kendi kendileri) onlara birer yabancı gibi görünür.
Ve o zaman niceleri bunları daha yeni görmüş ve yahut hiç görmemişler gibi ne
diye bir romanın kahramanı olarak alındıklarına şaşarlar ve kızarlar. Halbuki
bu, hakikatte bir aydınlatma meselesinden ibarettir. Hakikata korka korka
yaklaşan zavallı romancınınsa hakkı vardır. Zira insanlar kapalı gözlerin
sandıkları gibi değil, açık gözlerin gördükleri gibidirler.
Ziya Paşa “Menfaat bahsinde amma eylemez asla hayâ!” demişti.
Bunlar, menfaatleri bizimkine bir nebze ayrılık gösterdi mi, derhal düşmanımız
kesilirler. Avni Bey, “Ehibba şive-i yağmada mebhut eyler â’dayi” demişti. Bir
yangın olsun, kırk yağma başlar!
Rüzgârların biraz anafor yapmağa müsait olduğu bir noktada
bulunanların biraz yağmur yüzlerindeki maskelerin boyalarını siler ve biraz
rüzgâr üstlerindeki vefa ve medeniyet kokularını uçurur. Ah, o zaman en kibar,
en rabıtalı sandıklarımızın bütün foyaları nasıl meydana çıkar! Hırslarının
kaynıyan cehennem ateşi karşısında vahşi yüzleri terlemeğe, şahlanan
huylarının yarası kanamağa, gizli hislerinin irini akmağa ve hastalıkları
kokmağa başlayınca, bu heyecan ateşleri karşısında görürsünüz ki o sakin,
safdil, munis ve dindar maskeleri altında saklananlar birtakım canavarlardır!
Herkes hâtıralarını toplayıp birer nefis muhasebesinde bulunabilir!
Hayatımızın nice mevsimleri, karşımıza çıkmış olan böyle vahşilerin ve böyle
canavarların nefesleriyle zehirlenmiştir. Daima başkalarının kat’i ve hodgâm
hesapları yahut başıboş ve gelişi güzel hesapsızlıkları bizim o kadar
itinalarla beslediğimiz bütün nazlı emellerimizle hülyalarımızın ince ve uzun
hesaplarını altüst eder. Hemen bütün kaderlerin talihsizliklerinde
yakınlarımızın da, yabancıların da en meş’um tesirleri vardır!( meş'um: uğursuz)
İnsanların ahlâksızlık ve akılsızlıklarından kısa bir ömür
içinde, çekmediğimiz sanki ne kalır? Bize dost ve yabancı insanlar, hissizlik
ve anlayışsızlıklariyle, hile, riya, haset ve iftiralariyle kaç kere
huzurumuzu, sükûnumuzu bozmuşlar ve kalbimizi kırmışlardır: her hülyayı ve her
saadeti zehirliyen ve çürüten, birkaç mahalle ötede ahkâm kuran iz’ansızların
insafsızlıklarıdır. Romancı, gönüllerinde huylalar ve arzularla yaşayıp
bunların çoğunu gerçekleştirmeden ve kucaklıyamadan göçen safdil ve gafil
insanların hep birbirlerinin huyları, yani huysuzlukları, sert hodgâmlıkları,
yani en kötü ahlâksızlıklariyle bozulan, iflâs eden zavallı mukadderatını
hikâye etmek ihtiyacını duyar ve onların bunu daha çok yapmadıklarına ancak
şaşmak lâzım gelir. Denilebilir ki romanlar bizim zavallı ömürlerimizin bu
fuzuli yere kurban oluşlarını daha çok göstermeliydi.
Ancak insanların çoğu, kendi ömürlerinin felsefesini ve kıssasından
hisse çıkarmasını bilmezler. Ya ahmak dostlarının yahut hiç tanımadıkları kaba
yabancıların saçma sapan tesirleri yüzünden neler çektiklerini iyice idrak ve
hesap edemezler. Nasıl ki çok kere bütün ömürleri boyunca kendi kendilerine etmiş
oldukları fenalığı da bilmezler. Safdil ve gafil bize gelip gûya nafile yere
çekiştirdiğimiz insanların daha ahlâklı olduklarını söyledikleri zaman
ağzımızda hüzünlü bir tebessüm belirdiğini duyarız. “Keşke öyle olsalardı!”
deriz. Bunu sanki biz de istemez miyiz? Sanki bunu en ziyade istiyecek olanlar
da en çok hisli olan insanlar ve bunlar arasında, sanatkârlar değil midir?
Fakat, romancı, sanatın kutsi vasıtasiyle, âdeta kendi kendine
söylenir gibi, kırk yıllık dostu telâkki ettiği okuyucusuna hitabetmeğe
başlayınca, dünyayı ve hayatı, olduklarını bildiği gibi tarif ve tasvir etmek
ihtiyacını duyar. Eseri âdeta hakikati bulup ele geçirmek vazifesiyle yazdığı
bir rapor gibidir. Esasında samimi bir beşeri hakikat araştırması olan sanat,
gördüklerini söyliye söyliye büyüdüğünü, duyduklarını anlata anlata derinleştiğini
anlar. Ve bunun için de bildiklerinden ve düşündüklerinden kolay kolay çok şey
saklıyamaz ve kendine uzak diyarlardan gelen fuzuli tenkidlerin yabancılığını
duyarak kolay kolay onlara kulak asamaz!
[Varlık der.; S. 317, Aralık 1946 ]
-
1 -
İnsan, bütün hayatında alâka duyduğu bir
mevzu üzerine bazı suallerle karşılaşınca, fikrini istediği gibi anlatabilmek
için bir kitap yazmak veya hiç olmazsa bir konferans vermek lâzım geldiğini
düşünmeğe başlıyor. Ancak, konferans dinletmek şöyle dursun, verdiği cevap
biraz uzun sürmeğe yüz tuttu mu artık suali soranın bile -şimdi umumileşen
âdete uyarak- kendisini dinlemediğini de görüyor. O zaman, yine kendi kabuğuna
çekilerek, yazamıyacağına emin olduğu o sayısız kitaplardan birini daha
yazdığını tahayyüle dalıyor ve yavaş yavaş, âdeta onun ihtiva edeceği
sahifeleri karıştırmaya koyuluyor...
Derken, bu hayalin hakikat olduğunu görmek,
fikirlerimizi toplayan böyle bir kitabı bir başkası tarafından yazılmış ve ellerimizde
hazır bulmak, düşünün, ne zevk olacaktır! Herkesin kendi fikrinden bile şüpheye
düşeceği gelen bu emniyetsizlik ve istikrarsızlık zamanında size fikirlerinizi
söyliyen bir kitabı okumaktan büyük bir teselli tasavvur edebilir misiniz?
İşte Kleber Haedens isimli genç bir Fransız
muharririnin “Paradoxe sur le Roman” adlı kitabını okumak bana böyle emsalsiz
bir zevk temin etti. Zira her sahifesinde kendi fikirlerimin teyit olunduğunu
büyük bir lezzetle, büyük bir emniyet ve huzur hissiyle gördüm.
Muharrir, fikirleri arasında lüzumsuz
bağlantılar yapmadan, bir mühim noktadan diğer mühim bir noktaya geçerek, az
sahife içinde, mevzuuna dair o kadar doğru fikirler söylüyor ki son zamanlarda
roman üzerine bu kadar haklı ve esaslı şeyler yazılmamış olduğuna kaniim.
Gerçi, tenkit ettiği zihniyet sahiplerine “paradoks” yapıyor görüneceğine
telmih ederek ve pek muhtemeldir ki Diderot’nun “Paradoxe sur le Comedien”
isimli eserini hatırlayarak ve hatırlatmak istiyerek kitabına Paradoxe sur le
Roman adını vermişse de burada o sinirlere dokunan ve salim muhakemeleri bozan
fuzuli paradoks yapma illetine hiç düşmeden, bilâkis en doğru, en makûl ve
hattâ en mutedil görüşlerle romana dair bazı esaslı hakikatleri iyice belirtmiş
oluyor.
Sanatın varlığı sanat ihtiyacından
geldiğine ve san’at meselelerinin nasıl biribirini tuttuğuna akıl erdirememiş
olan nice kimseler san’ata hep kendi görüşlerine göre nazariyeler, hedefler ve
gayeler çizerler. İndî oldukları halde kat’iyet ve umumiyet ifade eden, fazla
muayyen ve müsbet olan bütün bu düsturlar hep tahakküm sevdasında oldukları
için, çok kere bir işe yaramak yerine bilâkis zihinleri karıştırarak nazik
san’at meselelerini altüst eder.
Halbuki edebî nevilerin tariflerine
lüzumundan fazla kıymet verilmemek lâzım geldiği, zira bunların çok kere
müptedilere anlatılacak şeyleri kolaylaştırmak için kullanılan sathî birtakım
kalıplar olduğu yoksa, edebî nevilerin, asıllarına eren bir inkişafa vardılar
mı, kendi kabukları içine geçtikleri, binaenaleyh çok kere indî kalan bu
kaidelere riayet etmeğe fazla ehemmiyet vermenin mahzurlu olduğu kolaycı kabul
edilecek hakikatlerdendir.
Evvelâ şu beşeri hakikat anlaşılmalıdır ki
sanat, aslında, sanatkârların eserlerini yaratmak için duydukları fıtrî bir
ihtiyacın mahsulüdür. Her biri kendi "sanat”ını, duyduğu bir aşkla
meydana getirir. Musiki istidadıyla doğan, çocukluğundan beri mırıldanır, meşk
eder ve nihayet sesini bulur, dinletir. Resim istidadıyla doğan, çocukluğundan
beri çizgiler çizer ve nihayet görülmeğe değer bulduğu şeyi görür, gösterir.
Şiir istidadıyla doğan, lisan, kelime, vezin, kafiye, âhenk ağları içinde muamma
çözer gibi şiiri arar, bulur ve bize duyurur. Halis muharrir de ancak bu yazı
ihtiyacını duyduğu için yazmağa başlar ve romancıysa, roman yazar. Hakiki
sanatkârlar kendilerini sürükliyen bu aşkları için yaşar ve bin azap, ıstırap
ve hesap ile, bütün ömürlerini sanatları için harcarlar. Zaten bu
mecburiyetleri ne kadar doğuştansa ve ne kadar tedavi kabul etmezse onlar o kadar
tabii ve mazurdurlar ve hemen o nisbette muvaffak olurlar!
Böylece bütün hukuku evvelinden kabul
edilmesi lâzımgelen bir “sanat” vardır ki ona hariçten hudut çizilemez, yol gösterilemez,
o, hiçbir gayenin emrine verilemez, ve hiçbir gayeye hizmetten de menedilemez.
Zaten, hakiki sanat, daima, bir kıblenüma gibi kendi hakikati üstüne titreye
titreye onu arar, bulur ve gösterir.
Sanatkârlara asıl tavsiyeye değer şey
elbette san’at için san’at nazariyesi değil, fakat halis “sanat”ın vakarı,
onuru, mevkii hakkında bir nevi anlayışı her şeyden üstün tutmak ve buna göre,
kendisine hizmet etmek istiyen hakiki müritlerine san’atın tahmil ettiği ağır
külfetlere tahammül etmek fedakârlığıdır.
Birçok kârilerle edebiyatta büyük
münekkitlerden sayılmıyan ve kendileri sanatkâr olmıyan birçok edebiyat
münekkitleri ve hocaları "roman” kelimesine de sırf kendilerine göre verdikleri
mânâlar ve romana kendi başlarına çizmek istedikleri kaideler yüzünden bu nazik
edebiyat meselesinin maruz bulunduğu zorlukları arttırarak zihirleri
karıştırıp duruyorlar. Hepsi de romanı kendi beğendiği bir formül içine
hapsetmek istiyor. Onu tarif edenlerden kimi kupkuru ve mutlaka muhavereli
olmak şartiyle, başı, ortası ve sonu olan muayyen bir vakanın hikâyesi diyor,
kimi işe “sosyal meseleler”i, “ma’şeri vicdan”ı “gayr-ı meş’ûr”u ve daha
bilmem hangi korkulukları karıştırarak âdeta bir ilim ve fen eserini kasdeden
bir izaha kalkışıyor. Fakat romanın evvelâ bir sanat ve edebiyat meselesi ve
eseri olduğunu ve olması iktiza edeceğini söylemek bu tefrit ve ifratçılardan
hiçbirinin aklına gelmiyor!
Halbuki asıl ibdâ kabiliyeti olan
sanatkârların hepsi de mutlaka kısmen yeni bir roman formülü bulur ve tatbik
ederler. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi her romancının da bir roman
yazışı vardır. Bütün ormanlarda birbirine tamamen eş ne iki dal, ne iki yaprak
bulunmadığı gibi bütün edebiyatta da tamamen aynı iki romancıya, tamamen eş iki
romana rastlanamaz.
Roman hakkında en çok işlenen hata onda
daima aranılan vakaya büyük bir ehemmiyet atfetmektir. Halbuki eserin bu
“tahkiye” kısmı asıl kıymetsiz tarafıdır. Jules Renard tâ 1892’de Journal’inde
şu fikri kaydediyor: “Romanın yeni formülü roman yapmamaktır.”
Son zamanların roman üstadlarından birine,
Jean Giraudoux’ya göre, romanın tezli, gayeli olmaması iktiza ettiği gibi, o,
hattâ, ananevi bir usulde yazılmış bir romanın hikâye kısmında, entrikasında, asıl
sanat oyununa ve zerafetine mani olan bir eski tarzın devamını görerek buna
bile itiraz ediyor. Kendisinin bazı eserleri ise en güzel romanlardandır.
Bütün bunlara rağmen herkes yine, gûya
romanın muayyen kaideleri ve hudutları varmış da bu itibarla hudut harici
sayılacak romanlar da bulunabilirmiş gibi konuşmakta devam ediyor.
En garip ve dikkate şâyân olan bir şey de
bizim şimdi -başkalarının tabiriyle- “hakiki romancı” bulduğumuz Maupassant’ın
bile, daha neslimiz dünyaya gelmeden evvel: “Bu eserin en büyük kusuru tam ve
halis mânâsiyle roman olmayışıdır.” tarzında tenkidlere maruz kalmış olduğunu
görmektir.
Filhakika Pierre et Jean romanının o meşhur
mukaddemesinde Maupassant da bundan şikâyetle: “Bir romanı meydana getirmek
için öyle kaideler var mıdır ki bunların haricinde yazılmış bir hikâye başka
bir isim taşımağa mecbur olsun.” diye soruyor. Aşikâr ki yoktur!
Maupassant daha: “Bu meşhur kaideler
hangileridir? Bunlar nereden geliyor? Bunları hangi prensip namına, hangi
salâhiyetle, hangi muhakemelere uyarak, kim tesis etmiştir?” diye soruyor ve
ne kadar hakkı var!
Bütün bunlar roman karşısında, eskiden beri
ve hâlâ daha, ne yanmış düşünceler hâkim olduğunu gösterir. Halbuki bütün bu
zoraki tahditler romanın kendi tabiatına hiç de uymuyor. Zira bizatihi değişici
olan, hemen her birinin nevi şahsına münhasır olan, emelinin ve niyetinin
hududu bulunmayan roman yer kazandıkça daha ziyade genişlemek ihtiyacını duyarak,
her türlü bölümleri reddeder ve her gördüğünü, âşinâ diye, kendi içine almak
ister. Hülâsa, her türlü roman vardır ve bütün bu muhtelif tarzlara göre
yazılmış eserlerin hepsine de roman demekten başka çare kalmıyor.
Çok kere bu muhtelif roman tarzları aynı
muharririn eserleri arasında bulunur ve çok kere aynı eser iki üç nev’e birden
bağlanabilir.
Bütün romanların kıymetleri de hiçbir zaman
maksat ve gayelerine göre değil, fakat, her zaman ancak sanattaki kıymet ve
muvaffakiyetleriyle ölçülmek lâzım gelir.
Gerçi romanın tertip ediliş ve yazılışını
sırf bir ticaret işi telâkki edenler, bu üç yüze yakın sahifelik kitabı tıpkı
bir bakkal metaı gibi satmak isteyenler vardır. Nasıl ki içinde merak uyandıracak,
gönül avutacak ve kapı aralığından biraz şehvet havası duyuracak bir hikâye
aradıkları bu kitabı filhakika tıpkı bir bakkaldan, içinde ne çıkacağını
bildikleri bir kutu gibi satın almak istiyenler de vardır. Bu, sanat ve
edebiyat dışında kalan büsbütün ayrı bir iştir. Bunu zaten mevzu haricinde
tutuyor ve bahse ancak edebiyat meselesi olunca karıştırıyoruz. Bazı münekkitlerin
hatası böyle eserleri his ve fikirle meydana gelen hakiki sanat eserleriyle
karıştırmaktır. Bu nevi kitaplar “roman” olsalar da edebiyat ile hiçbir alâka
ve münasebeti olmıyan şeylerdir. Velev aleyhlerinde olarak bunlardan edebiyat
çerçevesi içinde bahsetmek de nafile birtakım karışıklıklara sebep oluyor.
[ Varlık der.; S.312 Temmuz 1946 ]
-
II -
San’atın inkişafına yarayan düsturlar, san’at eserlerini indî
O birtakım kaidelere bağlıyarak onlara dar birtakım hudutlar çizmek isteyenler
değil bilâkis onları kaba bir âdilikten kurtararak tam bir samimiyetin
ciddiyetine erdirmeğe yol açanlardır.
Romanın güdebileceği gayeleri herhangi bir prensip namına
inkâr etmek ve besliyebileceği muhtelif emelleri kırmaya çalışmak kadar edebiyata
zararlı bir şey olamaz.
Romanların çoğunun soysuzluğu ve bayağılığı san’atkârın
kendine inanmamış ve sanat eserinin ereceği ruha erememiş olmasından geliyor.
Yalnız kendisinin makbul görülmesi yolunda bir iddiada
bulunmadıkça, zamanın gündelik mesele ile meşgul olmak gayesiyle yazılacak
roman telâkkisine de bir hayat hakkı tanınmalıdır. Ancak, muharrir “insan”ı
zaman ve muhitle değişen cephelerinden olduğu kadar ebedî ve daimî sayılacak
değişmez cephelerinden de kavrayabilir. San’atkâr elinden çıkmış en güzel
kitaplardan bazıları böyle tarihin hangi devirlerinde geçtikleri belli olmıyan
bir zamanın ebediyeti içinde yaşar.
Shakespeare’in ve Racine’in zamanları muayyen bir tarihî
devir değil, fakat bir beşerî zaman bütünlüğüdür. San’atkâr, eserinin bekâsını
ezelî kıymetleri fanî ve gündelik şeylerden ayırt edebildiği nisbette
sağlıyabilir.
Bizim herhangi bir san’atkârdan, bir muharrirden beklemekte,
istemekte hakkımız olan bir şey varsa o da kendisinin söylemek için dünyaya
gelmiş olacağı şahsî fikirleri, duyguları bulunması ve bize bunları
duyurabilmesidir. Böylece herhangi bir eserin, bir romanın, beşeriyetin ezelî
meselelerinden birine cevap vermesi, veya biraz vuzuh getirmesi kâfi gelir.
Artık onun hakkında, insaftan büsbütün mahrum değilsek, ne gündelik
buhranlarımızı, ne de dünyanın geçirdiği tarihî buhranı bahis mevzuu edemeyiz.
Zira bu eser, bu roman, meydana gelir gelmez, beşer tarihinin trajedisi içinde
kendi yerini almış olur.
Ancak, biraz düşünürsek, romancının mevzuu her ne olursa
olsun, bir türlü ihmal edemiyeceği bir kahramanı bulunduğunu ve bunun da zaman
olduğunu kabul ederiz. O her şeyi öğüten, bozan, değiştiren zaman ki için için
hemen bütün romanlara siner. Zira hadiselerin çoğuna sebep olan odur. Asıl bu
maddenin içinde her şeyin hiç durmadan geçişmedir ki hayat diyoruz. Bütün
ömürler, onunla, ölümlere doğru birer değişme hâlindedir. Bu hiç elimize
geçmeden, hep elimizden geçen zaman ile her sanatkâr münasebetlerini tanzim etmeğe mecburdur. Zira eseri zamana karşı
aldığı vaziyetle ve takındığı tavırla, yavaşlığı veya sürati, dikkati veya
sabırsızlığiyle başka başka mahiyetler alacaktır.
“San’at”ın zamanı, şairin iddiasına göre, “Gün bu gün, saat
bu saat, dem bu dem!” değil, ebediyete kavuşmak istiyen ve cidden biraz karışan
bir zamandır. Hâlis san’atkâr eseriyle derhal bu klasik zamana katılmış olur.
San’at eseri için zaman telâkkisinin ve şuurunun ehemmiyeti
hakikaten o kadar büyüktür ki bunun şimdiye kadar niçin daha iyi belirtilmemiş
olduğunu anlayamıyorum.
Yine, birinci derecede mühim olan şey üslûp meselesidir.
İkide birde: “Romanda edebiyat yapılmamalıdır!”, "Roman şairane
olmamalıdır!”, “Üslûp itinası romanı bozar!” gibi öyle şeyler işitiliyor ki
bunların hepsi de ayrı ayrı şaşırtıcıdır. Anlaşılıyor ki birçokları üslûbu hariçten,
bir esvap gibi vücut üstüne konan bir süs telâkki etmektedirler. Ve gûya böyle
vücudu bir esvab gibi örtmekle kalmıyan, fakat hislere ve fikirlere intibak
ederek, onları vücudun derisi gibi kaplıyan daha çıplak bir üslûp arandığını
da duyuyoruz. Halbuki bu tefrik iyi üslûplarda hemen hemen imkânsızdır. Üslûp
hariçten takılan bir süs değil, vücudün kendi güzelliğidir.
Gariptir ki her edebiyat nev’ine, her edebî esere, her romana
muttasıl: “kaide!”, “usul!” buyurmak isteyenlerin asıl bilmedikleri, yahut
kabul etmemekte inad ettikleri bir tek umumî kaide vardır ki o da yegâne
vasıtası olan lisana hörmet etmek, onu mümkün mertebe yanlışsız, doğru,
âhenkli, güzel ve her kelimesini de yerinde, tadını çıkararak kullanmıya itina
etmektir.
Yukarıda her nevi, her türlü roman olabilir demiştik. Evet,
lâkin üslûbu iyi olmak şartiyle! Aksi takdirde, roman olsa da, olmasa da
edebiyat olmaz. Birçok romancılar kendilerini bu kaideden müstesna sandıkları
halde tekmil yazarlar gibi onlar da asıl hiç istisnası bulunmıyan bu tek
kaidenin hükmü altındadırlar.
Görülüyor ki bütün bu bahislerde hep sanatın ve sanatkârın
haklarına riayet esasını iltizam ediyoruz. Zira bu meselelerin hakikati bunu
ister. Asıl anlaşılacak hakikatler bunlardır.
En yüksek şekilde, kelimenin fizik ve metafizik mânâsiyle,
roman, hayatımızın bir temsili ve sentezi olduğuna göre, dünyanın yalnız
manzarası ve ömrümüzün yalnız geçişi bile romancıyı ilham etmeye kâfi gelir.
Zira, hariçten gelecek buyruklar nerede? Hakiki romancı romanını kendi
kendinin bile idare edemediği, içinden gelen kuvvetlere uyarak yazmağa mahkûm
olduğunu duyar ve böyle yazar.
Romanda, sanattan haberleri olmıyan yabancıların kendi
seviyelerine göre ayarlamak istedikleri bütün kayıtlardan kurtulup azad
olarak, elbette bütün samimiyetlerimizin tam hür lisanı olan dile ermeğe ve
-fena mânâsiyle roman yapmak değil- hayatın hakikatini bulmaya ve hakikatin da
şiirine varmaya uğraşacağız! Temelsiz ve başıboş bir şiire değil, her mevzuun
kaba kılıfından ve sathî hakikatinden geçilerek gizlediği derinliklerine inmek
sayesinde varılan ve hakikatin esası olan bir şiire! (telâkki: anlayış / tekmil: tam / iltizâm: lüzumlu sayma)
Buraya inince, artık kendi dünyamızı saran bir deniz gibi,
gündelik fikirler ve hesaplarımız kadar gecelik hisler ve hülyalarımızın da,
mahrem ve derunî hayatımızın emirleri kadar şuuraltı sayıklamalarımızın da
aşikâr ve gizli seslerini birden duymaya başlarız ki bizim asıl duyurmak
istediklerimiz de zaten bunların beraberliği ve bütünlüğüdür. Zira bir sanatkârı
söyleten yalnız vuzuhlu fikirler olamaz. Uzvî kalan duygular, cismanî hayatın
hazları ve söz haline inkılâb etmek arifesinde bulunan nice duygular da ona
ilham verir. Sanatkâr bunları hudutlarını gittikçe genişletmek istediği bir
şuur ve vicdanın alaca karanlık sınırlarında esrarlı birtakım mahlûklar gibi
duyar ve hayata getirmek ister. Keşf veya icad etmek, çok kere, kendi kendimizi
veya başkalarını duyup söyliyebilmekten ibarettir. Edebiyat her zaman böyle
harikulâde avlar peşinde bir avlanmadır. Bir hakikati söyliyebilmek onu ele
geçirmek demektir.
Elbette, bütün kabiliyetlerimiz ve hazırlıklarımızla, en
derin mahremiyetimizin bir tek sırrını bile gizlemeden, içimizde yabancılardan
saklanan bir ilâha benziyen kendi benliğimizi, bir ebediyete benziyen kendi
zamanımızı; gündüzümüzü ve gecemizi keşf ve fethetmeye, dile getirmeye
çalışacağız. Her san’atkâr, kendi gönlünde yaşıyan hususî kıtayı, san’atının
sesleriyle büyüliyerek, yaprak yaprak, dal dal ve dalga dalga dünyaya aktarmalıdır.
Görüyoruz ki en büyük san’atkârlar kendi içlerinde besledikleri kâinatı
tarayarak bize taşımış, dünyaya katmış ve hayata vakfetmiş olanlardır!
[ Varlık der.; S.313, Ağustos 1946 ]
ROMANA DAİR BİR KİTAP DOLAYISİYLE*
Roman hakkında, bizde olduğu gibi Garp’ta da söylenmiş ve
yazılmış birçok yanlış şeylere âdeta toptan bir cevap teşkil eden bu küçük
fakat özlü ve güzel eserin tercümesini edebiyat meselelerine alâka duyanların
hepsinin okumalarını isterdim. Böyle bazı kitapların her fikrini insan o kadar
doğru bulur ve benimser ki, onu derhal, hususi bir mektup gibi, tekmil kıymet
verdiklerine göndererek okumalarını temin etmek arzusunu duyar.(Muharrir,
eserine Paradoxe adını veriyorsa da “Romana Dair Hakikat” = “Vérité sur le
Roman” deseydi daha doğru olurdu. Zira kitabında hiçbir “paradoxe” yoktur.
Söyledikleri romana dair birtakım hakikatlerden ibarettir. Ve Türkçe’ye uymıyan
bu ismi mütercimin “Roman Sanatı” diye ifade etmesi sanırım ki yerinde
olmuştur. (Kléber, Haedens: Roman Sanatı (Paradoxe sur le Roman). Çeviren: Yaşar Nabi,
Varlık Yayınları)
Başka edebiyatlarda yer almış hikâyeleri lisanımıza çevirmek
faydalıdır. Fakat, vaktiyle başka bir yerde söylemiş olduğum gibi, bu roman
tercümelerinden hayli istifadeler eden naşir ve tâbilerimizin himmetlerinden bir
hizmet daha beklemek hakkımızdı. O da, tercüme edilen bu romanların yanında, onlara
ışık tutan, yol gösteren ve böylece onları daha çok aydınlatmağa ve aratmağa
yarıyan tenkit yollu eserlerin de tercüme ve tabı edilmesidir. Zira bunlar, o
romanların, çıktıkları yerlerde nasıl telâkki edildiklerinden, değerleri ve
değersizlikleri hakkında Garp münekkitlerinin görüşlerinden bize haber vermekle
onları okumaktan edeceğimiz istifadeleri çoğaltır.
Bu küçük kitapta, edebî nevilerin ne olduğu; romanın nasıl
tarif edilebileceği; “hakikî roman değildir!” ithamı ve “halis romancıdır!”
methiyesi; romanın esası bir vakadan ibaret olmaması iktiza ettiği; romana
verilmesi gereken bir nevi ebediyet vasfı; roman şahıslarına çok kere neden
canlı denildiği ve bunların nasıl meydana getirildiği; edebiyat harici
romanlar ve roman hürriyeti; romancıların şahıslan ve bunları nasıl yarattıkları;
romanın içtimai örf ve âdetlerle hayatın tasviri olduğu fikri ve bunun
yanlışlığı; romanda zaman meselesi; üslûp meselesi ve nihayet romanın ideali
gibi birtakım mevzulara dair güzel ve doğru görüşler bulacaksınız.
Bunun için, nice şeylerin ne diye tercüme olunduğuna akıl
erdirilemiyen şu zamanda hiçbir kitabın lisanımıza çevrilmesi beni bu küçük
eserinki kadar memnun edemiyecekti.
Fakat, bu kitabın dilimize çevrilmesine duyduğumuz memnunluğu
artıran başka bir sebep daha var. Son zamanlarda öyle yanlış ve zevksiz
tercümeler görmiye alıştık ki bir yenisini elimize alırken -aslını mahvetmiş
olmasın diye- âdeta yüreğimiz titriyor.
Halbuki bu kitabı çevirenin Yaşar Nabi oluşu tercümenin
doğruluğu ve edebî kıymeti hakkında bizi temin etmiye kâfi geliyor. Son
zamanlarımızda -bugün kendimize reva gördüğümüz fakirleşmiş dilimize rağmen en
canlı ve en güzel tercümeleri yapmış olan bu mütercim sayesinde emin olabiliriz
ki metni lisanımıza nakletmekte hiçbir aciz duymadan ve hele onu, birçoklarının
yaptıkları gibi, âdiliğe düşürmeden, üslûbuna ve zevkine sadık kalan bir
tercüme vermiştir.
Eski zaman mütaassıplarınm “sanat”ı ancak dine kul, köle
olarak hizmet etmesi şartiyle kabul ettikleri gibi yeni zaman mütaassıplarınm
da sanata kendilerine göre vazifeler yüklemek istedikleri ve böylece onun
haklarına hiç riayet etmedikleri şu sıralarda roman meselesine geçmeden ve her
şeyden evvel, anlaşılması lâzım gelen bir hakikat vardır. O da, sanatkâr için,
başka bütün düşünce ve gayelerden ayrı olarak, elde edilmesi murad olan bir
sanat bulunduğudur. Ona ermek fıtrî ve medenî bir ihtiyaçtır. Sanat doğunca,
hudutlarım, yollarını, istikametlerini, kanununu kendisi tâyin eder. Elbette,
ne kadar ideal sahibi olursa, o kadar iyi olur. Fakat meselâ bir tablo, herhangi
bir dini talim etmek istediği için değil, iyi bir resim olduğu için
kıymetlidir. Yoksa, sanatta, asıl sanat bir yana bırakılarak, sırf fikre,
niyete, maksada bakılamaz.
Edebî eserin meydana gelişi o kadar bir fikir hâdisesinden
ibaret değildir ki bu hattâ sadece bir sanat meselesi bile sayılamaz. O daima
bunlara hükmeden bir vakıadır. Münekkidler bu ibda hadisesini tetkik edebilirler,
fakat onu birtakım şartlara ve kayıtlara bağlıyamazlar. Edebî bir eserin
doğuşuna evvelinden şartlar koşmak ancak onun ölü doğmasına sebep olabilir.
Halis sanatkârlar sanatlarını ve romancılar da romanlarını
buna kat’i bir ihtiyaç duyarak vücuda getirirler. Âdeta uyuyunca kendilerini
rüya görmekten menedemeyecekleri gibi uyanıkken de eserlerini olduğu gibi
yazmaktan kendilerini alamazlar. İhtimal ki bunlar yalnız kalsalar ve
yazılarını kimsenin okuyamıyacağına emin olsalar, nafile yere olduğunu bile
bile, yine yazacaklardı. (Nasıl ki Marcel Proust, derin eserinin bir yerinde
bir muharririn kendini müdafaa etmek mecburiyetiyle söz söylemiye mecbur kalsa
hâkimi ikna edebilecek cümleler irad etmekte devam edeceğini kaydeder.)
Görülüyor ki canlı bir edebiyat oldukça, her zaman, ortada
anlatılacak ve anlaşılacak bir roman meselesi bulunacaktır. Şimdi, mademki
bizim mevzuumuz da budur, roman nedir? Şunu bir iyice anlıyabilsek!
Her roman, esasında, muharririnin yazma ve okuyucularının da
okuma ihtiyaçlarına cevap veren bir sanat eseridir. Biraz şair, biraz münekkit,
biraz tarihçi, biraz meddah olan, biraz hayal ve biraz hakikat ariyan bir
sanatkârın, okuyucularını kendi ömürleri olmıyan bir başka hayat içine çeken ve
kendi zamanlan ve iklimleri olmıyan bir vakit ve muhit içine götüren bir sanat
eseri! Böylece, sanatın hür olan ezelî diyarından, belki de haberi olmadan
taşıdığı ve taşırdığı mânâlarla doludur. Binaenaleyh ciddî ve samimi olursa,
ayrıca bir maksat gütmediği için mânâsız değildir, fakat bütün sanat eserleri
gibi, biribirini takibeden nesillerin tefsir etmekle bitiremedikleri hususi mânalarla
donanmıştır.
Romanın, edebiyatın en mühim nevilerinden biri olduğunu
biliyoruz. Edebiyat tarihlerinin şehadetlerine göre, ilk zamanlardan beri
mevcuttu ve ta eskiden varlıkları resmen tanılmış olan destan, ve masal gibi
edebî nevilerin de varisi ve halefi bulunuyor. Roman her usule, her tarza, her
şekle girebildiği, her mevzuu, her zamanı kavrıyabildiği, herkese hitap ile
herkeste bir tesir uyandırabildiği içindir ki şimdi edebiyatın en canlı ve
hudutları en açık nev’idir. Hariçten hiçbir buyruk tanımadığından ve içten
gelme ve doğma her hamleye müsait olduğundan harikulâde zengin tenevvüleri
vardır. Böyleyken, hemen herkes romana kendi isteğine göre bir mânâ verir, bir
hudut çizer, ve başkalarının murakabesine tâbi olmadan beslediği kendi fikirlerini
herkesin de kabul ile makbul göreceğine fuzulî yere kanaat eder. Halbuki çok
kere bu iddialarının hakikatle hiçbir münasebeti kalmamış olduğu da meydana çıkar.
Meselâ, mevzu diye alınan bir vakanın hikâyesi, birçoklarının
sandıkları gibi, romanın esası değil, teferrüatı ve hattâ denilebilir ki, onun
düşmanıdır. Eğer bana sadece bir vakayı hikâye etmek istiyorsanız ve başka
hiçbir diyeceğiniz olmadığı da meydanda ise bu masalı söylemeseniz de olur ve
ben de sizi dinlemesem daha iyi etmiş olurum diye düşünebilirim.
Romanın en güzel ve en doğru tarifi ona hiçbir hudut
çizmiyerek, hiçbir usul ve kaide göstermiyerek ve hiçbir şeklini, şümulünün
haricinde bırakmıyarak, böylece tekmil roman tarzlarını da kucaklıyabilecek
olan geniş bir tarif olacaktır. Buna şimdiye kadar rastgelmemiş olduğumu da
itiraf ederim. (murâkabe: bakma,
gözetme, denetleme / şümul: içine
alma, kaplama)
Saint - Real’in meşhur ve nicelerince makbul tarifi veçhile
roman bir geniş yolda dolaştırılan bir aynadır. Bu tarif bazı romanlar için
pek doğrudur. Zira hakikaten böyle olanları vardır. Muharrirleri size hayatı
olduğu gibi göstermek ve anlatmak isterler, o kadar. Fakat böyle geniş bir yolda
dolaştırılan aynalara benzemiyen nice romanlar da vardır.
Bir İçtimaî hayat tablosu, fikrî ve ahlâkî bir sentez,
herhangi bir mesele veya bir devir karşısında vesika mahiyetinde bir şahitlik
ifadesi olan romanlar vardır!
Muharririnin bütün ruhunu, belki de onun kendi iç yüzünü -
meselâ Jean-Jacques Rousseau’nun “Confessi-ons”unda yapmış olduğu gibi- izah
kasdiyle yazacağı itirafnamelerden daha açık, derin ve mükemmel surette
gösteren romanlar vardır. Bunların asıl kıymetleri böyle oluşlarındadır. Halbuki
yazılışlarındaki gaye büsbütün başka şeyler olabilir.
Tarihî vakalara telmihlerle dolan ve muayyen bir tarihî devrin
hikâyesi ve canlandırılışı olan romanlar vardır. Fakat hiçbir romanın mutlaka
tarih bakımından muayyen bir devrenin icaplarına uyması ve ‘actuel’ olması da,
prensip itibariyle lâzım gelmez.
Asırlardan beri tecrübe edilmiş ezelî sanat kanunlarını bir
yana bırakarak, sanatkârın daha bugün yoğurulmuş nazariyeler, kaideler ve
saireler namına sanat eserlerinin doğdukları saatlerin geçici modalarına
uymaları yolunda verilecek nasihatler sanat bakımından faydalı olmak şöyle
dursun, ancak şaşırtıcı, yıpratıcı ve tehlikeli olur.
Mânâları tamamen meydana çıkmamış, tesirleri tamamen
çiçeklerini açmamış ve meyvalarını vermemiş hâdiselerden nasıl neticelenmiş
gibi bahsedilebilir? İnsan, içinde bulunduğu ve daha bitmemiş vakıaları nasıl
bütün tesirleriyle anlatabilir? En büyük romancılar da romanlarının ve
zamanlarının vakalarını ancak geçmiş devirlerde neticelenmiş ve tarihe mal
olmuş olmalarına göre resmetmek ihtiyatında bulunmuşlardır ve bunda isabet
etmiş oldukları da tahakkuk ediyor.
Romana dair çok kere ileri sürülen bir nazariye, onun İçtimaî
hayatın, örf ve âdetlerin bir tasviri olduğu iddiası ve bu bakımdan, gündelik
meselelerle yakından meşgul olması gerektiği fikridir. Şunu tekrar etmeli ki,
bâzı romanların gayesi pekâlâ, insanların teşkil ettikleri cemiyetin hayatını
tasvir etmek olabilir. Hayatımızın gündelik safhaları da pekâlâ bir hikâyeye
mevzu seçilebilir. Bunda muvaffak olmak sanatkârın iktidarına kalmış bir
şeydir.
En büyük sanatkâr olan zaman, modellerine, onlar daha ölmeden
evvel bir türlü son vermiş, onları artık ebediyet için alacakları şekillerine
erdirmiş olamıyor.
Elbette hiçbir sanatkârın ve hiçbir muharririn kendi zamanının
ve kendi memleketinin işlerine ve talihine kayıtsız kalması beklenemez, fakat
günün işleri bahis mevzuu olunca, yazarın, hâdiseleri kendi tercih ettiği
hissî veya felsefî görüşlerin adesesinden seyrederek tahrif etmemesi, bu âzami
tarafsızlık samimiyetini göstermesi elbette daha ziyade güçleşir. Öyle ki,
geçen günlerin kaygılarına kâfi derecede kulak asmadığı, sanatkâr için bir
kusur sayılırken yalnız onlara kulak vermesinden doğacak mahzurlar da
düşünülmeli ve bunlardan korunmak çarelerine başvurmak lüzumu da hesaba
katılmalıdır.
Emin olabilirsiniz ki, seçkin dediğimiz zümrenin, yani bir
sanatın hakiki müritleri ve tiryakilerinin günlük politika oyunlarına o günkü
alâkaları gevşedikçe bu gibi geçici kaygılara tutulmuş romanlar da o nispette
çabuk unutulacak ve bu bir zamanın “actualité”si olmuş kısımlar en evvel
yıpranıp dökülecektir.
Romanları filhakika daima tesiri altında bulunduran bir zaman
vardır. Fakat bu, geçici ve gündelik bir zaman değil, ismini büyük harfle
yazmamız gereken ezelî ve ebedî zamandır. Denilebilir ki, her romanın kesafeti,
hikâye tarzının yavaşlığı veya hızı, naklettiği zamanın derinliğine inişi veya
sathında kalışına göre değişir. Bir macera ve cinayet romanında zaman kesafeti
çok kere gayet zayıftır. Halbuki bir fikir ve tahlil romanında çok kere bu
kesafet artar. Burada muharrir, kahramanının gönlünde ve fikrinde doğan duygu
ve düşüncelerin hepsini birden canlandırmak ve eserinin şuuruna erdirmek
emelindedir. Böylece romanların kavrayabildikleri zaman nispeti, aralarında
mühim farklar vücuda getirir.
Roman, zamanın günler ve geceler, güneşler ve mehtaplar,
bütün mevsimlerle her an rengi ve mânâsı değişen, içinde vücutların ve
gönüllerin görünüp kaybolduğu, aşındığı, geçici, firari, fani manzaralarının
tasvirleridir.
Romancı belki bu zamanı tespit için bir gerileme ihtiyacı
duyar. Hikâye ettiği hayatı, yani bütün bu değişmeleri eserinin kucakladığı
zaman hacmi itibariyle en geniş ve en derinden duyurabilmiş en büyük romancı
Marcel Proust’tur ve onun uzun eseri edebiyatın en mucizeli bir şaheseri olarak
kalmaktadır.
Üslûp meselesine gelince: Üslûp, âdi bir süs merakı değil, fikirlerle
sözün, duygu ile ifadenin aralarındaki mahrem münasebetlerin uygunluğudur ve
bütün edebiyatın vasıtası lisan olduğuna göre, dinin doğruluğu, güzelliği,
topluluğu ve âhengi demektir.
İyi yazmayı bilmedikleri, kelimelerini seçemedikleri, edebiyatı
da sevmedikleri için güya romanın güzel bir üslûpla yazılmış olması icap
etmediğini bir kaide olarak uyduran ve ileri süren basit muharrirlerin bu
sözde nazariyeleri ancak kendilerinin küçük hesaplarına uymaktadır.
Üslûpsuzluk bu tembel muharrirlerin kolayına gelmektedir. Bunlarca sanat,
tasannu sayılıyor ve edebiyat da özenti söz! “Edebiyat yapmak”, âdeta “lügat
paralamak” tarzında tenkid edilecek bir kusur telâkki ediliyor!
Vakıa, geçirdiğimiz buhranlı zamanlarda her nevi üslûpsuzluğun
bir başka saiki daha vardır. Bu muharrirlerin bazıları bütün dünyanın yüzünü
değiştirmek istediklerinden olacak, bir sayfalık yazının intizamı ile uğraşmak
onlara abes geliyor! Kalemlerini bir bomba gibi kullanmak istiyenler, bizim bu
bir tek sayfa için rikkatle uğraşmamızı kimbilir ne çocukça telâkki ederler! (saik: sebep / rikkat: merhamet, acıma )
Bu itibarla bütün muharrirlere ve onlar arasında da romancılara
son zamanlarda hep laubalilik, külfetsizlik tavsiye edilmiş oluyor, halbuki
sanatkâr mutlaka kolaya, sathiye, basite, iptidaiye muhtaç ve taraftar olan
değildir. Denilebilir ki hakiki sanatkâr, kendi özünü bulmak ve kendi
derinliğine varmak için gösterdiği sabır ve yendiği müşkülât nisbetinde büyür!
Birçok romanlar yazarsınız ve hatta bunlar çok satılabilir
de, fakat edebiyat tarihine bir kuru isim bile bırakamazsınız. Edebiyatta biraz
yaşamanın çaresi, roman veya herhangi bir neviden olursa olsun, yazılan eseri,
edebî kıymet ve vasıfları sayesinde edebiyatın tarihine mal etmektir. Dalgalar
gibi birbirini takibeden nesiller, yalancı ve oyalayıcı hikâyelerini kendilerine
dinletmiş olan meddahların isimlerini çabuk unutur ve kendileriyle birlikte
alıp götürürler. Bu itibarla, böyle romancılar, renkleri ve yaldızları, belki
birkaç bahar dayanabilen şâirlerden daha çabuk unutulur.
Yazdığınız roman kayıtsızca anlatılmış kuru bir hikâyeden
ibaret değilse, bâzı görüşlerin doğru, ve bâzı duyuşların canlı bir ifadesi,
hakikatin şiirini aksettiren bir masal, zevkinizin ve idrakinizin tam bir
icmali olabilmiş ise, bu romanın ötekilerden biraz daha fazla yaşayacağını ve
o kadar sevdiğiniz edebiyatın da bu yüzden bir gün, tarihinde isminizi
heceliyeceğini ümit edebilirsiniz!
[ Varlık der.; S.392,1 Mart
1953 ]
Roman san’atının umumî bir kaidesi, yani bütün romanların
tâbi olacakları bir tek kaide yoktur. Birtakım vaka, hâdise, cinayet romanları
hariç, her roman bir edebiyat eseri sayılacağına göre, eğer mutlaka
istenilirse, tek şart doğru ve güzel yazılmış olmasından ibarettir
denilebilir. Zira fena yazılmış şeyler ciddiye alınmaz ve iyi yazılmamışlar
edebî bir eser sayılmaz. Gerçi bazı edebiyat mektepleri roman bahsinde birtakım
nazariyelere sapmışlardır. Fakat insafla düşünülürse, roman hakkındaki bütün bu
nazariyelerin her edebiyat mektebinin hususi görüşlerine göre serdedilmiş ve az
çok kısa bir zaman sonra da reddedilmiş oldukları görülür. Yoksa bütün romanların
tâbi tutulacakları tek bir nazariye bulunmadığı o kadar eskiden beri az çok
söylenmiş ve kabul edilmiş bir hakikattir ki artık yeni bir edebiyat nazariyesi
olmaktan dahi çıkmıştır. (serdetmek: tertipli, düzenli söyleme)
Birkaç sene evvel, Kleber Haedens isimli bir Fransız muharriri
“Paradoxe sur le roman” unvanlı küçük bir kitabında, bu fikrin hemen ve tamamen
kabul edilmesi lâzım gelen bir hakikat olduğuna işaretle misaller vermiş ve
edebiyatın böyle indî kaidelere mâruz bırakılmaması gerektiğini belirtmişti.
Haedens’in bu mevzudaki fikirlerini o kadar doğru bulmuştum ki, Yaşar Nabi’nin
bu küçük eseri “Roman San’atı” adıyla tercüme ettiğini öğrenince pek ziyade
memnun olmuş ve kendim de kitaptaki fikirlere tamamiyle uymuş olmak için bir
önsöz de yazmıştım.* "Romana Dair Bir Kitap
Dolayısıyla" başlıklı yazı
Ama her şeye rağmen, insanlarına birçoğuna böyle açık bir
gerçeği dahi kabul ettirmek hayli güç oluyor. Daima iyice tavazzuh etmemiş
sayılan kanaatler ve tezatlı fikirler her gerçeğin selâmetine mâni oluyorlar,
insanlar aralarında anlaşmayı ümid ederlerken yine eski tezatlara düşerler.
Yeni duymuş ve daha alışamamış oldukları fikirlere hemen eremezler. En evvel,
memnuniyetle duyarsınız ki: “Evet, doğru!” diye başlarlar; fakat “amma!.” Diye
devam ederler. Neticede, her yeni fikrin vuzuhu bulanır ve asıl kıymeti
lâyıkiyle fark edilemez olur.
Bir hayli roman okumuş ve okumakta olan birçok insan vardır,
fakat bu roman okuyucularından pek çoğunun bu okuma zevkleri tam bir roman
nazariyesiyle bağlı değildir. Tercihlerine göre birkaç roman tarzına
taraftarlık ettikleri görülür. Roman sanatı hakkında salim fikirlere varmış ve
kanaatler edinmiş değillerdir. Bunu, sözleriyle açığa vururlar. Üç, dört
cümleden sonra, fikirlerinin tezatları meydana çıkar. Biribirlerini nakzeden
kanaatleri arka arkaya söylerler. Romanın, saplanmış oldukları bir iki kaideye
tâbi tutulmasını isterler. Biz ne kadar fazla roman okumuş olsak, romanların
hepsinin bir iki nazariyeye tâbi olamayacaklarını, nice güzel romanların da
umumi bir kaidenin dışında kaldıklarını daha iyi görmüş oluruz. Binaenaleyh,
romanda bir tek kaide şart olarak kabul edilemez.
Geçenlerde, bir gazetede çıkan bir edebî makalede şöyle deniliyordu:
“Abdülhak Şinasi Hisar, bir esere yazdığı mukaddimede roman sanatı diye bir
kaide yoktur.” diyor. Roman yapan kaideler belki yoktur, fakat bazan kaideler
vardır. Bunların başında tesadüflerden istifade etmek gelir. Balzac der ki:
“Hayatta öyle küçük tesadüfler vardır ki bütün ömre tesir eder. Halbuki
romanlarda bu gibi tesadüflerden istifade edilemez.” Makale bundan sonra da
“romanı bozan diğer bir kaide...” diye devam ediyor ve böylece artık, romanın
umumi bir kaidesi yoktur fikrinden uzaklaşılıyor, romana dair kaidelerden
bahseden başka bir nazariyeye iltihak edilmiş olunuyordu.
Şimdi burada dikkat edilmelidir ki: “Roman kaidesi yoktur”
hakikatine “romanlarda tesadüflerden istifade edilemez” yani “edilmemelidir”
nazariyesi, roman hakkında bir tahkikin neticesi değil, büyük bir romancı olan
Balzac’ın sadece kendi romanları için koyduğu bir kaidenin ifadesidir. Gerçi
Balzac’ın romanlarında da tesadüfler yok değil, vardır. Fakat anlaşılan Balzac,
romanın taraftar olduğu ciddiyetine karşı bir nev’i mızıkçılık telâkki ettiği
tesadüfün romanda vakanın bâriz bir esasını teşkil etmemesine dikkat etmek
istiyor. Filhakika romanda vakanın tamamiyle tesadüfi olmaması, eseri belki
daha ciddileştirir. Buna rağmen nice roman tarzlarının hepsinde, hikâyede
tesadüf bulunmaması bir şart hâline getirilerek, mevcudiyeti takdirinde romanın
kusurlu sayılacağı umumi bir kaide halinde konmuş değildir. O tesadüf mevcut
olsun veya olmasın, kusur telâkki edilsin veya edilmesin, bu noktai nazar umumî
bir kaide teşkil etmez. Romancıların birçoğu da, pek çok romanlarında,
fikirler ve hâdiseleri hikâye ederlerken, tabii olarak, birtakım tesadüflerden
de istifade etmiş olurlar ve bunu yaparken ya hiçbir şey düşünmemiş, yahut da
aksine böyle bir tesadüften istifade etmenin bir kusur sayılmıyacağını düşünmüş
olabilirler. Ne kadar isteseniz de, istemeseniz de, her ömürde ve birçok
romanlarda tesadüflerin tesirleri görülürken elbette fikirlerimiz de bu yolda
tesirler altında kalır. “Romanda tesadüflerden istifade edilmemelidir.”
Kaidesini biz de takdir etsek bile hayata biraz dikkatle bakacak olursak
tesadüfün oynadığı rolün pek büyük olduğunu, bazen en mühim hâdiseleri
doğurduğunu görürüz. (tahkik: araştırma)
Anatole France: “Il faut, dans la vie, faire la part du
hasard. Le hasard, en definitive, c’est Dieu” demiş ve bu fikrini bir vecize
hâlinde söylemeden evvel de bir hikâye hâlinde ifade etmiştir. Bu, çok şöhret
kazanmamış kitaplarından biri, “Les Desirs de Jean Servien”dir. Bu romanda,
Tudesco isminde bir adam, Semen’in hayatına tesadüfen müdahale etmiştir.
Servien, muhtelif tesadüflerle, hiç tahmin etmediği nice vaziyetlerde o adamın
birçok tesirleri altında kaldığını anlar ve hayatında onun oynadığı rolleri
hayretle düşünür.
Bu roman, tesadüfler bakımından, gayritabii veya gayrimâkul
mudur? Bilâkis, tamamiyle realisttir. Hemen bütün romanlarda birçok hâdiseler
böyle tabii tesadüflerin neticesidir. Nasıl ki, Balzac’ın büyük romancı
addettiği Stendhal’in romanlarında da nice tesadüfler vardır ve hattâ bazıları
o kadar tesadüflerle doludur ki tesadüflerden hayli istifade etmiştir denebilir.
Tesadüflerin rol oynadığı birçok romanlar daha gösterilebilirse de bunlardan
bahsetmeyi lüzumsuz buluyorum.
Şayet, bazı romanlar, vakalarındaki tesadüflerin, mübalağalı,
gayrisamimi oluşları ve hatta inanılmaz görünüşleri yüzünden kusurlu telâkki
ediliyorsa bunlar sadece o romanların kusurları addedilmelidir. Hattâ
denilebilir ki, belki Balzac’ın “tesadüften istifade edilmemelidir” fikri de
ancak bunu ifadesidir.
Gayet samimi bir hâtıranızı yazabilirsiniz. Bu hâtıra hem bir
tesadüfün hem de samimi bir fikrin mahsulü olabilir. Öyle neticeler vardır ki
bunlar sadece tesadüfün mahsulleri mi, yoksa, asıl hayatın tesirleri midir,
buna karar verilemez. Hattâ, ilâve edebiliriz ki, bazen tesadüf romanın asıl
mevzuu da olabilir ve bu takdirde “romanda tesadüflerden istifade
edilmemelidir" nazariyesine rağmen hayatta mevcud olan tesadüflerden romancı
niçin istifade etmesin denilebilir.
Muhakkak ki en büyük romancılardan biri olan Marcel Proust,
uzun eserinin bir yerinde, bir adamın hayatını naklederken, başka başka
tesadüflerle ayrı ayrı doğan vakaları anlatır ve aynı bir zaman içinde geçen
birtakım hâdiselerin aralarında hiçbir alâkaları bulunmadığım düşündürür, öyle
ki, romancı olarak tenkid edilebilecek şekilde tesadüften istifade etmek istemiş
olmaz, fakat bizde uyandırdığı tesadüf hakkındaki düşüncelerle romanına gene
de bir istifade temin etmiş olur.
Bütün bu ufak tefek düşünceler hep ayrı ayrı birer meseledir.
Böyle başka başka fikirleri birbirlerine karıştırarak bir tek nazariye halinde
toplamak doğru olmaz. Romanın tek kaidesi olamıyacağı hakikati ise, ayrıca
anlaşılması lâzım gelen ayrı bir mevzudur.
Romanların hürriyeti kaidesine uymayacak iddiaları ve böyle
indî kaideleri bazı romancıların hâlâ ciddiye almaları insanı hayrette
bırakıyor. San’at ve edebiyat için eğer kaide lâzımsa en evvel ve bilhassa
böyle kaidelerden hiçbirine lüzumundan fazla ehemmiyet verilmemesi kaidesine
inanmak gerekir. Bir san’at eserini ve romanı herhangi bir suretle tahdid
etmenin hiçbir faidesi yoktur ve olsa olsa ancak zararı olabilir. Zira her
romanın kanunu kendine hastır.
Umumi birtakım şartlara tâbi olması şöyle dursun, şimdi
bilâkis romanın hiçbir hudut tanımadığını ve evvelce hiçbir zaman roman
addetmek hatırımıza bile gelmiyecek olan birtakım eserlere roman denilmekte
olduğunu görüyoruz, işte, edebiyatın, ince farklariyle, büyük tezatlariyle
hepsine birden roman dediğimiz bu en şâmil, en geniş, en hudutsuz nev’inin
âdeta hür bir âlem ve her zaman genişliyen bir cihan olduğunu kabul etmeliyiz.
Tabiatın her zaman bir san’atkâr zevkiyle yarattığı türlü
renkte, kokuda, boyda, şekilde çiçekleri vardır. Roman dediğimiz bütün bu
kitaplarda, ahlâkî, fikrî görüşleri, mevzuları, iklimleri, üslûbları, san'at
şekilleri, ses perdeleri, telâffuzları, hüzünleri ve neşeleriyle kendilerine
has birer kaide; ayrı ayrı birer güzelliktir.
[ Varlık der.; S.398,1 Eylül
1953 ]
ROMANCININ KAHRAMANINA DAİR MEHMET KAPLAN A MEKTUBU
Şimdi, aradan zaman, bir hayli zaman geçti. İlk önce bir
gazetede tefrika edilmiş bir hikâye,* kitap olarak çıkmıştı. Bu hikâyenin
başlıca iki mevzuu, yahut iki gayesi vardı. (* Yazar hikâye sözcüğünden romanı
kasdetmektedir.)
Bu hikâyede, ben diye konuşan romancı, gençliğinde, babasının
mektep arkadaşı olarak tanıştığı, senelerle görüştüğü, sonra, ihtiyarladığını
gördüğü bir adamın hayatını, hâtıralarını, hülyalarını ve bu arada, İstanbul’un
tatlı hayatını anlatır. Bu romancı eğer Balzac yahut Dostoyevski mektebinden
biri olsaydı, bu kahramanını ya iradeli, mantıklı, hesaplı bir adam, yahut,
aksine, gayr-ı mantıkî, iradesiz, tesadüfler ve tezadlar içinde kalan vuzuhsuz
bir insan talihine istinat ettirecekti. Fakat hikâyenin kahramanı bu iki insan
nümunesinden ne biri ne de diğeri görünmek temennisinde değildir. Romancı, bir
adamın, kendisince makûl hislerini, fikirlerini, arzularını, hülyalarını ve
hikâyesini nakleder. Etrafında bulunan, kendisiyle temas eden diğer insanların
da onun hakkında duyduklarını, düşündüklerini ve söylediklerini tespit eder.
İşte bu da, hikâyenin ikinci mevzuudur.
Bir insan, hayatının talihini yaşarken, etrafındakiler, onu
muttasıl kendi anlayışlarına göre tefsir eder, ve kendi kanaatlerine göre de,
muttasıl tahrif ederler. Romancının babam diye bahsettiği Fahim Beyin mektep
arkadaşı, diğer arkadaşları, reji odacısı, Fahim Beyin haremi Saffet Hanım,
misafir Huriye Hanım, romancının annesi, eniştesi, halası, diğer hanımlar, Fahim
Beyin idarehanesindeki kapıcısı, iş âlemindeki tanışıkları, onu deli telâkki
eden akrabası, hülâsa, onunla temas eden bütün bu insanlar, hepsi de, onu az
çok başka görür, hakkında ayrı ayrı hükümler verir, ve bu kanaatlerini de
zamanla değiştirirler. Dahası var: Romancının kendisi de kahramanı hakkındaki
fikirlerini değiştirir. Bunun içindir ki nasıl nisbî ve mütehavvil bir âlem
içinde kalındığını düşünerek o, ölünce, kendisine hitap ile: “Nasılsınız?
Sizin hakkınızda kanaatiniz neydi? Bari kendiniz hakkında salim bir kanaate
varmış mıydınız?” gibi sualler sorar.
Zavallı Fahim Bey, mezarında dünya haberlerini duyabilseydi
ölümünün de, hayatında olduğu gibi, kargaşalık içinde devam ettiğini
öğrenecekti. Kitap basılıp bâzı münekkidlerin kıymetli medhiyelerini okuyunca
bunlardan memnun olmam lâzım gelirken garip bir ruh hâletine ve hayal sukutuna
uğramıştım. Hikâyeyi medheden bu münekkidlerin bâzıları bu ikinci mevzuumu hiç
kaale almamışlardı. Acaba bâzı fikirlerimi hiç anlatamamış da mı mevzuu hiç
yazamamış mıydım? Nasıl olmuştu da bunu bahis mevzuu etmediler? diye bir tereddüde
düşmüştüm.
Romancı, yalnız tanıdığı değil, hattâ yarattığını bildiği, o
kadar tafsilâtla hikâye ettiği, teferruatla anlattığı kahramanı hakkında en
hafif bir nokta hatası duyunca, en zayıf bir zaman rengi değişmiş görünce
müteessir olur. En ince tashihlerle yanlışlığı izah etmek ihtiyacını duyar.
Nasıl oluyor da bu izahata rağmen hafif bir hata olabiliyor, onu yanlış
anlamış, biraz tahrif edilmiş, hafifçe değiştirilmiş bulunca, aykırı bir
cepheden, uzaklaşıldığını görünce ne yapacağını şaşırıyor ve yeni bir mahkeme
kararını bekler gibi duraklıyor. Onun için şimdi sizin yazdıklarınızı
memnuniyetle okuyarak bir inşirah buldum.
Bir de, bir Fahim Beyin rüyası meselesi vardı. Bâzı
münekkidler: “Bir insanın rüya görmesi ehemmiyetli bir mesele midir ki?..” diye
tariz etmişlerdi. Halbuki hikâyede yazılan şey bir insanın gördüğü rüyanın
ehemmiyeti olduğu iddiası değildir. Unutmamalıdır ki 1900’den henüz çok
uzaklaşmamış bir zaman içinde, bir İstanbul mahallesinde, bir insanın gördüğü
rüyaya kısmen, haremi daha memnun olsun da, daha ümitli kalsın diye, îzâm
ederek yaptığı tefsir, mahallesindekilerin buna gösterdikleri alâka hikâyede
tabiatiyle yer alacaktı. Romancı, şahsen bir rüyaya ehemmiyet verilmesini
istemiyor, hikâyenin cereyanını anlatıyordu. Eski tarihlerimizin nice
sahifelerinde rüya tefsir ve tabirleri vardır. Fahim Beyin etrafındakiler rüyalarla
ve bunun tabirleriyle alâkalı idiler. Romancı, zaman ve muhit içinde buna
verilen ehemmiyeti belirtmek istiyor. Eğer görülen rüyadan sonra, kahramanının
hayatında, bu rüyanın bir tesiri bulunduğunu hikâye etseydi, işte o zaman
rüyaya lüzumundan fazla bir ehemmiyet verilmiş sayılabilecek ve bu da tenkid
edilebilecekti. Halbuki, sizin kaydetmiş olduğunuz gibi, rüyanın gerçekleştiği
iddiası yoktur. Hikâyede rüyanın hiçbir tesiri ve hayatta da bir hakikati
olmuyor. Fahim Beyin rüyası bir hülya gibi kalıyor. Dünyada gördükleri rüyalar
sonradan tahakkuk etmiş insanlar, rüyaları çıkan adamlar da vardır. Fakat bütün
bunlar bu hikâye hududu ve çerçevesi dışında kalmıştır. Birçok insanın
itikatları kendileri için birer hakikat olduğu gibi, psikologlar rüyaları vücut
ve ruhları kâinatı içinde yakalanmış şahitler gibi tetkik etmektedirler.
Romancının eniştesi rüyaların tâbirinden bahsediyor. Fakat romancı bu
tâbirlere inanmıyor. Hülâsa, o zaman da bir İstanbul mahallesinden duyulan böyle
bir rüya hikâyesini anlatmak mevzu içinde idi. Bâzı fikirler, hisler ve
hâtıralar böyle hikâyeler tarafından billurlaşmış gibidir Bu hikâyeleri
söylerken onun mahsulleri gibi duyulan şeylerden de, hâtıralarınızın akışına
göre, bin dereden su getirir gibi bahsetmeğe mecbur olunuyor ki bu da gayet
tabiidir.( îzâm: büyütme, büyütülme)
Şimdi edebiyatın aslı telâkki edilen bâzı fikirlerden ve ananelerden
o kadar uzaklaşmış oluyoruz ki bunları yadırgıyor gibiyiz. Onların yerlerinde
olup kuru iddialar duyulunca insanın ruhu soğuyor. Sizin tasvip için kâfi
gördüğünüz sebepler bâzılarına göre, bilâkis, birer muahaza ve tezyif sebepleri
sayılıyor.
Sanatta tenkidin her zaman büyük bir kıymeti olduğu muhakkaktır.
Edebî tenkide, şimdi, her zamandan daha ziyade muhtaç görünüyoruz. Bir edebiyat
tenkidi duyulmağa, okunmağa başlanınca onun edebiyat için ne lüzumlu, ne
faydalı olduğu daha iyi anlaşılıyor. Edebiyatın anlaşılması, duyulması edebî
eserin de bir mükâfatı oluyor. Dil meselesindeki tasvibiniz ise insanın rikkatine
dokunuyor. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki memnuniyetlerimi söylemek
isterken size teşekkürlerimi de yazmak ihtiyacını duydum.
[ İstanbul
der.; S.10, Ekim 1955 ]
YAZMAĞA DAİR
Bir nevi dâd-ı Hak ile hazır ve mücehhez olmadıkça ne bir resim çizmemizin ne de bir çalgı sesi
duyurmamızın imkânı vardır. Bir sanat olarak yazmak da kabiliyetimiz ve bir hazırlık
devri geçirmemiz sayesinde mümkündür. Bir mütercimin, mevcut bir eseri aslına
sadık kalarak, kendi diline çevirmesi gibi biz de içimizdeki his ve fikirleri,
bir nev’i tercümanlık gayretiyle yazmağa çalışırız. Gerekli kelimeleri seçmek,
bunla rı az zaman içinde tekrar etmemek, cümleleri yerlerine sıralamak, rythme
dediğimiz bir nevi âhenge uydurmak, daha birçok ince düşüncelerle meşgul olmak,
işte yazmak budur.
Yazmak, elbette kolay değil güçtür. Bazıları için daha kolay,
bâzıları için daha güç olması ise, bu ancak ayrı ve şahsî bir hesap sayılır.
Bâzı muharrirler, barbar birtakım mübalağalarla, abuksabuk
âhenkleri biribirine karıştırarak ve ayrı ayrı sazlar duyurarak gûya bir
marifet duyurmak isterler. Bunların yazdıkları bir piyanonun tozlarını alırken
tuşların çıkardıkları seslere benzerki, tabi, bu gürültülerin hiçbir musiki ile
münasebeti olmadığı gibi, bu karalamaların da edebiyatla alâkası yoktur.
Bâzı muharrirler de vardır ki sadece gevezeliğe bir kıymet
verilmesini isterler. Vuzuhla sathîliği karıştırırlar. Bu dereceye inilince
vuzuh kolaydır ve bir meziyet sayılamaz. İbtidai bir fikir, vâzıh olsa da yine
abestir. Karilerini dûn seviyede farzeden bir muharrir hakikî bir sanatkâr
sayılmaz. Yazılacak her şeyin okunmağa değeri olmalıdır.
Muharrirler, samimi his ve fikirlerini kaydederken yaşanmış
zamanların yardımından istifade ederler. Gûya, yüzümüzde ve gözlerimizin içinde
duyduğumuz bir sabun köpüğünün kokusunu ve tadını söylemek isterken buna ancak
geçmiş bir zamanın hâtıralariyle aklımız şimdi yatmış, mânâsına şimdi ermiş
gibi oluruz. Anlarız ki o sabun köpüğünü yazmanın bir saati varmış ve o saat de
şimdi çalmıştır. Ve yine o zaman anlarız ki bâzı hâtıralarımızın vakt-i merhunu
gelmeden önce ölmüş olsaydık, bu hâtıralarımız şuurumuza daha varmamış olacak
ve biz onların mânasını daha anlamamış olacaktık. İçimizde, zaman ile
meyvaları kemale eren birtakım hakikatler böylece şuurumuz içinde
seyahatlerine devam etmektedir. Bu hisler ve bu fikirler, ancak zaman ile
inkişaf edeceklerdir.
Ahmet Haşim, yazabilmek için, daima muhtaç bulunduğunu
söylediği bir “purete”den bahsederdi. Onun bu Fransızca kelime ile anlatmak
istediği, bir hâtıraların sükûneti ve ruhun vuzuhu olacaktır.
Sanat, kendi kaideleri ve teşrifatı içinde, büyük, geniş,
derin bir samimiyet ihtiyacıdır, tam bu samimiyete ermesidir. Sanatta kaim
olan ilim ve fen yerine böyle bir ruh ciddiyetidir. Düşünürsek, hepimizin
istediği -bazı sadakatsizliklere sevkeden buhranların dışında- bu gönlümüzün
beğendiği, sevdiği hakikatin saltanatıdır. Bu, mahrem perdenin bize
açılmasıdır. Sanat, yalan söylemek şöyle dursun, büyük bir samimiyet cibilliyetidir.
Bazan, güzel bir musikinin tesiri altında, büyük bir vecd duyarsınız.
Sanki sarhoş olursunuz. O zamanlarda, elimizde kalem önünüzdeki ışıktan
sahifeye his ve fikirlerinizi, altın bir mürekkeple, vuzuhla yazdığınızı,
döktüğünüzü duyarsınız. O mesut gece bir ay ışığı avına çıkmış ve mehtaplı
sularda sihirli balıklar toplamışsımzdır. Meslek arkadaşlarınız bu yazılarınızı
okusalar, muhakkak pek beğenecekler diye düşünürsünüz. Ve ertesi sabah, bu
sahifelerin üstünde, mürekkebe batmış bir örümcek gezinmiş gibi o hisler ve
fikirlerden, hayal meyal birtakım sual işaretleri, birtakım kargacık burgacık
satırlar kaldığını görürsünüz.
Mehtabın sularında yakalandığınızı sandığınız ışık balıklarının
hepsi kaçmış, bu ellerinize sürünmüş sihirli ışıkların hepsi sönmüş, o sarhoş
edici musiki susmuş, bir füsun ve hayal gecesinin ilham perisi uçmuş ve
onlardan ortadaki yazılı cümleler bütün bir soğuk neva kalmıştır. Bu satırları
ben mi yazmışım? Nasıl yazmışım? Meslek arkadaşlarım bunları görseler yalnız
yazmayı değil, hatta dilimi dahi bilmediğime hükmeder diye düşünürsünüz.
İşte yazı ile alâkadar olmayan birçok kimselerin yanlışlıkla
ilham dedikleri, bir hayal mahsulüdür. İlhamın hakikatine hiçbir zaman
inanamıyorum. Biz, böyle, başka bir kâinattan bir musiki duyarak bunları
kaydedebilecek değil, zamanı gelince, ancak kendi kâinatımızda tekevvün eden
hakikatlere erişerek onların bize ses verdiklerini duyarak ve bunları ancak
birer kâtip sıfatiyle, kaydetmeğe uğraşacağız.
En mahrem dostlarımıza bile ayrı ayrı açmağa cesaret edemediğimiz,
sözle itiraf etmeyi imkânsız bulduğumuz ve zahmet, mahremiyet, yorgunluk ve
müşkilât yüzünden hiç söyleyemiyeceğimiz his ve fikirleri yazmak ihtiyacını
duyar ve bu söylemeğe imkân bulamadıklarımızı yazmak çaresini araştırmağa
koyuluruz.
Yine aksine, çok kere, söylemeğe kolaylıkla kaail olduğumuz
şeyleri yazmağa ve imza etmeğe her vakit razı olmaz, her zaman hazır
bulunmayız. Söylemek kolay bir açık hava üslûbudur. Sözün aslı his ve
heyecandır. Onun için hem çabuk duyulur, hem çabuk unutulur. Yazı başlayınca
tahlil fikri, muvazene unsurları müdahaleye başlar. Yazı, sözün bir süzgecidir.
Yazılan daha çok kalır, hemen sabittir. Bunun için yazının tehlikesi daha
ziyadedir. Sözle yazı mukayese edilince yazının edilişi bir cevher halinde
kalmasındandır. Yazı, sözden ziyade, aslını muhafaza ile, daha ziyade paydar
olur. Süresi daha uzundur. Toplantılarda binlerce dinleyiciyi heyecana
sürükleyen hatipten ziyade, odasında, yapayalnız, fikrini kâğıda döken
mütefekkir, yazısiyle, beşeriyete ve millete daha ziyade devamlı bir tesirde
bulunabilir. Hatibin cûş ü hurûşa gelmiş dinleyicileri daha evvel
susmuşlardır. Okuyucularsa her yeni nesil ile yeniden bir tesir altında
kalabilirler. Fakat tıpkı muharrirlerin bâzı his ve fikirlerini yazabilmesi
için vakt-i merhuna ihtiyacı bulunduğu gibi, yazıların tamamen anlaşılması için
de, okuyucuların bir anlayış mevsimine ermeleri ve kendi zamanlarının bir
vakt-i merhuna gitmesi lâzımdır.
[ İstanbul
der.; S.9, Eylül 1955 ]
KİTAPLAR VE
MUHARRİRLER
Üç dört sene kadar oluyor, Rûşen Eşrefin
güzel bir kitabı neşrolunmuştu: “Diyorlar ki...” Diyenler
edebiyâtın o zamana kadar en meşhûr isimlerine sahip olanlardı, dedikleri
arasında o gün fikir, sanat, bilhassa siyâsiyâtta en birinci bir mevki işgal eden
bir şâir feylesof hakkında hemen hiçbir şey yoktu. Gariptir, İttihat ve
Terakki’nin saltanat-ı mutlakası hüküm sürerken bu muharrirler, edipler,
şâirler bizde emsâli bulunmaz derecede ilmî bir “kafa” olan Ziya Gökalp, hece
vezninin belki en hisli ve kuvvetli şairi olan Ziya Gökalp, ve İttihat ve
Terakki'nin feylesofu, merkez umûmiyesi âzâsı Ziya Gökalp hakkında ne lehde ve
ne aleyhte hemen hiçbir şey söylemiyorlardı. Memleketin mukadderatına tesir
eden bu adam okumanın üstadları telâkki edilecek olan yazanlara tesir etmemiş
gibiydi. Bunlar belki de onu okumamışlardı. Fikirlerini milletin hayatında
tatbik ettiren bu siyasî feylesof, mütefekkirlere tesir etmemiş gibiydi. Bunlar
belki de onun fikrini düşünmemişlerdi. (*İsmail Hakkı Baltacıoğlu)
Ef’âl arkasında gizlenen rûhu incitmeden
kavramak için muhitimizin tecelliyâtına dâima muhabbetti bir nazarla bakmalıyız.
Aldanırsak bile bu kendi aleyhimizde olmaması için dâima hâdisâtı mânâlarından
tecrit etmeyen bir sûrette teşrih etmeye çalışmalıyız. Ziyâ Gökalp Beyin ilim
ve kalem kuvvetine rağmen meslekdaşları üzerine bu tesirsizliği eğer doğru
ise, bunu böyle izâh edebiliriz: Demek ki muhidimizde "sanat" a
yükselmeden fikir sahasında kalan bir “tez” tesir etmiyor. Ziya Gökalp Bey pek
ziyâde tasnifci, fazla mutlakiyetçidir. O kadar ki felsefesi hayatı örtüyor.
Fikrini bir eseri sanat tarzında değil dogmatik bir tarzda müdafaa ve telkin
ediyor. Bu müellifin kusuru fazla dogmatik oluşudur.
Zekâsı maddenin ve imânı muhâkemenin
altında ezilmemiş olan İsmail Hakkı Bey bilâkis her fikrini bir his deresine
is’âd ediyor. Onca söylenilecek bir fikir ihsas edilecek bir histir, ilim onda
hisse yükselmek cesâretini buluyor ve kitap hayata eriyor. O, her fikrini şimdi
sanat şeklinde ifâde ediyor. Gerçi Ziya Gökalp Beyin büyük bir sanatkâr
olduğunu ve bazı fikirlerini hatta nazmen -meselâ Yeni Hayat’ta- ifâde
ettiğini biliyorum lâkin iyi anlaşılamamış olan bu şiirlerinden ziyâde
felsefesini ihtivâ eden nesirlerinden bahsettim. O kadar ki fikirlerini hâtıralarındaki
canlı vak’alara bağlayarak bu maceralarla onları hayata idhâl ediyor ve bu da
onları emsâlsiz bir derecede samimi gösteriyor. Onun kadar samimiyet hissi
vermek güçtür.
Acaba ümit edebililir miyiz ki bu
mütefekkir ötekinden daha çok okunsun ve daha iyi anlaşılsın?.. Bunu ümit
etmekte hakkımız vardır. Lâkin bâzen görüyorum ki onun da yazıları edebiyâtın
hâricinde kalan ilmi eserlerden telâkki ediliyor. Ancak eminim ki gençler bu
genç üstâdm eserine duydukları büyük buhrânı o eserleriyle bizzat yaşıyor ve bu
buhrânı tespit ve kendine göre halletmiş bulunuyor. Dikkatle okunulunca bu güzel
eserler samimiyetle aranılan ve bulunulan bir mefkûreyi hikâye eder.
İsmail Hakkı Bey’in çocukluğu rûhânî bir
fezâ içinde geçmiştir. Sonra kitaplarla temas eder etmez bilhassa Jean Jacques
Rousseau ve Emile, yine bir buhrâna tutulmuş, bir hamle ihtiyâcını duymuş ve
Jean Jacques Rousseau şiirleriyle mest bir mefkûre ve meşrûtiyetin o heyecan ve
galeyan seneriyle ondan da sonraki Balkan Muhârebesi senelerinin mahsulü olan
ilk kitabı "Tâlim ve Terbiyede înkılâb” bu hamle ile yazılmış bir eser,
heyecanlı, ölüme ve mâziye karşı bir isyân, geniş bir hürriyet talebi, üslûbu
itibariyle bile şâyân-ı dikkat bir kitaptır.
Bu hamleden sonra -eserinin delâletiyle
görüyoruz- muharrir ikinci bir devreye giriyor. Bu devre ilk heyecandan sonra
muharriri daha aklî, daha ilmî bir tefekkür sahasına götürüyor. Bu devrin ana
fikri bir nevi terbiye psikoloji ve sosyolojisidir. “Tâlim ve Terbiyede
înkılâb”da olduğu gibi terbiyeyi mefkûresi itibariyle değil, belki bir hâdise,
bir hâdise-i rûhiye ve içtimâiyye mâhiyetinde afakî bir nazarla tetkik ediyor.
“Terbiye-i âvam” ile tedris notlariyle tertib olunmuş “Terbiye İlmi” rûhiyat
sâhasında biri tatbikî diğeri amelî iki te’liftir. “Din ve Hayat”, “Ahlâksızlık”,
“Maarifte Bir Siyâset”te ve Millî Tâlim ve Terbiye Cemiyeti mecmuasındaki
makâlesinde daha çok içtimâiyat ile meşgûl olarak Durkheim tesiri altında
düşündüğü gözüküyor.( afakî: tarafsız)
Bundan sonra ise bilhassa Bergson’un
nüfuziyle “Yeni Dünya” mecmuasındaki “Bir Hamle” adlı makâle ile başlayan
silsilede ilk hamleye dönüyor, burada taraftârı bir felsefe ile düşünerek,
milliyet ve dini bularak bu sağlam esaslar üzerinde muhitindeki hayata
bakıyor.
Fakirleşen sonra tekrar bir hayat hamlesi
ile ilk safhasına dönen ve tekrar rûhunu bulan bu muharririn eseri kadar canlı,
hayatî, İlmî, mükemmel bir eser bilmiyorum. Bu zihnin geçirdiği safhalar
biribirini nakz değil ihzâr eden mâhiyettedir. Bu bir tekevvün hâdisesidir. Bir
meyvayı kemâle erdiren tek bir mevsim değil, dört mevsimdir. Lâkin pek çok
gençlerin zihni birbirine zıt gelen kuvvetler ve biri ötekinin istihzârâtını
mahveden mevsimlerin tezatlı tesirleri karşısında perişan olur.
Gençlerin fikir hayatına doğdukları sene
onlara zihn-i beşerin bir hülâsasını sunan bir kütüphane heyhât ki otuzundan
sonra en çoklarında sönünce bir şûle yakar. Ve büyük bir buhrana tutulmalarına
sebep olur. Bu buhrân içinde ve yeni anane ve hayatî mantığa istinat ettirmek
isteyen rasyonalistler karşısında asıl müşkilât millî ruhu sezen bir edebiyat
bulmak ve bu sâyede şuurlu bir milliyete istinâd edebilmektir.
Dikkat edin ki gençlerin başları ırkın en
kıymetli malını taşıyan bu nâzik mahafazalar, tabiatın bu en hassas
terâzilerini; felsefe sistemleri sallanan buhurdanlar gibi ilâhi tütsülerini
ilk defa olarak döktükleri zaman mest olacaklar ve her biri mânevi bir yâre
gönül verecektir; bu çağlarda duyduğumuz birtakım deniz perileridir ki
-hâinler!- bizi en tehlikeli kıyılara çağırır. Böyle dâvetler karşısında hangi
gencin kalbi lâkayd kalabilir? Bu dem de başlayan belki bütün hayâta tesir
edecek bir aşktır...
Halbuki hayatı yemek ve nevmididen
kurtulmak için hissiyatımızın tehzîbi ve fikirlerimizin neşv ü nemâsı sağlam
bir usûle rabtolunması iktizâ eder. Gençlerde doğru hissetme kuvveti tenmiye
olunmalıdır. Gençlerin başları eğer ziyâlarını ikâd edebilirseniz, âtiyi tenvir
edecek kandillerdir.
Bir ruhun tekevvünü! İşte bir müderrisin,
bir mürebbinin vazifesi buna çalışmaktır. Ateşi, nuru benliğimize doğru inerek
kendi ruhumuzun derinliklerinde aramalıyız. Geçmiş asırların kalbimize
bıraktığı hâlâ sıcak küller vardır ki karıştırırsak içinde ne kıvılcımlar
çıkar! Bir de ekseriyetle kıblesini şaşırmış adamlara münevverlerimiz denilir,
bu tâbir yakında bir istihzâ mâhiyetinde kalacak. Pervâne gibi her ziyâya açmak
isteyenler münevverler değildir. Mâneviyatı akılla tartmak istemek felsefenin
en büyük delâletidir. Mahsûsâtı mâkulâtla izaha kalkışmayan ve ilme haddini
bildiren bir cesur âlime ne büyük bir muhabbet duyuyorum!.. Çünkü muhtelif
hayat mevzularındaki aczimizin mühim bir sebebi de bu garip suretteki mantıksız
lügatinin, mantığa ihtiyâç ve itimâdımızla ona fazla bir selâhiyyet
verişimizdir. îstinadgâh olarak bir mantık arayanlar görüyorlar ki bu yaptıkları
en büyük mantıksızlıktır. Evet bir de en mânevi, en hayatlı mevzûları maddî ve
riyâzi bir mesele gibi düşünenler “makul” olmadığını farz ettikleri şeyleri red
ve illâ kabul etmeleri “mantıkî” ile “tabiiyi” birbirine karıştırmaları bir
kalıp için ruhu nafile yere örseleyip basmak oluyor. Hayata bakmadan kitaplarla
iktifâ eden, kitapla toplanan ilim ne kadar nâkâti!.. Hatta bilmem ilim midir.
Yoksa ilmin maskesini taşıyan ve sesiyle konuşmak istiyen bir cehalet değil
midir?..
Murada maksat zekânın rolünü ve asâletini
inkâr etmek değildir. Bilâkis öğrenmek ve düşünmek taraftarlarıyız. Lâkin yalnız
muhâkeme etmekle meşgul ve yorgun bir zihnin inkâr ede ede inkâr edilemeyecek
hiçbir şey bırakmayacağını düşünüyor ve her fikri muhâkemeyi yıkan başka bir fikri
muhâkemenin mevcûdiyetinden dolayı, hayata lâzım olan hakikatler için muhâkemenin
fevkinde bir vehle istiyoruz zira onun erişemeyeceği hakikatler var!..
Biz pek garip üstadlara ermiştir. Bunlann
“medeniyet” demek sâdece "Avrupa medeniyeti” -isterseniz buna “alafranga
medeniyet” de diyebiliriz- demekti. Başka bir medeniyete imkân bulmuyorlardı,
bundan başka ancak tarihte kalmış ve şimdi mevcut olmayan eski medeniyetlere
inanmıyorlardı. Dikkat etmiyorlardı ki Avrupa medeniyetlerinden başka
medeniyetler var, medeniyet havzaları vardır ve bizim medeniyetimiz vardır:
Bunun hususi eşgali, ruhu vardır. Niçin bunu görmüyorlar? Çünkü Garp'ı görüp
rûhunu kavramadan kalıbına âşıktırlar. Bizim ruhumuzu da -girer diye- bu
kalıba sokmak isteyen bu tehlikeli cahillerin böylece en mülhik düşmanlarımız
gibi esâsımızı, rûhumuzu inkâr ettiklerini, hiçe saydıklarını gördük.
Halbuki bu ilim bir itikâdı kurtaran,
yaşanan canlı bir şeydir. Tekâmül, terakki, medeniyet içinden gelme bir
inkişâf bir hamledir. Çocukluğumda mânası iyice müntekiş olmadan zihnimde
saplanmış bir Fransızca cümleyi hatırlıyor, tercüme ediyorum: “Hayat sanatı,
hayattan bir eser-i sanat vücuda getirmektir.” Bunun mânâsını şimdi veriyorum,
şimdi anlıyor gibi oluyorum. Medeniyet de bir eser-i sanattır.
Türk milletine fâideli olabilmek için en
evvel asıl onun hususiyetlerini, onun hayâtını duymak ve sunmak lâzımdır. İsmail
Hakkı Bey millî vukuu her zaman sezmiş, anlatmaya ve sevdirmeye çalışmıştır.
Dâima “madde” karşısında ruhun müdâfıi olarak bu güzel sözü söyleyen “Madde
mânanın ortağıdır” izahını veren İsmail Hakkı Beye geçen makalemde tesbit etmek
istediğim fikri buhran içinde ruhumun, ruhların bu hakkını verdiği için
minnetdârım. Bu Dârülfünun müderrisi içinde nâdir bir şey, bir mürebbi olduğunu
söylemek mübalağa değildir. Ruhi inkılâp ve intibahların dâima her tedbirin,
her tesirin fevkinde bir kudret ve kuvveti olduğunu söyledi. Onun kadar ruhunun
hariminde duyduğu imana râm olan iman sahibi bir mütefekkir bilmiyorum. İlmini
ruhuna mecz etmekle ilmin ciddiyet ve samimiyetini kurtarıyor. Sahte ilim,
cahilâne ilimden ancak bu kadar uzaklaşmak kâbildir. Bizde hiç kimse talim ve
terbiyenin bilhassa bir ahlâk ve bir ruh meselesi olduğunu bu kadar müdellel ve
bu kadar makul ve güzel bir tarzda tespit etmemiştir. Herkes mektepsizlik
irfansızlıktan şikâyet eder. Cehâletin tevellûd ettiği zihniyetten ve cehaletin
ruhundan değil. Halbuki asıl bu mühlikdir. Cehâletin en tehlikeli tecellisi
budur. Hayat içinde tecrübeli ve kurtulmuş ruhlu cahiller hiçbir fâidesiz
mâlûmata sahip olanlardan ziyâde kıymetlidir. Mefkûresiz bir maarif olamaz.
Maarifinizi ıslah etmek isteyenler ona Garp’ın usullerini ikâme etmek
istiyorlar. Garp’ta mevcut olan bir ruhu, zilliyet ruhunu nefh etmekten
korkuyorlar. Çünkü onu buradan alacaklardır. Halbuki bunsuz bütün yaptıkları çürük
ve nâfiledir, zira bu taklit bile değildir: Mefkûresiz maarif olamaz!
Mefkûremizi bulalım! Başımızı semâya
kaldırırsak, başımız üstünde parladığım göreceğimiz milliyet yıldızını!.. Evet,
milliyetimizi bulmak semâdaki yıldızımızı bulmaktır. Bizim kıblemiz bu yıldız
olacak!.. Bir siyâset için asıl asâlet ve seciye ister. Soysuz bir terbiye
olamaz. Millî harsın lüzumuna kâil olan ve bunu “Maarifte Bir Siyâset”
kitabında, millî tâlim ve terbiye cemiyeti mecmuasında kaydeden İsmail Hakkı
Bey felsefesini hayattan alan bir mürebbidir. işte onun için yazıları da bu
kadanl canlı...
Diğer cihetten bir terbiye veren
medeniyetin feyz aldığı bir menba da dindir. Hayata giren ve hayatı veren bir
din. Ve Şark âlemine bakarsak onun vasıta-i temeddünü olan din-i İslâm!..
Tarihin bir mahsuli olan cemiyet-i beşeriye târihin mirası olan dine istinâd
eder. Din faaliyet-i medeniyyenin cevheridir ve din sendeleyince medeniyet de
alçalır. Bab-ı içtihadı kapalı addedenlere rağmen hayata girmiş olan din tabii
yaşıyor. Ciddî ve samimi hiçbir mütefekkir ona lâkayd kalamaz. İsmail Hakkı Bey
“Din ve Hayat”da bu husustaki fikirlerini yazıyor. Bu mânâ ile diyebiliriz ki
bâb-ı içtihâd açıktır ve İsmail Hakkı Bey de bir müçtehiddir. Asıl münevver
odur. Onu tarif için imanlı, imam sârih bir adam demek muvafıktır. Dârülfünun
mühitinde bulunuşu bir nimettir. Zîra bu canlanış zamanlarında muhtaç olduğumuz
böyle mürşitlerdir.
Milletimizin faziletlerine şuurlu bir
surette ermek istiyoruz. İşte asıl hayat kaynağım sezmiş bir muharrir ki bu
sırra ermiş olduğu için bütün yazıları pek kıymetli ve pek güzeldir. Bir isyân
ve bir teheyyüç olan ilk eserinden beri kitaptan kitaba bu hayat kaynağına
doğru akan bu kitaplar gâyet güzel eserlerdir. Ve işte asıl edebiyat bunlardır.
Edebiyat mutlaka bir “vak’a” hikâyesi çerçevesini aşmayan bir şey değildir ve
vezin ve kâfiyeli yazılar olması lâzım değil, rûhi mevzûları tedkik ve ta’mîk
eden böyle yazılardır. Velev sanat için sanat taraftan olsak -ben sanat için
sanat taraftarıyım klasik bir tarzda umûmi hislerle düşünen bir adamın kalemi
elbette bize anekdot vak’alar hikâye eden bir hikâyeciden üstün, ona fâik ve
daha canlı bir sanatkârın gibidir. Bizde “şekil”e karşı garip bir düşkünlük
bunları sanatın hâricinde telâkkiye taraftar gözüküyor; halbuki bu yazılar,
bu makâlelerde ruhu tatmin eden asıl bir edebiyat!.. Garipdir ki o telakkiye
rağmen son zamanlarımızın en güzel yazıları İsmail Hakkı Beyin, Yakub Kadri,
Yahya Kemal’in ve Fâlih Rıfkı Beyin bâzı makaleleri olduğu halde edebiyat
arayanlardan bazılarının gözleri bunları görmüyor. Yakub Kadri’nin İkdam’da
makâlelerinin bazıları bir cilde toplansa gençlik bu eserle belki en seveceği
ve istifâde edeceği bir kitaba mâlik olurdu. Hislerimiz ve fikirlerimiz belki
samimiyyeti tahrik ettiği ve şekil kaygusuna düşmediği için en çok galayân ve
muvaffakiyetle bu şekilde tebellür ettiği cihetle en derin yazılarımız bunlar
olurdu. Edebiyatımız mateessüf diğer sahalarda bu makâleler kadar şümullü ve
derin sahifeler verememiştir. Zîra rûhun galayân ve heyecân hislerini
ayaklandıran bunlardan çok derin, samimi ve hisli mevzûlar olmaz.
Bana gelince ben İsmail Hakkı Beyin
helecanbahş son makâlesini değil, lâkin bu kitaplarının mütefekkir, sâde, uslu,
beyaz sahifelerini de en sevdiğim, en müfrit şâirlerin derin şiirlerini okur
gibi kalbimde bir galayân ve helecân ile okudum.
I Dergâh
der.; S.3,15 Mayıs 1337 (1921) ]
Yakup Kadri’nin Hüküm
Gecesi, hem bir roman, hem
de Meşrutiyet’in ikinci ilânında Umumî
harbin ibtidalarına kadar geçen zamanlara ait bir nevi “hâtırat”tır. Öyle ki,
bu eseri okuyanlar içinde onu yazanın nesline mensup olanlar kendi
hâtıralarının bir başkası tarafından yazılmış bir kısmını okuyor gibi olacaklar
ve işte bundan dolayı sanırım ki bu kitap için bir türlü bî-taraf
kalamayacaklardır. Filhakika o güzel üslûbuyle bazı hâtıralarımızı olsun ihya
ettiği için, biz Yakup Kadri’ye teşekkür etmeliyiz. Fakat bahsettiği bu kanlı
ve buhranlı zamanları, bu feci mudhik vak’aları, bu sersem ve perişan adamları
görmemiş ve bizim gibi onlar içinde yaşamamış olanların bu sahifelerin sanatı
ve harareti karşısında ne dereceye kadar mütehassis olabileceklerini biz artık
nasıl tahmin edelim?
Lâkin madem ki müteselsil fecaatleriyle o devrin bütün tarihini
bu romanın sahifeleri içine sığdırmak kabil olmayacaktır, muharrir keşki umumi
hadiseleri daha kısa bir tarzda icmal ve tesbit ile iktifa etse ve bunlara ait
sırf kendi hâtıralarını yazsaydı! Bu sayede eseri daha şahsî bir vesika
mâhiyetini almaz mıydı? Halbuki bazen görmüş olmayıp uzaktan işitmiş yahut
sadece tasavvur etmiş olduğu birtakım vak’aları da hikâye etmek zevkine
kapılınca, bu yazdıkları diğer sahifelerdeki şahadetinin kıymet ve
ehemmiyetinden mahrum kalıyor.
îşte bir hayli tenkit ve tefsire müsait bu hâtırat ciheti
bertaraf edilince, Hüküm Gecesi, Ahmet Kerim isimli bir gencin hayatının
hikâyesidir. Bu genç, muhalif matbuattaki arkadaşı olan Ahmet Samim her gün
birkaç tehdit mektubu alarak öldürüleceğini bile bile yaşadığı günlerin bir
akşamında katlolununca, tıpkı onun hayatının mabadi olan bir hayata devam
ediyor. Ahmet Kerim hayatta bir Ahmet Samim’dir. Ahmet Samim eğer ölmemiş
olsa, olacağı ne ise odur. Anlaşılıyor ki, sanatkâr Yakup Kadri, Samim’in
hakiki ölümüne rağmen, hikâyesi için bu ruhtaki bir şahsın zıyâına kâil
olmamış ve Ahmet Kerim’le tıpkı ona benzer bir şahsiyeti yaşatmak istemiştir.
Ahmet Kerim’in daha tanışmadan, uzaktan şarkılarını dinlediği
ve gönlünün istediği gibi tahayyül ederek pek çok sevdiği melek sesli bir kız
var. Bu kız ittihat ve Terakki’nin garip bir tuzağına âlet oluyor ve Ahmet
Kerim’i rezaletle lekelemek ve hatta belki öldürtmek için bir gece tâ kendi
yatak odasına kadar çekerek, onu evinin bütün halkına yakalattırıyor.
Zavallı Ahmet Kerim, artık bir daha bu kızı affedemiyor. Bunun
asıl sebebi, bu yaptığı ihanet değil, fakat onun sesinden ilham alan kendi
hayalinin inşad ettiği sevgiliye benzemeyen adi ve geveze bir mahalle kızı
oluşudur. Bu kız onun affıyle aşkını bir daha kazanacak bir tarzda söylemek,
yazmak ve susmak bilmiyor. Bütün sözlerinde ve mektuplarında Ahmet Kerim’in
tahammül edemediği bir şive var.
Bununla beraber şimdi gönüllü bir nedamet ve aşkla doludur.
Bu mektuplarına ve istirhamlarına rağmen hiç affolunamayacağını anlayınca,
intihar ediyor. Ve o zaman merhametsizliğinin nedameti Ahmet Kerim’in kalbine
bir hançer gibi saplanarak ondaki eski aşkı tekrar uyandırıyor. Ölüler yalnız
toprağa değil fakat kendilerini sevenlerin ruhlarına da gömülür ve orada
yaşarlar. Şimdi Ahmet Kerim de böyle, hülyasını hiç bozmayan bir sükûn içinde,
gönlünde yaşayan bu ölüye âşık ve hayatta onun hicraniyle giryandır.
Artık sırf bu aşk için yaşadığı bir zamanda Arnavutluk isyanı
neticesinde ittihat ve Terakki fırkasıyle kabinesi sükût ediyor. Bu defa
hükümete tekrar gelenler titrek başlı ihtiyarlardır. Bunlar ittihat ve
Terakki’ye muhaliftiler. Fakat muhalefet fırkasına mensup değillerdir.
İçlerinde Ahmet Kerim’in matbuattaki sa’yini takdir eden, vaktindeki yazılarıyle
hayatını bile tehlikeye koymuş olduğunu hatırlayan hiç kimse yok. Hiç kimse
kendisine kuru bir teşekkür bile etmiyor. Gerçi bir şairimiz: “Hak bellediğin
bir yola yalnız gideceksin!” diyor. Fakat yalnız kalmayı bilmek, yalnızlığını
fethetmek de bir kahramanlıktır. Bunun için ne kuvvetli bir hayal, ne kadar
zengin bir ruh ister. Ahmet Kerim ise hayatta böyle kıymetli istinatgâhlardan
büsbütün mahrum olan bir gençtir.
Onun her zamandan daha bedbaht olduğu bir sırada Trablusgarp
harbi başlıyor. Ve daha sulh imzalanmadan evvel Balkan muharebesi ve derhal
Balkan hezimeti vukua geliyor. Kendisi harp gerisinde, gazetesinde (Yakup
Kadri onun askerlik meselesini anlatmıyor) bütün fikir ve asabiyle bu mehib
faciayı takip ediyor. Ahmet Kerim az zaman sonra kaçanları, muhacirleri, aç ve
çıplak kalanları, İstanbul’un besleyemediği hastaları, hastahanelerin
barındıramadığı yaralıları, ölmüşlerin bu ölgün bakıyyelerini, sokaklarda
kimsesiz, can çekişenleri, yalnız giden ölüleri görüyor ve görüyor ki, bütün bu
facialar şımarık, tok ve Hıristiyan Avrupa’nın tebessümü, tasvibi, teşcii
karşısında devam ediyor! Bunları göre görev zavallı Ahmet Kerim de
ümitsizliğinin siyah semasında doğup gönlüne ziya salan bir yıldıza taparak
milletinin aşkına eriyor, o da bir milliyetçi oluyor.
İşte o zamanlarda İttihat ve Terakki fırkası tekrar hükümete
geliyor ve bundan bir müddet sonra vaktiyle Ahmet Samim’in katlini tel’in eden
bazı muhaliflerin teşkil ettikleri yeni bir cinayet komitesi de sadrazam
Mahmut Şevket Paşa’yı katlediyor. Bunların içlerindeki arkadaşlarından biri
hemen her zaman vâki olduğu gibi, kendilerini iğfal ve hükümete ihbar edince,
onlarla birlikte Ahmet Kerim’i de tevkif ediyorlar. Genç adam İttihatçıların bu
cinayette kendisinin de şerik olduğunu zannettiklerini anlayınca, canından
korkuyor ve ertesi sabah haksız yere idam olunacağını sandığı gece,
hapishanede, kendi kendisiyle son bir muhasebe-i nefste bulunmak ve kendi içyüzünü
görerek kendisi hakkında bir hüküm vermek istiyor. Bu, onun “hüküm gecesi”dir.
Şuurlu olan fikrî ve hissî mevcudiyetimizin altında bir de
asıl hayatımızın şuursuz olan geniş kâinatı vardır. Ahmet Kerim içinde
bulunduğu hezimet ve facia havası içinde seyrettiği kendi kalbinin kuru ve
hodgâm manzarasından irkiliyor. O da kendilerini gûya sevip müdafaa ettikleri
fikirlerden daima üstün tutanların soyundandır, bunlar hiçbir zaman ellerini
hayatın çamuruyla kirletmezler ve çapulcuların yanında ellerinde taşıdıkları
yalnız kendi gururlarıdır. Fakat ne sadedil, ne de masum değildirler ve karanlıktaki kalbleri de kendilerinin istihkar
ettikleri kalblerden daha temiz değildir. Hayatta muvaffakiyetin şartlarını
daima adi bulup onlara hiç bir zaman boyun eğmeğe tenezzül etmemiş olan bu
genç, şimdi kendisinin ne kadar köksüz ve hayalperest bir terbiye ve göreneğin
mahsulü olduğunu anlıyor. Hiç bir zaman sevmeyi bilmemiş ve bundan dolayı
hayatın ahengine hiç bir zaman da iştirak edememiş değil midir?
Kalbi daima kendisine bile acı gelen meyveler verdi. Hiçbir
vakit olduğu gibi görünmeyi bilmediği için kendisini bir nevi sahtekâr telâkki
ediyor ve kendi hakkında hem merhamet, hem nefret duyuyor.
Hüküm Gecesindeki bu tahlil ve tefekkür
sahifeleri pek güzeldir. Fakat gencin bütün hayat ve talihine ve yakında belki
de yarın, yok yere öldürüleceğini düşündüğü bu büyük muhasebe ve tefelsüf
gecesi aynı zamanda had bir buhran gecesidir. Binaenaleyh sırf fikir nokta-i
nazarından denilebilir ki, böyle bir gecenin doğurduğu düşünceler, bittabi
sâlim bir muhakemenin vâsıl olduğu neticeler sayılamaz; bunlar aynı zamanda,
adeta uzvî bir buhranın mahsulüdür ve böyle oluşu da her ne kadar bu sahifeleri
soğuk bir tefelsüf olmaktan kurtararak onları sanat itibariyle pek canlı ve
heyecanlı mertebeye is’ad ediyorsa da aynı zamanda isabet ve selâmetlerini
ihlâl etmekten de hâli kalmıyor. Şüphe yok ki ertesi gün idam edilmeyi bekleyen
bîçareler yeryüzündeki son gecelerinde pek muntazam bir tarzda düşünemezler.
Ölümün eşiğinde bütün asabiyle sarsılmayacak ve büyük bir
buhrana tutulmayacak kim vardır? Sokrat’ın misali bir müstesna değil mi? Ve
hattâ zavallı beşeriyetin tarihinde büyük bir istisna olarak zikredilegelmiş
değil midir? Bu tefelsüf sahifelerinin en sağlam kısmı ölmemek isteyen bir
gencin kendisini ölüm karşısında sandığı zaman geçirdiği buhranın yani bir idam
mahkûmunun hâlet-i ruhiyesinin tasviridir.
Ve işte bundan dolayıdır ki, hem gencin kendi kendisine
verdiği hükmü biraz karışık bulmamak, hem de böyle olmasını bu müstesna gece
hürmetine mazur görmemek imkânsızdır. Düşünün ki, böyle manen kendi aleyhinde
bir hüküm veren hâkim, o esnada kendisini zaten idama mahkûm sanıyor. Artık pek
vâzıh ve sâlim bir hüküm veremezse mazur değil midir?
Binaenaleyh kitabın zübdesini ve nüktesini teşkil ediyor gibi
görünen ve kısmen bir tefelsüf olup, kısmen de ruhî bir buhranın tasviri
mâhiyetinde kalan bu sahifelerin ikiliği onların ahengine halel veriyor. Her ne
kadar felsefe bile hülasa bir mizacın psikolojisi ise de fikirlerin vuzuhu
tabii bir parça daha sâlim hayat şartlarına lüzum gösterirdi. Nasıl ki kitabın
sonunda Ahmet Kerim’in bu gece esnasında vermiş olduğu hükümden hiç bir
istifade edememiş olduğunu da teessüfle görüyoruz.
Fakat tenkidin vazifesi kendi nokta-i nazarına sadık kalmakla
beraber muharririnkini anlamaya çalışmak olmalıdır.
Bu düşüncelere mukabil denilebilir ki, muharririn maksadı
Ahmet Kerim’in ruhundaki bu karanlık hisleri müstesna bir şulenin ışığıyla
tenvir etmekten ibaretti. Bazen zihnimizi dinlendirmiş bir uykudun büyük bir
sükûnetle, gece yarılarında uyandığımız zamanlar, geçip giden bütün günlerle
gecelerin -hayatın yumuşak kolları tarzında- nasıl bizi muttasıl ölümün
âgûşuna doğru ittiğini itiyadımızın fevkinde bir vuzuh ile düşünürüz, îşte
Pierre Loti’nin birkaç kere hikâye ve şikâyet etmiş olduğu bu iki uyku, iki
rüya arasındaki yakaza, zihnin her zamandan daha açıkve hassas olduğu bu
zamanlar, müstesna birtakım şerâit içinde Ahmet Kerim’in erdiği bir merhaledir.
Bu gece, muttasıl yarı uykuda bir hayat geçiren Ahmet Kerim’in böyle kendi
zekâsını ruhunu hülasa kendi kendisini aştığı müstesna bir anıdır, asıl uyandığı
gecedir. Ahmet Kerim bu zamana kadar bir hayaletten ibaretken belki ilk defa
uyanıyor, gözlerinin perdesi, zavallı “perde-i tesellisi” çekilip zihnine feci
bir vuzuh geliyor. Fakat bütün karanlık şeyleri aydınlatan bu şule bir şimşek
gibi muvakkattir, işte bundan dolayı “hüküm gecesi” hiçbir iz bırakmadan
geçecek, sonra yine siyah bir gece avdet edecektir.
Ahmet Kerim bu gece talihini sırf kendine mahsus bir şey gibi
anlamıyor, kendisinin uzun bir istibdat devrinin mahsulü ve Meşrutiyet’in
ilânında (1908) yirmi yaşını ikmal etmiş olan neslin bir timsali olarak teşhis
ediyor. Hattâ, bu itibarla onun kendi kendisi hakkında lüzumundan fazla,
herhalde hakikatte olabileceğinden çok fazla aleyhdar bulmak da kabildir. Çünkü
realist Yakup Kadri pek haklı olarak Ahmet Kerim’de bir kahraman enmûzeci
göstermek istememiştir. Ahmet Kerim zayıf bir mahluktur. Bu şahsiyet arkasında
muharrir bize onun iştirak etmiş olduğu büyük ve umumî his ve fikir
cereyanlarını göstererek, bunları izah ediyor.
Ben, bu romanın umumî hadiseleri tesbit eden bütün safileri
yerine, Marcel Proust’un hayranı Yakup Kadri’nin bu hikâyenin asıl kahramanı
olan Ahmet Kerim’in geçirdiği bu hayat, bulunduğu bu muhit ve zaman içindeki
his ve fikirlerini -ki Yakup Kadri’nin neslinin fikir ve hislendir- daha fazla
tahlil ve tafsil etmemiş olduğuna teessüf ediyorum. Zira bunu yapmış olsa Ahmet
Kerim’i belki bilhassa hayatı itibariyle değil, fakat asıl hisleri ve
fikirleri, ruhu ve zihniyeti itibariyle, binaenaleyh daha derinden ve daha
ziyade, tıpkı bir dostumuz gibi tanımış olacaktık ve o hâfızamızda ve
edebiyatımızda 1908 senesi neslini temsil eden daha canlı ve klasik bir
enmûzec olarak kalacaktı. Gerçi buna mukabil de bizi böyle bir tipten mahrum
eden asıl Ahmet Kerim’in kendisi olduğu, zira hayatın elinde bir oyuncaktan
ibaret olan Ahmet Kerim’in seciyesizliğinin bir tip ibdaı için nâ-tamam ve
nâ-kâfi bir şey olduğu düşünülebilirse de, esasen mutavassıt ve silik
şahsiyetlerin bir enmûzeci olacak bu silik ruhu eğer daha derin bir tarzda ihsas
ve tesbit etseydi, muharrir bu güzel eserini şüphe yok ki bir şaheser
mertebesine is’ad etmiş olurdu.
İşte ismini bütün romana vermiş olan bu sonuncu bâb, yani bu
“Hüküm Gecesi’ nden sonra Yakup Kadri hikâyesine bir sonuncu fasıl daha
ilâve etmiş:
Bir gün İttihat ve Terakki Cemiyetinin merkez-i umumisinde
Talat ve Cemal Paşa’lar, Bahaeddin Şakir ve Ziya Gökalp Bey’ler kendi
aralarında ve hepsi kendi tabiat ve zihniyetini gösteren sözler söyleyerek
görüşüyorlar. Bu dört kişi beyninde sâkin sâkin cereyan eden sözlerin nasıl
bütün bir milletin mukadderatına, milyonlarca adamın hayatına tesiri olacağım
düşündüren ve bu siyasî ve İlmî mühabesenin âsude ve fecaatü havasını ifade
eden derin ve canlı sahifelerin muvaffakiyeti ve esrarlı güzelliği müstesna bir
şeydir.
Nihayet Ziya Gökalp, Cemal Paşa’ya, Ahmet Kerim’i rica
veçhile bıraktığından dolayı teşekkür ediyor. Onun kanaatince Ahmet Kerim günün
birinde Türkçülük cereyanına faydalı bir muharrir olacaktır.
Ahmet Kerim sair muharrirler gibi şimdi sadece nefy edilmiştir.
Fakat bu menfası tıpkı o “Hüküm Gecesi”nde kendisinin korka korka tasavvur
etmiş olduğu ahiret gibi bir şeydir. Acı bir deniz kenarında, siyah, ıslak,
sanki karaya vurmuş bir gemi enkazı gibi büsbütün batmayı bekleyen ve buranın
yegâne sesleri olan müşteki rüzgârları dinleyen bir yer! Bir şehrin manzarası
gibi az çok maddi şeyler bile hep gönlümüzün içindeki renklere bürünen
bukalemunlardır. O zamanın hâlet-i ruhiyesine göre burası yani Sinop, vatanın
bir köşesi gibi sevilecek bir yer değil, bir mahbestir. Ahmet Kerim de burada
yaralı bir kuş gibi, artık ruhunun kanatlarından istifade edemiyor, hep yerlerde
sürükleniyor. Artık onu Allah, insanlar ve kendisi de terketmişlerdir ve o her
şeyi, hattâ mazisini muhakeme ettiği geceyi ve kendi hakkında verdiği hükmü
bile unutmuş; her şeyden ümidini kesmiştir, hattâ kendisinden bile!
Hem asil, hem zayıf ruhlu zavallı Ahmet Kerim! Âşık; vatan,
hak ve hakikat muhibbi, zarafet, sanat ve medeniyet amatörü, ayrı ayrı
muhabbetlerle çarpan ne çok kalbleri vardı. Fakat bakınız işte muhiti ve
hayatı bütün bu kalblerini birer birer ya zehirlediler, ya vurdular. Şimdi bu
menfa hayatı bu zarif genci fena halde kabalaştırıyor. Onu içkiye ve her türlü
âdiliğe alıştırıyor, şimdi biz artık eski hülyalarını göremeyen bu sönmüş gözlerin
karşısında bu viran ruhta susmuş olan eski musikileri düşünüyor ve onlara
acıyoruz.
Bu genç bir gün annesine bir mektup yazmak isteyince elinin
titrediğini görüyor ve gençliğinin bu hüzal ve tereddisi karşısındaki eski
şuuru bir parça harekete gelerek “Eyvah! Ben bitmişim!” diye hüngür hüngür
ağlamaya başlıyor. Ve işte Hüküm Gecesi de böyle bitiyor. Bu haddizatında
hepimizi mütemadiyen âdeme sevk eden küçük inhizamlardan biri, bizim bildiğimiz
eski Ahmet Kerim’in ve onun bizim bildiğimiz eski hayatının bir zevalidir.
Evet, şimdi Ahmet Kerim eski ümitlerinden, ruhundan isti’na ediyor. Fakat bu
isti’na menfa hayatının muvakkat bir neticesi değil midir? Ahmet Kerim’in
gençliği geçtiyse de hayatı devam ettiğinden, Yakup Kadri, ondan son ümidi
kesmemeli ve bizim ümidimizi de kesmek istememeliydi. Ebedi “Makber”inde:
“Yok ölmeden ölmenin lüzumu”
diyen Abdülhak Hamid’in sözü ne kadar muvafık ve hayata taraftar bir
hamledir! Ümidimizi kesmeyelim, Ahmet Kerim belki bundan sonra da kendisinde
yeni bir hayat hamlesi bulabilecektir. Ziya Gökalp’ın ümidine biz de iştirak
edebiliriz. Nasıl? Ruhuna doğmuş olan o eski yıldızın ziyası hiçbir mahsul
vermeyecek miydi? Artık ondan hiçbir haber alamamak bu kitabın sonunu daha
ziyade karartıyor. Binaenaleyh Ahmet Kerim’in bu ağlayışından sonra da hayatta
ne olduğunu merak etmek hiç de âdi bir şey değildir ve Yakup Kadri istese
kitabına “mabadı var" diyebilirdi. Hattâ belki zihnen bunu söylemiştir ve
belki de bu Ahmet Kerim’in hayatının mabadını böyle ikinci bir “siyasî roman”da
yazacaktır.
Ahmet Kerim bundan sonra ne olmuştur? Muhaliflerle beraber
İstanbul’a dönmüş, burada, Mütareke senelerinde, nâzır veya zengin olmuş ve
sonra tekrar nefyedilmiş veya firar etmiş midir? Hâlen bir gazete idarehanesinden
bir ötekine mi sürükleniyor? Yoksa şimdi bir mebus, bir vekil mi olmuştur?
Yeni bir mefkûre, yeni bir aşk bulmuş mudur? Bunları bilahare belki öğreneceğiz.
Bu kitabı kapadığımız zaman vaktiyle bu gencin gönlünde bir
“ser” içinde yetişmiş çiçekler gibi açılan hakikat, hakkaniyet, zarafet,
sanat, muhabbet hülâsa medeniyet hislerinin böyle solup kurumamak için ne
âsude zamanlara, ne ılık bir havaya; nasıl ihtimama, dikkate, sıyanete, hülâsa
nasıl yine medeniyete ihtiyacı olduğunu düşünmeğe dalıyoruz.
Bildiğimiz bir zamanın, daha pek yakın bir mazinin bütün bir
ifadesi olan Hüküm Gecesi eski zaman evlerinin geniş odaları gibi
ruhumuzu tevsi edecek ve hâtıralarımızı barındıracak sahifeleriyle sanıyorum
ki, edebiyatımızın eskiden beri tanıdığımız mühim ve klasik eserleri yanında
şimdiden mevki alıyorve sanıyorum ki, ne zaman ona avdet etsek mazinin
musikisini duyacak ve hassasiyetimizin arttığını hissedeceğiz.
[ Milliyet gaz.; 26 Mart 1928 ]
HÜKÜM GECESİ NİN
ÜSLÛBU VE LİSANI
Yakup Kadri’nin Hüküm
Gecesi pek halâvetli bir
üslûpla yazılmıştır, öyle ki bu sahifelerin çoğu lakayt bir tarzda
okunulamıyor. Zira naşirin sanatı kârii muttasıl mütehassis etmeyi biliyor ve
ona güzel bir nesrin verdiği en yüksek zevkleri bahşediyor.
Bu üslûp, gelişigüzel bir sühûletle akan kolay,
kusursuz fakat şahsiyetsiz bir üslûp değildir. Malumdur ki lisanın sarf ve
nahv itibariyle doğruluğu başka, güzelliği büsbütün başka bir şeydir ve büyük
muharrirler lisanlarında hattâ addolunacak hiçbir hususiyet irâe etmeyen
muharrirler değil, ilk önce belki yanlış diye telakki edilecek hususiyetlerini
bile lisana mal eden birer şahsiyet sahibi olanlardır, işte güzel ve hususi bir
üslûp ancak bunlara vergidir.
Her büyük muharrir kendi ruhundan gelen bir
sesin ilhamını dinleye dinleye onun emri altında yazıyor gibidir. Bütün yazılar
sanki kendisine nazil olan bu güzel sesleri tatmak, bize duyurmak içindir. Onun
farkına varmayan deryadil ve sathî karilerin değil, fakat yarı edebî bir hars
sahibi olanların tasannu addettikleri işte bu derin samimiyetten gelen, bu
ruhundan gelen seslerdir. Ve işte bunun içindir ki asıl büyük yeni bir üslûp
sahibi muharrir bazen yanlışlar yapmada namzet ve mahkumdur. Tashihi pek kolay
olan bu yanlışların karşısında siz ihtimal ki şaşarsınız. Fakat o bunları
zaruri addediyor, çünkü ruhundaki âhenge uymak ve ona vasıl olmak gayesiyle
meşguldür; kendi yazısından istediği şey ruhundaki bu mühim ve gizli âhengin
bir ifadesinden ibarettir. Hattâ denilebilir ki böyle muharrirler cümlelerini
okuyanları ikna değil, kendilerini bir de tam bu musikiyi sevecek bir
hassasiyette olanları temin için yazarlar.
Yakub Kadri’nin de böyle bariz suretde
hususi bir lisanı kendisine mahsus bir uslûbu vardır. O mesela “renklerin ve
seslerin ebedî bir sükût ile sustuğu ve haclede benzi sapsarı gelinin buz gibi
ellerini elleri içine alıyor ve onunla başı yok sonu yok; ve onunla bir
nehirden daha uzun bir hasbihale dalıyordu. Ona ne söylüyordu, fakat söyledikçe
bir inşirah duyuyordu. Her hasbihalin sonunda sanki bol bol, sanki kana kana
ağlamış gibi oluyordu.” dediği zaman bu uslûbun hususî güzelliğini bir musiki
gibi duyuyoruz.
İşte “Yakub”un sesi diyebileceğimiz bu
mevzun edanın ve kendi kullanacağı bir tabir veçhile bu “ritmin” iktizasından
olduğu zaman, muharrir her hatayı kabul edecektir. Anlaşılıyor ki Yakup Kadri
yazarken muttasıl dinlediği ve hiç bozmamaya imtina ettiği bir âhenkle
meşguldür. Bu derunî musiki iktiza ettikçe bütün lisanî hakikatleri feda
ediyor, irtikab ettiği hatalar varsa hep onun uğruna irtikab etmiştir. Yazarken
dediği kendine mahsus bir musiki vardır, yazmaktan muradı onu duymak ve
duyurmaktan ibarettir. Yazık ki bu gizli ve hususi musikiyi kârilerin en çoğu
hiç duymayacaklar, yazık ki bazıları onun birtakım hususiyetlerinden belki
rahatsız olacaklardır. Fakat sanatkâr işte her şeyi, hatta lisanının vuzuhunu
ve doğruluğunu bile duymakla mest olduğu ve duyurmakla mest etmek istediği bu
âhenk, bu “ritm” aşkına feda edecektir.
Bu hususta küçük bir misal olmak üzere Yakup
Kadri'nin birçok yerlerde “hikâye-i mazi” sigası yerine "dir” edatını
israf ettiği gösterilebilir. Mesela bir yerde maziyi hikâye ederken “Bereket
versin ki kabutun iç tarafı Samiye’nin dediği gibi halı döşeliydi” demiyor
“döşelidir” diyor. Zannetmem ki bundan maksadı bu yer hâlâ halı döşelidir demek
olsun. Zira bu halı belki çoktan kalkmıştır. Fakat muharrir cümlesine uygun gördüğü
bu “dir” edatının verdiği âhenkten ayrılamaz. Madem ki matlub olan âhengi temin
edecektir, bu “dir” onca elzemdir. Bütün bu güftelerin birer bestesi vardır ki
ona bir türlü dokunamaz. Büyük bir muharrir olmak kolay mı sanıyorsunuz? Zaten
ihtimal ki onun Ahmed Kerim’den vesair şeylerden, bizlerden ve hatta
kendisinden bahsedişi de yalnız bu âhenkte cümleler hürmetinedir. Hattâ yalnız
o dünyaya bile bilhassa böyle cümleler yazmak için gelmiştir. Aynı rüzgârlara,
aynı med ve cezire tabi olarak yan yana, arka arkaya gelen ve bize his ve fikir
veren cümlelerini aynı intizam ile getiren mevcelerin bu suların âhengini
duyuyorum ve sanıyorum ki bu uslûbun müstesna musikisini en çok hissedenlerden
ve sevenlerden biri de benim.
Ancak, bu güzel üslûp içinde zevki cidden
tahriş eden bazı noktalar var ki bunları da kaydetmek istiyorum. Zira Yakub’un
sesine, bu nesrin musikisine hiçbir halel gelmeden bu kusurlar tashih
edilebilirdi zannediyorum.
Evvela denilebilir ki Yakup Kadri bu
husustaki cereyandan hariçte kalarak lisanını sadeleştirmek lüzumunu hiç duymuyor.
Ve "Erenlerin Bağından” naşiri o zarif, o güzel Kiralık
Konak romanındaki nesrine
nisbetle şimdi Arabi ve Farisî kelimelerle belki daha ziyade ağırlaşmış bir
lisanla yazıyor.
Saniyen, görülüyor ki bu ıstılahlı,
terkipli lisana garip bir ilave olarak bir de birçok Fransızca kelimeler
kullanmak lüzumuna kâni’ oluyor.
Lisana ya hiç girmemiş ya isti’mâlden
düşmüş veya düşecek bütün kelimeler teessüf olunur ki az zamanda Yakup
Kadri’nin bu güzel nesrini de bazı emsali gibi ihtiyarlamış gösterecektir.
Evet, Yakup Kadri’nin üslûbu, kendi revş-u edasını o
demin bahsettiğimiz âhengini bulmak, ona ermek için eski edebiyatın öğrettiği
birçok kelimelerin lezzetini hâlâ dahi fedâ edemiyor ve divanların şivesinden
ve tadından istifade etmek istiyor.
Diyebiliriz ki mânâlarını, kokularını ve
ruhlarını hissettiğimiz, âhenklerini ve renklerini beğendiğimiz bu kelimelerin
bir kısmını biz de pek severiz. Fakat şüphe yok ki aynı zamanda bugünkü lisanı
sadeliğe doğru götüren cereyanı da anlıyor ve seviyoruz. Bu muhabbeti o zevke
feda edemeyiz. Ben eminim ki Yakup Kadri nesrinin o güzel âhengine hiçbir halel
getirmeden şimdi isti’mâl ettiği birçok Arabî ve Farisî kelimelerin yerine
bunların Türkçe’lerini kullanabiliyor, lüzumsuz ve faydasız birçok terkipleri,
vasıf terkipleri hele o Fransızca kelimelerin çoğunu da hiç kullanmayabilirdi.
Bunlar bu selîs nesrin umumi âhengine yardım edeceğine onun âhengi içinde
sürüklenen güzel bir sihir gibi akan ve ruhumuzu beraber sürükleyen birtakım
kuru dallar, birtakım yabancı unsurlar gibi kalıyor.
Filhakika birçoklarımız bilhassa Yakup
Kadri’nin neslinden olanlarla o nesle tekaddüm edenler hâlâ daha çok ıstılahlı
bir lisanla konuşuyoruz. Filhakika çoklarımız için konuşurken Fransızca
kelimeler kullanmak da babalarımızdan kalma bir itiyad halindedir. Fakat
konuşma lisanımızın bu laubaliliklerini ve bu kusurlarını yazılarımıza bilhassa
böyle itina ile yazılmış edebî nesirlere de geçirmeli miyiz? Bilakis bugünkü
cereyana göre mümkün olduğu kadar sadeliğe doğru gitmeli değil miyiz? Bir
lisana edilen itina nisbetinde ondaki lüzumsuz yabancı birtakım kelimeler ve
unsurlar ayıklanmış olmalı değil midir? Lâkin bugün maatteessüf birçoklarımızın
bu suallere menfî cevaplar vermeye taraftar oldukları görülüyor. Gerek terkipler
gerek her lisandan yabancı kelimeler isti'mali gerek sair bazı garabetler için
Yakup Kadri’nin bu eserinden alınacak misaller bugünkü lisanın umumi tezebzübü
hakkında birer numune teşkil edebilir. Zira bunlar ona has bir hususiyet
değil, hemen hemen umumileşen garabetlerdir. Ve işte bütün bunlar için
diyeceğim ki, itikadımca bu eser, uslûbunu o kadar beğendiğim, sevdiğim,
medhettiğim bu eser bile bugün lisanımızın içinde bulunduğu buhrana âdeta bir
numune olacak. -Yakup Kadri bize bir lisan akademisi mutlaka elzemdir dememiş
miydi?- İşte bu fikrin bu lüzumun ispatı için bir misal teşkil edecek bir
tarzda yazılmıştır. Yakup Kadri’yi bugün yazan muharrirler içinde belki en
kuvvetli şair telâkki ettiğim içindir ki lisanımızın şimdiki tezebzübü
geçirdiği istîhâle ve onunla meşgul olmak üzere bizzat kendisinin dediğ gibi
mutlaka bir akademi teşekkülünün lüzumu hakkmdaki bu düşüncelerini ondan yani
en yüksekten aldığım misallerle tevsîk etmek istiyorum.
Evvela düşünelim ki lisanın hudutları Arabî
ve Farisî lügat kitaplarından lisanımıza geçen kelimelerin istilâsına evvelden
beri olduğu gibi açık kalmakta devam etmeli midir? Yakup Kadri en eskimiş ve
artık metruk kalmış. Öyle ki bize büsbütün yabancı gelen kelimeleri bile bazen
kullanıyor ve biraz daha me’nûs olan Arabî ve Farisî kelimeleri ise kaleminden
hiç düşürmüyor. Her nedense bilhassa Arapça cemi’ şekillerini kullanmayı
tercih ederek bunları kesretle isti’mâl ediyor. Âdeta bir tek kelime teşkil
edip klişe hâline girmemiş olan terkipleri de kullanmaktan çekinmiyor ve
bunların bazısını sık sık kullanıyor. Halbuki böyle terkipler kullanmaya
tamamen taraftar olmadığı ve bu meselede bir prensibe sahip bulunmadığı şununla
anlaşılıyor ki bunları kullanırken bazen yabancı telâkki ederek mesela
“şihâb-ı sâkıb”ı tırnak içine alıyor, halbuki bilakis bu klişe hâlinde
müsta’meldir. Ve “müşareket-i efkâr”ı tırnak alıyor, acaba neden? Madem ki
diğer terkibleri tırnak içine almıyor!
Saniyen, düşünelim ki lisanımız diğer
cephesinden -deminki Şark cephesinden sonra Garp cephesinden diyelim- yalnız
beynelmilel birer kelime olmuş bazı fennî, İlmî ve bediî ıstılahların değil
fakat rastgele birçok ecnebi kelimelerinin, bilhassa Fransızca kelimelerin
istilâsından açık bulunmalı mıdır? Yakup Kadri evvelce bazı Fransızca
kelimeleri aynen tercüme ile bunları yeni mânâlarda kullanırdı. Mesela:
“Erenlerin Bağından” da, müyenaj = ezmine-i mutavassıta için “orta yaş” diyordu.
Şimdi hattâ böyle tercümelere bile lüzum hissetmeyerek istediği Fransızca
kelimeleri doğrudan doğruya kullanmakta hiçbir beis görmüyor. Hüküm Gecesi’ndeki siyasî ve İçtimaî kelimeler
hemen hemen hepsi Fransızcadır. Fakat mühim bir kısmının Türkçesi esasen
mevcut olan bu kelimeleri kullanmakta ne mânâ vardır? Gaye sanki nedir? Bu da
bir nevi tasannudan ibaret değil mi ve bunun lisana birçok mazarratları yok
mudur? Lisan canlı olan ve yürüyen bir şeydir. Bizi sürükler, nereye gideceğini
de bilemeyiz. Yakup Kadri onu alafrangalığa götürmek istiyor. Bir lisanda bu
kadar ecnebi kelimeye yer olmalı mıdır? Hele bizim lisanımız için bu cidden
elzem midir? Hiç de zannetmiyorum. Çünkü mesela bu kelimelerin birçoğunun
Türkçe mukabilleri mevcut olduğu görülüyor, öyle iken bunların isti’mâli
nedendir? Abdülhak Hamid’in dediği gibi bu:
“Bir tarz-ı Acemide Frenkâne
Türkçeler"
Esasen Yakup Kadri’nin bu ecnebi, Fransızca
kelimeleri kullanmakta hangi usule tabiiyyet ettiğini anlamak bir türlü kâbil
olmuyor. Belli oluyor ki kendisi de kelimeleri lisanın öz malı telâkki
edemiyor ve bunları nasıl kullanacağını bilemeyip şaşırıyor. Muharririn bu
hususta riayet edilecek bir kaide bulmamış olduğuna en büyük delil bu
kelimeleri bazen oldukları şekilde bazen Türkçe’leşmiş şekillerinde ve bazen
büsbütün kendisine mahsus bir surette tabir ederek, kâh tırnak içinde kâh
tırnaksız olarak kullanmasıdır.
Anlaşılıyor ki lisana rastgele ecnebi
kelimeleri ithal prensibi esas olarak kabul edilince ortada tamamen “fantezi”
hakim olacak ve bütün tatbikatında tesadüf edilecek garabetler artık işin
hikmetinden sual olunamayacaktır.
[ Milliyet gaz.; 31 Mart 1928 ]
Bu defa neşrettiği ilk kitabı, Alev isimli roman Ali Zeki O Bey’e en muktedir
ve ma’rûf hikâye-nüvislerimiz arasında bir mevki’ kazandırıyor. Alev bir aşk hikâyesi... Ve belki haddizâtında
kalplerde bir müddet gençlik gibi parlayıp gençlik gibi geçen aşkın, bu Alev’in hikâyesidir. Muharrir bu güzel aşk hikâyesini
eserin mâhiyet ve sâflyesini ihlâl eden o mâ-lâ-yutâk tafsilattan kurtarmış ve
yalnız mevcut olan canlı sahifeleriyle bırakmış. Kısa bir roman değil, uzunca
bir hikâye şeklinde yazmış olsaydı bu eser ne kadar daha güzel olacaktı!..
Evet, elimizde pek güzel bir aşk hikâyesi olacaktı, l’tiraf etmeliyiz ki bâzı
sahifeler her bir kıymetten mahrumdur ve muharriri tarafından saklanmaya değer
addolunmamalıdır. Çok güzel sahifeler yanında bu çok zayıf sahifeler
bulundukça Ali Zeki Bey’e kaleminde gayr-i musâvi bir kuvvet olan bir muharrir
demek doğru oluyor. Eserin diğer bir mühim bir husüsu aşağıda göreceğimiz
veçhile en esaslı bir sahnesinin bizce hâl ve kabul edilmesi pek kolay olan
esbâbının sonraya bırakılmış olması gibi sırf tahkiyeye ait bir hatanın onun
tabiatini ihlâl ediyor gibi te’sir etmesidir. Fakat bu hikâyeyi kazasından
ziyâde o tafsilat zevki bozuyor. Filhakika meselâ ilk sahifede Kadıköyü’nden
Ada’ya giden vapurun köprüden beş buçukta kalktığını nafile yere öğrenmesek
daha iyi olurdu.
Yalnız aşkın sırrına karışan ve esrarlı
muhitinde geçen şeyler... Bunları nakleden sahifelerdir ki bizi mütehassis
ediyor. Ali Zeki Bey’in bunlara tabii surette kahramanlık yaptırıyor ve onlara
bunun için bir alâka duyuyorum. Bu hikâyede aşkın hayat ve tabiatlere te’siri
hakkında iyi psikoloji tahlilleri var. Ve bablarından birinin serlevhası olan
“Aşk Kurbanları” cümlesi bütün hikâyenin ikinci unvanı olmaya lâyık: Çünkü
burada hep aşkın kurbanlarını görüyoruz.
Sedâd bir genc-i Neyyire’ye bir tazeye
tesâdüf ediyor. Ve aşkın füsûn-ı ruhlarına te’sirini biribirinin vasıtasiyle
icrâ ediyor. Ve artık her şey aşkın mûcizesi içinde geçtiği gibi esrarlı ve
mukavemetsüz oluyor. O zamana kadar lâkayd bildiğimiz Neyyire’yi değişmiş ve
yeni, Sedâd’ın gizli bir mektubunu alıp odasına kaparak bunu helecan ile
okurken görüyoruz. Ve nazarlariyle çamların fısıldayan dalları üstünden ışıksız
penceresinde Sedâd’ın muzdarip gölgesini sezerken görüyorum. Ve piyanosunun
başında müstağrak gencin bir muvâfakat cevabı olmak üzere beklediği melodiyi
herkes üstünden uzaktaki Sedâd için çalar ve kalbinin kapılarını ona açarken
görüyoruz. Bizi bu sahneler mütehassis ediyor.
Sedâd, Ada’dan birkaç gün için ayrılıyor.
“Nazarımda artık çamların renkleri soldu, boyunları büküldü, sayhaları kesildi
gibi geliyor” diyor. Neyyire ve Sedâd o zamandan beri bu dünyânın geceleri
uyuyamayan yolcularından biri oluyor. Ve aşkın elinde zebûn yaşıyanların bu
hikâyesi pek güzel!..
Bu gençler bu tâze ilk mülâkatlarında aşkın
ilk telâkkilerinde çok kere olduğu gibi tamamen gülünç görülüyorlar. Bu
mülâkatı bize Neyyire anlatıyor. Diyor ki, Sedâd’la karşı karşıya gelince
kaçmak istemiş, fakat bulunduğu noktaya mıhlanıp kalmaktan başka çare
olmadığına hükmetmişti ve “Sedâd ise muttasıl bastonla durduğu yerden bir çam
kozalağını kovalıyor ve gülümsüyordu” ve Sedâd elini uzatıyor “Ben ise o anda
bir eşkiyâ çetesinin tecâvüzüne mâruz kalmış gibi korktum” ve “şaşkın ve alık
bir (yerden temennâ) ile cür’etini kırmak istedim: Heyhat elimi onun iki sıcak
avucu arasında hissettim” diyor. Sedâd bütün cür’etiyle berâber titrek, yorgun
ve biraz da mağrur bir sesle söylüyor ve söylediği üç kelimeden sonra bütün
kuvvetini sarfetmiş gibi bîtab kalıyor. Neyyire’nin bir cümlesine bu defa
yalnız kaşlariyle “hayır!” diyebiliyor. Ve bir sükût başlıyor. “Bu sükût benim
için vahşi bir uçurum mânâsı ifade ediyor. Bu sükûttan, beni harâb edecek bir
kıyâmetin kopmasından korkuyordum. Bunun şiddetinden kendimi korumak ihtiyâcım
duydum.” Bu 72,73’üncü sahifeler mükemmel, eşhâsının böyle gülünç gözüküşünü
muharrir arzu ettiyse mükemmel. Hâfizamızda şimdi uzaktan biraz gülünç
bulduğumuz biriyle manzaralar vardır.
Sedâd Neyyire’ye zımnen nişanlanıyor. Ve
tahsilini ikmâl için Lyon şehrine dönüyor. Orada ise yeni bir münâsebet başlıyor.
Bütün bu macerâ hikâyede hakikatin, hayâtın tabii kuvvetini gösteren bir
surette mükemmel târif ve izah olunmuştur. Kari’ burada hiçbir şeye şaşmıyor.
Yeni bir münasebet başlıyor, mukâvemet edilmez ikinci bir aşk... Muharririn
buna tahsis ettiği sahifeler (117 ve 118) eserin en güzel sahifelerindendir.
Yazık ki burada bunları zikir, ne de icmâl etmeye makalenin hacmi müsâit
değil. Evet, buna şaşmıyoruz. Sedâd yalnız değil Christine ile birlikte avdet
ediyor. Bu avdet ve Christine’in İstanbul’u ilk görüşündeki hisleri pek güzel
yazılmış.
Fakat burada hikâyenin büyük bir kusûriyle
karşılaşıyoruz. Sedâd avdet eder etmez askere alınıyor. Christine hamile. Ne
âilesine dönmeye, ne otelde yalnız kalmaya tahammül edemiyor. Ve onun intihar
etmek arzusu karşısında Sedat bir deli gibi, avdetinden beri daha görmediği
Neyyire’yi tâkip ile doktorun odasında karşısına çıkıyor ve ilk hitâbında ona
ne söylüyor biliyor musunuz? Avrupadan berâber getirdiği bir madamı yâni
Christine’i evine alarak himâye etmesini ricâ ediyor!..
Haddizâtında bir hiss-i tabii, muhik,
ma’kul ve pek güzel! Bu zavallılar hissediyorlar ki hayatta yalnızdırlar, velev
muvakkat bir zaman için olsun, bir kalbi bir kalbe, bir tâli bir tâli’e rabt
eden aşk olmazsa yalnızdırlar ve hissediyorlar ki ancak sevene itimat
edilebilir. Ancak sevilen için fedakârlık edilebilir. Demin söylediğim gibi bu
eşhâs birtakım zayıf çocuklar ki bize akrabalarınız gibi geliyor ve hamile bir
kadın taşıyan bu genç, hayatta mağlup, askere gidecekken yeni haremini eski
sevgilisine bırakmaya karar veriyor!
Fakat hiç iyi anlatılmamış! Bakınız azizim Ali Zeki
Bey, işte burada hiçbir tafsilât zâid olmazdı. Yazdığınız sahifeler belki bir
piyeste iyi bir sahne olabilir. Çünkü güzel görülen hayat çok şümullü
anlaşılır. Lâkin romanda bu müracaatı mâkul gösterecek izâhat bize evvelce
verilmiş ve eşhâsın tâbi oldukları hisler bizce daha ziyâde anlaşılmış
olmalıydı. Neyyire bizim de münasebetsiz bulduğumuz bu teklifi reddettiği
zaman sözüne derhal hak veriyoruz. Ve bundan sonra bize mâsum ve biraz safdil
gibi sevimli gelen muharrir “Neyyire ise Sedâd’ın kalbini görmek istemeden
yalnız yüzüne baktı ve mağmûm alnında gördüğü felâket gölgesini gaddar bir
sille ile yüzüne çarparak daha kara yapmak istedi. Halbuki Sedâd o dakikada
söylenemeyen elemleri taşıyan bedbahd kurbanlara lâyık bir merhamete muhtaçtı.
Neyyire ise bu merhameti bile esirgedi.” dediği zaman ona hiç de hak
vermiyoruz. Buna mecâlimiz kalmıyor. Sedâd’ın merdivenlerden inişini bir sükût
şeklinde görüyoruz. Fakat bu sükut bize Neyyire'nin değil, doğrudan doğruya
Sedâd’ın kabahati gibi gözüküyor.
Ve Neyyire ile birlikte biz de şaşıyoruz. Acaba
Sedâd’ın bu müracaatı, vaziyeti bize tamâmiyle malûm olduktan sonra hikâye
olunmalı değil miydi? Acaba “ikinci sene" kısmına geçmiş birtakım
tafsilâtın yeri târifen ait oldukları “birinci sene” kısmında değil miydi?
Reddine sonra nâdim kalan Neyyire “Sedâd Bey pek acele etti.” demekte ne kadar
hakkı var! Acaba Sedâd Neyyire’ye yazsaydı daha muvâfık olmaz mıydı? Neyyire'ye
ancak başka izâhattan sonra bu ricâda bulunabilirdi. Geçirmiş olacağı buhran
esnâsmda bunu düşünmeli değil miydi? Bütün bu noktalar izah ve halledilmeye
şunun için değer ki, hikâyenin rûhunu değilse iskeletini teşkil ediyor. Hikâye
Sedat’ın garip bir kabahati üzerine, gaflet ve hatâsı üzerine istinad ediyor
gibi görünmemeliydi. Bu, kubbeyi tutan pek az sağlam bir temel oluyor.
Bundan sonra Neyyire’nin reddi karşısında
Sedâd’ı, hayâtının ilk büyük kâbusu içinde intihare etmek isteyen Christine’i
ve intihar etmek isteyerek kendisini düşünürken bile Neyyire ile geçen müşâkatlarını
hatırlar ve bu aşk için ağlarken görüyoruz ve bu pek güzel!..
Sonra Neyyire ile Sedâd sükût içinde
bakışan gözlerle biribirinden ayrılıyor. Ve kendilerine rağmen akan gözyaşları
birbirini selâmlıyor ve bu pek güzel!
Sonra Neyyire reddine nâdim olarak Sedâd’ın
sevdiği bu kızı kurtarmak emeline düşüyor. Christine'in yattığı hastahâneye
koşuyor. Ve Christine, aşkın tılsımıyle, Neyyire’nin mendilinden eskiden
Sedâd’ın üstünde bir eşini bulmuş olduğu markalı bir mendilden, onun Sedad’la
râbıtalarını sezer gibi oluyor ve Neyyire’nin buna rağmen kendisine bu
muâmelede bulunuşuna karşı hayretinden bir istiğrâka düştüğünü söylüyor ve bu
iki sevdâzâde tazenin, aşka râm olan bu iki tâli’in murâfaası, bu ecnebi kızın
yabancı, esrarlı hissettiği bu memleketi rakibesinin mümtâziyyeti arasından
sezişi ve Neyyire’nin günahını çıkarttığı sözlerden sonra taaccüblerini
söyleyişi, bütün bunlar pek güzel!
Ve Neyyire bitâb-ı aşk “Allah’ım! Bir daha
onun yüzünü bana gösterme, ne bu dünyâda ne de ahirette beni onunla karşı
karşıya getirme Yârabbi!” diye dua ediyor ve bu pek güzel!
Bizzat Christine’in dediği gibi “inkâr
etmeyiniz ki aşkın böyle sürprizi olur!”
Artık Neyyire evvelce istemediği bir kocaya
varıyor. Christine’in hastahânede vefatını ve bunlardan çok sonra Sedâd’ın
dükkânların camlarında gördüğü jarselerden hâlâ daha Neyyire’yi hatırladığını
öğreniyoruz. Fakat muharrir bize “insanlardan ziyâde mümit ve lütufkâr olan
zaman”dan bahsetmişti. Neyyire son satırlarda hâlâ ağlıyor, fakat yaşlarını ne
refikasına ne de kocasına göstermemek için küçük çocuğuyle yüzünü örtüyor. Ve
bu hatime pek güzel!.. O ağlıyor, fakat biz hissediyoruz ki mutavassıf bir
hayat herkes için kabil olacak. Kalplerdeki alev söndü. Cennette ayrılan
Adem’le Havva toprağın yavan hayâtını yaşayacaklar ve habersiz bir günâhın
cezasını çekecekler. Artık beğendiği bir çiçeği kokladığı, saadete doğru bir dâvet
gibi gelen bir vapur sesi duyduğu, dünyânın daha güzel, hayâtın daha tatlı
olduğu zamanlarda kendine rağmen içini çektikçe, Neyyire, kalbinde gizlenmiş
bir yara duyarak Sedat’ı hatırlayacak ve hastalansa Sedâd’ı sayıklayacak, fakat
kalbinde yaşayan bu sevgilisinden uzak, onu hiçbir zaman düşünmemeye azmeden
bir irâde ile, hayâtında şeriki telâkki edeceği kocasının yanında dul bir kadın
gibi yaşayacak.
Lâkin Neyyire için ne kadar korkuyoruz.
Hayatının bahân solduğu ve aynasının içinde hazânın gelişini gördüğü zaman
aşkını kurban ettiğine nâdim olmayacak ve bu kurban edilmiş aşkın nedâmetiyle
âdi bir fırsatla ahlâkının safvetini ve hayâtının selâmetini ona kurban
etmeyecek miydi?.. Bir kahramanlık ettikten sonra kahraman gibi kalıp yaşamak
ve ölümü bir kahraman gibi kabul etmek, biliriz, güçtür.
Ali Zeki Bey’in lisânı terkiplerden
kurtulmuş. Bunları eşhâsına kullandırmaya mecbur olursa kavis içine alarak
(klişe) gibi telâkki ediyor. Yalnız bir iki tane kaçırmış: "Meşime-i
lütf”, (aks-i hayâl). Fakat terkiplerden kurtulan bu lisân hatâdan da sâlim
değil. Ancak bu yolda yanlışlara o kadar alışığız ki hiç şaşmıyoruz.
Bazen, daha sâde kelimeler aramak belki
lâzımdır. Belki “Haziran hidâyetlerinde idi” yerine "Haziran ibtidâlarında
idi” demek mürecceh olur ve “Ruhumun melâya eser aşkı” yerine daha müsta’mel
bir kelime kullanmak lâzım gelir.
Bazan cümlesinin kelimeleri nâ-tamam
kalıyor. 21’inci sahifede “Muvaffak da olurdu.” diyor. Lâkin neye muvaffak olduğunu
yazık ki söylemiyor. 23’üncü sahifede “Fakat olmadıktan sonra!” diyor. Lâkin ne
olmadıktan sonra? Bunu eksik bırakıyor.
Bâzen bir kelime hiç yerinde gözükmeyerek,
kullanmadığı bir kelimenin lüzûmu bir ihtiyaç gibi hissediliyor. 103’üncü
sahifede “tekme” yerinde değil, “darbe” lâzımdı.
Bâzen bir kelime pek çirkin geliyor. 47’nci
sahifede “biricik” gibi.
Bâzen de cümle maksat anlaşılmıyor gibi
karışık ve muğlak. “Sedâd caddelerde olsun kadınlara tecâvüz etmeyecek kadar
nezâket gösteren bu muhite karşı kalbinde iftiharla dolu bir his sezmeye
başlıyordu.” Fakat biz hiçbir şey sezmeye başlamıyoruz. Kadınlara tecâvüz
etmemek bir nezâket sayılamaz. Hele caddelerde tecâvüz etmemeyi nezâket telâkki
etmekte ma’zuruz. Buna karşı iftiharla dolu hiçbir his duyamayız. “Şimdi
kalpleri ergeç, fakat her halde en nihâyet öldüren” pek karışık bir cümle.
"Yüzünün hasis kan rengi” de öyle. “Uyku nâmına gözlerine bir şey
girmiyordu” da öyle.
S.80: “Meded doğuran bir an o içinde” ne
demek? S.107: Demin zikrettiğim bir cümledeki “daha kara yapmak istedi"
ne demek?..
Christine elbette Fransızca konuşur.
Sözlerini bize Türkçe naklederken acaba neden demin zikrettiğim cümlesinde Fransızca
“sürpriz” kelimesini tercüme etmeden bırakmış?..
Birkaç yerde “ara” yazmış. Halbuki buna hâcet yoktu.
"Aşağı” yazar “ara” okuyabiliriz. Mâdem ki diğer kelimelerin iştikâkına
riâyet edilerek bunlar telaffuz olunduğu gibi yazılmıyor. Bu istinâya hâcet
yoktu. Böyle suhûletler şaşırtıcı ve muzır olmaktan hâli kalmıyor.
Ali Zeki Bey kitabının sonundaki hata ve
sevap cetvelini nâtamam bırakmış. 20’nci sahife “Nokta da da kadınlardı” yanlıştır.
S.37: “babasının ona intikâl eden”den sonra “Neyyire” fazladır. S.51:
“anlardım” yerine “anlıyordum” lâzım. S.73: “nokta severdim” yerine “noktayı
sordum” elzem, s.78: “ismimle söylenmiş”, “çağırılmış” olacak, 81’inci
sahifede “Nereye gidiyorsun söylüyor gibiydi” yerine "diyor gibiydi”. Ve
bilâkis 143'üncü sahifede “Fazla yorulduğumu diyerek” yerine “söyleyerek”
yazılmalıydı. 88’inci sahifede “Ah uzaklar, vefâsız uzaklar... Uzaklar değil
midir ki ilâh...” cümleleri de yanlıştır. Uzak bir şey başka, uzaklıklar
başkadır.
Fakat lisanımız öyle berbat bir sûrette
yazılıp konuşuluyor ki velev bir müelliften sâdır olamaz bu hatâlar bizi
şaşırtmıyor. Bugün hemen bütün muharrirlerimizde böyle hatâlar bulmak
mukadderdir. Bunu mâteessüf i’tiraf etmeliyiz.
Kitabının sonunda Ali Zeki Bey tab’
edilmekte olan diğer eserlerinin isimlerini zikrediyor: “Duman - yakında
intişar edecek”, bir “Büyük Hikâye”, “Gümüş Selvi” küçük hikâyeler; “Kiliseye”,
3 perdelik piyes.
Bu kitap yokluğu içinde ehemmiyetini ilk hikâyesiyle
bu kadar iyi hissettiren bu muharririn diğer eserlerini tehâlükle bekler ve
piyesinin de tab’ından evvel medhedilen iki sahnemizin birisinde temsil
olunmasını şiddetle arzu ederim.
[ İleri gaz.; 9 Nisan 1337 (1921) ]
Dizinde bir illeti olan bir çocuk hastaneye
gidip geliyor. “Sana ameliyat lâzım!”
diyorlar. Akrabasından olan ve o yaşlarda mutat olduğu gibi, tanıştıkları için
biribirlerile seviştiklerini zannettikleri bir kızın evine misafirliğe gidip
bir müddet kalıyor. Kız başkasile nişanlanıyor. Kendi hastalığı artıyor. “Ayağını
kesmek lâzım!” diyorlar. Hastanenin 9’uncu hariciye koğuşuna girip yatıyor ve
yeni bir ameliyat ile kurtularak ayağı kesilmeden hastaneden çıkıyor.
İşte roman yazmağa alışkın bir muharririn
daha cazip bir mevzu aramağa lüzum görmeden bize hikâye ettiği vaka bundan
ibarettir. Edebiyat vadilerinin en engin ve zenginlerinden biri olan roman bir
meddahın samileri eğlendirmek için söyleyiverdiği bir hikâyeden ibaret
değildir. Bir san’atkârın belki hayatında ve herhalde ruhundan ve
muhayyelesinden kopan bir hayat parçası, bir şuurda tekevvün ederek bir san’at
eserinin sayfalarında yaşamağa muhtaç olduğu için doğan bir eserdir. Gerçi
roman için muayyen ve tek bir şekil yoktur, romanı bir tek kalıp içine almak ve
bir düstur içinde tarif etmek mümkün değildir. Eşhâsı çok olan ve -mesela
Stendhal’inkiler gibi- karışık vakaları bir çok yer tutan romanlar da vardır
ki edebiyatta mühim birer mevki işgal etmişlerdir. Fakat bir romanın kıymet ve
ehemmiyeti o kadar vaka ve hikâyede değil, lâkin duyuş ve duyuruştadır ki işte
bir san’atkâr elile yazılmış bu hikâye, vakanın fikdânına rağmen, samimi ve
canlı görünüyor ve bizi kendine alâkadar ediyor. Halbuki bir hakikat hissi
vermekten ziyade gûya merakını tahrik etmek isteyen hikâyeler mücerret ve
umumî olarak mevcudiyetleri iddia edilen roman usullerine ve kaidelerine ne
kadar muvafık bir tarzda tahkiye edilmiş, ne kadar mükemmel uydurulmuş ve
bağlanmış olursa olsunlar, çok kere bize abes ve mânâsız yazılar gibi tesir
ediyor. Ve işte biraz ciddi olan, doğru düşünmeyi istiyen ve iyi hissetmeyi
seven kârilerin nezdinde romanın itibarını düşüren de öyle yazılardır.
Bu romanın muvaffakiyeti ise adeta
“otobiyografik” bir hikâye, bir itirafname hissini verişindedir. Muharrir
burada gûya kendi hatıralarını yazmakla iktifa ediyor ve bakın hayat onu nasıl
mükâfatlandırmış: Samimiyetten ve ciddiyetten ayrılmaması sayesinde eseri bir
taraftan daha ziyade şiir ve diğer taraftan daha ziyade hakikat ihtiva etmiş
oluyor. Fakat yazık ki, muharrir gûya tefrit ve ifrata düşmemek için bu iki
cazibeden kendini korumağa çalışmış gibidir. Eseri ana hatlarını bulmuşken
fazla yol almaktan, fazla ileri gitmekten çekiniyor. Biraz daha serbest ve
cerbezeli bir şiir ve biraz daha teferrüata giren ve derinleşen bir “realizm”
daha müessir ve mühimdir eser ibdama kifayet edecekti. Fakat san’atkâr taammüm
etmesi edebiyatı biraz kurutacak bir fikir ve düsturun tesfiri altında mı,
yoksa şiirini başka eserlerinde döküp burada ruhunu ayrı bir ihtiyacına ram
olduğundan mı? Her nedense kendini tutmuştur ve netice itibarile bu küçük roman
biraz çocuğumsu ve küçük bir şey görünmekte ve kârie biraz zayif bir his verip
biraz basit bir hatıra bırakmaktadır.
Gerçi bunun başlıca bir sebebi burada ancak
bir çocuk zihniyeti ile hissedilmiş hatıraların hikâyesini buluşumuz ve bu
eserin bilhassa bir çocuk ruhunun hikâyesi oluşudur. Binaenaleyh mündericat
ile eserden tereşşuh eden bu çocukluk hissinin beyninde zaten hiçbir tezat
yoktur. Hattâ eğer eserin ancak on beş yaşında olan kahramanı tam yaşma göre
olsa çocukluk da esere daha ziyade sirayet etmiş olacaktı. Kitabı bundan koruyan
şey hikâyenin doğrudan doğruya on beş yaşında biri tarafından değil ancak
çocukluğunu hatırlıyan ve o eski hatıralarına sonraki müşahedelerini ve
nokta-i nazarlarını da karıştıran biri tarafından yazılmış olmasıdır. Bir de
belki muharrir bize hastalık ve felâketin insanı çabuk yaşlandıran ve
yetiştiren birer tecrübe olduğunu da göstermek istiyor.
Fakat bu kitapta sair bazı çocukluklar da
yok değildir. Başlarını lüzumsuz yere mensur şiir parçaları hâlinde kısa kısa
kesilmiş ve bu kısımlara ayrı ayrı serlevhalar konulmuş olması ve bu
ünvanların altında da o babın metinden alman ve bazen: ‘‘Galip divarlar
uzaklaşıyorlar.” ayarında birer cümle zikredilmiş bulunması eserden çıkan bu
çocukluk hissine biraz yardım ediyor.
Muharrir kitabına hastanede iken çocuğun
almış olduğu bazı notları da ilâve etmiştir. Bunların birisinde çocuk: “Birgün
hastanelerde okunmak için bir roman yazsam ve bu notlarımı içine karıştırsam.”
diye yazmış. Fakat muharrir bu kitabı yazmış değildir. Elinin altında beşerî
ve İçtimaî mevzuların en büyüklerinden biri bulunduğu halde, muhtelif
hastaları düşünmeyor, hastalıkları ve hastaneyi daha şümullü bir tarzda tersîm
(ve hikâye etmeğe özeniyor, mevzuu gencin hastalığıdır. Yani eseri o kadar
büyük ve şümullü bir eser değil, ihtimal ki tasavvur ettiği o kitabı yazmak
için daha büyük olmak lâzım gelirdi. Esasen hastalar belki hastalıktan hiç
bahsetmeyecek kitaplar okumak isterler. Muharrir bize hastalığın maneviyat
cihetini, karanlıkta yanan ümit ışığını, sabrın, tevekkülün ve duanın insan
kalbine verdiği rahmet ve kuvveti teşrih etmiyor. Fakat bu, eserinde kaydetmiş
olduğu ince, ciddî ve haklı bazı müşahedelere tesadüf edilmesine mani olmuyor.
Bu bedbin müşahedeler bizim de görüp bildiklerimize tevafuk ediyor ve bu
itibarla biz de hikâyeciye hak veriyoruz.
Çocuk, yahut muharrir, “psikolojik” yahut Abdullah
Cevdet Beyin diyeceği gibi “psikolojik” müşahedeler yapıyor ve belli ki bunları
kaydetmeği seviyor. Hep dikkat ediyor. “Felâketlerimin başladığı saniyeyi
tanıyorum. Hiç aldanmam.” diyor. Hislerini meselâ “üçüncü halet” babında olduğu
gibi, vazihen tahlil ve irâe etmeyi biliyor. Burada hasta, ruhundan ve
vücudundan taşan hatıralar, hisler, düşünce ve duyuşlarla artık sayıklıyor.
Artık kendisi için hakikat mazi kadar canlı değildir. O tabii ve maddî bir
âlemde bulunmuyor. Kendi ruhunun mahrem ve uzak âlemine rücu etmiştir,
yatağında değil, mazisi içinde yatıyor ve gariptir ki bu âlemde bulduğu hâleti
yaşamağı da seviyor.
Bu hikâyedeki talî şahsiyetler hep
rollerini ifa edecek kadar tersim edilmişlerdir ve canlıdır ancak kitabın
başındaki anne tipi Mavi ve Siyah (Hüküm
Gecesi) gibi birçok Türk
romanlarında o kadar hassas, içli ve müşfik bir mahlûk olan anne bidayette
mükemmelen tersim edilmeğe başlanmışken her nedense hikâyenin sonlarında
büsbütün ihmal ve terk edilmiştir. Bu yazıktır, zira başta bütün bu hikâye
içinde onun şefkatini, ruhunu ve gölgesini bulmakla neler hissedebileceğimizi
duymuştuk; bize böylece bilahare unutulmayacak bir vait verilmiş oluyor.
Hülâsa bu eser hissediliyor ki bir
edebiyatperestin eseridir ve onu bundan dolayı seviyoruz. Bu mahzun kitapta
belki biraz çocukluk var, fakat hiç bir adilik yoktur. Bu kitap, meziyet olarak,
sadeliği seviyor. Hakikat burada süssüz, gürültüsüz, mütevazi ve hazindir.
Ressam modelini değiştirmek ve süslemek istemiyor ve eserden insana belki
biraz nahif ve zayıf fakat temiz, beyaz ve samimi bir his ve hatıra kalıyor. Bu
bir hastane odası ve yatağı kadar beyaz, vazıh bir kitap ve bir hikâye.
Muharririn kısa ve kesik cümleleri, hislere verdiği
vuzuh ve bu hisleri tenvir ile iktifa edip geçişi bile kitaptan çıkan beyazlık
hissine yardım ediyor. Onun hikâye ve romancılarımız arasında en düzgün ve
doğru bir lisanla yazanların biri olduğuna şüphe yoktur. Lisanı sade, vâzıh,
berrak; yalnız muttasıl mazii şuhûdî ile hâl sigalarının biribirini takip ile
karışması insanı biraz yadırgatıyor. Ve bazen kaleminin ucuna gelmiş olmasında
hiç şüphe olmıyan bir kelimeyi lüzumsuz diye kullanmakta imsâk etmesi insana
manevî cümlelerin tashihini ikmal etmemiş olduğu hissini veriyor. Muharrir eğer
lüzum görürse büsbütün kısa bir telgraf uslûbuna da müracaat ediyor. Meselâ
“Hemen bir araba, köprü, vapur!” diyor ve o zaman cümlenin sair kelimeleri
suya düşüyor.
Görülüyor ki bu makalede yalnız bu eser
hakkında bazı mütalâa ve müşahedelere yer bulunmuştur. Muharririn diğer
eserlerile ve bazı makalelerile yapılacak bir mukayese ve tahlil burada
kaydedilen bazı şeyleri tavzih ve tevsik veya tadil ve tashih edebilirdi.
[ Milliyet gaz.; 17 Mart 1931 ]
Az rastlanan, gündelik kullanımdan düşmüş kelimeler:
tevdi: bırakma, emanet etme
dûn: aşağı, altta, aşağıda
endâze: ölçek, derece
nakz: bozma, çözme, kırma, bozucu
mükeyyifât: keyif verici maddeler
mağrur:gururlu
tehalüf: birbirine zıt olma, birbirine uymama
saik: götüren
tali: talih, kısmet, şans
şehremini: belediye başkanı
tahayyül: hayal, hayal etme, hayal kurma
hodgâm: kendini beğenmiş,bencil
teşcî: cesaret verme, gayrete getirme
mukaddesat: değerli olanlar
nezâhat: iyi ahlak
tekevvün: oluş, var olma, meydana gelme
sehl-i mümteni: az sözle hikmeti çok anlamlar ifade etme
mukadderat: kader
ziya: ışık, aydınlık
istihkak: hak kazanma, hakkı olma
intizar: bekleme, beklenilme
mübhem: belirsiz, örtülü, kapalı, anlaşılmaz
intizam: tertipli, düzenli olma
derûn: 1. içeri, dahil, 2. gönül, kalp
zail: sona eren, geçmiş olan
hami: isnat, atf
kâşane: köşk, malikâne
safvet:saflık, temizlik
garabet: gariplik, tuhfalık
pâsyon: (pâs) gam, keder, gönül üzüntüsü
cinas: imalı, telmihli söz
murakabe: gözetme, göz altında bulundurma,bakma, gözetme,
denetleme
ümmî: anasından nasıl doğmuş ise öyle kalıp okuma yazma
öğrenmemiş [kimse],
müncer: sona eren, neticelenen
tekmil: bütün, tam
darb-ı mesel: atasözü
istidlal: bir delile dayanarak bir şeyden bir netice çıkarma,
delil ile anlama
belâgat: güzel söz söyleme
istibdâd: baskı
iktifa: yetinme
sühan-zer: altın söz
müreccah: tercih edilen
mütemadiyen: devamlı, aralıksız
mütekabil: karşılıklı
müncer: sona eren, neticelenen
iktiza: gerek,gerekme
mugalata: demagoji
teessür: üzüntü
irsî: doğuştan, genetik
rüşt: olgunluk
inkılap: değişim
tedhîş; dehşete düşürme, korkutma, şaşırtma
vuslat: kavuşma
iktifa: yetinme
tasavvur: tasarlama
promethee: Yunan mitolojisinde Tanrıdan ateşi çekip insanlara
veren kahraman
ziya: ışık
tevlit: doğurma
yeis: ümitsizlik
nebeân: pınar suyunun yerden kaynaması
ma'kes: akseden yer, akis yeri
payan: dayanak
âdem: yokluk
melâi: sıkıntı
inkıraz: çöküş
alâim: âlemler
esvab: kıyafet
Itib: payl.ım.ı, darılma
tâ'riz(tariz): dokunaklı söz söyleme, dokundurma, taşlama
tebaiyet:tabi olma
ibham: kapalı bırakma, açıklamama, belli etmeme
medd ü cezr: gelgit
kam: zaptetme
fevkinde: üstündeifrat: aşırı
fevk: üst
inhitat: çökme, bozulma
mevhum: kuruntuya dayanan
şehr-âyin: donanma, şenlik
mebzul: ibzal olunmuş [ kötü ]
inkişaf: açılma,
meydana çıkma
şümul: içine alma, kaplama
müdellel: şahit ile ispat
edilmiş
mufassal: uzun uzadıya anlatılan, tafsilatlı
teşrih: açma, yayma
tezyif: eğlenme, alay etme, değersiz olarak gösterme
ittiham: töhmet altında bırakma, suçlama
ibraz: ortaya koyma
esbab: sebepler
müstaid: kabiliyetli,akıllı, anlayışlı, uygun
istihsal: hasıl etme, meydana getirme
feveran: kaynama, parlama, öfkelenme
iktisâb: bir şeyin kopyasını alma
ser-âzad: serbest, başı boş
müşa'şa: debdebeli, tantanalı, gösterişli
rüznâme:günlük
kamer: ay
icmâl: özet
ibda: icat, yoktan ortaya koyma
intihab:1.seçme, seçilme2. yağmalama, talan etme
kesb: çalışıp kazanma
mündemiç: dürülüp sarılan, içine yerleşen
rabt: bağ, ilişki
îsâl: ulaştırma, ulaştırılma
şerhân: çok tamahkar, açgöz
temdid-i hayat: hayatı sürdürerek
mlilıdl: ortaya çıkan
gazûb-âne: öfkeli olarak
nigah: bakış, bakma
tahvil: değişim
teganni: makamla söz söyleme
tekit: kuvvetlendirme, üsteleme
tavsifi vamflmıclırma
küfv: eşit, denk
caize: herhangi bir sanat eseri karşılığında verilen para
taaddüdü zevcat: birden fazla kişi ile evlilik
tefevvuk: üstün olmahassa: özel nitelik
muvazene: derge
İtli gelacekraylhl; koku
râkid: durgun
hades: yeni olan
istihraç: çıkarma
bezm-i has: hususi meclisehibba: dostlar
imtizaç: karışma, uygunluk
mütearefe: apaçık
isti'mal: kullanma
fersude: eskilik, yıpranış
makarr: oturulan yer
tenviri aydınlatma
ihtiyat: tedbirli davranma
teşmil: yayma, kapsamına aldırma
mutad: adet olunmuş, alışılmış
zemm: yergi, eleştiri
müvazene: denge
bî-kes: kimsesiz
merkû: dikilmiş, saplanmış
bâni: kurucu
şu'le: ışık
reha: kurtuluş
vadiyi giryân: .ıftl.ıy.ın vadi, yol
îsâl: ulaştırma
bî-sûd: boş, faydasız
ittisâ:bollaşma, genişleme
darabât: vurmalar, çarpmalar
müteârız: birbirine zıt, muhalif olan
itfâ: söndürme, söndürülme
mütecemde: soyut, çıplak
tekid: üsteleme, sağlamlaştırma
İlmim! tamamlama, bitirme
mev'ud: vaad olunmuş, söz verilmiş
tevessü: genişleme, yayılma
istinad: dayanak
vüs'at: bolluk
meşbu: doymuş, iok
akdem: ilk, önce, önceki
müselsel: teselsül eden, zincirleme,irdi
ardına, zinzirlemehatve: adım
mebzûliyyet: bolluk, çokluk
sekînet: rahatlık, dinlenme
vüs'at: genişlik, bolluk
mefkure: düşünce, ideal, ülkü
müverrih: tarih yazan, tarihçi
iizam: cevap veremez hale getirme, SUtUlfflÜ
gavâmız: anlaşılmaz şeyler, karışık ve kapalı sözler
nâkabil-i ifade: ifadenin yetersizliği
mukârenet: bilişiklik, yaklaşma 1. uygunluk
tevazün: tartıda bir olma, denk olma
gayy: kendinden geçme, bayılma
seyyâl: akıcı, akan
harîm: biri için kut»fii olan şeyler
ibhâm: kapalı bırakma, açıklamama
medfûn:defnolunmuş, gömülmüş
isâl: ulaştırma
sûhûnet: sıcaklık 1. katılık, peklik
rûchan: üstünlük
hudud-l aksa: sınırın en uç noktası
İrae: gösterme, tayin etme
tereşşuh: sızma, sızıntı yapma, terleme
imtizaç:kftrıjrtbllme t, birbirini tutma, uygunluk
zaid: artan, artıran 1. lüzumsuz,
sa'y: çalışma, çabalama, gayret, emek
kapalı sözlermedfûn:defnolunmuş, gömülmüş
ıztırâr: üstünlük
gaşyi kendinden geçme, bayılma
fâriğ: vazgeçmiş, çekilmiş
cûşân: coşan, kaynayan
fevvare: fıskiye
ağuş:kucak,ucaklama, sarma
mahfi: gizli saklı
teyrth: açma, yayma, şerh etme
âver: getiren, taşıyan
lerzân: titrek, titreyen
akalliyet: azlık 1. azınlık
kail: söyleyen, diyen 1. razı olmuş, boyun eğmiş
rakik: yufka yürekli
heyûlA;.illinde tasarlanan şey
bî-hıred: akılsız
temellûk: mülk edinme, kendine mal etme
muhrik: yakan, yakıcı
deva-yı kül: tüm dertlere devamüterakki:
ilerlemiş
mi'yar: ölçü
tevlid: meydana getirme
tahassüs: hislenme, duygulanma
meleke: meydana getirme
teselsül: zincirleme
teşettüt: şubelere ayrılma, çatallaşma, dağılma
tebeddül: değişme, başka hâle girme
müttehit: ittihat etmiş, birleşmişteessüs: temelleşme,
yerleşme
mündericat: içindekiler
rayiç: revaçta olan
intişar: neşrolunma
metruk: terkedilmişisâl: ulaştırma
mütebeddil: değişen
murabıt: bağlı olan
istisnas: ayrı tutulan
zübde: öz
vehleten: birdenbire, ansızın
müşateme: birbirine sövme, atışma
kudema: eskiler, eski adamlar
teceddüt: yenilenme
tehzil: zayıflatma
müteharrik: hareketli
münavebe: nöbetleşme, nöbetle iş görme
sarahaten: açıkça
düsturî: kuralcı
tanzir: benzetme
ifrağ: şekillendirme *
muadil: denk
muaheze: azarlama, paylama, tenkit
mülâhaze: dikkatle bakma, iyice düşünme
ittiba: tabi olma, uyma
müdarebe: dövüşme
sühûlet: kolaylık
faik: manevi olarak üstünde olan
şerait: şartarmuadil: denk
mücerret: soyulmuş, çıplak, yalın
mütehavvil:yenilenen, değişen
talâkat:dil açıklığı, düzgün sözlülük
mu'terif: itiraf eden
mahzuz: haz almak
teksir: çok kırma [bir şeyi] kırılma
tebarüz: belirme, ortaya çıkma
evsaf: vasıfları, niteliği
tegafül: anlamamazlıktan gelme
istiğna: temin, ihtiyaç hissetmemek
telmih: imalı konuşma
tavzih: açıklama, aydınlatma
şarih: şerh eden, açıklayan
mütearife: apaçık, bilinen
ulûmu-edebiye: edebiyat ilimleri
tefhim etmek: anlaşılmasını sağlamak
iltizam: kendi için lüzumlu sayma; gerektirme, icabettirme
mümarese: alışma, alışkanlık
muakkib: takipçi, arkasından koşan, ardından gelen
terettüb: sıralanma, sırası gelme
zamime: ilave
mutâvaat: itaat etme, başeğme
âlât: vasıtalar, aygıtlar
tetvic: taç giydirme, giydirilme
usâre: özsu
mutekid: itaat eden, inanan
kudüm: Türk müziğine mahsus usul vurma âletlerindendir. En
çok mevlevîhâ-
nelerde olmak üzere, tekkelerde kullanılmıştır
erganun: org
rikkat: incelik, merhamet, acıma
malûl: hasta
tahavvül: değişme
tezebzüb: kararsızlık 2. karışıklık
karışıklık
hars: kültür
tevsî: genişletme, genişletilme, sağlamlaştırma,
vesikalandırma
musahhah: tashih olunmuş
mütezat: birbirine zıt olan
zi-hayât: canlı, yaşayan
teemmül: iyice, etraflıca düşünme
müctenib: sakınan, çekinen
müktesab: kazanılmış, elde edifmiş
meclûb;başka yerden getirilmiş olan 1. tutkun, meftun
yekta: benzersizmesti: sarhoşluk
irad: getirme, söyleme
iz'an: anlayış, kavrayış
ahfâd: torun
mey'us: ümitsiz
vakt-i merhun: en uygun zaman
sinn: ömür
müskir: sarhoş eden, sarhoşluk veren
zamm: artıkma, katma, ekleme
nâ-tamam: eksik
mehîb: heybetli, azametli
müfrit: ifrat
eden, ileri vardıran
ta'tir: güzel koku ile kokulandırma
nefha: güzel koku 1. bir esimük yel
tâkat-şiken: güç kıran, takat kırander-
mestî: sarhoş
künh: bir şeyin aslı, hakikati, temeli
iltisak: bitişme, kavuşma
istiab: içine alma, içine sığma
ra'şe: titreme, titreyiş
mel'al: titreme, titreyiş
taazzi: uzuv, peyda etme, şekillenme
tenevvü: çeşitlilik
samît: sesi çıkmayan, susan
haile: dram, trajedi
teşci: nesirde kafiye kullanma
yâbis: kuru
muadele-i riyaziye: matematik denklemleri
müntezi: bir şeyi söken, yerinden çekip çıkaran
tecerrüd: soyunma, çıplak olma
halîta: birkaç şeyin karışımından meydana gelen, karma
mücerret: soyulmuş, çıplak, yalın
mutantan: debdebeli, gürültülü
müreccah: tercih edilen, üstün tutulan
istinad: dayanma, güvenme
lâ-yetegayyer: değişmeyen
sehab: bulut 1. karanlık
imbik: arıtıcı, damıtıcı
halâvet: tatlılık, şirinlik
dad-ı hak: Allah vergisi
eşhâs: şahıslar
fıkdân: yokluk, darlık
tahkiye: hikâye etme, anlatma
mensur: düzyazı
manzum: vezinli kafiyeli söz
mevzuu bahs: söz konusu
bîsûd: boş, faydasız
tarafeyn: taraflar
savlet: şiddetli hücum, saldırı
kavaid: kaideler, usuller
kuyud: kayıtlar
muahhar: tehir edilmiş, sonraki
kâri: okuyucu
istidad: yetenek
terakki: ilerleme
hilkî: yaratılış
maahaza: bununla beraber, böyleyken
tedvin: kitap şekline sokma
hilaf: zıt,karşı
tasmim: tasarlama
rabtetme: bağlama
esbap: sebepler
irsiyet: anadan babadan gelen, genetik
müsâvî: eşit, denk
indî: kişisel
ülfet: ahşma, kaynama
muayyen: belli, kararlaştırılan
safvet: saflık
sıyânet: koruma, korunma
Ünsiyyet: alışkanlık, ahbaplık,arkadaşlık
muârefe: tanışma
ibham: kapalı
ehibba: dostlar
mebhût: şaşmış
â'da: düşman
meş'um: uğursuz
telmih: çağrışım, imalı konuşma
sathi: yüzeysel
kıblenüma: kıbleyi gösteren alet
ma'şeri vicdan: kamoyu
telâkki: anlayış
tefrik: ayrım
telâkki: anlayış
vüzûh: açık, geniş
uzvî: lüzumlu sayma
naşir: yayıncı
tâbi: matbaacı, editör
münekkidi eleştirmen
telmîh: ima, çağrıştırma
kesâfet; yoğunluk
saik: sebep
tasannu: yapmacık
icmâl: kısaltma, özetleme
serdetmek: tertipli, düzenli söyleme
tavazzuh: açıklığa kavuşma, aydınlanma
tahkik: araştırma
gayr-ı mantıkî: mantık dışı
muttasıl: devamlı ,bitişen, kavuşan aralıksız
medhiye: övgü
nisbî: birbirine göre, öncekine göre
îzâm: büyütme, büyütülme
dâd-ı Hakk: Allah vergisi
mücehhez: donanmış, hazırlanmış
ibtidâî: ilkel
vâzıh: açık, belirgin, net
vak-i merhûn: saklı
zaman, en uygun zaman
inkişaf: açılma
mahremiyet: kişiye özel
vecd: kendinden geçecek derecede dalgınlık
muvazene: birbirine denk olma, eşitlik
mütefekkir: düşünür
cûş ü hurûş: taşıp coşma
vak-i merhûn: saklı zaman, en uygun zaman
ef'al: fiiller, tavırlartecelli: belirme
mütefekkir: düşünür
teşrih: yayma, etraflıca şerh etme
tecrid: ayırmanazmen: şiir şeklinde
şâyân-ı dikkat: dikkat çekici
afakî: tarafsız
istihzârat: araştırma, çalışma
ihzar: hazırlama
nazmen: şiir şeklinde
tehzîb: ıslah etme
nevmidi: ümitsizlik
neşv ü nema: gelişme, yetişme
ikad: sağlam kalma
istinâdgah:
vehle: an, lahza, dakika
mâkulât: çeşitler, takımlar
eşkâl: şekillermülhîk: katan
tekâmül: gelişmeterakki: ilerleme
müntekiş: nakşolunmuş
intibah: uyanma, gözaçıklığı
tevellûd: doğma, doğum
müdellel: delil, şahit ile ispat edilmiş
mühlik: öldürücü, helak eden
nefh: güzel kokunun yayılması
harım: özel olan
bâb-ı içtihad: yorum yapma düşüncesi
ta'mik: araştırma
teheyyüç: coşma, heyecanlanma
tebellür: belirme [billurlaşma]
ibtida: başlangıç
mudhik: güldüren, güldürücü
müteselsil: zincirleme
iktifa: yetinmek
tasavvur: kurgu, kurmaca
mabad: sonrası, ötesi
zıyâ: yitik, kayıpkâil: razı
nedamet: pişmanlık
sukut: düşmek
istinadgâh: dayanılan yer, dayanak,dinlenme yeri
tasvib: onay
teşci: cesaretlendirme
vâki: vuku bulan, gerçekleşen
istihkar: hakir görme
şerik: ortak
tefelsüf: felsefî konuşmalar yapma
vâsıl: ulaşma
is'ad: mutlu etme
itiyad: alışkanlık
enmûzec: numune, örnek
seciye: karakter, kişilik
muvakkik: zamanı tayin ve tespit eden kişi
na-kâfi: yetersiz
mutavassıt: ortalama
beyninde: arasında
müşteki: şikâyetçi
ihsâs: hissettirme
hüzal: zayıflık
tereddi: yozlaşmaâdem: yokluk
inhizam: hezimete uğrama
menfa: sürgün
muvakkat: geçici
isti'na: dileme
mabâd: sonu, sonrası
ser: doruk, uç
avdet: dönüş
halâvet: tatlılık, şirinlik, zevk
irâe: gösterme, tayin etme
sarf ve nahiv: dilbilgisi kuralları
kâri: okuyucu
hade: gelin odası
inşirah: açıklık, ferahlık
mevzun: biçimli, ölçülü
irtikab: bekleme, gözleme
matlub: taleb edilen
mevce: dalga
revş: usûl, tutum
selîs: düzgün, akıcı
vasıf terkipleri: sıfat tamlaması
istîhâl: ehil olma, layık olma
itiyad: alışkanlık
metruk: terk edilmiş
me'nûs: ünsiyet olunmuş, alışılmış
kesret: çokluk, bollukşihâb-ı sâkıb: de-
lib geçen kıvılcım
müşâreket-i efkâr: ortak düşünce
bedi: eşi benzeri olmayan
mazarrat: zarar, ziyan
nüvis: 'yazan> yazıcı' anlamlarında kelimelere eklenir
mâ-lâ-yutâk: takat
getirilmez, dayanılmaz
gayr-ı müsavi: eşit olmayan
tahkiye: hikâye etme, anlatma
genc-i neyyire: nur yüzlü genç
füsun: büyü,sihir
müstağrak: dalgın, dalmış
sayha: bağırma, nara atma
zebûn: zayıf, güçsüz
zımnen: kapalıca
mukavemet: dayanma, karşı koyma
bitâb: güçsüz
zâid: lüzumsuz
mağmum: gamlı, kederli, tasalı
nâdim: pişman
müşâkat: aykırılık
murâfaa: yüzyüze gelme, yüzleşme
mümtaziyyet: üstün tutulmuşluk, seçkinlik
taaccüb: şaşakalma, şaşma
meşime-ı lütf: son lütuf, son yardım
müsta'mel: kullanılmış, türemiş
melâ: sahra, ova
iştikak: aynı kökten gelen kelimeler
suhulet: kolaylık
tehâlük: kendinden geçme
sami: dinleyici
düstur: kaide, kural, oluş
cerbeze: güzel konuşma
taammüm: umumî olma
tersîm: resmetme,
resmedilme, çizme
şuhûdî: şahitlikle ilgili
ABDÜLHAK Ş İNASİ HİSAR
"Abdülhak Şinasi Hisar, çağdaş edebiyatımızın sayılı
ustalarından.
Her şeyd-en önce bir 'zaman' büyücüsü. Geçmiş zamanı
daima bugüne taşıdı, belleksiz bir topluma büyük bir kültürü ve uygarlığı
hatırlatmak için...
Kelime Kavgası, Hisarın dergilerde, gazetelerde unutuluşa terk
edilmiş edebiyat ve roman yazılarından derlendi.
Bu yazılar özellikle roman sanatına yepyeni açılımlar
getiriyor.
Kelime Kavgası, has okurlara gerçek bir edebiyat şöleni.”