MUSTAFA MÜFTÜOĞLUTARİHİN HÜKMÜAbdülhamidKIZIL SULTAN MI?
MUSTAFA MÜFTÜOĞLU
İÇİNDEKİLER 2
Doğumu, Gençlik Yılları ve Hususiyyetleri 8
ADİNİN BAYAĞISI BİR İDDİA!.. 14
BİR SANAT HÂMİSİ OLARAK ADINI EBEDÎLEŞTİRMİŞTİR. 19
SULTAN BEŞİNCİ MURADIN SALTANATI 47
DEVLET İDARESİ İKİNCİ ABDÜLHAMİD ELİNDE 53
«— Ne dediler, ne dediler?» 77
MECLİS-İ MEB’ÛSÂN’IN AÇILIŞI 78
TÜRKİYE GERÇEKLERİNE UYGUN DEĞİLDİ. 82
MECLİS-İ MEB’ÛSÂN’IN KAPATILMASI 88
«— Eee Paşa!.. Söyle bakalım, ben bu sefer kaç sene sadârette kalacağım?..» 116
MİDHAT PAŞA’NIN YURT DIŞINA ÇIKARILIŞI 120
«— Eğer beni buradan tard ve teb’id ederseniz, alimallah memleket mahv olur!..» demiştir. 120
«— Allah, rahmet eylesin bu millete!» 121
Midhat Paşa’nın Fransız Konsoloshanesine ilticâ ettiğine dair saraya çekilen iki telgraf. 131
MİDHAT PAŞA’NIN ÖLÜMÜNDEKİ SIR! 134
Midhat Paşa’nın ölümüyle ilgili heyet raporu. 136
Midhat Paşa’nın tngllizler tarafından kaçırılması ihtimaline dair zamanın Sadrâzamının yazısı. 142
MÜVESVİS, MÜTEREDDİD VE KORKAK MIYDI?. 182
hiç olmazsa yan mes’uliyyeti ahlâk-ı umumiyyeye aittir.» 183
«VESVESE» DEĞİL, «İHTİYAT VE TEDBİR» 185
«ŞÜPHE BASİRETİN BAŞIDIR!..» 197
«MEMLEKETİN KÜLTÜR SEVİYESİNİ YÜKSELTEN SULTAN HAMİD’DİR.» 206
SULTAN HAMİD’İN WASHİNGTON KONGRE KÜTÜPHANESİNE HEDİYESİ 224
FERASET SAHİBİ BİR DİPLOMATTI. 254
ÖNSÖZ
İçinde bulunduğumuz yüzyılda hakkında en çok neşriyat yapılan devlet adamlarından biri de, hiç şüphesiz Sultan İkinci Abdülhamid’dir. Ancak, böylesine bol neşriyat — pek azı müstesna — tamamiyle gerçeklere aykırıdır!. Bu hükümdar için yurt içinde ve dışında «vur abalıya!.» kabilinden söylenmedik lâf kalmamıştır!. Bu lâfazanlığa, tarih usûl ve metodunu bir tarafa fırlatıp atan bâzı tarih yazarları da (!) şu veya bu sebeple maalesef katılmış ve böylece ortalığı kaplayan türlü lâf ü güzaf, Sultan Hamid’ in gerçek hüviyyetiyle tanınmasına, tanıtılmasına mâni olmuştur!.
Bu niçin böyle olmuş, Sultan Hamid neden bu derece ters tanıtılmıştır?!. Kitabımızda sarahatle görüleceği gibi, isabetli politikasıyla Osmanlı İmparatorluğunu otuz üç yıl daha ayakta tutan, dolayısıyle «Hasta Adam» mirasını bekleyenleri hüsrana uğratan Sultan İkinci Abdülhamid’in düşmanları pek çoktur!. Onun düşmanları Türk milletine de düşmandırlar. Meselâ, günümüzde yurtdışında vazifeli evlâdlarımızı türlü kahbelikte arkadan vurup yere seren Ermeninin dilinde Sultan Hamid «Kızıl Sultan»dır, «Büyük Cani» dir!. Niçin böyledir?. Zira, Sultan Hamid saltanatı boyunca Ermeni mel’anetlerine mâni olmuş, bugün olduğu gibi o günlerde de Ermeniyi maşa edinen büyük devletlerin, eski tâbiriyle «düvel-i muazzama» nın bütün tazyik ve tahakkümüne rağmen, Doğu Anadolu’yu Ermenilere vermemiştir!. Bu sebeble Abdülhamid, Ermeninin dilinde «Büyük Cani» dir, «Kızıl Sultan» dır!.
Ermeninin veya Ermeni hâmilerinin ortaya atıp bâzı gaafillere kabul ettirdiği bu haksız ithamları Ermeni savurabilir, haklıdır, çünkü Sultan Hamid onun bu topraklar üzerindeki oyununa müsaade etmemiş, olanca gücüyle Ermeni mel’anetini önlemiştir!. Ancak adı entellektüele çıkan içimizden bâzı kimselerin okuyup araştırmadan, üstelik okuyup araştırana düşman kesilerekten Sultan Hamid’e Ermeni diliyle ve ısrarla «Kızıl Sultan», «Büyük Cani» demesi, acıdır, kültür hayatımızda kapkara bir lekedir!.
Biz, gönlümüzün razı olmadığı bu ve benzeri daha nice gaflet ve dalâlete mâni olmak, sözde entellektüeli yuvarlandığı gaflet ve dalâlet çukurundan kurtarabilmek ve Sultan Hamid’i — kitabımızın hacmi nisbetinde — her yönüyle tanıtmak için bu kitabı yazdık. İnsaf ehli fikir adamlarımızın görüşlerini de vererek gadre uğramış bu Pâdişâhın bundan böyle olsun gerçek hüviyyetiyle bilinmesine çalıştık. Gayretimiz tamamen hasbîdir ve gayemiz tarihe hizmettir.
Lütfettiği sayısız nimetlerle hizmetimizin devamını kolaylaştıran Rabbime şükrederek kitabımıza başlıyorum.
Hamd Allah’a, her türlü salât ü selâm Resûlü üzerine olsun.
5 Mayıs 1985
Kandilli/İstanbul
MUSTAFA MÜFTÜOĞLU
BİRİNCİ BÖLÜM
Doğumu, Gençlik Yılları
ve Hususiyyetleri
Adinin bayağısı bir iddia!.
Adını sanat hâmisi olarak ebedileştirmiştir.
Ayş ü işrete ve fuhşu rezilete rağbet etmezdi.
Spor yapmaktan hoşlanırdı.
Zevklerini sıhhatine fedâ etti.
MES’UD BİR DOĞUM
21 Eylül 1842 (Hicrî: 15 Şaban 1258) Çarşamba günü sabaha karşı Çırağan Sara}
Sultan Abdülmecid’in ikinci oğludur (1). Annesi, Tir-iMüjgân Kadm-Efendi’dir.
Ayşe Osmanoğlu’nun hatıratında : «Tir-i-Müjgân Kadın anamız genç yaşında verem olarak eski Beylerbeyi Sarayı’nda hava tebdilindeyken ölmüştü, Nahif vücudu ile üç evlâd sahibi olması ve arada da bâzı kayıpların bulunması onu bu hastalığa mağlûb etmişti. O zamanki tedavi şart
tı) Abdülmecid, Sultan İkinci Mahmud'un büyük oğludur. 25 Nisan 1823 Cuma günü Bezm-i âlem Vâlide-Sultan’ dan doğmuştur. 1 Temmuz 1839’da tahta çıkan Abdülmecid' in saltanatı yirmi bir sene, altı ay devam etmiştir. Meşhur TANZİMAT FERMÂNI onun saltanatında yayınlanmıştır. 25 Haziran 1861 Salı günü otuz dokuz yaşının içinde veremden ölen Abdülmecid, Sultanselim Camii avlusundaki türbesine defnedilmiştir. Vasiyyeti üzerine türbesi, hürmeten Yavuz Sultan Selim Hân türbesinden alçak inşâ edilmiştir. larının bugünkü gibi olmadığı da ma’lûmdur. Hava tebdili için Beylerbeyi Sarayı gibi deniz kıyısındaki bir yerin seçilmesi de buna delildir,» (2) diyerek andığı Tir-iMüjgân Kadın-Efendi 1853 yılında verem hastalığından ölmüş ve Yenicami’deki türbesine defnedilmiştir.
Annesi vefat ettiğinde İkinci Abdülhamid henüz on bir yaşındadır. Bu tarihten sonra ona Sultan Mecid’in diğer haremi olan ve çocuğu bulunmayan Perestû Kadın Efendi analık etmiş ve bu Kadın-Efendi üvey-oğlu tahta çıktığında «Valide Sultan» olmuştur (3).
Ayşe Osmanoğlu hatıratında devamla der ki: «Babam, annesinden bahsettiği zaman: «Zavallı anneciğim pek genç yaşında gitti. Hayali daima gözümün önündedir. Onu hiç unutamadım. Beni çok severdi. Hasta olduğu müddetçe karşısına oturtup yüzüme bakmakla iktifa ederdi, öpmeye kıyamazdı. Allah rahmet eylesin», derdi.
Büyükannem Tir-i Müjgân Kadın-Efendi, iki şehzade, bir sultan anası olmuştur. îlk evlâdı Naime-Sultan olup 1843 Mart’ında iki buçuk yaşındayken çiçek hastalığından ölmüştür. İkinci evlâdı babamdır. Üçüncüsü de, Şehzâde Mehmed Âbid Efendi olup 1848 Mayıs’ında aşağı yukan bir aylık iken ölmüştür. Babam, kızkardeşimiz Naime-Sultan’la biraderimiz Mehmed Âbid Efendi’ye bu kardeşlerinin isimlerini vermiştir.» (Bkz: Ayşe Osmanoğlu. Babam Sultan Abdülhamid (Hâtıralarım). İstanbul, 1984.
«Annesi öldüğü zaman küçük bir çocuk olan babamı büyüten ve ona analık eden Perestû Kadın-Efendi, pek nazik tavr u harekete malik olmakla beraber, vakar ve halâvetiyle de Vâlide-Sultan’lığa hakkıyla lâyık olduğu görülürdü. Bu muhterem kadının nurânî çehresi, nezaketi, inceliği, zarafeti herkesin kalbine hürmet ve muhabbet ilka’ eder, bütün saray halkı tarafından son derece sevilirdi. Gayet ahenkli bir sesle, fakat yavaş ve az konuşurdu.» Bkz. Ayşe Osmanoğlu. a.g.e.
SESSİZ, İNZİVAYI SEVER, DÜŞÜNCELİ BİR ÇOCUK
«Abdülhamid’in doğumunda da, mu’tad olan merasim tekrarlanmış, Sultan Mecid Babıâli’ye bir Hat-tı Hümâyûn göndermişti. Yedi gün, yedi gece beşer nöbet top atılmış. evlerin önünde kandiller yakılarak şenlikler yapılmıştı.
Yeni şehzâdeye Valide Sultan tarafından «pırlanta elmas ile müzeyyen maşaallah, pırlanta elmas ile müzeyyen üzeri yazılı zümrüt avize, aynı şekilde piruze avize ve horoz mahmuzu, gümüş kaplumbağa» nazar takımı olarak hediye edilmişti. Aynca gümüş hamam tası, yaldızlı sim sübek, yaldızlı pirinç leğen, yaldızlı beşik de bu hediyeler arasındaydı.
Şehzadenin validesi ikinci kadına da, beyaz fermâyiş şal, muhtelif işlemelerle süslenmiş dört entari ve bir çiçekli atlas bohça verilmişti. Şehzâdenin iki kalfasına ve lalaya beşer yüz kuruş, ebe kadına bin kuruş, kalfaların her birerlerine dört kese ve Sarayda çalan Muzika-i Hümâyûna yirmi kese ihsan edilmişti.
Bu doğum münasebetiyle şairler muhtelif tarihler düşürmüşlerdi. Bursa’da sürgün bulunan Âkif Paşa’mn söylediği :
«Çıkar bâlâyı çerha Âkifâ tarihî milâdî
Gelüp Sultan Hamid etti münevver cümle afaki.» tarihi, hükümdarın hoşuna gitmiş ve affa uğrayarak İstanbul’a dönmesine müsaade edilmişti.
Şair Talib de, Abdülhamid’in doğumuna :
«Kıldı tevellüd müjde kim şehzâdemiz Abdülhamid Fer verdi geldi âleme şehzâdemiz Abdülhamid»
tarihini düşürmüştü.
İkinci Abdülhamid’in içinde doğduğu Çırağan Sarayı’nm eski hali.
Şehzâde Abdülhamid Efendi, sarayın tecrübeli kalfaları eliyle büyütülmüştü. Kırım harbinde İstanbul’a muhacir gelmiş Kafkasya sakinlerinden Nihal Hanımla Dilbercanan Hanım, Abdülhamid’in dâyeliğini yapmışlardı. Her iki dadı uzun seneler yaşamışlar ve Şehzâde Abdülhamid Efendi'nin hükümdarlık yıllarını görmüşlerdi.
Abdülhamid Efendi sessiz, inzivayı sever, düşünceli bir çocuktu. Pederi Abdülmecid bu oğlunu : «İçli Çocuk» diye yâdederdi. Abdülmecid, Tir-i-Müjgân Kadın öldükten sonra, küçük oğlunun yüzünü hırkasın-n eteğiyle örterek Perestû Hanıma götürmüş ve «çocuğun olmadığı için sana güzel bir hediye getirdim» diyerek Hamid Efendi’nin ve daha sonra gene öksüz kalan Cemile Sultan’ın valideliğini bu Kadm-Efendi’ye vermişti.
Şehzâde Abdülhamid Efendi’nin kendisinden iki yaş büyük biraderi Murad Efendi (Beşinci Murad) ile beraber 1846 (H. 1262) yılında Haydarpaşa sahrasında okumaya başlama merasimleri ile sünnet merasimleri yapıldı» (4).
ADİNİN BAYAĞISI BİR İDDİA!..
Bütün muteber kaynakların ittifakla kaydettiklerine göre İkinci Abdülhamid, Tir-i-Müjgân Kadm-Efendi’den doğmuş ve onun ölümüyle Sultan Mecid’in diğer haremi Perestû Kadın-Efendi elinde büyümüştür. Böyleyken.. gerçek bu iken, Jor.j Do.rys adında birinin yazdığı «Abdülhamid intime» isimli «hâtır u hayâle gelmeyen envâ-i müfte-
Bkz: Halûk Y. Şehsuvaroğlu. Resimli Tarih Mecmuası Ocak 1955 sayısı.
reyatı ve gayet mel’unâne, garazkârâne hisleri havi» kitapta adinin bayağısı bir iddia vardır!. Bu iddiaya göre İkinci Abdülhamid, babası Abdülmecid’in ilk hemşiresi Esmâ SuTtan’ın yanında çengilik eden Ermeni asıllı bir esirden doğmuştur!!!. Adi’nin bayağısı bu iddia, İngiliz yazarlarından Joan Haslip tarafından yazılıp 1964’de «Bilinmeyen taraflarıyle Abdülhamid» ismiyle dilimize çevrilen kitapda da yer almış ve dış menşeli bu iddia, maalesef bizde de bâzı kimselerce benimsenivermiştir!.
Böylesine şeni’ bir iddiaya İbnülemin Mahmud Kemal İnal «hezeyan» diyor (5). İsmail Hami Danişmend’e göre ise, bu iddia «herzeden daha bayağı ve safsatadan daha aşağı bir iftira» dır (6). Ziya Şakir de aynı iddiaya temasla bunun «en büyük alçaklık» olduğunu kaydediyor (7). Necip Fazıl Kısakürek’e göre ise «Abdülhamid hakkındaki kasd o kadar büyük, köklü ve plânlıdır ki, onu her ne pahasına ve hangi usulle olursa olsun çürütmek için el atılmadık vasıta bırakılmamıştır» ve bu arada annesi hakkındaki iddiayı ortaya atanlar «ruhları piç ucuz kahramanlar» dır (8). Nâzım H. Polat da aynı iddiadan bahisle bu iftirayı ileri sürenlere «siyaset pazarına nifak tohumları saçmak ve bu yolla gayelerine erişmek isteyenler» diyor (9). Ayşe
Bkz: Osmanlı Devrinde Son Sadrâzamlar. 8’ci kitap. İstanbul, 1965.
Bkz: Sadrâzam Tevfik Paşa’nın dosyasındaki resmî ve hususî vesikalara göre .31 Mart Vak’ası. İstanbul 1961.
Bkz: İkinci Sultan Hamid Şahsiyeti ve Hususiyetleri. İstanbul, 1943.
Bkz: Yeni İstanbul Gazetesi. 2 Nisan 1965 tarihli nüshası.
Bkz: Tarih ve Edebiyat Mecmuası. Haziran 1982 nüshası.
Osmanoğlu ise hâtıratmda «saraya Rum ve Ermeni cinsinden bir kadının girdiği ne görülmüş, ne de işitilmiştir» demekte ve devamla «Osmanlı sarayının son devrini usûl, âdet ve an’anesiyle bilenler, bunun imkânsız olduğunu ve ancak hayâl mahsulü bulunduğunu çok iyi takdir ederler» diyerek adinin bayağısı iddianın gerçeklere ne derece aykırı olduğunu sarahatle ortaya koymaktadır (10).
Dünya görüşü ile Sultan İkinci Abdülhamid’e dost olmayan Ord. Prof. Enver Ziya Karal, İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından başlanıp kendisince tamamlanan «OsmanlI Tarihi» nin 8’ci cildinde: «Annesinin Ermeni olduğu yolunda tarihlerde görülen kayıtların gerçek ile bir alâkası olmayıp iftira mahsulüdür» diyor ki, Enver Ziya Kararın bu şehadeti mühimdir.
GENÇLİK YILLARI
Üvey-ana elinde büyümesine rağmen, gençlik devresini pek mazbut geçiren İkinci Abdülhamid’in o yıllarını inceleyen Semih Mümtaz der ki :
«— İkinci Sultan Abdülhamid şehzâdeliğinde gayet serbest ve cesurdu. Sokağa çıkmaktan, kırlarda gezinmekten âdeta zevk alırdı. Ata binerdi, hem atların en sertine biner, saatlerce gezer tozardı. Bahçelerinde kuşlar, tavuklar, hindiler besletip meşgul olur, sarayında oymacılıkla uğraşır ve muvaffak da olurdu. Yemek zamanı gayet muntazamdı. Bilhassa açıklıklarda yemek yemeyi tercih eder; bu gibi âlemlerin içkisiz eğlencelerine iltifat eylerdi. Tab’ an titizdi, hergün yıkanırdı. Kendi işini kendi görürdü. Uy-
Bkz: Ayşe Osmanoğlu. a.g.e. kuşu hafifti. Vücutca zinde ve çevikti. Zekâsı kuvvetli, hele hâfızası daha kuvvetliydi. Bilmediklerini sorup öğrenmekte hakikaten mahirdi ve mahviyetkârdı» (11).
Uzun yıllar Mâbeyn Başkâtipliği yapan Tahsin Paşa ise hatıratında : «Abdülhamid Efendi, kendi hayat-ı hususiyesi ve maişet ve idare tarzı itibariyle öteki şehzâdelere benzemezdi. Diğer şehzâdeler, günlerini gaflet ve israf içinde geçirirken; Abdülhamid Efendi muntazam bir bütçe dahilinde ve muktesidâne şeraitle imrar-ı hayat eder, dairesinin en ufak masraflarına kadar her muameleyi kendi teftiş ve nezareti altında bulundurur, bilhassa israftan son derece tevakki ederdi. Binaenaleyh, vaziyet-i mâliye itibariyle diğer şehzâdelerden yüksek bir mevkie mâlikti. Kendi daireleri içinde irâdlarıyle masraflarını kapatamayan öteki şehzâdeler, bilhassa para hususunda sıkıntı çekerlerken; Abdülhamid Efendi, bir taraftan tasarruf ve diğer taraftan irâdını arttırarak hem müreffeh bir hayat geçirir, hem de para biriktirerek kardeşlerine yardımda bulunurdu. Bilhassa Murad Efendi’ye bir çok defalar ikraz suretiyle para verdiğini bana bizzat hikâye etmişti.» demekte (12); Yılmaz Öztuna ise, «Türkiye Tarihi»nde :
«İkinci Abdülhamid, ağabeyi Beşinci Murad’la beraber ihtimamlı bir tahsil gördü. Sonradan sadrâzam olan Edhem Paşa, Maarif Nâzın olan Kemal Paşa, Fransız Gardet, Fransızca hocalan; Gerdankıran Ömer Efendi. Türkçe; Ferid Efendi ile Şerif Efendi, Osmanlı tarihi; Guatelli Paşa ile Lombardi, piyano ve batı musikisi hocaları idiler. Bir iki parça şiir de yazan ikinci Abdülhamid, sonradan
Bkz: Resimli Tarih Mecmuası Temmuz 1950 nüshası.
Bkz: Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları. İstanbul, 1931.
İttihatçıların propaganda ettikleri gibi, cahil değil, İttihatçıların hemen hepsinden daha bilgiliydi. Bu arada, pâdişâhın imlâ bilmediği dahi iddia edilmiştir ki, bu yalanın mahiyetini görmek için, İkinci Abdülhamid’in elimizdeki yüzlerce elyazısmdan birine bakmak kâfidir» diyerek İkinci Abdülhamid’in yetişme tarzının bir başka yönüne temas etmektedir (13).
İbrahim Hakkı KonyalI da, Sultan Hamid’in gençlik yıllarına temasla: «Veremden ölen bir anadan ve yine verem olduğu söylenen bir babadan dünyaya gelmiş olmasına rağmen çok sıhhatli âdi. Bunu da intizamseverliğine ve sportmenliğine borçlu olduğunu söylerler. Tâ küçük yaşlanndanberi kılıç-kalkan kullanmıya, yay kurmağa, şimdi Topkapı Sarayı’mn silâh galerisinde teşhir edilen gürz, şeşper ve halter ile idman yapmıya meraklı idi. Abdülhamid gençliğinde her sabah günde beşer darbe artırarak mermeri tokatlamak suretiyle yay çekme idmanı da yapardı. Eskiden ok atmıya hazırlanan kemankeşlere üçer ay böyle mermer tokatlatılırdı. Abdülhamid, zamanın kalkan ve kılıç kullanmakta en mahir ustalarından ders almıştı. Kılıç kullanmakta fevkalâde mahirdi. Üstüste attığı on oku hiç şaşırmaksızın hedefine isabet ettirdiği meşhurdur (14).
BİR SANAT HÂMİSİ OLARAK ADINI EBEDÎLEŞTİRMİŞTİR.
Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Şultan Hamid’le alâkalı tetkikinde aynı mevzua temasla şunları yazıyor:
Bkz-. Türkiye Tarihi. Cild: 12. İstanbul, 1967.
Bkz: Büyük Doğu Gazetesi 25 ve 26 Mayıs 1952 nüshaları.
F. 2
Üvey-ana elinde büyümesine rağmen İkinci Abdülhamid’in gençlik yıllan pek mazbut geçmiştir.
«— İkinci Abdülhamid gençliğinde spor yapar, ata biner, yüzer ve silâh kullanırdı. Silâh kullanmakta pek mahirdi. Nişan alarak ismini yazdığı, madalyaları ortasından deldiği rivayet edilmektedir. Piyanoyla da meşgul olmuş, fakat sonraları bırakmıştır.
Abdülhamid bir amatör olarak suluboya, yağlıboya resim de yapardı. Portreye de çalışmıştı. Kadınlarından başikbalin muvaffak olmuş bir resmini yapmıştı. Bâzı resimlerde sedef parçalan kullanır, bunları manzaralar arasına serpiştirerek tezyini şekilde tertiplerdi.
Abdülhamid’in en ileri olduğu sanat kolu ince marangozluktu. İlk gençlik yıllarında merak ettiği bu sanata son zamanlarına kadar devam etmiş ve hakikaten pek mahirâne yazıhâneler, sedefli masalar, raflar vesair kıymetli eşya vücude getirmişti.
Abdülhamid Yıldız’da kurduğu çini fabrikasıyle Türk zevkine ve sanat tarihimize büyük bir hizmette bulunmuş, Eser-i İstanbul, Çeşm-i bülbül, Beykoz gibi İstanbul güzel sanat işçiliğini daha mütekâmil bir şekilde devam ettirmiştir. Yıldız porselenleri, ismini bir sanat hâmisi olarak da ebedileştirmiş bulunmaktadır.
Abdülhamid, şehzâdeliğinde Maslak ve Kağıthane’deki arazisinde ziraat yapar, hayvan besler ve bunların ticaretiyle meşgul olurdu. Kendisi hesabım iyi biliyor, diğer biraderleri gibi sade maaşiyle iktifa etmiyor ve bilhassa israftan son derece çekiniyordu.
Şehzâde Abdülhamid Efendi’nin bütün dikkat ve alâkası, Osmanlı tahtı etrafında dönen ihtiras ve Jön-Türkler’in faaliyetleri üzerinde toplanıyordu. Kendisi büyük biraderi Veliahd Murad Efendi’nin Jön-Türkler’le olan münasebetlerini dikkatle takip ediyor ve bu münasebetlerle Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmek faaliyetlerinden yakînen haberdar bulunuyordu.»
İkinci Abdülhamid tab’an titizdi, hergün yıkanırdı. Kendi işini kendi görürdü. Uykusu hafifti. Vücutca zinde ve çevikti. Zekâsı kuvvetli, hele hafızası daha kuvvetliydi. Bilmediklerini sorup öğrenmekte hakikaten mahirdi ve mahviycikârdı. Yukarıdaki iki klişe. Sultan Hamid’in gençlik yırlarına aittir.
AVRUPA SEYAHATİ
Abdülhamid şehzadeliğinde, amcası Abdülaziz ve büyük biraderi Veliahd Murad Efendi (Beşinci Murad) ile 1867 yılında bir Avrupa seyahati yapmıştı.
Abdülhamid’in İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya gibi memleketleri görmesi, devrin siyasileriyle, hükümdarlarıyle tanışması kendisi için çok faydalı olmuştu. Bu seyahatten dokuz sene sonra Osmanlı tahtına oturduğu vakit, Avrupa seyahatinin derslerinden, tecrübelerinden zaman zaman istifade etmişti.
Fransa’yı bir eğlence, İngiltere’yi bir servet, ziraat ve sanayi memleketi olarak tanıyan genç şehzâde, idaresiyle, askeri ve disiplini ile Almanya’yı beğenmişti.
Sultan Hamid, amcasıyle yaptığı Avrupa seyahatinden yakınlarına zaman zaman bahsetmiş, Fransa’da, İngiltere’ de gördüğü şeyleri, alâkasını çeken hâdiseleri hikâye eylemiştir. Bu hâtıraları arasında bulunan, kendisinin fazla beğendiği ve hükümdar olunca da gerek askerî gerek siyasî bakımlardan büyük bir yakınlık ve dostluk tesis ettiği Almanya seyahati hakkındaki intihalarını burada aynen naklediyoruz :
«— Cennetmekân Abdülaziz Hân’la beraber Avrupa’ ya yapılan seyahat esnasında Prusya’da bir geceden ziyade kalmamaması evvelce yapılan program iktizasındandı.
Birinci Giyom’un misafiri olarak imparator sarayı önünde iki alay askeri ile, sekiz on kadar top ve topçu efradı ve bir iki alay süvari askeri ile resmi geçit icra edildi: Asker geçerken zabitinden, dümenci neferine kadar hepsi başını çeviriyor, kralın gözüne bakıyor, sanki «emret, uğruna öleyim» diyordu. Öyle ciddî ve muntazam bir geçitti. Kıral da ihtiyar ve sevimli idi. Fakat ciddi duruyordu. Askerin üstündeki elbise yeni ütülenmiş, pantalonları kar gibi beyaz, potinleri pırıl pırıl parlıyor, hepsi bir siyakta.
O akşam imparator sarayında envai nefis yemeklerle bir büyük ziyafet keşide olundu. Yemek esnasında cennetmekân hazretlerinin (Sultan Aziz’in) ve müteveffa imparatorun marşları çalındı. O gece Gublans şehrinde mükemmel bir şehrayin-i meserret icra kılındı.
Gublans’tan geçmekte olan Ren nehrinin iki tarafındaki tabyalar türlü şekilde ışıklara garkolunmuştu. Cennetmekân hazretleriyle müteveffa imparator ve refakatindeki zevat bir vapura binerek birkaç saat nehir boyunca dolaşıldı, donanma görüldü.
Nehrin iki tarafındaki binlerce Alman tarafından tarif edilmez bir şekilde misafirperverlik ve sevgi tezahürlerine şahid olundu. Ertesi gün\mükemmel bir teşyi merasimiyle Gublans’tan ayrılıp Viyana’ya gelindi. Almanya’da gerek devlet gerek asker ve bilcümle ahali canibinden gösterilen mihmannevazlık, ihtiram fevkalâde idi. Gublans’ dan Berlin’e azimet olunarak Berlin’de daha ziyade kalınmış olsaydı, bittabi bu dostluk tezahüratı o nisbette tezayüt edecekti.
Almanya’da bir sarayda misafir edildik. Bizi biraderim Sultan Murad’la bir odaya koydular. Oda büyük, zemini mermer, iki karyola var, birer paravana ile, tefrik olunmuş, birer de gece dolabı var. Odada başka müzeyyenat yok. Herşey basit, herkes asker, hattâ hademeler bile. Çağrıldığı vakit, bir asker, iri-yarı, rap rap askerce bir ayak atarak gelir, dimdik durarak bir selâm alır, emri telâkki eder, gene askerce döner gider. Orada hizmetçi kız falan yok, her hizmeti gören hep erkek, hattâ asker, bunu gözümle gördüm, hoşuma gitti.
Tahta çıkar çıkmaz, Almanya’dan evvelâ bir kilerci ve bir marangoz getirttim. Sadakatle hizmet ettiler, memnun kaldım. Zamanımda askerlik hususunda hep Almanya’da gördüklerimi tatbik ettim. Tahsil için zabit gönderdim. Almanya’dan muallimler celbettim. Bunun için evvelâ şimdiki imparatorun babasından müsaade aldım. Prens Bismark da ahbabımdı, ona ve imparatora yazdım. Sefâretimize de o yolda talimat verdim.
Zabitlerimizi ordularına kabul ettiler. Bize de muallim gönderdiler. Bir dostluk tesis ettim, sebebi de orada gördüğüm askerî terbiyenin hiçbir'yere kıyaslanmıyacak bir şekilde olmasıydı.» (Hususi hekimi Dr. Âtıf Hüseyin Bey’in zaptettiği notlardan) ,(15).
HUSUSİYYETLERİ
Gençlik yıllarını böyle birkaç şehadetle gözler önüne serdiğimiz İkinci Abdülhamid’in hususiyyetlerinden bâzılarını evvelâ Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’dan dinleyelim. Diyor ki, bu zat: «Sultan Hamid orta boylu, cevval bakışlı, gür ve kalın sesli idi. Zekâsı şayan-ı dikkat idi. Cidden zengin denilecek bir bazine-i tecrübeye malik idi. Görüştüğü kimseler üzerinde nafiz nazarlariyle ve uyanık zekâsıyle bir tesir-i mahsus bıraktığına şüphe yoktu. Sefirlerin ve ecnebi misafirlerin bu hususta müteaddid ve riyasız şehadetleri olmuştur.
Sultan Hamid, vücudca zinde ve çevik idi; betaetten (ağır davranmaktan) hiç hoşlanmazdı. Zerafete meftun idi. Temiz ve itinalı giyinmenin hayatta bir intizam ifade ettiğini söylerdi. İnsanların kıyafetlerinde ihmâl göstermelerinin, kendilerinde fikrî intizam bulunmayışından ileri geldiğine kani idi.
Sıhhatine pek itina ettiği için çalışma saatleri, yemek ve istirahat zamanlan son derece muntazam idi. Geceleri erken yatar, sabahları erken kalkar, sabah banyosunu hiç ihmâl etmezdi. Her sabah namaz kılar, duâ okur, hafif ve az yemek yerdi.» (16).
Bkz: Resimli Tarih Mecmuası Ocak ve Şubat 1955 nüshalan.
Bkz: Tahsin Paşa a.g.e.
Bir görgü şahidi olan Mâbeyn Başkâtibinin şehadetinden sonra, kıymetli müdekkik İsmail Hami Danişmend’in yazdıklarını okuyalım: «Fevkalâde bir zekâ ile hayret edilecek kuvvette bir hâfızaya malik olduğunda düşmanlan bile müttefiktir. İrade kuvveti de, zekâ ve hâfızasiyle mütenasip gösterilir : Anasıyla babası genç yaşlarında veremden öldüğü ve kendi bünyesi de aynı istidada vâris olduğu için, bütün hevesât ve ihtirâsâtını sıhhatine feda ederek ölünceye kadar mütemadi bir itidal içinde yaşamak, o vaziyette ve o imkânlar içinde kolay şey değildir. Fevkalâde çalışkanlığı ile hususî hayatının intizamı da, Garb menbalarında bile hayretle bahsedilen meziyetlerindendir. Meselâ, öldüğü güne kadar yaz kış soğuk duş yapmış ve hiç bir gün fâsıla vermemiştir!.. Mesaî saatleri gayet muntazamdır ve yorulmak bilmeden çalışır. Mühim telgraflar ve haberler geldiği zaman gece uykusundan bile uyandırılabilir» (17).
Semih Mümtaz da, Abdülhamid Hân’ın başka bir yönüne temasla der ki: «Sultan Hamid'in bir merakı da, iyi giyinmek ve bir defa olsun namazı terketmediği için, günde iki üç defa elbise değiştirmekti. İnat ile Hereke kumaşından elbiseler yaptırmayı tercih ettiği için, istediği gibi yumuşak olmamalarından şikâyet ederdi. Ve huzuruna çıkanları yeni bir elbise giyinmiş görse : «Güle güle» dedikten sonra : «Benimki sizinki kadar şık değil ama, halis Türk malı, Hereke kumaşıdır» diye övünürdü.
Saçları sağdan ayrılmış olarak taranırdı. Sık sık fırçalardı. Her sabah yatağından çıkar çıkmaz hamama girer, kendi yıkanır ve kendi kurulanırdı. İç çamaşırı Trabzon bezinden hilâli gömleklerle aynı bezden don ve mevsimi-
Bkz-. İsmail Hami Danişmend. a.g.e.
İkinci Abdülhamid birçok meziyetleri yanısıra hat
sanatında da mahirdi.
ne göre bunların üzerine giydiği deve tüyünden ince veya kalın fanilâlardan ibaretti. Kuşak sarmazdı. Askı kullanmazdı. Cuma selâmlığına çıktığı vakit asker elbisesi ve yazkış kukuletalı bir kaput giyerdi. Elbisesinde rütbe işareti taşımazdı, yalnız kılıç kuşanırdı. Beyaz eldiven giyinir ve arabada kılıcını bacakları arasına alarak ellerini üzerinde tutardı. Sarayda başı açık gezmeğe alıştığı cihetle, Yıldız Sarayı’nın bahçe kapısından Hamidiye Camiine gelinceye kadar beş on kere fesini düzeltmek bahanesiyle başını havalandırırdı. Camiden dönüşünde ya ata biner, yahut ufak bir sepet arabaya atlayarak kendisi arabacılık eder, gençliğinde sportmen olduğu için bu işleri fevkalâde bir güzellik ve maharetle becerirdi» (18).
Yılmaz Öztuna ise : «Sultan Hamid, siyasî dehâsı bir yana, fevkalâde zekâsı ve hâfızası ile ünlüdür.» diyor ve ilâve ediyor: «Bu zekânın, başta vehim olmak üzere çarpık tarafları eksik değildir. Ancak umumiyetle, devrinin bütün devlet adamlarının üstüne çıkan zekâ, kurnazlık ve tecrübeye sahip olduğunda birleşilmektedir. İnsanlar üzerindeki tesiri de çok övülmüştür. Babası gibi hususî muamelelerinde çok nazik olması, herkesi ayakta karşılaması, huzurunda yer öpülmek âdetini kesin şekilde yasaklaması, çok tesirli, tatlı, kalın bir erkek sesi olması ve pek güzel konuşması, hiç kimseye, hattâ çocuklarına «sen» diye hitab etmemesi, birçok şahsı kendisine bağlamış ve otuz küsur yıllık uzun şahsî iktidarının sebeblerinden biri olmuştur. Türk hükümdarı aleyhinde Avrupa’daki propagandadan sonra Sultan Hamid’i şahsen tanıyan yabancılar, hiç ümid etmedikleri bir şahsiyetle karşı karşıya geldiklerini, hâtıralarında belirtmeyi unutmamışlardır» (İS).
Abdülhamid Hân’ın burnundan bahisle türlü hezeyan savuran sefihlere İbnülemin Mahmud Kemal İnal bakınız ne güzel cevap vermişti: «Burnunun büyükçe olmasını da büyük bir kusur farz ederek «Hamidî bir burun» diye eğlenen sümüklüler ve «kârizde olukdur gûya sümüklü burnu» tarzında hezeyan eden sarhoş şairler bilmelidirler ki, burnun büyüklüğünde küçüklüğünde, güzellikde, çirkin
de) . Bkz: Canlı Tarihler. Cild: 4. İstanbul, 1946.
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
likde mahlûkun sun’u yoktur. Hazret-i Hâlık, nasıl istemişse öyle yaratmıştır. Merhumun eğlenilen burnu ise asaletini isbat eder ki, Osmanlı padişahlarının burunları ekseren o şekildedir» (20).
Devam edelim...
Reşat Ekrem Koçu diyor ki: «Gayet sade ve temiz giyinirdi, kendisine has bir zarafeti vardı, esvaplarında daima tercih ettiği renkler koyu kurşunî, nefti ve devetüyü olmuştur. Okumaktan zevk alırdı, bilhassa Türkiye tarihini çok iyi bilirdi. Yıldız Sarayı’nda çok zengin bir kütüphane kurmuştu ki, bugün bu kütüphane, Üniversite Kütüphanesinin paha biçilmez bir parçasıdır, bilhassa Türkçe yazmalar bakımından bir hazînedir. Ecdâdı içinde en çok Yavuz’u severdi. Bu sevgisini İstanbul’u ziyaretinde Almanya İmparatoru Vilhelm’e açmış, o da memleketine dönünce Sultan Selim Divanı’m, Alman matbaacılığının enfes işlerinden biri olarak bastırmış ve Sultan Hamid’e hediye etmişti» (21).
Meşhur Babıâli Baskınında Kâmil Paşa Kabinesinin Dahiliye Nâzın olan, bilâhare Mütâreke yıllarında yine aynı Nezâretde bulunan Ahmed Reşid (Rey): «Sultan Hamid kısa boylu, nahif, omuzlarının genişliği mutedil, fakat biraz öne doğru mail, âzası yekdiğeriyle mütenasib bir vücuda malikti. Teni esmer, çehresi uzunca, kaş kemikleri çıkık, yanakları çökük, renkçe de koyu maviye bakar siyahtı. Burnu vechine (yüzüne) nisbetle büyük ve uzuncay-
Bkz: îbnülemin Mahmud Kemal İnal, a.g.e.
Bkz: Osman Gazi’den Atatürk’e. İstanbul, neşir tarihi yok.
dı. Başının tepesinde saç kalmamıştı, yan ve arka cihetindeki saçlarıyla sakalının telleri kalın ve sert görünürdü. Giizel olmamasına rağmen yüzü sevimli, hele etvarı ve mişvarı (tavr-ı hareketi) tevazu’ içinde büyüklük gösteren nâdir bir hususiyyeti hâizdi» (22) derken; Ziya Şakir de : «Her işde intizamı son derece seven, bunu kendi nefsinde ve islerinde tatbik eden Hünkâr, bilhassa kılık ve kıyafet meselesine de pek ehemmiyet verirdi. Kendisi, gayet sade fakat bir anda göze çarpacak derecede zarif giyinirdi. Zekâsına ve son derece intikal kabiliyetine emin olduğu için —bilhassa ecnebilerle— her türlü bahislere ve en nazik mevzulara girişmekten çekinmezdi. Huzuruna kabul ettiği ecnebilerin «Kızıl Sultan»ı yakından görmeye geldiklerini bilirdi!..» (23) demektedir.
Vak’anüvis Abdurrahman Şeref Bey ise: «Şehriyâr-ı müşarünileyhin (adı geçen Pâdişahm/Abdülhamid Hân’ın) sima ve bünyesinde Hânedân-ı Osmaniyyeye mahsus olan alâmât (işaretler) iyice fark ve müşahede olunurdu. Nitekim, Centile Bellini tarafından tersim olunan (çizilen) Fâtih'in tasvirinde Hâkan-ı sabıkın (Sultan Hamid’in) hutut-ı vechiyyesi nümayandır (yüz hatları görülmektedir). Kendisi zekî ve hassas, dakikaşinas (zor şeyleri tartıp anlayan), muamele-i mûtâdesi nazik, halâvet-i mahsusa-i sadaya malik (gayet tatlı bir sese sahib), efendiliğinin, hilâfet ve saltanatın izzet ü vakarını maattakdir (takdir ile) tamamiyle yerine getirir, bendegânı taltif ve kendisiyle görüşen ecanibi (ecnebileri) tatlı ve cazibe-i nezaketi ile teshir etmenin (büyülemenin) yolunu bilir, tehdidini hakkıyle ikaa (yerine getirmeğe) kaadir ve lede’l-hâce (icabettiği zaman)
Bkz; Canh Tarihler. Cild: 3. İstanbul, 1945.
Bkz: Ziya Şakir. a.g.e.
İkinci Abdülhamid gençliğinde spor yapar, ata biner, yüzer
ve silâh kullanırdı. Silâh kullanmakta pek mahirdi. Nişan
alarak ismini yazdığı, madalyaları ortasından deldiği riva-
yet edilir.
izhar-ı şiddet veya teskin-i hiddete (öfkesini gidermeğe) muktedir idi.» diyor (24).
Yine İbnülemin Mahmud Kemal İnal: «Vazifeperverlikde, çalışmakta nadirül emsâl olduğu müsellemdir. Arz edilen resmi evrakı tamamiyle okur ve muvafık görmediklerini — esbabı mucibe serdiyle — iade ederdi. Geceyarısı gelen müstacel marûzat — kendi uykuda da bulunsa — takdim edilmek mecburi idi. Uykuyu terk eder, maruzatı okur, lâzım gelen emri verirdi.
Pek nazik, pek mütevazi idi. Mültefitane sözlerle muhatabını teshir ederdi. Ecnebi küberasına ziyafet verildikte dilfiribane bir tarzda ve suhuletle uzun sözler söyler, hatırlarını tatyib ederdi.
Kuvve-i hâfızası son derece metin idi. Vaktiyle bir kez gördüğü bir şahsı ve işittiği bir sözü unutmazdı.
Çok sigara, kahve ve çay içerdi. Ayş ü işrete ve fuhşu rezilete rağbet etmezdi. Az yer, az uyurdu.» (25) diyerek hüsn-i şehadette bulunmaktadır.
Bir heyet tarafından hazırlanan «Mufassal Osmanh Tarihi»nde İkinci Abdülhamid’den bahisle deniliyor ki :
«— Abdülhamid, ortadan uzuna yakın boylu, zayıf ve esmerdi. Bedenen kuvvetli olmakla beraber iyi silâh kullanır, ata iyi binerdi. Sesi kalın, hafif titrek, tannan, çok tesirli ve cazibeliydi. Söylenenleri hiç usanmadan ve karşısındakinin sözünü kesmeden dinlerdi. Kendisi ile konuşanlara saygı telkin eden, pek nazik ve terbiyeli idi. Hoş-
Bkz: Sultan Abdülhamid-i Sânı Sûret-i Hal’i. İstanbul, 1918.
Bkz: İbnülemin Mahmud Kemal İnal, a.g.e. lanmadığı kimselere bile güleryüz gösterir, hoşlanmadığını belli etmezdi. Hâfızası kuvvetli olup, bir kere gördüğünü veya sesini duyduğunu bir daha unutmazdı. Karşısındakinin duygu ve düşüncelerini anlamakta ve bunları ona söyletmekte mahirdi. Herkesin gönlünü alıp, kendisine bağlamayı bilir, dindar, hayratı sever, içki kullanmaz, her türlü sefahattan uzak durur, basit ve sade bir hayat yaşardı. Amatör zevki marangozluktu, kendisine istirahat verdiği zaman marangoz atölyesinde çalışarak vakit geçirirdi. Memleket idaresinde iyi niyetle çalışmak ve faydalı olmak isterdi. Zekâsı ve dirayeti takdir edilmekle beraber, pek muntazam bir tahsili yoktu. Fransızcayı anlar, konuşmazdı.» (26).
Enver Behnan Şapolyo ise yine aynı mevzuda: «Abdülhamid büyük burunlu, san benizli, biraz kanburca idi. Sakalı koyu siyah, sık ve kısa idi. Kaşlarının üzeri hafifçe çıkıntılı, şakakları çukurca, gözleri siyaha yakın çakırdı. Uzun kirpikli ve kuvvetli bakışları vardı. Çok zeki, aynı zamanda pek kurnazdı. Sesi kalındı. Hâfızası da kuvvetli idi. Sözleri muntazam ve âmirâne idi. Çok düzgün konuşurdu. Abdülhamid dindardı. İhtiyatlı ve basiretli davranmasını bilirdi. Bakışları inceleyici bir durum taşırdı. Kendisi sade giyinir ve sade yaşardı. Gıda ve giyim maddelerinin ucuzluğuna çok önem verirdi. Memlekette bolluk ve ucuzluk, onun en büyük arzusu idi. Spor yapmaktan hoşlanırdı. İyi kılıç ve silâh kullanırdı. Kuvvetini göstermek için bir eli ile sandalyeyi havaya kaldırırdı. Kuşlara da merakı vardı. Tarabya’daki yalısında küçük bir silâh müzesi yapmıştı, bu silâhları seyretmekten zevk alırdı.» (27).
Bkz: Mufassal Osmanh Tarihi: Cild: 6. İstanbul, 1972.
Bkz: Osmanh Sultanları Tarihi. İstanbul, 1961.
İkinci Abdülhamid saltanatının son günlerine kadar saraydaki hususî atölyesinde devrin en mahir ince marangoz ustalarından biri olarak çalışmıştır. Yukarıda onun elinden çıkan bir sandalye ile çekmeceli küçük dolap.
Ayşe Osmanoğlu da hâtıratında babasının pek bilinmeyen taraflarına temasla: «Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Gençliğinde Şazelî tarikatına girmişti. Daima camilere devam ettiğini Ramazanlarda Süleymaniye Camiinde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Böylece, camide namaz kıldığı günlerin birinde Hamza Zâfir Efendi adında muhterem bir Şeyhe tesadüf edip onunla ahbab olmuş, bu tarikata bu suretle intisab etmiştir. Keza, Yahya Efendi Tekkesi’nin büyük şeyhi olan Abdullah Efendi vasıtasiyle dahi Kadirî tarikatına intisab etmiştir.
Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu.
Ebülhüdâ Efendi’ye gelince: O da babamla aynı tarikata mensuptu. Babam onun zeki bir adam olduğunu bildiğinden kendisini Arab meselelerine dair siyasî işlerde kullanırdı. Bu Ebülhüdâ Efendi’nin gûya babamın başjurnalcısı olduğu hakkında sözler vardır. Her devrin kendine mahsus bir idare şekli olduğu unutulmamalıdır» diyor ve ilâve ediyor :
«— Babamın mu’tadı erken yatıp erken kalkmaktı. Sabahları güneşten evvel kalkıp hamama gider, banyosunu alırdı. Hamamın dış katında oturmak için bir sedir yaptırmıştı. Orada oturup giyinir, sabah namazını oracıkta kılar, sonra kahvaltısını ederdi. Yataktan kalkmadan önce müshil almak mûtadı olduğundan sabah kahvaltısını çok hafif yapardı. Hastalığından evvel senelerce «Mhnyezi Ha-
F. 3zi» almıştır. Hastalığından sonra sinameki tozunu toz şekerle karışık olarak alırdı. Yarım bardak sütü madensuyu ile karıştırıp içerdi. «Çitli maden suyu» nu kullanırdı.
Marangozlukla uğraşmaktan zevk alan İkinci Abdül-
hamid’in yaptığı bir kitap dolabı
Babam? «Gençliğimde denize girer, pek iyi yüzer, ata biner, araba kullanır, kürek çeker, yelken kullanır, tabancayla atıcılık yapar, ava gider, kılıç talimleri yapardım.» derdi.
Şu dolapta görülen şahane işçilik İkinci Abdülhamid'in
ince marangozluktaki ustalığını sarahatle ortaya koy-
maktadır. Bu dolab, yeri gösterilen gizli düğme ile
açılmaktadır.
Kahveyi çok severdi. Yemeklerden sonra kahve içtiği gibi, arada da ayrıca altı yedi defa içerdi. Kendi emektarlarından, şehzâdeliğindenberi kahvesini pişiren Halil Efendi, kahvecibaşı idi. Babamın mizacım öğrenmişti. Kahvesi ne koyu, ne de açık ve sade olarak pişirilirdi.
Babam geceleri odasında kitap okutturduğu için aleyhtarlarının söylemediği kalmamıştır. Halbuki bu tamamiyle onun hususî hayatına aid bir meşgaleydi ve kitap okutup dinlemek en ma’sûm bir sahada tecelli ediyordu. Babam ise bu kitap okutma işini şöyle izah ederdi :
«— Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnimi başka taraflara sevkedip düşüncelerimi defetmek ve rahat uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutuyorum. Okuttuğum eserler ciddî olursa büsbütün uykum kaçıyor. Onun için bir takım romanlar tercüme ettiriyorum> der ve gülerek ilâve ederdi: «Küçüklüğümde dadım bana ninni söylerdi. Şimdi de okunan kitaplar aynı tesiri yapıyor. Esasen yarı dinliyor, yarı dinlemeden uykuya dalıyorum. İşte benim uyku ilâcım budur.»
Babamın marangozluğa olan merakı babasının zamanında başlamıştır. Çünkü Abdülmecid Hân da marangozlukla uğraşmış ve yanında Halil Efendi adında pek usta bir sanatkâr varmış. Babam bu Halil Efendi’den ders alırmış, onunla birlikte çalışırmış. Büyükbabamın marangoz takımlarında bu Halil Efendi’nin imzaları kazılı imiş. Bu takımlar Yıldız’da, babamın atölyesinde idi. Kendisi de bu âletlerle çalışırdı. Avrupa’dan yeni sistem bir çok âletler de getirtmişti. Yaptığı bir çok sedefli, oymalı eşyalar Yıldız’da idi. Bunların şimdi ne olduğunu bilmiyorum. Yalnız yaptığı ve son Osmanh sadrâzamı Tevfik Paşa’ya hediye ettiği sanatkârane bir dolap şimdi Tevfik Paşa’nın büyük oğlu, eski yâver ve dâmâdlardan İsmail Hakkı Bey’in kadirşinas ellerindedir.» (28).
Reşad Ekrem Koçu başka bir eserinde: «Babası da, anası da veremden ölmüşlerdi. Verâset yolu ile aldığı bu müdhiş hastalığı, yaşamak hırsının kamçıladığı bir irade ile yenmişti. Zevklerini sıhhatine fedâ etti. Şehzâdeliğinde spor, günlük işlerinden biri olmuştu. Mükemmel bir binici ve avcı idi. Yazın Kızkulesi’ne giderek oradan denize girdiği söylenir. Kendisinin Tarabya üstündeki, kızkardeşi Cemile Sultan’m Alemdağı’ndaki çiftlikleri en sevdiği yerlerdendi. Buralarda gürültüden uzak haftalarca kaldığı olurdu. Saltanatının son günlerine kadar da sarayındaki hususî atölyesinde devrinin en mahir ince marangoz ustalarından biri olarak çalışmıştır.
Babası gibi bir erkek güzeli değildi ama, kendisine çirkin de denilemezdi. Bu orta boylu adamın yüzünde kendisine has kıymetler, bakışları keskin ve işleyici, elâ gözleri ile iri ve kemerli burnu idi. Sesi de, halâvetli, bir devlet reisine yakışacak tonda, gür ve kalındı.» diyor (29).
Ord. Prof. Enver Ziya Karal da, İkinci Abdülhamid’in hususiyyetlerinden bahisle: «Ata binmesini, fayton sürmesini severdi. Silâha karşı da merakı vardı. Mükemmel bir nişancı idi. İçkiye düşkün değildi. Kadınlarla münasebeti de saray hayatına göre, muvazeneli idi. Marangozlukla uğraşmaktan zevk alırdı. Dolap, masa, çekmece gibi eşya yapardı. Emlâkinin idaresi ile de bizzat meşgûl olurdu. Zeki, çalışkan, kavrayıcı idi ve çok kuvvetli bir hafızaya sahipti. Re’y ve kararlarında istiklâl sahibi olduğu gibi, tehlike karşısında da metanetli idi.
Bkz: Ayşe Osmanoğlu. a.g.e.
Bkz: Osmanh Padişahları. İstanbul, 1981.
İkinci Abdülhamid dindardı. Dinî vazifelerini eksiksiz yerine getirmeye çalışmıştır. Beş vakit namazını hiç bırakmamış olmakla iftihar ederdi» diyor (30).
Nâzım H. Polat, Sultan Hâmid’le ilgili tetkikinde: «Dört kardeş (diğerleri: Murad, Reşad, Vahideddin) içinde onu en çirkin olarak gösterenler, burnunu mesned almışlardır» diyor ve devamla: «Gerçekten de hayli büyük ve kemerli bir burnu vardı ki, sülâlesinin bu en belirli fizik hususiyyetini, resimlerden çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Burnunun kemerli Oluşuyla tanınan diğer bir pâdişâhımız Fâtih Sultan Mehmed’dir ki, Abdülhamid Hân’ın ki de ona çok benzemektedir.
İkinci Abdülhamid’in burnundan sonra dikkati çeken uzvu gözleridir. Büyük, parlak ve cevval gözleri, gayet müessir bir irâde sahibi olduğunu gösteriyor. Yüzünün daima bir ciddiyet telkin ettiği üzerinde herkes birleşmekte. Atletik ve kuvvetli bir yapıya sahip oluşu da, kendisine âdeta bir heykel görünüşü vermiştir. Ermenilerin ve onlara mürebbi olanların Osmanlı hakanına «Heykel-i İstibdâd» demelerinde bu fizikî yapının da tesiri muhakkaktır» (31) diyor.
Bkz.: Osmanlı Tarihi. T.T.K. Yayını 8'ci cild. Ankara, 1983.
Bkz: Tarih ve Edebiyat Mecmuası. Haziran 1982 nüshası.
İKİNCİ BÖLÜM
Saltanat Yılları
(Devleti otuz üç yıl daha ayakta tutan adam:
Sultan İkinci Abdülhamid’dir.)
Tahta çıkışı.
Birinci Meşrutiyet.
93 Harbi.
Midhat Paşa hâdisesi.
«Vehim» değil «ihtiyat ve tedbir».
9 İstibdad mı?.
9 Müsrif değildi.
Maarife hizmeti inkâr edilemez.
Yıldız İstihbarat Teşkilâtı
Çırağan Vak’ası.
S Feraset sahibi bir diplomattı.
Hicaz demiryolu.
9 Düyûn-u umumiyye.
SULTAN BEŞİNCİ MURADIN SALTANATI
Sultan Beşinci Murad, İkinci Abdülhamid’in iki yaş büyük ağabeyidir. 1840 yılının 21 Eylül Pazartesi günü Şevk-efzâ Kadın-Efendi’den doğmuştur. Amcası Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilişini müteâkib hükümdar olan Beşinci Murad. Osmanlı pâdişâhlarının otuz üçüncüsüdür.
Yerli ve yabancı pek kıymetli hocalar elinde mükemmel bir tahsil gören, ancak, bu mükemmel tahsile rağmen şehzâdelik yıllarını sefahetle geçiren Beşinci Murad. Osmanoğulları arasında Mason olan tek pâdişâhtır!. Oğlu Selâhaddin Efendi de masondur!. Amcası Sultan Aziz’in Avrupa seyahatine Veliahd olarak katılan ve bu seyahat esnasında Londra’da İngiltere Veliahdı Prens Edvard’la görüşen Beşinci Murad yurda dönüşünde mason olmuş ve kendisine daha başlangıçta mu’tad hilâfına on sekiz derece verilmiştir!. Beşinci Murad’ın masonluğa giriş merasiminde Kleanti İskaliyeri, Dr. Minos Volonaki, Dr. Yanis Eşamelos gibi loca üstadları hazır bulunmuş ve tekris/yemin merasimi Şair Ziya Paşa tarafından yapılmıştır (32). Hattâ bir iddiaya göre, bu yemin merasiminde Beşinci Murad’a
Bkz: Mustafa Müftüoğlu. 4 Şubat 1980 tarihli Milli Gazete» de «Tarihin Hükmü» sütunu. giydirilen gömlek saklanmış ve bilâhare mason olan oğlu Selâhaddin Efendi’ye giydirilmiştir (33). Yine bir iddiaya göre, Beşinci Murad, kardeşi Reşad Efendi’yi (Sultan Reşad’ı) mason yapabilmek için bir hayli uğraşmışsa da muvaffak olamamıştır! (34).
Osmanlı pâdişâhları içinde tek mason olan Beşinci Murad, bu meziyeti (!!!) yanısıra, Osmanlı tarihinde en kısa saltanatın da (doksan üç gün) sahibidir. Yine aynı Beşinci Murad pâdişahlığına rağmen, ecdâdınm tarihî tahtına da oturamamıştır!. Serasker Hüseyin Avni Paşa denilen Eşekçi Ahmed’in oğlu’nun yaptığı saltanat darbesiyle tahta çıkan Beşinci Murad’a biat merasimi evvelâ Serasker Kapısı’nda yapılmış; bilâhare bu merasime Dolmabahçe Sarayı’nda devam edilmiş ve o günkü keşmekeş içinde Topkapı Sarayı'ndaki tarihî taht getirilemediğinden, Beşinci Murad alelâde bir taht üzerinde bîat kabul etmiştir.
Gençliği türlü sefahet âlemlerinde geçen ve içki ile asabı perişan olan Beşinci Murad, amcası Sultan Aziz’in tahttan indirilişi üzerine pâdişâh olmuş ve «Eşekçi Ahmed’ in oğlu» (35) diye anılan Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz’in hal’ini (tahttan indirilmesini) İngilizlerin ve Fransızların muvafakatini alarak gerçekleştirmiş-
Bkz: İzzed Nuri Gün Yalçın Çeliker. Masonluk ve Masonlar. İsimler Belgeler. İstanbul, 1968.
Bkz: Ali Fuad Türkgeidi. Görüp İşittiklerim. Ankara. 1951.
İsparta'nın Gelendost'undar. olan Hüseyin Avni Paşa'nın babası, memleketinde »Eşek Ahmed» veya »Eşekçi Ahmed» unvanıyla meşhurdur!.. Babası «Eşekçi Ahmed» olan Hüseyin Avni Paşa'nın kendisi de, «Malak Hüseyin» veya «Sıpa Hüseyin» diye şöhret bulmuştur!.. tir (36). Bu hal’ vak’asında Eşekçi Ahmed'in oğluna Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa, meşhur Midhat Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah (İkinci Abdülhamid’in tâbiriyle: Şerrullah) Efendi, Harbiye Nâzın/Kumandam Süleyman Paşa ve Bahriye Nâzın Kayserili Ahmed Paşa yardımcı olmuşlardır. Bu «çete», darbe için 31 Mayıs 1876 tarihini tesbit edip bu tarihi Veliahd Murad Efendi’ye de haber vererek onun da muvafakatini almışlarsa da, bilâhare Süleyman Paşa'nın ısrarıyle darbe 30 Mayıs Salı gününe alınmış, ancak bu âni değişiklikten — nedense — Murad Efendi haberdar edilmemiştir!.
CİNNET ALÂMETLERİ VE
İşte bu darbe tarihindeki âni değişikliğin Veliahd Murad Efendi’ye haber verilmemesi, bir felâketin başlangıcı olmuş ve 30 Mayıs 1876 Sah günü, sabahın alacakaranlığında askerin saraya dolduğunu gören Beşinci Murad, darbe teşebbüsünün amcası Sultan Aziz tarafından haber alındığını ve askerin kendini tevkif etmek üzere geldiğini sanarak müdhiş bir buhran geçirmiştir!. Bu buhran, esasen içkiden asâbı bozuk olan Beşinci Murad’ın muvazenesini alt-üst etmiş ve biat merasimi dolayısiyle Patrikhâne mensublarının kendilerine mahsus kapkara elbiselerle topluca huzura girdiklerinde âni bir hareketle yerinden fırlayan Beşinci Murad’ın bu ilk günlerindeki halini Mâbeynci Seyyit Bey «korkudan hâsıl olan bir rahatsızlık» diye kaydeder ve tahta çıkışının üçüncü günkü Cuma selâmlığında «dudaklarının uçuklamasıyle rahatsızlığının arttığını»
Bkz: Charles Mismer. İslâm Dünyasından Hâtıralar. İstanbul, 1975.
SULTAN BEŞİNCİ MURAD: Sultan Abdülmecid'in büyük oğlu, ikinci Abdülhamld'kı ağabeyidir. 21 Eylül 1840 Pazartesi günü Şevk-etzâ Kadın-Efendi'den doğmuş ve amcası Sultan Abcülaziz’in tahttan indirilmesi üzerine hükümdar olmuştur. Osmanlı pâdişâhlarının otuz üçüncüsüdür. OsmanlI tarihinde en kısa saltanat (doksan üç gün) Beşinci Murad'ındır. Beşinci Murad, aynı zamanda Osmanoğulları içinde Mason olan tek pâdişâhtır. Kendisine «Kılıç Alayı» yapılamadığı gibi, tahta çıktığı gün, o günkü keşmekeş içinde biat merasiminde ecdâdının tarihî tahtına da oturamamıştır. Gençliği türlü sefâhat içinde geçen ve içki ile asâbı perişan olan Beşinci Murad, muvazenesizliği dolayısiyle tahttan indirilmiş, onun yerine kardeşi ikinci Abdülhamid geçmiştir.
söyler. Mâbeyn Başkâtibi Sadullah Bey ise «o Cuma günü selâmlık resmi Ayasofya Camii şerifinde icra edilmişti ve illet-i dimağiyyenin ilk eseri de işte o gün vuku bulmuştu» der. Şehzâde Vahideddin Efendi (Sultan Vahideddin) de, aynı günün akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda Şehzadelere verilen ziyafetten bahisle: «Yemekten sonra da huzura çıktık. Sultan Murad, bizi fesi elinde olduğu halde başı açık ve ayak üzeri kabul etti. «Halim pek fena» diye başağnsından şikâyet ediyordu. Huzurdan çıktıktan sonra sofada Nureddin Efendi’ye rastgelip, biraderin halini beğenmediğimi söyledim. O da, çok içmiştir de ondandır mânâsına işrab edecek surette eliyle ağzına doğru bir işaret yaptı...» der (37).
Bkz: Ali Fuad Türkgeldi. a.g.e.
Nice karanlık işler içinde tahta çıkacağı günü bekleyen, ancak tahta çıkışının daha ilk gününde cinnet alâmetleri gösteren Beşinci Murad’ın hastalığı ve tedavisiyle alâkalı raporları İsmail Hakkı Uzunçarşılı «Belleten» de yayınlamıştır. Bunların tamamını nakle sayfalarımız müsaid olmadığından, bu mevzuda şu kadarını kaydedelim ki, Beşinci Murad’daki illet-i dimağiyye, amcası, Sultan Aziz’in 4 Haziran Pazar günü, Eşekçi Ahmed’in oğlunun tertibiyle katl’edilmesi ve bu katl’olayından on bir gün sonra bu kerre Eşekçi Ahmed’in oğlu Hüseyin Avni Paşa’nın Çerkeş Haşan Bey tarafından öldürülmesinden sonra artmış, amcasının katlinden sonra :
«— Kan istemem, padişahlık istemem!» diye feryada başlayan, bir Cuma selâmlığında ata ters binmeye çalışan, bir ara kendisini saraydaki havuza atan Beşinci Murad’ın bu sözde saltanatında devlet idaresi Mütercim Rüşdü Paşa ve Midhat Paşa ile Şevk-efzâ Valide Sultan elinde kalmış, pek hâris bir kadın olan bu, Beşinci Murad’ın anası bütün gayretine rağmen, oğlunun hastalığına bir şifa bulamamış, nihayet Viyana’dan getirilen Dr. Leisdersdorf adlı akliyye mütehassısı, Beşinci Murad’ı Viyanaya götürüp orada tedavi etmek istemişse de, üzerinde Halife ünvam da olan Pâdişâhın bu şekilde yurtdışında tedavisi mahzurlu görülmüş, böylece Beşinci Murad, özlediği saltanatın tadını duyamadan tahttan indirilivermiştir!. Sultan Murad’ı al-aşağı edenler, Sultan Aziz’i de tahttan indiren «çete» mensublarıdır ve Beşinci Murad’ın hal’i dolayısiyle söylenen şu beyit meşhurdur:
Doksan üçde doksan üç gün pâdişah-ı dehr olup
Göçdü uzletgâhma Sultan Murâd-ı nâmurad.
DEVLET İDARESİ İKİNCİ ABDÜLHAMİD ELİNDE
Sultan Beşinci Murad’ın bu şekilde tahttan indirilmesini müteakib devlet idaresi İkinci Abdülhamid’in eline geçmiştir. 31 Ağustos 1876 (Hicrî: 10 Şaban 1293) Perşembe günü otuz dört yaşında tahta çıkan Sultan İkinci Abdülhamid, Osmanlı pâdişâhlarının otuz dördüncüsüdür.
İkinci Abdülhamid’in cülûsu devlet adamlarından bazılarının muhalefetine rağmen gerçekleşmiştir. Beşinci Murad’ın hastalığının tedavisinden ümid kesildikten sonra 30 Ağustos Çarşamba günü Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı' nda yapılan Vükelâ Heyeti (Bakanlar Kurulu) toplantısında .Sultan Murad’ın hal’i ile Veliahd Abdülhamid’in cülûsunun kararlaştırılmasını müteâkib, o günlerin Sadrâzamı Mütercim Rüşdü Paşa'nın Fethipaşa-zâde Mahmud Celâleddin Paşa’ya (dâmâd-Ticaret Nazırı) söyledikleri, bâzılarının muhalefetini sarahatle ortaya koymaktadır. Diyor ki. Sadrâzam :
«— Şehzâde hazretlerinin (İkinci Abdülhamidi’n) ma' lûmu olsun ki. Vükelâ (Vekiller-Bakanlar) bu karan kendilerine hizmet için vermediler. Sadece Sultan Murad hazretleri iyileşemeyecek şekilde rahatsızlandıktan için kendilerinin meşru veraset haklannı yerine getirmek icab etti.» (38).
Niçin muhaliftirler bâzı devlet adamları Abdülhamid’ in saltanatına? Bu suali Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu cevaplandırmıştır. Der ki, bu zat:
Bkz: Mufassal Osmanlı Tarihi. Cild: 6, İstanbul, 1972.
«—Abdülhamid Efendi hiç de ağabeyisine (Beşinci Murada’) benzemiyordu. Bir defa masonlukla asla ilgisi yoktu. «Genç Osmanhlar»la bâzı gizli temasları olmamış değildi. Fakat o kadar zeki idi ki, «Genç Osmanlı» denilen politika palazları pnu kontrol altına alamayacaklarından korkuyorlardı. «Genç Osmanlılar» m Abdülhamid’i beğenmeyişleri, onu kendilerinden üstün buldukları içindi. Sonra Abdülhamid’in «keyfî» dedikleri idareye, yâni, Osmanoğullan’mn an’anevi idare sistemine taraftar olduğunu da seziyorlardı. Hattâ, amcası Abdülaziz’e arasıra şunun bunun hakkında bilgi verdiğini de sanıyorlardı. Bundan ötürü ve kendisini tahta çıkarmak için çok, amma pek çok tereddüt edildi. Sonra kısa bir zamanda iki pâdişâhı tahttan indirmiş olan komplocu devlet adamları ,bir Veliahdın meşrû verâset hakkını çiğnemekten çekindiler. Yoksa onu atlatıp Reşad’ı tahta çıkarmayı düşünmüşlerdi (39). Abdül-
«Mâbeyn Müşiri Dâmâd Nuri Paşa Yıldız Mahkemesinde verdiği ifadede diyor ki: «Başkatip Sadullah Bey bana gizli olarak şu talimatı vermişti: «İşte Hüseyin Avni Paşa (Eşekçi Ahmed’in oğlu) maktulen vefat etti. Efkâr-ı umumiyye bütün bütün tahavvülâta başladı. Abdülhamid Efendi hazretleri de birçok muteber zevatı kabul ediyormuş, hattâ mesmuatıma göre bizim mahrem tanıdığımız yadigârlardan içlerinde adam bulunuyormuş, ulemâ arasında velinimetin hastalığı mani-i hilâfettir diye güftügû ediliyormuş. Bunun için Rüşdü (Mütercim Rüşdü Paşa) ve Midhat Paşalarla sözleştik. Allah esirgesin böyle bir vukuat olursa cümlemiz mahvoluruz. Abdülhamid Efendi hazretleri tarafından saraya gidilecek veya biat için kendi dairelerine bir cemmigafir girecek olursa asker ile müdafaa ve mümanaat olunacaktır, ma’lûmunuz bulunsun», dedi. (Yıldız Mahkemesi dosyalarından alınmıştır). Bkz: Resimli Tarih Mecmuası. Şubat, 1955 nüshası.
hamid, Kanun-u Esasi bahşedeceğini va’dedince hemen önünde baş eğdiler, kendisine biat eylediler.» (40)
İkinci Abdülhamid’in bu Mütercim Rüşdü ve Midhat Paşalarla yaptığı görüşme nedir? Ne konuşulmuş ve Veliahd Abdülhamid Efendi tarafından birşey va’dolunmuş mudur? Görüşmenin safahatını Sultan Hamid’in yayınlanan notlarından öğrenelim... Bu notlarda o görüşme şöyle anlatılmaktadır :
«— Midhat Paşa ile Mehmed Rüşdü Paşa (Mütercim Paşa), biraderin hastalığı üzerine bana geldiler. Onlarla ilk defa orada (Maslak Kasrında) mülâki oldum. Benden, şekl-i hükümetten meşrutiyeti mi, yoksa istibdadı mı, hangisini tercih edersiniz? diye sordular. Ben de cevaben : Avusturya İmparatoru Macaristan’a gider, Macar şapkasını giyer, Macar olur. Avusturya’ya gelir, oralı olur. Bir gemi kapdanı, gemiye kumanda ettiği zaman nasıl ki, icab eden hale göre kumanda ederse, ben de kumanda mevkiine gelince, memleketin selâmeti hangi idare şeklinde ise ve hayırlı görülürse, onu ihtiyar ederim, dedim. İlâveten şunu da söyleyeyim ki, benim şimdiki kanaatim, şeklî meşrû olan meşrutiyettedir. Çünkü ıstibdâd-ı idarede, iyikötü her şey hükümdara atfedilir, vükelâ mes’uliyet kabul etmez. Bu, sizin belki daha iyi işinize gelebilir, dedim. Güldüler» (41).
Bu görüşme mevzuunda acaib bir iddia vardır: Veliahd Abdülhamid Efendi ,gûya, ileride Beşinci Murad’m şuuru avdet ettiği takdirde, saltanatı ağabeyine, yâni, Beşinci Murad’a devretmeği peşinen kabul etmiş ve hattâ bunun için Midhat Paşa’ya bir de senet vermiş!
Bkz: llân-ı Hürriyet ve Sultan tkinci Abdülhamid. İstanbul, 1960.
Bkz: Halûk Y. Şehsuvaroğlu. Tarihi Odalar. İstanbul, 1954.
Bu acaib iddiaya Halûk Y. Şehsuvaroğlu «delilleri mevcut olmayan bir rivayet» diyor (42). Ziya Şakir ise «eğer Sultan Hamid Midhat Paşa’ya böyle bir senet vermiş olsaydı; Midhat Paşa bu kıymettar ve tarihi kâğıdı, adi bir borç senedi gibi, hergün elden ele gezen evrak çantasının yan gözünde saklamaz, herhalde bankalardan birinin demir kasaları içinde muhafaza ederdi» demekte (43), Ord. Prof. Enver Ziya Karal da, bu niyabet meselesini bir başka yönden ele almaktadır. Diyor ki ,bu zat:
«— Beşinci Murad’ın hastalığının uzaması, devletin umumî siyaseti üzerinde akisler yapıyordu. Elçiler itimatnamelerini takdim edemedikleri için, vazifelerine başlayamıyorlardı. İngiltere elçisi, tedbir olarak, pâdişâhın hastalığı müddetince, işlerin nâiblik ile tedvir edilmesini teklif elti. Kendisine pâdişâhın aynı zamanda halîfe bulunması dolayısıyle imamet yetkilerini haiz bulunduğu ve deli bir pâdişâhın imametinin sahih olamayacağı ve böyle bir kimseye niyabet etmenin de şer’an caiz olmadığı cevabı verildi» (44).
İbnülemin Mahmud Kemal İnal da, senet meselesine temasla diyor ki :
«— Sultan Murad’ın şuuru avdet ederse saltanatı ona devredeceğine dair Midhat Paşa’nın Sultan Abdülhamid’ den bir sened aldığı halk arasında şayi’ ise de, hakikate muvafık değildir.
Bkz: Sultan Aziz. Hususî, siyasi hayatı, devri ve ölümü İstanbul (neşir tarihi yok).
Bkz: Ziya Şakir. a.g.e.
Bkz: Osmanlı Tarihi. Cild: 7. Ankara, 1983.
F. 4
MASLAK KASRININ DIŞ GÖRÜNÜŞÜ VE MEŞHUR SALONU
Sadrâzam Mütercim Rüşdü Paşa ile Mldhat Paşa, Veliahd Abdülhamid Efendi'yl Maslak'dakl kasrında ziyaret etmişlerdi. Vellahd, paşaları kasrın üst katındaki büyük salonunda kabul etmiştir, ön ve arka cephelere üçer pence
reyle bakan ve sağlı sollu odalara açılan bu büyük salon, ortası göbekli bir halı seriliydi. Ortaya da büyük, yaldızlı bir ihtişamla ağır bir âvize iniyordu. Karşılıklı mermer şalar bu büyük salona çıktıkları vakit, Veliahd Abdülhamid tuğun önünde ayakta duruyordu. Onları görünce bir iki kendisini yerden temennalarla selâmladılar. Veliahd karş göerterdl. «Bkz. Halûk Y. Şensuvaroğlu. Tarihî Odelar. altın yaldızlı ağır takımlarla döşenmişti. Yerde yekpare ve ve mermer bir masa konulmuştu. Masanın üzerine göz alan şöminelerin üstü saatler, tunçtan vazolarla süslenmişti. PaEfendl, sol tarafta ortaya doğru duvar kenarındaki bir kolacımı ilerledi. Evvelâ Rüşdü Paşa, sonra da Mldhat Paşa sındakl koltuklarda her İkisine de «buyurun paşa» diye yer İstanbul, 1954.
Sultan Hamid gibi zeki, hassas, vehhanı. müvesvis. hiçbir şeye, hiçbir ferde i’timad etmez bir zatın, vekâlet ve niyabet gibi kayd ve şartlarla ve senetle makam-ı saltanatı kabul etmeyeceği aşikârdır.
Zira nâib sıfatıyle makama gelince vükelânın taht-ı vesayetinde kalacağını, istediği gibi davranmağa ve istediği şeyleri yapmağa muktedir olamayacağım takdir ederdi. Bahusus bir kerre niyabet usulü ortaya konunca .hoşnud edemeyeceğini pek iyi bildiği vükelânın kendini azl'edip. diğer bir şehzâdeyi niyabete getireceklerini ve bilâhare niyabetle beraber saltanatı da kaybedeceğini teemmül ederdi. Bu sebeblerle de niyabet ve sened maddelerine yanaşmayacağı pek tabiî idi.
Midhat Paşa’nın hâtıratında «Maslak çiftliği mukavelenâmesine dair Midhat Paşa, İzmir’de mevkuf iken haremine gönderdiği» başlıklı şöyle bir tezkere vardır:
Halifemiz hanım,
Siyah çantanın iç gözünde mavi bir zarf derununda cülûs-i hümâyûna aid evrak bulunduğundan, ileride vâris-i saltanat olan zâta teslim olunmak üzere Londra’da 6 numaralı «Esat İndin Avenne» de mukim sarraf Mösyö Meyre gönderilmesi ve olmadığı takdirde memurinin eline geçmemek için mahv edilmesi lâzımdır. Midhat.
Meşrutiyetin ilânından sonra intişar eden bu tezkereyi görenler «cülûs-i hümâyûna aid evrak»ın Sultan Abdülhamid’den alındığı rivayet olunan sened olduğunu zannetmişlerse de, Midhat Paşa’nın söylediği evrakın, mutlaka o «sened» olduğunu te’yid edebilecek elde bir senet yoktur.
Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa (solda) ve Midhat Paşa (Sağda).
Muhakeme (Yıldız Mahkemesi) evrakı arasında gördüğüm istintaknâmelerden birinde «Sultan Abdülhamid’in saltanatı bâzı şeraite merbut olunduğuna dair Midhat Paşa’nın imza-yı hümâyûn ile bir sened aldığını ve ahiren İngiltere’ye seyahatinde bu senedi bir mahalle vaz’ ettiğini kendinden naklen — İzmir’de bulunan — kâtib-i hususinin bâzı mahafilde söylediği» sorulması üzerine Midhat Paşa:
«— Ben. ne böyle bir lâkırdı söylemişim, ne de bunun aslı vardır. Sırf düzme ve iftiradır. Kâtip denilen adam celb ve sual olunsun. Bu adam, Ilırvatiyülasl ve Avusturya tebaasından kaptan Yuka’nın oğlu Vâsıf Efendi’dir, bâzı hizmetlerde kullanıldı. Yalan irtikâb etmez bir adam olduğundan, kendine öyle bir lâkırdı söylediğimi söylerse kabul ederim.» demiş olmasına göre sened maddesini bizzat tekzib ediyor demektir» (45).
Bkz: Osmanlı Tarihinde Son Sadrâzamlar. 3’cü kitap. İstanbul, 1965.
SULTAN HAMİD E BÎAT...
İkinci Abdülhamid’in cülûsu ile alâkalı olarak Sultan Hamid düşmanlarıyla Midhat Paşa dostlarının uydurduğu «senet > meselesini böylece aydınlattıktan sonra geçelim İkinci Abdülhamid’e nasıl biat edildiğine...
Ağustos 1876 Çarşamba günü Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı’nda yapılan Vükelâ Heyeti toplantısını müteakib. Veliahd Abdülhamid Efendi Dolmabahçe Sarayı’ndan alınarak üvey-anasının Nişantaşı’ndaki konağına götürülüp geceyi orada geçirmiştir!. O günlerin karmakarışık olayları, ertesi gün «Pâdişâh» ilân edilecek olan «Veliahd» ın sarayda kalmasına mânidir'. Zamanın Sadâzamı böyle bir tedbiri lüzumlu görmektedir!.
İkinci Abdülhamid, eniştesi Fethipaşa-zâde Dâmâd Mahmud Celâleddin Paşa tarafından saraydan alınıp Nişantaşı’na götürülmüş ve Veliahd Abdülhamid Efendi’nin Pâdişâh olmasında bu Dâmâd Celâleddin Paşa yanısıra, o ;',ünlerdc Serasker’e vekâlet eden ve Serasker kaymakamı diye anılan Redif Paşa’nın mühim rolleri olmuştur. Ayrıca Yenikapı Mevlevihânesi Şeyhi Osman Efendi’nin de Abdülhamid lehine gayreti görülmüştür.
Heyet-i Vükelâ toplantısından sonra ulemâya ve bütün devlet erkânına ertesi gün Topkapı Sarayı’nda toplanmaları için tezkereler yazılmış ve bu tezkerelerde saltanat değişikliği saklanarak, o günlerin mühim dış olayı Sırbistan meselesinin görüşüleceği kaybolunmuştur!.
Ağustos 1876 Perşembe günü ulemâ, vezirler, devlet erkânı Kubbealtı’nda toplanırken; Veliahd Abdülhamid Efendi, geceyi sıkı bir muhafaza altında geçirdiği Nişantaşı’daki konaktan alınarak Topkapı Sarayı’na getirilip
Veliahd Abdülhamid Efendi’nin tahta çıkışında mühim
gayreti görülenlerden Fethi Paşa-zâde Dâmâd Celâleddin
Paşa (solda* ve Serasker kaymakamı Redif Paşa (sağda).
Hırka-i Saadet Dairesi’ne alınmıştır. O gün Kubbealtı’nda toplananlara Sadrâzam Mütercim Rüştü Paşa :
«— Efendilerim, Sultan Murad hazretleri melek huybir pâdişâhtı. Lâkin cülûslanndan on beş gün sonra bir illete uğradılar. Yâni, düşünce kuvvetlerini kaybettiler. Yapılan tedavi fayda vermeyip şeriatın bu gibi ânzanın sona erişi hakkında tayin ettiği müddet geçtiği halde iyileşemediler. Şu halde şer’i şerifin icabı ne ise beyan buyurulsun» diyerek zamanın Şeyhülislâmı Haşan Hayrullah Efendi’ye bakmış, Şeyhülislâm da, Fetvâ-Emini Kara Halil Efendi’ye işaret ederek hazırlanan fetvâyı okutmuş, bilâhare Sadrâzam ve Şeyhülislâm Hırka-i Saadet Dairesi’ne giderek İkinci Abdülhamid’i tahta dâvet edip evvelâ onlar, sonra hazır bulunanlar Bâb-üs-selâm önünde biat etmişlerdir.
Bîat merasimini müteakip Arz-odası’na çekilen Sultan Hamid burada ilgililere Beşinci Murad’ın Çırağan Sarayı'na naklini bildirmiştir. Sultan Hamid’in tahta çıkışı cülûs toplarıyla ilân olunurken Beşinci Murad Çırağan’a geçmiş, bilâhare Abdülhamid sahile inerek saltanat kayığıyle Dolmabahçe Sarayı’na gitmiş, bu sırada donanmanın top atışiyle selâmlanmış, cülûs dolayısiyle üç gün üç gece şenlik yapılmıştır.
KILIÇ ALAYI
Sultan İkinci Abdülhamid’in «Kılıç Alayı» (46), tahta çıkışının haftasında 7 Eylül 1876 Perşembe günü yapılmış ve pek muhteşem olmuştur. Sultan Aziz’in hal’i. bilâhare katli, Sultan Murad’ın cinnet getirmesi, Eşekçi Ahmed’in
«Kılıç Alayı» veya «Taklid-i Seyf» adı verilen kılıç kuşanma merasimi, tahta çıkan yeni padişahın evvelâ Eyüb Sultan’a giderek «Ebû Eyyûbi’l-Ensârî» hazretlerinin türbelerini ziyaret edip burada gaza kılıcını kuşanması, bihâre ecdâd kabirlerini ziyaret etmesiyle geçmiş ve «Kılıç Alayı» her defasında muhteşem merasimle yapılıp İstanbul halkına sayılı günler yaşatmıştır.
İlk defa, İkinci Murad’ın Bursa’da kılıç kuşanmasıyle başladığı rivayet olunan Kılıç Alayı, son defa Sultan Vahideddin’in cülûsunden elli sekiz gün sonra 31 Ağustos 1918 Cuma günü yapılmış ve o günkü merasim Osmanlı tarihinin son Kılıç Alayı olmuştur.
İstanbul’un fethini müteakip kılıç kuşanma merasimleri ekseriya Eyüb Sultan da yapılmış ve padişahlara gaza kılıcı, devrin Şeyhülislâmı veya Nakîbül-eşraf veya Mevlevi Çelebileri tarafından kuşatılmıştır. Bu merasimlerde pâdişâhlar hep aynı kılıcı kuşanmamış, Peygamberimiz Efendimizin kılıcını kuşananlar olduğu gibi, Hazret-i Ömer’in (R.A.), Osman Gazi’nin veya Yavuz Sultan Selim Hân’ın kılıcını kuşananlar da görülmüştür. oğlu Hüseyin Avni Paşa’nın Çerkeş Haşan Bey tarafından öldürülmesi gibi olaylarla bunalan İstanbul halkı, Sultan Hamid’in kılıç kuşanma merasimine büyük alâka göstermiştir.
O gün, saltanat kayığı ile Dolmabahçe Sarayı ndan ayrılan İkinci Abdülhamid’i görmek için Beşiktaş’tan Eyüb’e kadar bütün sahil boyu mahşerî kalabalıkla dolmuş, şehrin her tarafı bayraklarla donatılmış ve muhtelif yerlerden atılan, toplarla selâmlanan Sultan Hamid, deniz-
Kılıç Alayı dolayısiyle kara veya deniz yolu ile Eyüb Sultan’a giden pâdişâhlar burada merasimle kılıç kuşanmışlar ve dönüşlerinde, başta Fâtih Sultan Mehmed Hân olmak üzere ecdâd kabirlerini ziyaret etmişlerdir. Ekseriya deniz yolu ile gidilmiş, dönüşte ise kara yolu tercih edilmiştir.
Bir bayram havası içinde geçen kılıç kuşanma merasimlerinin bâzen büyük korku ve heyecan uyandırdığı da görülmüş, meselâ Sultan Üçüncü Selim Hân’ın katlinden sonra yapılan İkinci Mahmud'un Kılıç Alay’ında Sancağ-ı Şerif çıkarılmıştır. Enderûn müezzinlerinin Alay önünde Tekbir getirerek yürüdükleri o günkü merasimde İkinci Mahmud öğle namazını Eyüb Sultan Camii’nde kılmış, bilâhare türbe tarafına geçerek kılıç kuşanmış ve Kıbleye teveccühle duâ etmiştir.
Osmanoğullan içinde ilk defa kavuksuz ve şalvarsız olarak Kılıç Alayı’na çıkan hükümdar, Abdülmecid olmuştur. Başına beyaz tuğlu bir fes giyen ve sırtına geniş lâcivert bir harmaniye alan Abdülmecid, deniz yolu ile Eyüb’e gitmiş ve genç padişaha Kazasker Abdurrahman Efendi tarafından kılıç kuşatılmıştır. Kara yolu ile dönen Abdülmecid, o günkü merasim dolayısiyle yabancı devletlerin temsilcileri için Eğrikapı civarına kurulan çadırlar yanından geçerken, Mâbeyn Başkâtibini göndererek süferanın hatırlarını sordurmuştur.
Osmanlı padişahları içinde yalnız Beşinci Murad a Kılıç Alayı yapılamamıştır!.
Sultan Abdülmecid’in Tir-i Müjgân Kadın-Efendi’den
doğan ikinci oğlu Abdülhamid, 1876 yılının 31 Ağustos
Perşembe günü Osmanlı padişahların otuz dördüncüsü
olarak tahta çıktı.
deki harb gemileri, yolcu vapurlarıyla sandalları arasından
geçerek Eyüb-Sultan’a gelmiştir.
Al renkli halılarla döşeli Eyüb iskelesine çıkan Pâdişâh, iskele meydanında ata binip Cami civarına kadar gitmiş, görülmemiş kalabalık arasında zorlukla ilerleyen Sultan Hamid, Camie yakın attan inerek türbeye kadar yürümüştür.
Türbede evvelâ üç imam tarafından «Sûre-i Feth» okunmuş, bilâhare Yenikapı Mevlevîhanesi Şeyhi Osman Efendi, Abdülhamid Hân’a, Hazret-i Ömer (R.A.) kılıcını kuşatıp duâ etmiştir. Hazır bulunanların dışarı çıkmasından sonra orada iki rek’at namaz kılıp niyazda bulunan Hünkâr, kara yolu ile dönüp Fâtih’in, babasının ve dedesinin kabirlerini ziyaretle Topkapı Sarayı’na gelmiş, oradan yine kayıkla Dolmabahçe’ye geçmiştir.
Devrin Mâbeyn feriki Eğinli Said Paşa’nın hâtıratmda kaydettiğine göre, Abdülhamid Hân’ın Kılıç Alayı dolayısiyle beş altı yüz bin kadar tahmin edilen bir kalabalık sahillerle yol boyunu doldurmuş ve böylesine bir bayram havası içinde geçen o günkü merasimde bizzat bulunan bir ecnebi şunları yazmıştır: «Abdülhamid, bir Arap atma binmişti. Atm bütün vücudu altın ve kıymetli taşlarla süslü idi. Müşir üniforması giyen pâdişâhın fesinde, bu gibi alaylarda bütün Osmanlı Sultanlarının serpuşlarında bulunan sorguç yoktu. Göğsünde, Osmanlı ve Mecidiye nişanlarının murassa’ birer kıtaları pırıl pırıl parlıyordu.»
İLK MEŞRUTİYET
Sultan İkinci Abdülhamid, kılıç kuşanma merasimini müteâkib «14 Eylül’de, şimdi Üniversite Merkez binası olan Seraskerlik makamına gitti. Subaylarla yemek yedi. Bir nutuk söyledi. Nutka. Serasker-vekili Müşir Redif Paşa cevab verdi. 15 Eylül akşamı Yıldız Sarayı’nda nazırlar, devlet ve saray erkânı ile yemek yedi. Aralarındaki bütün ihtilâfları unutup devlet hizmeti görmelerini tavsiye eden bir nutuk söyledi. 18 Eylül’de Kasımpaşa’da Bahriye Nezâreti’ne (eski kapdân-ı-deryalık) gitti. Amiraller ve subaylarla beraber karavana yedi. 5 Ekim’de Süleymaniye’ deki Meşîhat’ı ziyaret edip ulemâ efendilerle iftar etti. 9 Kasım’da Haydarpaşa Askerî Hastahânesi’nde yaralıların hatırını sordu. Şehzâdeler ve Nâzırlarla beraber Marmara. Boğaz ve Karadeniz’de vapur gezintileri yaptı. Camilerde halkın arasında namaz kıldı» (47). Bu arada Mütercim Rüşdü Paşa’nın sadâretten istifasıyle Midhat Paşa Sadrâzam oldu. Midhat Paşa’nın bu ikinci sadâretidir. İlk sadâreti Sultan Aziz devrinde olup, iki ay on dokuz gün devam etmiştir.
Midhat Paşa’nın Sultan Hamid devrindeki ikinci sadâreti «hasbezzaman ve bizzarure» olmuştur. Abdülhamid Hân bu mevzuda «Midhat» isminin ebced hesabiyle «deva-i devlet» olduğunu keşf ve ilân etmiş olan hasta bir halka, yine onun ihzâr ettiği devâyı vermek zarurî idi» diyor (48).
1876 Kanun-u Esâsi’si (Anayasa) çalışmalarını Server Paşa başkanlığında bir heyet yürüttü. Server Paşa daha önce Sultan Aziz devrinde de çeşitli nâzırlıklarda, elçiliklerde bulunmuş bir devlet adamı idi. Heyet ise, meslek-i ilmiyyeden on zat, on altı mülkiye memuru, askerlerden iki ferik olmak üzere, cem’an yirmi sekiz kişiden kurulmuştu. Üç Hıristiyan müsteşar da heyette bulunmakta idi. O günlerde biri Midhat Paşa’yş, İkincisi Mâbeyn Başkâtibi
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
Bkz: Abdülhamid-’in Hâtıra Defteri. İstanbul, 1960. (sonraları sadrâzam, «Şaptır» lâkabıyle meşhur) Said Paşa’ya, üçüncüsü de Heyet-i Vükelâ’ya (Bakanlar Kurulu’ na) aid olmak üzere elde üç taslak vardı. Uzun müzakereden ve taslağın bâzı maddelerinde yapılan değişiklikten
sonra Midhat Paşa’nın hazırladığı proje kabul edildi.
Niçin diğer taslaklar değil de, Midhat Paşa’nınki?Yine Sultan Hamid’i dinleyelim :
«—Filvaki o (Midhat Paşa), ötedenberi Meşrutiyetin taraftarı idi. Lâkin ismini ve bâzı kitaplarda medhini işitmekle hâsıl olmuş bir taraftarlık!. Midhat Paşa, Meşrutiyetin Avrupa’da te’min etmiş olduğu fevâidi (faydaları) yalnız görmüş, fakat o ümranın diğer saik ve sebeblerini tetkik etmemişti. Sulfato (kinin), her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi; usul-i meşrutiyetin de her kavme, her istidad-ı milliye müfid olamıyacağını zannederdim; şimdi ise muzır olduğuna kaniim.
Midhat Paşa, Kanun-u Esâsi’nin behemehal ilân olunmasını teklif ettiği zaman, hiçbir devletin Kanun-u Esâsi’ sini tetkik etmemiş ve bu babda esaslı bir fikir edinememişti. Rehberi, Odyan Efendi idi. Odyan Efendi ise, o zaman bile bizde en mümtaz hukukşinas değildi. Hele memleketi hiç bilmezdi.
93’de (1896 yılı kasdolunuyor) Ziya Paşalar, Kemal Beyler, Abidin Paşalar, Kanun-u Esâsi’nin lâyihasını ih-
(49) Midhat Paşa hazırladığı Anayasa taslağına İmparatorluk dahilindeki yabancı unsurların resmen kendi dilleriyle konuşabilmeleri hakkında bir madde koyarak Türkçeye mühim bir darbe vurmak istemişse de, Sultan Hamid buna kat’iyyen müsaade etmemiş ve o feci maddeyi Anayasa metninden çıkarıp atarak resmi dilin Türkçe olduğunu Anayasa teminatı altına almıştır.zara çalıştıkları gibi, sır kâtibim Said Paşa ve o sırada müşir olan Mekâtib-i Harbiye Nâzın Süleyman Paşa da birer lâyiha tanzim ve takdim etmişlerdi. Lâkin bu zevatın hiçbiri arasında muvafakat-i efkâr yoktu. Kemal Bey bu hususta hem Midhat Paşa’ya, hem de kendi arkadaşlarıyla Said Paşa’ya muarız idi. Bana yirmiye yakın arıza verdi. Yıldız Sarayı’nın Harbiye Nezâretine naklolunan evrakı arasında mahfuzdur. Bu kâğıtların kıymet-i tarihiyeden başka değerleri olmadığından yağma edilmemiştir ümidindeyim!.
Midhat Paşa’nın lâyihasını diğerlerine takdimen ve tercihen kabul etmekte ma zurdum. Çünkü «Midhat > isminin ebced hesabıyla «deva-i devlet» olduğunu keşf ve ilân etmiş olan hasta bir halka, yine onun ihzâr ettiği devâyı vermek zarurî idi.»
MİDHAT PAŞA : Hayalperest bir adam olan ve Avrupa'nın durumuna meşrutî bir idare İle varılacağını sanan Midhat Paşa ötedenberi Meşrutiyetin taraftarı idi. Lâkin ismini ve bâzı kitaplarda medhinl işitmekte hâsıl olmuş bir taraftarlık!. Midhat Paşa, Meşrutiyetin Avrupa'da te'min etmiş olduğu faydaları yalnız görmüş, fakat o ümranın diğer sâlk ve sebeblerini tetkik etmemişti. Sulfato (kinin), her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi; usul-i meşrutiyet de her kavme, her istidadı milliye müfid olamaz.
Kanun i Esâsi (Anayasa) çalışmalarına (çatılanlardan Ziya Paşa (solda) ve Namık Kemal (sağda)
İşte bu sebeble Midhat Paşa’nın taslağı kabul edilmiştir!. Ancak Midhat Paşa, ne hürriyetten, ne Kanun-u Esâsî’den (Anayasa’dan), ne de Meşrutiyetken yanadır!. O, şahsî iktidarı peşinde koşan biridir!. O kadar...
O Midhat Paşa ki, getirmek istediği meşrutî idarenin o günkü şartlarla İmparatorluğumuz bünyesine uymayacağını ve zararlı olacağını söyleyebilmek cesaretinde bulunan bir grup devlet adamını, sorgusuz sualsiz İstanbul dışına sürmek istemiş, kendisine, Tanzimât esaslarına göre, muhakeme olunmadan kimsenin sürgün edilemeyeceği hatırlatılınca, «istifa ederim!.» tehdidini savurmuş ve bizim meşhur hürriyet kahramanı (!) Midhat Paşa’mız kendisini tenkid eden bu devlet adamlarını bir gece yarısı evlerinden alarak tevkif ettirip muhakemesiz sürdürüvermiştir!.
Aynı Midhat Paşa, hazırladığı Anayasa’yı büyük devletlerin müşterek kefâleti altına koymak istemiş ve bunu te’min için, akıl hocası Ermeni Odyan Efendi’yi İngiltere’ ye göndermiş; daha sonra aynı teklifi, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, İngiltere, Rusya ve İtalya gibi devletlerin iştikâkiyle Haliç Tersânesindeki Bahriye Nezâreti’ nde toplandığı için «Tersâne Konferansı» adını alan konferansa götürmekten de çekinmemiş ve istemiştir ki, Konferansa katılan bu devletler Türk Anayasasını tasdik etsinler, şayet bir gün pâdişâh Anayasa’yı kaldırmaya teşebbüs ederse, müdahale hakkına sahip olsunlar!!!.
1876 Anayasasının meşhur bir maddesi vardır: 113’cü madde... Bu maddede: «Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri idare-i zabıtanın tahkikat-ı mevsukası üzerine sabit olanları memalik-i mahrusa-i şâhâneden teb’id etmek münhasıran Zât-ı Hazret-i Pâdişâhın yed-i iktidanndadır» deniliyordu. Bugüne kadar türlü tefsirlere uğrayan bu meşhur 113’cü madde, bir iddiaya göre, bizzat Midhat
Kanun-u Esâsî’nin ilânı dolayısiyle yapılan şenliklerde Babıâli önüne toplanan halk
Paşa tarafından Anayasa metnine konulmuş ve kendisinde bir şeyler vehmedip bu vehimle ölünceye kadar iktidarda kalacağına inanan (!) Midhat Paşa o 113’cü maddeye dayanarak muhaliflerini yurt dışına sürdürmeyi düşünmüştür!.. Düşünmüştür amma, ileride görüleceği gibi, bu madde hükmüne göre yurt dışına çıkarılan ilk şahıs, kendisi olmuştur!.
ÇOCUK OYUNCAĞI
Kanun-u Esâsî (Anayasa) ile alâkalı Hat-tı Hümâyûnu 23 Aralık 1876 Cumartesi günü Mâbeyn Başkâtibi Said Bey/Paşa, Babıâli’ye getirmiş ve Kanun-u Esâsî’nin o gün ilânında Midhat Paşa bilhassa ısrar etmiştir!. Çünkü o gün, yukarıda bahsolunan meşhur «Tersâne Konferansı», Haliç tersânesindeki Bahriye Nezâreti’nde çalışmalarına başlamıştır ve Midhat Paşa, Anayasa’yı o gün ilân ettirip, aklınca konferansa katılan devletlere âdeta bir nümâyiş yapmak istemiştir!.
«Tersâne Konferansında bizi, Hariciye Nâzın Safvet Paşa temsil etmiş ve o gün Anayasa’mn ilânı dolayısıyla toplar atılmaya başlayınca, Safvet Paşa, Konferansa iştirak eden delegelere, Anayasa’mn ilânını duyurmuştur. Hariciye Nâzırı’nın izahatını dinleyen yabancı devletlerin delegeleri, ilân olunan yeni rejimin o günkü şartlarla OsmanlI İmparatorluğu bünyesine uymayacağını takdir edip bıyık altından gülmüşler ve tabiî yine bildiklerini okuduklarından Midhat Paşa’nın nümâyişi konferans çalışmalarına tesir etmemiştir!.
F. 5
Büyük eserinin (!) delegeler üzerindeki tesirini öğrenebilmek için o gün geç vakte kadar BabIâli’de Safvet Paşa’yı bekleyen Midhat Paşa gaafili, Hariciye Nâzın gelir gelmez hemen şu suali sorıhuştur:
«— Ne dediler, ne dediler?»
Safvet Paşa’nın bu suale verdiği cevab pek mânidardır :
«— Ne diyecekler? Çocuk oyuncağı dediler!..»
Kanun-u Esâsi’nin (Anayasa’nın) ilânı şehirde büyük şenliklere sebeb olmuş, binalar süslenmiş, gece feneralayları yapılmış. Dolmabahçe Sarayı ile «deva-i devlet» olduğu zannedilen Midhat Paşa’nın konağı önünde toplananların: «Yaşasın Millet... Yaşasın Kanun-u Esâsî» sesleri her tarafı inletmiş; bu arada sadâret makamında bir değişiklik olmuş, Midhat Paşa azl’edilerek Anayasa’nın 113’cü maddesine göre yurt dışına çıkarılırken; Şûrâ-yı Devlet Reisi Edhem Paşa sadrâzam olmuştur.
MECLİS-İ MEB’ÛSÂN’IN AÇILIŞI
Açılış merasiminde devrin pâdişâhı Sultan İkinci Abdülmahid’in bizzat hazır bulunduğu ilk Meclis-i Meb’ûsân, Dolmabahçe Sarayı’nın eskiden «Divân-ı Hümâyûn mahalli» diye anılan Muâyede Salonu’nda açılmıştır. O gün murassâ Osmanlı tahtı Muâyede Salonu’na konulmuş ve askerî üniformasının üstüne siyah bir pelerin giyen Sultan İkinci Abdülhamid, vükelâ, ulemâ, a’yan ve meb’ûsânla, askerî ve mülkî erkânın teşkil ettiği saf arasından alkışlarla ilerleyip taht önünde durmuş, pâdişâhın kardeşleri Veliahd Reşad ve Şehzâde Kemaleddin Efendiler de tahtın iki yanında yer almışlardır. Abdülhamid Hân, elindeki nutkuSadrâzam Edhem Paşa’ya, sadrâzam da Mâbeyn Başkâtibi Küçük Said Paşa’ya vermiş ve Mâbeyn Başkâtibi tarafından okunan nutuk yarım saat kadar devam etmiştir.
İlk Meclis-i Meb'ûs&n'a Ahmed Vefik Paşa Başkanlık etti.
Dolmabahçe Sarayı’nın Muâyede Salonu’nda 19 Mart 1877 Pazartesi günü böyle bir merasimle açılan İlk Meclis-i Meb’ûsân, bilâhere Ayasofya karşısındaki Adliye binasında toplanmıştır. Eski Mehterhane ve Sultan-Sarayı arsaları üzerine evvelâ Dârülfünun olarak yaptırılan bu bina sonraları Meb’ûsân ve Âyan dairesi ittihaz edilmiş, bilâhare Adliye’ye devredilmiş ve Cumhuriyet devrinde yanmıştır.
Halûk Y. Şehsuvaroğlu «Tarihî Odalar»mda bu ilk Meclis-i Meb’ûsân binası hakkında şunları yazıyor :
«Binanın üst katındaki tavan ve duvarları nakışlı büyük salon, meb’uslar için içtima salonu haline konulmuş ve buraya pencereler önüne bir kürsü, karşıya yedi dizi halinde sıralar ve yan taraflara da localar yapılmıştı. Meclis kürsüsünün arkasında, üstte, İkinci Abdülhamid’in bir tuğrası altında «Daire-i Umur-u Millet» levhası asılı duruyor, altında da büyük harflerle «Pâdişâhım çok yaşa» yazılan okunuyordu. { <
<
Dolmabahçe Sarayı’nın Muâyede Salonu’nda yşpılarf açılış merasiminden sonra, Meclis-i Meb’ûsân 20 Mart 1877 Sah günü yeni dairesinde toplantılamna başlamış, Meb’ûsân Reisi seçilen Ahmed Vefik Efendi/Paşa, bütün meb’uslara birer birer: «Zât-ı Hazret-i Pâdişahiye ve vatannûa ve Kanunu Esâsî ahkâmına ve uhdeme tevdi olunan vazifeye riayetle hilâfından mücanehet eyliyeceğime kaseti ederim» ibâresiyle yemin ettirmiş, sonra makama ve meb’usların vazifelerine dair bir nutuk söylemişti. Nutuk bitince meb' uslar kur’a ile takım takım odalara çekilerek bâzı hususları ve şube reisleri intihabını müzakere etmişlerdi.
Meb’ûsân Meclisi 21 Mart 1877 tarihinden itibaren alenî toplantılarına başladı. Yalnız salonun darlığı sebebiyle dairenin tahammülünden ziyade izdiham tehlikesine karşı kartlar basılmış ve bu davetiyelerden onar tane «sefirlere, şehir müntehiblerine, havasa, Türk gazetecilerine, yabancı gazetecilere» yirmi tane de «avama» dağıtılmıştı.»
Meb’ûsân Meclisi’nin açılışı böyle yapılan îlk Meşrutiyet mevzuunda Abdülhamid Hân ne düşünüyor, evvelâ bunu tesbit edelim. Der ki, Sultan Hamid:
«— Parlamantarizmin mukadder âkibeti hakkında Avusturya-Macaristan’m çok vâzıh bir fikir vermekte olduğuna kaniim!. Habsburg hânedânının idaresinde birleşmiş olan muhtelif milletler, elbirliğiyle çalışacakları yerde birbirlerinden ayrılmaya gayret ettikleri için, AvusturyaMacaristan’m siyasî ve askerî itibarı temelden sarsılmaktadır.
Bizim «Jön-Türkler» boş kuruntulara kapılmış mahlûklardır. Bizde bir meşrutî idare, Kanun-u Esâsî’nin ilâm demek, umumî bir mücadele ve halkı birbirine saldırtacak bir muharebe ilânı demektir. Bu hal bütün Osmanh İmparatorluğu’nu temelinden sarsacaktır (50). Ne gariptir ki, İngilizler bu «nimet»i Hindistan’a bahşetmek istemedikleri halde, bizim Jön-Türkler’e karşı hiçbir yardımda kusur etmiyorlar ve memleketimizi bir Parlâmento ve bir Kanun-u Esâsî ile teçhiz için her vasıtaya müracaat edip duruyorlar!. Halbuki Hindistan’daki vaziyet de aşağı-yukarı bizimki gibidir: Orada her şeyden evvel «Kast» denilen İçtimaî sınıfların hepsini ilga etmek icab ederse de, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler ve Brahmanlar mütecanis unsurlar olmadığı için, bunların o tedbirden sonra da, aynı
İkinci Meşrutiyetin feci, tarihi Sultan Hamid’in bu fikrinde ne kadar haklı olduğunu çok acı şekilde isbat etmiştir. (Mütercim).
bir Parlâmentoda elbirliği edip faydalı şekilde çalışmaları kabil değildir (51).
TÜRKİYE GERÇEKLERİNE UYGUN DEĞİLDİ.
Yılmaz Öztuna da aynı mevzua temasla: «Meşrutiyet, 1878 Türkiye’sinin gerçeklerine asla uygun değildi. OsmanlI Türk İmparatorluğunu yıkıma götüren hususlardan biri, bir anavatan ile o anavatan çevresinde toplanan ülkeler ayırımı yapılmamış olmasıdır. 1878’de İngiltere, pek çok ülkeyi elinde tutuyordu: Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Gütıey Afrika ve daha birçok yer. Ancak Büyük Britanya parlâmentosunda sadece İngiltere, Galler, İskoçya ve İrlanda milletvekilleri vardı. Anglo-Saksonlar’ la meskûn, İngilizce konuşan Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerin bile bir tek milletvekilini Londra parlâmentosuna sokmak hakları yoktu. İngiltere, geniş anavatan dışı topraklarını, tam bir sömürge gibi idare ediyordu. Örnek demokrasinin hüküm sürdüğü İngiltere’de böyle olduğu gibi, diğer devletlerde de böyleydi. Rusya gibi Türkiye’den çok daha batılılaşmış ve ileri bir imparatorlukta değil yabancı unsurlara, henüz Ruslara. bile seçim hakkı tanınmamıştı. İlk Rus parlâmentosu ancak 1905’ de, Türkiye’de İkinci Meşrutiyet’in ilânından üç yıl önce kurulacaktır. Almanya imparatorluğu gibi Almanlar’dan başka nüfusu pek az olan homojen bir devlette bile parlâmentonun rolü, bugünkü anlayışımıza göre, devlet idare-
Bkz: Sultan Abdülhamid’in Hatıratı. Fransızca metninden tercüme eden; İsmail Hami Danişmend. Çakmak Mecmuası. 12 Ocak 1957 tarihli 45'ci sayısı.
İlk Meclis-i Meb’ûsân’da bir toplantı.
sine iştirak etmekten çok uzaktı. Meselâ hükümeti düşüremezdi. İmparatorluğu doğrudan doğruya kayzer ve onun itimadına mazhar olan şansölye (federal başbakan) mutlak yetkilerle idare ederdi» diyor (52).
Enver Behnan Şapolyo, İlk Meclis-i Meb’ûsân çalışmalarına temasla bir örnek veriyor. Okuyalım bu pek ibretâmiz satırları :
«— Osmanlı meclisi müzakerelere başladı. İlk iş olarak dahilî nizâmnâmenin (iç tüzük) tanzimi görüşüldü. Fakat bu sırada Hıristiyan meb’uslardan on altısı, Ahmed Vefik Paşa’ya (Meclis Reisi) dahilî nizâmnâmenin kendi dillerinde yazılmasını teklif ettiler. Bu mecliste mevcut olan
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e. on ayrı millet kendi dillerinde birer nizâmnâme istiyorlardı. Bu ilk arzu, bu meclisin millî bir meclis olmadığını meydana çıkardı.
Bu ilk hâdiseyi duyan Abdülhamid buna bir nokta koydu. Bundan sonraki müzakereler sırasında İstanbul meb’usu Rum Vasilaki Efendi, Pâdişahm nutkunda Rumlar kendi dilleriyle konuşabilirler maddesinin bulunmadığını ileri sürmek ve bunun sebebini sormak cesaretini kendinde buldu :
«— Dillerin muhafazası maddesi yazılmamıştır. Bu maddeyi kapalı geçmek taraftarı değilim. Çünkü Fâtih Sultan Mehmed Hazretlerinin bize ihsan ettikleri en büyük lütuf ve ihsandır» dedi.
Meclis başkanı Ahmed Vefik Paşa bu sözlere fena halde sinirlenerek acı bir sesle:
«— Biz burada Türk dilinden başka dil bilmiyoruz» diye bağırdı. Bunun üzerine Ermeni Süyük Efendi söz isteyerek:
«—Vasilaki Efendi’nin söyledikleri doğrudur.» dedi. Vasilaki tekrar söz istediyse de Ahmed Vefik Paşa ona söz vermedi. Azınlıklar daha ilk günlerde kendi menfaatlerini düşünmeye başlamışlardı» (53).
Yine Yılmaz Öztuna, İlk Meclis-i Meb’ûsân’dan bahisle: «Birinci Meşrutiyetin Türk parlamentosunda Türk asıllı, daha açık bir ifadeyle anadilleri Türkçe olan millet vekilleri, % 40’ın üzerindeydiler, fakat °/o 50’yi bulmuyorlardı» diyor ve meclis müzakelerine temasla «bâzı Rum milletvekilleri, Türkiye’nin Girid’i ve Teselya’yı küçük Yuna-
Bkz. Osmanlı Sultanları Tarihi. İstanbul, 1961. nistan’a bırakmasını söylemekten çekinmemişlerdir. Nitekim, Ermeni Patrik’i Narses, Grandük Nikola’yı Yeşilköy’ deki umumî karargâhında (93 Harbinde) ziyaret ederek, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devletinin teşekkülü için Rusya’nın yardımını istemiştir. Bunu yapan adam, bir Türk vatandaşı, pâdişâhın bir tab’asıdır. En liberal Avrupa devletlerinde böyle bir ihâneti irtikâb edenlerin idâmdan başka bir cezaya çarptırılmadıkları bir zamanda, bu gibi şahıslar, Türkiye’de ellerini kollarını sallayarak gezmişlerdir» diyor (54).
«Meşrutiyetin yalnız Meclis’de değil, Meclis haricinde de anâsırın iftirak ve istiklâl cereyanlarım körüklediğini» kaydeden İsmail Hami Danişmend devamla: «devlet aleyhine bir takım siyasî hareketlere ve hattâ Türk hâkimiyyetine karşı millî komiteler teşekkülü ile isyanlar çıkmasına bile sebep olmuştpr» diyor ve bâzı misâller veriyor: «İkinci Meşrutiyet devrinde «Ermeni komitelerinin âmâl ve harekât-ı ihtilâliyesi» hakkında Emniyet-i Umumiyye tarafından teşredilen resmj vesikalar mecmuasının on birinci sahifesinde izah edildiği gibi, ilk meşrutiyetin ilânı üzerine Ermeni mekteplerinde millî ihtilâl ve istiklâl manzumeleri terennüm edilmeye ve Gedikpaşa tiyatrolarında Ermenistan istiklâlini terviç eden müheyyiç piyesler temsiline başlandıktan başka, Rus ordusu (93 Harbinde) İstanbul kapılarına dayandığı zaman Ermeni Patriki Narses, Patrikhâne namına Grandük Nicola’yı Ayastefanos (Yeşilköy) karargâhında ziyaret etmiş, bir de muhtıra verip Şarkî (Doğu) Anadolu’da müstakil veyahut Rus kontrolü altında bir Ermeni devleti kurulmasını istemiş ve bu maksatla Avrupaya da bir heyet göndermiştir .Gene o sırada Arnavut milliyetçileri de Prizin’de ve Debreli İlyas Paşa
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e. isminde bir sergerdenin riyasetinde «Arnavut Millî Birliği = Ligne Nationale Albanaise» isminde bir ihtilâl cemiyeti kurmuş ve bu isyân teşkilâtı Arnavutluk’un bir kısmında idareyi eline almış ve nihayet devleti askerî bir tenkil hareketine mecbur etmiştir. Öteden beri Yunanistan’a iltihak etmek isteyen Epir Rumlarının Meşrutiyet taşkınlıkları da Türk hâkimiyetinin aleyhinedir.
Kıbnslı Kâmil Paşa’nın ilk sadâreti zamanında Heyeti Vükelâ namına Pâdişâha takdim edilip İbnülemin Mahmud Kemal tarafından neşredilen gizli bir muhtırada İlk Meclis-i Meb’ûsân’dan bahsedilirken anâsır meselesi şöyle izah edilir: «Hıristiyan mebusların her birisi mensub olduğu milletin âmâl-ü makaasıdını tervice bezl-i mesaî ederek Ermeniler Ermenistan hakkında nutuklar irâdına ve Rumlar Tırhala vesaire hakkında tervic-i merame tasaddi ile dahil-i Meclis’de ve Vükelâ üzerinde âdeta icray-ı hükm-ü-nüfuz eylemeye cür’et etmiş idiler» (55).
MECLİS-İ MEB’ÛSÂN’IN KAPATILMASI
Meclis-i Meb’ûsân bu haliyle ancak on ay, yirmi beş gün faaliyetini sürdürebilmiş ve Sultan Hamid 13 Şubat 1878 Çarşamba günü ahvalin fevkalâdeliğinden bahisle Kanun-u Esâsî’nin kendisine verdiği hakla Meclis’i kapatmıştır.
Halûk Y. Şehsuvaroğlu’na göre Meclis’in kapatılması mevzuunda iki mütalaa üzerinde durulmaktadır. Birincisi, «Abdülhamid bununla şahsî istibdâdını hâkim kılmak is-
Bkz: izahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. 4’cü cild. İstanbul, 1955.
temiş ve otuz üç sene memleketi dilediği gibi idare etmiştir. İkinci mütalaa ise, Abdülhamid muhtelif anâsırdan mürekkeb bir imparatorluğun açık münakaşalarla ve hürriyet sistemiyle dağılmak tehlikesinde bulunduğunu görmüş, ekalliyet mensubu meb’usların Meclis’de kendi dâvalarını güdeceklerini ve istiklâllerini almaya çalışacaklarını anlayarak Meclis-i ta’dil eylemiştir. Bu mütalaada olanlara göre. İkinci Meşrutiyetle Abdülhamid’in endişeleri tamamen tahakkuk etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu on sene gibi kısa bir zaman içinde çözülüp dağılmıştır» (56).
Bu iki görüşten İkincisini Yılmaz Öztuna pek açık bir şekilde ortaya koymuştur. Diyor ki:
«— Siyasî fikirlerin baskısından uzak bir tarihçi için Birinci Meclis-i Meb’ûsân’m süresiz tatilini. İkinci Abdülhamid’in büyük hizmetlerinden biri olarak telâkki etmemek, tamamen imkânsızdır. Zira Türkiye impararatorluğunu, Avrupa’da kızgın ve saldırgan bir emperyalizmin büküm sürdüğü 1878’de tasfiye edilmekten kurtarmıştır. Bu tasfiye bu tarihte olsaydı, 1922’de İstanbul’u ve İzmir’i değil, ancak Konya ve Sivas’ı savunmak mevkiinde kalabilirdik. Nitekim otuz yıl sonra, 1908 Meşrutiyeti, imparatorluğu ancak on yıl muhafaza edebilmiştir. Almanya şansölyesi ve devrinin en büyük devlet adamı Prens Bismarck, Müşir Ali Nizâmî Paşa’ya: «bir devlet, millet-i vâhideden mürekkeb olmadıkça, parlâmentosunun faidesinden ziyade mazarratı olur» demiş ve Türkiye’de Meclis’in dağıtılmasını yerinde görmüştür.» (57).
Prens Bismarck’ın bu sözünü İsmail Hami Danişmend de Kronoloji’sinde naklediyor ve devamla diyor ki: «Her
Bkz: Resimli Tarih Mecmuası. Mart 1955 nüshası.
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e. halde İlk Meclis-i Meb’ûsân dağıtılmayıp devam etmiş olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu yirminci asrı idrak etmeyip daha on dokuzuncu asrın sonlarında inhilâl edip giderdi. İkinci Meşrutiyetin on senelik kanlı ve hazin tarihi bu acı hakikatin en büyük delilidir. Meseleyi yalnız Sultan Hamid’in müstebidliği ile izah edivermek doğru değildir» (58).
«Sultan Hamid Birinci Meşrutiyet Meclisi’ni açış nutkunda atalarının altı yüz yıldan beri yabancı din ve milletlere karşı gösterdikleri adaleti ve bu sayede onların dil. din. kültür ve milliyetlerini koruduklarını ve devletin karşılaştığı zorlukları belirtirken, yeni rejimin zaafa düşürrülmesi endişelerine de zımnen işaret eder» diyen Prof. Dr. Osman Turan ilâve ediyor: «Genç hakan bâzı yaşlı paşaların kifayetsizliğini anlayarak imparatorluğun dizginlerini eline alırken, Midhat Paşa ve mebusların 1293 harbi felâketine sebep olmaları dolayısiyle Meclis’i de artık toplantıya çağırmamıştır. Nitekim bu acı mağlubiyetten sonra. Türkiye’nin Jaoonya gibi bir millî birlik (millet-i vâhide) teşkil etmediğimizi söyler ve ata mirası imparatorluğu, meşrutiyet vasıtasıyle dağıtamayacağını belirtirdi. Kendi müstemlekelerinde Müslümanlara hiçbir hak tanımayan büyük devletlerin mütemadiyen Hıristiyan tebaanın hukukunu artırmak bahanesi ile giriştikleri teşebbüslerde hiç samimî olmadıklarını da düşünüyor ve meşrutiyetin ancak düşmanlara yarayacağına inanıyordu.
Sultan Hamid, Sultan Aziz’in hangi sebeblerle sui’kasda uğradığını, gizli cemiyet tuzağına düşen Sultan Murad’ ın, yaranı ile, nasıl yabancı emel ve entrikalara âlet olduğunu unutamıyordu. Bu sebeble o, Meşrutiyet gibi o zaman için zararlı olan şekillere değil, esasa kıymet veriyor-
Bkz: İsmail Hami Danişmend. a.g.e. du. İmparatorluğun her tarafında yeni usûl (Avrupai) mektepler açarak bir münevver kadro yetiştirmesi bu anlayışın mahsulü idi» (59).
İkinci Abdülhamid devrini inceleyen Sâmiha Ayverdi, İlk Meclis-i Meb’ûsân’dan bahisle «payandalarla duran bir devlet için, çeşitli zümre menfaatlerinin çarpıştığı bir Millet Meclisi kadar tehlike az bulunurdu. Hem de Avrupa’nın siyasî literatüründe «hasta adam» damgasını yemiş, kansız cansız düşürülmüş bir imparatorluk» diyor ve devamla «O hasta bünyenin her parçasıda, istiklâl sevdasına düşerek başkaldıran veya kaldırmak üzere bulunan ihtilâlci milletler yaşıyordu. Yalnız Sırp, Bulgar, Yunan gibi gayri-müslimler değil, îslâm camiasından olanlar da aynı nasyonalist dâvânın peşine düşmüş bulunuyorlardı. İşte Jön-Türkler’in hazırladığı meşrutî idare, bu çeşitli kavimlerin temsilcilerini bir araya getirerek, sanki: «Her biriniz uzaklarda zorluk çekmeden ve meşrû bir temsilci olarak, hakkınızı burada, bu Meclis’de müdafaa ediniz.» der gibi onları bir araya toplanmıştı.» diyerek, gerçeğe parmak basmaktadır (60).
Sedad Zeki Örs’e göre, Sultan Hamid’in, «Kanun-u Esâsî’ye (Anayasa’ya) Salnâme yapraklarında yer vermesi, o zaman binbir yabancı tesir altında çürümeğe yüz tutan burjuvazimizin, böyle bir rüşd ve ehliyet belirtmekten uzaklığıdır» (61). M. Raif Oğan’a göre ise, Abdülhamid’in
Bkz: Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynaklan. İstanbul, 1969.
Bkz: Türk-Rus Münasebetleri ve Muharebeleri. İstanbul, 1970.
Bkz: Büyük Doğu dergisi. 9 Ekim 1959 tarihli 32’ci sayısı.
parlâmentoyu tatili, keyfî bir hareket ve istibdadını hâkim kılmak niyetiyle olmayıp, siyaset-i lâzimesi ve icabı olarak kabul edilmek iktiza eyler (62). Atsız da, «İlk Meşrutiyet Meclisinin Hıristiyan meb’usları (63) Türkiye'nin bir ân önce parçalanması için Ruslarla savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı ve hakikaten de imparatorluğun parçalanmasına ramak kalmıştı. Sultan Hamid bunu gördükten sonra Meşrutiyeti devam ettirseydi hatâ işlemiş olurdu Meclis’in kapatılması onun en büyük başarısı ve hizmetidir» diyor (64).
93 HARBİ
(1877 TÜRK-MOSKOF SAVAŞI)
Halk dilinde Rumî sene (1293) hesabiyle «93 Harbi» diye anılan 1877 Türk-Moskof Savaşı, İstanbul’da toplanan
Bkz: Büyük Doğu dergisi. 26 Ocak 1951 tarihli 45’ ci sayısı.
îlk Meclis-i Meb’ûsân’m Hıristiyan meb’uslanndan bazıları şunlardır: Kazazyan Agob Efendi, Aleksan Efendi (İstanbul), Malkon Efendi (Ankara), Kostaki Peridi Efendi, Toros Efendi, Rcvin Efendi, Zahari Efendi, Mihalaki Bey (Edirne), Osib Kazazyan Efendi (Diyarbekir), Ohannes Efendi (Trabzon), Apostol Ağa, Andon Ağa, Sutiraki Ağa, Mihre Ağa (Kosova) Menahim Efendi (Bağdat), Manok Efendi (Halep), Vasilaki Efendi, Avram Efendi, Istefan Yani Efendi, Mihalaki Efendi (Selanik), Angeli Efendi, Filip Ağa (İşkodra), Salomon Efendi, Maruşik Bozo Efendi, Pero Efendi (Bosna), Simenoki Efendi (Konya), Petraki Efendi, Dimitraki Efendi (Tuna), Pavlidi Efendi, Sahak Efendi (Hudavendigar), Nikola Efendi, Nufel Efendi (Suriye), Vasil Efendi, Zatiraki Efendi, Hacı Vasilaki Efendi, Yorgalidi Efendi (Cezayir-i Bahr-i Sefid). M. M.
Bkz: Türk Ülküsü. İstanbul, 1958.
«Tersane Konferansı» sonunda Midhat Paşa ve avenesinin gafletleri sonunda patlak vermiştir!.
«Tersane Konferansı», İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Türkiye’nin iştirakiyle 23 Aralık 1876 Cumartesi günü Haliç’deki Bahriye Nezâreti’ nde toplanmıştır.
Çalışmaları yirmi dokuz gün süren ve bu müddet zarfında dokuz celse akdeden Tersâne Konferansı, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da ıslahat yapılması için Babıâli’yi zorlamış ve o günlerde henüz ilk Meclis-i Meb’ûsân açılmadığı için, bu «Tersâne Konferansı» nın tekliflerini tedkik ve müzakere etmek üzere 18 Ocak 1877 Perşembe günü Babıâli’de bir «Meclis-i Umumî» toplanmıştır.
Altmışı gayr-i müslim olan bu, iki yüz kırk kişilik «Meclis-i Umumî» de, Sadrâzam Midhat Paşa, Serasker Redif Paşa ve Tophane müşiri Dâmâd Mahmud Paşa harp lehinde bulunmuşlardır!. Sultan İkinci Abdülhamid’in saltanatının ilk aylarına rastlayan bu mühim meselede, aklınca, pâdişâha karşı efkâr-ı umumiyyeyi kazanıp mevkiini tahkim etmek peşinde koşan Midhat Paşa, «talebe-i ulûm» u tahrik ve teşvikle harb lehine nümayişler tertiplemiş, aldatılan yüksek tahsil talebesi Abdülhamid’in penceresi altında «Harb!.. Harb!..» diye bağırmış, bâzı gazetecilere heyecanlı yazılar yazdırılmış, harbe taraftar olmıyan yeni Pâdişâh Abdülhamid’in «Moskof taraftarı!..» olduğu yolunda kesif bir propagandaya girişilmiş, bu arada Dâmâd Mahmut Paşa, tahttan indirilen Beşinci Murad’ın oturduğu Çırağan Sarayı’na kadın kıyafetiyle iki kişi sokup gûya bunları yakalattırarak, Abdülhamid’e, halkın Beşinci Murad’ı tekrar tahta çıkarmak istediğinden bahisle gözdağı verilmiştir!.
93 Harbi'nin Rumeli cephesinde Gazi Osman Paşa (solda) meşhur Plevne müdafaası ile; Anadolu cephesinde ise Gazi Ahmed Muhtar Paşa (sağda) Gedikler savaşı İle temayüz etmişlerdir.
Midhat Paşa, bu çeşit faaliyeti yanı sıra yayınladığı bir beyannâme ile «Meclis-i Umumî» ye halihazır durumu gûya izâha çalışmış ve bu beyannâmede: «Devlet-i Aliyye’nin beş, altı yüz bin askerle cenge hazırlandığından, donanmanın Karadeniz hâkimiyetinden, savaşın, «Devlet ve milletin kadr ü şanına muvâfık olduğu»ndan bahsedip, Tersâne Konferansı tekliflerinin reddini istemiş, Meclis-i Umumî’de okunan bu beyannâmeye «Dudu kuşu gibi talimli» bâzı kimseler de alkış tutmuşlardır!.
Meclis-i Umumî, bu çeşit tertiplerle Tersâne Konferansı tekliflerinin reddine karar vermiş ve saltanatının ilk aylarında bu karara karşı çıkamıyan Sultan İkinci Abdülhamid Hân da, o feci kararı tasdik etmek mecburiyetinde kalmıştır!.
Hâtıratında bu mühim meseleye temas eden İkinci Abdülhamid der ki: «Ben ne gibi şerâit dahilinde ve nasıl bir zamanda cülûs ettim?. Bunu hatırlatmak isterim: Bosna-Hersek kıyam etmiş; Karadağ, ordumuzu sarmış ve mağlûb etmiş; Sırbistan, muntazam ve tehlikeli bir kuvvetle ilân-ı harb eylemiştir.
Bu bâdireden o müdhiş Rus muharebesi (93 Harbi) doğdu. Bu muharebeyi tevlid eden vekayi-i dahiliyye ve hariciyye benim zamanımda tahaddüs etmemiş. Ben iki hal’den ve doksan üç günlük bir fasıla-yı saltanattan sonra pâdişâh olmuştum.
Millet, rüşdünü iddia ediyordu. Umumun itimadına mazhar olan Midhat Paşa’yı derhal sadârete getirdim. Rusya’nın teklif ettiği mevaadı veya Rusya ile muharebeyi kabul edip etmemeği yine millete bırakmıştım. Bunu müzakere için toplanan Meclis-i Umumî’ye de, milletin o kadar
sevdiği ve itimad ettiği Midhat Paşa riyaset etti. Binaenaleyh 93 Muharebesi ile bunun neticelerinden ben, ne şahsen, ne de mevkien mes’ulüm» (65).
Harb isteyen ve akimca, Moskof’un Balkanlara inmesini istemeyen İngiltere’nin savaşta bizim yanımızda yer alacağını, böylece harbi kazanıp mevkiini sağlamlaştırmayı hayâl eden gaafil Midhat Paşa’nın bu harb mevzuunda söylediklerine bakınız :
«— Harb etmek için askerin kuvvetine bakılmaz, bunda istitâat (güç) aranmaz; biz Anadolu’ya dört yüz elli atlı ile geldik, yine dört yüz kişi kalıncaya kadar harb etmek lâzımdır!.»
Anadolu’ya gelen dört yüz elli atlı ile maddede ve mânada bir alâkası varmış gibi bu şekilde konuşmalarla «Tersâne Konferansı» tekliflerinin reddini isteyen Midhat Paşa muradına ermiş, «Meclis-i Umumî» böylesine bir demagoji havası içinde konferans tekliflerini reddetmiştir!. Bu red kararının hemen ertesi günü toplanıp o gün yaptıkları dokuzuncu ve sonuncu toplantıdan sonra İstanbul’u terketmeye başlayan konferans delegeleri yanısııa, konferansa katılan devletlerin İstanbul’daki Büyükelçileri de bir siyasî nümayişle Sefâretlere birer Maslahatgüzar bırakıp yurdumuzdan ayrılmışlardır!.
Tersâne Konferansı tekliflerinin reddedilmesinden sonra İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Rusya arasında 31 Mart 1877’de Londra Protokolü imzalanmıştır. Tersâne Konferansı kararlarından daha hafif olan bu Protokol de 10 Nisan’da BabIâli'ce reddedilmiş ve bu red kararını müteakib Rusya, 24 Nisan 1877 Salı
Bkz: Abdülhamid’in Hatıra Defteri, İstanbul, 1960.
günü bize harb ilân etmiştir. Başlıbaşına bir tetkik mevzuu olan «93 Harbi», böyle kısaca izahına çalıştığımız şekilde patlak vermiş ve Anadolu ile Rumeli'de olmak üzere iki cephede cereyan etmiştir. Anadolu cephesine kumanda eden Ahmed Muhtar Paşa Kars ile Gümrü arasındaki Gedikler mevkiinde kazandığı zaferle Moskof u bozguna uğratmış ve Paşa’ya bu zaferi dolayısiyle Sultan Hamid tarafından GAZİ’lik ünvanı tevcih edilmiştir.
25 Ağustos’da kazanılan Gedikler savaşını 4 Ekim’deki Yahniler Meydan Muharebesi takip etmiş ve bu savaşda Moskof on bin zayiat vermiştir. Bilâhare son ihtiyatlarını da Kafkas cephesine yığan Moskof, Yahniler savaşından on bir gün sonra, bizden kat kat üstün kuvvetleriyle Alacadağ Meydan Muharebesi’nde bâzı başarılar elde ederek ilerlemiye başlamışsa da, Ahmed Muhtar Paşa savaşı kabul etmeyip çekilmeye başlamış ve Paşa bu çekilmeyi, orduyu dağıtmadan öylesine bir başarı ile yürütmüştür ki, bilâhare bu başarı, Avrupa Harb Akademilerinde erkân-ı harb namzedi subaylara örnek olarak okutulmuştur!. (66).
Rumeli cephesinde ise Gazi Osman Paşa’nın harb sanatını alt-üst eden meşhur Plevne müdafaası, nesilden nesile intikal edip zamanımıza kadar gelmiştir. Gazi Osman Paşa, o yıllarda kırk beş yaşlarında genç bir Müşir’dir. Bu genç Müşir, Rusların Romen topraklarında yığınak yapıp Tuna’yı geçmeleri üzerinde ordu merkezi Vidin’den hareket edip, askerî bakımdan pek ehemmiyetli olan Plevne’
Sultan Reşad devrinde sadârete getirilip «Büyük Kabine» yi kuran Gazi Ahmed Muhtar Paşa politikada başarı kazanamadıysa da, pek çok savaşa katılıp iki defa yaralanmış, bu askerî muvaffakiyetleri yanısıra kıymetli bir Matematik ve Astronomi âlimi olarak tanınmış, eserlerinden bâzdan Arapça ve Fransızcaya çevrilmiştir.
Rumeli cephesindeki savaşta bir süvari birliğimizin düşmana hücumu.
ye yedi günlük cebrî bir yürüyüşle Moskof’dan evvel ulaşmış ve Gazi Osman Paşa, o mevkide beş aya yaklaşan (dört ay. yirmi üç gün) meşhur Plevne müdafaası ile bütün dünyanın dikkatini üzerinde toplayıp. Müslüman-Türk’ün feragat, fedakârlık ve kahramanlığına sembol olmuştur.
Gazi Osman Paşa, Plevne’de 20 ve 30 Temmuz’la 11 Eylül günleri kazandığı üç muhteşem zaferle Moskof ordusunu perişan etmiş, bilhassa 11 Eylül günkü taarruzu öylesine müdhiş olmuştur ki. Moskof Çarı bu korkunç hezimetten sonra aşağıdaki telgrafla Romanya Prensini imdadına çağırmağa mecbur olmuştur!. Hıristiyan dünyasının ezelî Müslüman-Türk düşmanlığını olanca dehşetiyle ortaya koyan bu telgraf şudur: «İmdadımıza gel!. İstediğin şartlar altında, istediğin yerden, istediğin gibi Tuna’yı geç!. Tiirkler bizi mahvediyorlar!. Hıristiyanlık, dâvâsını kaybetmek üzeredir!.» (67).
Gazi Osman Paşa’nın Plevne müdafaası bütün dün yada akisler uyandırmış ve ezilip yıpranan Moskof ordusu, yukarıda görüldüğü gibi, Romanya Prensi’nden yardım istemek mecburiyetinde kalmıştır!.. Ancak, Plevne civarındaki diğer kuvvetlerimizin yanlış sevk ve idaresi yüzünden bulunduğu mevkide mahsur kalan Gazi Osman Paşa, misilsiz kahramanlığına ve şanlı müdafaasına rağmen, mevsim dolayısıyle şiddetli kışın başlaması, hiçbir taraftan yardım gelmediğinden açlık ve hastalığın başgöstermesi gibi sebeblerle maiyetindeki askeri harcamak istememiş ve bütün ümidlerin kaybolduğu bir anda, daha evvel reddettiği düşmanın teslim teklifini kabule mecbur olmuştur!..
Böyle, bütün ümidlerin kaybolduğu bir anda teslim olan Gazi Osman Paşa’yi: «Sen benim esirim değil, misafirimsin!. Kılıcını sana verdim!. Senin gibi cesur, gayyur ve yüksek liyakatli bir kumandanla harbetmiş olduğumdan dolayı kendimi bahtiyar addederim!.», diyerek karşılayan Çar İkinci Alexandr, yaralı olan Plevne kahramanımızı tedavi ettir-
Ancak, bütün feragat ve kahramanlığına rağmen, bu vakitsiz savaş, aleyhimize neticelenmiş ve milletçe pek acı günlere katlanılmıştır!. Bu acı günler bir yana, Balkanlardaki beş yüz küsur yıllık Türk hâkimiyyeti azınlık durumuna düşmüş ve tarihin ender kaydettiği büyük bir göç ile Balkan Türkleri ecdâd yadigârı toprakları kütleler halinde terketmişlerdir!. Bu misli pek az görülen büyük ve acı göç, bugün hâlâ mekteblerimizde evlâtlarımıza «Büyük adam» (!) diye tanıtılan Midhat Paşa’nın eseridir!.
3 Mart 1878 Pazar günü imzalanan «Ayastafanos Mukaddimat-ı Sulhiyye» sinden otuz iki gün evvel «Edirne Mütarekesi» imzalanmış, bu arada, Moskof Başkumandanı Grandük Nikola, İstanbul’a bir fırka asker sokmak istemiş, iniş ve sonra Rusya’ya götürmüşse de, Gazi Osman Paşa, harb esiri muamelesi görmemiş, gittiği her yerde merasimle karşılanıp uğurlanmış, Plevne’deki şanlı müdafaa düşmanı dahi böylesine bir hale mecbur etmiştir.
Ayastafanos Muâhedesi’nin imzasını müteakip İstanbul’a dönen şanlı Plevne kahramanımızı devrin Padişahı Sultan İkinci Abdülhamid, göz yaşlanyle karşüayıp alnından öpmüş ve: <Sen benim yüzümü ağarttın, iki cihanda yüzün ak olsun!.», diye duâ edip çok kıymetli hediyeler vermiş ve bir müddet sonra Gazi Osman Paşa’yı Mâbeyn Müşiri yapmıştır. Bu vazifeye ilâveten birkaç kerre de, Hassa Müşiri ve Serasker olarak mühim hizmetler gören Plevne kahramanımız vefatına kadar makamını muhafaza etmiştir.
Sultan İkinci Abdülhamid, Gazi Osman Paşa’nın iki oğluna kızlan Zekiye ve Nâime Sultanları vererek Plevne kahramanımıza iltifat göstermiştir. 4/5 Nisan 1900 gecesi altmış sekiz yaşında vefat eden Gazi Osman paşa, vasiyeti üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân Türbesi bahçesine defnedilmiştir. Türbesi, Sultan İkinci Abdülhamid tarafından yaptınlnuştır.
Bu vesileyle Gazi Osman Paşa’yı rahmetle anıyoruz. Nur içinde yatsın.
SAFVET PAŞA : 93 Harbi sonunda imzalanan Ayastafanos Mukaddimat-ı Sulhiyyesi Osmanh tarihinin en acı sayfalarından biridir!. 3 Mart 1878 Pazar günü Ruslarla imzalanan bu muahedeyi Hariciye Nâzırımız Safvet Paşa imzalamıştır. Muhtelif kaynaklarda sarahatle kaydedildiğine göre, bu muahedeyi Safvet Paşa ağlayarak imzalamıştır!. Hariciye Nazırımızın ağlayarak imzaladığı bu muahededen dört ay, on bir gün sonra -Berlin Muâhedesi» imzalanmış ve rakip devletler arasındaki rekabetten istifade etmesini bilen Sultan Hamid’in gayretiyle Ayastafanos Muâhedesi değerini kaybetmiştir!.
bu taleb üzerine İngiltere de bir filo ile İstanbul’a girmek istemişse de, Sultan Hamid, iki devlet arasındaki rekabetten istifade etmesini bilip her iki teşebbüsü de önlemiştir!.
Ayastafanos Mukaddimat-ı Sulhiyye’si Yeşilköy’de imzalanmış ve bizi Başmurahhas olarak Hariciye Nâzın Safvet Paşa temsil etmiş, Berlin Büyükelçimiz Sadullah Bey de ikinci murahhas tayin edilmiştir. Muhtelif kaynaklarda sarahaten kaybedildiğine göre, Hariciye Nazırımız bu acı muahedeyi ağlayarak imzalamıştır!. Müzakereler esnasında Ruslar, donanmamızın altı zırhlısını harb tazminatının bir kısmına karşılık olmak üzere istemişler ve bu taleblerinde öylesine ısrar etmişlerdir ki, Babıâli bu isteği kabule mecbur olmuş, ancak Abdülhamid, şahane bir jestle bu haksız talebe karşı çıkıp, donanmamızın o altı zırhlısını kurtarmıştır!.
Bütün ümidlerin kaybolduğu bir anda teslim olan Gazi Os-
man Paşa’yı Çar İkinci Alexandn «Sen benim esirim değil,
misafirimsin!. Kılıcını sana verdim!. Senin gibi cesur, gay-
yur ve yüksek liyakatli bir kumandanla harbetmiş olduğum-
dan dolayı kendimi bahtiyar addederim!.», diyerek karşı-
lamıştır.
Okuyalım Abdülhamid’in bu mevzuda Hey’et-i Vükelâ’ya (Vekiller Hey’etine) gönderdiği Hat-tı Hümâyûnu : «Başvekil Paşa’ya ve sair Vükelâya kasemle beyan ederim ki, Donanma-yı Hümâyûnun elden çıkarılmasına kafiyyen re’yim ve rızam yoktur. Her türlü fedakârlığı eder, fakat bu donanma maddesini reddeylerim ve esbâb-ı mucibesini dahi beyana muktedirim. İcabı halinde donanmayı kaybetmemek için canımı fedâya razıyım. 27 Şubat 1878»
.
Sultan Hamid’in bu kafi kararı ve şâhâne jesti karşısında Moskof haksız talebinden vazgeçmeye mecbur olmuş, fakat Abdülhamid, «93 Harbi» nin acı neticelerini bütün saltanatı boyunca unutamamıştır. Bu vesileyle kaydedelim ki, Ayastafanos Mukaddimat-ı Sulhiyyesi’nin imzası esnasında, Grandük Nikola’nın maiyyetinde bulunan bir ressam imza ânını karakalem bir kroki ile tesbit etmi^-’ve Hariciye Nâzırınuz Safvet Paşa, bu ressama bâzı hediyeler vererek «bir hâtıra olur bende kalsın» deyip o krokiyi alarak Abdülhamid’e takdim etmiştir. Fevkalâde bir marangoz ustası olan Abdülhamid tahttan indirilinceye kadar bunu masa üzerinde bulundurmuştur! Bu hâtırayı anlatan Paris Büyükelçisi Münir Paşa, devamla der ki: «Eğer Osmanlı İmparatorluğu 1877’de değil de, meselâ 1887’de Rusya ile harbetmiş olsaydı, zafer mutlaka bizde olurdu. Abdülhamid'in önleyemediği o harb, Abdülaziz devrindenberi hazırlanan fakat henüz iyice kurulmamış olan güzel bir ordunun boşu boşuna harcanmasına sebep olmuştur.»
Paris Büyükelçimiz, Midhat Paşa’nın «93 Harbi»ndeki gafleti mevzuunda da şunları söyler: «Sen Haliç (Tersâ-
(68) Bkz: İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cild: 4. İstanbul, 1955.
ne) Konferansını bırak, Londra’da bir konferans kurulması teklifini reddet, cepte para yokken memleketi harbe sokmak için sokaklarda talebeye nümayişler yaptırt! Vallahi böyle bir gaflet her kula müyesser olmaz!» (69).
Hariciye Nazırımızın ağlayarak imzaladığını yukarıda kaydettiğimiz Ayastafanos Muâhedesi’nden dört ay, on bir gün sonra «Berlin Muahedesi» imzalanmış ve rakip devletler arasındaki rekabetten istifade etmesini bilen Sultan İkinci Abdülhamid’in gayretiyle Ayastafanos Muâhedesi’nin hiçbir değeri kalmamış ve böylece Moskof, «93 Harbi» ile umduklarına kavuşamamıştır! (70).
MİDHAT PAŞA HÂDİSESİ
Asıl adı «Ahmed Şefik» iken, gençliğinde devam ettiği Divân-ı ftümâyûn kaleminde verilen «Midhat» mahlası ile şöhret bulan Midhat Paşa, Ruscuklu Hacı Eşref isminde bir «Kadı» nm oğludur. 1822 yılı sonlarında İstanbul’da doğmuştur.
Muhtelif vilâyetlerde valilik yapan, bir ara Şürâ-yı Devlet Reisliğinde bulunan, Nezâret koltuğunda oturan ve iki defa sadâret makamına getirilip cem’an dört ay altı gün bu makamda kalan Midhat Paşa’nın iyi bir vali olduğu, fakat hiçbir zaman muktedir bir devlet adamı olamadığı, çok yazılıp söylenmiştir; ve ona «iyi bir vali» hükmü, Tu-
Bkz: Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu. a.g.e.
93 Harbi’nin yukarıdaki gerçekleri için: Cevdet Paşa'nın «Tezâkir» ine, Mahmud Celâleddin Paşa'nın «Mir’ at-ı Hakikat» ine, İsmail Hâmi Danişmend’in «Kronoloji» si’ ne, Yılmaz Öztuna’nın «Türkiye Tarihi» ne, Sâmiha Ayverdi’nin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» na bakınız. na ve Bağdat vilâyetlerinde yapabildiği bâzı i’mar hareketleri dolayısiyle verilmiştir!..
Evet, Midhat Paşa’nın, gerek Tuna, gerek Bağdad vilâyetlerinde bâzı i’mar hareketleri olmuştur. Olmuştur ama, bu işler esasında bir valinin vazifeleri arasındadır. Elbette yapacaktır. Devlet ve millet, makam ve maaş verdiği bu vali efendiden hizmet beklemektedir. Ve vali hizmete mecbur ve me’murdur. Kabul edelim ki, Midhat Paşa, bu mecbur olduğu hizmette kusur etmemiş ve bâzı i’mar işlerini yapmış olsun!. Ama Midhat Paşa’nın yapmış oldukları bu kadar değil ki!. O daha başka işlerin de kahramanıdır... Ve meselâ, Tuna valiliği esnâsında, Türkçeyi bir tarafa atıp, Bulgarcanın Bulgar mekteplerinde okutulmasını teşvik ve himaye etmiştir. Daha başka bir gün de Bosna-Hersek eyâletinde, Türk bayrağındaki hilâl’in yanma bir «HAÇ» ilâve edivermiştir! Kendi hatırâtında itiraf ettiğine göre, bu fecî işi gûyâ, Müslümanlarla Hıristiyanları kaynaştırmak için yapmış imiş!.
Midhat Paşa’nın Tuna valiliğini inceleyen Mehmed Zeki Pakalın, Hacı Muhtar Efendi’ye atfen bu «iyi vali» nin başka bir marifetine temasla:
«Midhat Paşa yenilik ve serbestlik taraftan idi. Tuna valiliğinde iken, memurları serbestliğe alıştırır, hattâ o yolda teşvik ederdi. Memurların kollarma birer Bulgar kızı takarak piyasa ettikleri görülür ve bunu gören Midhat Paşa memnûniyetini izhardan kendini alamazdı» diyor (71).
Nizâmeddin Nazif Tepedelenlioğlu ise, Midhat Paşa’nın
Bkz: Son Sadrâzamlar ve Başvekiller. Cild: 1. İstanbul, 1940.
Tuna valiliğini incelerken, başka bir gerçeğe temasla ve isabetli, bir teşhisle şunları yazıyor:
«Midhat Paşa’nın Tuna valiliği, o bölgenin yalnız âdi değil, siyâsî eşkiyalarla da çalkandığı bir devre rastlar. Bu durum içinde Midhat Paşa zerre kadar bir siyâsî başarı gösterememiştir. Bilâkis... Tuna dalgalarının ve Balkan rüzgârlarının getirdiği bütün karıştırıcı fikirlerin tesiri altında kalmıştır. Midhat Paşa’nın beynine Meşrutiyet, Kanun-u Esâsî, Hürriyet filân gibi şeylerin tohumlarını eken. Tuna boylarıdır. Tuna boylarındaki sırdaşlarından mülhemdir. İlk ağusunu oradaki Bulgar ve Sırp dostlarından almıştır» (72).
Tuna vilâyeti valiliğinde yapabildiği imar hareketlerinin yanısıra, bu çeşit icrââtın da kahramanı olan Midhat Paşa, bilâhare Şûrâ-yı Devlet riyasetine getirilmiş, sonra Âlî Paşa tarafından Bağdad valiliğine gönderilirken; bir anda kendisini sadâret makâmında buluvermiştir! Bu onun ilk sadâretidir ve sâdece iki ay, on dokuz gün devam etmiştir!. Onun Sultan Aziz devrindeki bu ilk sadâretinde yapabildiği «en mühim olay» Hidiv İsmail Paşa’ya verilen haricî istikraz tahvili olmuştur. Bu fermân için Hidiv, İstanbul’da devlet ve saray adamlarına yüz, yüz ellişer bin altın rüşvet vermiştir» (73).
Midhat Paşa’nın ilk sadâretinden azline, açığı olan bütçede varidat fazlası olduğunu iddia ederek Pâdişâhı iğfale teşebbüsü sebeb olmuştur!. Sonraları yine Sultan Aziz’in saltanatı yıllarında Mahmud Nedim Paşa’nın ikinci sadâretinde Midhat Paşa Adliye Nâzırlığma getirilmiş-
Bkz: Sultan İkinci Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar. İstanbul, 1964.
Bkz: Yılmaz Öztuna. a.g.e.
tir. Ve bakınız Devlet-i Aliyye'nin adalet teşkilâtı başında bulunan Midhat Paşa bu makamda ne işler becermiştir!.
Tarihimize, o yılın Ramazan ayının altıncı günü ilân olunduğundan «6 Ramazan Kararnamesi» veya «Tenzil-i Faiz» diye geçen meşhur kararname. Mahmud Nedim Paşa’nın bu sadâretinde çıkmış ve aşırı Moskof taraftarlığı dolayısiyle «Nedimof» diye anılan Mahmud Nedim Paşa, aldığı bu kararla büyük bir huzursuzluğa yol açmıştır!.
O devirde, Hüseyin Avni denilen şu. Eşekçi Ahmed'in oğlu, Sadrâzam ve Serasker eskisi. İngilizlerin muvafakatini alarak giriştiği Sultan Abdülâziz Hân’ın hal’ ve katli meselesini avanesiyle birlikte gizlice yürütürken; devrin Sadrâzamı Mahmud Nedim Paşa. Rusya'nın Büyükelçisi General İgnatiev’le elele vererek «Tenzil-i Faiz» kararını çıkarmış ve bu karar. Sultan Aziz’in hal’ ve katli olayını hızlandırmıştır!.
Hale bakınız ve o devirde devlet adamı geçinip hükümet başında iş gören adamların şu tutumlarını göz önünde bulundurunuz ki, Hüseyin Avni denilen Sadrâzam ve Serasker eskisi. İngilizlerle görüşüp onların muvafakatini alır ve böylece yabancı emellerine uygun bir şekilde, devletin basma yeni bir gaaile hazırlarken; iş başında bulunan Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa da, Rusya’nın Büyükelçisi ile başbaşa verio «Tenzil-i Faiz» kararı alabilmekte ve birkaç kişinin menfaatleri uğruna Devlet-i Aliyye buhranlar içine sürüklenmektedir!. Bu ne menem gaflet veya ihanettir ki, muhalifi de. muvafıkı da —görüldüğü gibi— düşmanla elele vermiştir ve bu adamların cümlesi, o kaht-ı ricâl/adam kıtlığı devrinde, devlet adamı (!) geçinmektedirler!.
Yine, gafletin veya ihânetin derecesine bakınız ki, Hersek isyânı, büyük devletlerin yardımiyle gün be günbüyürken; yâni, devlet o nazik günlerde bir gaaile içinde iken, «Tenzil-i Faiz» kararı çıkarılmıştır!. Dış borç faizlerinin, bu karar ile yarı yarıya indirilivermesi, alacaklı devletlerin büyük protestolarına yol açıp, Babıâli müşkül du-_ rumda kalmış ama, birkaç sözde hükümet adamı vurgun vurmasını becerebilmişlerdir!.
MİDHAT PAŞA: 1822 yılı sonlarında İstanbul'a doğdu. Rusçuktu Hacı Eşref isminde bir «Kadı» nm oğludur. Asıl adı «Ahmed Şefikiken, gençliğinde devam ettiği Divân-ı Hümâyûn keleminde verilen «Midhat» mahlası ile şöhret bulan -Midhat Paşa-, muhtelif vilâyetlerde valilik yaptı, bir ara Şûrâ-yı Devlet Reisliğinde bulundu. Nezâret koltuğuna oturdu ve iki defa sadâret makamına getirilip cem’an dört ay, altı gün bu makamda kaldı. Pek çok kirli ve karanlık işlerin failidir!. İngilizler tarafından şımartıldı ve memleketi kendisinden başka idare edecek kimse yok zannedip boyundan büyük işlere girişti!. Yurt dışına çıkarılırken söylediği: «Allah rahmet eylesin bu millete!.» sözü, onun kendisinde neler vehmettiğine delildir!. Belki iyi bir vali, fakat asla devlet adamı olamadığına dair muteber pek çok şehadet vardır!.
«6 Ramazan Kararnamesi», Adliye Nâzın Midhat, Serasker Rıza, Hariciye Nâzın Safvet, Ticaret Nâzın Dâmâd Mahmud, Maliye Nâzın Yusuf Paşalarla Sadâret Müşteşarı Said Efendi’den müteşekkil bir encümen tarafından incelenip, tasvip edilmiştir. Bir rivayete göre: Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa, İngiliz ve Fransız Elçilerinin muvafakatini aldığından bahisle encümen azâlarını aldatmış ve encümen, Sadrâzamın bu teminatı üzerine «Tenzil-i Faiz» kararını yayınlamıştır!.
Yine bir iddiaya göre; Rus elçisi İgnatiev, dış borçlar mevzuunda alınacak böyle tek taraflı bir kararın, hem memleket dahilinde doğuracağı huzursuzluğu, hem de Devlet-i Aliyye’nin Avrupa’daki malî itibarının yok olacağını ustalıkla hesaplamasını bilmiş ve «Nedimof» diye anılan Sadrâzamı, böylesine bir kararın alınmasına hazırlamıştır.
«Tenzil-i Faiz» kararnâmesini inceleyen kaynakların mühim bir kısmı, alınan karardan haberdar olan birkaç şahsın, ellerindeki tahvilleri acele satıp büyük vurgunlar vurdukları hususunda ittifak etmişlerdir! Bu fırsattan istifade edenler, ünlü Midhat Paşa başta olmak üzere, Sadrâzam Mahmud Nedim ve Dâmâd Mahmud Paşalarla Moskof sefiri İgnatiev’dir!. Sadrâzam, kararı Rus elçisine haber vermiş ve bu adamların cümlesi, «6 Ramazan Kararnâmesi»nden milyonlar vurmuşlardır!.
«Tenzil-i Faiz Kararnâmesi», ellerinde tahvil bulunan halk ile yabancı devletler tarafından büyük protestolarla karşılanmış, hattâ sefirlerimiz hakaret görüp sokağa çıkamaz olmuşlardır!. İgnatiev adlı Moskof sefiri böylece muradına ermiş ve gerçekten onun düşündüğü gibi, devlet, hem malî itibarını kaybetmiş, hem de memleket dahilinde büyük bir huzursuzluk doğmuştur!.
Bizim meşhur Midhat Paşa’mız, hem «Tenzil-i Faiz Kararnâmesi»nden istifade edip cebini doldurmuş; hem de Eşekçi Ahmed'in oğlu Hüseyin Avni Paşa ile birleşip, Kararnamenin doğurduğu huzursuzluktan istifade ile Sultan Aziz’in tahttan indirilme meselesini gerçekleştirenler arasında yer almıştır!.
Korkunç bir gafletten başka bir şey olmayan bu «Tenzil-i Faiz Kararnâmesi»nden istifade etmesini bilen Abdülaziz Hân düşmanları, bilâhare Mahmud Nedim Paşa’yı düşürüp, hal’i gerçekleştirmesini becermişlerdir!.
Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinde mühim rolü olan, bilâhare katline seyirci kalan Midhat Paşa — ileride görüleceği gibi — sonraları bu marifetleri dolayısıyle muhakeme edilecektir. Sultan Beşinci Murad’ın tahttan indirilmesinde de başta bulunan Midhat Paşa, İkinci Abdülhamid’in saltanatının ilk aylarında ikinci defa sadâret makamına getirilmiştir!.
Niçin getirilmiştir?.. Yukarıda izâhına çalıştığımız nice marifetlerin (!) kahramanı olan Midhat Paşa’nın, tekrar ne işi vardır bu makamda?.
Bu sualin cevabını, Midhat Paşa’yı ikinci defa sadâret makamına getiren Sultan Abdülhamid’in hâtıratından bir kerre daha okuyalım. Diyor ki, Abdülhamid:
«— “Midhat” isminin ebced hesabiyle “Devâ-i Devlet” olduğunu keşf ve ilân etmiş olan hasta bir halka, yine onun izhâr ettiği devâyı vermek zarûri idi!».
İşte böyle «hasbezzaman ve bizzarûre» getirilmiştir Midhat Paşa sadâret makâmına!. Fakat o, öylesine gaafildir ki, zarûret ortadan kalkıp da. zaman müsâid olduğunda bir tarafa atılıvereceğinin farkında değildir!.
«Büyük» diye anılan Midhat Paşa’nın bu ikinci sadâretindeki şu acâib halleriyle, saçma-sapan sözlerine bakınız :
Sadârete tâyini dolayısiyle tebrike gelen çeşitli insanlarla konağın dolup taştığı günlerde, bilâhare Dahiliye Nâzın olan Memduh Paşa da, Midhat Paşa’nın konağına gider. Bu zâtın «Kuvvet-i İkbal-Alâmet-i Zeval» adlı eserinde yazdığına göre: Hazır bulunanlardan Şehremâneti Meclisi âzası Midhat Efendi, yeni sadrâzam Midhat Paşa’ ya: «Kanûn-u Esâsî (Anayasa), mücerred himmeti fahîmâneleriyle ilân ettirildi. Daha nice kavânîn ve nizâmâta ihtiyaç olduğundan, hiç değilse heş-altı sene mesnedi sadâret, vücûdu âlilerine muhtaçdır» der... Der ama, Midhat Paşa bu temenniden memnun olmaz!. Bakınız bu temenniye nasıl cevap verir:
«— İlmi cifre âşinâ birisi bu sabah gelmişti. Sadâretde on altı yıl kalacağımı tebşir eyledi. Sizin ifâdeniz müddeti kısaltıyor!.»
Yine o günlerde bir gece avanesini toplayıp, kafayı iyice tütsüleyen Midhat Paşa, içki sofrasından kalktığında ayakta duramıyacak derecede sarhoştur!. Düşmemesi için iki koluna girerler!. Midhat Paşa, yanmda bulunan eniştesi Tosun Paşa’ya sorar:
«— Eee Paşa!.. Söyle bakalım, ben bu sefer kaç sene sadârette kalacağım?..»
Tosun Paşa cevap verir:
«— Bu gidişle bir hafta bile kalamazsın!..»
Nitekim, Midhat Paşa’nın sadâreti bu defa çok sürmeyecek — aşağıda görüleceği gibi — bir hafta değilse de, bir
F. 7 ay on yedi gün sonra Midhat Paşa soluğu İtalya’da Brendi zi’de alacaktır!.
Midhat Paşa’nın bu ikinci sadâretinin en mühim olaylarından biri, baştarafta izahına çalıştığımız Kanûn-u Esâsî (Anayasa) nın ilânıdır... Diğer mühim bir olayı da, merhum İsmâil Hâmi Dânişmend’den dinleyelim:
«Midhat Paşa’nın, Osmanlı hânedânını iskât edip, kendi saltanatını ilân etmek için bir takım tedbirler ittihaz ettiği hakkında muhtelif delil ve rivâyetler vardır. Bunların en mühimmi: Paşa’mn devlet ordusundan ayrı olarak, kendi hâtıratındaki tâbiriyle: “Müslim ve gayrimüslim tebeanın gençlerinden” mürekkep bir “Millet askeri” teşkil etmiş olmasıdır.» Bu tuhaf asker, gönüllü şeklinde orduya iltihak etmiş değildir. İstanbul’dan başka taşralarda da toplanarak gittikçe çoğalan Millet askeri her gün, bölük bölük Midhat Paşa’nın konağına gidip reisleri olan paşayı alkışlamaya başlayınca işin rengi değişmiş, Sultân Hamit çok haklı olarak bunların Bâb-ı Seraskerî’de resmen gönüllü kaydedilmelerini irâde etmişse de kabul ettirememiş; ve hattâ «Mir’at-ı Hakikat» müellifi Mahmud Celâleddin Paşa’mn îzâhına göre :
«— Bâb-ı Seraskerî maiyyetinde askerliği kabul etmeyiz!. Biz millet askeri olacağız!.» diye bağıran serseri kuvvetler, Midhat Paşa’nın konağına giderek alkışlarına devam etmişlerdir. Bu suretle devlet ordusundan başka şahsî ve hususî bir «Midhat Paşa Ordusu» kurulmuş demektir!. Dünyanın hiçbir tarafında misli görülmemiş olan bu garip ordu, hangi maksatla teşkil edilmiştir?!. Yâni, Paşa, bu şahsî kuvvetleri hangi işde kullanacaktır?.»
Eğinli Said Paşa’nın hâtıratında, Midhat Paşa’nın tâkip ettiği gaye şöyle izah edilir:
«Müşârünileyh, kendi efkârına mutâbık efkârda birini görecek olsa, derhal tenhâ bir odada, münâsip olsun olmasın, mükâlemeyi saltanat-ı seniyye üzerine getirerek:
«— Hânedân-ı Osmânî’den artık hayır gelmeyecek. Cumhuriyete tahvil etmekten başka çâre kalmadı. Bunu nasıl etmeli bilmem? Fakat bu meseleyi sizler gibi birkaç kişi anlar!.» der. Sonra da:
«— Bu ana kadar, “Âl-i Osman” denildi ya, bundan sonra dahi “Âl-i Midhat denilse ne var?” deyip ilâve ettiği, cümlece duyulup had-di tevâtüre varmıştır.»
Eğinli Sâid Paşa gibi bîtarâf bir şâhidin bu ifâdesinden de anlaşıldığına göre, Midhat Paşa’nın devlet ordusundan ayrı olarak ve hıristiyanları da katarak teşkil ettiği ve «Millet askeri» dediği bu şahsî ordu, yalnız Sultan Hamid’e karşı değil, tekmil Osmanlı hânedânına karşı hareket ettirilecek bir kuvvettir ve Paşa’nın başlıca gayesi de, Sultan Hamid’in tâbiriyle «Reîs-ül-Cumhur» olduktan sonra, Üçüncü Napoleon gibi, kendi saltanatını ilân edip «Âl-i Osman» yerine bir «Âl-i Midhat» kurmaktan ibârettir!..» (74).
Böyle, niye «Âl-i Osman olur da, «Âl-i Midhat» olmaz? diyecek kadar kendinden geçip «Âl-i Midhat = Midhat Hânedânı» peşinde koşan büyük devlet adamı (!) Midhat Paşa’nm o devirde, zamanın Devlet Reisine yazdığı şu mektuba bakınız :
«Evvelâ Zât-ı Mülükâneleri’ne âit olan vazâif-i hükümdârânenizi mutlakâ bilmelisiniz. Zirâ, bilcümle hare-
(74) Bkz: İsmail Hami Danişmend’in Fransızca aslından tercüme ettiği «Sultan Abdülhamid’in Hatıratı» nda, Midhat Paşa ile ilgili kısma koyduğu not. Çakmak Mecmuası. 24 Kasım 1956 tarihli 38’ci sayısı.
kâtınızdan, millet nazarında mes’ul olacaksınız.» Ve devam ediyor: «Usûl ü meşveretle idare olunan bir milletde nizâm nedir bilir misiniz!. Binây-ı devleti tâmire çalıştığımız sırada, siz, âdetâ yıkmak istiyorsunuz.»
Dikkat buyurunuz., bu bîedebâne sözler bir asır evvel. Anayasa’nın yeni ilân olunduğu, Rum’un, Sırp’m. Bulgar’ ın, Ermeni’nin, velhâsıl yetmiş iki buçuk milletin kaynaştığı İmparatorluğumuzda devrin pâdişâhına söyleniyor!. Sultan Hamid’in şahsı bir yana, temsil ettiği Türk milletinin ve devletinin haysiyeti göz önüne alınırsa, o günden bugüne aradan geçen yüz küsur yıla rağmen, bugün dahi dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Devlet Reisi bu çeşit hezeyânı dinleyemez!.
Nitekim Sultan İkinci Abdülhamid de dinlememiş ve 5 Şubat 1877 Pazartesi günü Saraya çağrılan Midhat Paşa, Anayasa’nın 113’cü maddesinin Pâdişâha verdiği hakla yurt dışına çıkanlıvermiştir!.
Midhat Paşa’nın yurt dışına çıkarılmasına yalnız bu marifeti sebep olmamıştır. Başka sebebler de vardır: Evvelâ Sultan Abdülhamid, amcası Sultan Aziz’in hal’ ve katlinde rol oynayan Midhat Paşa’ya itimad etmemektedir. Sonra, tarihimize «93 Harbi» diye geçen ve acı hâtıraları bugün bile hâlâ Anadolu’da söylenen meşhur Türk-Moskof savaşının da başlıca mes’ûlü Midhat Paşa’dır!.. Onun bu savaş lehindeki meş’um rolünü ve kışkırtıcılığını Abdülhamid unutamamıştır!. Ve Midhat Paşa’nın her akşam konağında tertiplediği rakı sofralarında Hânedân aleyhine sarf ettiği sözleri zamanın pâdişâhı gibi bütün İstanbul halkı da duymuştur.. «Âl-i Midhat=Midhat Hânedânı» uğruna «Millet askeri» diye Hıristiyanlardan meded umup gençlerini de başına toplayan Midhat Paşa, bu hareketiyle Fransız ihtilâlinin meşhur «Gard Nationale = Millî Muhafız» lanın taklid etmiş ve Paşa’nın sürülmesine bu gibi devlet adamına yakışmayan hırs ve hamlıkları sebep olmuştur.
MİDHAT PAŞA’NIN YURT DIŞINA ÇIKARILIŞI
5 Şubat 1877 Pazartesi günü, sabahın erken saatlerinde Mabeyne dâvet edilen Midhat Paşa’dan, Mâbeyn Müşiri. Eğinli Said Paşa vasıtasiyle «Mühr-i Hümâyun» alınmış ve Midhat Paşa, hakkındaki sürgün kararını öğrenince, meşhur Roma imparatoru zâlim Neron’un ölürken söylediği: «Dünya, büyük bir san'atkâr kaybediyor!» sözüne benzer bir şeyler mırıldanıp:
«— Eğer beni buradan tard ve teb’id ederseniz, alimallah memleket mahv olur!..» demiştir.
Bu hezeyândan sonra, nereye gönderileceğini sormuş, istediği yere gitmekte serbest olduğunu duyunca :
«—Yanımda param yok, biraz para isterim!» demiş ve kendisine beş yüz altın verilmiştir!..
Midhat Paşa, kendi teşrifât nâzın Kâmil Bey’e yazdığı 29 Teşrinisâni 1293 tarihli mektupda aldığı bu parayı, «Dersaâdetden hareketi âcizanemde ihsan buyrulan beş yüz...» lira diyerek itiraf ettiği halde, gûyâ: «Efendimizin ihsanlarına muhtaç kullarından değilim» diyerek reddetmiş imiş!. Yalan!. Midhat Paşa, Abdülmid’in ihsanını cebine yerleştirmiş ve bu büyük adamın (!) bu toprakları terkederken son sözü şu olmuştur:
«— Allah, rahmet eylesin bu millete!»
Öyle ya!.. Midhat Paşa Hazretleri gibi bir hürriyet kahramanı (!), büyük devlet adamı (!) böyle yurt dışına çı-
Midhat Paşa’ya, yurt dışına çıkarılacağına dair Padişah irâdesini Eğinli Said Paşa tebliğ etti.
karılınca, gayri memlekette işleri yürütecek kim var ki!. O halde :
«— Allah, rahmet eylesin bu millete!»
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Midhat Paşa’nın Avrupa’ya sürülüşünü şöyle anlatıyor :
«-— Saraya gelince Paşa-Dairesi’nin alt katında bir odaya alındı. Said Paşa (Eğinli Said Paşa), yanına oturdu. «Sadâret mührünü bendenize teslim etmeniz, irade-i seniyye iktizasındandır» dedi. Midhat Paşa mührü verdi. Aralarında şöyle muhavere geçti :
Said Paşa : «— Bir vakittenberi ötede beride saltanat-ı seniyye aleyhinde tecemmü eden cemiyet-i hafiyyelerde bulunanlar, zât-ı âlinizin konağına devam eden takımdan olduklarından bu hal, hakkınızda tabiî şüpheyi davet etti ve hattâ dün akşam zabıta tarafından takdim olunan dört jurnalin (rapor) birinde zât-ı âlinizin ismi zikr olunmuş ve Kemal Bey’in hânesinde bulunanlar tarafından: «Midhat Paşa, istiklâliyeti aldı, Murad’ı bef-murad ederiz.» diye sözlerin tefevvüh olunduğu yazılmış olduğundan, zât-ı Şâhâne efendimiz, sizin doğrudan doğruya bu cemiyetlerde medhaliniz olduğuna inanmak istemediler ise de, ism-i âliniz böyle sarâhaten mezkûrdur, o halde hem nefs-i âlinizi vikâye etmek ve hem de memlekette bu mâkule fesadın önünü almak için, veliyyi nimet efendimiz, zât-ı âlinizin memâliki şâhâneden bugün çıkmanızı fermân buyurdular; ve bunun için İzzeddin vapuru hümâyûnu hazırdır.»
Midhat Paşa «— Vallahi billâhi benim bu cemiyetlerden haberim yok. Allah bu çapkınların belâsını versin. Bu, Rusya parasiyle ve Halim Paşa’nın hud’asiyle vücuda gelmiş bir şeydir. Eğer beni buradan tard ve teb’id ederseniz alimallah memleket mahvolur. Beşikler körfezindeki donanma üç güne kadar buraya gelir. Buraları iyi düşünmelidir. Vükelânın bundan malûmatı var mı?
— Bilmiyorum.
— Öyle ise rica ederim, gidiniz, Zât-ı Şâhâne efendimize söyleyiniz ki, benim bu işlerden haberim yok. Mademki vükelâ buradadır, bu işi onlarla müzâkere etsinler. Eğer efendimizin bana emniyetleri yok ise, beni Mâbeynde bir odada tevkif etsinler. Evime gitmeyeyim, sadâret işlerini burada görebilirim. Gerek burada ve gerek Avrupa’da, memleketimizin bu müşkil zamanında işleri ben görürüm diye hüsn-i zan hâsıl olmuş olduğundan, eğer ben buradan gidecek olur isem memleket alimallah biter!.
(Eğinli) Said Paşa, mührü pâdişâha teslim ile beraber Midhat Paşa’nın sözlerini arz etdi. Pâdişâh: «Bu olamaz. Mutlaka gitmelidir. Bundan sonra bu âdemi burada bırakmak daha ziyade tehlikeyi mûcib olur. Al, bu zabtiye jurnallarını da kendisine göster.» dedi.
Said Paşa, pâdişâhın, şimdi hareket etmesi hakkındaki irâdesini tebliğ etti. Midhat Paşa, jurnalları okudu.
«— Haberim yok. Yazılır ya. Çapkınlar iftirâ etmişler. Beni nereye göndereceksiniz?.»
«— Hududu memâlik-i şâhâneden çıktıkdan sonra nereye isterseniz oraya gitmeğe mezunsunuz. Fakat (Şira) en yakın olduğundan oraya çıkabilirsiniz.»
«— Oradan başka yere gitmek için vapur bekliyecek değil miyim?. Öyle olduğu halde beni Rumlar içinde bırakmayınız. Marsilya uzaktır. Brendizi’ye çıkarınız. Yanımda param yok. Biraz para isterim. Lâkin benim emniyetim olan bir yâver dahi isterim. Çünkü emniyetim kalmadı. Nefsime suikasd ederler.»
«— Aman böyle bir cinâyet hiç kimsenin hatınna gelmedi. Bu söylediğiniz şey, mümkinâtdan değildir.»
«—Gitmeli ha!.»
«— Evet, gitmeli. İki yâver ile iki çavuş, sizi istimbot ile İzzeddin’e götürmek için iskelede bekliyorlar.»
«— Allah rahmet eylesin bu millete!..
Bu muhâvereden sonra vapura gönderildi. Müteâkiben vapur hareket etti. Ahırkapı açıklarında tevakkufla, Pâdişahın verdiği beş yüz altın gönderildikten ve uşâğiyle eşyası da geldikten sonra, vapur yoluna devam etti.» (75).
Bu mevzuda bir iddia daha vardır. Doç. Dr. İhsan Süreyya Sırma der ki :
«— Midhat Paşa, tahayyül ettiği ve Şam’da iken olgunlaştırdığı bir “Arap Krallığı" fikrini (Bkz: Gilles Roy. Le Sultan Rouge. Paris, 1936), Başbakan olur olmaz tatbikat sahasına koymak istedi. Ne var ki, Abdülhamid onun için bir engel teşkil ediyordu. Bu engeli ortadan kaldırmak için Midhat Paşa’nın neler düşündüğü hakkında, Fransa’nın İstanbul Sefiri tarafından Paris’e çekilen 6 Şubat 1877 tarihli telgrafta şöyle denilmektedir :
«— ... Elde ettiğim çok ciddi bilgilere dayanarak söyleyebilirim ki, Sultan, Midhat Paşa’nın siyasî iktidarı eline geçirip, kendisini pasif bir Halife halinde, siyasî işlere karışmayıp, sadece dinî meselelerle meşgul bir hale getirmek ve devletin tek hâkimi bir diktatör olmak için bâzı entrikalar çevirmek üzere olduğunu, gizli polisi vasıtasıyla öğrenince onu Başbakanlıktan azl’edip yurt dışına sürdü. (Bkz: Fransız Hariciye Arşivi, N. S. Turduie, 1877, No: 408, s. 277).
Abdülhamid, sadece Midhat Paşa’yı görevden almakla kalmadı. Aynı zamanda onun, Belçika Anayasasına dayanarak (Bkz: Javad Boulos. Les Peuples et les civilisations du Proche-Orient, Paris, 1968) hazırlayıp kabul ettirdiği Anayasayı da geçici olarak yürürlükten kaldırdı. Kaynaklardan anlaşıldığına göre (Bkz: Edwin Pears, Life of Abdul-Hamid, London 1917), Midhat Paşa, 1876 Anayasasını hazırlarken, Osmanlı devlet adamlarından ziyade îngiliz-
Bkz: Osmanlı Devrinde Son Sadrâzamlar. 3’cü kitap. İstanbul, 1965.
lerle istişare ettiğinden, batıklardan mülhem olan bu Anayasanın birçok maddesi Sultan Abdülhamid tarafından metinden çıkartılmıştır» (76).
Midhat Paşa böylece İstanbul’dan çıkarılır ve «Beni sürerseniz, memleket mahvolur» diyen o adam, Çanakkale Boğazı’nı geçerken, İstanbul’da ihtilâl çıkıp çıkmadığını araştırmaya başlar, ama, onun yurt dışına çıkarılışına kimse aldırış bile etmez. Hattâ, Midhat Paşa’nın yoldaşı meşhur Ali Suavî, «Vakit» gazetesinde, paşası aleyhinde pek güzel (!) bir makale yayınlayıverir! (77).
Midhat Paşa, İstanbul’dan «İzzettin» vapuru ile çıkarılmış ve İtalya’nın güney sahilindeki Brendizi şehrine varan paşa, orada iki İngiliz tarafından karşılanmıştır!.
Bir sene, sekiz aya yakın yurt dışında kalan Midhat Paşa’nın Avrupa’daki yaşayışı, bu arada siyasî temasları hoş görülmemiş ve kendisinin Girit’de oturmasına müsaade edilmiştir. Affedilmesi için devamlı Pâdişâha müracaat eden Midhat Paşa evvelâ Suriye, sonra Aydın (İzmir) valiliğine getirilmiştir. İzmir valisi olarak bulunduğu sırada, Sultan Abdülaziz’in kaatillerinin muhakemesine lüzum görülmüş ve yürütülen tahkikatta Midhat Paşa’nın da İstanbul’a getirilmesi, adlî heyetçe kararlaştırılmıştır.
Devlet-i Aliyye’nin İzmir valisi Midhat Paşa, bu muhakeme dolayısiyle yakalanıp İstanbul’a götürüleceğini sezince, konağının arka kapısından kaçıp, hemen yakınında bulunan Fransız Konsoloshânesi’ne «ilticâ» etmiştir!.
Bu «ilticâ» olayı üzerinde durmak gerek: İleride görüleceği gibi Sultan Hamid 1909’da tahttan indirileceği
Bkz: İkinci Abdülhamid’in İslâm Birliği Siyaseti. İstanbul, 1985.
Bkz: Vakit Gazetesinin 29 Şubat 1877 tarihli 481 ci sayısı.
günlerde gûya can kaygusuna düşerek, muhtelif yabancı sefaretlere müracaatla ilticâ hakkı istemiş imiş!.
Yalan!. Sultan Hamid kaçmağa teşebbüs etmemiş, bilâkis ayağına kadar gelen ilticâ tekliflerini reddetmiştir!. Bu gerçek, müdhiş bir Abdülhamid düşmanının, Midhat Paşa'mn oğlu Ali Haydar’m itirafiyle sabittir!. Diyor ki. Midhat Paşa’nın oğlu :
«— Tahttan indirilmeden evvel, Rusya sefiri kendisini ziyaretle, Rusya Çan’nın dâvetlisi sıfatıyle, Sefaretin maiyet vapuruna binerek Rusya’ya gitmesini teklif etmiş; fakat Sultan Hamid, bu teklifi reddetmiştir. Daha sonra, Almanya İmparatoru da, Sefâret maiyetine me’mur Lorley vapuru ile kaçması için haber göndermişse de, bunu da kabul etmemiştir. Sultan Hamid gibi bir hükümdarın otuz üç sene vehmini kamçılamış olan hal’i tehlikesi karşısında, hariçten gelen imdat tekliflerini reddetmesi inanılmayacak şeylerden olmakla beraber, bunu bana hikâye eden bizzat Alman Sefiri Baron Marşal olduğu için, cereyan eden bu vak’aya hayret etmemek elimden gelmedi»
.
Görüyorsunuz ya.. Firar tekliflerini reddeden Abdülhamid’in bu hareketine, Midhat Paşa’nın oğlu «İnanılmayacak şeylerden olmakla beraber» diyor!. İnanamıyor... Çünkü pederi Midhat Paşa, yukarıda görüldüğü gibi. Sultan Abdülaziz’in katliyle alâkalı olarak İzmir’den İstanbul’a götürüleceği zaman hemen konağından kaçmış ve soluğu Fransız Başkonsolosluğunda almıştı!.
Midhat Paşa’nın bu firar ve ilticâ hâdisesine, Yılmaz Öztuna «Türkiye Tarihinde»: «Son devir Türkiye tarihinin
(78) Bkz: Ali Haydar Midhat. Hâtıralarım 1872-1946. İstanbul, 1946.
en çirkin olaylarından biri» diyor!. Nitekim, Midhat Paşa da sonradan bu hareketinin şahsı için nasıl bir leke olduğunu anlamış ve Hâtıratında: «Yalnız bana değil, evlâdıma da kalacak tarihî ömrümün lekesidir.» diyerek bir nevi itiraf-ı zünûbda bulunmuştur!.
Midhat Paşa, muhakeme edilmek üzere çağırılıyor... Ortada, henüz, verilmiş bir hüküm yok!. Muhâkeme korkusu ile hemen koşup yanındaki Fransız Konsolosluğuna iltica ediyor. (Yakın olsaydı elbette İngiltere Konsolosluğunu tercih ederdi...) Midhat Paşa, bunu irtikâbtan çekinmiyor, Abdülhamid ise, hayatının ve saltanatının tehlikede olduğunu bile bile, ayağına kadar gelen iltica tekliflerini: «Etlerimi cımbızla koparacaklarını bilsem bir ecnebi devlete ilticayı düşünemem. Vatanımdan kaçmak mucib-i ardır. Hattâ, bu benim gibi otuz üç sene bir devlete pâdişâhtık etmiş bir insanın irtikâb edemiyeceği en büyük alçaklıktır» (79). diyerek reddediyor!. Ve sonra gerçek bu iken. Midhat Paşa’va «Büyük adam», «Büyük vatanperver» deniliyor: Abdülhamid’e ise. «Kızıl Sultan»!. Olur mu bu derece büyük hak ve hakikat kalpazanlığı?..
Geçelim Midhat Paşa’nın muhâkemesine ...
Midhat Paşa diğer sanıklarla beraber muhâkeme edilir ve bu muhakemenin başlamasiyle beraber, İngiliz parlâmentosu da bu dâvaya eğilir!. Hâriciye Nâzırmdan malûmât istenir. Bütün İngiliz gazeteleri muhâkeme safahâtma sayfalar açar, muhâbirleri İstanbul’a koşar ve Midhat Paşa’nın muhâkemesi, günü gününe İngiliz gazetelerinde yer alır!. Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar, (Times) gazetesi neşriyatıyle İngiliz Meclislerinde cereyân eden müzâkere-
Bkz-, Şadiye Osmanoğlu. Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri. İstanbul, 1966.
Midhat Paşa’nın Fransız Konsoloshanesine ilticâ ettiğine
dair saraya çekilen iki telgraf.
lere, hâtıratında geniş yer vermiştir!. Midhat Paşa’nın şahsiyetini ve İngilizlerle olan dostluğunu olanca dehşetiyle öğrenmek isteyenlere o hatıratı okumalarım bilhassa tavsiye ederim.
İngilizlerin, Midhat Paşa’ya gösterdikleri dostluk, yalnız bu kadar değildir!. İngiliz Hâriciyesi, İstanbul’daki sefirine tâlimat verir ve bu sefir aldığı tâlimât gereğince birkaç defa Yıldız Sarayı’nın yolunu tutar. Abdülhamid Hân’a müracaatla şefâatte bulunur ama Abdülhamid, bunlara iltifat etmez, elinin tersiye itiverir bir kenara!.
Sultan Abdülaziz Hân’ın kaatilleri, kati’ olayından beş yıl yirmi gün sonra adalet huzuruna çıkarılmış ve 27 Haziran 188J. Pazartesi günü başlıyan muhakeme üç gün devam edip 29 Haziran günü hüküm tebliğ edilmiştir.
Bu muhakeme kararma göre, on iki sanıktan, içlerinde Midhat Paşa’nın da bulunduğu on kişi idâma; diğer iki sanık ise onar sene hapse mahkûm olmuş ve bu karar, hem Temyiz Mahkemesi, hem de Bâb-ı Fetvâ (Şeyhülislâmlık) ca tasdik olunmuştur.
Padişah irâdesine sunulan bu kararı, Sultan İkinci Abdülhamid, 20 Temmuz 1881 Çarşamba günü, Yıldız Sarayında toplanan fevkalâde bir meclise de tedkik ettirmiş ve bu meclise iştirâk eden zevât, kararla ilgili fikirlerini yazılı olarak Padişah’a bildirmişlerdir.
Eski ve yeni Sadrâzamlarla, Şeyhülislâm Uryânî-zâde Ahmed Esad Efendi’nin, Vükelânın ve bâzı Müşirlerle, Feriklerin iştirâk ettiği bu yirmi beş kişilik fevkalâde mecliste, herkes fikrini serbestçe beyan etmiş ve on beş kişi verilen cezanın aynen tatbiki, on kişi de cezaların hafifletilmesi yolunda oy kullanmışlardır.
Cezaların, yâni, içlerinde Midhat Paşa’nın da bulunduğu on kişinin idâmını isteyenler şunlardır : Müşir Ali Nizamî Paşa, o günlerde Maarif Nâzın olan eski Sadrâzam Kâmil Paşa, Zaptiye Nâzın Ferik Hâfız Paşa, Erkân-ı Harbiyye Reis vekili Müşir Edhem Paşa, o günlerde Adliye Nâzın olan meşhur «MECELLE» muharriri ve «KISAS-I ENBİYA» sahibi Cevdet Paşa, Müşir İsmail Hakkı Paşa, Maliye Nâzın Vidinli Tevfik Paşa, Ferik Âsaf Paşa, Eski Harbiye Hâzırlarından Hüseyin Hüsnü Paşa, Tophane Müşiri Ali Saib Paşa, Bahriye Nâzın Haşan Paşa, eski sadrâzamlardan Mahmud Nedim Paşa, meşhur Plevne kahramanı, Harbiye Nâzın ve Mâbeyn Müşiri Gazi Osman Paşa, Eski Hassa Müşiri Rauf Paşa ve Şeyhülislâm Uryânî-zâde Ahmed Esad Efendi...
Cezaların hafifletilmesi yolunda oy kullananlar ise şunlardır: Nafia Nâzın Haşan Fehmi Paşa Eski Sadrâzam Kadri Paşa, Evkaf Nâzın Suphi Paşa, devrin Sadrâzamı «Şâpur» Said Paşa, Ticaret Nâzın Raif Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Hariciye Nâzın Âsim Paşa, Eski Sadrâzam Tunuslu Hayreddin Paşa, yine Eski Sadrâzamlardan Safvet ve Arifi Paşalar...
İdâm kararının aynen tatbikini isteyenler arasında — görüldüğü gibi — Plevne kahramanımız GAZİ OSMAN PAŞA da vardır ve vicdanının sesinden başka hiç bir şeye ehemmiyet vermeyen bu zat, re’yini şöylece beyan etmiştir. «Her halde ibret-i müessire icrâsı lâzım geldiğinden hükm-i kanunun icrâsuu Efendimiz’den istirham ederim.»
Böylece, Sultan Abdülaziz Hân’ın kaatilleriyle ilgili Yıldız Mahkemesi kararı, Temyiz ve Şeyhülislâmlık makamının tasdikinden sonra, toplanan fevkalâde meclisçe de tasvip olunmuş, ancak bütün saltanatı boyunca kan dökmekten son derece sakınan Sultan İkinci Abdülhamid, kaatiller hakkmdaki idam kararını müebbed hapse tahvil etmiştir.
Sultan Abdülhamid, hâtıratında bu mevzua temasla diyor ki:
«— Derecât-ı mehâkimden geçmiş olan hükmü, bir de vüzerâ ve ricâl-i ulemâdan bir heyet-i fevkalâdeye tetkik ettirerek mütâlâalarını aldım. Hiç kimseyi mânen ve maddeten tazyik etmemiş olduğum da, içlerinde bâzılannm gayet serbestâne beyan-ı fikir etmesiyle sâbittir. Dikkat olunursa, şahsıma bile ta’riz edenler oldu. Böyle olmakla beraber toplanan re’yler, mahkûmlar lehinde bir ekseriyet te’ min edememişti. Ben bu hususta mahkemelerden de, eâzım-ı ricâl-i devletten müteşekkil heyet-i fevkalâdeden de munsif (insaflı) kalarak mahkûmların hayatına merhamet ettim. Hükmi idâm, hiç biri hakkında icrâ edilmedi.»
Görüldüğü gibi Sultan Abdülhamid’in o meşhur merhametiyle kaatiller idâmdan kurtulmuş ve bu adamlar 28 Temmuz günü İzzeddin vapuruyle İstanbul’dan çıkarılıp, Mekke şehrinin sayfiyesi olan Tâif’e gönderilmişlerdir.