Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

en-nezir el-uryan(Çıplak Uyarıcı) Mezhebi 2

 

 

 

* İnsanın hüküm yetkisinin olmadığını iddia etmek:

Mutlak hakim ve Mâlik Allah'tır, (bk. En'am, 57, 62; Yûsuf, 40, 67; Kasas, 70, 88; Fâtır, 13; Zümer, 6) Yani söz, karar ve tasarruf O'nundur. O halde O, bu mutlak haki­miyetinin kendisine verdiği yetkiyle yaratıklarından birine, örneğin insana hakimiyet hakkı verebilir. Elbette ki vereceği bu hakimiyet, yaratılmışın yaratılmışlığına uygun çapta olacaktır. Yani mutlak hakimiyet sürekli Allah'ta kalacaktır.

Şimdi önemli soru şudur: Mutlak hakim olan Al­lah, insana kulluk imkânları içinde kullana­cağı bir hakimiyet yetkisi vermiş midir, ver­memiş midir?

Kur'an'ın açık beyanlarına göre, insana bu hakimiyet verilmiştir.

Hüküm yetkisi öncelikle peygamberlere veril­miştir, (bk. Bakara, 213; Nisa, 65; Mâide, 42, 44; Nûr, 48, 51; Enbiya, 78, 79; Sad, 22, 26) Ancak, bu yetki, peygam­berliğin bir parçası değildir. Peygambere ayrıca veril­miş olması gerekir. Yani peygamber ya melik-nebi olur, ya abd-resul olur. İkinci kategoriye giren peygamberlerde meliklik yetkisi yoktur.

Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed, melik-nebi (kral peygamber) olmakla abd-resul (kul-peygamber) ol­mak arasında serbest bırakıldı; kendisi ikinci kategori­yi seçti. Hz. Davûd ve Hz. Süleyman gibi bazı peygam­berler ise nebilikleriyle birlikte meliklik sıfatını da al­mışlardır, (bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 27-28) Onun içindir ki Hz. Muhammed yaşadığı toplumun, devlet başkanı sıfatıyla yönetimini üstleneceği zaman, Allah ona bey'at ve şûraya gitme emri verdi. Çünkü onun nü­büvveti içinde meliklik kendiliğinden yoktu. O, abd-resul kimliğini tercih etmişti.

Bunun bizim için birinci derecede önemli olan mesa­jı, ümmet olarak yönetimde bey'at ve şûra üzere git­memizin kaçınılmazlığıdır. Zaten, peygamberliğin bi­zim Peygamberimizle bitmiş olmasının bir anlamı da budur. Peygamberler dışında hiçbir insanın Allah adına yönetme ve reislik yapma yetkisi yoktur.

Mülkün (toprak ve egemenliğin) de sahibi Allah'tır. Çünkü Mâlikü'lmülk de O'dur. Kur'an, insana mülk yetkisinin de verildiğini bildirmektedir: "Allah, mül­künü dilediğine vermektedir." (Bakara, 247) Baş­ka bir deyimle, malik, melik ve melîk sıfatları aynı zamanda insan için de kullanılmaktadır, (bk. Bakara, 246, 247; Mâide, 20; Yûsuf, 43, 50, 54, 72, 76, Kehf, 79; Nemi, 34) Tıpkı hakimiyette olduğu gibi, mülk yetkisi de öncelikle peygamberlere verilmiştir, (bk. Ba­kara, 248; Sâd, 20, 35)

İnsana verilen hüküm/hakimiyet yetkisi sadece nebi­ler için söz konusu değildir. Kur'an, nebiler dışında in­sanların da bu yetkiye sahip kılındığını göstermektedir. Ancak insanın hüküm yetkisi kullanmasından söz eden ayetler üç kavramın altını çizmektedir. Bunlar: 1. Ada­let, 2. Allah'ın indirdiği, 3. Allah'ın gösterdi­ğidir.

Şimdi bu ayetleri görelim:

"Şu bir gerçek ki Allah size, emanetleri, on­lara ehil olanlara vermenizi, insanlar arasın­da hükmedince de adaletle hükmetmenizi emre­diyor..." (Nisa, 58)

"Şu bir gerçek ki biz sana bu kitabı, insan­lar arasında, Allah'ın sana gösterdiği ile hük­medesin diye hak olarak indirdik. Sakın hain­lere yardakçı olma!" (Nisa, 105)

"Kim ki Allah'ın indirdiği ile hükmetmez, küfre batmışların ta kendileridir onlar.... Za­limlerin ta kendileridir onlar... Fâsıkların ta kendileridir onlar." (Mâide, 44, 45, 47)

İnsanın hakimiyet yetkisinin olduğu tartış­masızdır. Ancak bu hakimiyet Allah'ın indirdiği, gös­terdiği ilkeler çerçevesinde ve adalet üzere olacaktır. Tartışmaların çıktığı anda da yeniden Allah'a baş vuru­lacaktır: "Bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah'adır." (Şûra, 10)

Yalnız bu ayet bile insanın hakimiyet yetkisine sahip kılındığını göstermeye yeter. Çünkü, tartışmanın çık­ması hakimiyetin kullanılması halinde mümkündür. Hakimiyeti kullananlar arasında tartışma çıktığında son sözü Allah'a bırakacaklardır.

Bu ayet ayrıca insanın kullanacağı egemenliğin sı­nırlı, Allah'ınkinin sınırsız olduğunu da göstermekte­dir. Yani, mutlak ve ontolojik hakimiyet (ultimate sovereignty) Allah'ındır. Bunu, insanın kullanı­mına bırakılan siyasal hakimiyet (exercise of power) ile karıştırıp "Hakimiyet Allah'ındır" diye bağırmak, aslında Allah'a saygının değil, saygısızlığın ifadesidir. Çünkü bu söz, Allah'ın insana verdiği bir gö­reve itiraz anlamı taşır.

Kısacası, Allah'ın mutlak hakimiyetini işleterek ku­luna verdiği bir görevin yerine getirilmesini, Allah'ın büyüklüğünü öne sürerek savsaklamak büyük bir yanlış­tır.

Allah'ın büyüklüğü ve Allah'a saygı Al­lah'ın emirlerini dışlamak için kullanılamaz.

Kur'an'ın, Allah'ın egemenliğini ısrarla dile getirmesi, insanın hiçbir egemenlik hak­kının olmadığını göstermek için değil, mutlak egemenliğe göz diken insan hırsını dizginle­mek ve insana haddini bildirmek içindir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur.

Şunu gayet açık bilmekteyiz:

Modern zamanları bir kenara koyarsak, tarih boyun­ca, egemenliğin (sultanın) tek sahibi sayılan kral-sultan, aynı zamanda yarı ilah-gölge ilah bir varlık olarak görülmüştür. Kur'an, bu inceliğe dikkat çekerken eski Mısır Firavunları ile Hz. İbra him' in karşı çıktığı Nemrut'u örnek vermektedir. Bunların birincisi, yönet­tiği Mısır halkına: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (Nâziât, 24) diyordu. Nemrut ise, Allah'ın yaratı­cılığından, var ediciliğinden söz açan İbra him'e: "Ben de diriltir, ben de öldürürüm" (Bakara, 258) diye cevap veriyordu. Ne ilginçtir ki Kur'an, bu iki yarı ilah kralın, sergiledikleri saçmalığı (bühtanı) kendilerine verilmiş bulunan mülk ve saltanatın verdiği azgınlıkla yaptıklarını söylemektedir. Kur'an'ı rahatsız eden, mülk ve saltanatın işte bu şekilde kötüye kullanılmasıdır.

Kur'an bu örneklerle gösteriyor ki hak ve halk aley­hine sürüp giden egemenliklerin tarih boyunca temsilci­si olmuş "kral" sadece yönetim yetkisi değil, ilahlık yetkisi de kullanmıştır. Kırılması gereken işte bu ikin­cisidir. Hûd Suresi 97. ayet: "Firavunun emri doğ­ruya ve güzele ulaştıran bir emir değildi." di­yor. Emr (söyleme, anlatma, egemenlik, yargı ve komu­ta yetkisi) Firavuna verilmiştir; Kur'an buna itiraz et­miyor. İtiraz edilen, bu yetkinin kötüye kullanımıdır.

Bu noktada, Kur'an'daki had (çoğulu: hudûd) yani sınır kavramına dikkat çekmek gerekiyor. 14 yerde ve çoğul olarak geçen hudûd (sınırlar) kelimesine, kulla­nıldığı yerlerin on üçünde "Allah" kelimesiyle tamlama yaptırılmıştır: Hudûdullah (Allah'ın sınırları). Bir yerde ise "Allah'ın Resulü'ne indirdiklerinin sınırları" (Tevbe, 97) şeklinde kullanılmıştır ki an­lam olarak diğerleriyle aynıdır. Kur'an bu sınırların aşılmamasını ısrarla istemektedir. Sınırları aşanlar azgınlık, zalimlikle suçlanmakta ve ebedî azapla tehdit edilmektedir.

O halde, hüküm-emir ve mülkte insana nasip veril­miştir ama bu nasip çizgisini aşarak Allah'ın sınırları­na tecavüze yeltenmemesi insandan istenmiştir. Ne ya­zık ki insanoğlu bu tecavüzü sürekli işlemiş, ulûhiyet alanına girmekte çok cüretli, çok küstah davranmıştır. Tanrısal vahiy, insanı kendi sınırlarında kalıp o sınır­lar içinde yücelmeye çağırıyor. İnsana verilen, ona bol bol yeter, Yaratıcı'nm alanına girmekle kazanacağı hiç­bir şey yoktur, ama kaybedeceği çok şey vardır.

Cenabı Hakk'ın mülk ve hakimiyetinin iki kategorik tecellisi vardır: Tekvini (ontolojikkozmik) tecelli, teşriî (yasa koyma-yönetmeyargılamaya ilişkin) tecelli. Tekvini yetkide insana asla ve asla pay ve paye vermeyen yüce Allah, teşriî alanda kulunu nasipli kılmıştır. Ancak ondan istediği bir şey vardır: Bu nasibini kulla­nırken O'nun indirip gösterdiklerine saygılı olmak ve kendisine ayrılan alanın dışına çıkmamak...

Bu bağlamda bir Kur'an inceliğine dikkat çekelim: Hükmün Allah'a aidiyetini ifadeye koyan temel ayetlerde çoğumuzun gözden kaçırdığı bir ince­lik vardır ve şudur: O ayetlerdeki tanrısal be­yan o şekilde düzenlenmiştir ki, şu üç gerçeği aynı anda ortaya koymaktadır:

1. Hüküm Al­lah'a aittir, 2. Hükümde insanın da bir nasibi vardır, 3. İnsan bu nasibini kullanırken Allah için hareket etmelidir.

En'am 57, 62; Yûsuf 40, 67; Kasas 70, 88; Gâfir, 12. ayetlerinde kullanılan bu ifade "İnil hükmü illa lillâhel-hükmü lillâh" şeklindedir. Aynı anda hem "hüküm Allah'ındır" anlamını, hem de "hüküm Allah için olmalıdır" anlamını veren bir ifadedir. Bir mucize ifadedir. Çünkü Kur'an'daki hakimiyet kav­ramından ne anlaşılacağını, insana verilen hakimiyet yetkisinin nasıl kullanılması gerektiğini iki-üç keli­meyle ifade etmiştir.

Şu halde, din üzerinden siyaset yapan zihniyetlerin bağırıp çağırdıklarının aksine, Kur'an, insanın hiçbir hakimiyet yetkisi kullanamayacağını değil, kullanabi­leceğini göstermektedir. Ancak bu kullanım sırasında Allah'ın hoşnutluğunun unutulmaması gerekmektedir. İn san hakimiyet kullanacaktır ama bu hakimi­yeti "Allah için" olacaktır.

Kur'an açısından hakimiyet kavramı ile ilgili sözün özünü, ünlü usulcü (metodolojist) Karafî (ölm. 684/1285) söylemiştir kanaatindeyiz. Diyor ki Kar af î: "Allah'ın hükmü, O'nun zâtıyla var olan kelamı demek­tir. Kitap (Kur'an) ve sünnetin lafızları O'nun hükmünün kendisi değil, delilleridir. O halde, Allah'ın, hükmediciye aktarılmış hükmü de olur. Herhangi bir hakime tefviz edilmiş (dev­redilmiş) hüküm de Allah'ın hükmüdür." (Karafî; el-Îhkâm, 58)

Esasen bu gerçek, dikkatli bakıldığında, daha tevhi­din formül cümlesi olan "La ilahe illellah: Allah'tan başka ilah yoktur, sadece Allah vardır" sözünde de dile getirilmiştir.

Bizce, Kur'an'ın hakimiyet anlayışının en ideal formülü kelimei tevhittir. Kelimei tevhidin ortadan kaldırm ak istediği "ilahlık" sadece metafizik ontolojik anlamda bir ilahlık değildir; belki ondan daha önce ve önemli olarak, yarı ilah kralların örtülü uluhiyetleri yok edilmektedir. Şunu da ekleyelim: Hz. isa'­nın: "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Kayser'in hakkını Kayser'e verin" sözü, bize göre mistik bir teslimiyet ifade etmiyor. Tam tersine, Hz. İsa o sözüyle kralın, egemenliği saptırarak, hakkı olmayan uluhiyet alanına girdiğini, onun o alandan çıkarılması gerekti­ğini söylemektedir. Kral, sadece siyasal egemenlik kullansın, uluhiyet alanına giren egemenliğe el atmaya kalkmasın. Peygamber, sadece siyasal egemenliğin bek­çiliğini yapmıyor, Allah'ın egemenliğine tecavüz azgın­lığını da engelliyor. Ve tabiî, nübüvvetinin bir uzantısı olarak, siyasal egemenliğin, bir görev olmaktan çıkarı­lıp ebedî bir hakka dönüştürülerek zulüm ve sömürü ara­cı yapılmasına da karşı çıkıyor. Bunun içindir ki Hz. İsa, "Kralın hakkını krala verin!" gibi, görünüşte mistik bir teslimiyet ifade eden sözüne rağmen, hatta belki de o sözü söylediği için ölüme mahkûm ediliyor.

Anlaşılan o ki, Hz. İsa'nın sözündeki gerçek anla­mı, İsa'yı izlediklerini söyleyen ruhban sınıfından çok, krallar ve onlara bağlı egemen sınıf kavramıştır.

Kelimei tevhitle eg emenlikleri kırılan yarı ilah kralların bu güçleri yok edilince onu kim kullanıyor? Allah egemen oluyor denebilir. Ama unutmamak gerekir ki, Allah somut bir varlık değildir. Kitlelerin yönetimi ve adalet dağıtımı için somut bir egemen güce ihtiyaç vardır. Bu kimdir veya kimlerdir?

Kur'an, egemen gücü, insan olmaktan çı­karmıştır. Egemen güç, Allah'ın indir diği-gösterdiğidir. Yani ilkeler... Bunu modern zama­nın hukuk diline çevirirsek, egemen güç huku­kun ilkeleridir. Modern hukuk anlayışının ittifak noktalarından biri olan bu tespit, Kur'an'da yüzyıllarca önce verilmiştir. Ne var ki, onun hayata geçmesi için insanın çok uzun bir yol yürümesi gerekmekteydi.

Yol yürünmüş, çamura-dikene takıla takıla yürün­müş ve bugüne gelinmiştir. Bugün için sulta, artık ki­şinin veya kişilerin değildir, olmamalıdır. Hükümet edenler, sultanın sahibi değil, emanet taşıyan görevlileridir. Sultanın sahibi, tüzel kişilik olan devlettir deseniz bile, son tahlilde bu da yine hukukun egemenliği anlamına gelmektedir.

Hukukun egemenliği, yani ilkelerin egemenliği, yani Allah'ın indirdiği ile hükmetmek, modern hukuku, evrensel insanlık değerlerini reddetmeyi değil, İslam bünyesine Emevîler tarafından sokulmuş bulunan ve esası Hristiyanlığı yozlaştıran eden Pavlos'a çıkan sal­tanat anlayışını reddetmeyi gerektirir.

"Yöneticiye, zalim de olsa itaat gerekir, çün­kü o, tanrısal iradeyi temsil ediyor." yolundaki anlayış, Hüseyin Hatemi'nin de açıkladığı gibi, Hristiyanlığa, Pavlos tarafından sokulmuştur, (bk. Romalılara Mektup, 13/1-7; Ayrıntılar için bk. Hatemi; Hukuk Devleti Öğretisi, 67-84))

Emevîler tarafından İslam'a aktarılarak saltanatı desteklemek için kullanılan bu vahiy dışı tez, sonraki zamanlarda Emevî avukatı ulema tarafından bir akide ilkesi olarak manifestonun içine şu şekilde yerleştirildi: "İmam (devlet başkanı-yönetici), ahlaksızlık­lar (fısk) ve zulümler (cevr) de sergilese azle­dil e m e z."

Bu anlayışı biraz irdelediğinizde arkasında bir Emevî-Yahudi işbirliği bulmakta gecikmiyorsunuz. İs­lam'ı tahrip hıyanetinde Emevî'nin en büyük destekçisi Yahudi fesadıdır. Bu fesadın üstadı ola­rak gördüğümüz kişi ise Ka'b el-Ahbâr (ölm. 33/653) adlı haham kâhindir. Bu hain haham, daha o günden Kur'an'ın, adalet ve mutluluk yönetimini besleyecek te­mel dayanaklarını yok göstermede, hatta yıkmada çok sinsi oyunlar oynamıştır. Birgün, İbn Abbas (ölm. 68/687) gibi bir bilgin sahabîye şunu diyebiliyor: "Ben Kur'an'da, zulmün, ülkenin harap olmasına yol açacağına ilişkin bir şey görmedim." İbn Abbas ona, onlarcası bulunan ayetlerden birini, Nemi Suresi'nin 52. ayetini okuyarak hainin ağzını kapatıyor. Ayet şudur: "İşte sana onların, işledikleri zulümler yüzünden çöküp ıpıssız kalmış barınakları! Hiç kuşkusuz, bunda, ilmi kullanan bir toplum için kesin bir ibret vardır." (Ayrıntı için bk. Hatemi, 83-84)

Fısk ve cevr sergileyen yöneticilerin Emevî eği­limli fıkıhtan aldığı saltanat desteğini, onların arka­sında namazın caiz olduğuna ilişkin fetva çok güzel gös­terir. Bu fetvaya göre, bu tür yöneticilerin arkasında namaz kılmamak sünnete aykırıymış. (Bu fikri savu­nanlardan biri olarak bk. Şâtıbî; Muvafakat, 2/15)

Kur'an, Nisa 75, bu tür yöneticilere karşı savaşılmasını istiyor. Ama saltanat destekçisi fakıhlar, bırakın Nisa 75'i işletmeyi, saltanatçı hezeyanlara mesnet ya­ratmak için uydurma bir hadis de bulmuşlardır. Şöyle diyor o uydurma: "İyi huylu, fâcir (ahlaksız-günahkâr), hatta büyük günah işlemiş olsa bile, her kişinin arkasında farz namazları kılma­nız sizin için bir vecibedir." (Ebu Davûd, salât 62) Kur'an'ın ruhuna tamamen ters bu sözün Peygamberi­mize nisbetini kabul etmeyiz. Kaldı ki bu söz hadis kritikçileri tarafından da kabul edilmemiştir. İmam Ahmed b. Hanbel (ölm. 241/855) bu hadis için "Böyle bir hadisten haberimiz yok" demiştir. Darekutnî (ölm. 385/995) ve Ukaylî (ölm. 322/933) de adı geçen konuda bir hadis mevcut olmadığını bildirmişlerdir. İbn Hibbân (ölm. 354/965)ın zayıf hadisler arasında gösterdiği bu sözün güvenilmez olduğunu, uydurma hadisler alanı­nın en ünlü ustalarından biri olan Aclûnî (ölm. 1162/1748) de göstermektedir, (bk. Aclûnî; Keşfu'l-Hafa, 2/29)

Saltanat ulemasının esas günahı, sultanları bir tür ilah seviyesine çıkaran ve bunun için muazzez Peygam­berimizi âlet eden "hadis" patentli şu hezeyanı halkın zihnine sokmalarıdır: "Sultan (kral), yeryüzünde Allah'ın gölgesidir." (Bu din ve akıl dışı hezeyanın uydurmalığı hakkında bk. Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/687; 2/69-70; 4/159-162. Bu konuda diğer uydurmaların eleştirisi için bk. Bâkırî, 218-220) Uydurmanın bir ifade­si de şudur: "Sultana sövmeyin, çünkü sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir." (bk. Elbânî, aynı eser, 5/289)

* İnsanın kullanımına açılmayan hakimiyet türünün, dinde hüküm koyma yetkisi olduğunu saklamak:

Din üzerinden siyaset yapan kadroların dillerinden düşürmedikleri söylem, biraz derine inilirse kendileri­nin aleyhinedir. Şöyle ki:

Yönetim ve yargıda kendisine sınırlı bir hakimiyet verildiğini gördüğümüz insana bu hakimiyetin bir tek alanda asla verilmediğini de Kur'an'dan öğreniyoruz. Bu alan din kurma, din kotarma ve dinde hüküm koyma alanıdır. Din kurma ve dinde hüküm yetkisi, ulûhiyetin devretme, uzlaşma ve bölünme kabul etmeyen yetkisidir. Allah bu yetkinin kullanı­mında katılım kabul etmez. Bu öylesine tartışılmaz bu gerçektir ki, dini insanlığa tebliğ eden peygamberlere bile dinde sadece elçilik görevi verilmiş, bu görevi ortak­lık biçiminde anlamaya kalkmamaları için çok titiz uyarılar yapılmıştır.

Allah'ın hakimiyetini politik egemenliklerinin da­yanağı gibi kullananlara dikkatle bakılırsa görülür ki bunlar, eski ulemanın mezhep ve tarikat kabullerini dinin tartışılmaz esasları haline getirerek Allah'ın ha­kimiyet alanına pervasızca girmiş ve o alanı talan et­mişlerdir. Şu, "İslam Hukuku" dediğimiz kabullerin binlerce cinayete kılıf yapılan "ta'zîr" kavramına ba­kın.

Nedir ta'zîr? Cezası din tarafından belirlenmemiş suçların azaltılması veya durdurulması için kamu otori­tesinin, takdir yetkisini kullanarak bazı sakındırıcı, caydırıcı önlemler alması... Ta'zîrin fıkha girişi işte bu söylemle olmuştur. Fakat sonradan bu ta'zîr, sultanlara ve onlara vekâleten vezirlere ve kadılara, dilediği cezayı dilediği gerekçeyi öne sürerek verme yetkisi tanıyan bir hukuk ilkesine dönüştürülmüş ve binlerce masumun hakkını ve canını elinden alma aracı yapılmıştır.

Emevî kralı Muaviye (ölm. 60/679) tarafından baş­latılan, Abbasîler döneminde kurumlaşan ve Osmanlı­larda hukuk normuna dönüştürülen "siyaseten katil" (devlet başkanının, devletin geleceğine zarar verici gör­düğü kişi veya kişileri öldürme yetkisi) işte bu "ta'zîr"in bir ürünüdür. Ta'zîr, bir tür ikinci din koyu­culuk kurumu gibi işletilmiş, halifelere, sultanlara bir tür "sâri"' (kanun koyucu, din koyucu) sıfatı kazan­dırmıştır.

Günümüz devletlerini, özellikle Türkiye Cumhuriye­tini "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek" ile suçlayanların, bu ta'zîr cinayetlerini İslam'ın neresine koyup hangi Kur'an ayetiyle açıklayacakları ciddi bir merak konusudur. Ve bu merak artarak devam etmekte­dir.

Allah'ın indirdikleri arasında "siyaseten katil" var mı? Resul'ün halefi (halife) unvanıyla yüceltilen ki­şiler içinde öyleleri var ki icraatlarını değil İslam, Fi­ravunluk bile kabul etmez. İşte bazı örnekler: II. Velid (dönemi: 125-126/743-744), saray hareminden bazı

kadınları imamlık göreviyle mescitlere tayin ediyordu. Aynı Velid' in camilerde şarap sofraları kurdurduğu da tarih kayıtlarına geçmiştir, (bk. Ahmet Mumcu; Osmanlı Devletinde Siyaseten Katil, 13) Yine aynı Velid, tahta çıktığında, servet sahibi olduğu­nu belirlediği birçok insanı, servetlerine el koymak için siyaseten katlettirdi.

Velid'in yerine geçen II. Mervan yine aynı gerek­çeyi ileri sürerek pek çok insanı, o arada II. Velid'in çocuklarını katlettirdi, (bk. Mumcu, 14)

Bunları ve benzeri binlerce zulmü işleyenler, bugün­kü sistemleri ve kişileri eleştirenlerce "selef-i sâlihîn: temiz-barışçı geçmişlerimiz" diye anılmaktadır. Üstle rine gidildiğinde, şeytanî savunma hazırdır: Biz hepsi iyiydi demek istemiyoruz, istisnalar kuralı boz­maz..

Peki, o zaman neden şimdikilerin hepsinin iyi olma­sını şart koşuyorsunuz, istisnalar şimdi nasıl oluyor da kuralı bozuyor!?

Kaldı ki, elli yıla yakın bir zamanı dolduran çalış­ma ve araştırmalarımız bize bu "ilahlaştırılan eski­lerdin, Kur'an'ı siyaset ve menfaata uydurma açısından herhangi bir istisnasını da göstermiş değildir.

Allah'ın insana verdiği görev icabı, hakimiyeti kıs­men kullanabileceği alana engeller yığıp, Allah'ın "Asla yaklaşmayın!" dediği alanda keyfince dolaş­mak, sonra da Allah'ın vekili edasıyla ona-buna haki­miyet dersi vermek, Îslam dünyasında ucuz politikala­rın sermayesi olmaya devam etmektedir.

Allah'ın hakimiyeti mi? O zaman, vahyin son ayeti indiği gün kemale erdirilen, tamam­lanan ve adı islam konan şu Kur'an dinine so­kulmuş ilave hükümleri bu dinden çıkaralım! Bu din adına tartışılmaz tek kitapla tartışılmaz tek insanın yanına-yöresine eklenen ve "tartış­ma üstü" ilan edilen yüzlerce zübür (yapay kut­sal kitap) ve kişiyi ümmetin yakasından düşü­relim.

"Politik egemenlikte ben öne geçmek istiyo­rum" söylemi, beşeri bir istek ve arzudur; bundan şikâ­yetçi de olunamaz. Ama bu arzuyu hedefine vardırmak için Allah'ı ve dini paravan yapıp bilimin ve dinin kav­ramlarını saltanat hesaplarına uydurmak kısa vadede ne kazandırırsa kazandırsın, sonu hüsran olur. Tarih bunun tanığıdır. Dahası, Kur'an bunun belgesidir.

* Allah'ın indirip gösterdiğini sadece din buyrukları sanmak:

Allah'ın indirdiği ile hükmetme ilkesi de yozlaştı­rılmamalı; yapısına yakışır biçimde anlaşılmalıdır.

Allah'ın indirdiği sadece din buyrukları de­ğil dir.

Yine dinin delaletiyle şu değerler de "Al­lah'ın indirdiği" kavramı içindedir: Bunlar:

1.      Varlık, hayat ve insana egemen olan sünnetullah (yaratılış kanunları), 2. Allah'ın, işletil­

mesini ısrarla emrettiği ve evrenin sırlarını çözücü kıldığı akıl, 3. Bilim, 4. Mâruf yani ortak-evrensel insanlık kabulleri.

Varlık yasalarıyla akla ters düşmüş kişi veya züm­relerin, hesaplarına uygun buldukları birkaç din buyru­ğunu, tevillerle öne çıkarıp Allah savunuculuğu (hâşâ) yapmaları hüzün vericidir. Unutulmamalıdır ki "Genel hidayet aracı akıldır." (Râgıb; el-Müfredât, hidayet md.)

Din buyrukları akıl ile birlikte hidayet aracıdır. Ay­rıca, akıl ile nakil (din verileri) çelişir görünse aklın verileri esas alınır. Çünkü akıl geneldir. O halde, Allah'ın indirdiğinin ilk kısmı akıldır. Bu de­mektir ki, eğer Allah adına, O'nun dini adına konuş­mak gibi bir hak ve ödevden söz edeceksek bilmeliyiz ki, bu hak öncelikle aklın ve varlık kanunlarının hakkını verenlerindir. Akla ve o kanunlara tersliği âdeta dinleştirmiş benliklerin "Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik yağdırır" (Yûnus, 100) diyen bir ki­tabın dini adına avukatlık yapma cüretleri ve yüzleri olmamak gerekir.

* Kur'an'ı anayasa diye anmak:

Hakimiyet kavramını siyasal çıkarlar için istismar edenlerin işledikleri bir hata da "Anayasa Kur'an ol­malıdır" sloganını kullanmalarıdır.

Bu söylem Kur'an'a açık bir saygısızlıktır. Çünkü anayasa, toplumdan topluma değişen bir belgedir. Devlet sayısı kadar anayasa vardır ve olmalıdır. Müslüman ülkelerin de kendilerine özgü anayasaları vardır ve ola­caktır. Kur'an, tüm insanlığın ufuk kitabı olarak ana­yasalara ruh verecektir. Kur'an, anayasaların ana­yasasıdır. Ona, "anayasalara ufuk ve ışık veren kitap" denebilir ama anayasa denemez. Denirse Kur'an küçültülmüş olur.

Bu söylemdeki ikinci hata, hukuk tekniği açısından işlenen bir hatadır. Kur'an'ın muhtevası onu her­hangi bir kitap türüyle eşitlememize izin ver­mez. Kur'an'da her kitap türünden bir şeyler vardır. Kur'an'da kıssalar, övgüler, yergiler, tasvirler, bilimsel tespitler vs. iç içedir. Bir anayasada böyle şeyler asla olmaz. Anayasa, nihayet 60-70 sayfalık bir kitle­sel mutabakat belgesidir. Kur'an ise özgün şekliyle 604 sayfa, tercüme halinde ise bazan 700-800 sayfalık çok hacimli bir kitaptır. H alife (Arapça'daki noktalı Hı ile) kelimesinin kökü half ve haleftir. Half, önün zıddıdır. Yani son­raki, sonradan gelen, öncekini izleyen demek. Halef de, sonradan gelen, kendinden önce gelmiş olana vekâ­let eden demek. Karşıtı, seleftir. Aynı kökten bir ke­lime olan hilfe art arda gelmek demektir. O halde, hali­fe, birinin peşinden gelen ve ona vekâlet eden anlamını taşır.

Türkçe'deki halef de bu anlamda, selef karşıtı ola­rak kullanılmaktadır.

Bu kökün bir başka mastarı olan hilafet sözcüğü ise niyabet yani vekâlet anlamında kullanılır.

Kur'an dilinin büyük ustası Râgıb el-Isfahânî (ölm. 502/1108), eseri el-Müfredât'ta bu bilgileri verdik­ten sonra şunu da ekliyor: "Hilafet ve halifeliğin ifade ettiği niyabet üç sebeple olur: 1. Asilin o anda orada olmaması, 2. Asilin ölümü, 3. Asi­lin acizliği."

Üstat Râgıb'ın tüm bunlardan sonra eklediği şu sap­tama ise bizce Kur'an'a uygunluktan çok, geleneksel ha­vaya uygunluk ifade etmekte ve Kur'an adına, dışlanması gereken bir görüş olarak durmaktadır. Diyor ki Râgıb:" Bir de müstahlefi (öncekinin yerine geçen halefi-halifeyi) onurlandırmak için istihlaf (halife atama) vardır ki, Allah'ın veli kullarının halife tayini bu türdendir. Kur'an'da geçen, "Allah odur ki, sizi yeryüzüne halefler yaptı..." şeklindeki ifadeler bu türden bir hila­feti gösterir..." (Râgıb; elMüfredat, HLF. maddesi)

Râgıb'ın bu son tespitinin Kur'an verileriyle savu­nulması mümkün değildir. Filolojik bir dayanağı olma­dığı gibi, vahyin ruhuna da aykırıdır. Tevhit dininin hangi penceresinden bakarak, Allah'ın, yarattıkların­dan birini, kendisine vekil tayin ettiğini söyleyeceğiz? Kur'an, vahyin en büyük muhatabı Hz. Muhammed'e bile: "Sen insanlar üzerinde bir vekil değilsin" (bk. 6/66, 107; 10/108; 39/41; 42/6) diyor. Eğer Allah birilerini onurlandırmak için onlara, vekil sıfatıyla temsil hakkı veriyorsa, bu, Râgıb'ın gösterdiği sebeplerden hangisine dayanmaktadır? Ortada olmama mı, ölüm mü, acziyet mi. Hâşâ!... Hiçbiri değil. Allah bunlardan, Kur'an da insana Allah'ın vekili unvanını vermekten arınmıştır.

Kur'an'da halife kelimesi iki yerde (Bakara, 30; Sâd, 26), çoğulu olan halâif sözcüğü dört yerde (6/165; 10/14, 73; 35/39), hem halife, hem de halîf kelimesinin çoğulu olan hulefa kelimesi de üç yerde (7/69, 74; 27/62) geçmektedir. Bunların hiçbirinde siyasal bir an­lam yoktur. Tasavvufun dile getirdiği şekliyle (insan Allah'ın halifesidir anlamında) bir kul­lanım da yoktur. Kelime daima, önceden gelip gitmişlerin, birey ve toplum olarak yerine geçiş ifade edilmektedir. Ve özü şudur: Sizden öncekiler de birçok imkân ve kudrete sahip kılındı ama görevlerini savsakladıkları için hesap ve azaba müstahak hale gel­diler. Şimdi siz onların yerine geçirildiniz. Görevlerini­zi savsaklarsanız Allah sizin de hesabınızı görür ve ye­rinize başka birilerini geçirir. Yani siz, birilerinin hale­fi oldunuz, birileri de sizin halefiniz olur.

* İnsanı Allah'ın –hâşâ-halifesi kabul etmek:

Kur'an'ın hiçbir ayeti insanın Allah'ın halifesi oldu­ğunu söylemez, böyle bir şeye işarette bile bulunmaz. Bu konuda sürekli delil gösterilen Bakara Suresi 30-33. ayetlerin söylediği, insanın Allah tarafından yeryüzüne "halife" (daha önceki insan benzeri bir neslin halefi) olarak gönderileceği ve bunun gerekçesinin de insanın sahip kılındığı bilgi-bilme potansiyeli olduğudur. Ayet­lerdeki halife kelimesi ne anlama geliyorsa insanın ha­lifeliğinin taşıdığı anlam o olacaktır. Ayetleri görelim:

"Bir zamanlar rabbin, meleklere: 'Ben yer­yüzünde bir halife atayacağım' demişti de onlar şöyle konuşmuştu: 'Orada bozgunculuk yapmak­ta, kan dökmekte olan birini mi atayacaksın? Oysaki bizler seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz.' Allah şöyle dedi: 'Gerçek şu ki ben sizin bilmediklerinizi bil­mekteyim.. Ve Adem'e isimlerin tümünü öğret­ti. Sonra onları meleklere göstererek şöyle bu­yurdu: 'Hadi, haber verin bana şanların isim­lerini, eğer doğru sözlüler iseniz!' Dediler ki: 'Yücedir şanın senin! Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok bizim. Sen, yalnız sen Alimsin, her şeyi en iyi şekilde bilirsin; Hakîmsin, her şeyin bütün hikmetlerine sahipsin.' Allah buyurdu: 'Ey Âdem, haber ver onlara on­ların adlarını.' Âdem onlara onların adlarını haber verince Allah şöyle buyurdu: 'Dememiş miydim ben size! Ki ben, göklerin ve yerin gaybını en iyi bilenim. Ve ben sizin açığa vur­duklarınızı da saklıyor olduklarınızı da en iyi biçimde bilmekteyim."

Bu ayetlerin neresinde "insanın Allah'ın halife­si" olduğu veya olacağı söyleniyor? Böyle bir şey söz ko­nusu değildir. Ayetleri bu anlama çekmek, tasavvufun bir zorlamasıdır.

Şunu açıkça ifade etmeliyiz ki "Allah'ın halifesi" tâbiri, Kur'an'ın sergilediği tevhide zıttır, kü­fürdür. Allah'ın halefi olmaz ve böyle bir iddia Kur'an'dan onay alamaz!

Ne yazıktır ki, geleneğin aldatmasına çarpıl­mış kuşaklar olarak bu hataları hepimiz yap­tık. Ama artık, kendimize gelip Kur'an adına sadece Kur'an'ın dediğini söylemeliyiz.

Bu ayetlerden çıkarılabilecek ve Kur'an'dan onay alabilecek sonuçlar şunlar olabilir:

1.   Âdem'in soyu olan insan, yeryüzünde daha önce faaliyet göstermiş bir başka insan nesli­nin halefidir, yani onun yerine getirilmiştir. Melek­ler, daha önceki nesli, yani Adem'in soyunun selefi olan insanı tanımakta, onun kan dökücü, bozguncu bir karak­tere sahip olduğunu bilmektedirler. Bu açık bir bilgidir, tahmin değil. Çünkü ayetler gösteriyor ki, melekler Al­lah'ın öğrettiği, gösterdiği dışında hiçbir gaybî bilgiye sahip değillerdir. O halde, Adem neslinin huyunu-suyunu, tahminle söylemeleri söz konusu olamaz. Esasen, Al­lah huzurunda böyle bir tahmin cüretine yeltenmeleri söz konusu olamaz.

Şu halde, Âdem soyundan önce yeryüzünde faaliyet göstermiş bir "önceki insan nesli" vardır.

2.     İnsanın üstünlüğü, taşıdığı bilgi potansi­yeli sayesindedir. Allah, ezelî-ebedî ilmiyle, insanın bu potansiyelini fiile çıkararak, eski olumsuzluklarını unutturacak büyük gelişmeler sağlayacağını, büyük de­ğerler üreteceğini bilmekte ve bunun içindir ki insanı, meleklere karşı savunmakta, âdeta meleklere şöyle de­mektedir: İnsanın seleflerinin sergiledikleri olumsuz­luklara bakarak, bu yeni atamanın yanlış olduğu kanı­sına varmayın. Halef (yeni insan nesli) selefin (eski insan neslinin) eksiklerini unutturacak güzellikler üre­tecektir. Yeter ki sabırlı olun, bekleyin. Ve bilin ki ben, hikmetsiz iş yapmam.

* Hilafeti siyasal anlamda, halifeyi devlet başkanı anlamında değerlendirmek:

Hilafet ve halife sözcüklerine Kur'an vahyinden son­raki zamanlarda yüklenmiş siyasal anlamlara destek s ağlam ak için Kur' an'daki h alife tâb irini kanı t göster mek tam bir saptırmadır. Kur'an'ın insan için kul­landığı halife kelimesi ontolojik bir anlam ta­şımakta, siyasal bir yönü bulunmamaktadır. Si­yasal anlamda halife söylemi isabetli veya isabetsiz bu­lunabilir, yine siyasal anlamda savunulabilir, bir za­man savunulabilir, başka bir zaman savunulmayabilir... Her ne olursa olsun, onun Kur'ansal-vahyî bir dayanağı yoktur.

Hilafet kavramını siyasal anlamlara çekmek, Kur'an'daki yönetimle ilgili ilkeleri saf dışı etmiştir. Çünkü siyasal anlam yüklenen halifelik kavramı, Kur'an'ın fesat ve haksızlık sistemi (bk. Nemi Suresi, 34) olarak gördüğü kırallık düzenine destek olmakta­dır. Böyle olunca da Kur'an'ın, yönetim erkinin arkası­na koyduğu bey'at ve şûra yani cumhuriyet ve de­mokrasi ilkeleri anlamsız kalmakta, despotizm yasallaşmaktadır. Oysaki bizzat Peygamberimizin ifade­siyle: "Kisra öldüğünde artık ondan sonra kisra olmayacak, Kayser öldüğünde de artık ondan sonra kayser olmayacaktır.11 (Beyhakî; Delâilü'nNübüvve, 4/393)

Hadisteki kisra, Doğu kırallarına, kayser ise Batı kırallarına verilen addır. Demek ki bu iki krallık türü de tarihe karışacak ve Kur'an vahyinin gelişiyle birlikte kitlelerin yönetim biçimi bey'at ve şûra olacaktır. Ya­ni yönetenler kitle tarafından seçilecek ve yine kitle tarafından görevden uzaklaştırılacak. O­ligarşi, hanedan saltanatı, despotizm, monarşi bitecek. Peygamberlik bittiğine göre, hiçbir kişi ve zümre, kitleleri "Allah adına" yönetemeyecek, böyle bir iddia ile ortaya çıkamayacak... Allah adına yönetmek yalnız ve yalnız pey­gamberlerin yetkisidir. Allah bu yetkiyi onlar dışında kimseye layık görmemiştir. Peygam­berler dışındaki insanlar ancak kitle adına ve ondan aldıkları yetkiyle yönetebilirler.

Ne yazık ki, Kur'an vahyinin bu en hayatî ilkesi, hi­lafet kavramının yozlaştırılmasının ardından, Kur'an'ın düşman ilan ettiği yönetim biçimlerinin savunul­masında kanıt olarak kullanılmış ve Müslüman kitle­ler, yüzyıllarca aldatılmıştır.

* Peygamberimizden sonraki devlet reislerini "Peygamber'in Halifesi" olarak anmak:

Son Peygamber'in halifesi olabileceğini düşünmek ve savunmak, Kur'an'ın nübüvvet anlayışı açısından ba­kıldığında açık bir sapmadır.

Peygamberlik kesbî (kazanılarak elde edilen) bir unvan değil, vehbî (Allah'ın atamasıyla elde edi­len) bir unvandır. Allah, peygamberliği bitirmiştir. Atayacak insan bulamadığı için mi bitirmiştir de birileri bu işi vekâleten bir halife tayiniyle kotarıyor? Allah, eğer peygamber göndermeye devam edecek olsa, elbette ki görevlendirecek birini bulurdu. Peygamberliği bitirdiği­ne ve bu kurum onun tanrılık tasarrufları içinde bir ku­rum olduğuna göre, Hz. Muhammed'den sonra ne vekâle­ten ne de asaleten bir peygamber olmayacak, hiçbir in­san, peygamberlik yetkileriyle donanmış kabul edilme­yecek...

Bitmiş bir kurum söz konusudur. Böyle bir kurumda asaletten söz edilemeyeceği gibi, vekâletten de söz edile­mez. O halde, son temsilcisi bu âlemden ayrılmış bir ku­rumda halefler olamaz.

Kısacası, Hz. Muhammed'in halifesi olamaz, olmaz. Devlet başkanlığı görevini kutsal bir desteğe ulaştırmak için onu "Peygamber'in yerine geçen kişiler kurumu"na dönüştürmek dinin ruhuna ta­mamen terstir. Bunu mazur göstermede kullanılan tevil­ler ne olursa olsun, sapma ortadan kalkmaz.

Ancak şunu söyleyerek bir savunma yapmak müm­kündür: Buradaki halife sözcüğü, Hz. Peygamber'den bo­şalan devlet başkanlığı yetkisinin kullanımını ifade etmektedir. Eğer öyle ise bu yetk i kullanımını ifade içi n

'ınüslümanların emiri, devlet başkanı' gibi de­yimler daha uygundur.

Uygundur ama o devlet başkanlığı, seçimle el değiş­tiren bir başkanlık olur, kutsal-dokunulmaz, değiştiril­mez, azli konuşulamaz bir yarı-ilah vücut bulmaz. Ona hiç kimse, "Allah'ın gölgesi" gibi, açık şirk ifade eden sıfatlar yakıştıramaz. Hiç kimse: "Devlet başkanı-imam zulüm de işlese, ahlaksızlık da yapsa a zl e dileme z." diye yazıp İslam imanının manifestosu içine koyamaz.

Tarih boyunca, Doğu'da, Batı'da birçok toplum, kral­larını ve din büyüklerini bir tür ilah gibi gördü ve salta­natı elinde tutanlar bu görüşü daha canlı ve kalıcı kıla­bilmek için sürekli bir biçimde dini kullandılar. Hz. Resul, çok hikmetli ifadelerle bu iki gerçeğe dikkat çekmiştir. Onun beyanına göre, din adamlarını ilahlaştırmak, onların hoş görmediklerini ha­ram, hoş gördüklerini helal kabul etmekle ger­çekleşiyor.

Kralların ilahlaştırılmasına dikkat çeken en ilginç ifadesi ise Iran Kisrası öldüğü zaman onun elçisine söylediği şu sözdedir: "Benim rabbim senin rabbini öldürdü." (bk. Beyhakî; Delâil, 4/390-392) Bu söz, Kur'an mümininin rabbine karşılık, kiralını rab edinmiş bir zihniyetin maskesini düşürüyor.

Hilafet kavramındaki saptırma bu kadarla da kal­mamıştır. Peygamber evladını katleden despotları bile kutsal kılmak için, bizzat Peygamberimize yalanlar is­nat edilmiştir. En ünlüleri şu: "Size, benim sünneti­mi ve benden sonraki râşit halifelerin sünneti­ni öneririm."

Bu söz, içeriğiyle Kur'an dışıdır; Peygamberimize is­nat edilmesiyle de nübüvvete saygısızlıktır. (Bu sözün uydurma olduğunu gösteren tarihsel kanıtların geniş bir dökümü ve tahlili için bk. Cafer el-Bâkırî; el-Bid'a, 193-220)

Şunu da içimiz sızlayarak söyleyelim: Müslümanla­rın asırlardır saygı ve sevgiyle andıkları kişiler içinde yer alan İbn Hacer (ölm. 852/1447) ve Süyûtî (ölm. 911/1505) bu uydurma söze dayanarak, Muaviye'nin oğlu Yezid ile Velid b. Yezid gibi iki melunu da "ResuPün halifesi" saymaktadırlar.

Allah Elçisi böyle bir söz söylemedi ve hiç kimseyi kendisini temsilen halife atamadı.

Bu konuda uydurulan hadislerden biri de şudur: "Benden sonra hilafet otuz yıldır; sonrası kral­lıktır." (bk. Elbânî; es-Sahîha, 1/820-827) Bu söz, ilk ba­kışta iyi niyetle uydurulmuş görülebilir. Çünkü ilk dört halifeden sonrasının krallık olduğunu söyleyerek Emevî döneminin bir despotlar dönemi olduğuna dikkat çekiyor. Nitekim Emevî zulmüne karşı olanlar bu hadisi sürekli öne çıkarmışlardır. Hadis tekniği açısından da oldukça tutarlıdır. Emevîlerin hırpalanmasını isteme­yenler bu hadisin zayıf olduğunu, güvene layık olmadı­ğını söylemişlerdir. Bunların başında ünlü tarihçi dü­şünür İbn Haldun (ölm. 808/1405) gelmektedir. İbn Haldun, Mukaddimesinde bu hadisin güvenilmez ol­duğunu söyleyerek Muaviye'yi ve onun icraatını savu­nuyor. Ve ne yazık ki hiç sıkılmadan Muaviye'yi erdem ve adelette ilk dört halifenin devamı sayıyor.

Üstat Elbânî, İbn Haldun ve benzerlerini eleştir­dikten sonra bu hadisi savunuyor ve Resul evladının ka­tili Şam kâhyasını adalet ve erdem taşıyıcısı olarak görmemek dürüstlüğünü gösteriyor. Ama farkında ol­madan hilafet ve halife kavramlarının bizzat Hz. Pey­gamber tarafından da savunulduğunu kabullenmiş olu­yor.

Elbân î'nin de savunduğu bu görüşe göre, Hz. Pey­gamber kendisinin yerine birinin halef olarak geçmesi­ni veya atanmasını onaylamıştır.

Biz buna şiddetle karşı çıkarız. Atamayı sadece Al­lah'ın yapacağı bir kuruma, insanoğlu tarafından atama yapılamaz. Eğer denirse ki, "Bu atama, nübüvvet makamına atama değildir, Müslümanların yö­netimini üstlenme makamına yani devlet baş­kanlığına bir atamadır", o zaman sorarız: Öyle ise neden halife yani Resul'ün yerine geçen kişi deniyor da örneğin "emir" veya "imam" yani devlet reisi denmi­yor? Ve Hz. Peygamber'in, Cenabı Hak tarafından biti­rilmiş bir kuruma hem de bizzat kendisi yerine atama yapılmasına onay verebileceği nasıl ileri sürülebiliyor. B u anlam a gelebilecek , getirilebilece k bi r ifade hang i gerekçe ve ihtiyaçla dinselleştiriliyor?

Halife hadisi, teorik açıdan senedi ne olursa olsun, İslam dışıdır. Tevhidin peygamberi böyle bir sözü söylemiş olamaz. Îlk dört halife de, ötekiler de sade­ce "devlet reisi"dir. Îyisi vardır, kötüsü vardır. Îyilikleri ve kötülükleri kendi içlerinde ve ait oldukları ku­rallar içinde değerlendirilir.

Vahyin ilkeleri açısından bilinmesi gereken şudur: Peygamber'in halefi olmaz, hiç kimseye Peygamber'in halifesi denemez.

Halife ve hilafet kavramlarıyla ilgili saptırma, özel­likle ırkçı Arap hegemonyasının güçlendirilmesi için kullanıldı. Yine Hz. Peygamber'e yalanlar isnat edile­rek... Burada aklımıza hemen, "hilafetin Kureysiliği" söylemi gelmelidir. Bu söylemin özeti şudur: Hz. Peygamber'in ümmetle ilgili hak ve yetkilerini onun ye­rine geçen biri yani halife kullanır. Ve bu halife Ku­reyş soyundan olmalıdır.

Bu tezi dinleştirmek için hadis adı altında bir dizi söz uydurulmuştur. Bugün artık hiç kimsenin itibar et­mediği bu uydurmalar, İslam dünyasını asırlarca peri­şanlığa sürükledi. Bu konuda oynanan oyunları ve uy­durulan sözleri bilimsel yöntemle inceleyen önemli bir çalışma, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hadis profesörü Mehmet Hatipoğlu tarafından, "Hilafetin Kureyşîliği Meselesi" adıyla yapılmıştır. Fakat üzü­lerek söyleyelim ki Hatipoğlu, yıllar önce bitirilmiş bu eseri, tüm ısrarlara rağman hâlâ yayınlamış değildir.

* Halifenin, tüm Müslümanların birliğini temsil ettiğine inanmak:

Böyle bir inancın da siyasetin ötesinde bir değeri yok­tur. Siyasal anlamda savunan savunur; tutarlı olur veya olmaz. Ama bunu din buyruğu gibi ortaya sürmek tam bir saptırmadır.

Her şeyden önce şunu bilmeliyiz: İslam'da mü­minlerin birliğini kişi olarak Hz. Peygamber, kaynak olarak da Kur'an temsil eder. İslam, ruhban sınıfına karşı olduğu için Müslümanla­rın birliği bir din sınıfı tarafından savunula­maz. Bu sınıf olamayacağına göre, bu sınıfın lideri diye biri de söz konusu olamaz.

İkincisi, İslam evrensel bir dindir. Ne devlet şekli önerir ne de tek devlet veya tek bayrak fikri taşır. Bu tür iddiaların tümü, kitlenin duygularını sömüren siyasal söylemlerdir. O halde, İslam, yüzlerce devlet şekli, yüzlerce devlet başkanı tarafından kabul edilebilecek ve edilmesi gereken bir ortak yaratılış değeridir. Bunun özel bir devleti ve özel bir başkanı olamaz. Her devlet, Kur'an'ın evrensel ilkelerini korumakla yü­kümlü olmakla birlikte yalnız kendisini ve kendisine vücut veren kitleyi temsil eder. Bunun aksini yapmak, birilerini veya bir kişiyi kutsal ve dokunulmaz kılarak rableştirir. Buna bir de "Peygamber'in halifesi" un­vanı eklenince dört başlı bir çarpıklık vücut bulur. Bu çarpıklığın Müslümanlara nelere mâl olduğunu anla­mak isteyenler tarihi bir kez daha dikkatlice okumalı­dır.

Olaya, Türklerin ve Türkiye'nin tarihi açısın­dan bakarsak çok daha ilginç tablolarla karşılaşırız. Şuna inanıyoruz: Hilafet denen siyasal kavramın temsilciliği Yavuz Selim (ölm. 1520) ile birlikte

bize geçtiği andan itibaren yüzümüz gülmemiş­tir. Osmanlı'nın yıkım süreci, bizce, işte bu ta­rihte başlar. Bütün olumsuzlukların başlangıcı, Osmanlı padişahının "halife" yani peygamber vekili unvanı taşımaya başlamasıyla eşzaman­lıdır. Ve unutulmasın, bu unvan, Müslümanla­rın oylarıyla da verilmemiştir, kılıç zoruyla alınmıştır.

Tam bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk 'ün, hi­lafetle ilgili şu sözlerini hatırlatmak yararlı olacaktır:

"Tarihimizin en mes'ut devresi hükümdarla­rımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı, hilafeti her nasılsa kendisine mâl etmek için nüfuzunu, itibarını, servetini kul­landı. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygambe­rimiz, ashabına dünya milletlerine İslamiyet'i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hü­kümetleri başına geçmelerini emretmedi. Pey­gamberimizin zihninden böyle bir fikir asla geçmemiştir. Hilafet demek, idare, hükümet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletleri idare etmek isteyen bir halife buna nasıl muvaffak olur?! İtiraf ederim ki bu şartlar içinde beni halife tayin etseler is­tifamı veririm."

"Bütün İslam milletleri üzerinde ulvî ve ru­hanî vazifesini yapan yegâne halife fikri ha­kikatten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman, Roma'daki papanın katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını göstere­memiştir..." (bk. Sadi Borak; Atatürk ve Din, 91-92) Toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem' kökünden türeyen icma', kelime anlamıyla az­metmek, bir noktada birleşmek veya birleştirmek de­mektir. Günümüz Türkçesinde bu anlamda daha çok Batı'dan alınan konsensüs sözcüğü kullanılmaktadır.

Fıkıh usulü dediğimiz metodolojinin bir terimi ola­rak icma', "Hz. Muhammenden sonraki herhangi bir yüzyılda Müslüman müçtehitlerin bir mese­leye ilişkin dinsel bir hükümde birleşmeleri" olarak tanımlanır, (bk. Hallâf, 225)

Tanımın akla ilk getirdiği şey şudur: icma', ya­pıldığı yüzyıl değişince, yeniden ele alınacak ve büyük ihtimalle değişecek olaylar ve mesele­ler için geçerli bir demokratik mekanizmadır. Fakat ne yazık ki bu tanımı koyan düşüncenin mirasçısı olan kuşaklar ve toplumlar, birçok yüzyıl geçtiği halde icma' edilmiş konuların herhangi birine dokunmamış, tam aksine, do­kunmayı yasaklamıştır. İcma', gerçek tanımı­nın tam aksine, "Müslümanların herhangi bir yüzyılda üzerinde ittifak ettikleri bir .mesele­nin bir daha tartışmaya ve değerlendirmeye alınmaması" şeklinde tanımlanması gereken bir mekanizma oluvermiştir. İcma' İslam fıkıh ekollerinin tamamına yakını tara­fından dinsel delillerin (edille-i şer'iye) kaynakların­dan biri sayılmaktadır.

*    İcma'ı dinin temel kaynaklarından biri kabul etmek:

Koyucusu ve kurucusu Allah olan bir dinde, beşerî bir kurumu tanrısal kitapla aynı kategoride görmek, Kur'an'ın din anlayışına terstir. Bu kabul, Kur'an'a değil, Hristiyan teolojideki konsil mantığına uymaktadır.

İcma', değişmez din buyruğu anlamına gelmeyen gö­rüşleri tartışma ve değerlendirmede demokratik bir yön­tem olarak uygulanabilir. İcma'ın bu anlamda bir yön­tem olarak kabulüne katılırız, bir din kaynağı olarak kabulüne ise tevhide aykırı bularak karşı çıkarız.

*    İcma'ın, bir asırdaki İslam bilginlerinin tümünün görüşü olduğunu iddia etmek:

Bu iddia eşyanın ve insanın tabiatına aykırı olduğu gibi, tarihsel gerçeklere de tamamen aykırıdır. Aklî ve naklî hiçbir dayanağı yoktur. Bir dayatmadır.

İcma' dedikleri, en iyi ihtimalle çoğunluk görüşüdür. Söz konusu meselede her zaman en az bir-iki âlim dışta kalır ki bu, icma'ın tanımına aykırıdır. Çünkü o dışta kalanların görüşlerinin en iyi ve en isabetli görüş ol­madığını iddia etmemiz aklen ve naklen mümkün de­ğildir. Ve biz biliyoruz ki Kur'an, müminleri, sözü din­leyip de en iyisine uyanlar olarak tanıtıyor (bk. Zümer, 18); daha çok sayıda kafadan çıkan sözü dinle­yenler olarak tanıtmıyor. Bunun içindir ki Şâtıbî gibi bazı büyük usulcüler (metodolojistler) icma'ın aklen ve naklen mümkün olmadığı kanaatine varmışlardır.

Şâtıbî'ye göre, icma' naklen mümkün değildir; çünkü icma' ettikleri söylenen kişilerin tümünün bunu yaptıklarını mütevâtır (tarih açısından kesin) olarak nakledip ispatlamak imkânsız denecek kadar zordur. Îcma' aklen de mümkün değildir, çünkü icma' edilen hususların kesin delile dayananları zaten nassa (vahyin verilerine) dayalıdır. Nassa dayalı olmayan tüm husus­lar ise zannî yani sanıya dayalıdır. O halde i cma'd a tüm deliller zannîdır. Böyle olunca da icma'ın söz konusu olduğu yerde kesin kanıtın bağlayıcılığından söz edilemez. Sadece bir içtihattan söz edilebilir, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 2/50-51)

Fıkhın büyük isimlerinden biri olan Îbn Hazm (ölm. 456/1063), el-Îhkâm adlı eserinde bize bildiriyor ki, muhaddis Îbn Hanbel (ölm. 241/855) icma'ın delil oldu­ğunu söylemenin de herhangi bir konuda icma' olabile­ceğini söylemenin de yalandan ibaret olduğunu öne sürmüştür. Eserinde bunu nakleden Hallâf, şunu da ekliyor: "Anlatılan anlamda herhangi bir asırda herhangi bir icma' olmuş mudur? Bu soruya ve­rilecek cevap "Hayır!" olacaktır." (Hallâf, 230)

Hallâf'a göre, geleneksel ulemanın icma' dediği şey, meselenin tartışıldığı sırada hükmü vere­cek olanın danıştığı birkaç kişinin çoğunlukla kabul ettikleri görüştür. O mekân ve o beldenin dışındaki Îslam ulemasının bundan haberi bile yoktur... (s. 231)

Îşte , gelenekç i v e taklitçi fıkı h odaklarının önce , "bir asırda Îslam ulemasının ittifakı" diye be­nimsetip ardından "Dokunduğu konuda bir daha içtihat yapılamaz!" diye tanrısallaştırdıkları icma'ın esası budur.

Tanrısallaştırmak tâbiri bile az kalır! Çünkü Tanrı'nın zaman üstü kitabı bile kendini yoruma açmakta ve bilim sahiplerini yorum yapmaya özendirmektedir. Yani İslam adına, Kur'an ayetleri üzerinde sürekli bi­limsel faaliyet (içtihat) serbesttir ama, ulemanın "bir asırdaki ittifakı" (!) denen icma'ın belirlediği husus­larda içtihat yasaktır!

Biraz daha eleştirel bir bakışla gözlediğinizde şunu da görebilirsiniz: Üzerinde icma' var dedikleri ko­nuların büyük kısmında bilim ve fikir adam­ları konuşmamış, konuşamamış veya konuşturulmamıştır. Bu gerçeğin vücut verebileceği engeli yok etmek için bulunan yol da ilginçtir: Denmiştir ki icma' ille de bir konuda konuşup ittifak etmekle doğmaz; bilginler, susarak da icma'a katılabilirler. Konuşarak katılırlarsa bu açık icma' olur, susarak katılırlarsa bu da sükuti icma' yani susarak oy verme şeklinde olur.

Bir şekilde konuşturulmayan insanların bu susmal arı bir fikre katılm aları anlamınd a bili mse l kanı t ol a rak kullanılıyor... Doğrusu, bu kurnazlığa engizisyon papazları bile şapka çıkarır... Çağdaş Arap fakıh Hallâf, b u oyuna değinirken eleştiri getiriyor ama, fincancı katırlarını ürkütmemek için çok alt perdeden konuşu­yor: Onu dinleyelim: İcma'ın doğmasında, mütte­hitlerden susan olmuşsa onun susması ruhsal ve maddesel birtakım şartlar ve durumlar al­tında olmuş demektir. Bu şartları ve durumları sayıp dökmeye ve susmanın fikre katılma an­lamına geldiğini ispat etmeye imkân yoktur. Susan kimsenin fikri yoktur. Ona, herhangi bir konuda 'Katıldı!' veya 'Katılmadı!' şeklinde bir fikir isnat edilemez, tema' adı verilenlerin çoğu, işte bu şekilde, sükût yoluyla doğmuştur." (Hallâf, 232)

tema' gerçek bir demokratik yöntem olarak uygulansaydı bilim ve düşünce hayatımızda hayırlı sonuçlar getirebilirdi; ama ne yazık ki bir manipülasyon ve Allah ile aldatma yöntemi olarak sahnelenmiştir. Ve bugün, Müslüman düşünürlerin başına dert, beyinlerine pranga olmaktadır.

* İcma'ı bir otorite kurum kabul etmek:

Din adına otorite kişi ve kurum kabul etmediği için­dir ki, İslam ne din sınıfına izin vermiştir ne din adamı diye bir tip tanıtmıştır ne de din kisvesi kabul et­miştir. Bunlardan beklenebilecek her türlü üstünlük, yetki ve otoriteyi bir kavrama vermiştir: ilim...

Bu tutum dinler tarihinde sadece İslam'da görülmek­tedir. Ne yazık ki din otoritelerine, din sınıfı ve kıyafe­tine derin bir şuuraltı ile alışmış bulunan insanlık, Kur'an'ın bu ilk ve erişilmesi zor perspektifini bir şekil­de dışlamak eğilimi içine girmiş, ancak buna açıkça karşı çıkamadığı için maskeli kurumlar kullanma yo­luna gitmiştir.

Îşte icma' bu maskeli kurumlardan biridir. Dikkat edilsin, "ilim" denmemiştir. Çünkü o kaypaklık kabul etmez. İlkeleri ve kavramları delip istismara açık bir otorite yaratmak gerekirdi; yaratılmıştır: İcma'... Yer­leşik şekliyle konsil...

Eğer, icma' konsil değil, bilim otoritesidir deniyorsa o zaman "İcma* ile belirlenen hususlarda bir daha içtihat yapılamaz!" dayatmasının olmaması gerekir.

Ulemanın icma'ı var demekle konsil kararı var demek arasında hangi farkın olduğunun açıklanması gerekir. Açıklama yapılmamıştır, ya­pılamaz da... •

* İcma'ın sadece dinsel konularda yapıldığını sanmak:

Bu iddia da doğru değildir. Îcma' yapılan konuların bir kısmı, yaratılış, eşyanın tabiatı, bilimsel kanunlar vs. gibi tamamen aklın ve bilimsel analizin alanına ait konulardadır. Bu alanlar, varlığın kanunlarının işledi­ği alanlardır. Bu kanunlar, çoğunluk görüşüyle değil, varlığın bilimsel yöntemlerle incelenmesi sonucu keşfe­dilir. Bilimde demokrasi olmaz. Bilimsel ka­nunlar, oylamalarla değil, araştırmalarla bu­lunur.

Bilimde demokrasi olmaz, din koymada ise hiç olmaz. Bilim, sünnetullaha (varlık yasalarına), din hükmullaha (Allah'ın hükmüne) dayanır. Bilimin kanunları ile dinin buyruklarını icma' ile koymaya kalkmak aklen bühtan, naklen şirktir. Kilise asırlarca bu suçu işleyerek dine de bilime de kötülük etmiştir. Ki­lise, bilimin kanunlarıyla dinin buyruklarını konsil kararlarıyla belirlemeye kalktı ve bu yüzden bilim de zarar gördü din de... Îcma', örneğin, yöneticiyi seçmede, yerleşim, istihdam, sanayi, ziraat, ticaret alanlarını ve yöntemlerini belirlemede bir demokratik yöntem olarak kullanılabilir. Çünkü bu alanlar zaman üstü ilkelerin alanı değildir. Ama bilimin kanunları, dinin buyrukla­rı evrensel ve zaman üstüdür; bir asrın ulemasının icma'ı ile belirlenemez. Böyle bir belirleme eşyanın doğa­sına aykırıdır.

Geleneksel-dayatmacı icma' anlayışının Müslüman­ları nerelere götürdüğüne ilginç bir örnek verelim: Bir din adamı kalkıyor, 20. yüzyılın sonunda "Dünya dö­nüyor diyen kâfir olur; çünkü ulemanın, dün­yanın dönmediğine ilişkin icma'ı vardır." di­yebiliyor. Daha korkuncu, bu dediğini, bir üniversitenin rektörü sıfatıyla imza attığı bir kitapla bilimsel (!) yayın olarak dünyanın önüne çıkarıyor.

Bu iddia, Suudi Arabistan'ın şeyhülislamı sa­yılan Abdülaziz Bin Bâz'ındır. Sözü edilen eser de Bin Bâz'ın Medine İslam Üniversitesi yayınları arasında çıkan ve elimizde 1975'te yapılmış ikinci bas­kısı bulunan "el-E dill e tü'n-Nakliy y e tu ve'l-Hissiyye 'ala Cereyâni'ş-Şemsi ve Sükûni'l-Arzı ve İmkâni's-Su'ûdi ile'l-Kevâkib" adlı kitabıdır... Ki­tabın adının Türkçesi şu: "Güneşin Hareket Halin­de Olduğuna, Dünyanın Dönmediğine ve Geze­genlere Gitmenin Mümkün Olduğuna İlişkin Nakli ve Hissi Kanıtlar"

Büyük bir İslam ülkesinin en büyük din otoritesi ka­bul edilen Bin Bâz'ın bu eserde neyi amaçladığını, ya­pacağımız bazı aktarmalarla gösterelim ve İslam adına yüzyılın önünde nelerin sahnelendiği görelim. Diyor ki Bin Bâz:

"Dünya, gezegenler ve yıldızlar konusunda, bu işin uzmanları olan astronomi bilginlerine gelince, onların sözleri asla güvenilir kanıt değildir. Çünkü bu sözler, herhangi bir şer'î kurala değil, zan ve tahmine dayanır..." (Anı­lan eser, 11)

"Öte yandan, bir konuda İslam din bilginle­rinin icma'ı varsa o icma' hakkın ta kendisi olup aksi düşünülemez, tartışılamaz..." (Anılan eser, 13)

"Yüzyılımızın birçok yazarı ve öğretim üyesi arasında şu düşünce yayılmış bulunmak­tadır: Güneş sabittir, dünya döner. Bu konuda bana birçok soru soruldu ve sonunda konuyla ilgili kısa ve özlü bir eser yazarak okuyucuları bu sapık düşünceden uzaklaştırmak ve gerçeğe yöneltmek gerektiğine kanaat getirdim... Artık bundan sonra hâlâ "Dünya dönüyor' diyenlerin sözleri Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalan­lamaya yönelik küfür ve sapıklıktan başka bir şey olmayacaktır. Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalanlayanlar ise dinden çıkmış olurlar. Bunlara tövbe teklif edilir; dinler, tövbe eder­lerse ne alâ, etmezler ve eski düşüncelerini sürdürürlerse kâfir ve mürted olarak katledi­lirler. Geriye kalan malları-mülkleri de kamu hazinesine devredilir..." (Anıl an eser, 23)

Suutlu din otoritesinin din adına ortaya koyduğu bu tespitler ve verdiği fetva eses alınırsa, yaklaşık bir bu­çuk milyar insanın yaşadığı İslam dünyası nüfusunun tamamının katli vacip olmuş demektir. Çünkü, İslam ülkelerinde, şeyh Bin Bâz dışında dünyanın dönmedi­ğini iddia veya kabul eden bir tek kişi görmüş veya duymuş değiliz.

Şeyhin, dünyanın dönmediğine ilişkin nakli (dinsel rivayetlere dayalı) kanıtlarından sonra "kesin, sustu­rucu kanıt" olarak öne çıkardığı "hissi" yani duyum­lara, duygulara dayalı kanıtları da var. Bu kanıtlarının çoğu, göze hitap eden kanıtlardır.

Şimdi, Bin Bâz'ın, dünyanın dönmediğine ilişkin görsel kanıtlarını özetleyelim:

"Dünyanın döndüğüne ilişkin iddia, sadece dinsel nakiller açısından saçma olmakla kal­maz görsel kanıtlar ve gözlemler açısından da bir saçmalık olarak ortaya çıkar. Şöyle ki, Müslüman, kâfir tüm insanlar hiç aralıksız, güneşin akşam bir yerden battığını, sabahsa başka bir yerden doğduğunu görmektedirler. Bu insanlar yerkürenin de sürekli aynı yerde dur­duğunu görmektedirler. Görmektedirler ki ne beldeler yer değiştiriyor, ne dağlar... Eğer sa­pıklık içinde olanların söyledikleri gibi dünya dönseydi beldeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler sürekli yer değiştirir olacaktı. (Kur'an'ın, dağların yerinde durmayıp bulutlar gibi ha­reket ettiğini söyleyen ayeti için bk. Nemi, 88) Ve me­sela, kıble yer değiştirecekti... Neresinden ba­karsanız bakın, dünya dönüyor demek koca bir sapıklık ve saçmalıktır..." (Anılan eser, 23)

"Şöyle bir düşünün! Şu Mekke'deki ünlü Nur Dağı, şu Ebu Kubeys Tepesi, şu Medine'deki Uhud Dağı ve dünyanın diğer onca dağı... Bunların hangisi bugüne kadar yerini değiştir­di?... Böyle şey olabilir mi? Yalnız şu basit göz­lem bile 'Dünya dönüyor!' diyenlerin nasıl bir sapıklık içinde olduklarını göstermeye yeter!... (Anılan eser, 24)

Bin Bâz, "karşı çıkılmaz" (!) kanıtlarını böylece sıraladıktan sonra, dünyanın dönmediği konusunda ic­ma'ı olan eski din ulemamızın eserlerinden, özellikle tefsirlerden uzun uzun nakiller yaparak "cahil ve al­datılmış" insanlara ışık tutuyor (!) ve onların "Dünya dönüyor" iddiası gibi büyük bir küfürden kurtulup hi­dayete ermelerini istiyor...

Eserin son sayfaları, Şeyh'in fikrine katılmadığını söyleme cüretini gösteren bazı "aldatılmış ilim adamları"na cevap verip onları mürted olmaya götü­recek sapık yollarından döndürmeye ayrılmış... Ve bü­yük eserin hidayete erdirme uğruna yaptığı cihat nokta­lanmış. ..

1975 yılında Medine Üniversitesi yayını olarak ikinci baskısı yapılan bu büyük eserin (!) sonraki 25 yılı aşkın süre içinde kaç baskısının daha hidayet dağıttığı­nı (!) merak ediyoruz!...

Bir Kur'an mümini olarak bu kitapla ilgili kanımız şudur: Bu kitapta din, bilim ve Müslümanlar adına sergilenen facia, engizisyon kayıtların­da bile mevcut değildir.

Tam bu noktada, tarihin burasından, fikir çilesinin ünlülerinden biri olan Galile (ölm. 1642)yi rahmet ve saygıyla anıyoruz:

Anlaşılan o ki islam dünyasının icma'larının epey bir kısmı, birleşilmesi gereken konularda değil de karşı çıkılması gereken konularda oluşmuş: Bilimi ve tanrısal iradeyi saf dışı et­mek için... Müslüman dünyanın felâket sebep­lerinden biri de bu olsa gerek!.. Kur'an, peygamberliğin bittiğini ilan etmiştir. Bunun açık anlamlarından biri de artık hiç kimsenin "Bana gökten buyruk indiriliyor, beni izleyin, söyle­diğimi yapın; yapmaz iseniz Allah'a karşı çıkmış olursunuz." iddiasıyla ortaya çıkamayacağı­dır. Bu gerçeği şu şekilde de ifadeye koyabiliriz: Artık hiç kimse, Allah'tan güç aldığını söyleyerek başkaları üzerinde egemenlik, üstünlük kura­maz, hiçbir kişiyi veya toplumu Allah adına ve O'ndan alınmış bir yetkiyle yönetmeye kalkam a z.

Üstünlüğün göklerden, yukarıdan geldiği söylenebi­lecek dayanakları, Kur'an vahyinin tamamlanmasıyla sona ermiştir. İnsanın emek ve üretiminin ürünü olan bilgi, düşünce, hizmet ve takva (tanrısal ira­deye aykırı şeylerden sakınmak) dışında üstünlük belgesi yoktur ve olamaz.

Kur'an'ın omurga kabullerinden biri olan bu gerçek, muvahhit (tevhit ilkelerini esas alan) îslam bilginle­rince erken bir devirde kurala bağlanmış ve inanç ma­nifestosunun içine yerleştirilmiştir. îlke şudur:

"İlham (ve rüya) ilim sebeplerinden değil­dir" (bk. Teftezânî; Şerhu Akâidi'n-Nesefî, 45-46) Bunun ifade ettiği anlam bugünkü söyleyişle şudur: Îlham ve rüya herkesi bağlayıcı genel kanıt ni­teliği taşımaz; sadece onları aldığını veya gör­düğünü söyleyen kişi için delil olabilir.

Îlham ve rüyanın bağlayıcı-kesin bilgi olmadığını en güzel anlatan usulcülerden (metodolojistlerden) biri de Ebu Îshak eş-Şâtıbî (ölm. 790/1388)dir. Din bilimleri metodolojisine ilişkin ünlü eseri e l Mu vâf ak at' t a ilim­leri kesin olup olmama bakımından üçe ayıran Şâtıbî, üzerinde olduğumuz konuda bize yarayacak şu bilgileri de vermektedir:

Îlmin esasını, özünü oluşturan kısım (sulbu'l-ilm) kesin olan ve kesin ilkelere dayanan kısımdır. Gerçek ilim sahipleri işte bunun peşindedir. Güvene, üzerine hüküm kurmaya değer olan bilgi de budur.

Îkinci kısımda, yine bilgi olmakla birlikte güvenilir ve kesin olmayan (bilimsellik düzeyine yükselmemiş olan) sübjektif bilgiler vardır. Bir de bu ikisinin dışında kalan bilgiler vardır.

Şâtıbî, rüyalarla, bazı seçkin kişilerin ilhamlarını ikinci kısım bilgi içinde görmekte ve onları bilim adına güvene layık bulmamaktadır. Şâtıbî'ye göre, bunlar, bun­lara sahip olan kişiye heyecan verebilir, onun içini ısı­tabilir, ona etki edebilir ama başkalarını bağlayıcı kanıt olarak asla ileri sürülemez, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 1/8182)

Aksi düşünülür ve ilhamlarla rüyalara dayandırılan sübjektif "bilgiler" güvene layık görülürse ne peygam­berlik biter, ne de vahiy... Kendisine biraz itibar sağla­yan her kutsal sömürücü, açık veya örtülü bir biçimde peygamberlik taslamaya, açık veya örtülü bir biçmede Kur'an'a nazire yazmaya kalkabilir. Nitekim tarih bo­yunca hep böyle olmuştur. Allah, kitabında bir şey Söyler, bu "ilham tüccarları" başka bir şey söyler. Peygam­ber, ümmetine bir talimat verir, bu ilhamcılar başka bir talimat verir.

Bu tutuma yenik düşenler bazan kendilerine de yazık etmişlerdir. Çünkü aslında kıymetli sayılabilecek bazı üretimleri, ilham ve rüya vurgunculuğuna yeltenmeleri yüzünden layık olduğu itibarın altına düşebilmiştir. Bu bedavacı ve putlaştırıcı yola sapmak yerine üretimlerini objektif ölçülere bağlı kalarak sunmuş olsalardı hem ad­larını hem de âhiretlerini karartmamış olurlardı.

Ne yazık ki aksi bir yol tuttular. Daha çok yüceltile­lim derken daha aşağılara indiler. Ümmetin yolunu vurdular. Kitlelerin kaderini kararttı, İslam'dan ışık ve aydınlık alacak toplumları bilgisizliğe, tabuculuğa, kişi putlaştırma illetine yenik düşürdüler.

İlham ve rüyalara güvenilir kanıt kimliği vermenin sonu, din hayatında birden çok tar­tışma üstü kişi ve birden çok tartışma üstü ki­tabın vücut bulmasıdır. Oysaki tevhit dininde tartışmasız kişi de tektir, tartışmasız kitap da... Bu ikisi birden fazla olduğu anda tevhit gider, şirk gelir.

Şirkin en şaşmaz ve saklanamaz belirtisi (ve belgesi) din içinde birden çok tartışma üstü kişi ve birden çok tartışma üstü kitabın varlı­ğıdır.

İslam'da, tartışma üstülük, kişi olarak Hz. Muhammed'in, kitap olarak da Kur'an'ındır. Bunların hiçbirinin ikincisi yoktur ve olamaz.

Ama ne yazık ki İslam ülkelerinde hayat, tarih bo­yunca bu tevhit ilkesinin dışında seyretmiş ve yüzlerce tartışılmaz kişi ve kitap vücut bulmuştur. Kur'an'ın bil­dirdiği gibi, bazıları bazılarını Allah'ın berisin­den rabler edinmiş (bk. Ali Îmran, 64), din ve ümmet parsellenip gruplaşmış, her grup kendince kutsanan "dokunulmaz" kişinin ve kitabın ardına düşmüştür. Yani zübürcülük (mişnacılık) din haline gelmiştir. Ve her grup kendi mişnasıyla sevinip övünür olmuştur, (bk. Müminûn, 52-54)

Meslektaşlarımdan biri bir sohbette bana, dinci fırka­ların, pratikte efendilerini Peygamber'den, zübürlerini de Kur'an'dan üstün tuttuklarını söylediğinde buna itiraz etmiştim. Bunun üzerine, ülkemizde din bölücülüğünün kurumlaşmış ocaklarından birinin önde gelen bir tem­silcisinden şu sözleri nakletti: "Efendi Hazretleri'nin risalelerini yeniden baskıya hazırlıyor­duk. Risalelerde geçen bazı ayet metinlerinin yanlış yazıldığını belirledik. Redaksiyonun başı olarak ben, bunları düzeltmeye başladım. Toplu halde şu itiraz yükseldi: 'Onlara dokun­ma, olduğu gibi kalsın. Eğer onlarda düzeltile­cek bir şey olsaydı, onu Efendi Hazretleri dü­zeltirdi. Öyle yazılmasının elbette ki bir hik­meti vardır, sen sadece orada olanı yazıya ge­ç i r..."

Efendi Hazretleri'nin yüzlerce hurafe, uydurma ve Kur'andışılık taşıyan kendi sözlerinde düzeltme yap­maktan vazgeçtik, Kur'an ayetlerinin yazımindaki hata­larını düzeltme yoluna da gidemiyorsunuz.. Neden? Bir hikmeti varmış! Yani Efendi'ye o ayetlerin öyle yazıl­ması "bildirilmiş"... O halde onlara dokunulamaz­mış...

Bu zübürcü zihniyet, son zamanlarda iyice şaşırmış olacak ki eleştiri adı altında iftira ve hakaret yağdırdığı kişileri incelemeye alırken Kur'an ve sünnete ilaveten bu zübürleri de ölçüt yapmaya başlamıştır. Ünlü bir ila­hiyat profesörüne ithamlarla dolu bir kitabın adı aynen şudur: "Kur'an, Sünnet ve Risale-i Nur'a Göre Falancanın Hataları" Demek oluyor ki, bunlara göre, Îslam adına eleştiride üç kaynak esastır: Kur'an, sünnet, Risale-i Nur. Îlk ikisi hepimizce bilinmekte, ka­bul edilmektedir; ama bu üçüncüsünün hangi dinin kay­nağı ve kriteri olduğunu doğrusu bilemiyoruz.

*

Din içi fırka-kliklerde aynen işleyen bu mantık (veya mantıksızlık), Müminûn Suresi 52-54. ayetlerde tanıtılan "bölüp parçalama" hastalığının ta kendisi­dir. Bu hastalık sadece bölüp parçalamaz, dokunulmaz kişi ve dokunulmaz kitaplar da yaratır ki, şirke açılan felaket kapısı da işte budur...

Îslam dünyası bu felaketin getirdiği yıkımın sancı­ları içinde kıvranmaktadır. Bu felaketin iğdişleştirdiği kuşaklar, özgürlüğe, yeni yoruma, yeniden yapılanma­ya, bilim ve düşüncenin engin dünyasına kanat aça­mamaktadır.

Eğer Allah, hayalimizi zorlayan yeni birtakım muci­zeler göstermezse böyle bir kanatlanma mümkün olmaz.

Bu facianın motor gücü, ilham ve rüyalara kanıt de­ğeri veren vahiy dışı zihniyettir.

Bu zihniyet, özellikle tarikatlar döneminde yüzlerce insanı, peygamber yetkisi kullanan, eleştiri üstü kutsal makama dönüştürmüştür. Hatta birçok yerde ve zaman­da bu kişilerin ağzından çıkana teslimiyet imanın ilk şartı gibi algılanmıştır. Oysaki tevhit, omurgasında Al­lah'a teslimiyetin oturduğu bir dindir. Allah dışında bir şeye veya kişiye teslimiyet uç gösterdiği anda tevhit yerle bir olur; ne iman kalır, ne

din... Hal böyle olunca da ne kılınan namaz Allah'a götürür ne yapılan camiler İslam'ı ha­yata sokar...

İslam dünyası, asırlardır, Kur'an vahyinin din dedi­ğini değil, birtakım kişilerin ilhamlarının din dediğini yaşamaktadır. Tarikatlar tarihini, örf ve siyasetin nabzına şerbet vermeden ve Kur'an değerlerinin merceği altında eleştirel bir gözle okuyanlar, bu tarih içinde şu söylediklerimize örnek olacak yüzlerce, hatta binlerce kişi ve "kitap" bulabilirler.

Böyle bir tarihin dinine Kur'an'dan onay almak sa­nıldığı kadar kolay değildir.

İlham ve rüyaları kanıt yaparak tevhidin pusulasını saptıran ve Müslümanların kaderini karartan zihniyet­ler bu işi şu yollardan biriyle tezgâhlamışlardır:

1.     Allah'ın kendilerine doğrudan ilham etti­ğini söylerler: Bu "doğrudan ilham", "vahyedildi" demenin riskinden kurtulma politikasının zorunlu kıldığı bir deyimdir. Nitekim bu doğrudan ilham, zaman zaman doğrudan vahye dönüştürülmüştür. Hatta 1980'li yıllarda Türkiye'de böyle bir sapık çıkmış ve "Kur'an'dan sonra yeryüzüne indirilen tanrısal kitap bana Allah tarafından doğrudan verilen mesajlardan oluşan şu kitaptır. Nebilik bitmiş ama resullük bitmemiştir; ben de Allah'ın re­sullerinden biriyim; ben namazda Hz. Muham­medi bile imamlık yaptım." diyebilmiştir. Ve bu nasipsiz adam, o şeytan saçması kitabını 23 sure olarak plânlamış ve tüm bunlardan sonra etrafına bir yığın basiretsiz kişiyi toplayabilmiştir.

Bundan daha kötüsü, biz bu İslamdışılığa gücümüzle karşı çıkarken, bizi sakalsızlığımız, sarıksızlığımız yüzünden din adına eleştiren din tüccarı siyasetçiler "Çevresinden oy bekliyoruz" diye bu adamın sırtını okşamışlardır.

Anlaşılıyor ki, hiçbir sahtekârlık, kendisinden çıkar sağlayan başka sahtekârlıklar olmadan ayakta duramaz.

2.    Hz. Peygamber'in kendilerine rüyada söy­leyip yazdırdığını iddia ederler:

Zübürcülerin, özellikle yazıp çizdiklerini kabul et­tirmek için baş vurdukları yol budur. Bu türün en ta­nınmış örneği, Muhyiddin İbn el-Arabî (ölm. 638/1240)nin "Fusûsu'l-Hikem" adlı eseridir. Aynı de­recede ünlü veya daha az bilinen yüzlerce örnek sayıla­bilir.

Yine tarikat çevrelerinde kullanılan "mükâşefe yoluyla hadis alma" iddiası da bu başlık altında incelenmelidir. Bu iddiaya göre, Hz. Peygamber'den hadis­leri alma ve öğrenme yollarının en güvenlisi, en geçer­lisi hadisi ondan bizzat keşif ve ilham yoluyla almak­tır.. .

"Îlham ve mükâşefe" (!) yoluyla alınmış "hadis" ör­nekleri de vardır. Zaten, Hz. Peygamber bir adama bir şeyleri yazdırıyor ve onları ümmetine ilet­mesini söylüyorsa o yazılanların tümü hadisten başka -hâşâne olabilir?!

Tüm bu tevhit dışı söylemlerin temelinde ilmin dene­timine girmemeyi mazur gösterme kurnazlığı yatmak­tadır. Bunun en kestirme yolu şu şekilde ifade edilmiş­tir: Bazı kişiler, ilmi, ilmin sebeplerine baş vurmadan doğrudan mutlak kaynaktan, Allah'tan alırlar. Bu ko­nuda biraz daha sağlam basmak için bir de hadis uydu­rulmuştur: "İlmin, gizli hazîne gibi öyle bir türü vardır ki onu, bilgiyi Allah'tan alan âlimler­den başkası bilemez..." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 2/262)

Bu "Allah'tan alanlar"m sözde ilmine i ilmi" demişlerdir. Bâtın, karın anlamındaki "batn" sözcüğü ile aynı köktendir. Bu filolojik gerçeği de bilen Anadolu halkı, asırlık deneyimlerinin ve acılarının da itişiyle bu sözde ilimlere çok güzel bir ad koymuştur: "İşk embeden atma..."

Karından sesler halinde yükselen bu sözde ilimleri meşrulaştırmak için uydurulan hadislerden biri de şu­dur: "Bâtın ilmi, Allah'ın sırlarından biridir..." (bk. Elbânî, Zaîfa, 3/371)

Tarih bu adla ortaya sürülenlerin, esasında "bâtın" değil, "bâtıl" olduğunu Îslam dünyasına çok ağır bir dersle gösterdi. Anlaşıldı ki, ilim adıyla ortaya sürülen ve saltanat devşirme dışında pek fazla amacı olmayan bu "bâtın", kitleleri bâtılın oyuncağı durumuna düşü­ren temel kaostur. Bu acaip sesleri dinlemenin serüve­nine yenik düşerek Kur'an'ı dinlemez hale gelenler ise sadece âhiretlerini değil, dünyalarını da hüsrana teslim ettiler...

Îşin gerçeği şudur: Adına ne derseniz deyin, esasında sezgi ve basiretin bir tecellisi olan tüm ilhamlar ve rüyalar öncelikle bilimsel bil­giden nasipli olanların erişleridir. Ama onlar bu elde edişlerini kendilerine yol açmak için kendi iç dünyalarında kullanır, insanlığın önüne çıkaracakları değerleri ise uzun ve çile­li den eme-y anılmalar dan, araştırmalardan sonra bilim adına ilan ederler. Yani ilmin hakkını vererek kanıt üretirler...

3. Mehdîlik iddia ederler: Bâtın ilmi veya ilham hezeyancılığmı, devleti veya yönetimi ele geçirmek üzere siyasal iktidar için kullananlar genellikle bu son iddia ile ortaya çıkmışlardır. Bu iddia bazan bayrak açıp sokağa fırlamak şeklinde iyice azgın bir manzara arz eder, bazan da tarikat, klik, hizip, parti vs. kurup perde altından "Zamanın mehdisi bizim efendidir" slo­ganıyla iş bitirme şeklinde yol alır.

Üzerinde olduğumuz konuda şunu akıldan asla çı­karmamak gerekir: İlham ve rüyaları birer kutsal kanıt gibi kullanma oyunu Allah ile aldatma zulmünün en yıkıcı belirişlerindendir. Bu ağır ve sinsi yıkıma yenik düşmemek için öncelikle şunu akıldan çıkarmamalıyız: Bir yerde veya kişide, Al­lah'a kul, Peygamber'e ümmet olmayı onur ve itibar için yeterli bulmama illeti görüldüğünde bunun sonunun allahlık veya peygamberlik id­diasına varacağını çok büyük bir ihtimal ola­rak düşünmeliyiz... Ve şunu hiç unutmamalıyız:

İlhamlar ve rüyalar sadece onlara sahip olanları bağlar. Geneli, kamuyu bağlayan, bilim ve düşüncenin evrensel-şaşmaz ölçülerine uygun olarak üretilmiş değerlerdir. Arapça bir kelime olan ilim (el-ilm, çoğulu: ulûm) bilmek, bilgi, bilim anlamlarındadır. Aynı kökten türe­yen âlim (çoğulu: ulema, âlimûn), malum (çoğulu: ma­lûmat), alîm (iyice bilen), allâme (derin bilgi sahibi) ke­limeleri de sıkça kullanılır.

Kur'an'da en çok kullanılan kelime-kavramlardan biridir. Türevleriyle birlikte yaklaşık 850 yerde kulla­nılan ilim, yalın halde 105 kez geçmektedir. Fiil olarak, "bilir" (ya'lemu) anlamında 93, "bilirsiniz" (ta'lemûn) anlamında 56, "bilirler" (ya'lemûn) anlamında 97, "bilin" (i'lemû) anlamında 27, "bilirim" (a'lemu) anlamında 11 yerde geçer.

Çok iyi bilen anlamındaki alîm kelimesi aynı za­manda Allah'ın sıfatlarından biridir. Ve tamamına ya­kını Allah'ın isim-sıfatı olmak üzere 140 yerde geçmek­tedir.

Ne ilginçtir ki, Kur'an, ilim sözcüğüne hiç­bir olumsuzluk, çirkinlik eklemediği halde imana çirkinlik izafe etmiştir, (bk. Bakara, 93) ilme hiçbir olumsuzluk yüklemeyen Kur'an, ilmi taşıyan-kullanan kişiye (âlime) çirkinlik ve kötülük izafe eder. (örneğin bk. Kasas, 78; Câsiye, 23) Ancak burada da ilginç bir nokta dikkat çeker: ilmin kötüye kullanımını gösteren ayetlerde, bu kötüye kullanımı sergileyenler ilim sahibi (âlim, ulu'l-ilm) diye anılmamakta, kendile­rinin sıfatı olmayan ilmi kötüye kullandıkları belirtil­mektedir. Oysaki ilmin iyiye ve güzele hizmet için kul­lanımından söz edilirken bu hizmeti verenler ilmi sıfat yapmış kişiler olarak anılmaktadır, (bk. Kasas, 80; Ankebût, 43; Fâtır, 28)

Bu incelikten çıkarmamız gereken sonuç şudur: İlim objektiftir; iman ise sübjektiftir. Sübjektifi objektife kon­trol ettirmeniz mümkündür ve bu kontrolden kimseye zarar gelmez. Objektifi sübjektife kontrol ettirmeniz, varlık kanunlarına aykırıdır ve bundan herkese zarar gelir. O halde, Kur'an'ın yolu şudur: Bilim imanı kontrol eder, etmelidir; iman bilimi kontrol edemez, etmemelidir.

Bunun anlamı şudur: Kur'an, bilginleri de olumsuz­luklardan arınmış kabul etmekte, ilmi kötüye kullanan­ların onu gerçekte kendilerine sıfat edinmemiş kişiler olacağını göstermektedir.

* İlmi, kutsal olan-kutsal olmayan diye ikiye ayırmak:

Kur'an, ilmi, Allah'ın ayetlerindeki sırları, incelik­leri, güzellikleri, ibretleri ortaya çıkaran bir faaliyet olarak tanıtır. Bu, bir anlamda hayatın tanıtılmasıdır.

Tüm varlık (insan, evren, vahiy ürünleri) ayet­lerden oluşur. Kur'an'ın belli parçaları ayet ol­duğu gibi insanın iç dünyasındaki oluş-eriş ve değişmeler de ayettir. İnsanın dışındaki varlık ve evren de bir ayetler topluluğudur.

1.      Müslüman olmak başka, iyi veya en iyi Müslüman olmak başkadır.

2.      En iyi Müslüman biziz, iyi Müslüman ol­mak için bize yakın olmak gerekir, aksi halde iyi Müslüman olmamakla itham edilirsiniz.

3.    Dini bizim gibi anlamaz iseniz, günaha girersiniz. Sizi günahkâr ilan ederiz.

4.    Dini bizim gibi anlamaz iseniz sizi cehen­nemlik ilan ederiz.

5.    Dini bizim gibi anlamaz iseniz sizi, din­den taviz vermek, dini zamana-düzene uydur­mak, hatta dine karşı çıkmakla itham ederiz.

6.      iyi Müslüman olmak için ibadet vs. yet­mez. Dinin benimsemeyeceği şeylere karşı çık­mak gerekir.

7.      Dinin kabul etmeyeceği şeylere karşı ça­kışın yol ve yöntemini biz biliriz.

8.      Dinin kabul etmeyeceği şeyleri oluşturan, savunan ve koruyan, bugünkü devlet sistemi ve onun siyasal iktidarlarıdır. O halde, dinin ya­nında yer alanların bu sisteme ve bu siyasetçi­lere karşı çıkmaları gerekir. Aksi halde, küfre rıza göstermiş olurlar; Müslümanlıkları kuru bir iddiadan ibaret kalır.

9.      Devletin, dinin kabul etmeyeceği şeyleri koruma ve geliştirme zulmü, ülkeyi dârülharp yapmıştır.

10.     Dârülharp olan bir ülkede Müslümanlık olmaz, İslam'ın hiçbir buyruğu yaşanmaz. Böyle bir ülkede Müslüman'ın tek görevi var­dır: Sistemle ve devletle savaşmak.

11.     Ülkenin dârülharplikten çıkıp dârülislam olması için bu sisteme ve onun savunucu­larına savaş açmış bulunuyoruz. Bu savaşa ka­tılıp katılmama, İslam'ın içinde olup olmama­nın şaşmaz göstergesidir. Bu savaşla biz bu sis­temi ve savunucularını "önce sarsacağız, sonra da yıkacağız!" Bizim yanımızda yer almayan­lar dinden çıkmış sayılırlar, yani mürted olur­lar.

12.     Eğer sisteme hizmet yani irtidat durduru­lup yönetim dârülislam savaşçılarına gönül rı­zasıyla teslim edilmezse iktidarı kanla elde ederiz.

Ülkenin ve devletin uçurum kenarına getirildiği aşama bu 12. aşamadadır. Ülkenin ve kitlenin geleceği­ni tehlikede gören ve kendilerini bu tehlikeyi aşmakla görevli bilen güçler işte bu aşamada devreye girmiş ve din üzerinden siyasal iktidar elde etmeye çalışan kadro­lar etkisiz kılınmıştır.

Bu ağır faturalı serüvenden geleceğe yönelik olarak çıkarmamız gereken bazı dersler vardır. Bu derslerin en önemlileri bize göre, şu ikisidir:

1.    Bir ülkede, birileri "iyi-kötü" veya "iyi-en iyi" Müslüman ayrımı yapıp bunun göstergesi olarak da kendilerini ve zihniyetlerini öne çı­karma eğilimine girmişlerse din üzerinden ik­tidar süreci başlamış veya başlama noktasına gelmiş demektir.

2.    Bir ülkede, birtakım kadrolar, her gün birilerini, özellikle dinde otorite konumuna gel­miş ama bölücülük ve devlet düşmanlığına bu­laşmamış ilahiyatçıları "kâfir, zındık, cehen­nemlik, din tahripçisi, dinde reformcu..." ilan etmeye başlamışlarsa din üzerinden siyaset odakları iktidarı ele geçirmek üzere kana baş­vurma kararı almışlar demektir. Çünkü işaret ettiğimiz tavır, siyasal hasımların mürted ilan edilmeleri sürecine geçildiğinin, bunun arka­sından da kanlı kıyamın geleceğinin gösterge­sidir. Başka bir deyişle o kılıf bu minare ça­lınsın diye hazırlanır.

Özetlersek: Îrtidat ye mürted kavramları, Allah ile aldatma oyununda siyasal hasımları yıpratma araçları­nın en hassaslarından biridir...

İSLAM'IN ŞARTLARI

İslam'ın şartları dendiğinde geleneksel pencereden bakanlar şu beş şeyi görürler: 1. Kelime-i Şehadet, 2. Namaz, 3. Oruç, 4. Hac, 5. Zekât.

Böyle bir saptamanın zorunlu sonucu şudur: Bu beş şartı yerine getiren, Müslümanlığın gereklerine uymuş, din adına işini bitirmiş olur.

Şimdi böyle bir saptamanın dayanağı nedir diye so­ralım. Tanrısal kaynağı 604 sayfa ve 6 bin üç yüz civa­rında ayetten oluşan bir dinin şartları nasıl oluyor da iki satırda tamamlanıyor?

Vahiy verilerinde İslam'ın şartları diye bir deyime rastlanmaz. Bu demektir ki vahyin kabu­lüne göre, İslam'ın şartları Kur'an'daki buy­rukların tamamıdır. Namaz kılmak, oruç tutmak Islam'ın şartıdır da yalan söylememek, çalışmak, yetim hakkı yememek, kamunun haklarına tecavüzde bulun­mamak, cana kıymamak, zina etmemek, gıybetten uzak durmak... İslam'ın şartları değil midir?

Elbetteki bunların tümü İslam'ın şartlarıdır. Bazı ke­simlerin, kendilerinde bulunan değerleri İslam'ın gös­tergesi sayıp ötekileri olmasa da olur türünden kabuller olarak değerlendirmeleri inandırıcı değildir.

İslam tüm insanlığa hitap eder. O halde, Kur'an'ın hayata sokmak istediği değerlerden kim daha fazlasına işlerlik kazandırıyorsa İslam'da önde olmak da onun hakkıdır. Böyle baktığınızda, günümüz dünyasında ye­niden bir "İslam ülkeleri ve Müslüman kitleler" tanımlaması yapmak gerekecektir. Yüzlerce değerden oluşan İslam'ın, sadece beş değerini yaşayıp yaşatan top­lumlar "İslam dünyası" patentini ellerinde tutma hakkına neden ve nasıl sahip olabiliyor? Bunun sorgu­lanması Kur'an'ın insanoğlundan istediği davranışlar­dan biridir. Çünkü Kur'an'ın mesajı tüm insanlığa hitap eder.

O beş değer, "İslam'ın işaretleri" olarak adlandı­rılabilir. Çünkü onları yerine getirdiğini gördüğümüz insanlara ilk bakışta "Müslüman" deriz. Bunda garip bir yan yoktur. Ancak o "işaret" değerleri "şart" ola­rak nitelediğimizde bunun sonucu "ötekiler olmasa da olur"a çıkar ki, bu İslam'a iftira olur.

Bizim yapacağımız şudur: Kur'an'ı önümüze ko­yar, dikkatle okuruz. İnsandan istediklerini dikkatle not ederiz. Sonra dönüp dünyaya baka­rız: Hangi toplum bu değerlerin daha fazlasını hayatına sokmuşsa onun İslam'dan nasibinin daha çok olduğuna hükmederiz.

Bunu yaptığımızda karşımıza çıkacak tablo, gerçek­ten ürpertici olacaktır. Ama unutmayalım ki Kur'an'ı ciddiye almanın ilk adımı işte bunu yapmaktır. Çünkü akla kara, aldatanla aldanan, uyuyanla yürüyen ancak o ciddi işin yapılmasından sonra ortaya çıkar... Hz. Peygamber, İslam'ın ilk yıllarında me­zar ziyaretlerini yasaklamıştı. Çünkü ortam putpe­rest bir ortamdı. insanlar önlerine gelen şeye tapma, ön­lerine geleni ilah ilan etme eğilimi içindeydi. Ölüleri ilahlaştırma ise bu eğilimi en çok okşayan tutkulardan biriydi.

İnsanlık, ölülerin ilahlaştırılması illetine, eski Yunan panteonuyla çok açık bir biçimde tanık olmuştur. Yunan ilahlar panteonu, zaman içinde, ünlü-itibarlı Yunanlı ölülerin de ilavesiyle bir hayli büyümüştür. Öte yandan, Asya'nın Şintoist kit­leleri, ecdatlarının ölülerine tapmayı, onlardan medet ummayı bağımsız bir din haline getirmişlerdir.

Hz. Peygamber bunları elbette ki biliyordu ve çok te­dirginlik içindeydi. Bu yüzden Müslümanlara kabir zi­yaretini yasaklamıştı. Onları, atalarından aldıkları kirli şuuraltının etkisinden uzaklaştırması gerekiyordu.

Nitekim o uzaklaştırmanın vücut bulduğunu anladı­ğı, yani tevhitle terbiye gören sahabî neslinin beklenen kıvama geldiğini fark ettiği gün, koyduğu kabir ziyareti yasağını kaldırmış ve şöyle demiştir: "Size, kabir ziyaretini yasaklamıştım; ama artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Çünkü bu ziyaret size ölüm sonrasını hatırlatır."

Dikkat edilirse yasak kaldırılırken, çok evrensel ve hayatî bir noktanın altı çizilmiştir: Kabirler sadece ve sadece ölümü ve ölüm ötesini hatırlamanın bir vesilesi olarak ziyaret edilecektir; başka hiçbir niyet ve amaçla değil.

Kısacası, kabirlere gidişin iki maksadı ola­bilir ve olmuştur: Ziyaret, ibadet. İslam, birin­ciyi insancıl bir tavır görerek serbest bırak­mış; ikinciyi, putperestlik sayarak yasaklamış­tır.

Kur'an, kabir ziyaretini putperest bir tutkunun eleşti­rilmesi bağlamında gündeme getirmiştir. Bu tutku, mal ve evlat çoğaltma yarışına girme, bu yarışla övünme an­lamındaki "tekâsür"dür. Aynı adı taşıyan 102. surede tekâsür, insanlığın sapmalarından biri olarak göste­rilmiş ve şiddetle kınanmıştır. Tekâsürün uzantıların­dan biri de kabirleri ziyaret ederek oradaki ölüleri sayıp çokluk belgesi olarak kullanmaya kalkmaktır. Aynen şöyle deniyor: "Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri, öyle ki ziyaret edip saydınız kabirle­ri..." (Tekâsür, 1-2)

Şöyle veya böyle, Kur'an kabir ziyaretiyle ilgili saptamasını olumsuz yönde bir saptama olarak ortaya koymuştur.

* Kabirleri kutsallaştırmak, mabetleştirmek, dilek kapısı yapmak (türbeperestlik):

Kabirler konusunun en büyük yıkımı bu noktada or­taya çıkmaktadır. İnsanlık ilk günden beri, büyük tanı­dığı kişilerin kabirlerini kutsallaştırıp dileklerin kabu­lüne araç yapmış, hatta kabirlere doğrudan tapma illeti­ne tutulmuştur. Bu illetin ilk işlediği alan, peygamber kabirleri oldu. Kabri bilinmeyen peygamberlere kabir icat edilmiştir. O yapılamamışsa, peygamberin vekili ve temsilcisi gibi gördükleri (öyle ilan ettikleri) kişilerin kabirleri kutsallaştırılmıştır.

Bu kutsallaştırmanın ilk göstergesi peygamberlerin ölmedikleri, cesetlerini toprağın yiyemeyeceği, onların toprak altında hep diri kaldıkları vs. uydurmalarıdır. Bu sözlerin tümü Kur'an dışıdır. Îşin, tevhit gerçeğine uy­gun yapısı şudur: Son Peygamber de dahil tüm nebiler beşerdir, hepsi ölümlüdür ve hepsi de ölmüştür. Bunun böyle olması, sünnetullah denen tabiat yasalarının gere­ğidir. Sünnetullah ne değişir, ne bozulur, (bk. Ahzâb, 62; Fâtır, 43; Fetih, 23) Kur'an son derece açık konuşuyor:

"Her benlik ölümü tadacaktır .11 (Ali Îmran, 185; Enbiya, 35) Son Peygamber'e hitap şudur: "Hiç kuş­kusuz, sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer, 30)

Şu halde hiçbir peygamber kabrinde diri veya cesedi bozulmamış olamaz. Böyle bir şey varlık yasalarına, vahyin ilkelerine terstir. Böyle bir inancı taşımak Kur'an dışıdır.

Kabirperestlik, tevhit inancının maruz kaldığı ve ka­lacağı en tehlikeli belalardan biri olduğu içindir ki, Hz. Muhammed'in bu belaya karşı sert uyarılarına tanık oluyoruz. O, çok az kullandığı laneti, peygamber kabirlerini mabetleştirenlere, bayram mera­simleri için araç yapanlara göndermekte hiç duraksamamıştır. (bk. Süyûtî; e l-Emr bi'l-İttiba', 36­47) Daha ilginci ve ürperticisi şudur: Onun, bu âlemden ayrılmadan önceki son sözünün şu hadis olduğu en titiz hadis kritikçileri tarafından kaydedilmektedir: "Şunu bilin ki, insanların en şerlisi peygamberleri­nin kabirlerini mabetleştirenlerdir." (Elbânî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 3/124) Bu hadisin Beyhakî (ölm. 458/1065)deki şekli şöyledir: "Hz. Peygamber'in ağzın­dan çıkan son söz şudur: 'Allah, Yahudi ve Hristiyanların canını alsın, çünkü onlar nebilerinin kabirlerini mabetleştirdiler." (Beyhakî; Delâilü'n-Nübüvve, 7/204)

Şu sözler de Peygamberimizindir: "İnsanların en kötüleri, kıyamet koptuğu sırada hayatta olan­larla mezarları mabetleştirenlerdir." Ve: "Al­lahım! Mezarımı, tapılan bir puta dönüştürme!. Ali a hin gazabı, nebilerinin mezarlarını mabetleştirenlere çok şiddetli olacaktır." Ve. "Meza­rımı şölen yerine döndürmeyin!" (Bu hadisler için bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 140)

*    Kabre açıkça tapmak.

*   Kabri veya içinde yatanı Allah ile kul arasında aracı kabul etmek:

Tasavvuf-tarîkat geleneğinde, öze llikle Nakşî çevre­lerde kabirlere yapılan rabıta bu ikinci türdendir ve tevilsiz bir putperestlik kalıntısıdır.

*    Kabirlere dilek ve nasip için bez-iplik bağlamak, mum-lamba yakmak, abdest malzemesi, tespih, havlu vs. koymak.

*    Falan veya filan türbenin şu veya bu dileğin yerine gelmesinde, şu veya bu hastalığın giderilmesinde çare olduğunu düşünmek...

*     Rüya yoluyla mezar keşfetmek:

Bazı seçkin kişilerin gördükleri söylenen rüyalarla bazı ünlü kişilerin bilinmeyen mezarlarının yerlerinin belirlenmesi de kabirleri mabetleştirmenin bir uzantısı­dır. Îslam dünyası genelinde örneği çok olan bu türün ülkemizde en ünlü örneği İstanbul'daki Eyüp Sultan Türbesi'dir. Söylentiye göre bu türbe, ünlü Osmanlı sûfîsi Akşemseddin (ölm. 863/1459) tarafından rüya veya ilham yoluyla keşfedilmiştir. Ve o günden sonra bu türbe hiç tereddütsüz Ebu Eyyûb el-Ensârî (ölm. 51/671)nin türbesi olarak benimsenmiş ve "Eyüp Sul­tan" adıyla mabetleştirilmiştir.

Bu noktada iki islamdışılığm altını çizmek gereki­yor: Birincisi, kabir mabetleştirmedir ki, ona değindik. İkincisi, ilham ve rüyanın herkesi bağlayan bir kanıt olarak devreye sokulmasıdır ki, Îslam inancına açıkça aykırıdır. Çünkü Îslam inanç sisteminin temel kabulle­rinden biri şudur: "İlham ve rüyalar ilim sebeple­rinden sayılamaz." Îslam inanç manifestosunun bu ifadesinin bugünkü dille açık anlamı şöyle verilebilir: Hiç kimsenin ilhamı ve rüyası, başkalarını bağlayan bir kanıt niteliği taşımaz.

Bunlar, akait kitaplarına yazılmıştır ama, asırlardır bunların tam tersi hayata girmiş ve dinleşmiştir. Anado­lu'nun birçok yerindeki evliya, hızır vs. türbesinin du­rumu işte bu yolla belirlenmiştir. Fıkıh bilgini Ebu Şâm e 'ye göre, tüm bunlar şirkin bir uzantısıdır. Bu tür türbelerin tümünün tevhit inancı adına yıkılması gere­kir, (bk. Ebu Şâme; el-Bâis, 101-104)

Türk illerindeki hemen her caminin bitişiğinde veya avlusunda bir veya birkaç ünlü kişinin "türbe" adı ve­rilen mezarı vardır. Bunun anlamı nedir? İslam'ın hangi buyruğu, mabetlerin bitişiğine kabirler yerleşti­rilmesini gerektirmektedir?

Kur'an ve sünnetten bizim, en küçük bir kuşkuya düşmeden çıkardığımız şudur: Yanına-yöresine bu tip kabirler yerleştirilen cami ve mescitlerde dinen namaz kılmak caiz değildir. Ve doğrusu biz, bu Kur'an gerçeğini fark edeliden beri bu tip cami­lerde namaz kılmamaktayız. Eğer namaz tevhit dininin ibadetiyse onun tevhit ilkelerine uygun inşa edilmiş yer­lerde kılınması gerekir. Aksi halde hem tevhidi hem de Şintoizm'i memnun etmek gibi bir tutarsızlık sergilen­miş olur.

* Kabirler üzerine Kur'an ayetleri ve tanrısal adlar yazmak:

Bid'atlara karşı mücadelesiyle tanınan ünlü fıkıhçı Türkmânî'ye göre bu tür davranışlar en azından bid'attır. (Türkmânî, 1/215)

Eğer kabir üzerine yazılan ayetlerden ölülere cennet, dirilere yarar sağlamak gibi sonuçlar bekleniyorsa o zaman iş bid'at olmaktan çıkar, şirke girer. Çünkü bu durumda, Allah'a ait özellikler, Kur'an ayetlerine ve­rilmekte ve Kur'an, Allah'a ortak edilmiş olmaktadır. Allah'a ortaklık söz konusu olduğunda bunun aracının Kur'an olması hiçbir şeyi değiştirmez; şirk, şirktir.

*    Kabirler üzerine Kur'an okumak veya okutmak:

Bu da en azından bid'attır. Ünlü Osmanlı fakıhı İbn Abidîn (ölm. 1836) böyle bir şeyin en azından mekruh olduğunu söylemektedir. Ona göre, böyle bir şeyi vasiyet etmiş olanın bu vasiyeti geçersiz sayılmalı ve yerine ge­tirilmemelidir, (bk. İbn Abidîn; Resâil, 7. Risale, 1/168)

*    Kabir azabının kabir çukurunda meydana geleceğine inanmak:

Kabir azabı deyimi bazı hadislerde geçmektedir. O hadislerin sağlam olduğunu var saysak bile bu, hiçbir zaman ölen insanın gömüldüğü yerde azap göreceği an­lamına gelmez. Îşi bu şekle sokmak, tevhit mantığından ve Kur'an ölçülerinden uzaklaşmak olur.

Kabir hayatı ve kabir âlemi tâbiri, dünya ile âhiret arası âlem demek olan berzah âlemi serüveni için kul­lanılır. Berzah, âhiret ile dünya arasını ayıran orta âlemin adıdır. Berzah, sözlük itibarıyla, ortaya giren, arada olan şey demektir. Kur'an da bu kelimeyi bu an­lamda kullanmıştır, (bk. Müminûn, 100; Rahman, 20; Furkan, 53)

Ölen insanın ruhu berzah âlemine geçmekte ve kı­yamete kadar orada, cennet veya cehennem ehli oluşuna uygun bir devre geçirmektedir. Ruhun tekrar dünyaya dönmesi ve yeni bir bedene girmesi olayı (reenkarnasyon) da (eğer varsa) bu berzah âlemi ile dünya arası bir olaydır. Kıyamet ve âhiretle ilgisi yoktur. (Berzah âlemi ve berzah hayatı ile ilgili geniş bilgiler için bk. Şah Veliyyullah Dehlevî; Hüccetullahi'l-Bâliğa ve Oztürk; Kur'an ve Sünnete Göre Tasavvuf)

İşte, din dilinde kabir azabı veya kabir hayatı denen şeyin esası budur. Hiçbir ölü, gömüldüğü bir-iki metrelik toprak mekânda azaba filan uğratılmaz. Azap veya ödülün, o toprak mekânla, oraya gömülen ve bir süre sonra çürüyüp dağılacak olan bedenle bir ilgisi yok­tur. Elimizdeki akait kitaplarındaki kader anlayışının Kur'an'daki kader kavramıyla bir ilgisi yoktur. O ki­taplar yoluyla asırlardır taşınan ve bizlere öğretilen ka­der, Bakara Suresi 104. ayetin tam tersine giden bir top­lum yaratmak isteyen saltanat odaklarının kitleyi uyuş­turmak için oluşturdukları Kur'an dışı bir anlayıştır. Bu anlayışla Müslüman kitlelerin getirilmek istendiği ye­rin ne olduğunu, İslam'ın temel kabulleri gibi benimset­tirilen "ilkeler"den seçtiğimiz şu birkaç örnek çok iyi göstermektedir: 1. Devlet başkanı, ahlaksızlık da zulüm de işlese azledilemez. 2. Fâsık ve zalim bir imamın peşine de olsa namazı cemaatle kı­lın. 3. Dünya, müminin cehennemi, kâfirin

cennetidir. 4. Her insanın cennetlik veya ce­hennemlik olacağı, varlıklar âlemi yaratılma­dan çok önce belirlenmiştir...

Bu noktaya getirilmiş kitlelerin yarınlara ümitle bakabilmelerinin biricik koşulu, "gele­cek bir kurtarıcı-mehdî" beklemektir. Çünkü bu kitlelerin "gerekeni yapma" azim ve iradeleri felce uğratılmıştır; onlar ancak gelecek olanı bekleyebilirler.

Kur'an'da, bugün benimsenen şekliyle bir kader kavramı olmadığı gibi, "kadere iman" diye bir tâbir de yoktur. Bu gerçek, Îslam ilahiyatının ünlü isimlerin­den Hüseyin Atay tarafından 1960 yılında yayınlanan "Kur'an'da İman Esasları" adlı doktora teziyle orta­ya konmuştu. Bu, bildiğimiz kadarıyla Îslam tarihinde ilk kez ortaya atılan bir tezdi. Atay Hoca bu tezi yüzün­den, Ehlisünnet akidesini bozmakla suçlandı.

Atay, bir ilim adamı sıfatıyla çalışmalarını sürdür­dü. Çalıştığı konulardan biri de, mensubu bulunduğu Ehlisünnet inancının temel kitaplarından bazılarını yaz­mış bulunan ünlü Mâtürîdî kelamcısı Ebu'l-Mu'în en-Nesefî (ölm. 508/1115)nin düşünce dünyası idi. Bu çalışmanın bir parçası olarak, Atay Hoca, Nesefî'nin, el yazması halinde duran eseri "Tabsıratü'lEdill e"nin 18 yazma nüshasını karşılaştırarak bir ba­sımını yapmak istiyordu. Bunu yaptı ve o eserde şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştı: Ehlisünnet mezhebinin inanç te­mellerini belirleyen en büyük ekol olan Mâtürîdîlik'in en önemli ismlerinden biri olan Nesefî, kader konu­sunda Hüseyin Atay' ın söylediğinin aynısını söylü­yordu. Atay'dan 850 yıl önce... Eseri, birçok benzerleri gibi, el yazması halinde beklediği için düşünceleri saklı kalmıştı.

Ebu'l-Mu'în en-Nesefî, anılan eserinde imanın şartları konusunda şöyle diyor: "İman esaslarına ge­lince bunlar, 5 tanedir: 1. Allah'a, 2. Meleklere,

3.     Kitaplara, 4. Peygamberlere, 5. Âhirete iman. Aynen bunun gibi ibadetler de 5'e ayrılır..." (Nesefî'nin Tabsıra'sından naklen Atay; Kur'an'da Îman Esasları, 146)

Nesefî burada iki Kur'andışılığı aynı anda düzelt­miştir:

1. Kur'an'ın gösterdiği iman esasları içinde kadere iman diye bir şey yoktur, 2. Ge­leneksel kabullerin "İslam'ın Şartları" diye öne çıkardığı beş kavram İslam'ın şartı değil. İslam'daki temel ibadetlerdir. İslam'ın şartları Kur'an'ın bütün hükümleridir.

Peki, kadere iman nereden ve nasıl çıktı ve iman esasları arasına nasıl sokuldu?

O tâbir, İslam inançlarının içine, bir hadise, daha doğrusu hadis diye ortalıkta dolaştıralan bir söze dayanı­larak sokulmuştur. Oysaki o söz, bugünkü kader anlayı­şını savunanların deyimiyle bir "haber-i vâhit"tir, yani bir tek kişinin rivayetidir. Ve onların da kabul et­tikleri bir kurala göre, haber-i vahit imanla ilgili konularda delil olmaz. (Bu konuda ayrıntılar için bk. Atay; anılan eser, 133-146)

Haber-i vahidin (Peygamberimizden tek kişi tara­fından nakledilen sözün) iman konusunda delil olama­yacağını, iman konusunda delil olacak bir rivayetin mütevâtır (tarihsel açıdan gerçekliği kesin) olması ge­rektiğini söylemişlerdir ama, kendi anlayışlarına uy­gun yerlerde haber-i vahidi delil saymışlardır. Haber-i vahidin, bırakın iman alanını, ibadet alanında kanıt olduğu bile tartışmalıdır, (bk. Gazali; elMüstasfa, 1/440-444)

Ceza hukuku alanında da durum budur. Haber-i vahit ukûbatta (ceza alanında) da delil olmaz demişlerdir, ama bu ilkeyi belki yüzlerce kez çiğnemiş­lerdir. Sadece ta'zîr (ürkütüp sakındırma, engelleme) cezalarıyla ilgili koydukları kurallar (ki bunlar yüzün­den binlerce insan katledilmiştir) bu ilkeleri nasıl çiğ­nediklerinin sayısız kanıtını taşımaktadır.

Kur'an'da kader kavramı apayrı bir anlamda kullanılmaktadır. Nedir o anlam?

Kader sözcüğü Kur'an'da 11 yerde geçmekte ve tümünde de "ölçü" anlamında kullanılmak­tadır. Türkçe'deki "miktar" (Arapça özgün şekliyle mikdar) sözcüğü de ölçü anlamındadır ve kader kökündendir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yapıp yönetmekte­dir. Platon 'un güzel deyimiyle "Tanrı hep geometri kullanmaktadır." Her şeyin hazinesi onun katinda­dır ve O, o hazineden her şeyi belli bir ölçü içinde indir­mektedir. (Hicr, 21) Gökten su ölçüyle iner (Müminûn, 18; Zühruf, 11); inen suyun yeryüzünde vadilerde dolaş­ması bile ölçüyledir. (Ra'd, 17) Topraktan pınarlar fış­kırması, fışkıran suların birleşmeleri yine belli bir öl­çüye göredir. (Kamer, 12)

Tüm bu ölçüye bağlılıklar, kader kelimesi veya tü­revleri kullanılarak ifade edilmiştir. Ve bu ifadelerle önümüze konan kader kavramının temel amacı, insa­nın fiillerinin belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta keyfîlik ve raslantının bulunmadığını göstermek­tir.

Kur'an, kader kavramıyla varlık ve oluşta tesadüfün değil, ölçü ve bilincin egemen oldu­ğuna dikkat çekmek peşindedir.

Kur'an, kader kavramıyla "sünnetullah" da denen tabiat kanunlarını kastetmektedir. B u kullanım, şu ayetlerde herkesin anlayabileceği açıklık­tadır: Ra'd, 8, 17; Hicr, 21; Müminûn, 18; Ahzâb, 38; Şûra, 27; Zühruf, 11; Kamer, 49; Talâk, 3; Mürselât, 22) Ahzâb 38. ayette hem kader sözcüğü, hem de sünnetullah (Allah'ın tavrı-tarzı) tamlaması kullanılarak Tanrı'nın varlığa koyduğu yasaların değişmezliği gösterilmiştir. Bu ayette ayrıca, kader ile sünnetullah kavramlarının eşanlamlı olduklarına da dikkat çekilmiştir. Sünnetullahın değişme ve bozulmaya asla uğramayacağı birçok ayette, pekiştirilmiş ifadelerle verilmiştir, (bk. Isra, 77; Ahzâb, 62; Fâtır, 43; Fetih, 23)

Kader kökü nden gelen ve ölçüye bağlamak an­lamında olan "ta kdir" sözcüğü de tabiat kanunları, de­ğişmez ölçüler, yani sünnetullah anlamında kullanıl­mıştır. Bu kullanıma göre, Ay ve Güneş'in belirlenmiş ölçülere göre seyretmeleri, göklerin düzenlenmesi, kısa­cası her türlü iş ve oluşun, her türlü yaratılış ve yaratı­şın seyri Allah'ın bir takdiridir, (bk. En'am, 95; Furkan, 2; Yâsîn, 38; Fussılet, 12)

Allah'ın isim-sıfatlarından olan ve Kur'an'da 39 yerde geçen Kadir ile 7 yerde geçen Kadir sözcükleri de kaderle aynı kökten gelen kelimelerdir. Ikisinin söz­lük anlamı da "her şeyi kudretiyle belirleyen, öl­çüye bağlayan" demektir. Yine Allah'ın isim-sıfatlarından biri olan ve Kur'an'da 3 yerde geçen Muktedir sözcüğü de kaderle aynın kökten olup "kudretiyle her şeyi bir ölçüye bağlı olarak çekip çeviren" de­mektir.

Kur'an'daki kaderin anlamı budur. Ve bu anlamda bir kaderin değişmezliği, Allah'ın tabiata, varlığa koy­duğu yasaların değişmezliğidir ki, Kur'an bunu açıkça ve defalarca ifade etmiştir.

Bu değişmezlerin insanın fiilleriyle, iradesi ve öz­gürlüğü ile bir ilgisi yoktur. Oradaki değişmezlik, ka­nunların Yaratıcı tarafından koyulmasıdır. Insan fiil­lerinin Yaratıcı tarafından öncede n belirlenme s i değil dir. Biz, varlığın ve evrenin yönetimine, iş ve oluşa, ontolojik yapıya ilişkin kanunlar koya­mayız; bizim böyle bir yetkimiz yoktur. Ama biz, kendi fiillerimiz, yönetimimizle ilgili ka­nunlar koyarız ve koymalıyız. *   Kaderin insanın fiillerini önceden belirleyen bir sistem olduğunu söylemek.

*   İnsanın alnında, geleceğini belirleyen bir yazının bulunduğunu söylemek.

*   Hayrın Allah'tan geldiği gibi şerrin de Allah'tan geldiğini söylemek:

Şer Allah'a izafe edilemez. Şerri de, elbette ki her şe­yin yaratıcısı olan Allah yaratır ama öncelikle ve ilke olarak yaratmaz, insanın istek ve iktisabı (kazanması) üzerine yaratır. Yaratır ki insanı sorumlu tutsun. Allah, öncelikle ve ilke olarak sadece hayrı ve güzeli yaratır: "O odur ki, yarattığı her şeyi güzel yarattı ve insanın yaratılışına çamurdan başladı." (Secde, Hak dininde vücut verilen sapma ve saptır­maların en acımasızları, hatta en zalimleri kadınlar ve kadın haklarıyla ilgili olanlardır denebilir.

İslam, kadını çok kötü bir konumda buldu ve tüm karşı çıkışlara rağmen onu oldukça iyi bir duruma ge­tirdi. Daha iyi bir konuma ulaştırılması için de öneri­lerde bulundu. Ne yazık ki, Hz. Peygamber'in bu dünya­ya veda edişinin hemen ardından, bu önerilerin tam tersi yapılarak kadına Kur'an'ın ve Peygamber'in ver­diği haklar bir bir geri alındı. İslam Peygamberi'nin dünyadan ayrılışından sonra hortlayan müşrik Arap şuuraltının en zalim tahriplerini sergilediği alanlardan biri de kadın haklarıdır demek fazla abartma olmaya­caktır.

işin en ürkütücü tarafı, bu tahriplerin "dinİslam" adı altında yapılması ve her biri için din içinden birer kılıf bulunmasıdır. Bu kılıfı bulmak için en verimli yol olarak hadis uy­durma seçilmiştir. Putperest veya yarı putperest kadın düşmanı Arap örflerini dinleştirmek için akıl almaz yalanlar söylenerek bunlar "hadis" adı altında Allah Elçisi'ne mâl edil­miştir. Bununla da yetinilmemiş, Kur'an ayetleri üzerinde anlam kaydırmalarına gidilmiş, yorum adı altında, ayetlere eklemeler yapılmış ve buradan hareketle ulaşılan kadın aleyhtarı sonuçlar hızlı bir biçimde fetvalaştırılar ak "müfta bih kavil: fetvaya esas olan söz" veya "ulemanın icmaı" yaftalarıyla naslarm (vahiy normlarının) üstüne çıkarılmıştır. İslam dün­yasında kadın haklarıyla ilgili bugünkü ka­bullerin tamamına yakını, vahiy kaynaklı tes­pitler olmaktan çok, Hristiyan konsillerinin kararlarını andıran ulema fetvalarıdır.

Bu fetvaların daha uzun süre din olmaya devam ede­cekleri söylenebilir. Çünkü Ortadoğu'da kitleleri çağ dışı ve İslam dışı despotizmlerle güden si­yasetlerin kadın haklarını geleneksel çerçeve­nin dışına çıkarmaları, bindikleri dalı kesme­leri olur. Hiç kimse bindiği dalı kesmek gibi bir "fedakârlık" içine girmez. Bu dal, ancak ona binerek hayat sürenlerin kahrı altında ezi­len halk kitlelerinin, özellikle kadınların kı­yamıyla (baş kaldırmasıyla) kesilebilir.

Ne yazık ki, İslam dünyası denen coğrafya­larda bu kıyamdan öncelikle yararlanacak olan kadınlar, kendileri için çırpınan düşünce ve düşünürlerin yanında olmak yerine onları cehennemlik ilan eden ruhban bozuntusu zalim­lerin yanında durmaktadır. Cumhuriyet'in aç­tığı özgür irade ve düşünce ufku sayesinde farklı duran Türkiye'de de son yıllarda ruhban zulmüne destek yönünde ürkütücü bir ilerleme görülmektedir.

Bu kıyam olmasın diye Ortadoğu despotizmleri her türlü tedbiri almaktadır. Ortadoğu halklarının bunu İslam nasil yozlaştirildi

fark etmeleri hem bu topraklardaki despotizmlerce is­tenmiyor, hem de İslam'ı 21. yüzyılın gözünde karanlık ve kanlı göstermeyi temel strateji yapmış Batı dünya­sınca. ..

Kitleler uyanıp Cumhuriyet Türkiyesi'nin temsil et­tiği ufuk açıcı örnekler benimsenmedikçe Ortadoğu des­potizmlerinin kahrı devam edip gidecektir.

Burada bizim için birinci derecede önemli olan, Cumhuriyetin, daha doğrusu sahip bulun­duğumuz nimetin kıymetini bilmek ve dinimize saygımızı aleyhimizde kullanan faaliyetlerin oyununa gelmemektir. Yoksa yarınlarımıza ve çocuklarımıza yazık etmiş oluruz.

* Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia etmek:

Bu İslam dışı kabule dayanak sağlamak için önce Kur'an'da bir anlam kaydırması yapılmış, sonra da ha­dis adıyla ortaya sürülen bazı uydurmalarla kadın, erkeğin bir tür artık ve atığı konumuna geti­rilmiştir.

Anlam kaydırması, Nisa Suresi 1. ayetinde yapılmış­tır. Ayet şu: "Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan, ondan onun eşini de vücuda getiren ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten rabbinize karşı gelmekten sakının..."

Bu ayette geçen "bir tek canlı" karşılığı kullanılan "min nefsin vâhidetin" ifadesindeki "nefs", her ne­dense erkek anlamında yorumlanmış, böyle olunca da kadın, erkekten yaratılmış bir ikincil canlı durumuna gelmiştir. Oysaki "nefs" kelimesi her türlü canlı­yı ifade eder. Dahası, gramatik olarak bu kelime di­şildir. Nitekim ayette sıfatı olarak kullanılan "vahide" kelimesi de, sıfat-mevsûf (niteleyen-nitelenen) uyuşumu için dişil (müennes) seçilmiştir. Yani eğer kelimeler üzerinden yürüyeceksek, kadının erkekten değil, erke­ğin kadından doğduğunu söylememiz gerekecektir.

Ama Kur'an'ın vermek istediğinin bunlarla ilgisi yoktur. Kur'an'ın anlatmak istediği, canlıların üremesinde-artmasında hücre bölünmesinin gündeme geti­rilmesidir. Ayetin cinsiyetle filan alakası yoktur. Ayetle ilgisi varmış gibi tefsirlere sokulan bu yorum, Beniisrail çevrelerinin eski kabullerinden ibarettir. Bu kabuller, ne yazık ki, geleneksel İsrailiyatçı zihniyetlerce İslam bünyesine sokulmuştur.

Ayette geçen "zevç" kelimesi de erkeğin eşi yani ka­dın anlamında yorumlanmıştır ki bu da yanlıştır. Kur'an bu kelimeyi her türlü polariteyi-pariteyi ifade etmek için kullanır. Tüm canlılar, tüm bitkiler, tüm varlıklardaki çift kutupluluk, zevciyet kelimesiy­le ifade edilir. Hücredeki bölünme halinde doğan iki­likler de bu kelimeyle ifade edilmektedir. Bunun, kadınerkek cinsiyetiyle kayıtlanması yanlıştır. (Bu konuda bk. KTK, Zevciyet mad.)

Kaburga kemiği hikâyesine gelince, bu, Tevrat kaynaklı bir kabuldür. Yahudi geleneğinde yeri vardır. O gelenekten kaynaklanan bir örnekleme, kadının fazla zorlamaya gelmediğini, üstüne üstüne gidilmesinin yan­lış olduğunu anlatırken, "Kadın kaburga kemiğin­den yaratıldı, yapısında eğiklik vardır; fazla doğrultmaya kalkarsan kırılır." demektedir. Hz. Peygamber, kadın konusunda konuştuğu bir sırada yö­renin çok kullandığı bu örneklemeyi kullanmıştır. Bu­nun böyle olduğunu, sahabî neslinin hocalarından biri olan İbn Abbas (ölm. 68/687), açıkça bildiriyor.

İbn Abbas böyle diyor ama, sahabî neslinin "kez z âb" yani sınırsızca yalan söyleyen kişi diye dam­galadığı Ebu Hureyre aksini söyleyerek bu sözün hadis olduğunu iddia ediyor. (Ebu Hureyre'nin şaibeli kim­liği, İslam'ı tahrip ve tahrif etmek isteyen Yahudi ha­hamları, özellikle ünlü casus-tahripçi Ka'b el-Ahbâr tarafından nasıl kullanıldığı, İslam'a verdiği zararlar ve güvenilmezliği hakkında Mısırlı bilgin Mahmud Ebu Reyye (ölm. 1970)nin ölümsüz eseri "Şeyhu'l-Madîra Ebu Hureyre "nin okunmasını önemle tavsiye ederiz.)

Kime inanacağız? Ebu Hureyre (ölm. 58/677) gibi, her yanı şaibeli, yalancı damgası yemiş, bu yüzden Ali, Ömer ve Âişe gibi büyük sahabîlerin takibine uğramış birine mi, yoksa "müfessirlerin babası, sahabenin hocası" gibi unvanları olan ve Peygamberimizin "Al­lahım! Buna, dinin inceliklerine nüfuz gücü ver, din buyruklarının özünü yakalamayı ona nasip et!" duasıyla lütuflandırılmış bir büyük sahabîye mi?

Biz bu rivayete de, o rivayete destek sağlamak için Kur'an ayetinde vücut verilen anlam kaydırmasına da karşıyız. Kadın, kimsenin kaburga kemiğinden yaratılmamıştır, erkeğin uydusu filan da de­ğildir. Tıpkı erkek gibi, yükümlülükleri vardır, ama tıpkı erkek gibi, hakları da vardır. (Kaburga kemiği me­selesinde ayrıntılar ve kaynaklar için bk. Kİ, 531-536)

* Kadının boşama hakkı olmadığını söylemek veya bu hakkın kullanımını zorlaştırmak:

Boşama hakkı, Kur'an tarafından kadın-erkek ay­rımı yapılmadan ilkeye bağlanmıştır. Bakara Suresi 229. ayet: "Boşama iki kezdir. Bunun ardından ya iyilikle tutmak, yahut da güzelce serbest bı­rakmak gerekir" diyor. Ayet, hakkın kimde olduğun­dan söz etmemiştir. O halde, genel kural gereği, hak, ta­rafların her birince kullanılabilir.

Geleneksel fıkıh, tüm alanlarda olduğu gibi, burada da kadının aleyhine yoruma giderek kadının boşama hakkını kullanmasını "hull ve tefviz" denen şartlara bağlayarak zorlaştırmıştır. (Bu şartlar için bk. Kİ, 432­435) Erkeğe gelince o, istediği anda, istediği şekilde bo­şama hakkına sahiptir. isterse ağzından çıkacak bir tek "Boşsun!" sözcüğüyle...

* Erkeğin isteğini boşanma için yeterli görmek:

Bu da acımasız bir saptırmadır. Kur'an, boşanma için ana başlık olarak bir tek sebep kabul et­mektedir: Geçimsizlik. Bu ana başlığın (geçim­sizliğin) değişik türleri olabilir, bu ayrı bir meseledir.

Temel sebep geçimsizlik olunca, bunun var­lığını belirlemek, boşanma isteyen tarafa bıra­kılamaz. Hukuk mantığı ve hukukun gayesi bunu gerektirir. Sebebin varlığını ileri süren tarafın doğruyu söyleyip söylemediğinin araş­tırılması kaçınılmazdır. Yani geçimsizliğin olup olmadığına yargı-mahkeme karar verecek­tir. Kur'an, işte bunun için, boşanmaya karar verme yetkisini yargıca-yargıçlara vermiştir. Taraflar, geçimsizliğin varlığını beyan ederek işi hakeme/hakime götüreceklerdir. Hakemler/hakimler önce barıştırmayı deneyecekler, bun­da başarılı olamazlarsa boşanmaya karar vere­ceklerdir, (bk. Nisa, 35, 128, 130)

Tüm bu aşamalar, süresi ne kadar uzun olursa olsun, bir boşanma (bir talâk) demektir. Bir gün de sürebilir, beş yıl da sürebilir. O önemli değildir. Karar verildikten sonra çiftlerin ayrı yaşamaları başlamış olacaktır.

Geleneksel fıkıh burada da bir hak ihlali sergilemekte ve erkeğe verdiği boşama hakkı­nın, ağızdan çıkacak bir "Boşsun!" veya "Seni boşadım!" sözüyle vücut bulduğunu kabul etmek­tedir. Böyle olunca da ayrı yaşamanın getirebi­leceği tekrar birleşme ihtimali ortadan kalk­maktadır. Îş bununla da kalmamış, hak ihlali çok daha ileri boyutlara götürülmüştür. Şöyle:

* Üç talâk (boşama)ın gerçekleşmesini erkeğin ağzından çıkacak "üç" sözüyle tamamlanmış saymak:

Kur'an, boşanan tarafların tekrar birleşmelerini önermiş, bunun için imkân hazırlamıştır. Birinci talâk üzerine ayrı yaşamaya başlayan taraflar, başka biriyle cinsel temasta bulunmamış olmak koşuluyla, tekrar bir­leşmek isterlerse birleşir, yuvalarını devam ettirirler. Îkinci bir talâk halinde bu imkânı yine kullanabilirler. Kur'an'ın bu tutumu dikkatle incelendiğinde burada, gü­nümüz Medenî Kanun'undaki "ayrı yaşama" kara­rının yarattığı sonuca benzeyen bir durumla karşı kar­şıya olduğumuz anlaşılır. Çünkü taraflar, hiçbir müda­hale ve işleme gerek kalmadan tekrar birlikte olabile­ceklerdir.

Olay üçüncü kez tekrarlanırsa tarafların yeniden birleşmeleri, kadının bir başka erkekle evlenip boşan­ması şartına bağlanmıştır.

Kur'an böylece, evlilik kurumunun yaz-boz tahtasına dönüştürülmesini önlemek istemiştir.

Geleneksel fıkıh, hiçbir vahyî-hukukî dayanağı ol­madan, bu "üç talâk" konusunu erkeğin ağzından çı­kacak bir "üç" kelimesiyle bitmiş saymaktadır. Yani erkek, karısına "seni üç talâkla boşadım" derse ar­tık bunların bir araya gelmeleri mümkün olmayacaktır. Bu saptırmayı yasallaştırmak için sergilenen oyunlar çok çirkindir. Bu yanlışı düzeltmek için ünlü "hullehull eci" oyunlarının sahnelendiğini hepimiz bilmekte­yiz. Erkeğin ağzından çıkıveren bir kelime yüzünden yuvasını ve kocasını kaybeden kadın, yuvasına ve eşine dönmek için, kiralanmış bir adamla (hulleci) sözde bir nikâh kıymakta, sonra o adam tarafından yine sözde bo­şanmakta ve ancak ondan sonra eski kocasıyla birlikte­liğini yeniden kurabilmektedir.

İç içe yanlışlar, iç içe saptırmalar, zulüm­lerle karşı karşıyayız. Ve bunların tümünde acıyı çeken, kadındır.

Geleneksel fıkıh despotizminin 1 slam'ın başına neler açtığını biraz daha yakından görelim: 1. Boşama yetkisi haksız bir biçimde sadece erkeğe verili­yor, 2. İki kez boşanıp birleşebilme imkânı, er­keğin ağzından çıkacak "Seni üç talâkla boşa­dım" sözüne bağlı kalınarak kullanılmaz hale getiriliyor, 3. Ağzından çıkan bir kelimeyle eşini ve yuvasını kaybettiğini anlayan erkeğin hatasını tamir yükümlülüğü yine kadına yük­leniyor. Kadın bir başka erkeğe geçici bir süre (hülle adıyla) teslim ediliyor. Yani erkeğin öfke ve hatasının cezasını kadın ödüyor.

Şimdi, duruma, Kur'an'ın boşanmayla ilgili temel kabullerini dikkate alarak bakalım:

Taraflardan her birinin boşanma ve boşama hakkı vardır. Bu hak egoist keyifler için kul­lanılamaz. Ortada boşanmayı gerekli kılan bir geçimsizlik olmalıdır. Bu sebebin varlığını öne sürerek boşanma isteyen taraf, bu isteğini şart­lara, zamana, zemine göre oluşmuş karar mer­cilerine (günümüzde mahkemelere) iletecektir. Kendisi "Geçimsizlik var, ben boşanıyorum" veya "Seni boşuyorum" diyerek evliliği bitire­mez, mutlaka yetkili mercie baş vuracaktır.

Merci, önce tarafları barıştırmayı ve yuvayı kurtarmayı deneyecektir. Bunda başarılı ola­mazsa boşanmaya karar verecektir, (bk. Nisa Su­resi, 128, 130) Bu işler hangi uzunlukta bir süre alırsa alsın, verilen karar "bir" boşanma (bir talâk) hükmündedir. Yani taraflar isterlerse yeniden bir araya gelebilir, yuvalarına, evli­liklerine kaldıkları yerden devam edebilirler.

Bu durum iki kez tekrarlanabilir. Üçüncü kez tekrar­landığında kadının bir başka erkekle evlenip boşanması gerçekleşmedikçe eski evlilik tazelenemez. Kadının başka bir erkekle evlenip boşanması bir muvazaa ile (hülle) çözülemez. Ciddi biçimde bir evlilik yapılmalı ve ciddi biçimde bir boşanma gerçekleşmiş olmalıdır.

Hülle rezaleti İslam'ı yüzyıllardır simsiyah gösteren ve adına hile-i şer'iye denen çirkin oyunlardan biri­dir ... (Boşanma ile ilgili saptırmaların ayrıntıları için bk. Kİ, 430-441)

Kur'an'ın verileri esas alındığında kadının da erkek gibi, boşama hakkı vardır ve bu hak hiçbir ağırlaştırıcı usule bağlanamaz.

Şimdi burada bir noktanın altını çizmek borcundayız:

Şurada verdiğimiz bilgiler ve çizdiğimiz tablolar esas alınarak bakıldığında, bugünkü medenî dünyanın, o arada Türkiye Cumhuriyeti'nin, evlenme ve boşanma konusunda geçerli saydığı hukuk-kanun düzeninin Kur'an'ın ideallerine, gelenekçi fıkıh despotizminin tavrından daha uygun ol­duğu anlaşılır.

* Kocanın, karısını dövme hakkının olduğunu iddia etmek:

Bu iddia da kadın aleyhindeki geleneksel baskının sergilediği saptırmalardan biridir. Ve bu saptırma, ne yazık ki Kur'an'ın Nisa Suresi 34. ayetine dayandı­rılmaktadır.

Bu dövme konusunda sadece bir değil, iki tutarsızlık sergilenmektedir. Tutarsızlıkların ikisine de Nisa 34'teki bir tâbir âlet edilmektedir: Geleneksel kabulün, "Dövün!" diye tercüme ettiği "fadribuhünne" cümle­si... Bu cümlede bir edat, bir emir ve bir zamir yer al­maktadır. Omurga kelimemiz, emirdir.

Bu emir, Arapça'da yirmiye yakın anlamı bulunan "darb" kelimesinden türeyen bir emirdir. Ayetteki du­rumu, hem üçlü (sülâsî) kalıptan hem dörtlü (rubaî) kalıptan alınmasına uymaktadır.

Nisa 34. ayete önce geleneğin kabulleri açısından, sonra da bu kabullerin dışından bakacağız. Geleneğin kabulleri acısından baktığımızda burada bir saptırma, bir de tutarsızlık dikkat çekiyor. Saptırma, döv­meye gerekçe yapılan "suç"un niteliğindedir. Tutarsız­lık ise bu suça verilen dövme cezasının uygulama biçi­minde...

Geleneksel kabul, ayetteki "darb" sözcüğünü "dövmek" anlamıyla alıyor. Bunun doğru olduğunu var sayalım. O zaman iki soru gündeme gelecektir:

1.     Dövme, hangi suçun veya suçların karşı­lığı olacaktır? Bu "suç", geleneksel anlayışın iddia ettiği gibi öyle "huysuzluk, geçimsizlik, dikbaşlılık"değildir, ayetin deyimiyle "nüşûz" eylemidir. Ne­dir kadının bu nüşûzu? Isfahanlı Râgıb'ın beyanıyla "nüşûz, kadının, kocasına kin tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır." (bk. el-Müfredât, K. V. M. mad.) Arapça'nın anıt lügatle­rinden biri olan el-Kâmûs el-Muhît ise nüşûzu, çe­virmeni Asım Efendi'in Türkçesiyle şöyle tanıtıyor: "Nüşûz; hatun, zevcine buğz ve adavet idüp is­yan ile muamele eylemek manasınadır." Yani "nüşuz, hanımın, kocasına, düşmanlık ve kinle isyan etmesidir."

Demek oluyor ki, her şeyden önce, dövmeye gerekçe yapılan şey, gelenekçi zihniyetin söylediği gibi "huy­suzluk, geçimsizlik" değildir; düşmanlık, başka­sına göz koyma, kin tutma, sadakatsizlik sonu­cu kocaya karşı bir isyanın başlatılmasıdır. Kı­sacası, bir iffetsizlik ve sadakatsizlik söz konusudur...

2.     Dövme anlamında alınan darbı kim uy­gulayacaktır? Dövme, ister had (nasla belirlenmiş ceza), ister ta'zîr (nasla belirlenmemiş suça, yönetimin ceza takdir etmesi) sonucu olsun bir müessir fiildir. iki halde de kamu otoritesi tarafından infaz edilecektir; aksi halde ihkak-ı hak (kişinin kendi hakkını kendisinin alması) söz konusu olur. İhkak-ı hak ka­nun dışıdır. Bu demektir ki dövmeyi, bir şikâyet üzerine, kamu otoritesi hükme bağlayıp uygulayacaktır.

Yani, Nisa 34. ayette kadının dövülmesi vardır desek bile bu, kocanın karısını dövmesi ilkelliğine gerekçe yapılamaz. Kadın, din emri (!) olarak dövülecekse bunu ilgili kamu görevlileri yapacaktır.

Nisa 34. ayete geleneksel kabullere takılma­dan bakarsak ne görüyoruz?

Birincisi: Kur'an, kesinleşmiş zina suçuna dövme cezası veren bir kitaptır. Böyle bir kita­bın, sadakatsizlikten kuşku haline aynı cezayı vermesi bir teşriî (kanun koymaya ilişkin) tutar­sızlık olur. Kur'an böyle bir tutarsızlıktan arınmıştır.

İkincisi: Kur'an, "nüşûz" sözcüğünü, Nisa Suresi 128. ayette erkek için de kullanmıştır. Erkeğin nüşûzunda hiçbir cezadan söz edilmez; sadece aile içi huzuru sağ­lamaya yönelik tedbirlerden söz edilir. Peki, neden er­kek nüşûzunda tedbir de kadınınkinde dayak?

Geleneksel kabul, "Kitap böyle" diyor şeklinde ce­vap verir. Hayır, kitap öyle demiyor. Kitap, kadının nüşûzunda da tedbirler öneriyor.

Şunu da hemen ekleyelim: nisa 34'te erkeklerin sıfa¬tı olarak çoğulu kullanılan "kavvâm" kelimesi de ge¬lenekçi anlayışın tercüme ettiği gibi "hakim, yönetici" filan demek değildir. Kollayıp gözeten (muhafaza ve müraat eden) demektir. Nisa 135 ve mâide 8'de de aynı anlamda kullanılmıştır. Nitekim el-kâmûs el-muhît, nisa 34'teki "kavvâm" sözcüğünü anlamlandırırken bunun "kadının işleriyle meşgul olmak" (kıyam bi şuûni'l-mer'a) anlamına geldiğini söylemiştir.

işin gerçeği budur ama geleneksel tevilcilik gerçeği değil, kendi hesabını esas almaktadır. Tarih boyunca hep böyle yapmıştır. Hesaba göre fetva bu tevilciliğin te­mel tavırlarından biridir. Osmanlı'nın hem de "en âlim ve en fazıl" vezir-i âzamlarından biri olan Lütfi Paşa (16. yüzyıl) zina eden kadınların cinsel organ­larını dağlatıyordu. Aynı suçu keyfince işleyen erkekle­re neden aynı cezayı vermediğini soran eşini ise "erine hürmetsizlikken dayağa çekmişti.

Duruma sünnet açısından da bakalım: Gele­neksel hurafecilik, herhangi bir konuda Kur'an'dan bir dayanak bulamayınca işi "sünnet" vadisine çeker. Oradaki bulanık sularda kendisini destekleyecek bol uydurma bulacağından çok emindir. Ama bazan hayal kırıklığına uğrar. Çünkü sünnet malzemesinin uydur­ma olmayanları da vardır.

Hz. Peygamber Nisa 34'ü sözlü ve uygulamalı sünne­tiyle nasıl yorumlamıştır?

Peygamberimiz, hayatı boyunca, zina iftirasına ma­ruz kalan eşi de dahil, hiçbir hanımına el kaldırmamış­tır. Peki, onun hayatında, Nisa 34. ayetin sünnetle yoru­mu sayabileceğimiz ne vardır? Biri söz, biri fiil şu iki yorum vardır:

Sünnet adına en güvenilir metin olarak düşünülebi­lecek Veda Hutbesi'nde, Peygamberimize isnat edilen şu sözleri görüyoruz: "Kadınlar üzerinde sizin hakkınız, onların sizin y ataklarınızı/namuslarınızı bir başkasına çiğnetmemeleridir. Eğer bu hakkınızı korumaz ve yatağınıza bir başkasını sokarlarsa onları, yaralama noktasına gelme­yecek biçimde dövün..." (Beyhakî; Delâilü'n-Nübüvve, 5/436)

Kur'an'ı dışlamada birinci derecede destek yaptıkla­rı sünnet işte bunu söylüyor. Eğer bu söz gerçekten Hz. Peygamber'in ise (karar, gelenekçi-anlayışa bırakılmıştır) o, kocasının yatağına yabancı bir erkeği almış, zina suçu işlemiş bir kadının kocası tarafından ancak yaralama noktasına gelmeyecek, iz kalmayacak (gayrı müberrih) biçimde hafifçe dövülmesine izin vermektedir. Hal böyle iken, aynı Peygamber nasıl olur da "huysuzluk, dik başlılık, saygısızlık etmesin­den kuşku duyulan" kadınlara dayak atılması­nı yasallaştırır?

Şimdi, Kur'an'dan bakalım: Nisa 34. ayette iffetsiz­liklerinden, düşmanlıklarından kuşku duyulan kadın­lara öngörülen "ceza"lar içinde dövme yoktur. Daha doğrusu Nisa 34. ayette, öngörülen bir ceza yok, alınması gereken bazı tedbirler vardır. Dayak bir müessir fiildir; dayaktan tedbir olmaz, ceza olur.

Nisa 34. ayetteki "darb" kelimesi Kur'an'daki kullanımının dışına çıkarılarak bir oyun oynanıyor ve kadının en küçük bir itirazı bile mahkûm edilerek erkeğin dayağıyla cezalandırılıyor. Tam bir yargısız infaz... Yargısız ve bazen sadist infaz... Kadın bir tür köle durumuna düşürülüyor.

Doğrusu nedir? Nisa 34. ayette öngörülen tedbir ne­dir? Oradaki "dövmek" anlamında alınan ve er­keğin doğal hakkı haline getirilen "Darb edi­niz!" ifadesinin gerçek anlamı nedir?

Önce, Nisa Suresi 34. ayette geçen darb söz­cüğünün Kur'an'daki kullanımlarını görelim:

1.    Örnek vermek, örneklerle anlatmak: Ör­nek olarak bk. İbrahim, 24; Nahl, 75-76; Rûm, 28

2.    Gezip dolaşmak, seyahat etmek: Örnek ola­rak bk. Nisa 94, 101; Mâide, 106

3.    Yol açmak: bk. Tâhâ, 77

4.    Uzaklaştırmak, uzakta tutmak: (bk. Zühruf, 5)

5.    Mühürlemek, damgalamak, tıkamak: (bk. Bakara, 61; Kehf, 11)

Darb sözcüğünün vurmak anlamındaki kullanım­ları ise şöyledir:

6.    Yüze ve sırta vurmak: Bu kullanım, vücûh (yüzler) ve edbâr (sırtlar) sözcükleriyle daima birlikte­dir, (bk. Enfâl, 50; Muhammed, 24)

7.       Elle vurmak: Bu kullanım, câr edatı (Ba) iledir, (bk. Saffât, 93)

8.    Boyun ve parmakları vurup uçurmak: Bu kullanım a'nak (boyunlar) ve benân (parmaklar) kelimeleriyl e bir kullanımdır, (bk. Enfal , 12)

9.    Bir âletle (sopa vs.) vurmak: Bu kullanım da câr edatı (Ba) iledir, (bk. Bakara, 60, 73; Araf, 160; Şuara, 63; Sâd, 44)

Nisa 34'teki kullanım, vurmak anlamındaki kulla­nımların hiç birine uymamaktadır. Darb kelimesi bu­rada, taşıdığı yirmiyi aşkın anlamın birisi olan "ba­rındığı yerden uzaklaştırmak (sülâsîden kul­lanım), yolculuğa çıkarmak (ifal kalıbından kul­lanım) anlamında kullanılmıştır. Çünkü diğer kulla­nımların hiçbirisi bu ayetin amacına ve içeriğine uy­mamaktadır.

Özellikle "uzaklaştırmak" anlamındaki kullanım hem içerik hem de filolojik açıdan çok uygun düşmekte­dir. Çünkü bu kullanımda sülâsî fiil (darabe) mefulüne (tümlecine) hiçbir edata ihtiyaç duymadan doğru­dan ulaşmaktadır ki, geleneksel okuyuşlara da tama­men uygundur. Buna göre, Nisa 34'teki "fadribuhünne" emrinin anlamı "Onları bulundukları yerden uzaklaştırın!" olur.

Kullanımın vurmak anlamında olması filolojik açı­dan mümkün görülebilir ama bu anlamda alınmasını engelleyecek "dinsel karineler", hatta deliller var­dır. Bunlar: 1. Kesinleşmiş zina suçuna dövme

cezasının verilmesi, 2. İfk olayında Hz. Âişe'nin dövülmeyip ikamet yerinden uzaklaştırıl­ması, 3. Veda Hutbesi'ndeki sözün, kadınları dövmeyi, kesin zina suçu şartına bağlamasıdır.

Bilindiği gibi, İfk olayı, Hz. Âişe'ye zina suçu isnat edilmiş bir olayın adıdır. Kur'an, Nûr Suresi'nde bu olayı ayrıntılarıyla ele almakta ve Âişe'yi aklamak­tadır. Olayın burada bizi ilgilendiren yanı şudur: Hz. Âişe, zina suçuyla itham edildiğinde Hz. Pey­gamber ona dayak atmamış, attırmamış, kendi evinden uzaklaştırıp babası Ebu Bekir'in evin­de oturmaya mecbur etmiştir. Veya Hz. Âişe bu­nu böyle yapmıştır. İki halde de, Ni sa 34. aye­tin Peygamber ve onun ev halkı eliyle bir uygu­lamasına tanık olmaktayız. Üstelik Hz. Aişe, sahabenin tefsir ve fıkıhta otorite sayılanla­rından biridir.

Özetlersek: Kur'an Nisa 34. ayette kadının dö­vülmesini emreden bir beyan yoktur, kadının sadakatsizlik ve iffetsizlik kuşkusu yaratması durumunda, olay açıklık kazanıncaya kadar eşinin evinden uzaklaştırılması vardır.

Nisa 34, dayak izni değil, üçlü bir tedbir ge­tirmektedir: 1. Öğüt vermek, 2. Yatakta yalnız bırakarak dikkate davet etmek, 3. Daha etkili bir uyarı için evden uzaklaştırıp başka yerde ikamete mecbur etmek.

Dünyanın önünde başımıza dert olan bu "kadın dövme ilkelliği", Kur'an içi dinamikler işletilerek bu şekilde çözülür.

* Haremlik-selamlığın İslam'ın emri olduğunu iddia etmek:

Kadını hayatın dışına iten ve onu zihinsel ve ruhsal bunalımların tutsağı haline getiren harem lik-selamlık uygulaması eski bir Arap örfüdür.

Bazı Arap yazarlar (örneğin Seyyid Kutup) bu uy­gulamanın İslam'a Osmanlı Türkleri tarafından so­kulduğunu söyleyedursun (bk. Kutup 'un tarafımızdan Türkçeleştirilen "İslam-Kapitalizm Çatışması" adlı ki­tabı) biz bunun bir Emevî uygulaması olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Türklerde bunun tam tersi vardı. Ne ya­zık ki Hilafet denen saltanat siyasetinin Yavuz Selim tarafından Osmanlı Devleti 'ne taşınmasından sonra, İslam'ın en güzel yorumu olan "Türkmen Yorumu", Arabizmin güdümüne girdi ve birçok Emevî töresi "İslam" adı altında içimize sokuldu. Bunlardan biri de haremlik-selamlık denen uygulamadır.

Bu uygulamanın öngördüğü davranışlar şunlardır:

*    Kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı oturmaları:

Bu İslamdışılık; evde, işyerinde, sünnet, düğün, kon­ferans, cenaze gibi toplantılarda, toplu yemeklerde (kadınlarla erkeklerin birlikte yemek yiyebi­leceklerini hükme bağlayan Kur'an ayeti için bk. Nûr Suresi, 61) kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı yer­lerde mekân tutmaları şeklinde uygulanmaktadır.

Bu anlayış, son zamanlarda, İslam'ın ağır bir is­tismarı olan "siyasal dincilik" tarafından okulla­ra, dersanelere, hastanelere kadar sokularak Müslü­manların hayatını tam bir kaosa çevirdi. Halkı birbiri­ne düşürdü, Müslüman'ı Müslüman'dan kuşku duyar bir duruma getirdi. Müslümanların dünyanın gözünde, içle­ri şehvet dolu kötü niyetli insanlar olarak algılanmala­rına ve tanıtılmalarına zemin hazırladı. (Haremlik-selamlık uydurması için bk. Kİ, 622-627. Bu konuda sahabî uygulamalarının nasıl saptırıldığı hakkında bk. Vehbi Ecer; "İslam Tarihi Dersleri", 2/128, 207-211)

*    Kadın sesinin haram ilan edilmesi:

İslam dışı kabullerin görünümlerinden biri de budur.

Şu bir gerçek ki, tslam vahiyleri içinde, kadın sesinin haram olduğuna ilişkin bir işaret bile yoktur. Bu, temelinden uydurma bir yasaktır. Dört mezhep fıkhını anlatan eserinde Abdurrahman el-Cezîrî (ölm. 1941) şöyle diyor: "Dört mezhebin kabulü­ne göre, kadın sesi, avret yani yasak değildir. Ancak fitneden korkulduğundan haram ilan edilmiştir." (el-Cezîrî; el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, 1/175)

Demek oluyor ki bu yapay yasak, birilerinin, "Fitne çıkar" demesiyle konmuştur. Ama zaman göstermiştir ki, en büyük fitne bu sözün dinleştirilmesiyle çıkmıştır.

Kadının sesinin haramlığı bir yana, kadınların imam bile olabilecekleri, Peygamberimizin uy­gulamalarıyla sabittir. Hem de bu imamlık, kadı­nın kadına değil, kadının erkek ve kadına birlikte imamlığıdır. Bu konuda Peygamberimizin açık uygu­laması var dır. (Ayrıntı için bk. Kİ, 620-622; "Asrısaadetin Büyük Kadınları", Ümmü Varaka bahsi)

* Kadınlarla tokalaşmayı haram ilan etmek:

Saptırmalardan biri de budur. (Ayrıntı için bk. Kİ, 622)

Ne ilginçtir ki bu saptırmanın siyasal avukatlığını yapan sözde "din adamı, fakıh" birçok kişi bile bugün artık böyle bir yasağın Îslam bünyesinde olmadığını, bunun bir örf olduğunu söylemektedir. Ama biz biliyoruz ki bu "saltanat fetvacıları" birkaç yıl önce bu mese­leyi tam tersi bir yaklaşımla halkın önüne çıkardı, ak­sini söyleyenleri zındık ilan etti.

Bu zihniyet, ülkeyi öyle bir noktaya getirdi ki 18-20 yaşlarındaki bir üniversite öğrencisi, babası, hatta dedesi yaşındaki hocasının, örne­ğin, bir diploma töreninde elini sıkamaz oldu. Çünkü sıkarsa "kötü kadın, hain kadın" mu­amelesi görecekti. Bu insanlık dışı davranışlar ve dayatmalar yüzünden Türkiye ve Türk insanı az kahır çekmemiştir.

işin doğrusu şudur ki, kadınla erkeğin tokalaşma­sını yasaklayan ne bir ayet vardır, hatta ne de uydurma bir hadis. Bunun tam tersine şu görüş birliği vardır: Te­settürde serbest olan yerlere dokunulması da serbesttir, (bk. el-Cezîrî; el-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, 1/175) El ve ayakların tesettüre tâbi olmadığı noktasında ittifak olduğuna göre bu organlara dokunmak, en tutucu, en baskıcı görüşlere göre bile yasak değildir.

Hz. Peygamber'in kadınlarla tokalaşmadığı yolun­daki rivayet -ki biz onun da uydurma olduğu kanısındayız-asla yasak ifade etmez. Hz. Peygamber soğan, sarım­sak, av eti de yemezdi. Ama bunlar hiç kimseye haram değildir. Bu tip davranışlar onun peygamber kişiliğiyle ilgili kendine has tavırlardır. Bu tavırlarının ümmetini bağlamadığı, herkesçe bilinmektedir. Bununla birlikte bir insan, "Ben, Peygamberimizin bu tavırlarına da uyacağım, gönlüm öyle istiyor" derse ona saygı duyarız. Elverir ki bu yaptığını din olarak başkalarına kabul ettirmeye kalkışmasın!

Hiç kimsenin kendi tercihlerini, kendince "takvada titizlik" olarak algıladığı tavırları dinin emri gibi ortaya sürmeye hakkı ve yetki­si yoktur.

Ne yazık ki hurafe dinciliği, kendi tercihlerini Al­lah'ın ve Peygamber'in buyruğu gibi dayatmak yoluna gitmiş, dini de dindarı da zora sokmuştur.

* Kadınların seçme ve/veya seçilme haklarının olmadığını, kadından devlet başkanı olamayacağını iddia etmek:

Kadını eve hapsederek erkeğin zevk ve hizmet ara­cına dönüştüren zihniyet elbette ki, ona seçme ve seçilme hakkı vermeyecektir. Kadının devlet yönetiminde söz sahibi olmasını, hele hele devlet başkanı olmasını ise asla istemeyecektir. Bu zihniyeti temsil edenler, bin de­reden su getirerek kadını kamu alanının dışına itmiş­lerdir.

Bizim bileceğimiz şudur: Bu iddia da temelden Îslam dışıdır; bir Arap uydurmasıdır. (Ayrıntılar için, bk. KI, 168, 627 vd.)

Kısacası, kadın hem seçme, hem de seçilme hakkına sahiptir. Bu hakkı kullanırken, kendisini her türlü kamu görevine, o arada devlet başkanlığına da aday gös­terebilir.

* Kadının evde oturması gerektiğini iddia etmek:

Kadın karşıtı saptırmalardan biri de budur.

Burada iki saptırma iç içedir. Birincisi: Kadının evde oturması gerektiği anlamında değerlendirilen Ahzâb Suresi 33. ayetteki "karne" kelimesinin anlamı kaydırılmıştır. "Karne", vakar kökünden türeyen bir fiildir. Vakarlı bir biçimde oturmak, vakarlı olmak de­mektir. Ayetteki "ve karne fî buyûtikünne" cümle­sinin anlamı da: "Evlerinizde de vakarlı oturun, vakarlı olun" dur.

Hitap, Peygamber hanımlarınadır ve onlardan, evle­rinde oturdukları zaman bile vakarlı olmaları istenmek­tedir.

Ayette ilk saptırma, emri: "Evlerinizde oturun!" şekline dönüştürmekle yapılmıştır. Ayetin evde oturtmak gibi bir isteği ve buyruğu yoktur. Buyruk, evde otururken de vakarlı olmayı sağlamaya yöneliktir. Çünkü Pey­gamber hanımları, "Hanımlardan herhangi biri gibi değildir" (Ahzâb, 32) Onlar, evlerinde bir başları­na oldukları zamanlarda bile dikkatli olmak, vakar tavrı içinde bulunmak zorundadırlar.

Ayetin söylediği budur ve bu söylenenin muhatabı da Peygamberimizin eşleridir. Gelenekçi saptırmacılık aye­tin anlamını kaydırarak: "Evlerinizde oturun"a çe­virmiş, bunu da evden dışarı çıkmamaya dönüştürerek kadını duvarlar arasına hapsetmiştir. Bu baskıyı sağ­lamlaştırmak için, evinden dışarı çıkan kadını lanetle tehdit etmiş ve ne yazık ki bu tehdidi Peygamberimize isnat ettiği bir uydurma ile de desteklemiştir. O uydurma şudur: "Herhangi bir kadın, kocasının izni ol­madan evinden dışarı çıkarsa, kocası onu bağışlayıncaya kadar, üzerine Güneş'in ve Ay'ın vurduğu her şey ona lanet eder." (bk. Elbânî; elAhâdîs ez-Zaîfa, 4/56)

İkinci saptırma: ayet, tüm müslüman hanımlara buyruk getiren "mutlak" bir emir içermiyor, sadece peygamber hanımlarına buyruk getiren "mukayyed" (kayıtlı) bir emir içeriyor. Mukayyed emir, takyidi üzere hüküm ifade eder. Yani bu emrin doğrudan yü kümlüsü Hz. Peygamber'in eşleridir. Ahzâb 28-34. Ayetler hz. Peygamberce, "eşlerine de ki..." emriyle başlayan ve peygamber hanımlarını ayrı bir kategoride ele alarak diğer kadınlar¬dan ayıran ayetlerdir. Bu ayetlerdeki hükümler diğer hanımları bağlamaz. Bunlar, özel yüküm¬lülükler getiren ayetlerdir ve bu, açıkça belir-tilmiştir.

O halde, kadınların evde oturmaları gerekti­ğine ilişkin beyanlar ve iddialar temelden uy­durmadır, saptırmadır. Peygamber hanımları için bile böyle bir emir yoktur. Nitekim Hz. Aişe bunun böyle ol­duğunu beyan etmiş ve evinden çıkarak aktif hayata, hatta askerî hayata atılmış ve ordu komutanı olarak gö­rev yapmıştır. Bu görevi, Hz. Ali'ye karşı yürütmüş ol­masının yanlışlığı, kendisi tarafından da kabul ve iti­raf edilmiş ayrı bir meseledir.

Kadınların evde oturtulmaları gerektiğini söyleyen zihniyetin esas amacı kadının eğitim ve öğretimin dı­şında tutulmasıdır. Eğitim ve öğretimden pay alan ka­dın, kendisini eşya gibi kullanan zihniyetin başına dert açar. Bunun önlenmesi gerektiği düşünülmüş ve tedbir daha baştan alınmıştır: Kadını evde tutup eğitim ve öğre­timden uzaklaştırmak. Bu konuda dikkat çeken uydur­ma hadislerden biri şudur: "O kadınları odalarda oturtmayın, onlara okuma-yazmayı öğretmeyin; onlara sadece dokuma işlerini ve Nûr Suresi'ni öğretin." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/30) * Kadının örtünmesiyle ilgili emri eski örflerin dinleştirilmesine araç yapmak:

Öncelikle şunu ifade etmeliyiz: Geleneksel fıkhın kabulleri esas alındığında kadının örtünmesini bir "din emri" olarak görmek mümkün değildir. Bu kabul­lerden yola çıktığımızda örtünme, sosyal konum belirle­yici bir örf olur.

Geleneksel anlayış, bu noktada çok ciddi bir çelişki içindedir. Özetleyelim:

Bu anlayış, kadın ve örtünme konusunda iki ayrı icma'dan söz eder: 1. Köle ve câriye kadınların avretle­rine (örtünmesi gereken yerlerine) baş ve göğüslerin da­hil bulunmadığı, 2. Kadınların el ve yüz dışındaki tüm vücut bölgelerinin avret olduğu ve sonuç olarak da ör­tünmesi gerektiği.

Şimdi bu icma'larm birincisi doğru ise ikincisinin şu şekilde düzeltilmesi gerekir: Hür kadınların örtün­mesi gereken yerleri, yüz ve elleri dışındaki tüm bölge­lerdir. Oysaki günümüz gelenekçileri örtünmeden söz ederken sadece "kadının" demekte, "hür" sözünü kul­lanmamaktadır. Çünkü hür kadın, köle-cariye kadın ay­rımının bugün olmadığını biliyorlar.

Birinci icma' doğru ise (yani böyle bir icma' dinen mümkün ise ve varsa) o zaman örtünme konusu bir din emri olmaktan çıkar, sadece sosyal konum belirleyici örfî bir düzenleme olur.

Birinci icma' yok veya isabetsiz sayılıyorsa o zaman icma' denen kavram ve kuruma geleneksel anlayışın yüklediği bağlayıcılık temelden çöker. Bir kurum bir yerde bağlayıcı, bir başka yerde isabetsiz ve işe yaramaz olabiliyorsa kitlelerin kaderi o kavram ve kuruma tes­lim edilemez.

Geleneksel fıkha göre, kadınlar hür ve câriye ola­rak iki kısma ayrılmaktadır. Cariyelerin örtünmesi tıpkı erkeklerinki gibidir. Yani onlar edep yerlerini ört­tüklerinde örtünme görevlerini yerine getirmiş olurlar. Dahası da var: Cariyeler, örtünmeme serbestisine sahip olarak kalmazlar, örtünmemeleri şart koşulur. Hatta, namaz kılarken bile, örneğin başlarını örtmelerine izin verilmez.

Hz. Ömer gibi bir sahabînin, başı örtülü olarak na­maz kılmakta olan bir câriye kadının başını açtığı ve onu: "Sen hür kadınlara mı özeniyorsun?" diye azarladığı, hatta dövdüğü rivayeti konuyla ilgili kay­naklarda yazılıdır.

Burada iki ihtimal var:

1.    Ömer'in bu yaptığı bir bid'at olarak red­dedilecektir ki, bizce de doğrusu budur. Çünkü Kur'an, kadınları câriye ve hür diye ikiye ayırmadığı gibi, hiçbir emrini, özellikle iba­detleri hürler ve cariyeler için iki ayrı düzen­lemeye tâbi tutmamıştır. Eğer tutsaydı zaten ev­rensel hak din olmazdı; bir sınıf ideolojisi olurdu.

2.    Ömer'in davranışı bir bid'at değil, dinin bir uygulamasıdır. O zaman örtünmenin bir din emri olduğunu iddia etmek tutarsızlık olur. Çünkü Allah, kullarından her sosyal sınıf için ayrı bir din göndermemiştir. Örtünme, kadın­ların bir sınıfı için bir türlü, ötekisi için başka bir türlü oluyorsa bir din emri olmaktan çıkar, sosyolojik bir sınıf göstergesi olur. O zaman da şunu söylemek gerekir: Bugünkü dünyada hür-câriye, hür-köle gibi ayrımlar ol­madığına göre (ki İslam'ın amacı da budur) ör­tünme diye bir din emri de olamaz. İsteyen is­tediği gibi giyinebilir.

Olaya Kur'an açısından bakalım:

Şu bir gerçek ki Kur'an'da kadının örtünmesiy­le ilgili açık emirler vardır. Ancak bu emirler, bu­günkü İslam dünyasında, özellikle Arap-Acem coğrafya­larda siyasal bir simgeye dönüştürülen ve adına "tesettür" (kelime anlamı: zorla, baskı ile kapanma ve kapatma) denen uygulamanın iddialarına asla destek vermez.

Kur'an'ın örtünme ile ilgili emirlerinin ayrıntılı bir anlatımını biz, "Kur'andaki İslam" kitabımızın Nûr Suresi 31. ayetini açıklayan bölümünde verdik. Bu konu ayrıca, İslam hukuku alanının otoritelerinden biri olan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin "İlahî Hikmette Kadın" adlı eseriyle, sosyolog ilahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz 'ın "İslam'da Giyim-Kuşam" adlı ça­lışmasında tüm ayrıntılarıyla anlatılmıştır.

Günlük çıkar politikalarından uzak bu bilimsel ça­lışmalar şu noktaları açıkça ortaya koymaktadır:

a)      Kur'an'ın örtünme emri, abdest organla­rını, o arada başı içermemektedir. Başın örtülme­si bir sosyal durum göstergesidir, bir din buyruğu değil. Eskiden toplumun hürler sınıfına mensup olanlar "serbest" sözcüğüyle tanıtılırdı. Serbest, Farsça'daki ser (baş) kelimesiyle "best" (bağlanmış) kelimesinin birleşmesidir ki "başı bağlı" demektir. Başı açık olan­lar köleler, işçiler ve cariyelerdi; başı bağlı olanlar ise hür ve seçkin tabaka idi. Fıkhın, kadınları hürler ve cariyeler diye ikiye ayırmasının dayandığı mantık da bu­dur; Kur'an'ın herhangi bir ayeti değil...

Kur'an'ın örtünme emri tüm kadınlara yöne­lik bir emirdir. Câriye-hür diye bir ayrım yok­tur. Nûr 31. ayette başın örtülmesini buyruk al­tına alan bir ifade de yoktur. Çünkü:

1.     Nûr 31'deki emir kipi, başa ilişkin bir emir değil, göğse ilişkin bir emirdir. Yani mutlak emir göğsün kapatılmasına yöneliktir, başın örtülmesine değil. Ayetin iniş sebebi ile siyak ve sibaktan (ayetin önünden ve sonrasın­dan) emrin, göğse takılan süs takılarının örtülme­sini amaçladığı anlaşılmaktadır.

2.     Fıkıh usûlcüleri dediğimiz metodolojistlerin tümünün ortak kabulü, Kur'an'daki bütün emirlerin vücûp (gereklilik, farzîyet) ifade et­mediği merkezindedir. Başka bir deyişle, vücûp ifade etmeye, emir kipinin kullanılmış olması yetmez, o kipin farzîyet (gereklilik) anlamında bağlayıcılık ifade ettiğinin başka yollarla (karinelerle) gösterilmiş olması gerekir.

Emir kipinin hangi anlamları ifade ettiği uzun uzun anlatılmaktadır. On ila onbeş arası anlamdan söz edil­miştir. Fahreddin Razî (ölm. 606/1209), fıkıh usûlüne ilişkin eseri el-Mahsul'de Kur'an'daki emir kipinin onbeş anlam ifade ettiğini, bunlardan sadece birinin vücûp olduğunu bildirmektedir. Aynı zamanda bir usulcü olan İmam Gazâlî, metodolojiye ilişkin ünlü eseri el-Müstasfa'nın "emir" kavramını ele alan bölümünde (bk. 1/737-777; 2/5-35) Kur'an'daki emir kiplerinin fıkıh açı­sından durumunu incelerken şu noktaların altını çiz­mektedir: İmam Şafiî, emrin temel kategori olarak iki anlam ifade ettiğini söylemiştir: Vücûp (gereklilik, farzîyet), nedb (edep ve terbiye tavrı). Emir kipinin vücûp ifade etmesi sırf emir kipin kullanılmasıyla gerçekleş­mez, başka dinsel karinelere ihtiyaç vardır, mutlak ola­rak emir kipinin kullanılmış olması yeterli değildir. Bu karinelerin başta geleni, emir kipiyle bildirilen hususun aksini yapanların hesap ve ceza ile tehdit edilmeleridir. Gazali burada "emrin yerine getirilmemesinin isyan anlamı" ifade etmesinden söz ediyor, (bk. 1/763) Yani emir kipi kullanılarak bildirilen bir husus, eğer vücûp ise (aksini yapmak haram işlemek ise) o emri çiğnemenin Allah'a isyan olduğunun bildirilmesi gere­kir. Gazâlî'ye göre, emrin birkaç kez tekrarı da vücûp ifade etmenin kanıtlarından biridir. Eğer bu iki özellik yoksa emrin nedb (mendupluk, edep ve terbiye tavrı) ifa­de ettiği kabul edilir. Ve Gazali ekliyor: Ümmetin nedbe hamlettiği emirler, çoğunluktadır. (Müstasfa, 1/773) Yani ümmetin genel kabulü emrin nedb ifade et­tiği merkezindedir.

Gazâlî'ye göre, emrin vücûp veya nedb ifade et­tiği hususunda tartışma çıkarsa "tevakkuf" (hüküm vermekten kaçınıp beklemek) esas alı­n ı r.

Gerek gazâlî'nin, gerekse diğer usûlcülerin emir kavramı ile ilgili bu anlayış ve kabulleri dikkate alındığında nûr 31'deki emrin, başı örtmek anlamında vücûp ifade ettiğini söyle¬mek mümkün değildir. Çünkü ne o emri terk edene hesap ve ceza tehdidi vardır ne de emrin defalarca tekra¬rı. O halde emri, ya yunus vehbi yavuz gibi "nedb" kabul edip "örtünme sünnettir." diyenler olabileceği gibi, gazâlî'nin koyduğu ölçüyü işleterek hüküm verme¬yenler de olabilecektir. Bunun ötesine geçilemediği içindir ki, geleneksel kabul, örtünmeyi, köle-hür tüm kadın­lar için farz görememiş, sadece hür kadınları bağlayan bir sosyal statü göstergesi olarak değerlendirmiştir.

Bizim bu ayetten anladığımız tüm bu ihtimallerden farklıdır. Bize göre, Nûr 31. ayette vücûp ifade eden bir emir vardır ve o da göğsün kapatılmasıdır. Başın-saçların kapatılmasına ilişkin bir emrin o ayetten çıkarılması zorlama ile bile mümkün olmaz. Sünnetten de buna güvenilir bir kanıt yoktur.

Hanefî fıkhının ve fıkhî tefsirin öncülerinden biri sayılan el-Cassâs (ölm. 370/980) "Ahkâmü'l-Kur'an" adlı tefsirinde Nûr Suresi 31. ayeti açıklarken oradaki örtünme emrinin "göğüs ve boyunları örtmeyi" amaçladığını bildirmektedir. Cassâs şöyle diyor: "Bu ayetten anlaşılır ki kadının göğsü ve boynu av­rettir, yabancı erkeklerin görmesi caiz olmaz." (Cassâs; Ahkâmü'l-Kur'an, 3/461) Cassâs'ın aynı yerde bildirdiğine göre, tâbiûn devri müfessirlerinin en ünlü­lerinden biri olan Said b. Cübeyr (ölm. 95/713)e göre de saçların açılması haram değil, sadece mekruh­tur.

Demek oluyor ki, başın kapatılması yönünde bir icma'ın varlığından söz etmek de tutarlı değildir. Said b. Cübeyr gibi bir zatın onaylamadığı bir görüşe, icma' demek mümkün değildir. Namazda setr-i avretin sadece sünnet olduğunu söyleyen İmamı Mâlik (ölm. 179/795)i de Said b. Cübeyr'in yanına koymak gerekir. Peki, bu durumda icma' nerededir? Bu görüşlerin gerçekten Said'e ve İmam Mâlik'e ait olup olmadığı tartışılabilir de­nirse, o zaman şu veya bu konuda icma'ın olup olmadığı da pek alâ tartışılabilir demek gerekir. Bu durumda da söz varacağı yere varır: Onun-bunun dediğini, deyip demediğini teftiş yerine Kur'an'a bakıp çözümü orada bula­lım! ...

Böyle bakıldığında söylenecek şeyin şu olduğu kanı­sına varıyoruz: Vücûbun, başın örtülmesine bağlanması geleneksel kabullere çok uygun bir yorum olduğu için tu­tulmuş ve kurallaşmıştır. O ayetten açıkça çıkan tek emir, göğüslerin, özellikle göğse takılmış bulunan süs takılarının kapatılmasıdır. Ayette geçen "zînet: süs" tâbirini kadının vücudu olarak değerlendirip el ve yüz dışında (bazı kabullere göre yüz de dahildir) tüm vücu­dun "avret" olduğunu ve kapatılması gerektiğini söyle­mek inandırıcı değildir. Kadın vücudunun "zînet" ola­rak düşünülmesine dayanak olacak hiçbir Kur'an ayeti yoktur. Bunlar, egemen anlayışın hesabına uygun geldi­ği için dinleştirilmiş yorumlardır. isteyen, din adına bu yorumları elbette ki izler, ama başkalarının bunları din yapmasını isteyemez. Din, Kur'an'dakidir. Kur'an'dakini bulmak ve anlamak için onun-bunun tabularını kutsamak zorunda değiliz. Allah'ın "İşletin!" dediği aklımızı kullanarak Kur'an'ı okur, ihtiyaçlarımızı ve şartlarımızı da dikka­te alarak çözümü kendimiz buluruz. Falanca böyle buyurmuştur, müfta bih kavil budur filan gibi "konsil" kokan dayatmalara teslim olmak borcunda değiliz. İslam'da teslimiyet yalnız ve sadece Allah'adır. Ve Allah'ı bu yeryüzünde sa­dece Kur'an temsil ediyor.

Şunu da unutmamak zorundayız: Abdest, vücudun açık havaya maruz bölgelerine uygulanır. Eller-kollar, yüz, ayaklar ve baş bu organlardır ve abdest bu organla­ra uygulanan bir temizlik hareketidir. Asrısaadet'te, abdesti kadın-erkek herkes toplu halde aynı yerde, hatta aynı kaptan alabilmekteydi. Bunun, örtünme emrinden önce olduğu, sonradan kaldırıldığı yolunda en küçük bir beyan yoktur. Bu sünnet olgusu da, Nûr 31'deki emrin nedb ifade ettiği yolunda aşılmaz bir ka­nıttır.

Kısacası, Kur'an ve sünnetin verileri de, abdest uzuvlarının örtünmeye dahil olmadığını göstermektedir. Kaldı ki kolların dirseklere kadarı­nın avret olmadığı, yani örtünmeye dahil bulunmadığı başka fakıhlarca da dile getirilmiştir. Irak fıkıh ekolü­nün babası sayılan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) bunların başında gelir. (bk. Taberî; Tefsir, 18/120)

İmam Ebu Yûsuf (ölm. 182/798), İmam es-Serahsî (ölm. 483/1090), Abdullah el-Mavsılî (ölm. 684/1285), İbnü Nüceym (ölm. 971/1563) bunlardan bazılarıdır. (Bu konuda bk. Ali Akın; Îslam Kaynakları Işığında Güncel Konulara Açıklama, 54) Bunun aksi, örfün bir kabulüdür. Îsteyen bu kabule uyar, istemeyen uymaz.

Örtünmenin şekline, desenine, rengine, in­celiğine, kalınlığına ait beyanların hiçbirinin dinle, Kur'an'la, sünnetle ilgisi yoktur. Bu me­aldeki sözlerin tümü sonraki devirlerin ulema fetvalarıdır.

Özetlersek: Müslüman kadın, başı-yüzü, dir­seklere kadar kolları, bileklere kadar ayakları dışındaki vücut bölgelerini zamanı-zemini, iş şartlarını, iklim ve coğrafyanın özelliklerini dikkate alarak kapatır. Nur 31, kapatılacak bölgelerde de "açık kalabilecek yerler müstes­na" kaydıyla değişik zemin, zaman ve şartla­ra, kısacası örfe bir pay bırakmıştır. Müslü­man kadın, yaşadığı yerin örfünü de dikkate alarak elbette ki o paydan da yararlanır.

"İstisna edilen kısımlar hariç" ifadesi Müslü­man kadının önünde bir esneklik alanı açarak onun rahatlamasını sağlamaktadır. Bu istisna edilen kısım­ların nereler olabileceğini gösteren en güzel ifade bizce Kaffârin (ölm. 365/975) şu sözüdür: "Açılabilecek kı­sımlar müstesnadır ifadesinin anlamı insanın, yürürlükteki âdetlere göre açabileceği kısımlar demektir." (bk. Razî; tefsir, 23/206) Kaffâl (Ebu Bekr Muhammed b. Ali eş-Şâşî. Büyük Kaffâl diye anılır. Müfessir, muhaddis ve fakıhtır.) bu ilkesel sözünün ardın­dan kendi yöresinin âdetini ifade eden şu sözü söylüyor: "Bu da kadınlarda ellerle yüzdür." Kaffâl 'in bu tespiti, yaşadığı zamanın, aslolan ilkeden ne anladığını gösterir. Önemli olan, ilkedir. ilke ise "yürürlükteki âdetlerin dikkate almması"dır. Elbette ki âdetler, nassın sınırlarını aşmaya gerekçe yapılamaz. Örneğin, âdet böyle diye göğsün açılması mubahlaştırılamaz.

Vücudunun örtülmesi gereken bölgelerini kapatma­yanların durumuna gelince, bu onlarla Allah arasında bir meseledir. Diğer buyruklara uymayanların durumu nasıl çözüme ulaşacaksa bunlarınki de öyle ulaşacaktır. Diğer suçları akşama kadar işleyenlerden tek kelimeyle söz etmeyenlerin sokaklarda onunbunun eteğini, yakasını, kumaşının rengini, inceliğini hesaplamaları iyi niyet ve ciddiyet ürünü olarak kabul edilecek cinsten değildir.

Örtünme emrinden ne anlarsanız anlayın, bu nihayet "vesâil: araç" hükümler cümlesindendir. Düzinelerle "makâsıd: amaç" hükmün çiğnenişini kılı kıpırdamadan seyredenler, ör­tünmenin birkaç santimlik eksikliğini İs­lam'ın biricik Allah-iman meselesi gibi gün­demde tutup Müslüman dünyanın yıllarını bu işle harcamışlardır.

Birileri, Müslümanları listenin en sonun­daki "vesile: araç" konularla oyalamakta ve esas amaç meselelerin gündem dışı kalmasını çok kurnaz bir biçimde sağlamaktadır.

Örtünme ile ilgili yanlışlardan biri de "bir ayeti saklama" şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'an, Nûr Suresi 60. ayette, hayıztan kesilmiş kadınların örtünme yükümlülüklerinin kalktığını söyle­mektedir. Bunlar, açık ve sırıtkan bir teşhirci­liğe sapmamak şartıyla, diğer kadınların bağlı oldukları örtünme kayıtlarına bağlı tutulmaz­lar. Belli ki Kur'an bunları artık "toplumun bir tür ortak anne kadınları" olarak görmektedir.

Kadının namaz sırasında örtünmesi mesele­sine de değinmek gerekir. Kadının namazda örtünmesi ilmihal kitaplarında namazın şartlarından biri (setr-i avret şartı) olarak gösterilir. Bu hangi vahyi beyana da­yanmaktadır? Örtünme bağımsız bir emirdir ve yabancı erkeklere karşı uygulanır. O halde, kadın yabancı er­keklerle karşılaşma durumunda kalacaksa örtünmesi namaz içinde veya dışında şarttır. Yabancı erkeklerle karşılaşma durumu söz konusu değilse kime karşı, ne için kapanacaktır? Allah'a karşı kapanma söz konusu olamaz.

O halde namazda örtünme meselesini iki durumu birbirinden ayırarak değerlendirmek zorundayız:

1. Namaz sırasında yabancı erkeklerin ka­dını görmesinin söz konusu olduğu durum: B u durumda kadın örtünme şartlarına uymuş olmalıdır.

2.      Namaz sırasında yabancı erkeklerin gör­mesi söz konusu olmayacak durum: Bu durumda kadın namazını istediği giysi ile kılar. Allah'a karşı ör­tünme söz konusu edilemez. Kadın, evinde-odasında bir başına namaz kılacaksa neden örtülere burunsun! Nite­kim, fıkıh usûlcüsü Şâtıbî (ölm. 790/1388), el-Muvâfakat' ında bu konuyu değerlendirmiş ve kadının namaz sırasında örtünmesini "tahsîniyattan" yani zerafet ve estetikle ilgili hususlardan biri olarak göstermiştir. Şöyle diyor: "Avret yerlerinin örtülmesi namazın güzel görünmesini sağlayan hususlardandır. Eğer namazda örtünme mutlak bir emir (şart) olsaydı örtünme imkânı bulamayanın namaz kılması mümkün olmayacaktı. Oysaki durum bunun aksinedir." (Şâtıbî; Muvafakat, 2/15-16)

Şâtıb î'nin bu açıklaması da göstermektedir ki fıkıh kitaplarının, özellikle ilmihal kitaplarının sıraladığı her şart veya rükün vahyin esas aldığı farzı veya yasağı ifade etmiyor. Bu tip şart ve rükünlerin büyük bir kısmı, fıkıhçılarm kendi metodolojileri (kendi teknikleri de denebilir) içindeki düzenlemeye uygunluğu sağlayan teknik terimlerdir. Halk bunların birçoğunun Allah'ın gerekli gördüğü farzlarla bir ilgisinin bulunmadığını bilmez, "farz, şart, rükün" sözcüklerini görür görmez bunu bir ayet emri sanır.

Bunun içindir ki biz, ilmihallerin Kur'an ve sünnete göre yeniden oluşturulmasını hayatî bir zorunluluk olarak görmekteyiz. Sapla saman birbirine karışmış, Allah'ın istediği ile mezhep imamla­rının ve hatta mezhebin ikinci, üçüncü dereceden fakıhlarınm istedikleri iç içe girmiştir.

* Kadınların ruhsal yaşantılarına ve ibadetlerine kısıtlamalar getirmek:

Bir cinsin, bir sosyal zümrenin veya bir sınıfın bir dindeki yerinin en iyi göstergesi, o cins veya zümrenin ibadet hayatında kendisine verilen yerdir.

Bu anlayışla Müslüman kadına baktığımızda onun durumunun hiç de iç açıcı olmadığını hemen fark ede­riz. O, açık bir biçimde ikinci, hatta üçüncü sınıf bir var­lık haline getirilmiştir.

Kadının ikinci sınıf "insan" durumuna dü­şürülmesinin arkasında İslam vahiyleri veya Peygamber uygulamaları değil, sonraki zaman­ların saptırmaları vardır.

Îslam Peygamberi, insanlık tarihinin ortak gelenek­lerinin dışına çıkarak kadının ibadet hayatında o güne değin görülmemiş reformlar yapmıştır. Örneğin, kadına toplu ibadetlerde liderlik hak ve yetkisi vermiş, hatta bunu elle tutulur hale getirmek için, kadın sahabîlerinden birini erkeklerin de bulunduğu cemaate imamlık yapmakla görevlendirmiştir. Ümmü Varaka adlı bu kadın sahabînin durumunu inceleyen kaynaklardan bi­raz yukarıda söz etmiştik.

Sonraki zamanlarda ise, bırakın kadına bu hakkın verilmesini, onun cemaatten biri olarak dinsel hayata katılımı bile engellenmiştir. Kadın bu devirlerde sadece sosyal hayatın değil, dinsel-ruhsal hayatın da dışına itilmiştir.

Bir örnek olarak yine imamlık görevini ele alalım:

Bilindiği gibi, Îslamiyet, namazların cemaatle kı­lınması halinde resmî-belgeli bir imam şartı koymaz. Çünkü din bir meslek değildir ve din sınıfı yoktur. Top­lanan cemaat içinde "en uygun" kim ise o imam olur. En uygun olma halini belirleyen ilk ölçü, iyi Kur'an okuma ölçüsüdür. Gel gör ki bu ölçü, kadın için işletilmemiştir. Kadın, cemaatin en iyi Kur'an okuya­nı da olsa onun imamlık hakkı yoktur. Eğer er­kekler içinde imamlığı caiz olacak derecede düzgün bir Kur'an okuyucu yoksa problem şöyle çözülür: imam olarak öne bir erkek geçirilir, iyi Kur'an oku­yan kadın arkada durur ve okur; göstermelik erkek-imamsa rükû ve secdede "öncülük" etmek için yatıp kalkar, (bk. Ibn Hemmâm, 3/140-141)

Bu bir örnekti; kadına ilişkin hakların tüm şartlar aşılarak nasıl kullanılmaz hale getirildiğini göstermek için seçildi. Yoksa biz, insanlığın ortak-geleneğine uyulmasından şikâyetçi değiliz. Ama ehliyetsizlik söz konusu iken hâlâ erkeğin liderliğinde ısrarın akla ve dine uygun bir açıklaması yoktur.

Kaldı ki kadının ibadet hayatına konan engeller sa­dece bu örnekteki gibi uç durumlar halinde karşımıza çıkmamaktadır. Kadın açık bir biçimde Allah'ın kulluğunun dışına itilmiştir.

Bu itmelerin bir kısmı bid'at, bir kısmı sap­tırma, bir kısmı tahrif ürünüdür. Şimdi bunların belli başlılarını görelim:

* Kadının Cuma ve bayram namazlarından uzaklaştırılması:

Kur'an'ın söylediği ve Peygamberimizin gösterdiği bunun tam tersidir. Namaz ve Cuma maddelerinde de gördüğümüz gibi, Asrısaadet'te kadınlar Cuma ve bayram namazlarına katılmakta idiler. Çünkü bu namazlar erkek için neyse kadın için de odur. Gele­neksel uygulama ise kadınları camiden cemaatten uzak­laştırmış ve gerekçe olarak da "fitne çıkar" demiştir.

Her ne hikmetse "fitne", aklı cinselliğe saplanıp kalmış erkekten çıkmıyor da onun bir şehvet aracı gibi görüp eşyalaştırdığı kadından çıkıyor. Ve her ne hik­metse kadın Hz. Peygamber'in ibadethanesinde fitne un­suru olmuyor da onun ölümünden sonra aniden bir "fitne makinesi" haline geliveriyor... Ve bu fitneyi durdurmak için Îslam mabedi "erkekler mâbedi "ne dönüştürülüyor.

Doğrusu şu ki kadınlar Cuma ve bayram namazları­na, tıpkı erkekler gibi gidebilirler. Peygamberimiz dev­rinde de gitmişlerdir, (bk. Îbn Hemmâm, 3/302-303) Bu­nun aksini kurallaştıranlar dine değil, kendi nefisle­riyle kendileri gibi düşünenlerin yorumuna dayanmış olurlar.

* Kadının cenaze namazından uzaklaştırılması:

Bu dindışı uygulama, çok sonraki devirlerindir. Üs­telik bu uygulamanın tam tersinin doğru olduğu, kadın­ların da cenaze namazına katılma hak ve yetkilerinin bulunduğu, en gelenekçi, hatta yobaz ilmihallerde bile yazılıdır. Yazılıdır ama hayata geçmemiş ve bu yüzden unutulmuştur.

En basit ilmihal kitapları bile kadınların cenaze namazı kılabileceklerini yazmaktadır. Esasen cenaze namazı diye andığımız uygulama, fıkıh tekniği bakımından bir namaz değildir, bir duadır. Ora­daki "salât" sözcüğü teknik anlamda namazı değil, ke­lime anlamıyla salâtı yani duayı ifade eder. Cenaze namazında secde ve rükû' yoktur; secdesi ve rükû'u olmayan bir ibadet fıkhı anlamda na­maz olmaz. Ve bunun içindir ki cenaze namazı abdestsiz de kılınabilir. Çünkü abdest, fıkhen namaz olan ibadetler için gereklidir. Cenaze fıkhen bir namaz değildir, bir duadır.

Fıkhen namaz olan diğer namazlara (vakit namazı, Cuma, bayram) erkeklerle birlikte aynı camiye gidebile­ceği kabul edilen kadınlar, cenaze namazına neden gi­demesinler? Bunun akıl ve din ölçüleriyle açıklanması mümkün değildir!

Şu söylenebilir: Kadın hassastır, cenaze onun bu ya­nını tahrik eder, ağlar, bağırır, fenalık geçirebilir. Bu yüzden cenaze namazına katılmaması daha uygun olur. Bu dinlenebilir bir sözdür. Nitekim, Peygamberimizin bazı durumlarda kadınları cenazelere katılmaktan uzak tuttuğu yolunda rivayetler vardır. (Örnek olarak bk. Ibn Hemmâm, 3/453-458) Ne var ki bu bir yasak değil, bir ac­ıma, kollama ve nihayet bir tedbirdir. Kadını korumaya yönelik bir öneri olarak dinlenebilir. Eğer kadın bu öne­riyi dinler, cenazeye katılmaz ise buna saygı duyulur. Fakat eğer katılmak ister, duada da yer almayı tercih ederse ona hiç kimse engel olamaz.

* Hayızlı ve lohusa kadına ibadetin, mabede girmenin yasak edilmesi:

Âdet görmüş kadına reva görülen zulmü Kur'an yıkmıştır. Ne yazık ki Kur'an'ın yıktığı bu zulmü, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Islam'ın ta içine soktu­lar ve adına da "sünnete riayet" dediler.

Kur'an, kadınların hayız halini bir "hastalık ve sıkıntı hali" (eza) olarak nitelendirmektedir. Eza, kadına eziyeti din yapanların iddia ettikleri gibi

"pislik" demek değildir. Yola düşmüş ve geçişi zorlaş­tıran her şey bir eza yani sıkıntı sayılmıştır. O düşen şey bazan dışkı türü bir şey de olabilir. Bunun böyle ol­ması eza kelimesinin "pislik" şeklinde tercümesine bahane yapılamaz!

Eza, Isfahanlı Râgıb'ın da belirttiği gibi, "Canlı­lara dokunup onlara bedensel veya ruhsal yön­den eziyet veren dünyevî ve uhrevî her türlü şeye denir." Râgıb, Kur'an dilindeki ustalığını, ko­numuz olan Bakara Suresi 222. ayeti özellikle ele alarak bir kez daha sergiliyor. Diyor ki: "Bu ayette âdet ha­line eza denmesi din ve tıp açısından eza olma­sı yüzündendir. Nitekim tıp sanatının ustaları bunun böyle olduğunu bildirmektedir." (Râgıb; elMüfredât, eza mad.) Râgıb'ın bu beyanının bizi götürdü­ğü sonuç şudur: Âdet hali bir hastalık halidir.

Kadının hayız halini bir "pislik" hali gören anla­yış, esasında kadının kendisini de tam temiz görme­mektedir.

Bir örnek verelim: Hadis diye rivayet edilen bir söz, "Müslüman'ın artığı (sü'r) temizdir" diyor ve fı­kıhta Müslümanların artıklarına ilişkin düzenleme bu kabule uygun olarak yapılıyor. Şu anda bunun isabetini tartışacak değiliz. Bizi ilgilendiren nokta şudur: Müs­lüman'ın artığını temiz kabul edenler, kadının artığına gelindiğinde onu Müslüman'dan ayırmaktadırlar. Bir defa, kadının artığı meselesi hayvanların ar­tıkları bahsinin içinde ele alınmaktadır. Örne­ğin, ilklerden biri olan İbn Hemmâm (ölm. 211/826) kadının artığını inceleme işini, köpeğin, kedinin, büyük baş hayvanların artıklarının hemen arkasından ele al­maktadır. Ve sonuç, "Müslüman'ın artığı"na reva görülen sonuç değildir. Erkeğin aksine, kadının artırdı­ğı su ile örneğin, abdest alınamaz. Oysaki erkeğin artığı için durum böyle değildir, (bk. ibn Hemmâm; el-Musannef, 1/105-109)

Durum, müfessir sahabî İbn Abbas'a (ölm. 68/ 687) açıldığında o, birçok konuda olduğu gibi, kendine yakı­şan tavrı ortaya koymuş ve böyle bir şeyin doğru olmadı­ğını bildirerek kadının artığıyla değil abdest almak o artığı içmek bile caizdir demiştir. Ve şunu da eklemiştir:

"Kadın, giysi bakımından da koku bakımın­dan da erkekten temizdir. Onun artığı, normal halinde de âdet görmüş halinde de temizdir.11 (ibn Hemmâm, 1/106-107)

Tüm bunların doğal ve tevhidi sonucu olarak, Hz. Resul, hayız haliyle ilgili fıkıhsal düzenlemeleri hasta­lık hükümlerine göre yapmıştır. O halde sonuç şu ola­caktır:

Hayız halindeki kadın, namazlarını kılma­yabilir, oruçlarını tutmayabilir, camiye-cemaate gitmeyebilir. Durumu düzelince, tutamadığı oruçlarını kaza eder (çünkü orucun kazası Kur'an'da düzenlenmiştir), kılamadığı namaz­ları ise kılmaz (çünkü Kur'an namazın kaza­sından söz etmez), onlar kendisine bağışlan­mıştır. Ama isterse, durumunu uygun bulursa, tıpkı diğer hastalık hallerinde olduğu gibi, namazını kılar, orucunu tutar.

Yani hayız hali, ibadetler konusunda kadına ruhsat vermektedir; kadın isterse bu ruhsatı kullanır, istemezse kullanmaz. Hayızlı kadın için yasak yok, ruhsat vardır.

Ama sonraki devirlerin kadın karşıtı zihniyetleri, ruhsatı yasağa çevirmiş ve hayızlı kadına, bir dizi ya­sak koymuştur. Bazılarını verelim: Namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kur'an okuyamaz, tavaf edemez, camiye giremez, Kur'an'a el süremez... Daha kötüsü, bu yasak­ları aynen lohusa kadın için de geçerli kılmış­tır. Öyle ki bazı "gayretli fakıhlar", hayızlı ve lohusa kadının caminin avlusundan geçip geçmeyeceğini bile tartışma konusu yapmışlardır. Aynı fakıhlar, kanlı basur olduğu için makatından sürekli kirli kan akan birini "özür sahibi" saymakta ve onun, her farz namaz için bir abdest alması şartıyla dilediği gibi ibadet edebileceğini hükme bağlamaktadır.

Şimdi, fıtratı bozulmamış ve kadın düşmanlığı ille­tine tutulmamış bir vicdan sormaz mı: "Bu din, nasıl oluyor da, makatından kan akan bir insana ta­nıdığı ibadet kolaylığını, annelik gibi yüce bir niteliğin göstergesi olan doğal bir kan akışına maruz kalmış kadına tanımıyor, o kanı "Al­lah" demeye bile engel sayıyor?!"

Bir başka ibret verici nokta da şudur: Kur'an'ın hayız halini düzenleyen ayetinde bir tek yasak vardır, o da erkeğe yöneliktir: Hayızlı kadınla temas yasağı... Kur'an düzenlemeyi böyle yap­mışken hiçbir yasağa muhatap kılınmayan ka­dına bir dizi yasak getirilmiştir. Öte yandan, ayette erkeğe getirilen yasağı delip hayızlı ka­dınla cinsel teması sağlamak için akıl almaz oyunlar sergilenmiştir. Bu yasağı delen erkeğe had (nasla belirlenmiş ceza) yok, ta'zîrden söz eden yok... Azarlanması gerektiğini söyleyen bile yoktur. Hiç olmasa bir keffâret öngörülsün, o da yoktur. Bu yasağı delen erkek, Allah'tan affını diler, bir veya yarım dinarlık bir sada­ka verir... (bk. Îbn Kudâme; el-Muğnî, 1/335; Halîfî, 71) Erkeği rahatlatmak için daha başka oyunlar da sergi­lenmiştir.

Bu oyunları gösterirken herkesin baş vurabileceği bir kaynağa yollama yapacağız: el-Cezîrî 'nin "el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa" adlı ünlü eserine...

Geleneğin "Dört Hak Mezhep" diye andığı fıkıh ekollerinden Hanbelîlik'in görüşü şu: Hayız halinde­ki kadınla cinsel ilişkiye girmek, küçük bir günahtır; bu günahı işleyen kişi tövbe eder ve bir veya yarım dirhemlik bir sadaka verirse kurtulur. Eğer maddî durumu müsait değilse bu sadakayı da vermez..

Devam edelim ve Bakara 222'deki yasağı aşmaya yö­nelik farklı çözüm yollarını görelim:

"Dört hak mezhep"ten Hanefîlik'in kadın hayız gördüğünde sıkışan erkeğe çare getiren fetvası şu: Hayızlı kadınla cinsel temas isteği duyan erkek günaha çarpılmadan bu işi yapmak için kanın, iki namaz arası kadar kesildiği bir zamanı kollar...

Hak mezheplerden Malikîlerin "sıkışık" durum­da olan erkekleri kurtarmada çözümleri daha liberal ve daha hoşgörülüdür. Şöyle düşünüyorlar: Hayız halin­deki kadınla cinsel temas için kanın iki na­maz arası kadar kesilmesi şart değildir; bir namaz kılacak zaman kadar kesilmişse erkek, cinsel temasta bulunur ve günaha girmez.

Bu büyük hoşgörünün sahibi Malikîlerde daha hoş­görülü çözüm getirenler de vardır. Onlara göre: Adet halindeki kadının kanı, cinsel birleşme için yetecek bir süre kesilmişse cinsel temas yapı­labilir.

Malikîler bu hoşgörülü (!) çözümü daha da ileri gö­türmüşlerdir. Şöyle diyorlar: Bunların hiçbirine ge­rek yok! Âdet kanının kesilmesi bir cihaz veya ilaçla sağlanarak da erkeğin yolu açılabilir... (bk. Cezîrî, 1/ 123-124)

Bu çözüm getirici (!) hak mezhep (!) görüşlerini sıra­layan Ezherli fakıh el-Cezîrî (ölm. 1941), son görüşü belirttikten sonra şu ilginç eklemeyi yapıyor: "Taham­mül gücü olmayan şehvetli erkeklere, cinsel temastan önce, kanın akmasını kesmek için bu son görüşün açtığı yolda hareket etmelerini öneririz.99

Gördüğünüz gibi, hak mezheplerin Kur'an ayetini et­kisiz kılmak için ürettikleri çözümlere modern zaman­ların uleması da katkıda bulunmakta, şehvetine hakim olamayan "güçlü" erkeklerin Allah rızası (!) için yar­dımına koşmaktadır.

Oyun hep cinsiyet ve şehvet oyunudur. Ve din, özel­likle "uydurma hadislere dayanan din" bunun aracı yapılmıştır. Bu cinsiyet ve şehvet oyunlarının hangi anlayışla sergilendiğine tipik bir örnek de hadis adıyla sahnelenen şu uydurmadır: "Herhangi bir ka­dın, kocasının izni olmadan oruç tutar, kocası ondan bu halde iken cinsel istekte bulunur da kadın buna olumlu cevap vermez ise Allah o kadına üç büyük kebîre (en büyük günah) ya­zar." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/494)

Özetleyelim: Hayızlı kadınlar, isterlerse her türlü ibadetlerini yapabilirler: Namaz kılarlar, oruç tutarlar, Kur'an okurlar, mâbede-cemaate giderler. Ama din onlara, o hallerinde iken bu yükümlülükleri yerine getirmeme izni vermiş­tir. İsterler ve gerek görürlerse bu izni kulla­nabilirler.

Hüküm ve fetvanın en hayırlısı Hak'tan gelir. "Hakk'ın dışında, sapıklıktan gayrı ne var­dır!" (Yûnus Suresi, 32)

* Kadının tanıklığını yarım tanıklık saymak:

Bakara Suresi 282. ayette vadeli borçlarla ilgili bir düzenleme yapan Kur'an, o günkü hayatta ticaretin ta­mamen dışında kalmış olan kadınların tanıklığına bir istisna getirmiştir. Bu istisnaya göre, vadeli borçlarla ilgili teminat düzenlemelerinde kullanılacak tanıklar iki erkek olacaktır. iki erkek bulunamaz ise bir erkek ve iki kadın tanık gerekecektir.

Kur'an bir erkeğe karşı iki kadın istemenin gerekçe­sini de açıklıyor: Kadınlardan biri işin içinden çıkamaz ise öteki kadın ona hatırlatmada bu­lunacaktır. Yani kadınların biri, tanıktan bek­lenen bilgileri verebilirse olay orada bitecektir. Veremez ise ikinci kadın devreye girecektir. Bu demektir ki sonuçta konuşan tanık kadın tek olacaktır. İkinci kadın bir tedbirdir.

Burada bir mevsûf (nitelikli) tanıklık söz konu­sudur. Bu, bazı durumlarda erkek için de söz konusu ola­bilir.

Kur'an'ın getirdiği düzenlemenin sebebi bellidir:

Kadın sosyal hayatın, özellikle dışındadır. Dışında kaldığı bir ticarî hayatın konuda tanık- çekebilecektir. ve nitelikli tanıklığına başvurulduğunda zorluk İşte buna bir çözüm getirilmiş nıklık esas alınmıştır. Fakat dikkat edilirse, Kur'­an, sonuçta, konuşan tanığın bir kadın olmasını sağla­mıştır. İkinci kadın, birincisi başarılı olamadığında devreye girecektir. Yani çözüm, yine tek kadın tanıkla gerçekleşmektedir.

Başka bir deyişle, Bakara 282'de hüküm, cinsi­yet (kadınlık) üzerine değil, "işin içinden çi­le amama, unutkanlık" yani ehliyet üzerine ku­rulmuştur. Ye t e r s i z l i k e h l i y e t s i z l i k gerekçesi ortadan kalktığında iki kadın isteme ihtiyacı da ortadan kalkacaktır. Bugün kalktığı gibi...

Şunu da unutmayalım: Burada söz konusu olan, de­ğişmez kuralların oluşturduğu taabbudî (ibadetlere ilişkin) alanda bir işlem değil, zamanlara ve me­kânlara göre sürekli değişen kuralların işlediği m u amelât alanında bir işlemdir. Bu alan, "maslahat"a (zaman ve zeminin gereklerine) göre değişen bir alan­dır. Bu alanda değişmeyen, hükümlerin "makâsıd" de­nen amaç kısımları, "olmazsa olmazlar"ıdır. "Vesâ­it' denen araç hükümler bu alanda, maslahata uygun olarak hiç durmadan değişir. Üzerinde olduğumuz ko­nuda makâsıd (amaçlar) cümlesinden olan, alacaklı­nın hakkını güvence altına almaktır. Bu güvencenin düzenlenmesi tamamen vesâil (araçlar) alanında bir iştir.

Bunun sonucu şu olur: Borçlanma işleminde alacak­lının hakkını teminat altına almak için zaman ve ze­mine göre başka tedbirler de yürürlüğe konabilir. Tanık­larla ilgili nitelikler, sayılar değiştirilebilir. Nitekim, bu ayetteki çok özel düzenlemeyi genelleştirerek "bir erkek tanığa karşılık iki kadın tanık" anlayışı­nı ilkeleştiren fakıhlar Bakara 282'deki vadeli borçlarla ilgili emrin "vücûp: gereklilik" ifade eden bir emir olmadiğini, sadece nedb veya irşat (uyarma-yol göster­me) olduğunu söylemekte bir sakınca görmemişlerdir.

Ana başlığındaki emri nedb (edep, nezaket tavrı) anlamında değerlendirdiğimiz bir konu­nun alt başlığındaki bir emri vücûp anlamında değerlendirmek tutarsızlıktır. Bunun teşriî ve dinî mantıkla açıklanması mümkün değildir.

Kadın, ticarî hayatın içine girer ve tıpkı er­kekler gibi ticarî olayların çözümünde bilgi ve deneyim sahibi olursa, artık ticarî tanıklıkta iki kadına gerek yoktur. Çünkü artık birincisi işin içinden çıkamaz duruma düşmeyecektir. Yani borçlunun hukukunu güvence altına alan vesîle hüküm, bir kadının tanıklığı ile de bek­lenen sonucu verecektir.

Nitekim bugün durum budur.

Kur'an bunun dışında, kadınla erkeğin ta­nıklığı konusunda hiçbir ayrım getirmemiştir. Diğer tüm alanlarda erkek ne ise kadın da odur.

Geleneksel kadın karşıtı anlayış bu kadar basit ve açık olan bu düzenlemeyi kendi hesaplarına dayanak yaparak "tüm alanlarda bir erkek tanığa karşı­lık iki kadın tanık gerekir" demiş ve bunu kurallaştırmıştır.

* Evlenecek kadın parası almak:

Bu uygulama, kadını getiren ilkel zihniyetlerin bir insanlık suçudur. Ne (veya kız) için başlık

bir köle veya eşya konumuna vücut verdiği bir zulümdür, yazık ki bu insanlık suçu, Anadolu'da da asırlardır yürürlükte olmuştur ve bazı yö­relerde hâlâ yürürlüktedir.

Başlık parası adıyla alınan meblağ, kadının hak­larını teminat altına almaya yönelik bir tedbir olan mehirin bir tür gaspıdır. Kur'an mehiri, boşanma du­rumunda kadının bir ekonomik garantisi olarak ön­görmüştür. Nikâh akti sırasında karşılıklı rıza ile belir­lenen mehir, erkek tarafından bir boşama vücut buldu­ğunda kadına verilmek üzere güvence altına alınır.

Günümüz hukuk sistemlerinde nikâh kamu otoritesi tarafından tescil edilmekte ve boşanma, erkeğin elinden alınıp yargının kararına bağlanmaktadır. Bu sistemde, kadını malî problemlerden korumak için mehire gerek kalmamıştır. Bunun yerine, boşanma durumunda nafa­ka söz konusudur. Boşanma öncesinde de eğer yargıç, eş­lerin bir süre ayrı yaşamalarına karar vermişse, kadı­nın geçinmesi, erkek tarafından ödenecek bir ayrılık nafakası ile sağlanır.

Kur'an hem mehiri, hem de boşanma üzerine bağla­nacak nafakayı öngörerek kadının durumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

Başlık parası yiyicileri, sıkıştıkları zaman, bunu, "İslam'ın öngördüğü mehir" uygulamasının bir devamı (!) olarak tanıtmaya kalkarlar. Bu bir yalandır. Çünkü mehir, boşanma anında ödenir ve kadına verilir. Başlık parası ise evlenme öncesinde alınmakta ve kadına hükmedenlerin (baba veya söz sahibi vârisler) kesesine girmektedir.

*    Kadının (veya kızın) özgür irade ve isteği olmadan (görücü usulü ile) evlendirilmesi:

Bu da Kur'an'a tamamen zıt bir zulümdür. Özgür irade ve hür istek olmadan Allah'a ibadeti bile istemeyen bir din, bir kadının, eşini seçme konusunda iradesinin dışlanmasına nasıl seyirci kalır!

Bu zulüm de Anadolu'da asırlarca işlendi. Ve İslam dünyasının büyük bir kısmında hâlâ işlenmektedir. Türkiye, bu zulümlerden Cumhuriyet sayesinde büyük ölçüde kurtulmuş bulunuyor.

Ve biz, bu noktada şunu tekrarlamayı bir in­sanlık borcu sayıyoruz: Cumhuriyet, bizim, ger­çek İslam'ı anlamaya uzanan uyanışımızın da öncüsüdür.

*    Kadınları hür ve câriye diye ikiye ayırmak:

Böyle bir ayrım Kur'an'da yoktur. Câriye sözcüğü bile Kur'an'da yoktur. Kadını hür ve câriye (köle ve esirler de birçok bakımdan câriye gibidir) diye ikiye ayıranlar, kadını eşya gibi düşünenlerdir. Böyle olunca kadın zevk aracı ve hizmet aracı eşya olarak ikiye ayrılmıştır.

Câriye adıyla tam bir cinsel oyuncağa dönüştürülen kadınlar "milkiyet-i yeman" (sağ elin sahip olması) kuralıyla eşyalaştırılmışlardır. Oysaki milkiyet-i yeman mülkiyet ifade etmez. Cinsel ilişki kadının rızasına bağlıdır. (Bu konuda bk. Hatemi; İnsan Hak­ları, 57)

Esir kadınlara tasallut da aynı sakat mantıkla kurallaştırılmıştır. Esir kadınlara tasallutun, onlarla cin­sel ilişkiyi bir hak olarak görmenin İslam'la bağdaştı­rılması mümkün değildir. Bu tasallut, fıkha sonradan sokulmuştur, (bk. Hatemi; İnsan Hakları, 55)

* Kadını kara köpek, eşek ve domuzla bir tutmak:

Kadını bu saydığımız hayvanlarla bir tutan bazı söz­ler, hâşâ, Hz. Peygamber'in beyanları olarak rivayet edilmiştir.

Bu rivayetler Hz. Ali, Hz. Âişe, tbn Abbas, ibn Ömer gibi büyük sahabîlerce ret edilmiştir. "Kadın düşmanı putperest Arap şuuraltı"nm muazzez Pey­gamberimizi âlet eden saçmalıkları olarak gördüğümüz bu rivayetlerden bazıları şöyledir: "Namaz kılanın önünden şu üç şey geçtiğinde namaz bozulur: Siyah köpek, eşek, kadın." Bir başka rivayet: "Şu sayılanlar, namaz kılanın önünden geçerlerse namaz bozulur: Köpek, domuz, Yahudi, Hristiyan, Mecusi, âdet görmekte olan kadın." (bk. tbn Hemmâm, 2/26-29)

İbn Hemmâm, bu rivayetleri kaydettikten sonra Hz. Ali, İbn Abbas ve Hz. Âişe ve İbn Ömer 'in onlarla ilgili kanaatlerini de veriyor. Bu rivayetler ken­disine aktarılan İbn Abbas şunu söylüyor: "Temiz kelimeler ve salih amel Allah'a yükselip gider, onu hiçbir şey kesemez." Hz. Ali 'nin bu rivayetler karşısındaki sözü şudur: "Hiçbir şey namazı kes­mez; sen elinden geldiğince nefsinin vesvese­lerini içinden atmaya bak!"

Bu rivayetler kendisine aktarılan Hz. Âişe (ölm. 57/676) de çok düşündürücü bir yanıt vermiştir: "Siz beni köpek ve eşekle eşitlemek mi istiyorsunuz, ey İraklılar?! Şunu bilin ki hiçbir şey namazın kesilmesine sebep olamaz. Siz, içinizden geçen vesveseleri uzak tutmaya çalışın!"

Anılan rivayetleri duyduğunda İbn Öme r 'in sözü de şu olmuştur: "Namazı hiçbir şey kesemez; siz mümkün olduğunca nefsinize hakim olun." (Ibn Hemmâm, 3/29-30)

İbn Hemmâm, büyük sahabîlerin bu karşı çıkışla­rından sonra, tâbiûn (sahabîleri izleyen kuşak) nesli ün­lülerinden bazılarının aynı mealdeki karşı çıkışlarını da sıralamıştır, (bk. Ibn Hemmâm, 2/30-33)

* Kadını fitne unsuru, şeytanın aracı olarak görmek:

Bu konuda en yıkıcı uydurma hadis şudur: "Dünyadan ve kadınlardan sakının. Şu bir ger­çek ki İblis çok uyanık, çok gözetleyici, çok avlayıcıdır. İbli s'in iyi insanlara kurduğu tuzak­ların avı yakalamada en güvenilir olanı kadın yoluyla kurulan tuzaktır." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/85) îslam, din sınıfı ve din kıyafeti kabul etmez. İslam resmî mabet fikrine de karşıdır. İslam'ın mabedi vardır ama bunun adı camidir, yani insanları çok değişik vesi­lelerle bir araya getiren toplantı yeri... İbadetlerin cami­de yapılması şart değildir, sadece tercihtir. İbadet için dinî bir lidere de ihtiyaç yoktur.

Kısacası, toprak post Allah dost ilkesi geçerlidir. Bizzat İslam Peygamberinin deyişiyle "Tüm yer­yüzü bir mabettir, isteyen istediği yerde ibade­tini yapabilir."

İslam bunu neden böyle yapmıştır? Sebep ve cevap tek­tir: Kimse din sınıfına, din kıyafetine, mabede, dinsel liderliğe dayanarak kitle üzerinde dokunulmazlık, kut­sallık iddia etmesin, egemenlik kurmaya kalkmasın!..

Ne yazık ki insan bu tanrısal kurala boyun eğmemiştir. Eğmiş gibi görünmüş ama asla boyun eğmemiştir. Çünkü bu kurala boyun eğmek, kitle üzerinde sulta kur­mak, halkı sömürmek imkânlarını daha baştan yok eder. Egemen olmak, sömürmek ve hele hele bunu, kutsallık gibi rahat ve tehlikesiz bir kav­ramı kullanarak yapmak isteyenler dinin omurga kabullerinden biri olan sınıfsızlık, mabetsizlik ve kıyafetsizlik ilkesini etkisiz kılmanın yolunu aramışlardır. Ve bulmuşlar­dır.

Bu yol bizzat dinin içinden bulunmuştur. Öyle bir kavram bulunmuştur ki, peygambere hiç itiraz etmeden, hiç karşı tavır koymadan, onun yetkilerini kullanmak mümkün olmuştur. Bu kavram, kişileri, örtülü bir bi­çimde peygamber yetkisi ile donatan ve dokunulmaz kı­lan keramet kavramıdır.

Keramet, peygamberlerin yetkilerini kul­lanmak için birtakım insanları öne çıkarma ve dokunulmaz kılma aracı yapılan bir kav­ramdır. Kur'an ve sünnette hiçbir dayanağı yoktur. Tarih boyunca, Allah ile aldatma sektö­rünün temel araçlarından biri olarak devrede tutulmuştur.

Kur'an; tasavvuf ve tarikat çevrelerinin anladığı ve yaşattığı anlamda bir kerametten asla söz etmez. Bu an­lamda kerametler, mucizelerle lütuflandırılmış pey­gamberlerde bile görülmez. Tarikatlar tarih inin, ke­ramet sahibi olarak öne çıkardığı kişilere mâl edilen "harîkalar "ın hemen hiçbirisine peygamberlerde bile rastlanmıyor. Eğer keramet dedikleri, belirleyici bir ölçü-değerse, şunu söylemek zorundayız: Tarikat çevre­lerinin keramet sahibi kişileri, Kur'an'ın tanıttığı nebi­lerden çok üstün kişilerdir.

Hem bugünkü keramet anlayışını korumak hem de bu tespite karşı çıkmak mümkün değildir.

"Mucize, peygamberlere, keramet de velilere verilmiştir; peygamberliğin göstergesi mucize, veliliğin göstergesi de keramettir!" sözü Kur'an ve din dışı bir aldatmadır. Vahyin verileri içinde bir da­yanağı yoktur. Kur'an, veli (Allah'a yakın insan) tâbi­rinin açık tanımını vermiştir. Bu tanımda şu iki unsur vardır: Allah'a iman, takva... (bk. Yûnus, 62) O ta­nım içinde üçüncü bir unsur yoktur. Velilik kavramı içine başka unsurları sokan anlayışlar Kur'an'da şirk olarak defalarca ifadeye konmuştur. Buna bağlı olarak Kur'an "şeytan evliyası" denen bir güruhtan söz et­miştir. Bu şeytan evliyasının, insanları aldatıp mah­vetmede kara dul denen örümcek gibi iş gördüklerine, çok tehlikeli bir zehir taşıdıklarına dikkat çekilmiştir, (bk. Bu eser, Şirk, Veli-Evliya, Mürşit madl.)

Kaldı ki, eğer nebilerin mucizeleri velilerin kerame­tinden üstün olacaksa, o zaman tarikatlar tarihini dol­duran ve bir benzerini hiçbir peygamberde görmediğimiz o "harikalar" (!) nedir? Ya onların tümü yalandır, ya­hut da bu keramet sahipleri nebilerden üstündür. Bunun üçüncü ihtimali yok.

Îşin ilginç bir yanı da şudur: Tarîkat-tasavvuf çevre­lerinin anladığı ve anlattığı manasıyla keramet, en üs­tünleri Hint fakirlerinde görülen bazı illüzyonlar ve becerilerdir. Bu arada tüm insanlarda bulunan ama ço­ğunluk tarafından işletilemeyen duru görü, telepati, telekinezi gibi olgular da söz konusudur. Ancak bun­ları işletebilenlerin din açısından üstün olduğuna iliş­kin herhangi bir kanıt yoktur. Olamaz da... Eğer olsaydı, o zaman Hint yogilerinden tarikat çevrelerine asla sıra gelmezdi. Bu güçleri her insan kullanabilir ve bir­çok ülkede, birçok din ve anlayıştan birçok insan kul­lanmaktadır da... Bunların dinle-imanla bir ilgisi yok­tur... tbn Teymiye bu tür gösterileri, Rahman evliyası­nın değil, şeytan evliyasının belirtisi sayıyor, (bk. Îbn Teymiye; el-Furkan, 39-41)

ibn Teymiye, ayrıca, tasavvuf-tarîkat çevrelerinin keramet diye ortaya sürdükleri şeylerin gerçekte birer hayal ve kuruntu ürünü (halüsinasyon) olduğunu da ör­nekleriyle gösteriyor, (bk. Anılan yer, 90-91)

ibn Teymiye şunun altını da çiziyor: Bu tür kera­met gösterileri halk kitleleri üzerinde uyuşturucu etkisi yaptıklarından bunları izleyen halk gevşer, kendini bı­rakır ve şeytan bu anı değerlendirerek halkın üstüne çullanıp onları ele geçirir... (bk. Ibn Teymiye; aynı eser, 147)

Eğer bir kerametten söz edeceksek, Rahman evliya­sının kerameti, iman ve takva değerlerindeki üretimden ibarettir. Bu değerlerde kim daha üretken olursa kera­meti fazla insan o olur. Gökleri, yerin-denizlerin altını fetheden, gen şifrelerini çözen üretimler dururken, hâlâ onun-bunun kalbinden geçeni okumayı keramet sanıp "kutsal insan" ölçüsü yapmaya kalkmak gerçekte bir tek büyüklüğün belgesi olabilir ki o da talihsizlikteki büyük­lüktür...

Tarîkat-tasavvuf çevreleri bu gerçeği etkisiz kılma­nın yolunu da bulmuşlardır: Kendileri dışındaki çevre­lerden çıkan bu tip hünerleri "istidrâc" (aldatmak için üstünlük vermek) diye ifade ederler. Aynı şey, kendile­rinden çıktı mı keramet, bir başkasından (hem de daha üstünüyle) çıktığında ise istidrac oluveriyor... Bu tezin de vahyi bir dayanağı yoktur...

Keramet konusunda Kur'an ne diyor?

Keramet sözcüğüyle aynı anlamda bir kök olan "keremdin türevleri (Kerîm, ikram, tekrîm, mükrim) Kur'an'da 40 civarında yerde kullanılmıştır. En çok kul­lanılan sözcük Kerîm sözcüğüdür ve Allah'ın isim-sıfatlarından biridir. Lütfü, bağışı çok, üstünlük ve yüceli­ği en ileri olan demektir.

Kur'an'ın kullandığı kerem kökünün Kur'an ter­minolojisi açısından taşıdığı anlamı, Isfahanlı Râgıb şöyle veriyor: "Kerem sözcüğü ile Allah nitelendi­rildiğinde bu onun lütuf, nimet ve bağışının görünümünü ifade eder. Kerem sözcüğüyle in­san nitelendirildiğinde ise bu, insandan çıkan ahlak ve huy güzelliğinin ifadesi olur. Bazı bilginler kerem ile hürriyeti aynı anlamda ka­bul etmişlerdir... Kısacası kerem, övülen sıfat­ların genel adıdır. Her şeyin doruk noktada ulaştığı onur da kerem sözcüğüyle ifade edilir ve tüm varlıklar için kullanılır...." (Râgıb; Müf­redat, kerem mad.)

Bu kerem anlayışının, geleneksel-tarîkatçı kera­met anlayışıyla en küçük bir ilintisinin olduğu söyle­nemez.

Kerem kökünden türeyen sözcüklerin en önemlisi Kur'an'da insan için kullanılanı tekrîm sözcüğüdür. Üstün, hünerli kılmak anlamındaki tekrîm İsra 62 ve 70. ayetlerde geçer. Birincisinde, İblis, insanın yaratılı­şından duyduğu sıkıntıyı ifade ederken insanı küçüm­seyen ve onunla alay eden sözünde tekrîm'in fiil şeklini kullanmıştır: "İblis dedi ki: 'Şu mudur bana üs­tün kıldığın (tekrîm ettiğin) varlık?!"

İkinci ayette, insanoğlunun tekrîm edildiği yani di­ğer varlıklara üstün kılındığı vurgulanmıştır: "Yemin olsun, biz, âdemoğullarını onur ve üstünlükle donattık, onları karada ve denizde binitlere yükledik. Onları güzel ve temiz rızıklarla bes­ledik. Ve onları, yarattıklarımızın birçoğun­dan üstün kıldık."

Görüldüğü gibi, Kur'an insanın sahip bulunduğu ke­remi, tüm insanların, yaratılıştan taşıdığı seçkinlikleri ifade için kullanmıştır; bir sınıfın farklılığını ve doku­nulmazlığını ifade için değil. İnsana yüklenen po­tansiyel değerlerin kim hangisini daha çok iş­letiyorsa keremden en büyük payı o alır. Râgıb bu noktaya değinirken, ihsan (güzel düşünüp güzel üretmek) ve efal (eylemler) kelimelerini kullanmıştır. Yani insana verilen kerem, onun varlık ve hayatta vü­cuda getirdiği eserler, ürettiği değerlerle belirginleşir.

Tasavvuf-tarîkat çevreleri bu keremi yozlaştırmış, Kur'an dışı bir alana taşımışlardır. Bunun sonucu ola­rak, birileri okyanusları aşar, gökleri fethederken, Müs­lüman kitleler su üstünde yürüyen, havada uçabilen "keramet sahipleri" aramakla asırlarını harcamış­lardır. Oysaki Kur'an'ın insandan beklediği kerem (veya keramet) deniz altlarını tünellerle aşmak, kıtaları jetlerle geçmek, Ay'a gidecek araçları yapmak, kısacası yerin altını ve üstünü bilgi, düşünce, gayret fetihleriyle donatmaktı. Ne yazık ki İslam dünyası bunları yapan­ları "gâvur, cehennemlik" diye küçük görürken, kendi içinde, su üstünde yürüyen, havada asılı durabi­len, onun-bunun aklından geçenleri okuyabilen "kera­met sahibi kişiler" (!) aramakla zaman harcıyor. Onları asla bulamadı, bulamayacak! Bulsa bile onlar onun dertlerine çare olamayacak. Çünkü Kur'an'ın aradığı kerem sahipleri onlar değildir; kuduz aşısını, elektriği, telefonu, bilgisayarı, uzay nakil araçlarını, gen şifre­lerini... bulan insanlardır...

KUR'AN VE KUR'AN OKUMAK

Okumak (kıraat), Kur'an'ın ilk emridir. Bu ilk emir geneldir; neyin okunacağı gösterilmediği için, okunabilecek her şeyin okunmasının emredildiği kabul edilmelidir.

Kur'an, ayetlerin okunmasını emretmektedir. Ayet, Kur'an'ın belli parçaları kadar, insan ve evrende­ki tüm şeylerin ve oluşların ortak adıdır. Ayrıca Kur'an'a göre vahiy bir kitap olduğu gibi insan ve evren de birer kitaptır ve bu üç kitap ayetlerle doludur. Sineğin kanadından Firavun'un mumyasına, Kur'an parçala­rından tarihsel kalıntılara kadar tüm varlık ve oluş ayettir. Ve Kur'an bu ayetlerin tümünün okunmasını is­temektedir.

O halde "Oku!" emrinin içine tüm varlığın ve insanın okunması girmektedir.

Kur'an'ın buyruklarının iniş sırasına göre 7. emri "Kur'an okuyun!" emridir. (Bu konuda bilgi için bk. Öztürk; Kur'an'ın Temel Buyrukları, 18) Kur'an okuyun emri, örneğin, namaz kılın emrinden öncedir. Ve Kur'an okumak bağımsız bir emir­dir. Ve tekrar edelim, namaz kılmaktan önceye alınmıştır.

* Kur'an okumayı namazla kayıtlamak:

Kur'an'ın hiçbir yerinde namaz kılmanın Kur'an'dan bir parça okumaya bağlı olduğunu gösteren bir beyan yoktur. Kur'an okumak başlıbaşına ve namazdan önce gelmiş bir emirdir. Hz. Peygamber, Kur'an'ın toplum bünyesinde yaygınlaşması için birçok araç gibi namazı da kullanmış ve namazda en azından Fatiha'nın okun­masını emretmiştir. Ama Kur'an'dan bir parçayı veya bölümü okumadan namaz kılmak isteyenlere de bu izni vermiştir. Sahabînin biri Hz. Peygamber'e gelip namaz­da okunabilecek miktarda Kur'an ezberleyemediğini, namaz kılmak için kendisine başka bir yol göstermesini rica etmiş, Resul ona, Kur'an okumak yerine, Allah'ı tespih etmeye ilişkin bazı sözler söylemesini önermiştir. Olayı nakleden müfessir Fahraddin Râzî (ölm. 606/1209) şu yorumu yapıyor: "Bu kanıt şunu gösteri­yor: Sahabî, namazda kendisine yetecek mik­tarda Arapça Kur'an okumaktan aciz olduğunu söyleyince Resul ona başka dualar okumasını emretmiştir.'1 (Râzî, Tefsir, 1/215. Bu konuda geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Öztürk; Yeniden Yapı­lanmak, Anadilde ibadet Bölümü)

Ne yazık ki geleneksel kabul, namaz kılmayı Kur'an okumaya bağlayarak, Müslümanların Kur'anla beraber­liğini büyük ölçüde namazla kayıtlamıştır. Namaz kıla­cak kadar Kur'an ezberleyen milyonlarca Müslüman asırlar boyunca bununla yetinmiş ve Kur'an'ın okunma­sı ayrı ve farz bir emir olma noktasına asla ulaşama­mıştır.

Arap olmayan Müslümanlar için durum bir kat dâha acıklıdır: Çünkü namazla kayıtlanan Kur'an okuyuşun Arapça özgün metinden olması farzlaştırıldığı için, Arap olmayan kitleler, namazda okudukları ayet ve surelerin anlamlarını bilme gibi bir şansı elde edememişlerdir. Oysaki bu ayet ve surelerin anlamlarını bilmek bile yetmez. Kur'an'ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce farzdır.

Şunu bir iman borcu olarak bilmek ve duyurmak zo­rundayız: Allah'ın "Kur'an oku!" emri, "Namaz kıl!" emrinden hem daha öncedir hem de daha önemli... Bu bir yorum veya tevil değildir, Kur'an'ın açık beyanıdır. isteyen herkes, Kur'an hükümlerinin iniş sırasını takip ederek Kur'an okumaya ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir. Daha açık söyleyelim:

"Kur'an'ı düşüne düşüne dikkatle oku!" emri, iniş sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Su­resi 'nin 4. ayetinde verilmiştir. Aynı emir, aynı sure­nin 20. ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan sonradır ki "Namazı kılın!" emri gelmiştir.

Kaldı ki, Kur'an okumayı bağımsız bir emir-ibadet olmaktan çıkaran yaklaşımlar Müzzemmil 20. ayetteki "Namazı kılın!" emrini bugünkü anlamıyla kıldığı­mız namaz farzı mânasında kabul etmezler. Onlara göre namaz, daha sonraları, Mirac'da, Hz. Peygamber-Hz. Mûsa ve Cenabı Hak arasında, (hâ­şâ) süren uzun bir pazarlık sonucu farz edil­miştir.

Biz bu israiliyât uydurmasını kabul etmediğimiz için Kur'an'ın verilerinden hareket ediyor ve diyoruz ki : Kur'an okumaya ilişkin emir Müzzemmil Suresi'nin 4. ayetinde, namaz kılmaya ilişkin emir ise 20. ayetinde verilmiştir. Yani "Kur'an oku!" emri daha önce­dir, daha önceliklidir.

İş bu kadarla da kalmaz: Ankebût Suresi 45. ayet açıkça gösteriyor ki "Zikrullah", namaz kıl­maktan üstündür. Zikir, Kur'an'ın en önemli ve en bilinen adlarından biridir. Zikrullah tâ­biri, tarikat sulandırmalarının iddia ettiği gibi, "Allah, Allah" sesleri çıkararak def çalıp zıplamak, dönmekten ibaret değildir. O uygu­lamalar, bütün samimiyet şartları var sayılsa bile zikrin en alt mertebesi olabilir.

Zikir, Kur'an'ın adlarından biri olduğuna göre, zikrullahın tartışmasız ilk Kur'ansal anlamı Kur'an'dır. Ve böyle olunca da Allah'ı zikretmenin ilk ve tartışma­sız anlamı Kur'an okumak olacaktır. Nitekim, 19. yüzyı­lın büyük sufî düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm. 1845), tasavvuf ve tarikat meşrebinin en büyük temsilcilerinden biri olmasına rağmen, zikir konusunu böyle anlamış ve bağlılarına, Allah'ın tertibi olan Kur'an'ı bırakıp da şunun-bunun tertibi olan sözde zikir­lerle zaman yitirmemelerini önermiştir.

Şimdi, yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklı­ğıyla ve Kur'an'a sadakatin bir ifadesi olarak duyura­lım: Namaz kılmak ne ise Kur'an okumak da odur, hatta Kur'an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse Kur'an okumamak da odur, hatta Kur'an oku­mamak daha da yıkıcıdır.

Sadece Kur'an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur'an okumaya­nın durumundan iyidir.

Bu Kur'ansal gerçek asırlardır insanlardan iyi veya kötü niyetle saklanmıştır. Kur'an'ın; geceleri Kur'anla meşgul olmak anlamında kullandığı teheccüd, yine namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kur'an'ın söyle­diğinin tam tersi yapılmıştır.

Tabii ki burada sözünü ettiğimiz "Kur'an oku­mak", Kur'an'ın istediği tedebbür (anlam üzerinde ti­tizlikle düşünmek) için okumaktır; yani anladığı dilde ve anlamını takip ederek okumak... Namaz sırasında sadece kelimelerinin Arapça telâffuzları ya­pılmış (ne kadar yapıldığı ayrı bir tartışma konusudur) bir Fatiha veya Kevser Suresi oku­yuşu Kur'an'ın "Oku!" emrine uygun bir Kur'an okumak değildir.

Kur'an okumak, Allah'ın insandan ne iste­diğini anlamak niyetiyle okumaktır. Nağme ve sada zevki için okumak değil...

* Kur'an okumayı cami içine özgülemek:

Bir önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur. Kur'an okumayı camide bulunma şartına bağlayan bir ortak şu­uraltı geliştirilmiştir.

Kur'an okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevîlerin zalim valisi H accâc başlatmıştır. O, sabah namazından sonra okunmak üzere camilere özel mushaflar koydurdu. Böylece Kur'an okumanın camiye hapsedilmesi çığırı başlatılmış oldu. (Bu konuda bk. Şâtıbî; el-I'tı sam, 1/172) Ama onlar, hiç değilse, okudukla­rını anlayabiliyorlardı. Bugünkü okuyuşlarda bu da kalmamıştır.

* Kur'an okumayı merasime bağlamak:

Kur'an, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamında­dır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de "Oku!" olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu "okunacak kitap"ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazan da "üfürülecek kitap" haline getir­di. Bu olumsuz müdahaleyi kısa açıklamalarla verelim:

a)      Abdest almayı gerekli görmek: Yahudilik'ten İslam'a aktarılmıştır. Yahudi hahamları, Tev­rat'ın okunması için abdest alınmasını ve başın örtülmesini şart koşmuşlardı. (Bu konuda bk. Hikmet Tanyu; Yahudi Kutsal Kitapları, AÜİFD, sayı: 14)

Kur'an'ın abdestsiz elle tutularak okunmasını mek­ruh veya haram gören anlayışların tümü, Yahudi gele­neğinin kutsal kitapların okunmasına ilişkin tutumu­nun etkisi altında kalmıştır. Daha birçok konuda kaldı­ğı gibi... Söz konusu olan, kutsallık ve kutsal kitap oldu­ğu için kimse bu uydurma yasağa karşı çıkmayı göze alamamış veya "Kötü bir şey de değil, böyle olsa kime ne zararı var?" diye düşünerek sessizliği ter­cih etmişlerdir. Bu sessizliktir ki, asırlar boyu Müslü­man kitleleri kitaplarını ellerine alamaz hale getirmiş­tir.

Yapay yasağı delmek isteyen, ama gerçeği tam söyleyemeyen bazı kişiler ise şöyle demişlerdir: Birkaç ayet okuyabilir. Zikir ve dua ayetlerini okur diyenler vardır. Bu mantığa göre, bir insan Kur'an'ın zikir ve dua ayet­lerini yani Allah'ın şanını yücelten ayetleri cünüp ve abdestsiz okur ama örneğin, Firavun'un allahlık ilan et­tiğini bildiren ayetleri, veya Semud kavminin battığını gösteren ayetleri okuyamaz.

Yahudi geleneği, bu tartışmayı daha sahabîler ara­sında başlatmıştır. Bizim için şu tablo çok önemlidir: Halife Ömer, İbn Abbas, İbn Cübeyr, Selman Farisî, İbn Mes'ud, Ebu Mûsa el-Eş'arî, Enes b. Mâlik... gibi âlim sahabîlerle Mücâhid, İkrime, Câbir b. Zeyd, Dahhâk, Süddî, Ebu Nüheyk, Abdurrahman b. Zeyd... gibi tabiûn kuşağı âlimleri Kur'an'ın abdestsiz okunabileceğini savunmuşlardır. Bu müçtehitlere göre, Vakıa Suresi 79. ayetteki "mutahharûn" (iyice temizlenmiş olanlar) sözcüğüyle kastedilen, meleklerdir. O sözün insanlarla ilgisi yoktur ki onu zorlayarak "abdestli olanlar" anlamında kullanmayı deneyelim. Müfessir Katâde b. Diâme (ölm. 118/736) "Bu ayetteki dokunulmazlık, Allah katındaki dokunulmazlığı ifade eder. Dünya ile ilgisi yoktur. Dünyada Kur'an'a herkes dokunabilir. Mecûsîler, müşrikler, münafıklar bile.1' diyor, (bk. İbn Kesir; Tefsir, 4/298)

Kur'an abdestsiz okunamaz iddiasına delil olarak Vakıa Suresi 79. ayeti okuyanlara Selmân-ı Fâri­sî (ölm. 36/656) şu cevabı vermiştir: "Bu ayetin an­latmak istediği şudur: Bu Kur'an öyle bir zi­kirdir ki göklerde ona meleklerden başkası dokunamaz.11 (bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 1/338343)

Tartışma, sonraki nesil fakıhları içinde de aynen devam edip gitmiştir. Bu tartışmalar sırasında çok sert çıkışlar yapan fakıhlar da görülüyor. Bırakın abdestsiz okumayı, cünüp halde bile Kur'an okunabileceğini söyle­yen muhaddis-fakıhlar vardır. Bu konuda ilk fetva ve­renlerden biri Said b. el-Müseyyeb (ölm. 94/712)dir. (bk. İbn Hemmâm, 1/337)

îslam din bilginlerinin bazılarına göre, cünüp insan bile Kur'an okuyabilir. Sahabî İbn Abbas'tan hadis ala­nının en büyük ismi sayılan Buharî'ye kadar çok bü­yük birçok otorite bu görüştedir, (bk. îbn Hacer; Fethü'lBarî, 1/407-408) Buhârî uzmanı ünlü el-Hûlî de bu görüş­tedir, (bk. Tarîhu Fünûni'l-Hadîs, 56)

Irak fıkıh okulunun babası sayılan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/715) hayızlı kadının da Kur'an okuyabi­leceğini kabul etmektedir, (bk. Buharî, hayz 7)

b)     Başı örtmeyi gerekli görmek: Bunun da bir Yahudi örfü olduğunu yukarıda verdik.

c)      Kur'an okunan mekânda resim olmaması­nı gerekli görmek: Duvarlardan resim indirmek, masa üstlerinden fotoğrafları kaldırmak vs. şeklindeki uygulama da bir hurafe uydurmasıdır. Kitap ve sünnette hiçbir dayanağı yoktur.

d)     Belli oturuş biçimlerini zorunlu göster­mek: Kıbleye dönmek, diz çökmek vs. Tüm bunlar son­radan uydurulmuş yapay kutsallıklardır. Kur'an, örne­ğin, yatarak da okunabilir, (bk. Turtûşî, 205) Bunun böyle olabileceğini bizzat Kur'an söylemektedir. Âli îmran Suresi 191. ayet, düşünen ve akleden müminleri "Allah'ı ayakta, otururken, yan yatmış halde zikrederler." diye tanıtmaktadır. Ve biliyoruz ki Kur'­an'ın adlarından biri de Zikir'dir. O halde, en ideal zi­kir Kur'an okumaktır. O halde Kur'an oturarak okunabi­leceği gibi, yan yatarak da ayakta da okunabilir. Önemli olan okumak ve ibret almaktır.

* Kur'an'ın tercümesini okumanın hatim olmayacağını söylemek:

Arapçı ve Arapçacı zihniyetlerin bu uydurması özel­likle Müslüman Türklere çok pahalıya mâl olmuştur. Öyle bir tabu yaratılmıştır ki, hiç kimse çıkıp şunu di­yememiştir: Allah'ın istediğini anlamak üzere kendi dilindeki çevirisini okuyan hatim sevabı alamıyor da Allah'ın maksadını hiç anlama­mak şartıyla okuyan nasıl hatim sevabı alıyor? Hiç olmazsa bırakın da ne istendiğini anlamak niyetiyle okuyanlar da sevap alsın.

Kur'an okumak, bizzat Kur'an'ın ifadesiyle tedebbür etmek yani okunan metnin ne demek istediği üzerinde derin derin düşünmektir. Başka bir deyişle, tedebbür farzdır. Kur'an bu konuda net bir ifade kullanmıştır: "Kutsal/bereketli bir kitap bu; sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt alabilsin temiz özlüler." (Sâd, 29)

Kur'an'ı, anlamadığı dilde okuyan mı tedebbür eder, yoksa anladığı dilde okuyan mı? Bunun cevabı bellidir. Hatim sevabının en büyüğünü, tedebbür ederek okuyan­ların alacağı da bellidir. Doğrusu şu ki "Bir kelamı, onun mânasını anlamadan tedebbür etmek mümkün olamaz." (Süyûtî; el-ltkan, 2/500)

Bu Kur'ansal gerçeği saklamak için çok kestirme bir yol bulmuşlardır: "Kur'an layıkıyla tercüme edil­mez, o halde 'Kur'an okudum' demek için özgün metni okumak gerekir." derler. Bu doğru ise Al­lah'ın kullarından Kur'an'ı okuyup tedebbür etmelerini istemek abestir, lüzumsuzdur. Allah abesle uğraşmaya­cağına göre işin doğrusu şudur: Kur'an'ın lâyıkıyla ter­cüme edilmesi başkadır, tercüme edilip okunması gerek­tiği başkadır. Hiçbir Kur'an çevirmeni, "Ben filan dilde Kur'an yapacağım" dememiştir, demez. Tercüme yeni bir Kur'an değildir demek, hiçbir tercümenin Kur'an'ın i'cazını (kelam erişilmezliğini) aynen koruyamaması demektir. Ama unutulmasın ki i'cazın korunamaması tercümenin mânayı anlamaya engel olması değildir. Şâtıbî'nin dediği gibi: "İ'cazı ne anlamda ve hangi tarzda alırsanız alın bu, Kur'an'ın mânasını kavramaya, o mâna üzerinde akıl yürütmeye engel değildir. Tedebbüre ulaşmak kaçınılmazdır."(Şâtıbî; Muvafakat, 3/346-347)

Tedebbüre giden yolu tıkayan bir bahane de şudur: "Hangi dilde okursanız okuyun, Kur'an'ı anla­yamazsınız. Çünkü içinde binlerce bilinmez, mücmel (özetlenmiş), müşkil (anlaşılması problem olan) vardır." Asırlarca okunmamış (okut­madığınız) bir kitapta mücmeller de oluşur, müşkiller de, bilmeceler de... İşin esasına gelince, Kur'an'da ne müşkil vardır, ne de mücmel. Hele hele bilmece hiç yoktur. Müşkiller ve mücmeller Kur'an'ı gereğince okumayanların, okumaya niyeti ol­mayanların kafasındadır.

Bir daha peygamber gelmeyeceğine göre, Kur'an ileriki tüm zamanlara gök mesajı taşıyan bir kitaptır. O halde onun her gün yeni bir sırrı ortaya çıkacak, yeni bir bilgi sarayı keşfedilecektir. Bu onun bilinmezliğin­den veya müşkillerle dolu olduğundan değil, muhatapla­rındaki bilgi eksikliğinden ileri gelmektedir. Sadece dört işlemi bilen bir çocuğa cebir formüllerini öğrettiği­nizde sıkıntı çıkar. Sebep, cebir formüllerinin müşkil veya muğlak olması değil, çocuğun o bilgilere liyakat noktasına gelmemiş bulunmasıdır.

Kur'an'ı en iyi tefsir eden zamandır. Vakti gelmemiş hiçbir Kur'an sırrı açıklığa kavuşmaz. Bunun mânası Kur'an'ın muğlaklığı değildir; muhatabın yeter­sizliğidir. Mânaların tecelli etmesinin yolu okumamak değil, okumak ve düşünmektir. Ama haddini bilerek okumak lâzımdır. Her okuyan her oku­duğunu anlamak durumunda olamaz. Herkes anlamıyor diye de anlayanlar yoktur denemez.

Kısacası, her hal ve şartta sürekli okumak ve tedeb­bür kapısını açık tutmak gereklidir.

Kur'an'da yüzü aşkın ayet, tafsil, mufassal, be­yan, mübeyyin, beyyine, beyyinât... gibi açıklık, netlik, ayrıntılı olmak ifade eden sözcüklerle doludur. Ama Kur'an'ın mücmel, müşkil veya muğlak oldu­ğuna ilişkin değil ayet, işaret bile yoktur.

Müteşâbih ayetleri "bilinmezlik" eksenine oturtup Kur'an'ın dörtte üçünü insan tedebbürünün dışına itiyor­lar. Hâşâ! Müteşâbihler bilinmezler değildir, vakti ge­lince veya ehli el atınca bilinecek olanlardır. Ama Allah bir şeyi bilemezsiniz demişse (kıyametin vakti gibi) onu bilemeyiz. Bunun müteşâbihle bir ilgisi yoktur.

Surelerin başlarındaki mukatta' harfler bilinmez değil, tartışmalıdır, (bk. Süyûtî; el-Îtkan, 2/22 vd.) Günü gelince veya ehli devreye girince onların anlamı da apa­çık olur. Şâtıbî'nin dediği gibi: "O harfler ehli veya zamanı olmadığından kapalıdır. Yoksa Allah, anlamsız kelam ile kuluna hitap etmekten arınmıştır." (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/29-31) Allah, kullarının anlamayacağı bir kelamı gönderip de sonra onlara bunu okuyup anlayın emrini vermez. Allah kul­larıyla alay etmez. Kaldı ki, kitabında, Kur'an'ın kolay­laştırıldığını defalarca, hem de yeminle bildirmiştir.

Kur'an okumanın ruhu tedebbürdür. Tedebbürü değil ortadan kaldıran, zedeleyen şeyler bile bid'at sa­yılmıştır. Örneğin, Kur'an okuyuşa musikî kat­mak böyledir, (bk. Turtûşî, 183-205) Neden? Çünkü Kur'an okuyuşa mûsikî uygulamak kaygısı, oku­yanın tedebbürünü zedeler.

Yine aynı şekilde, özellikle Ramazan aylarında, bi­risinin okuyup ötekilerin mushaftan sürmesi (mukabele) de bid'at sayılmıştır; çünkü bunda da tedebbür olmadığı açıktır, (bk. Turtûşî, 205)

Süratli, sayfa devirmeyi esas alan bir okuyuş da bid'attır; çünkü böyle bir okuyuşta da tedebbür yoktur, (bk. Turtûşî, 208 vd.)

* Kur'an'ı muska-tılsım aracı yapmak, koruyucu olarak duvarlara, evlere asmak:

Hangi ad ve maksatla yapılırsa yapılsın böyle bir şey tartışmasız bid'attır. (bk. Kal'aci; Fıkhu'nNehaî, 2/789)

Kur'an'ı muska ve tılsım aracı yapmayı şirke yakın bir günah sayan fakıhlar da vardır.

Kur'an'ı muska-tılsım aracı yapmanın uzantıları vardır. Bunlardan biri de belli surelere esrarengiz güçler ve etkiler yükleyerek onları bir tür tılsım gibi kullanma eğilimidir.

Surelerin üstünlüklerine (falan surenin filan gücü taşıdığına, şu veya bu işin çözümüne yaradığına) ilişkin hadis adı altında rivayet edilen sözlerin tümü uydurma­dır ve bunun böyle olduğunda hiçbir tartışma da yoktur. Ne yazık ki bu gerçek açıkça ve ortaklaşa itiraf edilme­sine rağmen, klasik devrin eserleri içinde bu uydurma­ların girmediği kitap hemen hemen yoktur.

Biz şunu bileceğiz: Kur'an'ın tümü rahmettir, hidayettir, ışıktır. Hiçbir sure diğerinden ay­rılmamıştır. Hiçbir surenin filan veya falan farkı taşıdığına ilişkin bir vahyî veya nebevi beyan yoktur. Esasen Kur'an'ın okunması bir afsun ve kelime işi değil, gönderilen mesajın içeriği üzerinde düşünme ve gereğini yapma işidir. Böyle olunca her sure önemlidir. Çünkü Kur'an sistematik bir kitap değildir. Her sure­de vahyin temas ettiği hemen tüm konularla il­gili beyanlar vardır. Önemli olan o ortak me­sajlar üzerinde düşünüp gerekli değerleri ürete­cek boyuta gelmektir.

Surelerin bir kısmını, "namaz sureleri" diye ayı­ran yaklaşımlar da İslam dışıdır. Kur'an'ın tümü na­mazda okunabilir. Bunun aksini söyleyerek, "namaz su­releri" öğreten bir ticaret sektörü yaratmak isteyenler vardır.

Bu ticarî sektör şöyle çalışmaktadır: Önce, nama­zın Arapça dışında bir dille kılınamayacağı fetvaya bağ­lanmaktadır. İkinci olarak, namaz kılacak kadar Kur'an öğretmek amacıyla (!) bir "Kur'an kursu alt sek­törü" oluşturulmaktadır. Bu sektör, cazibe yaratmak için "namaz surelerini öğretme" hizmeti verdiğini pro­paganda ederek halktan çeşitli başlıklar altında resmîgayrıresmî akıl almaz paralar toplamaktadır.

Sektörün öğrettiği "namaz surelerini oku­ma" ile Kur'an öğrenip okumanın hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü öğretilen şey, sadece Arap alfa­besinin harflerini telâffuzdur. Bu, eşi görül­memiş bir tutarsızlıktır. Arap alfabesini öğre­nen çocuklar ne bir kelime Arapça öğrenmekte­dir, ne de Kur'an'ın içeriğinden herhangi bir şey... Öğr endikleri, Arap harflerinin gırtlağın, karnın neresinden nasıl çıktığıdır. Yani in­sanlar, "namaz sureleri öğrenmek" adı altında açık bir papağanlık eğitimine tâbi tutulmakta­dır. Kitleler aldatılmaktadır.

Gerçekten de bu bir aldatma ve aldanma sektörüdür. Her yıl insanımızın cebinden trilyonlar alıp götüren bu sektör, tarihte benzeri hemen hemen hiç görülmeyen bir ruhban sömürüsü yürütmektedir.

Halkımızın bu sektörden hem dinini, hem de cebini kurtarması gerekmektedir. Bunun yolu da herkesin iba­detini, namazını-niyazını kendi diliyle yapma hakkına sahip olduğunun halka öğretilmesidir. Sektör buna elbette şiddetle karşı çıkmaktadır. Çünkü menfaat kayıpları çok büyüktür. Bu zihniyetin, Osmanlı dönemindeki kök-damarı olan softa-molla sektörü, benzeri bir karşı çıkışı matbaanın yurda getirilmesi gündeme geldiğinde göstermiş, "din elden gidiyor" diye sokağa dökülmüştür. Elden gidenin din değil, bu çıkarcı sektörün gelirleri olduğu anlaşıldığında ara­dan 227 yıl geçmişti. Osmanlı'yı dünyanın ge­risinde bırakan ve asırlık bir yığın belanın kaynağı olan koskoca 227 yıl. Bugün, kalkın­mış ülkelerin gerisinde kalarak ona-buna yüz suyu dökmenin acı faturasının arkasında işte bu softa-molla inadı vardır.

Günümüzde, ana dilde ibadet gündeme geldi­ğinde sokaklar bu inatla doldu-taştı, 8 yıllık eğitim gündeme geldiğinde bu inat, yine "din elden gidiyor" teranesiyle köyleri-kentleri kir­letti. Ve kirletmeye devam ediyor.

* Ölüler üzerine Kur'an okumak:

İttifakla bid'attır. Kabir başlarında Kur'an okumak, ölünün arkasından hatim indirmek, ölü ruhu için hatim ısmarlamak vs. sonradan uydurulmuştur; Peygamberi­mizin hayatı ve uygulamasında yeri yoktur, (bk. Kal'aci; Fıkhu'nNehaî, 2/789) Hz. Peygamber, kabir başlarında Kur'an okumamıştır. Mezara Yâsîn veya İhl as oku­maya ilişkin hadis patentli rivayetlerin de uydurma ol­duğunu hadis otoritesi Elbânî (ölm. 1999), kanıtlarıyla göstermiştir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/397, 402, 452) İbnülKayyım'ın anıt eseri "Zâdül-Meâd"da belirttiğine gö­re, bu yönde bir vasiyet bile olsa geçersizdir. Bunlar en iyi ihtimalle mekruh, bazı durumlarda günah veya şirk­tir. Bırakın ölüp gitmişleri, ölmekte olanın üzerine Kur'an okumaya ilişkin rivayet bile sakattır, (bk. Feyzu'l-Kadîr, 2/67: Rivayet no, 1344)

Ölülere üfürükle rahmet gönderme yoktur. Kur'an okutup bağışlama diye bir şey yoktur. Resul'ün ölülere yararlı olmak için bize gösterdiği yol, onlar için hayır dileklerde bulunmak, yoksullara yar­dım etmek ve bir de onların yakınlarını-dostlarını ziya­ret etmektir, (bk. et-Tâc, 5/6. Ölülere Kur'an okumak ko­nusunda Kur'an ve gerçek sünnet kaynaklı bilgiler ve­ren bir eser olarak bk. Ömer Temizel; Kur'anın Göl­gesinde Katıksız Sohbetler, Denizli, 1999)

Ölülere Kur'an okuyup göndermenin en nezaketsiz ve Îslamdışı şekli "Peygamberimizin ruhuna hediye" adıyla Kur'an okumak veya dualarda, "Peygamberi­mizin ruhuna hediye eyledik" türünden ifadeler kullanmaktır. Bunu yapanlar kim oluyorlar da Kur'an'ın mahbatı (iniş yeri) olan bir Hak elçisine hediye gön­deriyorlar! "Biz bunu ondan bize bir yardıma ve­sile olsun diye yapıyoruz" diyorlarsa, o zaman durum çok daha kötü demektir. Çünkü böyle bir şey, Peygamber'i şirk aracı yapmak olur. Şeyhülislam İbn Kemal (ölm. 940/1533) bu konunun dindışı olduğunu gös­teren bağımsız bir risale yazmıştır: "Risâletün fî Beyâni 'Âdemi Vücûdi Kıraati'l-Kur'ani li İhdâi Ruhi Muhammed Aleyhisselam: Mahammed Aleyhisselam'ın Ruhuna Hediye Etmek İçin Kur'an Okuma­nın Dinen Caiz Olmadığına İlişkin Risale"

*     Kur'an için ayağa kalkmak:

Kur'an'ın olduğu yerde ayak uzatmamak vs. türün­den yapay kutsallıklar icat etmek ittifakla bid'attır. (bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/486) Çünkü bu tür kurallar, Kur'an'ı, zorluk ve sıkıntı sebebi olan kitap haline getirir.

*     Kur'an'ı öpmeyi kutsal saymak:

Kur'an'ı öpmek de bid'attır. Bu bid'atı ilk yapan, İs­lam'ın amansız düşmanı Ebu CehiFin, vahyin tamam­landığı sırada can korkusuyla Müslüman olduğunu söy­leyen oğlu (eski müşrik ordusu komutanı) Ikrime'dir. (bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/486)

Ebu CehiFin oğlunun başlattığı bir bid'atı bugün binlerce insan bir büyük meziyet gibi ta­şımakta ve aksini söyleyenleri Kur'an'a saygı­sızlıkla itham etmektedir.

Kur'an'a saygıyı Ebu CehiFin oğlundan mı öğr ene ceğiz ?!

Kur'an'ın yap dediğini yapmayanlar, "Kur'­an oku!" emrini yerine getirmeyenler nefisle­rini tatmin için böyle Şamanist öpme, yüze sür­me, kıîıflama, duvara asma yöntemleriyle Al­lah'ı kandıracaklarını sandılar; ama Allah'ı aldatamadılar; kendilerini aldattılar. "Allah'ı ve müminleri aldatma yoluna giderler. Gerçekte ise onlar öz benliklerinden başkasını aldatmı­yorlar. Ne var ki bunun farkında olamıyorlar." (Bakara, 9)

* Kur'an'ın Hz. Peygamber'den sonra toplandığını söylemek:

Hemen tüm tarih kitaplarımızda Kur'an'ın toplan­masıyla ilgili bir bahis vardır. Burada şöyle iddia edilir: "Kur'an'ı Hz. Peygamber'den sonraki zamanda Hz. Osman (ölm. 36/656) topladı. Eğer o toplamasaydı kim bilir Kur'an'ın başına neler gelir­di?!"

Hz. Peygamber eğer Kur'an'ı toplayıp ona son şeklini vermeden bu âlemden ayrılmışsa, hâşâ, peygamberlik görevini yapmamış demektir.

Peygamberliğin temel niteliklerinden biri de "hıfz" yani gelen vahiyleri toplama, kollama ve insanlığa bil­dirme görevidir. Hıfz yeteneği olmayan bir peygamber düşünülemez. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Bir pey­gamberin aldığı vahiylerin en iyi ve en güve­nilir koruma deposu, o peygamberin hafızası­dır. Kur'an, bu gerçeği bizim peygamberimiz açısından ifadeye koyarken şöyle buyurmaktadır: "Biz seni/sana okutacağız da sen unutmayacaksın." (A'lâ, 6)

Hz. Muhammed'in hayatını anlatan tüm hadis ve si­yer kitapları bildiriyor ki, o, aldığı vahiyleri hem kendi ilahî hafıza deposunda koruyor hem de sahabîlerine ez­berletip yazdırıyordu. Ayrıca, her yıl Ramazan ayında, Cebrail ile karşılıklı bir mukabeleye gidiyor, bir yıl içinde gelmiş vahiylerin hem metinlerini hem de yerle­rini gözden geçiriyordu. Bu mukabele işi (buna arza: Cebrail'e arz edip kontrol ettirmek de denir), Hz. Pey­gamberin öldüğü yıl iki kez yapılmıştır.

Hz. Peygamber, kendi tanrısal hafızası yanında iki ayrı imkânı daha kullanarak Kur'an'ı koruma altına almıştır: Yazı, ezberleme (hafızlık). Özellikle yazıl­ması hususunda son derece titiz davranmış, yazımları bizzat kontrol etmiştir. Onun ümmî sıfatını okumayazma bilmeyen adam anlamında kullanmak için bu titiz­likleriyle ilgili anekdotları hep saklamışlardır. Gerçek olan şudur ki Hz. Resul, vahiy kâtiplerinin yazdığı ayet­leri sık sık ve titizlikle kontrol ediyor ve bazan düzelt­meler yapıyordu. (Bu konuda bk. Hamidullah; Kur'an Tarihi, 45-52)  

Sözün özü, Muhasibi (ölm. 243/857)nin söylediğidir: "Kur'an'ın kitap haline getirilmesi Peygamberimizden sonra gerçekleştirilmiş (muhdes) bir olay değildir. Pey­gamberimizin emriyle gerçekleşmiş bulunan yazım işi, parçalar halindeki yazı malzemesinin bir araya getirilip kopyalanmasıdır." (bk. Süyûtî; el-Itkan fî Ulûmi'lKur'an, 1/167)

Kısacası, Kur'an ayetlerinin sıralamasını (surelerin tertibi serbest kalmak üzere) bugünkü şekline Peygamber ve Cebrail birlikte kavuşturmuşlardır. Gerisi bir kopya­lama (istinsah) ve "kağıt değiştirme" işidir. (Bu konuda bk. Zerkeşî; el-Burhan fî Ulûmi'l-Kur'an, 1/296-303)

Bütün bunlar bilinirken, Kur'an Peygamberimizden sonra halife Osman zamanında toplandı demek, Emevî hanedanına Kur'an üzerinden prim çıkarmaya kalk­maktan başka anlam ifade etmez.

Üçüncü halife Osman'ın yaptığı, toplanmış ve son şekli verilmiş bulunan Kur'an'ın, sure tertipleri değişik nüshaları arasından birini seçip kopyalamaktır.

*   Kur'an'da nesih (bazı ayetlerin bazılarını hükümden düşürmesi) olduğunu iddia etmek.

*   Kur'an'ın muğlak, mücmel ve müşkil olduğunu söylemek:

Kur'andan bunların hiçbirine değil kanıt, bir ima bulmak bile mümkün değildir. Bunlar, Kur'an'ı kendi yorumlarının cenderesine hapsetmek isteyenlerin icat et­tikleri entellektüel oyunlardır.

* Müteşâbihâtı Allah dışında kimsenin bilemeyeceğini iddia etmek:

Sure başlarındaki harfler (fevâtihu's-süver veya hurûf-i mukatta'a) bile anlaşılmaz değildir. Vaktini, kişi­sini, boyutunu bekler. Bu bekleyiş, anlaşılmazlık, bilin­mezlik anlamına gelmez. (Bu konuda bk. Şâtıbî; Muva­fakat, 29-33) Allah anlamsız kelamla kuluna hitap etmez. KURBAN

Kurban adı altında hayvan kesmek, bağımsız bir ibadet değildir; esas ibadet olan infak (paylaşım, imkân ve nimetlerden başkalarına pay çıkarma) içinde bir uy­gulamadır.

Hiçbir mezhep kurbanı farz görmemiştir. Bunun an­lamı, kurbanın ayniyle (yani hayvanın kesilmesiyle) bir ibadet olmadığıdır. Esasen Kur'an, kurbanların etlerinin ve kanlarının Allah'a ulaşmayacağı­nı açıkça ifade ederek kesim ve etin hiçbir za­man ibadet olamayacağını göstermiştir:

"O kurbanlık hayvanların etleri de kanları da Allah'a asla ulaşmaz; fakat sizin takvanız O'na ulaşır..." (Hac Suresi, 37) Kur'an böyle diyor ama, o Kur'an'ı insanlığa tebliğ eden Peygamber'e isnat edilmiş bazı uydurmalar bunun tam aksini söylüyor. işte bir tanesi: "Kurbanlıkların her tüyünde onların sahipleri için on sevap vardır." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/157) Ve: "Kurbanlık hayvanlarınızı büyük tutun, çünkü onlar sizin sırat köprüsünde bine­ğiniz olacaktır." (bk. Elbânî; aynı eser, 1/173)

İbadet olan, fakire pay çıkarmak, yardımcı olmaktır. Hayvan kesimi, bunun uygulama şe­killerinden biridir.

Hal böyle olunca, kurbanın yerine, yoksulun korunmasında daha elverişli olan başka bir yardım geçirilebilir. Yoksula et verme diye ayrı bir ibadet yoktur. İbadet, yoksula yardımcı olmaktır. Bu yardım, yoksulun ihtiyaçlarına en uygun olanıyla yapılmalıdır. Ameliyat olacak para arayan bir yoksula para vermek ona et vermekten çok daha üstün bir hayırdır. Hem Allah'ı hem yoksulu daha çok memnun eder.

Örne kler artırılabilir. ilke şudur: Yoksulun en âcil ve en hayatî ihtiyacına cevap vermek.

Ülk emizde son yıllarda "kurban ibadeti" adı al­tında hayvan kesmek farzlaştırılıyor ve ardından bu hayvanların derilerini toplamak için akıl almaz oyun­lar tezgâhlanıyor. Bir tür "deri toplama mafyası" oluşmuş bulunuyor. Trilyonlar söz konusudur. Bu tezgâ­hın yaşamasında çıkarları olan şebekeler söz konusu­dur. Bunlar, dinsel açıdan duygularına hep yenik düşen temiz kalpli, fakat bilgisiz insanlarımızı, "Kan ak ma­lıdır, kaza-bela uzaklaşsın diye bir kan akıt­mak gerekir" şeklinde sözlerle aldatarak sürekli hay­van kestiriyorlar. Çoğu zeminde etler ortada kalıyor. Et dağıtmak için ev ev dolaşılıyor. Hiçbir ihtiyacı olmayan aileler "ibadet olsun diye bir kan akıtıp" sonra da karşılıklı et değiş-tokuşunda bulunarak kendilerini al­datıyorlar.

Kurban konusu, neresinden bakarsanız ba­kın, yer yer komediye, bazan da faciaya dö­nüşmüş bulunuyor. Bir facia ki bir ucunda hay­van canı almak, öte ucunda deri gaspı var.

Başta İbn Abbas (ölm. 68/687) olmak üzere sahabîlerden bazılarının, git gide farzlaştırılıyor diye kurban kesmeyi terk ettiklerini tespit etmiş bulunuyoruz, (bk. Sünnet mad.)

Bugün bu sahabî tavrını devreye sokmanın tam za­manıdır. Çünkü kurban artık yoksulun, açın işine ya­ramaktan çok deri toplayıcılarla deri tüccarlarının işine yarayan bir can alma kurumuna dönüşmüş görü­nüyor.

Allah'a yaklaşma vesilesi demek olan kurban, sade­ce hayvan boğazlamakla olmaz. Her Müslüman, çevre­sindeki yoksulların durumunu araştırıp onların ihtiyaç­larına en uygun yardımı bulmak ve yoksulu o yolla ko­rumak borcundadır. Allah'ın istediği ve dinin gösterdiği budur. Bu yolda hareket edilirse hem infak ibadeti en ideal biçimde yerine getirilmiş hem hayvanların canına kıyılmamış hem de deri çetelerine destek verilmemiş olur.

* Kurbanlık hayvan kesmeyi farz sanmak:

Kurbanlık hayvan kesmek islam'ın hiçbir mez­hebinde farz değildir. Kurbanlık hayvan kesmek sünnettir. Hanefî fakıhların bir kısmı kurbanlık hay­van kesmeyi "vacip" göstermektedir. Bu bizi şaşırtma­malıdır; çünkü Hanefî fıkhında müekked sünnet (pekiştirilmiş, uygulaması yaygın sünnet) anlamında vacip deyimi kullanılmaktadır. Yani neresinden ba­karsanız bakın, kurban kesmek sadece sünnettir.

Sünnet, bir ibadetin Hz. Peygamber tarafından uy­gulanış biçimi demektir. O halde kurbanlık hayvan kesmek, bir ibadetin uygulama biçimlerinden biridir. O ibadet, yoksula yardım demek olan infaktır. Kurban kesmek işte bu yardımın veriliş biçimlerinden biridir. Bunun açık anlamı ise şudur:

Yoksula, kurbanlık hayvan kesip et verme yerine uy­gun bulunan başka bir şeyi (para, mal, eşya vs.) vermek de mümkündür.

*   Kurban bayramını, hayvan kesme bayramı sanmak:

Bu anlayış temelden yanlıştır, pagan bir kalıntıdır. Kurban, tüm ibadetlerin ortak adıdır. Î nsanı Al­lah'a yaklaştıran şey demektir. Bu anlamda olmak üzere Peygamberimiz namazı bile kurban diye anmıştır.

O halde, Kurban bayramının İslam'a uygun adı, "yoksula yardım bayramı" olmalıdır. En azından, Kur'an müminleri bu bayramı böyle anlamalı ve değer­lendirmelidirler.

*   Allah dışında bir şey (kişiler, türbeler, olaylar) adına kurban kesmek:

Bu da bir putperest kalıntıdır. Politikacı, sanatçı, as­ker vs. ünlü kişilerin adlarına, bazı olayların yıl dönü­münde vs. hayvan boğazlayıp bunu kurban diye anmak, tam bir sapmadır. Bu anlayışla kesilen hayvanların bı­rakın kurban olmalarını, etleri yenmez.

Hayvan kesimi bir can almadır; can alma yalnız ve yalnız Allah adına olabilir. Yaşayan veya ölmüş kişile­rin, türbelerin adına izafe edilerek kesilen hayvanlar, Kur'an'ın açık hükmüne göre haram et haline gelir. Kur'an bu şekilde kesilen hayvanları "Allah'tan baş­kası adına kesilen hayvanlar" diye anmakta ve et­lerini haram ilan etmektedir. Bu etler; leş, kan, domuz eti gibi haramların yer aldığı listenin içindedir, (bk. Bakara, 173; Mâide, 3; Nahl, 115)

* Hayvanları bayıltarak kesmeyi İslam dışı ilan etmek:

Kurban konusunda halka musallat edilen hurafeler­den biri de, elektro şok uygulanarak yapılan kesimleri dinen geçerli saymamaktır.

Bu konuda yıllarca yalan söylendi, halk kandırıldı. Güya, bayıltılarak kesilen hayvanların kanı akmıyormuş, bu yolla kesilen hayvanlar boğularak ölüyormuş.

Kesimde kanın akması dinen gereklidir. Bu doğru. Boğularak ölen veya öldürülen hayvanın eti helal değil­dir, yenmez; bu da doğru. Ama şoklanarak, bayıltı­larak kesilen hayvanların kanlarının akma­dığını, bu hayvanların ölümlerinin boğulma yoluyla vücut bulduğunu söylemek gerçek dışı­dır.

Durum, bu söylentilerin tam tersidir: Şoklanarak kesilen hayvanların ölümü kesim ve kan akışı yüzündendir. Hatta bu yolla kesilen hayvanlar­da vücuttan çıkan kan miktarı, geleneksel yöntemlerle kesilenlerden çok daha fazladır. Bu durum etlerin daha sağlıklı ve daha leziz ol­malarında etken olmaktadır. Bunun böyle oldu­ğu bilimin tartışılmaz tespitidir.

Dinsel yönden baktığımızda da şoklama yöntemiyle kesim İslam'ın, özellikle Peygamberimizin buyrukları­na, beklentilerine en uygun yoldur. Çünkü bu yol, hay­vanın acısını hemen hemen sıfırlamaktadır. Peygambe­rimizin talimatı da kesilen hayvanların en az acı duya­cakları şekilde kesilmeleridir.

O halde kurban kesimlerini de hayvanları bayıltan yöntemlerin uygulandığı bir kesim şekline kavuştur­mak hem insanlık hem de din görevimizdir. Diya­netin de bu konuda yıllar önceden fetva verdiğini bili­yoruz. Ama bu yeterli olmamıştır. Diyanet, şoklama ile kesimi zorunlu hale getirmek için ağırlığını koymalı­dır.

Esasen, bu konuda acil bir yasal düzenleme yapmak herkesten önce parlamentomuzun bir vicdan ve insanlık borcudur. Aksi halde, "kurban ibadeti" adı altında hayvanların acı çekmesi, insanların da aldatılması sü­recektir.

* Kurbanlık hayvan kesmeyi haccın gereklerinden biri sanmak:

Îlmihal kitaplarına girmiş bu anlayış da Îslam dışı­dır. Hacda kurbanlık hayvan kesmek, hac günlerinde Mekke'de toplanan büyük kalabalığın gıdalanmasını kolaylaştırmaya yönelik bir uygulamadır. Ve bu espri içinde anlamlıdır. Bu esprinin yitirildiği veya anlamı­nın kalmadığı zamanlarda sadece bir geleneği yaşat­mak uğruna onca hayvanı kesip kumlarda telef etmek dinin buyruğu olarak algılanamaz. (Bu konuda ayrıntı­lar ve kanıtl ar için bk. KTK. Kurban mad.)

KUTUP, GAVS, HIZIR, ABDALLAR, KIRKLAR, NUKABA, NÜCEBA, EVTÂD, EFRÂD, AHYÂR MİTOLOJİSİ

Hint-Veda sistemlerindeki yarı-tanrı kuvvetler an­layışının tasavvuf-tarîkat yoluyla İslam'a aktarılışmın bir göstergesi olan abdallar, gavs, kutup, nakîbler, necip­ler vs. iddialarının Kur'an ve gerçek hadiste hiçbir da­yanağı yoktur.

Bu isim-kavramlarla ilgili hadis diye ortalıkta dolaş­tırılan sözlerin tümünün uydurma olduğu bugün artık oybirliği ile kabul edilmektedir.

Başlığımızda değişik görünümlerini sıraladığımız bu mitolojinin çekirdeğini, Emevî kralı Muaviye'nin tezgâhını yürüttüğü Şam'ı kutsal göstermek için uydurttuğu "Abdallar Hadisi" diye anılan söz oluşturmakta­dır. Bu söz sonraki zamanlarda Hint mistisizminden it­hal edilen yedek ilah teorileriyle zenginleştirilmiş ve dünyayı Allah ile birlikte yönettikleri var sayılan İslamîleştirilmiş bir alt-tanrılar silsilesi oluşturulmuştur. Bunların başı kabul edilen kişi "kutup" veya "gavs" diye anılır. Onun altında, Vedik (Vedalar sistemine ait) anlayışın sıralamasına uygun bir iş bölümü yapılır ve başlıktaki adlarla anılan kişiler kutubun yönetim ve denetiminde dünyayı, hatta evreni idare ederler. Abdallar ve kutup mitolojisinin, Muaviye ile onun sadık yandaşı sözde mühtedi (İslam'a dönmüş) Yahudi casusu Ka'b el-Ahbâr (ölm. 33/653) tarafından oluştu­rulduğunu bilmekteyiz. İslam bilginleri bu tür uydurma­ları "kıssacılık" adıyla anar ve itibar dışı tutarlar. Kıssacılığın babasının Muaviye olduğu ise tar­tışmasız bir gerçektir, (bk. Süyûtî; Tahzîru'l-Havâs min Ekâzibi'l-Kussâs, 235)

Biz bu konuyu "Kur'andaki islam" adlı eserimiz­de geniş bir biçimde inceledik, (bk. s. 242-244 ve 346-351) Burada şu kadarını söyleyelim: Ka'b el-Ahbâr adlı Ya­hudi kâhin-bilginin tarihin ilk ve en hızlı siyonisti ol­duğu, İslam'ın yozlaştırılmasında ve hadis uydurmacı­lığında ilk büyük rolü oynadığı, Hz. Ömer'i öldüren komplonun içinde yer aldığı, Mısırlı bilginler Mahmud Ebu Reyye (ölm. 1970) ve Ahmet Emin (ölm. 1954) ta­rafından tarihsel belgeleriyle gösterilmiştir. Ebu Reyye bu tezini Mecelletü'r-Risâle'de yazdığı makalelerle gündeme getirmiş, ayrıca "Advâ' ale's-Sünneti'lMuhammediyye: Muhammedi Sünnetin Aydınlatılma­sı adlı eserinde (s. 166 vd.) tekrarlamıştır.

Abdallarla ilgili uydurmaları, çağımızın en büyük hadis bilgini Elbân î'nin, uydurma hadisleri toplayan ve eleştiren eserinden verelim:

"Bu ümmette Abdallar otuz kişidir. Onlardan biri öldüğünde Allah onun yerine bir başkasını bedel olarak gönderir." (Elbânî; Zaîfa, 2/339-342)

"Şu üç şey kendisinde bulunan kişi, yeryü­zünün ve sakinlerinin ayakta kalmasının se­bebi olan Abdallardandır: Kazaya rıza göster­mek, Allah'ın yasaklarından uzak durmada sabır, Allah'ın zatına ilişkin konularda öfke."

"Ümmetimin abdallarının alâmeti şudur: Onlar hiçbir şeye asla lanet etmezler."

"Abdallar, mevâlîden (Arap olmayan Müslümanlardan )dir. Mevâlîye, münafıklardan baş­kası kin tutmaz. 11

"Benim ümmetimin abdalları cennete amel­leri yüzünden girmezler. Onların cennete giri­şi Allah'ın rahmeti, benliklerindeki cömertlik, kalp temizliği ve tüm Müslümanlara rahmet oluşları yüzündendir.11 (bk. Elbânî; Zaîfa, 3/666-668)

"Abdallar kırk erkek ve kırk kadından olu­şur. Allah; her erkek öldüğünde onun yerine bir erkek, her kadın öldüğünde de onun yerine bir kadın gönderir." (bk. Elbânî; aynı eser, 5/519-520)

"Ümmetim içinde, kalbi Hz. İbrahim kalbi gibi olan kırk kişi hiç eksik olmaz. Allah bu kırk kişiyle yeryüzündeki belaları ümmetim­den uzaklaştırır. Bu kırk kişiye 'Abdallar' de­nir. Bunların erişleri namaz, oruç ve sadaka ile değildir; bunların erişleri cömertlikle, Müslümanlara öğütle olur."

"Yaratıkları içinde Allah'ın üçyüz kişisi vardır ki, kalpleri Hz. Âdem kalbi üzeredir. Aynı şekilde Allah'ın kırk kişisi vardır ki, kalpleri Musa'nın kalbi üzeredir. Yedi kişi vardır ki, kalpleri İbrahim kalbi üzeredir. Beş kişi vardır ki, kalpleri Cebrail kalbi üzeredir. Üç kişi vardır ki, kalpleri Mikâil kalbi üzere­dir. Bir kişi vardır ki, kalbi İsrafil kalbi üze­redir. Bu son bir kişi ölünce Allah onun yerine üçlerden birini getirir. Üçlerden biri ölünce onun yerine beşlerden birini getirir. Beşlerden biri ölünce onun yerine yedilerden birini geti­rir. Yedilerden biri ölünce onun yerine kırk­lardan birini getirir. Kırklardan biri ölünce onun yerine üçyüzlerden birini getirir. Üçyüzlerden biri ölünce onun yerine halktan birini getirir. İşte yeryüzünde hayat bu insanlar hür­metine yürür, ölüm bu insanlar yüzünden olur, yağmur bu insanlar hürmetine yağar, bitkiler bu insanlar hürmetine yeşerir, belâlar bu in­sanlar hürmetine uzaklaştırılır." (Bu buram bu­ram şirk kokan uydurmalar ve eleştirileri için bk. El­bânî; aynı eser, 5/669-670)

İbn Teymiye'nin "ilim sahiplerinin ittifakıy­la yalan" dediği (bk. Îbn Teymiye; el-Furkan, 13) bu Abdallar uydurmasındaki anlatım, tevhidin Allah'ına değil, şirk panteonunun yedek ilahlarına yakışan bir anlatımdır.

Kutup, Abdallar, Gavs, Nukaba, Nüceba, Evtâd Mitolojisi hakkındaki bilgileri, bir ibret belgesi olsun diye, tasavvuf-tarîkat kitaplarından değil, Os­manlı fıkıh bilginlerinin en ünlülerinden biri sayılan İbn Abidîn 'nin Resâil 'inden alacağız. Ünlü Risâleler'inin birini de bu konuya ayıran İbn Abidîn (ölm. 1252/1836) bu mitolojiyi, genişçe anlatmış ve ne şaşılacak şeydir ki, bir tek tereddüt belirtmemiş, bir tek sakınca kaydı koymamıştır. Osmanlı'nın din dediği ile Kur'an'ın din dediğinin çok ayrı şeyler oldu­ğunu kanıtlayan en güçlü belgelerden biri de İbn Abidîn'in bu "Risâle"sidir. (bk. Îbn Abidîn; Resâil, 2/264-281)

Mitolojiyi tanıtan önemli cümleleri alalım ve kendi görüşlerimizi parantez içinde ekleyelim:

Kutup (çoğulu: aktâb) değirmenin, çevresinde dön­düğü eksen demektir. Zamanının bütün oluşları onun çevresinde dönüp durduğu için zamanın ruhsal seyyidi ve yöneticisi olan zata bu ad verilmiştir... Kutuplar iki tanedir. Biri görünen âlemi yönetir, biri gayb âlemini. (Allah ne yapar?!) Kutup ölünce, yerine Abdallar'ın en kâmili geçer.

Abdallar'a gelince, abdal kelimesi, bedel sözün­den alınmıştır. Bunlardan biri ölünce onun yerine öteki geçtiği için bu adla anılmışlardır. Bunlar, peygam­berin yerine iş gördükleri için de bu adı almış olabilir­ler... (Az önce Allah'ın işlerini gördükleri söyleniyordu!) Allah, insanlara musallat olabilecek belaları, fesatları bu Abdallar yüzünden yok eder... (Neden Îslam dünya­sından bela ve fesat bir türlü eksik olmuyor?)

Evtâda gelince: Bu kelime direk, dayanak anlamın­daki veted sözcüğünün çoğuludur. Bunlar, yeryüzünün dayanıklı olmasını sağlayan ruhsal kişilerdir. Kur'an'­da dağların "evtâd" olduğunu söyleyen ayet bu kişilere dikkat çekmektedir.

Nukaba, nakîb (temsilci, belirleyici) sözcüğünün çoğuludur. Nukaba, toplumların kozmik temsilcileridir. Bunların her biri gezegenlerin birinin dünya üzerindeki etkilerini kontrol eder. Bunlar Îblis'i de tanırlar ve onun etkilerini de kontrol ederler. (Dünyadaki bunca kötülük ve sapıklık nasıl oluyor? Yoksa nukabanın canını sıka­cak bir şey mi yapıldı?)

Efrada gelince, bu kelime ferd (birey) kelimesinin çoğuludur. Efrâd, melekler âleminden bazılarının tem­silcisi olarak iş görür...

Nüceba'nın sayısı 70, Abdalların 40, Ahyâr'ın 7, Evtâd'ın 4'tür. Gavs ise bir tektir. Nukaba'nın yaşa­dığı yer Mağrip, Nüceba'nınki Mısır, Ab d all ar' ınki Şam, Gavs'ınki Mekke, Kutup'unki Yemen'dir. Ahyâr (hıyar kelimesinin çoğulu, seçkinler anlamında kullanılır) ise yeryüzünü durmadan dolaşır. (Dikkat edilirse bu mitolojik ilahların hiçbiri, günümüz dünya­sının uygar coğrafyalarında yaşamıyor.)

Halkın Kabe'yi tavaf ettikleri gibi Kutup da sürekli bir biçimde Allah'ı tavaf eder. (Allah'ın tavaf konusu ol­duğunu söylemek O'nu cisimleştirmektir ki tartışmasız küfürdür.) Hep Allah'ın çevresindedir, orada döner-durur. (Bu sözler açık bir şirktir.)

Kutup, azledilmez, makamından ayrılmaz. Ancak ölünce yeri boşalır.

Mitolojik anlatım böylece sürüp gidiyor. Bunlar Islam'ın kabulleri asla olamaz, bunlar olsa olsa Hint pa­ganizminin yedek ilah anlayışını yansıtan beyanlardır. Bu sözleri okuyup İslam dünyasının durumunu da hatır­layınca Kur'an'ın defalarca tekrarladığı şu ölümsüz beyyine vicdanlarda yeniden canlanıyor:

"Allah, insanlara zulmetmez, insanlar ken­dilerine zulmediyorlar." (bk. Âli İmran, 117; Hûd, 101; Nahl, 33, 118; Zührûf, 76)

Hızır mitolojisi, Abdallar-Kırklar mitoloji­sinin bir uzantısıdır.

Kur'an'da Hızır diye bir ad geçmez. Hz. Mu­sa 'nın Kehf Suresi'nde sözü edilen arkadaşının Hızır olduğunu söylemenin hiçbir Kur'ansal dayanağı yoktur. Kehf Suresi'nde sözü edilen Musa'nın Hz. Mûsa olduğu bile kesin değildir. Ona arkadaşlık yaptığı söylenen bilge kişinin ise adı hiç verilmemektedir.

Uydurmacılar Hızır'ı bazan Mûsa ile bazan da İlyas ile arkadaş yaparlar.

Tüm hurafe kabullerinde olduğu gibi Hızır konu­sunda da uydurulmuş hadisler hazırdır. Îşte bir tanesi: "İlyas ile Hızır kardeştirler; babaları İran di­yarından, anneleri ise Bizans diy arındandır.1' (bk.

MEHDÎLİK VE MEHDÎCİLİK

Mehdî kelimesi Kur'an'da geçmez. Anlam olarak hidayete eren, hidayete erdiren demektir.

Hid ayet (doğruya ve güzele kılavuzlamak), Kur'­an'a göre Allah'ın elindedir. Allah bu yetkisini peygam­berleri ve kitapları aracılığıyla kullanır. Peygamberle­rin getirdiği kitaplardaki ilkelerle hidayete çağıranlara ise mübelliğ (tebliğci), dâî (çağrı yapan), nezîr (uya­rıcı) denir. Bu hidayet yolcularının hiçbirinde tebliğ dı­şında bir amaç ve beklenti yoktur.

Mehdî, siyasal liderlik, devlet başkanlığı, maddesel önderlik talepleri olan bir "kurtarıcı" portresine sahiptir. Nitekim tarih boyunca tüm mehdî adayları, yönetimi bir şekilde ele geçirmeyi esas almış kişilerdir. Bunu bazan açık, bazan da örtülü biçimde ifade ederler. Ama hepsinde kitleyi, bir önder sıfatıyla siyasal ve askerî hareketleri de kullanarak kurtarma iddiası vardır. Bunun içindir ki, İslam literatüründe mehdî kavramı hemen daima imamet (devlet başkanlı­ğı) kavramı ile yan yana veya bağlantılı olarak ele alınmıştır. Hatta, adaletli, güven verici bir devlet başka­nı görüldüğünde ona mehdî denebilmiş, en azından böyle bir devlet başkanının mehdî beklemeye gerek bırakma­dığı dile getirilmiştir. Örneğin, Abbasî halifesi Nasır Lidinillah (ölm. 575/1180), devrin ünlü şairi Sıbt b.

Te'âvîzî (ölm. 582/1186) tarafından mehdî diye anılı­yordu. Sibt, Nasır geldikten sonra artık mehdî bekle­meye gerek kalmadığını şiirlerinde ifade ediyordu, (bk. Îlhan; Mehdîlik, 16)

Bu anlayış, zulüm ve despotizm altında inleyen kitle­lerde şu veya bu adla tarih boyunca hep var olagelmiştir. Bugünkü Îslam dünyasında yaşayan şekli ise Yahu­dilik ve Hıristiyanlık'taki mesih (kurtarıcı) inancının Müslüman kitlelere aktarılmışıdır. Yahudiler, Ilyas Peygamber'in göğe çıkarıldığına ve âhir zamanda dünyayı kurtarmak üzere geri geleceğine inanmışlardır. Hristiyan dünya aynı inancı Hz. isa'yı göğe çıkararak yaşatmıştır. Bu inanç, Îslam akidesi içine de, ne yazık ki, isa'nın geri geleceğini tekrar eden bir söylem olarak girmiştir.

Emevîler döneminde Süfyânî adıyla bir kurtarıcı beklendi, (bk. Avni tlhan; Mehdîlik, Îst. 1993, s. 13) Daha sonra bu, Sünnîliğe Hz. Îsa'nın gökten ineceği ve Şiîliğe de, beklenen mehdinin geleceği söylemi halinde girdi.

Kısacası, aklını ve eylemini vaktinde kullanmadığı için ezilen kitleler, iyice bunaldıklarında ütopik bir kur­tarıcı beklerler. Îslam dünyasında en ateşli mehdî beklentisi, tarih boyunca en çok ezilen ŞiîAlevî kitlelerde görülür. Bu beklenti, giderek, "Mehdî-i Muntazar (beklenen mehdî) deyimiyle imanın bir şartı haline getirilmiştir.

Şiî inancında, ilk zamanlar, mehdî olarak H z . Ali'nin geri gelmesi beklenmiş ve mehdî inancı Ali'nin adı çevresinde oluşturulan mitolojiye bağlanmıştır. 165/782'de ölen ve tarihin en tehlikeli uydurmacıların­dan biri olan Câbir b. Yezîd el-Ca'fî el-Kûfî (Îmamı Âzam onun için "en büyük yalancı" diyor) Hz. Ali'nin bir kurtarıcı-mehdî olarak geri geleceğini iddia ediyor ve kanıt olarak da Kur'an'ın Nemi Suresi 82. ayetini gös­teriyordu.

Hz. Ali'den sonra "geri gelecek mehdî" olarak onun oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye (ölm. 81/700) öne çıkarıldı. Şiîlerde hemen her imam için öne sürülen bu geri gelme (ric'at) nihayet 12. imam Mehdî-î Muntazar veya "Gâib imam" (Gizlenen İmanım­la noktalandı. Şimdilerde tüm Şiî ekoller onun geri gelip insanlığı kurtaracağını ileri sürmektedir. Şiî ekollerin bazıları, bir mehdinin geleceğine inanır, ama onun adını vermezler.

Mehdî inancı, gerekeni yapamayan veya yapmayan­ların avunmasını sağlayan bir ütopyadır. Bu inançta bekleme esastır. Eskiden ezildiğinin farkında olamadığı veya ezilmeye karşı çıkacak imkân bulamadığı için ka­hır çeken kitle, mehdî inancıyla, kahır çekmeyi, alda­tılmayı bizzat kendi eliyle imanlaştırmış olmaktadır. Bunun içindir ki mehdî inancından, daha doğrusu mehdî hayal ve aldanışından kurtulamayan kitlelerin kal­kınması, ilerlemesi mümkü n değildir. Mehdî inancı, atılım, üretim, gelişim ruhunu felce uğratan bir hurafedir.

Bu hurafeye destek olarak ortada dolaştırılan "hadis" patentli sözlerin tümü uydurmadır.

Mehdiden maksat, tanrısal ışık ve aydınlı­ğın önderi ise o, bugün için Kur'an'dır. Artık kişilerden hidayet bekleme devri bitmiştir. Çünkü peygamberlik devri Kur'an'la kapatılmıştır. Mehdiden maksat, kitlesel-siyasal kurtuluş ve bağımsız­lık ise bunun yolu basiretli aktif siyasettir. Bu değerlerde başarılı olamayanlar, hayal ve afsunun derin ve uyutucu sularında ömür tüketmeye devam ederler.

Mehdî ve mehdîlikle ilgili hadis patentli sözlerin, bir kere, hadis kritiği açısından hiçbirine güvenilemez. Çünkü bunların bazıları Hz. İsa dışında mehdî olama­yacağını söylerken bazıları daha birçok mehdî tipten söz etmektedir. Kısacası, herkes kendi ekibinin şefini mehdî yapmak için bir veya birkaç hadis uydurmuştur. Özellik­le tasavvuf-tarîkat çevrelerinde her ekip kendi şeyhini "zamanın efendisi" veya "mehdî" olarak kabul et­tirmek için elinden geleni ardına koymamıştır. Akıl almaz keramet isnatları, kurtuluş vaatleri, korku ve teh­dit salmalar... birbirini izler.

Bu çevrelerdeki "kutup" inancı, mehdî inancının ta kendisidir, (bk. Bu eser, Kutup mad.)

Her mehdiye bir de deccal yani düşman lâzımdır ki, o da ekip başının siyasal ve ekonomik çıkarlarına en çok darbe vuran kişidir. Örneğin, Cumhuriyet döne­minin mehdî taslaklarının ortak DeccaFi da­ima Atatürk olmuştur. Bunda garip bir yan yoktur. Onların akıl ve Kur'an dışı çıkarlarına en büyük darbe­yi vuran, Atatürk idi.

Konuya Kur'an vahyi açısından bakarsak, mehdîlik diye bir inancın varlığını kabul, Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu kabulle yan yana duramaz. Bunların biri doğruysa öteki yanlıştır. Biz, Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu­nu kabul ettiğimiz dendir ki, başka bir mehdî geleceğine asla ihtimal vermeyiz ve böyle bir şeye inanmayı Kur'an'a aykırı buluruz. Esasen Kur'an, kişilerin hidayet önderi olma devrini kapatmış, ilkeleri öne geçirmiştir. Îlkelerin kaynağı ise Kur'an'dır.

O halde, Kur'an'ın gelişinden sonra mehdî beklemek, ancak Kur'an'ı yetersiz ilan etmekle mümkün olur. Kur'an'ı yeterli bulanlar için başka bir mehdiye ihtiyaç yoktur.

Ne yazık ki Îslam tarihi boyunca hemen her coğraf­yadan bir veya birkaç mehdî çıkmış ve halkı peşine takabilmiştir. Ancak bunların tümünün sonu felaket ve hezimet olmuştur.

Mehdîlikle ilgili uydurmalardan bazıları:

"Mehdinin çıkacağını inkâr eden, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş demektir. İsa'nın gökten ineceğini inkâr eden de kâfir olmuş demektir. Deccal'ın çıkacağını inkâr eden de kâfir olur. Kadere yani hayrın ve şerrin Al­lah'tan geldiğine inanmayan kişi de kâfir olur. Cebrail bana şunu haber verdi: Kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine inanma­yan kendisine benim dışımda bir Tanrı bul­sun!" (Elbânî 'nin sadece uydurma demekle kalmayıp "bâtıl" dediği bu yalan için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/201202)

"Arınmış benlik öldürülmedikçe mehdî çık­maz. Arınmış benlik öldürüldüğünde ise gökte ve yerdeki tüm varlıklar öfkelenir de halk mehdinin huzuruna gelir, onu tıpkı zifaf gece­sinde süslenen gelin gibi süslerler. Mehdî de yeryüzünü adalet ve dürüstlükle doldurur. Yer­yüzü tüm bitkilerini çıkarır, gök yağmur yağ­dırır. Ve ümmetim, Mehdî'nin kentinde daha önce hiç nimetlenmediği bir biçimde nimetlere boğulur." (Elbânî 'nin uydurma demekle kalmayıp "münker" dediği bu yalan için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/176)

MESCİTLER

Mescid (çoğulu: mesacid), secde-sücud kökünden bir kelime olup secde edilen mekân anlamındadır.

İslam; resmî belgeli, belirli mimarisi olan bir mabet anlayışına yer vermediği için, secde edilen her yer mes­cit (kelimeyi bundan sonra Türkçe imlâsı ile yazacağız) hükmünü alır. Bir yer, ibadet dışında birçok iş için kul­lanılabilir ve ibadet edildiği anda da mescit hükmüne girer. Bu demektir ki, secde biter bitmez mescit hükmü kendiliğinden kalkacaktır.

Bu yaklaşımın temel dayanağı, Kur'an'ın tüm varlı­ğı secde halinde görmesidir. Bütün kainat secde halinde olduğundan her yer, kozmik anlamda mescit hükmün­dedir. İnsanlık açısından mescit olma hali ise o mekân­da secde edilmesine bağlıdır.

Andığımız yaklaşımın sünnet kaynaklı dayanağı ise Peygamberimizin şu sözüdür: "Tüm yeryüzü bana mescit kılınmıştır."

Tüm yeryüzü mescit-mâbettir ve insanın tüm meşru filleri ibadettir. İbadet için ne belli bir me­kâna ne birilerinin iznine ne de herhangi bir lidere ihti­yaç vardır. Cemaatle namazın tüm hikmeti insanları bir

a)    Farz namazdan sonraki müezzinlik fasıl­ları.

b)    Tespih adı altında camiye sokulan bazı âlet-edevat.

c)    Namaz veya hutbe öncesinde İhlas Suresi veya başka ayetler okumak,

d)    Cuma namazlarında okunan iç ezan:

e)    Hutbede, öğüt olarak Kur'an dışında söz­lerin okunup söylenmesi:

f)     Hutbe için cami içine yüksek minberler konması, hatibin bu minbere birtakım mera­simlerle çıkması.

Hatip hutbeye çıkarken müezzinin "innellahe ve melâiketehû..." ayetini okuması da bir Emevî bid'atidir. (bk. Ali Mahfuz; el-İbda' fi Madarri'l-İbtida', 168)

g)    Namaz kılanların yollara taşması: Yollar­da namaz kılmak yasaklanmıştır. Çünkü bu durumda geçiş zorlaşır veya engellenir ve bu kul hakkına tecavüz olur. Kur'an'ın deyimiyle, başkalarına zarar pahasına mescit edinmek haramdır, (bk. Tevbe Suresi, 107) Baş­kalarının (bunlar gayrimüslim dahi olsalar) zararı pahasına ibadet yapılamaz, (bk. Îbn Hemmâm, 1/403)

Namaz kılanların mezarlıklara taşması da yasaklanmıştır. (Îbn Hemmâm, 1/404)

h)    Vahyin belirlemediği yapay-uy durma iba­det veya teberrükâtın mescide sokulması.

ı) Caminin orasına-burasına ünlü sözler, di­zeler, levhalar veya Kur'an ayetleri yazmak: İmam Mâlik , caminin mihrabına bir Kur'an ayetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır, (bk. Turtûşî, 223-224) Aynı Îmamı Mâlik, mescitlere para toplamak için konan "sadaka sandıklarına da karşı çıkmış, "Allah, mabetleri dünyalık toplama yeri yapmadı" de­miştir. (Aynı yer, 234)

i)     Camilere mihrap yapmak: Mihraplar, Emevîler devrinde konmaya başlanmıştır ki tartışmasız bid'attır. (bk. Turtûşî, 217)

Mihrap vs. gibi eklemelerin bid'at olduğunu söyleyen Turtûşî, bunları temel yasak olan "mescitleri süs­leyip püsleme" bid'atının bir uzantısı olarak görüyor ve şu hadislere dikkat çekiyor: "Ben, mescitleri süslü-püslü yapmak, mescit binalarını güçlendirmekle emrolun m adım." Ve:

"Mescitleri, tıpkı Yahudi ve Hristiy anların süsleyip püsledikleri gibi süsleyip püsley eceksiniz." Ve: "Kur'an nüshalarını ve mescitlerinizi süsleyip püslediğinizde çöküşünüz de sizi yaka­layacaktır." (Turtûşî, 218-219)

Mescitlerle ilgili bu anlayış, sahabî ve tâbiûn kuşa­ğının egemen anlayışıdır. Hz. Ali şöyle diyordu: "Bir toplum mescitlerini süslemeye başladı mı amel­leri fesada uğramış demektir." (Turtûşî, 220)

Irak fıkıh ekolünün sahabî önderi olan tbn Mes'ûd, Kûfe'ye ilk geldiğinde süslü-nakışlı bir cami gördü ve dedi: "Bunu kim yaptıysa Allah'ın malını O'na isyanda harcamış." Aynı Ibn Mes'ûd, şunu da söyle­yen büyük ruhtur: "İleride tini (toprağı-duvarı) yük­seltip dini alçaltacak bir topluluk gelecektir." (Turtûşî, 221)

Mescitlerin geniş, pahalı, mükellef binalar halinde yapılması da yukarıda belirttiğimiz bid'atlar içine girer. Bu bid'atı yaşatmak için bir de hadis uydurulmuştur: "Mescitleri geniş yapın ki içlerini cemaatle doldurasınız." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/37)

* Gayrimüslimlerin camiye girmelerinin engellenmesi:

Peygamberimiz, Ehlikitap denen Yahudi ve Hristiyanların camiye girmelerine engel olmak bir yana, on­lara bizzat kendi mescidinde ibadet etme izni vermiştir. Hicretin 9. Yılı (Senetül-Vüfûd: Elçiler Yılı)nda Medi­ne'ye gelen Necran Hristiyan Heyeti'ne verdiği bu izin bu konuda başka belgeye ihtiyaç bırakmaz.

Hadis alanının en eski ve en büyük otoritelerinden biri olan İbn Hemmâm'a göre, müşriklerin bile mescitlere girmesine engel olunamaz. Hz. Pey­gamber onların da mescitlere girip namaz kı­lanları izlemelerine izin vermiştir. (Îbn Hem­mâm, 1/414)

* Mescitlere pis kokularla gelinmesi:

Bu pis kokular içine soğan ve sarmısak kokusunun bile girdiğini bizzat Peygamberimizden öğreniyoruz.

*     Camilerde ticaret yapılması:

Bu bid'at türü bugün bazı vakıfların kitap, takvim ve makbuzlarının satılması şeklinde hâlâ sürdürülmekte­dir.

*   Tırnak kesme vs. türünden temizlik yapılması.

II. ŞİRK UNSURLARI

Camilere-mescitlere bulaştırılan veya sokulan şirk unsurlarıyla kastedilen, Kur'an'ın açıkça yasakladığı tevhit dışı unsurlardır. Bu unsurların ortak özellikleri Tevbe Suresi 107-109, Cin Suresi 18 ve Araf Suresi 29. ayetlerde verilmiştir.

Bu ayetlerden anlıyoruz ki aşağıdaki illetlere ve eş­yaya bulaştırılmış mescitler, tevhit açısından bozulmuş ve secdegâh olma niteliğini yitirmiş mekânlardır.

Biraz önce sıraladığımız bid'at unsurlarının bulaştı­ğı mescitlere girmeme hakkımız varken, şirk unsur­larının bulaştığı mescitlere girmeme zorunluluğu­muz vardır.

Şimdi ilgili ayetleri görelim:

"Her mescitte yüzlerinizi O'na doğrultun. Dini yalnız O'na özgüleyerek O'na yalvarıp dua edin." (Araf, 29)

"Bir de şunlar var: Tutup bir mescit edin­mişler: Zarar vermek için, nankörlük için, inananları fırkalara bölmek için, daha önce­den Allah ve Resulü ile savaşmış kişiye gözet­leme yeri kurmak için. 'İyilik ve güzellikten başka bir şey istemiş değiliz' diye gerile gerile yemin de edeceklerdir. Allah tanıktır ki onlar kesinlikle yalancılardır."

"Böyle bir mescitte ebediyyen namaza dur­ma! Daha ilk gününde takva üzerine kurulan bir mescit, içinde namaz kılman için çok daha uygundur. Temizlenmek arzusu taşıyan erler vardır o mescitte. Allah, temizlenenleri sever."

"Peki, binasını Allah'tan gelen bir sakınma duygusu ve Allah rızası üzerine kuran mı ha­yırlıdır, yoksa binasını sel artıklarının ucun­daki yarın kenarına kurup da onunla cehen­neme yuvarlanan mı?" (Tevbe, 107-109)

"Hiç kuşkusuz, mescitler Allah içindir. O halde oralarda, Allah ile birlikte bir başkasına yalvarmayın/Allah'ın yanında bir başkası için çağrıda bulunmayın." (Cin, 18)

Bu ayetlere dayanarak mescitleri tevhit mabedi ol­maktan çıkaran şirk unsurlarını şöyle sıralayabiliriz:

* Mescidin insanlara zarar verme aracı olması veya o hale getirilmesi:

Mescidin o niyetle yapılması gerekmez. Ayet, burada, yapmak ve kurmak anlamında bir kelime kullanma­mış, "ittihaz: edinme" kelimesini kullanmıştır. Bu demektir ki bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. Îlk zamanda, hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde "zarar veren mescit" ha­line dönüşen binalar olabilir. Bu durum özellikle gelişen kentlerde trafiğin ana arterlerinde kalan camilerde gö­rülür. Bunların, temel trafik geçişlerini aksattıkları için bulundukları yerden kaldırılması gerektiği söylen­diğinde "Mabede, ibadete engel olunuyor, din elden gidi­yor." diye karşı çıkanlar olabiliyor. Oysaki din, insa­na zarar verme aracı yapılamaz. Bunun baş­langıç noktası da mabedin zarar aracı olmak­tan çıkarılmasıdır.

Gasp edilen veya kandırmak suretiyle alınan arazi­lere yapılan camiler de zarar veren mescit kategorisine girer.

Politik rakipleri yenik düşürmek için göste­riş kabiliyeti yüksek yerlere cami yapmak da bu cümledendir. Çünkü bunda da esas maksat ibadet değil, rakiplere zarar vermektir.

Şu bir gerçek ki, Allah'a ibadet, insanı taciz ve insan haklarına tecavüz aracı yapılamaz. Hiç kimse, kişisel mertebesini yükseltme ve sağlamlaştırma aracı olan ibadetini toplumun rahatsızlığı ve kamu haklarının ihlali pahası­na yerine getiremez.

İslam bunun tam tersini istemektedir. Mecelle'de ifade edildiği şekliyle, "Zararhas zararamma tercih edilir." (Mecelle, Genel kısım) Yani özel za­rar (kişinin zararı) kamunun zararı ile karşılaştığında birincisi yeğlenir, toplumun çıkarı öne alınır. İbadet ek­sikliği, zarar-ı hastır. Toplumun rencide edilmesi ise kamu yararının ihlalidir.

İkinci olarak, yine Mecelle'de ifade edildiği şekliy­le: "DeF-i mefsedet celb-i menâfi'den evlâdır." Yani, bir rahatsızlığın, bir bozgunun durdurulması bir çıkarın elde edilmesinden önce gelir. Bunun daha açık şekli şudur: Bir konuda, bir bozgunun uzaklaştırılmasıy­la bir menfaatin elde edilmesi yan yana gelirse birinciyi tercih ederek bozgunu durdurmak gerekir. Kur'an'ın buyruklarında sürekli bu ilkenin işletildiğini görmekte­yiz. Örneğin alkol hem mefsedete (bozgun ve kötülüğe) sebe p olmakt a he m de ticarî kazanç sağlamaktadır . Am a alkol kullanımı yasaklanmıştır. Çünkü onun içilmesi, belki binlerce insana keyif ve para sağlamakta ise de bazılarının da mahvına, perişanlığına sebep olmaktadır. Yani alkol bahsinde menfaatle mefsedet bir aradadır. Kur'an, mefsedetin uzaklaştırılmasını öne alarak al­kol içimini yasaklamıştır.

Kur'an için önemli olan, perişanlığa düşen insanın/insanların korunmasıdır; keyif ve çıkar sağlaya­cak olanların değil.

Tüm bunların bizi ulaştırdığı ilkesel nokta şudur: Mescitler, insan haklarına ve kamunun tacizi­ne sebep oluşturacak bir konum ve durumda ise­ler ibadet mahalli olma özelliklerini yitirirler.

İlkenin Kur'ansal dayanağının Tevbe 107 olduğunu görmüştük. Nebevi (Peygamber'den gelen) dayanağına gelince o da şudur: Medine'deki Mescid-i Nebevî'nin yapımı için, Ensar (Medine'nin yerlisi olan Müslümanlar) bir arazi bulmuştu. Arazinin durumunu incele­yen Hz. Peygamber, bazı yetimlerin buraya hissedar ol­duklarını saptadı. Ve Resul, böyle bir arazide mescit ya­pılamaz diyerek inşaatı durdurdu. Bunun üzerine, zen­gin bir sahabî olan Ebu Bekir, yetimlerin haklarını nakten ödeyerek problemi çözdü ve inşaat yeniden başla­dı.

Bu uygulamada bizim için önemli olan ilkesel nokta şudur: Mescit inşası için insan hakları çiğne» n em e z.

Nankörlük anlamına gelen niyetlerle mescit yapmak:

Ayetin bu kısmında "küfren" kelimesi kullanıl­maktadır. Bu kelime Kur'an'da hem inkâr anlamında hem de nankörlük anlamındadır. Bu ayette inkâr anla­mında alınamaz. Çünkü inkâr için mescit yapılmasın­dan söz etmek tutarsızdır. O halde "küfren" sözcüğü bu­rada ancak nankörlük anlamında kullanılmış olabilir.

Nankörlük için yapılan mescit türüne en güzel ör­nekler Türkiye'de bulunabilir kanısındayız. Nimet ve imkânlarından alabildiğine yararlanılan ülkenin, re­jimini ve devletini zora sokmak için "kâfir, zındık devlet" sloganı kullanılmakta ve devletle mücadelede camiler karargâha dönüştürülmektedir. Türkiye'de son yıllarda akıl almaz rakamlarda cami inşa edilmesinin arkasında yatan gerçeklerden biri de budur. Allah rızası için cami yapan bir zihniyet, bir caminin yapıldığı semte en az birkaç sağlık ocağı, birkaç düşünce kulübü, birkaç okuma salonu kurar. Oysaki çok sayıda caminin yer aldığı birçok semtte o saydıklarımızdan bir tanesine rastlamak bile mümkün olmuyor.

* Müminleri fırkalara bölmek için cami yapmak veya yapılmış bulunan camileri bu maksatla kullanmak:

Mabedin toplumu fırkalara bölmek ve o yolla din sö­mürüsü yapmak için kullanımı dinler tarihi kadar es­kidir. Burada ayrıntılara girmeden günümüze, özellikle de Türkiye'ye ve Türk insanının yaşadığı bazı dış ülke­lere geleceğiz.

Ülkemizde, tefrika (bölüp parçalama, bölücülük, bö­lünme) illetinden arınmış camilerin sayısı yok denecek kadar azdır. Özellikle son çeyrek yüzyılda, Türkiye'nin başına açılan en kahırlı bela bu "mabet kaynaklı tef­rikadır. Parti propagandası, Cumhuriyet düş­manlığı, laiklik aleyhtarı nutuklar ve nihayet sadece Cuma'ya veya bayrama gelenlere yapı­lan ağır hakaretler camileri birer bölücülük ve kavga ocağına dönüştürmüştür.

Hemen her tefrika ekibinin kendine has bir camii vardır ve bu camilerde toplananların hiçbiri öteki camidekilere Müslüman gözüyle bakmaz. Hepsi birbirinin gıybetini eder. Daha­sı, her biri yaptığının cihat olduğunu söyler,

Allah'a giden tek yolun kendi yolları olduğunu iddia eder...

* Caminin, daha önce açık İslam düşmanı iken, şartların değişmesi yüzünden dini kullanmak ihtiyacını duyan ikiyüzlülere barınak yapılması:

Kur'an, bu duruma getirilmiş camilerin de tevhit mabedi olma özelliklerinin kalmadığını bildirmektedir.

Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri Müslü­manların mabetlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek için kullanma alçaklığının Îs­lam tarihinde ilk temsilcileri Emevî kodamanlarıdır. Onlar, İslam'ın zaferi önünde eğilmek zorunda kaldık­larında, Müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınları­na soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri Müslü­manları, musallat oldukları mabetlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber'in evladı üzerinde gerçekleştirdi. Onları ze­hir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi, tevhidin mabedin­den yaklaşık bir asır o muazzez Resul evladına hutbeler­den lanet okuyarak o Peygamber'in ümmetine "amin" dedirtti.

Dahası, Ömer b. Abdülaziz (ölm. 102/720), Resul evladına okunan bu laneti camilerden kaldırdığında onu şu şekilde itham edebildiler: "Sünnete muhalefet ediyor..."

Camileri, önceki zamanların din düşmanlarına fesat arenası olarak açma günahının işlendiği coğrafyalar­dan biri de Türkiye'dir. İdeolojiler devrinde, Allah di­yenlere yamyam muamelesi yapan birtakım ideoloji tut­kunları, Berlin Du varı 'nm yıkılışından sonra, melânetlerini din yoluyla yürütmek için mabede musallat olmuştur. Biz şunu açık bir biçimde gözlemlemiş bulu­nuyoruz: 1990'lı yılların en hararetli "şeriat" demagog­ları içinde, eski yılların en hızlı komünistleri de vardır

Hareket noktaları Türkiye düşmanlığı olan bu bölü­cülerin attıkları "şeriat maskeli" sloganların, Türkiye'­yi güçsüz bırakmak isteyen Avrupalı siyasilerin ajanlı­ğını yapan oryantalistler tarafından listelendiğini de bi­liyoruz

Müslüman mabedi cami, Türkiye Cumhuriyeti düş­manı siyasetlerin çıkarları için, işte bu zihniyetlerin "rasathanesi" (tâbir Kur'an'ındır) haline getirilmiştir. Ve Kur'an mucizesi bir kez daha tecelli etmiştir.

* Cami yapımında, Allah rızasından başka herhangi bir kaygının rol oynaması:

Mabet yapımına takva kaygısı dışında bir unsurun eşlik etmesi, yapılacak mabedi tevhit mabedi olmaktan çıkarır. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, parti çıkarı, eko­nomik çıkar vs. bu cümledendir.

* Mescitlerde, Allah dışında herhangi bir kişiye sığınılması, yakarılması,

herhangi bir kişinin Allah ile kul arasında vasıta yapılması:

Tüm bunlar ulûhiyet şanından olan niteliklerin Al­lah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için tar­tışmasız şirktir. Bu maskeli şirkin en belirgin görünü­mü dualara sokulan şu tip cümlelerdir: Falancanın, filan yerin, falan gecenin, filan dağın vs. hür­metine dualarımızı kabul eyle!

Cin Suresi ayet 18'işte bu maskeli tehlikeyi ta­nıtmaktadır.

Son zamanlarda, hızlı bir artışla ücra köylere ve bazı hurafeci kodamanların evlerine kadar sokulan ve adına hurafeci bir eda ile sakalı şerif" denen kılların vü­cut verdiği tablo da Cin Suresi 18'e çarpmaktadır. Şirk be­lirtisidir. Bu tevhitdışılığı, "Biz o kılları Peygam­berimize saygımızdan ötürü öpüyoruz, teberrüken tavaf ediyoruz" gibi Ehlikitap gerekçeleriyle ma­zur göstermeye çalışmak ise ayrı bir günahtır. Tevhit ehli, bu sahte gerekçelerin tarih boyunca nelere mâl ol­duğunu çok iyi bilmektedir.

Şu bir tevhit gerçeğidir ki kiliselere Hz. İsa'nın resmini koyarak ona karşı ibadet et­mekle, camilere "sakal-ı şerif" (!) koyarak

onun etrafında tavaf etmek arasında Hak dinin ölçüleri açısından hiçbir fark yoktur. Bu güna­hın birincisini işleyen kilise erbabının şirke battığını durmadan söyleyenler, söz kendilerine geldiğinde, yap­tıklarını "iyi niyetle Peygamber'e saygı" diyerek aklamaya çalışmaktadırlar. Hz. İsa 'ya "Allah'ın oğlu" diyerek onun heykellerini mabede sokanların ni­yetleri kötü müydü? Onların da Hz. İsa'yı yüceltmekten başka bir maksatları yoktu. Ama bu onların tevhit ölçü­lerini tahrip ederek şirke bulaşmalarına engel olamadı.

Sakal-ı şerîfçilerin, bunları Kur'an'dan okumaları gerekir. Şirk aracı yapılır diye elini bile öptürmeyen bir Resul, hangi mantıkla, ne zaman ve kime "Şu sakal kıllarımı alın, mescitlere koyun ve teberrüken öpün ki dünya ve âhiretiniz mutlu olsun, cenne­te gidesiniz" demiştir?! * Allah dışında kişi/kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi, propaganda, reklam yapılması:

Bu tür faaliyetler de Cin 18'e çarpar. Bu çağrıların politik çıkar, para toplamak veya klik, mezhep, tarikat liderlerini övmek maksadıyla yapılması arasında hiçbir fark yoktur. Hepsi, "Allah dışında birileri için çağrı" kapsamına girer.

Şunu da hatırlatalım: Şeyhülislam ibn Teymiye (ölm. 728/1328), Cin 18'deki ilkeyi işleterek şunu teklif edebilmiştir: Medine'deki Mescid-i Nebevi (Pey­gamber Mescidi), Peygamberimizin kabriyle bitişiktir; bu doğru değildir. Mescidin, Resul kabrinin uzağında bir yere götürülmesi gerekir, (bk. îbn Teymiye; Resâil, 5/9697) îbn Teymiye'ye göre, tevhit mabedi olan bir me­kânda, peygamber de olsa, bir beşerin mezarı­nın yer alması Cin Suresi 18'e aykırıdır. "Çün­kü, diyor, îbn Teymiye, böyle bir şey şirke doğru yol aldıran (zerîatün ile'ş-şirk) bir uygulamadır.

îbn Teymiye, bugünkü uygulamayı, A'raf Suresi ayet 29'a da aykırı bulmaktadır.

Mescitlerle ilgili olarak verdiğimiz bilgileri özetleye­lim: îslam'ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu mescitlerde namaz kılmak dinenfıkhen caiz değildir. Gerçek muvahhit bir mü­min, bu unsurlardan birini gördüğü camide namaz kılmamalı, bununla da yetinmeyerek duruma karşı çıkmalıdır. Olabilir ki bu karşı çıkış ona, kılacağı namazdan daha fazla sevap kazandırır.

Böyle davranmanın ilginç örnekleri îslam tarihinde mevcuttur. Sahabe ve tâbiûn (sahabîleri izleyen kuşak) neslinin, özellikle Emevî yönetimine teslim olmayan er­leri bu konuda çok titiz davranırlardı. Onların bazıları, örneğin, bir camide vaaz veren kişinin halkı heyecan­landırmak için hikâye anlattığını gördüklerinde, kılı­nacak namaz Cuma bile olsa camiyi terk edip giderlerdi. Hadis otoritesi İbn Hemmâm (ölm. 211/826) çok ilginç örnekler vermektedir, (bk. Îbn Hemmâm; el-Musannef, 3/219-223)

Bir kez daha anımsatalım: Bid'atların sokulduğu camilerde namaz kılmamak bir haktır; bu hakkı ister kullanırız, ister kullanmayız; ama şirk unsurlarının sokulduğu camilerde namaz kılmamak bir yükümlülüktür; o camilerde na­maz kılamayız. Vilâdet (doğum) kökünden bir kelime olan mevlid (Arapçası D harfi ile), doğum zamanı ve yeri anlamın­dadır. Zamanla, doğumun yerini ve tarihini kutlamak anlamını kazanmıştır. Bugün kullanıldığı şekliyle, Hz. Muhammed'in doğumunu anmak ve kutlamak demektir. Ülkemizde bu kutlamada, ünlü Osmanlı şairi Süley­man Çelebi (ölm. 1422)nin "Vesiletü'n-Necât" adlı şiir kitabı okunduğu için mevlit dendiğinde o şiir kita­bının okunduğu merasim akla gelmektedir.

Peygamberimizin doğumunu anma esprisi unutul­muş, anılan şiirin okunması başlıbaşına bir dinsel töre­ne dönüşmüştür.

Bugün birçok aile, ölüleri için mevlit okutmayı "olmazsa olmaz" bir dinsel vecibe gibi düşünmektedir.

Öncelikle şunu belirtelim: Tevhit geleneğinde peygamberlerin doğum ve ölümleri için kutla­ma diye bir şey yoktur. Çünkü bir peygamber, getir­diği dine inanmış tüm müminlerin kesiksiz ve unutulm a z rehbe ridir . Onun filan vey a fal a n günd e anılma sından söz etmek, diğer zamanlarda unutulduğunun ör­tülü bir itirafı olur.

Şu halde mevlit vs. türünden kutlamalar din kaynak­lı değil, töre-folklor kaynaklıdır. itiraf edelim ki bu kutlamalar, mabede sokulmadığı sürece yani folklor esprisi içinde kaldıklarında dinin esasları açısından bizi ra­hatsız etmez. Ama bunlar mabede girip ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi algılanmaya başladığında işin çehresi değişir ve dinin temel ilkeleri açısından sakıncalar ortaya çıkar.

Bu sakıncalar, hem de en ileri boyutta ortaya çıktığı içindir ki, biz, mevlit törenlerini bid'atlar ve hurafelerle ilgili bu çalışmanın içine almış bulunuyoruz.

Şunu unutmayalım: Kutsal bağlantılı örfler başlan­gıçta çok saf ve temiz niyetlerle vücut bulur, ancak bir süre sonra öylesine kökleşir ve egemen olurlar ki, vah­yin ilkeleri bu örf kabulleri yanında söner, erir ve bir süre sonra da unutulur.

Îşte bu aşamada örf dinleşir. Örf dinleşince din de örfleşir. Felâket işte budur. Yoksa örf örf olarak kendi köşesinde tutulduğu sürece, ne denli sakat olursa olsun, ondan dine zarar gelmez. Ama dinleşen örf, örfleşen bir dini zo­runlu olarak doğurduğundan örfün kutsallaş­masına seyirci kalmak, dinin tahribine seyirci kalmakla eşanlamlı hale gelmektedir. Kur'an bütün bunları bildiği için, örfü dinleştirmeyi putperestlik saymıştır. Çünkü örfün dirileşme­sinin zorunlu tek sonucu, tevhidin yerine şirket ve panteon dininin geçmesidir.

Mevlit örfü, şuraya kadar sıraladığımız serüvenin tümünü yaşamış ve altını çizdiğimiz sakıncaların tü­münü taşır hale gelmiştir.

Mevlit bugün dinsel-ibadetsel bir çerçeve içinde okunmaktadır. İbadetler; fıkhî deyimiyle, taabbudî alan, vahyi ve tevkifidir. Yani Kur'an nasıl getir­miş, Peygamberimiz nasıl göstermişse aynen öyle koru­
nur ve uygulanır. Ne artırma yapılır ne de eksiltme. İbadetlerin, Peygamber tarafından belirlenmiş şekline de dokunulamaz.

Resul'ün ibadet hayatında mevlit diye bir uygulama var mıdır? Bu soruyla karşılaşanlar, derler ki: "Mevlit bir vesiledir, biz o vesileyle Kur'an okuyoruz, salât ve selam getiriyoruz, dua ediyoruz; esas amaç da bunlardır." Bu söz üzerine akla şu soru ge­liyor: O söylenenlerin kendi başlarına okunmaları ha­linde hangi zorluk çıkıyor da Süleyman Çelebi'nin şiirine sığmıyoruz? Kur'an, Çelebisiz, şiirsiz, ilahisiz, kasidesiz okununca işe yaramıyor mu? Süleyman Çelebi'den önce Kur'an okuyanların okudukları boşa mı gitti?

Gerçek şu ki, burada, Kur'an'ın dikkat çektiği bir tevhitdışılık vardır. Kur'an şöyle diyor: "Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O 'nun ilahlaştır ılmış kişiler anıldığında müjdelenmiş gibi sevinirler." (Zümer Suresi, 45)

Tevhit, ibadet kastıyla "Allah'ı da berisindeki ise hemen anmak" dinideğildir, "sadece Allah'ı anmak anış bizi tevhitten uzaklaştırır. Îşin omurgası budur...

Tevhide gerçekten bağlı olanlar için, söylediklerimi­zin özeti şudur: Mevlit; bir dinsel merasim olarak cami-mâbet dışında icra edildiğinde bid'at olur; camiye-mâbede sokulduğunda şirk belirişi olur.

Mevlitlerin cami dışında okunması gerekir. Bu da yetmez; cami dışına çıkarılan mevlitleri de ibadet man­zarası sergilemekten uzaklaştırıp folklorik şiir törenine dönüştürmek şarttır. Mezheb (özgün şekli B harfi ile) gidilen yol, tarz, tavır, yorum, tutum anlamlarındaki "zehab" kökünden bir sözcük olup "din konusunda oluşmuş yorum ekolü" demektir. Bilim ve hu­kuk hayatında bu yorum ekollerine "doktrin" veya "literatür" denmektedir. Yani mezhep beşerî bir kurumdur; bir bilim ve düşün kurumudur. Yorumu kim getirmişse mezhep onun malıdır ve onu bağlar. El­bette ki bilim ve düşünce adına birilerini izlemek iste­yenler de bu yorumların birini veya birkaçını izleyebi­lirler.

Mezhep konusunda şu üç noktanın bilinmesi son derece önemlidir:

Birincisi: Mezhep din değildir, kutsal değildir; din bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının kişisel yorum­larıdır. Bu yorumlar, onları üretenlerin hayatlarında bile birçok kez değişebilmiştir. Çünkü bilim adamı da hata eder; sonra bu hatasının farkına vardığında onu düzeltir, yerine yeni bir yorum veya tespit koyar. Bu, bir bilim adamının yetersizliğine değil, yenileşmeye, ge­lişmeye açık olduğuna kanıttır; bilim adına bir onurdur.

ikincisi: Bir toplumda bilim ve düşün faaliyeti ne kadar zengin ve canlı ise o toplumda mezhep faaliyeti ve mezhep anlayışı ikinci yolu seçmiş ve mezhepleri dini tamamlayan birer faaliyet olarak görmüştür. Bunun içindir ki, bu anlayış mezhep kabullerini tıpkı Kur'an ayetleri gibi, hatta onlardan -hâşâönce dokunulmaz kı­lıyor.

Mezhep kabullerine uymayan ayetleri tevil eden veya mensuh (hükümden düşmüş) sayan ekoller ve fakıhlar vardır. Ubeydullah el-Kerhî (ölm. 340/951) denen "mezhepperest" Hanefî fakıhı bunların tipik örnekle­rinden biridir. Sözlerinden buram buram şirk tüten bu adama göre, mezhebin kabullerine uymayan ayetler ve hadisler ya tevil edilir yahut da mensûh (hükümden düşmüş) sayılır. Aynen şöyle diyor: "Mezhebimizin hükümlerine uymayan her ayet ya tevil edil­miştir yahut da mensuhtur. Her hadis de böyledir." (bk. Kerhî'nin er-Risâle'sinden naklen Hayreddin Karaman; Îslam Hukuk Tarihi, 251)

Kerhî'nin çıkardığı bu kerih kokuya göre, mezhebin kabulleriyle ayet ve hadis arasında çelişme ve çatışma çıktığında mezhebi Allah'a ve Peygamber'e uydurmaya kalkmayacağız, Allah'ı ve Peygamber'i mezhebe uydura­cağız. Ne diyelim, Kerhî'nin hesabı Allah'a kalmıştır.

Kerhî gibilerin açtığı çığır yüzündendir ki mezhep­ler dinleştirildi ve giderek tefrika (bölünme, parçalan­ma, bölücülük) şirkinin birer aracı haline getirildi.

* "Hak mezhep" deyimini kullanarak Allah'a ait bir sıfatı insana vermek:

Mezhepperestliğin en yıkıcı söylemlerinden biri de bazı mezhepler için "hak mezhep" nitelemesi yapılma­sıdır. Bu söylemde iki Îslamdışılık yan yanadır. Birin­cisi, "hak" sıfatının beşerî bir kurum olan mezhep için kullanılması, ikincisi, belli bir grubun benimsediği yo­rumların dinin ve gerçeğin biricik temsilcisi gibi göste­rilmesi. ..

Kur'an'ın açık beyanlarına göre, Hak, Allah'tan gelir; bunda asla kuşkuya düşülmemelidir. (bk. Baka­ra, 147; Âli İ mran, 60) Peygamberler bile hakkın kendisi değil, sadece tebliğcisi olabilirler. Hak sıfatı yalnız Allah'a verilebilir, (bk. Yûnus, 32)

Şu halde, aynı zamanda Allah'ın isim-sıfatlarından biri olan hak sözcüğünü beşerî kurum­lar olan mezheplere sıfat yapmak açık bir büh­tan ve sapıklıktır. Ve şu halde "hak mezhep" tâbiri küfürdür; kullananların tövbe etmeleri gerekir.

* Mezheplerin sayısını dondurmak, örneğin dört. mezhebi geçerli sayıp ötekileri dışlamak:

Bu da açık bir bühtandır, bir insanlık suçudur. İslam ümmetinin düşünen benliklerince üretilmiş bilgi mira­sının büyük bir kısmını inkâr etme nankörlüğüdür. Hicretin daha ilk iki asrında yüzü aşkın mezhep vardı. Bunların sadece dördünü alıp ötekileri yok saymak nankörlük ve cehalettir. O yok sayılan mezhepler içinde bugün baş tacı edilen mezhepleri kuranların hocaları, eğiticileri vardır. Üstat mevkiindeki o insanlar ve ekol­leri yok sayılınca sonrakiler nasıl anlam kazanacak?!

* Mezheplerin yorumlarından seçmeler yapılamayacağını iddia etmek:

Mezheplerin her birinden bazı yorumları alıp yeni bir sentez yapma (telfîk-i mezâhib) eğilimi mezhebi dinleştirenler tarafından bir tür dinsizlik gibi gösteril­miştir. Bunun sebebi, mezhepleri din haline getirme ille­tidir. Allah'ın tek ve değişmez dini adına onlarca ekol doğarken sesi-sadası çıkmayanlar, bu ekollerin yorum­ları arasında tercihe kalkıldığında kıyameti koparmak­tadırlar. Bilim adamlarının yorumlarından kitlenin yararlanmasına engel olmanın iyi bir yanı olamaz. Hiçbir mezhebin yorumu din değildir. O halde, halk, yo­rumlar arasından istediğini seçer, hayat şartlarına, ya­şadığı zamana ve zemine göre bu seçtiklerini birleştire­rek kendisi için bir dinsel yaşam şekli belirler. Buna hiç kimse engel olamaz.

Yoruma ve ve kişilere itibarımız yok deniyorsa o za­man halka, "Hiçbir mezhebe itibar etme, Kur'an'ı oku, ne anlıyorsan onu yaşa" densin! Bu söylenmi­yor, halkın kendi ihtiyaçlarına göre seçim yapması da engelleniyor. Bunun adı, din içinde despotizm kur­maktır.

Bu despotizmi kuranlardan İslam ümmeti elbette ki davacı olacaktır. Ümmetin maruz bırakıldığı en büyük zulümler ve baskılar bu despotizmin ürünüdür. Kitleleri tevhit dininin patenti altında putperestlik yaşamaya iten bela da bu despotizmdir.

Sözün özü şudur: Her insan, Kur'an'ı okuyarak on­dan anladığını yaşayabilir. En iyisini yapması gerek­miyor. Kendi aklıyla yürüyüp hata yapmak, onun-bunun kölesi haline gelerek isabetli ol­maktan yeğdir. İnsana ve Kur'an müminine yakışan budur. Kitlelere, "Davar sürüsüne dönüşmeyin!" emrini veren Kur'an'dır. (bk. Bakara, 104) Kur'an'ı tebliğ eden Nebi bize mezhep bırakmamış, Kur'an'ı bırakmış ve ona yapışın demiştir.

Doğrudan Kur'an'a gitme yolunu seçmeyip zahmetsiz ve hazır yola girenlerse daha önce yapılmış yorumlar­dan kendi şartlarına uyanları seçebilirler. Bir meselede bir mezhepten, bir başka meselede bir başka mezhepten yararlanabilirler. Yorum yorumdur. Ya bunların tümü­ne karşı çıkılır, yahut da isteyenin istediğini seçmesine izin verilir.

* Mezhep yorumlarının artık değişmeyeceğini, din hakkında son sözün bu yorumlar olduğunu, içtihat kapısının kapandığını iddia etmek:

Mezhepleri din haline getiren zihniyetin işlediği en büyük suç budur. Bu suç, İslam toplumlarının asırlardır hayat ve can damarlarını tıkamış, düşünmeyi âdeta gü­nah haline getirmiştir. Putlaştırılan mezhep imamları, din hakkında son sözü söyleyen yarı-ilah varlıklara dö­nüştürülerek Kur'an'ın yeni zamanlara ve mekânlara vereceği yeni reçetelerin vücut bulması imkân dışına çı­karılmıştır.

İçtihat kapısının kapandığını söylemek, İs­lam ümmetine, Firavunların, Ebu Cehillerin, empery alistlerin, sömürgecilerin, işgalcilerin yapabilecekleri kötülüklerden daha beterini yapmaktır.

İçtihat yani bilimsel ve düşünsel faaliyet kapısı ka­panmışsa, İslam, eski devirlerin kabile dinlerinden biri olarak devrini doldurmuş demektir. Bunun böyle oldu­ğunu hiç kimse iddia edemez.

Düşünen insanları susturmak ve bastırmak için Allah'ın açık tutulmasını istediği bir ka­pıyı kapatmayı din sayanların yaptıkları nere­den baksanız büyük bir cinayettir. Ümmet, bu cinayeti işleyenlerden, Allah'ın ve tarihin hu­zurunda elbette ki davacı olacaktır.

MİRAÇ

Kur'an'ın hiçbir yerinde herhangi bir insanın Allah'­ın yanına yükseldiği, O'nunla konuştuğu, din buyrukla­rı hususunda O'nunla pazarlığa girdiği, O'ndan: "Ben sana aşıkım, sen olmasan varlıkları yarat­mazdım..." şeklinde methiyeler dinlediği yolunda de­ğil bir beyan, bir işaret bile yoktur.

Ne yazık ki, Yahudi-Hristiyan mitolojisinden Islam'a aktarılan Miraç hikâyesi (veya hikâyeleri), tüm bu Kur'an dışı kabulleri içermektedir.

Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve isra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir.

Kur'an'da bir İsra olayı vardır. İsra, aynı adı taşıyan surenin ilk ayetinde de gösterildiği gibi, "gece yürüyüşü veya gece yürütmek" demektir. Ayetin be­yanına göre, Hz. Peygamber, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmüştür. Bu yürütmenin beden ve ruh beraberliğinde mi, yoksa sade­ce ruhen mi olduğu ayette açıklanmamıştır. Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksa'dan göklere yükseltildiğine ilişkin hiçbir söz ve işaret yoktur. Böyle bir şey, zaten Kur'an'ın sünnetullah dediği varlık yasalarına aykırı­dır.

İş bununla da kalmaz: İsra olayındaki yürütme­nin ruh ve beden beraberliğinde olduğunu kabul etmeyen, böyle diyenleri yalancılık ve iftiracı­lıkla suçlayan büyük sahabîler vardır. Bunla­rın başında fakıh sahabî Hz. Âişe gelmektedir. Hz. Âişe, "Peygamberimiz Miraç gecesi rabbini gördü, onunla konuştu..."vs. türünden sözler söyleyenlere şid­detle karşı çıkmış ve şunları söylemiştir: "Bu sözleri duyunca tüylerim ürperiyor, bunları nasıl söy­leyebiliyorlar. Bunları söyleyenler Allah'a da Peygamber'e de iftira etmiş olurlar. Allah hiç­bir beşere görünmez, hiçbir beşerle konuşmaz." Hz. Âişe bununla da yetinmemiş, şunu da eklemiştir: "O gece Hz. Peygamber yatağından hiç ayrılmadı, ayrılsaydı ben görürdüm. Rabbi onu o âlemler­de ruhen dolaştırdı."

Kur'an'ı dikkatle okuyanlar görürler ki Hz. Âişe'nin bu sözleri ve tavrı Kur'an'ın beyanlarına ve ruhuna en uygun olanıdır.

Bizim Kur'an'dan beslenen düşüncemiz ve inancımız şudur: Hz. Peygamber, bir İsra mucizesiyle lütuflandırılıp bir gece Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürül­müştür. Bu götürülmenin beden ve ruh beraber­liğinde mi, sadece ruhen mi olduğu meselesi bizim bilgi sınırlarımızın dışındadır. Biz bu noktada durmayı yeğleriz. Hz. Peygamber'in göklere çıkarıldığı, Allah ile görüştüğü, Al­lah'ın ona iltifatlar ettiği, namazın uzun bir pazarlıkla farz kılındığı yolundaki rivayetle­rin tümünü Kur'an'a, dine, ulûhiyet ve nübüv­vetin şanına aykırı buluruz.

Hz. Resul'ün Cenabı Hakk'ın tecellilerine ruhen muhatap olmasına gelince o bir kerelik değildir. Resul bu tecellilerin her an muhatabı­dır. O muhatap olmanın nasıllığı ise bize anla­tılmamıştır. O halde biz o noktada da dururuz; kafamızdan veya û söylemlerinden yararlanıp senaryolar oluşturmayız.

Yahudi-Hristiyan mitolojisinden aktarılan kabuller­le Kur'an'daki Îsra olayının kaynaştırılmasından do­ğan sapmalar Hz. Muhammed'in û elçisi niteliklerine ters düşen birçok bid'at ve hurafe barındırmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

* Hz. Peygamber'in bedeniyle göklere çıktığına inanmak:

Kur'an'a açıkça ters olan bu kabul ile ilgili açıkla­mayı biraz önce yapmıştık.

*    Peygamber'in göklere Burak denen bir binitle yükseldiğine inanmak:

Bu Burak anlatımı, eski Hint ve Yunan mitoloj ilerindeki göğe yükselme anlatımlarının tıpa tıp aynısıdır. Burak uydurması tüm hadisçilerin "zayıf, Ahmed b. Hanbel'in "metruk" (terk edil­mesi gereken) dediği çok uzun bir uydurma ile anlatılır. Bu anlatım, tevhidin o saf ve berrak dünyasından çok, Eski Yunan panteonunun yedek ilahlarına ilişkin hi­kâyeleri anımsatan putçu motiflerle doludur. Orada Hz. Peygamber'in karşılaştığı nebilerden biri olan Hz. Mu­sa'nın, hâşâ, rabbine öfkelenmiş bir halde hiddetle bağı­rıp çağırdığı söylenmektedir. Orada, binilen Burak'ı, Beyt-i Makdis'te peygamberlerin bağlandığı bir direğe bağladıkları anlatılır... Tüm bunlar, Kur'an'ın ulûhiyet ve nübüvvet anlayışına taban tabana zıt mitolojilerdir. (Bu uzun uydurma için bk. Elbânî; Zaîfa, 4/281-283)

* Namazın Miraç gecesi Allah-MuhammedMûsa üçlüsünün uzun bir pazarlığı sonucu farz edildiğine inanmak:

Bu anlatıma göre, namaz Miraç gecesi farz edilmiş ama bu 50 vakit imiş. Farzı öğrenen Hz. Muhammed dünyaya dönerken yoluna çıkan Hz. Mûsa ona: "Sen ümmetinin ne olduğunu iyi bilmezsin, rabbine geri dön, bu namazın indirilmesini iste, senin ümmetin buna dayanamaz!" demiş ve Hz. Peygam­ber de geri dönüp 50 vaktin bir miktarını indirtmiş. Sonra geri gelirken yine Mûsa ile karşılaşmış, o da ona yine "Geri dön, yine indirt, bu da fazla!" demiş, o da tekrar geri dönüp Allah ile pazarlık etmiş... Mûsa Peygamber'in bu uyarısıyla gidip gelme birkaç kez tek­rarlanmış ve nihayet namaz 5 vakte indirilmiş. Mûsa "Bu d a fazla" demişse de Hz. Peygamber: "Yok, bun­dan fazla indirim istemekten utanırım, burada kalsın!" demiş...

Bu rivayetleri tevhit dinine uygun görmekten Allah'a sığınırız!

Kaldı ki namaz, Miraç denen mitolojiden çok önce farz edilmişti ve uzun zamandır kılın­makta idi. "Namaz kılın!" emri, iniş sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Suresi'nde yer almıştır. İsra olayını (tahrif edilmiş şekliyle Miraç denen olayı) anlatan surelerin birincisi olan İsra, iniş sırasıyla 17. sure, Necm ise 23. suredir. Kur'an'ın üçüncü suresinde emredilen bir farz ibadeti, 17 ve 23. surelerin tevili ile yaratılan bir pazarlı­ğa dayandırmak hayret verici bir cürettir.

* Bakara Suresi'nin son iki ayetiyle namazlarda okunan Ettahiyyâtü... yakarışının bir kısmının Mirac'da vasıtasız bir şekilde vahye dildiğini söylemek:

Bu iddia, Kur'an'ın vahiyle ilgili beyanlarına aykı­rıdır. Vahyin nasıllığını gündeme getiren temel ayetler Şûra Suresi'nin 51-52. ayetleridir. Bu ayetler, Allah'ın herhangi bir insanla bir vasıta olmadan asla konuşma­dığını, konuşmayacağını hükme bağlamaktadır. 52.

ayet, Hz. Peygamber'e vahyin de "aynen bu şekilde" olduğunu beyan etmektedir.

Bu Kur'an ayetleri ortada dururken, birtakım rivayet­lere dayanarak "Filan surenin filan ayeti ile fa­lanca dua istisnadır." demenin inandırıcı bir yanı olamaz.

Îkincisi, eğer bu rivayet doğru ise, neden Ettehiyyâtü... duasının "Miracda doğrudan vahyedildi" de­nen kısmı Kur'an'a girmemiştir? Kur'an'da eksik mi var?

Bunların cevabı yoktur, olamaz! Yapılacak tek şey, bu Îsrailiyât uydurmalarını bir kenara bırakıp Kur'an'ın temiz ve nezih dünyasına dönmek ve hurafelerin lekele­diği imanı o dünyada yeniden yıkayıp arıtmaktır.

Miraç mitolojisiyle ilgili uydurmalardan

bazı örnekler:

"Hz. Peygamber 7. göğe yükseltildiğinde Cebrail ona dedi ki: 'Yavaş ve sessiz ol; rabbin namaz kılıyor.' Peygamber sordu: 'O da namaz kılar mı?' Cebrail dedi: 'Evet, kılar.' Peygam­ber sordu: 'Peki, ne okuyarak kılar?' Cebrail dedi ki: 'Şunları okuyarak kılar: Cebrail'in ve meleklerin rabbini teşbih ve takdis ederim; rahmetim öfkemi geçmiştir." (Elbânî'nin uydurma demekle yetinmeyip "münker" dediği bu hezeyan için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/571)

Böyle bir söz, Kur'an'ın mahbatı (iniş yeri) olan bir peygamberin ağzından çıkmış olamaz. Allah Mabûd (ibadet edilen)dur, O'nu âbid (ibadet eden) gösteren be­yanlar Kur'an'ın dinine aykırı bühtanlardır.

MÜRŞİT VE İRŞAT

Mürşid (özgün şekli D harfi ile) ve irşad, reşed ve rüşd köklerinden bir kelimedir. Günlük dilde, hi­dayet (doğruya ve güzele kılavuzlanmak) anlamında kullanılan reşed ve rüşd "bozuk inanç yüzünden doğan bilgisizlik" anlamındaki "ğayy" sözcüğünün karşıtıdır. Kur'an bu karşıtlığı Bakara 256. ayette çok il­ginç bir biçimde vermiştir: "Dinde baskı-zorlamatiksindirme (ikrah) yoktur. Doğru bilgiye daya­lı eriş (rüşd), sakat bilgiye dayalı sapıştan (ğayy) açık bir biçimde ayrılmıştır." (bk. Râgıb el-Isfahânî; Müfredat, rüşd maddesi)

Bu ayet, din konusunun omurga noktalarından bir­kaçını ifadeye koymaktadır. Bunlar: 1. Baskı ve zorla­manın insan ve din gerçeğine aykırı, Allah'ın iradesine ters bir gidişin göstergesi olduğu, 2. Doğruya ve güzele kılavuzlanmış olmanın temelinde sağlıklı bilginin yat­tığı, 3. Sapıklığın esasında bozuk-yanlış bilgilerin bu­lunduğu, 4. insanın bilgiyi devreye sokarak doğruyu ve güzeli rahatlıkla yakalayabilecek bir kıvama geldiği, 5. irşat (doğruya ve güzele eriş) işinin bir bilgi-bilim mese­lesi olduğu gerçekleridir.

Kur'an'a göre, rüşd, Allah'ın elindedir. Ya­ni rüşd, tanrılığın haklarından biridir. Pey­gamberler, ancak Allah'tan aldıkları vahye dayanarak irşad yapabilirler. Yani onların irşadlarının arkasında Allah'ın kendilerine ulaştırdığı bilgi­ler vardır. Allah'ın görevlendirmesi olmadan peygam­berler de dahil, hiç kimsenin irşad üretme ve yapılan­dırma hakkı, yetkisi yoktur. Hz. Muhammed'e verilen şu emir bu gerçeği çok ürpertici bir biçimde ortaya koyuyor: "De ki: 'Ben size zarar verme gücüne de ışık ve aydınlık (rüşd) verme gücüne de sahip deği­lim." (Cin, 21)

O halde irşadın arkasında derece derece bilgi bulunacaktır. Bu bilgi, sağlıklı bilgi olacaktır. Bilgi­nin kaynakları içinde vahiy de vardır. Peygamberler dışındaki insanlar için vahiy kaynaklı bilginin anla­mı, vahyin verilerini toplayan tanrısal kitaptır. Müslümanlar için bu, Kur'an'dır.

Sonuç şudur: irşat (kelimeyi artık Türkçe imlâsıyla yazacağız) ve hidayet, din bağlamında düşünül­düğünde bunun bizler için ilkesel kaynağı bi­lim, somut-belge kaynağı ise Kur'an'dır.

* İrşadı bir bilgilendirme kurumu olmaktan çıkarmak:

Kur'an'a göre irşat faaliyeti bir bilgi alışverişidir. Bu öylesine tartışılmaz bir gerçektir ki Kur'an, tanrısal vahyi bile insanlık dünyasına inişinin ardından "ilim" olarak anmakta (bk. Bakara, 145), böylece bizim Kur'an'dan yani tanrısal vahiyden yararlanmamızın da ancak bilim sayesinde mümkün olacağını göstermekte­dir.

Vahiy, ancak onu alan nebi için bilgi üstü­dür. Bizim için vahiy de bir bilgi alanıdır. Bu­nun pratik anlamı şudur: Din adına yol göste­renlerin yetki ve güvenilirlik belgeleri bilim­sel nasiplerini gösteren belgelerdir.

Tarih boyunca bu belgelere sahip olamayan ama kitle üzerinde hegemonya kurma sevda­sından da asla vazgeçmeyen odaklar, başlarına âdeta bela olan bilim denetçisinin pençesinden kurtulmak için çareler aramış ve bu çareyi bulmuşlardır: Bilimin yerine sübjektif-spekülatif ilham ve içe doğuşu yerleştirmek.

İrşadı bir bilgilendirme, bilgi ile yol gösterme kuru­mu olmaktan çıkaran zihniyetler, dinin kutsallarını kullanarak kitleler üzerinde hegemonya kurmak isteyen sömürü sınıflarıdır. Bunlar ilk iş olarak irşadı bir bilgi­lendirme kurumu olmaktan çıkarmaktadırlar. Çünkü bilginin denetçi olması bunların işini zorlaştırmaktadır.

Mürşit sıfatı verile n kişinin "bilgin" sıfatı taşıma zorunluluğu dışlanınca iş kolaylaşıyor. Otorite artık kı­yafetle, bağlı olunan tarikatla, tamamına yakını uydu­rulmuş şecerelerle, birilerinin rüyada görmesiyle, çıkar şebekesi içinde yer alan bağlıların ürettikleri keramet­lerle sağlanmakta ve günden güne güçlendirilmektedir. Çünkü bu sayılanların hiçbirinin bilimle denetlenmesi söz konusu değildir. Hatta çoğu yerde böyle bir denetim­den söz etmek bile günahtır, cehennemlik olmanın alâ­metidir.

Kur'an, irşat konusunda bu anlayışın tam tersini öne çıkarmaktadır. Kur'an'a göre, ilimsiz irşada kalkmak sapıklık ve rezillikten başka hiçbir şey getirmez. İlimsiz irşat iddia­sının vardıracağı yer şeytana teslimiyet ve hüsrandır. Yapılan işi Allah adına göstermek, hatta iyi niyetle Allah adına yapmak, sonucu değiştirmez. Hüsran kaçınılmazdır. Kur'an şöyle diyor:

"insanlar içinde öylesi vardır ki Allah ko­nusunda ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlık geti­ren bir kitaba sahip olmaksızın mücadele edip durur. Yanını eğip bükerek uğraşır ki Allah yolundan saptırı ver sin. Böyle kişiye dünyada bir yüz karası öngörülmüştür. Ve kıyamet günü biz ona o kasıp kavuran yangının azabını tattı­racağız." (Hac, 8-9)

"İnsanlardan bazısı vardır, hiçbir ilme sa­hip olmadan Allah konusunda mücadele eder ve her inatçı kaypak şeytanın ardı sıra gider. O şeytan üzerine şöyle yazılmıştır: Kim buna dost olursa muhakkak o onu saptırır ve onu, alevi zorlu ateşin azabına götürür." (Hac, 3-4)

Kur'an'ın bu verilerini dikkate alarak şu ilkesel tes­piti yapabiliriz: Mürşit, bilgi ile donanmış kıla­vuzdur. İrşadın esasında bilgi vardır.

Tam bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk' ün şu ölümsüz sözünün altını, Kur'an'ın yüzlerce ayetinin bir özeti olarak çizebiliriz:

"Hayatta en hakiki mürşit ilimdir."

* Mürşidi yol gösterici olmaktan çıkarıp aracı konumuna getirmek:

Mürşit yani bilgin, Allah ile insan arasında aracı değil, bilgisi ile yol göstericidir. Dileyen bu yol gösterici­den yararlanır. Bu, kişiyi vazgeçilmez kılmanın değil, bilgiyi yardımcı kılmanın göstergesidir. Bilgiyi yar­dımcı kılma noktasından kişiyi vazgeçilmez kılma nok­tasına dönüş halinde şirk baş göstermiş, mürşit adı al­tında yardımcı bir ilah devreye sokulmuş olur.

Kur'an Allah ile insan arasında yaklaştırıcı-aracı kabul etmemekte, böyle bir iddiayı şirk saymaktadır. Temel ilke ve insana verilen temel emir şudur: "Benimle, yarattığım kişiyi baş başa bı­rak!" (Müddessir, 11)

Zümer Suresi 3. ayet, Allah ile insan arasına "yaklaştırıcı" sıfatıyla girmenin veya birilerini sok­manın şirkin belirgin niteliklerinden biri olduğunu gös­teriyor:

"Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır. O'ndan başkasını veliler edinerek: 'Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz.' diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp dur­dukları konuyla ilgili hükmü verecektir..."

Kur'an, Allah ile insan arasında ayrılık, uzaklık kabul etmiyor. Böyle bir uzaklık olmadığına göre, kim kimi nereye yaklaştıracaktır. Kur'an'ın açık beyanıyla, Allah insana şah damarından daha yakındır. (Kaf Suresi, 16) Sahte mürşitler, önce insanı şah damarından daha yakın olan Allah'tan çeşitli oyunlarla uzak göstermekte, sonra da "yaklaştırıcı, vardırıcı" yaftalarıyla aldattıkları insanlardan maddî-manevî komisyon almaktadırlar.

Mürşit adı altında bir tür yedek ilah (şerik, rab, nidd) üretmenin savunusunda şirkin öne sürdü­ğü gerekçelerden biri de Allah-insan arası gücün "şefaatçi" niteliğidir. Kur'an'ı dinleyelim:

"Allah'ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: 'Bunlar bizim Al­lah katındaki şefaatçılarımızdır." (Yûnus, 18)

Bu yedek ilahçı şirk mantığına Kur'an'ın cevabı Zümer Suresi 44. ayettedir:

"Şefaat tümden ve sadece Allah'ındır."

* Mürşidi kurtarıcı olarak görmek:

Îrşat konusunun şirke götüren en tehlikeli sapma noktalarından biri budur. Kurtarıcılık vasfını Al­lah dışında bir kuvvete vermek Kur'an'ın ru­huna tamamen aykırıdır. Değil sıradan insanların, peygamberlerin bile böyle bir sıfatı yoktur.

Kur'an, "kurtarıcı mürşit" anlayışına ta­mamen kapalıdır. Çünkü bu anlayışın sonu şirke çıkar. Kur'an'da "uyarıcı mürşit" anlayışı, vardır. Son Peygamber de dahil, tüm ışık taşıyıcılar, uyarıcı (nezîr)dırlar. Uyarıcı, ışık tutan, haber veren, dikkat çeken, insanı omuzlarından tutarak silkeleyip kendine getiren sonsuzluk eridir; ama onun kurtarıcılık vasfı yoktur. O, uyarır, ama kadere egemen olmaya kalkmaz. Kurtarmak kadere egemen olma işidir. Bu iş Allah'ın tekelindedir.

Kurtarıcı, sadece Allah'tır. Îrşat bunun böyle ol­duğunu anlatma işidir. Bu işi yapmak yerine, Allah'ın alanına tecavüz edip kurtarıcılık rolüne soyunmak in­sanı da dini de tahrip eder.

Kurtarıcılık iddiasında bulunmak, Allah ye­rine iş yapmaya kalkmaktır; oysa insana Allah yerine ve Allah adına iş yapma yetkisi veril­memiştir. Însan ancak "Allah için" iş yapabilir ve bu da onur olarak ona yeter.

Yol göstericiye "kurtarıcılık" vasfı vermek, Hristiyan papazlar tarafından "keffâret" (redemption) inancıyla Hz. İsa'nın tebliği içine sokulmuş ve oradan da tasavvufun yozlaştırılmasıyla İslam'a aktarılmıştır. Hrıstiyanlığın bu inanışına göre, Hz. Îsa, insanlığın günahlardan, serden temizlenmesi için kendisini feda etmiştir. Çarmıha gerilmenin kozmik arka plânı budur. Hz. Îsa, ayrıca, havarilerine insanları iyileştirme (healing) ve içlerinden kötü dürtü ve düşünceleri çı­karma (casting out demons) yetkisi de vermiştir, (bk. Tillich; Eternal Now, 58 vd.) Îşte bunun bir uzantısı ola­rak ruhanî kişiler (mürşitler) kendilerine baş vuranla­rın günahlarını çıkarabilirler, iç dünyalarını temizleyip onları arı-duru hale getirebilirler. Böyle olunca da o kişi­ler, diledikleri zaman, insanların ruhsal hayatlarını karartabilirler de... Vaftiz ve aforozun esası budur.

Yani insanın din hayatının kaderi kendisinin elin­den alınmış, birtakım yetkilerle donatılmış olan birta­kım kişilere verilmiştir.

Bu, şirkin bir işleyişidir. Kur'an, bırakın destekle­meyi, bunu yıkmak için gelmiştir denebilir.

Ne yazık ki, tasavvufun yozlaştırılmasının bir ürünü olan tarikatlar Kur'an'ın yıktığı bu t e vh i t dı ş 111 ğ ı Îslam'ın ta bağrına sokmuş ve insanların sonsuz kurtuluşlarını sağladıkları­na inanılan y ü zlerce -b inle rce kişiyi Îslam'ın kaderine hükmeder bir konuma getirerek adı konmamış bir Şintoist panteon oluşturmuştur.

Bu panteonda kurtarıcılık, günahtan arındırıcılık rolleri ve yetkileri olan kişiler vardır, türbeler vardır, onların elleri, nefesleri, duaları vardır. Hatta ve hatta eşyaları, geçtikleri-oturdukları mekânlar vardır. Doğru­su, kanserojen bir şirk tahribi karşısındayız. Öyle bir yapı yaratılmıştır ki, Hak hemen hemen akla getirilme­mektedir. Allah'a ait tüm yetkiler günlük hayatta bu "kurtarıcı kişiler ve nesnelerde aktarılmıştır.

Bu şirk tahribinin en kestirme ifadesini, tarikat çev­relerinin halk arasında dolaştırdıkları ve ne yazık ki, zaman zaman "hadis" yaftasıyla sergiledikleri şu şirk sloganında bulmaktayız: "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır."

Oysa ki Kur'an dininde bunu tam tersi doğrudur: Şeyh adıyla bir kurtarıcı düşleyenin veya icat edenin yuları şeytanın eline geçer. Bunun ak­sini kabul etmek, Hz. Muhammed'in peygam­berlik görevini tamamlamamış veya başara­mamış olduğunu kabul ve ilan etmekle eşan­lamlıdır.

Özetlersek, ilimden ve onu taşıyan bilginden yarar­lanmak, insanın yol almasında rahatlık sağlar. Bu ra­hatlıktan yararlanmak isteyen bunu yapar. Bu, insanca ve Müslümanca bir davranıştır. Ancak tevhit ruhuna uy­gun temel şartlarını gözden uzak tutmamak gerekir. O şartlar şöyle sıralanabilir:

1. Yararlanılan kişi ilimle donanmış olma­lıdır, 2. Bu kişiye kurtarıcı sıfatı asla veril­memelidir, 3. Bu kişiye dokunulmazlık, tenkit üstülük, hatasızlık, kutsallık, günahlardan

arınmıştık vs. gibi nitelikler asla mâl edil­memelidir. Bu kişi, gerektiğinde eleştirilebilmelidir. Hata yapabileceği, günah işleyebilece­ği var sayılmalıdır. Onun tüm sözleri, yazdık­ları, eserleri, uygulamaları... bilimin ve Kur'­an'ın verileri ışığında eleştiriye sürekli açık olmalıdır, 4. Bu kişinin yol göstericiliğinin

ölümle sona erdiği tartışmasız kabul edilmeli­dir. Türbesi, eşyası, çevresi asla ve asla kutsallaştırılmamalıdır.

Tam bu noktada, halk arasında dolaştırılan şu müş­rik söylemi de Kur'an ışığında açığa çıkaralım. Den­mektedir ki: Mürşitsiz olmaz, bir mürşitten el almak gerekir, yoksa kurtuluş imkânsızdır.

Bu sözle kastedilen eğer bilimden, bilim adamından yararlanmaksa, buna hiçbir itiraz söz konusu olamaz. Çünkü Kur'an da bilime ve bilgine yollama yapmakta­dır. Ancak böyle düşünmenin bir göstergesi vardır: Bil­gin demek olan mürşidi tartışılmaz, dokunulmaz, eleşti­rilmez, kutsal, ölümsüz ilan etmemek...

Eğer mürşit adıyla devreye sokulan kişi dokunulmaz kılmıyor, kurtarıcı gösteriliyor, kutsallaştırılıyorsa yukarıki iddia katıksız bir küfürdür. Allah'ı, O'nun kita­bını, Resulünü anlamsız, yetersiz ilan etmektir.

Kur'an şöyle diyor: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi ta­mamladım ve sizin için din olarak İslam'ı/Allah'a teslimiyeti seçtim." (Mâide, 3)

Buna göre, din: 1. Tamamlanmıştır, 2. Ke­male erdirilmiştir, 3. Adı İslam konarak Allah dışında bir kişiye, güce, varlığa teslimiyet din olmaktan çıkarılmıştır.

"Bir ermişten el almadan olmaz" şeklindeki müşrik sloganı bu Kur'ansal tespitlerle uyuşturmak mümkün değildir.

Doğrusu şu ki, dinde eksikler gören, tamamlanma­mış noktalar olduğunu var sayan veya bu anlama gele­cek davranışlar içine giren zihniyetler inandıklarının adını Îslam koymak hakkını yitirirler.

İslam, Allah'a, sadece Allah'a teslimiyettir.

Bu teslimiyeti kabul edenler Allah'ın dini­nin tamamlandığını ve kemale erdirildiğini de kabul etmek zorundadırlar. Hem bu ayeti okuyup hem de yeni teslimiyet odakları yaratan ve dine sürekli eklemeler yapanların maskeli bir şirk çukuruna doğru yuvarlanmakta olduklarını düşünüyoruz.

* Mürşide teslimiyeti gerekli görmek:

Allah'tan başka bir kuvvete veya kişiye teslimiyetten söz etmek bile küfürdür. Bir insan böyle bir teslimiyet­ten, gerçekten inanarak söz eder ve bunda ısrarlı olursa Îslam dininin dışına çıkar.

Dinin adı, Îslam'dır. Îslam'ın anlamı, Allah'a tesli­miyettir. Bu teslimiyet, tıpkı, kelimei tevhitte olduğu gibi, iki kutuplu bir ifade ile verilmelidir. Kelimei tevhit (la ilahe illellah: Başka ilâh yok, yalnız Allah var' formülü, sadece olması gerekeni göster­mekle kalmamış, olmaması gerekenleri de gös­termiştir. Ve öncelikle, olmaması gerekenlere dikkat çekilmiştir. Çünkü yolun bizi götüreceği yere götürmesi yani yürünebilir hale gelmesi için önce engellerden temizlenmesi gerekir.

Tevhit formülündeki "la ilâh: ilahlar yok" bö­lümü bu temizlemeyi gösteriyor.

İslam'ın ifade ettiği teslimiyette de aynı du­rum söz konusudur. Yani teslimiyetin biri olumsuz, biri olumlu olmak üzere iki tecellisi vardır: 1. Allah'tan başkasına (insan, eşya,

kavram) teslimiyet yoktur, 2. Teslimiyet sadece ve sadece Allah'adır.

Yozlaştırılmış sûfî inançlar ve bunların uzantısı olan tarikatlar, işte İslam'ın bu hayatî anlamında kaydırmalar yaratmış ve teslimiye­ti "sadece Allah'a" olmaktan çıkararak "birtakım kişilere ve şeylere, o arada Allah'a da" konumuna getirmiştir.

İslam dünyasında asırlardan beri süregelen ve bugün de sürmekte olan mürşit inanış ve anlayışının Kur'an verileri ışığında durumu, ne yazık ki, budur. Kur'an'da namazı karşılayan kelime "salâf 'tır. Türkçe'de, "salât" karşılığı kullanılan namaz kelimesi Farsça'dan alınmıştır.

Namaz, Kur'an'ın, Allah ile kulu arasındaki ilişki ve diyalogun tüm türlerini bir araya getiren bir "top­layıcı ibadef'tir. Kur'an'da adı geçen zikir (Kur'an okuma, Allah'ı anma), şükür, hamd (Allah'ı övme ve yüceltme), tespih (Allah'ı yüceltme), tehlil (Allah'tan başka tanrı olmadığını ifade etme), secde, rükû, tefekkür (varlık ve Yaratıcı hakkında düşünme) vs. gibi yakarış ve meditasyon hallerinin tümü namazda vardır. Daha doğrusu namaz tüm bu kavramları fiile dönüştüren bir "davranışlar ve düşünceler bü­tünümün adıdır.

Namaz ayrıca insanın sergilediği değişik hareket türlerini de bünyesinde toplamıştır. Yani namaz hem dinsel-ruhsal anlamda bir toplayıcıdır, hem de kozmik-evrensel anlamda ... Cemaatle namazı düşündüğümüzde, namaz sosyolojik anlamda da bir top­layıcı konumunda karşımıza çıkar...

Niyaz hallerinin tümü bir araya getirilerek adına namaz denmiştir. Kur'an, namaz diye ayrı bir ibadet tanımlamaz. Çünkü namazın Kur'ansal adı olan "salât" kelime anlamıyla dua demek olup namazın içerdiği yakarış ve yüceltme hallerinin tümü için (ayrı ayrı ve hep birlikte) geçerlidir.

Bu yapısıyla namaz, sadece Muhammed ümme­tinin değil, tevhit geleneğine bağlı tüm toplu­lukların ortak ibadetidir. Bunun içindir ki Kur'an, namazı tüm peygamberlerin ortak iba­det şekli olarak gösterir ancak tanımlamaz. Çünkü namaz, tevhit geleneğinin bir uygula­ması olarak Mekkeli müşrikler tarafından da (yozlaştırılmış olmakla birlikte) bilinmekte ve uygu­lanmakta idi. Kur'an bu konuda son derece açık ko­nuşmaktadır:

"Onların Bey tullah'taki namazı ıslık çal­mak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir..." (Enfâl, 35)

Demek oluyor ki Mekkeli müşrikler de, tıpkı Müslümanlar gibi Kabe'ye sahip çıkıyorlar, onun çevresinde namaz kılıyorlardı. Ne var ki onların namazı, yozlaştırılmış, içine şirk un­surları sokulmuş ve tevhit çizgisinden saptı­rılmış bir namazdı.

Tevhidi bir uygulama olarak namaz, Hz. ib­rahim'in yolunu izleyen Mekkeli Hanîflerce de biliniyordu. Bu namaz, Hz. Peygamber'in nü­büvvetinin ilk günlerinde bile (Hz. Ali'nin kü­çük bir çocuk olarak İslam'a girdiği o ilk gün­lerde) kılmıyordu. Bunun içindir ki biz, nama­zın sonraki zamanlarda Miraç gecesi gökler­deki yolculukta ve Hz. Musa'nın Peygamberi­mize yol göstermesi(I) sonucu Allah ile yapılan uzun bir pazarlık (hâşâ) üzerine farz kılındı­ğını anlatan hadis adlı uydurmalara asla iti­bar etmeyiz. Allah'ın dini, Peygamberimiz ve Hz. Mûsa bu yalanlardan, bu pazarlıklardan arınmıştır. (Namaz Mirac'da farz kılındı uydurma­sının geniş eleştirisi için bk. KÎ. 577-587; bu eser, Miraç mad.)

Müşriklerin Hz. Muhammed'le kavgası din­sizlik, allahsızlık, namazsızlık kavgası değil­di; bu değerlerin alışılmış atalar tarzına aykı­rı biçimde algılanıp yeniden y apılandırılmasına karşı çıkış kavgası idi. Bu noktayı gözden kaçıranlar ne müşrikleri tanıyabilirler ne şirki, ne Kur'an'ın getirdiklerini anlayabilir­ler ne de Hz. Muhammed'i...

Kur'an, namazın rekât sayısından hiçbir bi­çimde söz etmez. Bu demektir ki rekât sayısı içtihadîdir. Bu içtihat Hz. Peygamber tarafından yapıl­mış ve konu ibadet alanı olduğu için zamanla değişme­sini düşünmek söz konusu olmamıştır. Ve söz konusu olmayacaktır. Çünkü bu alan akıl ve kıyas alanı değil­dir. Vahiy ve tevhit geleneği alanıdır. Bu alanda biz Resul'den ne görmüşsek onu yaparız.

O halde namazın rekât sayısı tevhit geleneği ve özel olarak da Hz. Peygamber'in sünneti ta­rafından belirlenmiştir.

Burada söz konusu olan rekât sayısı, açıktır ki, farz diye anılan namazların rekât sayısıdır. Farz dışı na­mazlarda zaten rekât sayısı tartışması yapılamaz. Onla­rı isteyen istediği kadar kılar.

Kur'an tarafından vakti açıkça bildirilen namazlar üçtür. (bk. Bakara, 238; Nûr, 58. Ayrıca bk. Îsra, 78): 1. Sabah namazı (salâtü'l-fecr), 2. Orta namaz (salâtü'l-vüsta), 3. Gün batınımdan son­raki namaz (salâtü'l-'işa). Namaz kılmakla il­gili günün belirli vakitlerine işaret eden ayet­lerden çıkan sonuç da budur. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Kİ. ilgili bölümler)

Buna göre, namaz: 1. Güneşin doğuşundan önce kılı­nacak olan namaz (fecir namazı), 2. Günün ortasında kılınacak olan namaz (salâtü'l-vüsta-orta namaz), 3. Güneşin batışından sonra kılınacak olan namaz (salâtüT-'işagün batımı sonrası namazı) olarak dikkat çeker.

Hz. Peygamber'in en hayatî sünnetlerinden biri olan, namazların cem'i uygulamasına bakıldığında da so­nucun bu üç vakit olduğu görülür. Şöyle ki:

Sabah namazı birleştirmeye tâbi olmadan güneşin doğuşundan önce kılınır.

Öğle ile ikindi birleştirmeye tâbi namazlar­dır. Ya öğlenin vaktinde birleştirilirler (cem-i takdim), ya ikindinin vaktinde (cem-i tehir). İki halde de günün ortası tâbiri geçerlidir. Öğle ile ikindiyi ayrı ayrı zamanlarda kılanlar, orta namazı iki bölümlü olarak kılmış olurlar. Bu da sünnetin bir uygulamasıdır.

Akşam ve yatsı diye bilinen namazlar da birleştir­meye tâbidir. ister akşamın vaktinde, ister yatsının vak­tinde cem edilsinler, iki halde de güneşin batışından sonra kılmak söz konusudur. Yani sonuçta 3 aslî na­maz ortaya çıkıyor: Fecir namazı, orta namaz, işa namazı.

Bu haliyle namaz, namazın mücmelidir. Bu­nun yerine sünnetin 5 vakitli uygulamasını esas alanlar ise tafsili namaz kılmış olurlar. Bu, orta namazı ikiye bölerek öğle ve ikindi adlarıyla ayrı iki vakitte kılmak, işa namazını da ikiye bölerek ak­şam ve yatsı adlarıyla yine iki vakitte kılmaktır.

Her mümin, hayat şartlarına, iş ve sağlık durumuna uygun olarak bu şıklardan birini seçer. Peygamberimiz bunların ikisine de örneklik etmiş, ikisine de imkân hazırlamıştır.

5 vakit uygulaması sünnet kaynaklıdır. Ama unutmamak gerekir ki Hz. Peygamber bu beş vakti (cem' yoluyla) genellikle üç vakitte toplayarak müekked (pekiştirilmiş) sünneti ile farzı birleştirmiştir. 5 vakit namaz kılan her

mümin, ResuPün müekked sünnetini de yerine getirmiş olur.

* Namazın rekât sayısını artırmak:

Kur'an namazda rekât sayısından asla söz etmez. Bu demektir ki rekât sayısı, şartlara, duruma göre içtihadî olacaktır.

Hz. Resul, bu içtihadı, ümmeti adına yaparak nama­zın olmazsa olmaz kısmını, yani "olması gere­kenimin asgarisini göstermiştir.

Bu, yolculuk hallerinde her vakit için 2 rekâttır. Ve bu 2 rekât kılış yolculukta bir ruhsat değil, bir azimettir. Yani yolculuk halinde herkes namazını mutlaka 2 rekât kılacaktır. Bazı fakıhlar sonraki zamanlarda bunu niyet şartına bağlamış ve şöyle demişlerdir: Eğer yolculuğa niyet ederse 2 rekât kılar, niyet etmez ise mu­kîm (ikamet yerinde oturan) sayılır ve yolculuk hüküm­lerinden yararlanmaz..

Bu bir bicTattır, dayatmadır. Hz. Peygamber'in haya­tında böyle bir uygulama yoktur. Tam aksine o, sefer hallerinde namazı hiç değiştirmeksizin 2 rekât kılmış­tır.

Yolculuk halinde Cuma namazı kılmak da farz ol­maktan çıkar.

Yolculuk hali yoksa namazlar vakitlere göre şöyle kılınır: Sabah 2, öğlen 4, ikindi 4, akşam 3, yatsı 4 rekât. Cuma namazı da 2 rekâttır.

Tatavvu* yani fazla sevap için kılınacak namaz yolculuk halinde de, ikâmet halinde de serbesttir. Dile­yen dilediği kadar kılar. Ne yazık ki, ilmihal kitapları, yolculuk halinde farzların 2 rekât kılınmasını yazmak­ta, ama arkasından "sünnet" adı altında farzın birkaç katı namazı âdeta emirmiş gibi sıralamaktadır. Bunun aklî ve dinî gerekçesi olamaz. Farzlarının bile yarıya indirildiği bir ibadet, nasıl olur da birtakım revâtip (sevap için kılınan) eklemelerle üç-beş katına çıkarılır? ilk kuşaklarda, yolculuk halinde farz dışı namaz kılan­ların şiddetle azarlandığını görüyoruz. Kılanlar bunu din kuralı haline getirmeden ve çekinerek kılmışlardır. Ona rağmen şiddetle kınanmışlardır, (bk. ibn Hemmâm, 2/557-560) Bugün ise bunlar, dinin temel ibadetleri gibi ilmihal kitaplarına konularak Müslümanlara din dersi halinde okutulmaktadır.

Yolculuk halinde, seferi olmayan bir imama uyan yolcunun, farzını 4 rekât kılacağı uygu­laması da bid'attır. Namaz sefer halinde 2 re­kât kılınır. İster cemaatle, ister tek başına. İs­ter mukîm bir imam arkasında, ister seferî bir imam arkasında. Çünkü yolculuk halinde 2 rekât kılmak bir azimettir, bu azimeti uygulamamak için farzîyet ifade eden bir nas (vahyi beyan) gereklidir. Böyle bir beyan yoktur. O halde böyle bir sünnet uygulaması da olamaz. Ama bunun tam aksini belgeleyen kayıtlara sa­hibiz:

Bid'atlar konusunun en ünlü ismi Turtûşî (öl m. 520/1126) diyor ki: Bid'atların ibadete sokulmasına ilk örnek halife O sman'ın yolculuklarda namazı 4 rekât kılmaya başlamasıdır. Sahabîler buna itiraz edince o kendini şöyle savunmuştur: "Böyle kıldım ki halk, namazın 2 rekâta indiğini sanmasın.." (bk. Turtûşî, 114-116)

Osman'ın bu savunması doğrusu hiç inandırıcı de­ğildir; tam aksine, kabahattan daha ağır bir özür beya­nıdır. Halkın yanlış anlamasını önlemek için dine ilave yapmak ve Resul'ün sünnetini değiştirmek mi ge­rekiyor?! Osman'ın buna benzer uygulamaları epeycedir. Biz bunların bir kısmına bu eserde çeşitli vesilelerle de­ğinmiş bulunuyoruz.

Şu halde, Kur'an ve sünnete uygun bir ilmihalde Müslüman'a, kılmak zorunda olduğu namazlar bu şe­kilde verilecektir. Ama şu da söylenecektir: Vakti, işi, durumu uygun olan dilediği kadar revâtip (nafile, se­vap namazı) kılabilir. Ama bunların, cami içinde kılınmaması Peygamberimizin uygulaması ve önerisidir. Makbul olan, bu tür namazların evde kılınmasıdır.

Günümüz ilmihallerinde, bırakın bunların söylen­mesini, tam aksi dinleştiriliyor. Her namaz iki kısma ayrılıyor: Farz, sünnet... Bir defa bu tâbir bir saptırma­dır. Namaz farzından ibarettir. Sünnet, bir iba­detin uygulanış biçimi anlatılırken söz konusu edilir. Namazın farzı ve sünneti diye bir ayrım yapmak dini Allah ile Peygamber arasında bö­lüştürmektir. Nitekim bu bölüştürmenin yıkıcı sonuçlarından bir tanesi din kitaplarına şöyle geçmiştir: Farzları kılmak Allah'ın rızasını kazandırır, sünnetleri kılmaksa Peygamber'in rızasını. Sünnet kılmayana Peygamberimiz şe­faat etmez.

Bu bir şirk mantığıdır. İslam ile, Muham­medi tebliğ ile uyuşması asla mümkün değil­dir. Ne demek Allah'ın rızası ve Peygamber'in rızası? İbadet sadece ve sadece Allah'a yapılır. Namaz gibi bir temel ibadete Allah'ın elçisini Allah'ın ortağı gibi sokmak örtülü bir putpe­restlik değilse gaflet ve dalâletin hangi türü­dür ?!

Sünnet adıyla tevhidin namazına eklediklerinin en ünlüsü sabah namazının sünneti(!) olarak gösteri­lir. Oysaki ilk nesiller içinde bu sünneti bilmeyenler var. Kılmayanlar çoğunluktadır. Böyle bir sünnetin var­lığına karşı çıkanlar var. (bk. Ibn Hemmâm, 3/51-56)

Doğrusu şu ki, sabah namazının sünneti adıyla ilmihal kitaplarına sokup camide kıl­dırdıkları o iki rekât, Peygamberimiz tarafın­dan evde kılınan ve evde kılınması istenen nevâfilden biridir ve Peygamberimiz onu camiye asla sokmamıştır.

İşin gerçeği şu ki "sünnet" adı altında na­mazlara yamatılan ilavelerin hiçbirinin (müekked, gayrî müekked) dayanağı yoktur. Tamamı sonradan kur allaştırılmıştır. (bk. İbn Hemmâm, 3/3-8, 56)

Şu halde, namazları: Sabah 4 (2 sünnet, 2 farz), öğle 10 (4 ilk sünnet, 4 farz, 2 son sün­net), ikindi 8 (4 sünnet, 4 farz), akşam 5 (3 farz, 2 sünnet), yatsı 13 (4 ilk sünnet, 4 farz, 2 son sünnet, 3 vitir) şeklinde göstermek yanlış­tır, dayatmadır, dine ekleme yapmaktır.

Cuma'yı 2 rekâttan herhangi bir şekilde fazla göstermek de aynı şekilde bir saptırma­dır, dine ekleme yapmaktır, (bk. Cuma maddesi)

Namaza ilaveler bahsinde adı açıkça telâffuz edilen bir eklemeyi daha görelim: Zamm-ı sureler. Adı üs­tünde, bunlar zam olarak yapılmış eklemelerdir. Bun­larla ifade edilmek istenen, namazın kıraat (Kur'an'dan bir şeyler okuma) bölümünde bazı surelerin okunması­dır. Bid'atlarla ilgili eser yazanlar bu zam edilmiş sureleri özellikle okumanın bid'at ol­duğunu söylemektedirler, (bk. Süyûtî; el-Îttiba', 71)

Bu surelerin bazıları uzun, bazıları kısadır. Zamcılar, hangi surelerin hangi namazlarda okunması gerek­tiğini de kendilerince hükme bağlamışlardır.

Eğer maksat, namazda Kur'an'dan bir miktar oku­maksa bilinmelidir ki, Kur'an'ın tümü namaz sü­residir. Özellikle b azı sureleri işaretleyerek bunları ilmihallere yazmak açık bir bid'attır.

Sahabîler, namazlarında Kur'an'dan bir miktar oku­yorlardı, bu doğrudur. Ama bunun kadar doğru olan iki şey daha vardır: Sahabîlerin namazları çok kısa idi. On­lar öyle uzun uzun okuyarak, müezzinlik, tespih, sonda el açıp dualar etmek gibi eklemelerle namazı uzatmıyor­lardı, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 4/102-103) Kur'an'dan ezbe­re bir şeyler bilmeyenler ise namazlarını, içlerinden ge­len yakarışlarla kılıyorlardı. Çünkü, ilmihallerde ya­zılan ve dayatılanın aksine, Kur'an, namaz kılmak için kendisinden bir kısmın okunması gerekti­ğine ilişkin hiçbir beyanda bulunmaz.

Hz. Peygamber, namaz kılmak için Kur'an'dan bir şeyler ezberleyecek durumu olmadığını arz eden sahabîsine, Allah'ı yücelten, öven bazı cümlelerle namazını kılabileceğini söylemiş­tir.

Namaza eklemeler başlığı altında ifadeye koyacağı­mız bid'atlardan biri de "hatimle teravih" denen uy­gulamadır. Bu, aslında bid'at içinde bid'attır. Çünkü re­kât sayısıyla, cemaatle kılınışıyla, camiye sokuluşuyla ayrı ayrı bid'at olan teravihe eklenmiş bir bid'attır. Bu bid'ata göre, teravihin her rekâtında Kur'an'dan bir sayfa okunmakta, 20 rekâtta bir cüz (20 sayfa) tamam­lanmaktadır. Kur'an 30 cüz, Ramazan da genelde 30 gün olduğu için son teravihle son cüz de okunmuş olmakta ve hatim tamamlanmaktadır.

Görünüşte çok güzel bir manzara ama hakikatte iba­detin Muhammedi uygulamasını değiştiren ve namaz kılanları iyiden iyiye zorlayan bir sünnetdışılık söz ko­nusudur. Bu şekilde kılınan bir teravih namazı yaklaşık iki saat sürmektedir. Böyle bir şey, Hz. Peygamber'in genelde ibadetler, özel olarak da namazla ilgili tüm uygulama ve önerilerine terstir. Çünkü bunda üç bid'at iç içedir: 1. İba­deti uzatma, 2. İbadeti zorlaştırma, 3. İba detin icra şeklini değiştirme.

* Namaz türleri icat etmek:

İslam'ın emri olan namazın sadece rekât sayısına ilave yapılmakla yetinilmemiştir. Tatavvu', nafile, revâtip (sevap için kılınan namazlar) adı al­tında başlatılıp zamanla bir tür din emri hali­ne getirilerek ilmihallere sokulan namazlar da vardır. Recep, Şaban aylarında kılınan Elfiye ve Regaip namazları, tespih namazı, kandil namaz­ları, evvabin, şükür namazı, kuşluk vs. adlı na­mazlar bu türdendir. Bid'atlarla ilgili eser yazan bilgin­ler bunları ayrıntılı bir biçimde anlatmışlardır. (Örnek olarak bk. Turtûşî, 118-119; Ebu Şâme, 124-138. Süyûtî, elÎttiba', 55-66. Kal'aci; Nehaî, 2/570-571; Hz. Âişe'nin, Peygamberimizin kuşluk namazı diye bir na­maz kılmadığı yolundaki sözleri için bk. Müs­lim'den naklen Şâtıbî; Muvafakat, 3/60)

İbnül-Cevzî (ölm. 597/1200), Îblis'in vücut verdiği kaosları anlatan ünlü eseri Telbîsü İbli s'te, namazları artırma yoluna gitmenin Îblis'in bir saptırması olduğu­nu bildirmektedir, (bk. Telbisü Îblis, 163)

Namaz bahsinde eklemelerin en dikkat çekicisi ve en yerleşmişi "teravih" adıyla anılan ve günümüzde fi­ilen farzları bile geride bırakan uygulamadır.

Teravihte iki ekleme yan yanadır: 1. Peygam­berimizin bir nafile olarak evinde kıldığı bu namazı camiye sokarak resmîleştirmek, 2. Peygamberimiz tara­fından genelde 4, bir-iki kez de 8 rekât kılınan bu nama­zı 20 rekâta çıkarıp ilmihallere geçirmek. Ve dahası, bu bid'at namazı, temel farzlardan biri olan orucun bir par­çası, hatta ayrılmaz bir parçası haline getirmek.

Îslam tarihi, fıkıh, hadis ve siyer (Peygamberimizin hayatını anlatan tarih dalı) ile biraz meşgul olan herkes bilir ki Hz. Peygamber, "teravih" adıyla anılan bu na­mazı bir-iki kez cemaatle kıldıktan sonra terk etmiş ve gerekçesini de şöyle açıklamıştır: "Bunu devam etti­rirsem ileride farz konumuna getirirler. İste­yen gitsin evinde kılsın!" (ibn Hemmâm, 4/264-266)

Deyim yerinde ise, ümmeti adına korktuğu, ümmeti­nin başına gelmiştir. Bugün bu namaz bir tür farz ko­numuna yükseltilmiş bulunuyor.

Peygamberimizin bu "cemaatle kılışı" terk etme­sinden sonra bazıları yine cemaatle kılmaya devam et­miştir, ama onlar hiç değilse bunu evlerinde yapmışlar­dır. Bu uygulamaya bile karşı çıkılmıştır. Karşı çıkan­ların başında Hz. Ali'nin geldiğini görüyoruz. Hz. Ali bu namazı bir "uydurma namaz" olarak anmaktadır, (bk. Bakırı, 171)

H z . Ömer ' e atfe dilen bi r uygulam a ile b u nama z camilerde kılınmaya başlandığında sahabîden büyük tepki gelmiştir. Bu sahabîler, yatsı namazını kılar kıl­maz evlerine dağılır, teravih bid'atına katılmazlardı, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/60, 304)

Teravih bid'atı konusunda en güzel sözü araştır­macı Bakiri söylemi ştir: "Teravih, bid'atlardan biridir, dinle bu namaz arasında herhangi bir irtibat bulunamaz." (Bakiri, 159)

icat edilen namazlar arasında "kuşluk namazı" ve "evvabîn" adıyla anılanlar da vardır. Kuşluk na­mazı ile ilgili olarak rivayet edilen hadislerin tümünün uydurma olduğunu Elbânî göstermektedir. Evvabîn adlı namaz da sonradan uydurulmuştur, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/212, 680-682)

Kaza namazlarından söz etmek veya namazların kazası olduğunu söylemek de namaz icat etme başlığı al­tında verilebilir. Kur'an, namazın kazası olduğu­na ilişkin hiçbir beyan taşımaz. Peygamberimizin böyle bir emri veya uygulaması olduğuna ilişkin güveni­lir kayıtlar da yoktur. Bu böyle olduğu içindir ki Hz. Peygamber, hayız halindeki kadınlara o halleri boyunca ibadet etmeme ruhsatını verirken onlara, kılmadığınız namazları sonradan kılmayın, ama tutmadığınız oruç­ları sonradan kaza edin buyurmuştur. Çünkü orucun kazası vardır, namazın yoktur. Hz. Peygamber, Kur'an'ın getirdiği bu düzenlemenin dışına çıkmaz. (Namazın kazası eklemesinin din dışı olduğunu, bu dindışılığın, namaza başlamak isteyenleri ürkütüp en­gelleyeceğini anlatan fıkıh profesörü Yunus Vehbi Yavuz'un bir makalesi için bk. Kur'an Mesajı Dergisi, yıl: 1998, sayı: 6)

Ekleme namazlardan biri de istihare namazı diye bilinen namazdır. Bu namaz, çözümünde zorlandığımız bir konuda Allah'ın bize rüyada yol göstermesi için kılı­nır. Asırlardır kılınmaktadır, ama hiçbir yere gelinememiştir. (İstihare ile ilgili hadis patentli sözlerin uy­durma olduğunu Elbânî bize gösteriyor, bk. Elbânî; ezZaîfa, 2/78; 5/330-332)

* Namaz kılmayanlara yaptırım uygulamak: Açık İslam dışılıklardan biri de budur.

Kur'an, namaz kılmayanlara en küçük bir yaptırım uygulamasından ima yoluyla bile söz etmemiştir. Bunda şaşacak bir yön de yoktur. Çünkü ibadet bir iç hadise, bir gönül ve aşk olayıdır. Yaratan ile yaratılan arası bir iç dünya ilişkisidir. Böyle bir ilişkiyi maddesel yaptırıma bağlamak onun bütün r u h an iy e t i n i, derinliğini siler ve onu her türlü riyakârlığa müsait bir "gösteri"ye dönüştürür. Adam, yaptı­rımdan kurtulsun diye abdestsiz kılar, öfke ile, nefret ederek kılar. Bu, ibadet olmaz, en iyi ih­timalle işkence olur. Hatta riya karıştığı için şirk olabilir.

Allah, böyle bir sonuca vücut vermemek için namaz bahsinde hiçbir maddî yaptırım getirmemiştir. Ama fa­kıhlar yaptırımın her türlüsünü kurala bağlamışlardır. Hatta bir kısmına göre, namaz kılmayanların öldürül­mesi gerekir. Bu dayatmayı dinleştirmek için uydurul­muş bir hadise göre şu üç şeyi terk eden kâfirdir ve kanı helaldir: Kelime-i şehadeti getirmeyen yani İslam'ı kabul etmeyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan. (Eleştiri için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/211-212. Ayrıca bk. 1/175) Uydurmadaki tutarsızlığa bakın ki İslam dinini kabul etmemekle namaz kılmamayı, oruç tutmamayı aynı kefeye koyuyor. Kaldı ki Kur'an, dine girmede bile özgürlük tanımıştır. Dinin içinde baskı uygulanmaya­cağı ise Bakara 256. ayette hükme bağlanmıştır.

Hadis bilgini Elbânî, namaz kılmayanları kâfir ilan eden rivayetlerin tümünün uydurma olduğunu ispat­lamakla kalmamış, tam aksini söyleyen hadislerin sağ­lamlığını da belgelemiştir. Bu hadislere göre, esas dindışılık, namaz kılmayanları din dışı ilan etmektir, (bk. Elbânî; es-Sahîha, 6/640-41)

Klasik mezhepler içinde, namaz kılmayan­lara sopa cezası, hapis yaptırımı öngörmeyeni hemen hemen yoktur.

Fakıhların tüm bu öneri ve uygulamaları din dışı, Kur'an dışıdır. Doğrusu şudur: Allah namazı kuluna emretmiş ama onu özgür irade­siyle başbaşa bırakmıştır. Kul, Allah ile bera­ber olmayı namaz şeklinde yaşatmak istediği anda namaz kılar. Kılmaz ise o onunla Allah arasındadır.

Bu konuda İslam'ın gerçek kabulünü Hz. Ali'nin şu sözlerinden daha güzel açıklayacak bir söz bulunamaz:

"Namazı gücünüz yettiği kadar kılın. Şu bir gerçek ki Allah namaz için kimseye azap etme­yecektir." (Îbn Hemmâm, 3/78) Bir, "Konuşan Kur'­an" unvanlı Hz. Ali'nin sözüne bir de fıkıh kitapların­da kurallaştırılanlara bakın! Ve bu dinin ne hale getirilidiğini bir kez daha düşünün!

* Namazın Arapça dışında bir dille kılınamayacağını söylemek:

Muazzez Îslam'ı bir Arap-bedevi dinine dönüştüren yanlışlıkların en önemlilerinden biri, ibadet dilinin Arapça olduğunu söylemek, özellikle namazın Arapça dışında bir dille kılınamayacağını iddia etmektir.

Bu, İslam'ın evrenselliğine bir darbe olduğu gibi, bir insanlık suçudur da... Çünkü âlemle­rin rabbi olan Allah'ı, örtülü bir biçimde, Arap olmayanların yakarışlarını kabul etmeyen bir kudrete dönüştürmektedir.

Her insan istediği dilde ibadet eder, bildiği dille namazını kılabilir. Bunu engelleyen ne Kur'anî ne Muhammedi ne aklî ne fıkhi ne de tarihî bir gerekçe vardır.

Engel yapaydır ve İslam'ı Arap ideallerine hizmet aracı yapanlarla bunların destekçisi "Arapçı ve Arapçacı sektör" tarafından icat edilmiştir. (Bu konu, bizim "Yeniden Yapılanmak" adlı eserimizin Ana

Dilde İbadet böl ümünde ayrıntıları ve kaynaklarıyla ele alınmıştır.)

Herkesin kendi dilinde ibadet edip edemeyeceği soru­suna cevap aramak bir "reform" konusu değildir. Bıra­kın reformu, bu konuda bir içtihada bile gerek yoktur. Çünkü İslam fıkıh mirası içinde bu sorunun cevabı son derece açık olarak yüzyıllar öncesinden verilmiştir ve şudur: Her Müslüman, istiyor ve gerekli görü­yorsa Kur'an'ın herhangi bir dildeki tercüme­siyle namazını kılabilir. Dahası var: Bu sorunun cevabı bizzat muazzez Resul tarafından çok daha özgür bir ortam yaratacak biçimde verilmiştir ve o cevabın özeti şudur: Herkes kendi dilinde ve kendi için­den gelenleri okuyarak namazını kılabilir, Kur'an'dan bir bölüm okuması şartı yoktur.

Kur'an'ın hiçbir yerinde, namazda Kur'an'ın belli bir bölümünün veya ayetinin okunması gerektiğine ilişkin bir beyan yoktur. Müzzemmil Suresi 20. ayetteki: "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" emri namaz kaydına bağlanmamıştır, mutlak ve bağımsız bir emirdir. Dahası bu emir, aynı surenin başında geçen ve namazdan önce buyruklaştırılan "Kur'an oku!" tanrısal fermanının bir açıklanışıdır. Müzzemmil 20, aynı surenin başındaki "Kur'an oku" emrinin icra şeklini gösteren bir emirdir; namazla bir ilgisi yoktur. Arapçılık ve Arapçacılık pazarı çeşitli entellektüel oyunlar sergileyerek bu ayetteki emri "namazda Kur'an oku" şekline dönüştürmektedir. Açık bir yalandır, bir saptırmadır.

Doğrusu şudur: Namazda Kur'an'dan bir bölü­mün, en azından Fatiha Suresi'nin okunması gerektiğine ilişkin kural sünnet kaynaklıdır. Hz. Peygamber, Kur'an'ın toplum bünyesinde yaygın­laşması için namazı değerlendirmiş, müminlerin na­mazda yapacakları duaları Kur'an'dan seçmelerine ön­cülük etmiştir. Ancak, Kur'an ezberleyemeyeceğini arz edenlere de içlerinden gelen yakarışlarla namaz kılabi­leceklerini bildirmiştir.

Îşte bizim için gerekli olan burasıdır. Yoksa biz, Arapça bilen ve ibadetini o dille yapanları başka bir dille namaz kılmaya yöneltmek gibi bir dayatmayı savunuyor değiliz.

Esasen bu nokta, başlangıçtan beri birçok büyük müçtehit tarafından fark edilmiş ve namazda Kur'an'dan bir parça okumanın farz olmadığı hükme bağ­lanmıştır. Hatta fıkhın büyük ekollerinden biri olan Şafiî mezhebi , namazda Fâtiha'yı özgün metninden iyice okuyamayanların Fatiha yerine, içlerinden gelen başka yakarış cümlelerini okuyarak namazlarını kıla­bileceklerini hükme bağlamıştır. Büyük Hanefî ekole göre de kıraat (namazda Kur'an'dan bir bölümün okunması), namazın aslî rükünlerinden (temel da­yanaklarından) değil, zaid (ilave) rükünlerden­dir. Bunun anlamı şudur: "Namazda Fâtiha'nın okunması farzdır" şeklindeki ilmihal tespiti, aksini yapmak haramdır anlamına gelmez, fı­kıh disiplini anlamında farz demek olur.

Kur'an, ne dediğini anlamayacak durumda olanların namaz kılmalarını açıkça yasakla­mıştır, (bk. Nisa, 43) Ayrıca, namazından gafil olanlar ağır bir biçimde kınanmıştır, (bk. Mâûn Suresi). Namazın ruhu huşudur. Anlamını bil­mediği sözcükleri telâffuz eden kişinin huşûu olabileceğinden söz etmekse anlamsızdır.

Ne dediğini anlamamanın görünümlerinden biri de, bilmediği bir dildeki metni okumaktır. Ve bu, huşûu elde e dememeni n de bir ifadesidir .

Kur'an'ın tercümesi ile namaz kılınabileceğine iliş­kin ilk uygulamalı fetva, sünnet kaynaklıdır. Bu konu­da ilk uygulama, büyük sahabî Selman Fârisî (ölm. 36/656)nin Iranlılara verdiği fetva ile başlamıştır. İranlı Müslümanlar, Arapça bilmediklerini, namazda Fatiha'yı Farsça tercümesinden oku­yarak namaz kılmak istediklerini, bunun mümkün olup olmadığını ırkdaşları ve dindaş­ları Selman'a sordular. Selman da durumu Hz. Peygamber'e iletti ve onun onayını aldıktan sonra Fatiha'yı Farsça'ya çevrirek İranlılara verdi. Büyük Hanefî fakıhı Serahsî (ölm. 483/1090), eseri el-Mebsût'ta bu olayı anlatmakta ve Selman'ın Fatiha çevirisininin Farsça met­nini vermektedir.

Selman eliyle gerçekleştirilen bu Asrısaadet uygu­laması, namazını Kur'an'dan ayetler okuyarak kılmak isteyenlere bir çözüm getirmektedir.

Demek olur ki, namazını kendi dilinde dualar­la kılmak isteyenler için İslam'ın verdiği iki açık ve net imkân vardır: 1. Kur'an'ın, kendi dillerindeki çevirisinden ayetler, özellikle Fa­tiha Suresi'ni okumak, 2. Kur'an'dan bir şey okumak yerine kendi seçtiği başka yakarış cümleleriyle namaz kılmak.

* Namazların birleştirilmesine ilişkin mütevâtır sünneti inkâr etmek veya halktan saklamak:

Namazların birleştirilmesiyle ilgili çok sıcak ve uzun tartışmalar yaşandığını, bizim düşünce ve iman mücadelemizi izleyenler iyi bilirler. (Bilmeyenlere veya bir kez daha anımsamak isteyenlere, "Kur'an Uyarı­yor" adlı eserimizin 51-68 sayfaları arasını okumaları­nı öneriyoruz.)

Bu tartışmalar, bir mütevâtır sünnet olan namazların cem'ini bir köşe yazımızla gündeme getirdiğimizde: "Namazları üçe indiriyor, İslam'da namazların birleştirilmesi diye bir şey yoktur, Peygamber'in hayatında böyle bir uygulama yoktur, bu bir Kızılbaş-Rafızî yöntemidir" diye sokaklara fır­layıp halkı bizim aleyhimize kışkırtan din tüccarı, if­tiracı yobazların fesatlarıyla başlamıştı. Bu kam­panyaya, ülkenin anayasal din kurumu olan Diyanet İşleri ile bazı parlamento mensuplarının katılması ise ayrı bir üzüntü ve ibret konusudur.

Bunun üzerine biz, hizmetlerini her zaman şükranla anacağımız tarafsız basın organlarıyla, özellikle o gün­lerde yazarı olduğumuz Hürriyet Gazetesi sayfalarıy­la halka sürekli bilgiler verip bizi ilk günden beri bağ­rına basan milletimize gerçeği ve oynanan oyunu anlat­tık.

Ve namazların birleştirilmesi uygulaması ülkemizde ve halkımızın yaşadığı Avrupa ülkelerinde hayata geçti. Biz buna sebep olduğumuz için her gün alnını bu sayede secdeye koyan veya daha çok secdeye koyma imkânı bu­lan binlerce insandan dua alıyoruz.

Gelelim işin esasına:

Namaz vakitlerinin 5 oluşu sünnetle belirlenmiştir, Kur'an kaynaklı değildir. Kur'an'da adı geçen na­mazlar 3 tanedir. Hz. Peygamber'in namaz bahsin­deki müekked (pekiştirilmiş, devamlı) sünneti işte bu, namazı 5 vakit olarak kılmasıdır. Ancak Hz. Pey­gamber bu sünnetini, namazları üç vakitte toplamak şek­linde de uygulamıştır. Bu uygulamaya "cem'-i salât: namazların birleştirilmesi" denmektedir.

Bu birleştirmenin şekli şöyledir: 1. Öğle ile ikin­di, bunlardan birinin vaktinde toplanarak (normal hal­lerde dörder rekât, yolculuk halinde ikişer rekât olmak üzere) sırasıyla kılınır. Yani önce öğle, sonra da ikindi... Toplama, öğlen vaktinde yapılırsa buna "cem'i takdim: öne alarak birleştirme" denir. Toplama, ikindinin vaktinde yapılırsa buna "cem'-i tehir: son­raki zamana alarak toplama" denir. 2. Akşam ile yatsı bunlardan birinin vaktinde toplanır ve yine sıraya uyularak kılınır. Yani önce akşam, sonra yatsı... Toplama, akşamın vaktinde yapılırsa buna "cem'-i takdim", yatsının vakti içinde yapılırsa buna "cem'-i tehir" denir.

ister takdim cem'i yapılsın, isterse tehir cem'i, birleş­tirilen namazlar normal sıra bozulmadan kılınır.

Sabah namazı birleşmeye girmez. İk indi ile akşam da kendi aralarında cem edilerek kılı­namaz.

Kaynakların beyanına göre, Hz. Peygamber bu birleş­tirme uygulamasını ümmetine kolaylık olsun diye yap­mıştır. Bunun sadece sefer hallerinde yapıldığı yolunda­ki sözler tamamen asılsızdır. Hz. Peygamber, bunu en rahat zamanlarında da yapmıştır. Demek olur ki bu, ki­şinin kendi içinde buna ihtiyaç duymasına bağlıdır. Bu bir ruhsattır, isteyen kullanır, istemeyen kul­lanmaz.

Mezheplerin bir kısmı (örneğin Haneliler) bunu sa­dece Hac mevsiminde Arafat ve Müzdelife'de uygu­lamakta, diğer zamanlarda devre dışı tutmaktadır. An­cak unutmamak gerekir ki Arafat ve Müzdelife'de cem, bir ruhsat değil, bir azimettir, yani mecburiyet; o günlerde oralarda herkes cem ile namaz kılar. Diğer hallerde ise ruhsattır, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 1/310-312)

Bazı mezhepler cem'i, "meşakkaf'in yani zorluk ve sıkıntının varlığı halinde uygulanabilir kabul ederler. Bazıları ise yolculuk halini gerekçe sayarlar. Bu onların kendi içtihatlarıdır. Söylediğimiz gibi, cem bir ruhsattır, bu ruhsatı ne ölçüde, ne kadar kullanacağına herkesin kendisi karar verir. Yani mezheplerin ve fakıhların bu konudaki kabulleri kendilerini bağlar.

Bize lâzım olan, Hz. Peygamber'in cem'i nasıl uygu­ladığıdır. Ve onu açık bir biçimde bilmekteyiz:

Hz. Peygamber'in yolculuk hallerinde birleş­tirmeyi uyguladığı tartışmasızdır, (bk. Îbn Hem­mâm, 2/543-554) Hazar (ikamet yerinde olma hali) du­rumuna gelince: Hz. Resul bu durumda da cem ederek namaz kılmıştır. "Peygamberimizin Hazar Halin­de Namazları Cem'i" ne ilişkin bilgiler hemen tüm hadis kaynaklarında vardır. Bu bilgiler kimilerinde "Namazların Cem'i" başlığıyla, kimilerinde "Na­mazların Yolculuk Halinde Cem'i" başlığıyla, kimilerinde ise ilk iki başlığa ilaveten "Namazların Hazar Halinde Cem'i" başlığı altında verilmektedir. Örneğin Îmamı Mâlikin Muvâtta'ında şu başlık vardır: "Îki Namazın Hazarda ve Seferde Birleştirilme­sine İlişkin Bölüm" (bk. Muvâtta', 1/143-145) Nesaî, bu konuda tam 8 bab açmıştır. Bunların biri şu adı taşı­yor: "Hazarda İki Namazın Birleştirilmesi" (bk. Nesaî, 1/229-235) Biz, aynı başlık altında verilen bilgileri ilk büyük kaynaklardan, İbn Hem mâ m'd an özetleye­lim:

"İbn Abbas demiştir ki Resul, Medine'de, yolculuk ve yağmur gibi bir mazeret olmaksı­zın da öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' etmiştir." İbn Abbas'a: "Hz. Peygamber bunu, hiçbir sebep yokken neden yapmıştır?" diye so­rulduğunda o şu cevabı vermiştir: "Bunu, üm­metine bir genişlik, bir kolaylık olsun diye ya­pardı." Aynı İbn Abbas şunu da söylüyor: "Ben Medine'de Hz. Peygamber'in cemaati olarak öğle ile ikindiyi cem ederek 8 rekât, akşam ile yatsıyı cem ederek 7 rekât halinde kılmışımdır." (bk. Ibn Hemmâm, 21 555-557)

İbn Abba s'ın bu sözünden anlaşılmaktadır ki Hz. Resul cem etmeyi, sadece münferiden (tek başı­na) kıldığı namazlar için uygulamakla kal­mamış, cemaatle kıldığı namazlarda da uygu­lamıştır. Hatta bazan Cuma namazı ile ikindi­yi, akşamın girmekte olduğu geç vakitte bir­leştirdiği de oluyordu.

Bu demektir ki birleştirme, Hz. Peygamber'in hayatında öyle çok nadir, çok bireysel değildi; sıkça ve toplu halde de uygulanan bir namaz kılış şekliydi.

Cem'e en çok ihtiyaç duyulan zaman şimdiki zamandır. Hayatın zorluğu, çalışma şartları­nın karmaşıklığı, birleştirmeyi bir büyük lütuf ve kolaylık olarak Müslüman'ın karşısına çı­karmakta, onu rahatlatmaktadır. Hal böyle iken birileri çıkıp birleştirmeyi ya inkâr edi­yor, yahut da "Halka açmayın, kötüye kullanır­lar" diyerek dinin rahmetine ambargo koyuyor.

NAMAZIN ŞEKLÎNE ÎLÎŞKÎN SAPMALAR

Namazın sadece rekât sayısında, türlerinde değil ye­rine getiriliş şeklinde de çok büyük kaydırmalar, sap­tırmalar yapılmıştır.

Önce şunu hatırlayalım: İbadet alanı (taabbudî alan), muamelât (medenî hukuk alanı) ve ukûbât (ceza hukuku) alanının aksine içtihat alanı de­ğildir. Bu alanda, Hz. Peygamber ne göstermiş­se yapısı ve şekliyle o aynen korunur. Ne ek­leme yapılır, ne eksiltme. Hz. Peygamber bu gerçeği göstermek için buyurmuştur ki: "Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız siz de aynen öyle kılın."

Ama hiçbir zaman ben nasıl yemek yiyorsam siz de öyle yiyin, ben nasıl oturup kalkıyorsam siz de öyle otu­rup kalkın, ben nasıl elbise giyiyorsam siz de aynen öyle giyin dememiştir. Ben çarşı-pazarı nasıl düzenliyorsam siz de öyle düzenleyin, ben bağ-bahçe işlerini nasıl yapı­yorsam siz de öyle yapın da dememiştir. Çünkü bu son iki alanın biri âdetlere, ikincisi muamelat denen ve de­ğişken alanlar olan hukuk ve sosyolojiye ilişkindir. Toplumlar, yeni ihtiyaçlara ve şartlara göre o alanları yeni içtihatlarla düzenleyeceklerdir.

Şu halde ibadetler, o arada namaz, Peygambe­rimiz tarafından nasıl yerine getirilmişse (yapı, sayı ve şekil olarak) her devir ve me­kânda herkes tarafından aynen öyle yerine ge­tirilecektir. Şu veya bu niyetle, şu veya bu ge­rekçe gösterilerek ibadet alanında en küçük bir eksiltme veya artırma yapılamaz.

Sahabî neslinin Resul uygulamasından sapmaya ilişkin ilk şikâyetleri arasında namazla ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Bir örnek olarak, Peygamberimizin hizmetinde olmakla ünlenmiş s ahabî Enes b. Mâlik'in şu sözünü verelim. Enes (ölm. 90/708), bir gün ağlaya­rak şöyle demiştir: "Resul'den öğrendiklerimiz içinde bozulmadan duran tek şey namazdı; onu da tanınmaz hale getirdiler." (bk. Turtûşî, 112-113)

Namazın şekline (yerine getiriliş biçimine) ilişkin bid'atlar ve saptırmalardan bazı örnekler verelim:

* Ağırlaştırılmış setr-i avret şartı:

Bu şartın kadınlarca uyulması gereken kısmı üze­rinde ittifak vardır. Bu ittifaka göre, kadının ayakları, elleri ve yüzü hariç olmak üzere tüm vücudu avrettir ve namaz kılma sırasında mutlaka örtülmelidir. Aksi halde namaz geçerli olmaz.

Örtünme ili ilgili görüşümüz ne olursa olsun, şunu inkâr edemeyiz: Örtünme insanlar içindir. Hiç kimse Allah'tan saklanmak için örtünemez.

O halde mümin kadının namazda örtünmesi, ancak namaz sırasında yanında erkeklerin bu­lunması veya görünebileceği yerden erkeklerin geçme ihtimalinin olması halinde gerekli olur. Bu da namazın geçerliliği için değil, örtünme gerekli olduğu içindir. Böyle durumlarda Müslüman hanım, ör­tünme kavramından ne anlıyorsa ona göre örtünecektir.

İslam'ın bir örtünme emri vardır ama namaz için ayrı bir örtünme söz konusu değildir.

Geleneksel fıkıh bu noktada garip bir çelişki içinde­dir: Bir yandan setr-i avreti namazın şartlarından biri olarak göstermekte, öte yandan, köle ve cariye kadınla­rın namazda başlarını, hatta göğüslerini örtmelerine izin bile vermemektedir. Peki, bu ikisi nasıl bir arada olabiliyor? Yani setr-i avret, eller ve yüz dışındaki bölgelerin kapatılması ise ve bu, namazın da şartı ise köle ve cariye Müslüman kadınlar bu şarta uymadan nasıl namaz kılabiliyorlar? Namazın iki insan katego­risi için iki şeklinin mevcut olduğu vahyin hangi beya­nına dayandırılmaktadır?

Böyle bir beyan yok da bu sadece bir toplumsal konum belirleyici ise hür kadınların başlarını-saçlarını örtme­leri nasıl "din" oluyor? Eğer bu din ise cariye ve köleler örtünmeden nasıl namaz kılabiliyor? Dahası, bu setr-i avret ve örtünme anlayışına dayanarak hür-köle ayrı­mının kalmadığı günümüz toplumlarında kadınların örtünmesinin dinsel dayanağı kalmıştır denebilir mi?

Geleneksel fıkhın bunlara vereceği tek cevap vardır: "Ulema öyle buyurmuştur, müfta bih kavil (fetva­ya esas alınan söz) budur!"

Namazda setr-i avretin gerekliliği hususun­da icma' vardır yolundaki beyan da doğru de­ğildir. Mâlikîlerin bir kısmına göre, kadın, namazını evde kılıyor ve onu kimse görmüyor­sa setr-i avret farz değildir. İmamı Mâlik'e göre ise setr-i avret namazın her hal ve şartta sadece sünnetlerindendir. (bk. İbnü'l-Arabî; Şerhu'tTirmızî, 2/136; Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 173)

Namaz için özel elbiseler hazırlamak da kötü bir bid'attır. Ayrıca dine israf sokmak, ibadeti gereksiz har­camalara sebep haline getirmektir. Unutulmasın ki tev­hidin çekirdek nesli sahabîlerin büyük çoğun­luğunun birer giysisi vardı. Bu giysi ile hem dolaşır hem namaz kılar, hatta hem de yatağa girerlerdi, (bk. ibn Hemmâm, 1/366-368) Şunu da ekle­yelim: Sahabîlerin namazlarını kıldıkları giy­siler çoğu kez cinsel organ bölgelerini bile tam örtmüyordu. Onların öyle kat-kat burmalı giysileri yoktu. Çoğu kez, namaz kılmakta olanlar birbirlerinin ayıp yerlerini görüyorlardı. Bunun böyle olması, o yerle­rin açılabileceğini elbette göstermez, ama namaz kılmış olmak için öyle kat-kat, milimetrik açıklıkları bile hesaplayacak şekilde giymenin şart olmadığını gösterir.

Tam bu noktada, hadis-fıkıh ikilisinin ilk ve en bü­yük kaynaklarından biri olan ibn Hemmâm (ölm. 211/826)ın eseri el-Musannefteki "Çıplak Kişinin Namazı" adlı bölümden birkaç satır vermek istiyoruz:

"Kişi, denizden-nehirden çıplak çıkmışsa namazını oturarak kılar... Sudan çıkanlar bir grupsa içlerinden giyili olan biri imamlık eder. imamlık eden de çıplaksa o zaman imam onlarla aynı safta durur ve namazı ima ile kıldırır; cemaat olanlar ise oturarak kılarlar... İbn Abbas'a göre de gemideki kişi ve çıplak kişi namazını oturarak kılar... Hz. Ali'ye, "Çıplak kişi nasıl namaz kılar?" diye sordular; Ali şu cevabı verdi:" Eğer insanların göreceği bir yerde kılıyorsa oturarak kılar; yok eğer kimsenin görmeyeceği bir yerde kılıyorsa ayakta kılar." (ibn Hemmâm, 2/583-584)

Tüm bunlar gösteriyor ki namazda da olsa, ör­tünme insanlar içindir. Eğer birilerinin görmesi söz konusu değilse kişi istediği kıyafetle, hatta istiyorsa çıp­lak bile namaz kılabilir. Çünkü Allah için biz, ne giyersek giyelim zaten anadan üryan durum­dayız.

O halde ilmihallerin, namazda setr-i avret bah­sinde şu iki durumu birbirinden ayırmaları gerekiyor: Hiç kimsenin görmeyeceği yerde namaz kılma hali ile, başkalarının göreceği yerde namaz kılma hali.. Bunlar ayrı ayrı düzenlemeyi gerekli kılmaktadır.

* Ayakkabı ile namaz kılmayı yasaklamak:

Namazın çıplak ayakla veya sadece çorapla kılınabi­leceğini söylemek de bir bid'attır, Asrısaadet uygulama­larına terstir. Hz. Peygamber ve ashabı, dışarda giydikleri ayakkabılarıyla namaz kılıyorlardı. Bu bilgileri veren kaynaklar, ayakkabı yerine "na'l" ve "huff" kelimelerini kullanırlar. Bu ki giysinin birinci­si tokalı yazlık ayakkabı, ikincisi her tarafı kapalı deri ayakkabıdır. Hz. Resul ve sahabîler bu iki ayakkabı üze­rine abdestte mesh etmiş ve bunları çıkarmadan namaz­larını kılmışlardır.

Sonraki eklemeci zihniyetler tokalı ayakkabıyı dev­reden tamamen çıkarmış, huff denen ayakkabıyı da ço­rap hükmüne sokmuştur. Tamamen bilim ve tarih dışı­dır, saptırmadır, tahriftir, dayatmacılıktır. Şimdi gerçe­ği veren kaynaklardan birini, ünlü Buharî'den tam 45 yıl önce vefat etmiş dev bir muhaddis-fakıh olan Îbn Hemmâm'ı dinleyelim: Tâbiûn kuşağından Abdullah b. eş-Şıhhîr babasından naklen şunu söylüyor:" Hz.

Peygamber'in, tokalı ayakkabılarıyla namaz

kıldığını görürdüm."

Ünlü müfessir-fakıh Ata b. Ebi Rebâh (ölm. 115/733)a sordular: "Kişi, tokalı ayakkabılarıyla namaz kılabilir mi?" Cevap verdi: "Evet, kılabi­lir. Peygamberimizin de aynı şekilde namaz kıldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Hatta Pey­gamberimizin huff (her yanı kapalı ayakkabı) ile namaz kılmakta olduğunu da öğrenmiş bu­lunuyoruz. "

"İbn Abbas da tokalı ayakkabılarıyla namaz kılardı."

Irak fıkıh ekolünün babası olan "İbra him en-Nehaî de tokalı ayakkabılarıyla namaz kı­l a r d ı."

Ünlü fakıh-muhaddis "Vehb b. Münebbih (ölm. 110/728 )de tokalı ayakkabılarıyla namaz kılar­dı."

"Sahabîlerden Hakem b. Uteybe diyor ki: 'Hz. Peygamber, ashabı ile namaz kıldığı bir gün ayakkabılarını çıkarmıştı; sahabîler de ona bakarak ayakkabılarını çıkarmışlardı. Na­mazdan sonra Resul onlara sordu: 'Hayrola, ayakkabılarınızı hep birlikte neden çıkardı­nız?' Onlar dediler ki: 'Sen çıkardın diye biz de çıkardık.' Resul buyurdu ki: 'Şart değil, iste­yen ayakkabısını çıkarır kılar, isteyen çıkar­madan kılar." (bk. Ibn Hemmâm, 1/384-387)

Düşünülsün ki bütün bunların olup durduğu yer dün­yanın en sıcak bölgelerinden biridir ve hayat o gün çok sadeydi. O günün dünyasında kullanılan bu imkâna bu­günkü karmaşık, zor hayat şartlarında ve ayakkabı çı­karmanın gerçekten sorun olacağı soğuk bölgelerde bile izin vermeyen zihniyetler vardır. Bunun din adına kabulü mümkün değildir.

Sıkıntılar büyüdükçe imkânların genişletilmesi ge­rekirken, imkânlar zorlaştıkça sıkıntıları büyütenler, "yaratılış ve kolaylık dini" olan İslam'ı yaşana­maz hale sokmanın ötesinde bir şey yapmıyorlar. Hem de asırlardan beri...

CAMÎ ÎÇÎNDE SERGİLENEN BÎD'ATLAR

Sadece çok dikkat çekenlerini vereceğiz:

* Müezzinlik adı altında birtakım merasimlerin eklenmesi:

Bu merasimlerin ezan ve kamet dışındakileri bid'attır. İhlas okuma, salâtü selam getirme, Bil a li H abeşî vs. için Fatiha okunmasını iste­me, hasbünallah çekme, namaz sonunda ima­mın dua edip cemaatin amin demesi (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 1/349 vd.), Cuma günleri ikinci bir ezanın okunması, hutbenin Cuma namazından önce okunması, cami içinde ne sebeple olursa olsun para toplanması, cami içinde dernek, va­kıf vs. kurumların övülmesi, cami içine farz namaz dışında namaz sokulması, cami içine namaz dışında merasimlerin (mevlit, tespih, tarikat zikri vs.) sokulması, hutbelerin minber denen merdivenli yüksek yerlerde okunması, hutbelerin cemaatin anlamayacağı dilde okun­ması, hutbelerde öğüt olarak Kur'an dışında sözlerin okunması, cami içine tespih, levha, tarîkat şeceresi, sahabî vs. adları sokulup yazıl­ması, cami içine "sakal-ı şerîf" adı altında bir­takım kılların, "hırka-ı şerîf" adı altında hatı­ra eşyanın sokulması.

* Bir mezhebin namaz kılış şeklini İslam'ın tek namaz kılış şekli olarak sunmak:

Böyle bir kabul ilk anda bid'attır. Böyle olmadığının hatırlatılmasından sonra bu kabulde ısrar edilirse du­rum bid'at olmaktan çıkıp küfre ve şirke doğru kayar. Çünkü bir mezhebin yorumlarını İslam ile eşitlemek, Islam adı altında ikinci bir din oluşturmak anlamına ge­lir.

Mezheplerin her biri, İslam'ın bir bakış açı­sına göre yorumlanışıdır. Yorum beşerî bir ku­rumdur. Din ise bu yorumlara vücut veren ev­rensel nasların kümelendiği tanrısal kurum ve kaynaktır.

Hz. Peygamber, aldığı vahyi yaşayıp insan hayatına mâl ederken dinin evrenselliğine uygun bir biçimde, çe­şitli kabul ve kanaatlere, değişik iklim ve şartlara göre yaşanabilir bir din algılanışına imkân sağlayacak es­nekliklere kaynaklık etmiştir. Dini yaşama durumunda olan çok farklı iklim ve kişilerin her biri onun esnek uygulamalarında kendisine bir örnek bulur. Bu onun peygamberliğinin, özellikle son peygamber oluşunun zo­runlu bir sonucudur.

Onun bu esneklik dolu uygulamalarının herhangi bi­rini alarak "İşte din budur" demek dinin yaşanabilirliğini yok etmek olur. Oluşum devri mezhep imamlarının yorum yaparken böyle bir niyet ve davranış içinde ol­duklarını sanmıyoruz, ama sonraki devirlerin taklitçi-

hazırcı, sığ fıkıhçılarıyla onları tabulaştıran cahil kitle­lerin bu hatayı işledikleri kuşkusuzdur.

Sonucun ne olduğunu, bahsimiz olan namazla ilgili örnekler vererek gösterelim: Bugün her mezhebin ilmihali bir namaz anlatmakta ve sonunda şunu söylemektedir: İşte sünnete uygun namaz şekli budur. O şeklin çok dışında bir namaz kılma biçimi kabul eden bir başka mezhep il­mihali de namazı kendi anlayışına göre anlat­tıktan sonra aynı sözleri söylemektedir.

Akıl ölçüleriyle baktığımızda ortada üç ihtimal vardı:

1. Bunların hepsinin söylediği yanlıştır: Bu ihtimal geçerli olamaz, çünkü bunların söylediklerinin büyük kısmı doğrudur. 2. Bunların sadece birinin söylediği doğrudur: O taktirde diğerleri İslam içi olma niteliğini yitirir. Böyle bir kabul hem aklen ve il­men doğru olmaz; hem de o mezhepleri kötü niyetli ilan etmek olur. 3. Bunların söyledikleri; dinin kişi­lere, zamana, zemine, şartlara göre değişik uy­gulama biçimleridir ve bu mantık içinde hepsi doğrudur.

Hz. Peygamber'in uygulamaları, Kur'an'ın evrensel­liği dikkate alındığında, bu üç ihtimalin sonuncusu geçerlidir. Yani mezheplerin kabulleri, Peygambe­rimizin bir konuda değişik zamanlardaki deği­şik şartlara ve ihtiyaçlara göre vücut verdiği uygulamalar dır. O uygulamaların hangisi ki­min şartlarına ve ruh haline uyuyorsa o kişi veya çevre onu tercih eder. Bu tercih yüzünden itham, kavga, çekişme olmamalıdır. Çünkü bu tercih din değil, dinin verdiği imkânlar kulla­nılarak yaratılmış bir esneklikten yararlan­madır.

Mezhepler işte bu imkânların fark edilmesi ve yaşanması için var olması gerekirken, ne yazık ki, bağnazlık ve ilkelliklerin itişiyle imkânları daraltmanın baskı kurumları haline getirildiler.

Canlı örnekler verelim.

Hz. Peygamber, namazlarında kıyamda (ayakta) iken ellerini bazan önden birbiri üstüne koyarak tutmuş­tur (el bağlamak), bazan iki yanına salıvererek tutmuş­tur. Bu demektir ki kişi, kendi ruh hali ve beden imkâ­nını değerlendirerek kıyam anında ellerini isterse bağ­layacak, isterse iki yana salıverecektir. Gerçek bir fakıha düşen (büyük imam İbnül Kayyım el-Cevziyye'nin yaptığı gibi), Resul'ün kıyamda bu iki şekli de kul­landığını söyleyip tercihi kişinin kendine bırakmaktır. Ne yazık ki böyle yapılmamıştır. Örneğimize dönersek, bazı mezheplerde ellerin kıyam halinde iken önden bağ­lanması gerekli gösterilmiş, bazılarında ise tam aksine, kıyam halinde ellerin yanlara salınması gerektiği belir­tilmiştir.

Şimdi bunların hangisini yapan gerçek namazı kıl­mış olur? Her mezhep, "Bizim gösterdiğimizi yapan" diye cevap vermektedir. Oysaki ikisini yapanın da na­mazı geçerlidir. Eksik olan, biraz önce işaret ettiğmiz açıklamanın yapılmamış olmasıdır.

Kısacası, namazda kıyam halinde eller bağ­lanabilir de, yanlara salınabilir de... (bk. ibn Hemmâm, 2/276-277)

Bir başka örnek: Namaza başlarken (iftitah tekbirin­den: Allahu Ekber diyerek elleri kaldırıp indirdikten sonra) Sübhâneke duasının okunmasını esas alan mez­hepler olduğu gibi okunmasını mekruh gören mezhepler de vardır. Ortada çelişki var.

Namazda Allah'ı tespih etmek, ona hamd et­mek, şükürde bulunmak vardır ama bunun şu veya bu metinle yapılması gerekmemektedir. İsteyen istediği bir tespih ve hamd metnini okuyabilir. Bu, Sübhâneke duası olabileceği gibi kişinin o anda içinden gelen yepyeni bir dua da olabilir. Nitekim, Hz. Peygamber ve ar­kadaşları Sübhâneke yerine çok değişik dualar okuyarak da namaz kılmışlardır, (bk. Îbn Hem­mâm, 2/71-82) Kişi böyle bir dua okumadan doğ­rudan doğruya Fâtiha'yı okuyarak da namazını kılabilir.

Fakıhm yapacağı, işte bütün bunları söyleyip tercihi kişiye bırakmaktır. Ne yazık bunun tam tersi yapılıyor: İlmihale "şurada Sübhâneke okunacak" diye yazıp Müslüman'ın elini-kolunu bağlıyorlar. Samimi ama bilgisiz kişi de bunun Allah'ın emri olduğunu sanıp namazını ona göre kılı­yor. Hem kendine zahmet veriyor hem dinin yozlaşmasına yol açıyor.

Fâtiha'nın okunma şekli mezhepler arasında bir yı­ğın çekişmeye sebep olmuştur. Sesli mi okunacak, sessiz mi, imama uyan okuyacak mı, okumayacak mı? Fâtiha'ya başlarken besmele çekilecek mi, çekilmeyecek mi? Çekilecekse sessiz mi çekilecek, sesli mi? Bu tartışmalarla sayfalar doldurulmuştur.

Oysa ki iş son derece basittir: Îsteyen öyle okusun, is­teyen böyle. Îmama uyan kişi isterse Fâtiha'yı içinden okusun, isterse okumasın... Kur'an'ın istediği, okuyanın sesini ayarlamasıdır: "Namazında sesini yükselt­me, kısma da. ikisi arasında bir yol tut!" (Isra, 110)

Asrısaadet'te, rükû sırasında "sübhâne rabbiyel azîm: o büyük rabbimi tespih ederim", secde sıra­sında "sübhane rabbiyel a'lâ: o yüce rabbimi teş­bih ederim" yerine başka cümleler de söylenirdi, (bk. İbn Hemmâm, 2/155-164) İlmihaller bunları da verme­mekte, o iki cümleyi Allah'ın emri gibi kayda geçirmek­tedir. Oysaki namaz kılan kişi, namazının rükû ve secdesinde, Allah'ı yücelten veya O'na sev­gisini ifade eden başka sözcükler kullansa namazı geçerli olur.

Namazların şekline ilişkin eklemeler listesine şunu da koyabiliriz: Resim ve heykelin bulunduğu yerde na­maz kılınmayacağma ilişkin iddia da namazın şekliyle ilgili bir uydurma olarak kabul edilebilir. Elbette ki, re­sim ve heykel, tapma aracı olarak bulunduruluyorsa o yerde namaz kılınmaz. Böyle bir amacı olmayan resim ve heykellerin bulunduğu yerde namaz kılmanın İs­lam'a aykırı hiçbir yanı yoktur. Hasan el-Basrî (ölm. 110/728) resim ve heykelin "ta'zîm" (yüceltme, tapma) makamında olmadığı zaman namaza zarar vermediğini fetvaya bağlamıştır. Bunun içindir ki Hasan el-Basrî'ye göre, kilisede kılınan namaz geçerlidir, (bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 2/594/596)

*     Sarıklı namaz kılmanın sevabı

artıracağını söylemek:

Arap örflerini dinleştirmek isteyenlerin uydurmala­rından biri de budur. İslam'ın evrenselliğine tamamen aykırı bu iddia, bazı uydurma hadislerle dinleştirilmiştir. Bu uydurmalar dikkate alınırsa namazda başa sarık saranlar cenneti garantilemiş olmaktadır. (Bu anlam­daki uydurmalardan bazıları için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/249-253, 292; 3/362-363)

*    Namazlardan sonra tespih diye bilinen âletle sayı tutturmak:

Budizm'in, dikkati bir noktada toplamak için kul­landığı bu tespihler bizim kültürümüzün bir parçası ha­line getirilmekle kalmamış, din hayatımızın da bir par­çası yapılmıştır.

Hz. Peygamber'in ve sahabî neslinin hayatında na­mazın içinde veya dışında tespih çekme diye bir şey yok­tur. Sonraki zamanlarda Hint sistemlerinden tari­katlar yoluyla giren bu tespih çekme bid'atı gi­derek namazın bir parçası yapılmış ve camiler bu Bu­dist aletiyle doldurulmuştur.

Muhaddis-bilgin Elbânî, bu tespih âletinin bid'atlığını sayfalarca anlatmaktadır. O sayfalardan anlıyoruz ki bu bid'at, ilk zamanlarda taşla sayı tutturmak şeklin­de görüldü.. Önce bunu tutturmak için bir hadis uydurdu­lar. Buna göre, Hz. Peygamber, tespihlerininin sayısını unutmamak için taşları kullanmış., (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/47) Taşla sayı tutturmayı âdetleştirmeye kalkanla­ra, sahabîlerin en fakıhlarından biri olan İbn Mes'ud (ölm. 32/652) şöyle diyordu: "Zulümleşmiş bir bid'ata daldınız!" (bk. Elbânî, aynı eser, 1/186)

Taşla sayma bid'ati daha sonra Budist âleti tespih­lerin kullanımına dönüştürüldü. Bu aşamada Budist âle­tini kutsallaştıran uydurmalar görülmeye başlandı. (Bir tanesi için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/184)

işin esası şudur: Değil elde tespih sayı tutturmak, namazların arkasından dille tespih çekmenin namazın bir parçası olduğunu söylemek bile doğru değildir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/395-396) Peygamberimizin böyle bir uygulaması yoktur. Hz. Fâtıma (ölm. ll/632)ya, na­mazların arkasından 33 tespih çekmesini söylediğine ilişkin rivayetin de uydurma olduğu ispatlanmıştır, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/271) Namazın bizzat kendisi Al­lah'ı tespih ve takdis faaliyetidir. Onun arka­sından ayrı bir tespih çekme merasimine gerek yoktur.

*    Kadınların Cuma, bayram ve cenaze namazlarına katılmalarına engel olmak:

Namaz bahsindeki bid'at ve saptırmaların belirginle­rinden biri de kadınların camide, cemaatle namaz kıl­malarına engel olmaktır. Bu engel oluş, bayram ve ce­naze namazları için açık, Cuma namazı içinse "Gel­meseniz de olur, zaten yer yok" bahanesiyle örtülü bir yasakla gerçekleştirilmektedir.

*    Hayız halindeki kadınların namaz kılmalarına yasak koymak:

Aynı zamanda kadına yapılan hakaretlerin de bir göstergesi olan bu uygulamanın ayrıntılarını da bu ese­rin "Kadın" bölümünde vermiş bulunuyoruz.

NİKÂH AKTİ

Nikâh akti ile ilgili saptırmalar, nikâhı bir akit ol­maktan çıkarıp bir ibadet gibi algılamaktan kaynakla­nır.

Kur'an dışı bir yığın çarpıklık taşımasına rağmen, geleneksel fıkıh, isabetli bir yaklaşımla, nikâh işlemini ibadetler içinde değil, akitler içinde ele almaktadır. Elbette ki nikâh gibi, aile kurmaya, neslin devamını sağlamaya yönelik bir kavram ve ku­rumun ruhsal-manevî esprisi olacaktır ve vardır. Bunun içindir ki dünyanın hemen her yerinde nikâh daima dinsel bir tören gibi düşünülmüş ve genellikle mabetlerde kıyılmıştır.

Ama bunun böyle olması nikâhın bir hukuksal işlem olmaktan çıkarılıp ibadete dönüştürülmesine gerekçe yapılamaz. Nikâh, sonuçta bir hukuksal işlemdir, bir akittir. Bunun zorunlu sonucu olarak:

1. Nikâh tüm diğer akitler gibi, tarafların (evlenecek olanların) karşılıklı rıza beyanla­rıyla oluşur. Rıza beyanında bulunma yetkisi (tasar­ruf yetkisi) diğer akitlerde nasıl sağlanıyor ve hangi şartlara bağlanıyorsa nikâhta da aynı şartlar ve yöntem geçerli olur. Bu demektir ki, nikâh aktinin geçerliliğini kamu otoritesi belirler, din adamları, ruhanî liderler değil.

Kamu otoritesi nikâh aktinin tescilinde dinsel kim­liği olan birine yetki verebilir. Örneğin müftüye, imama nikâh kıyma veya nikâhı tescil etme yetkisi verilebilir. Bu halde dahi işlem dinsel işlem değil, hukuksal işlem­dir.

2. Nikâhın dinîsi, ladinisi olmaz: Ülkemizde kullanımı sürdürülen "dinî nikâh-medenî nikâh" ayrımı bilimsel olarak da dinsel olarak da yanlıştır. Bu yanlış, din ticareti yapanlarla dini ülke ve rejim aleyhine kullananlar tarafından istismar edilmekte, devlet memurlarının (belediye, konsolosluk vs.) kıydıkları nikâhlar din açısından geçersiz ilan edilmekte, din görevlileri tarafından ikinci bir nikâh kıydırmayanların zina yaptıkları, bu nikâhla doğacak çocukların sahih (hukuken geçerli) nesepli sayılamaya­cakları halk arasında yayılmaktadır.

Özetlersek: Nikâh bir akittir, tüm diğer akit­ler gibi, vücut bulma ve sona erme şartları kamu otoritesi tarafından düzenlenir. Kamu otoritesi nikâh kıyma ve bunu tescil etme yetki­sini kime vermişse nikâh onun tarafından kı­yıldığı taktirde geçerli olur. Tescil edilmeyen bir nikâh, tarafların, özellikle kadının hakla­rını savunulur hale getiremez. O halde böyle bir nikâh, din açısından bakıldığında ancak Şiî fıkhındaki müt'a nikâhı olur. Eğer bir Müs­lüman müt'a nikâhını kabul eden bir anlayış taşıyorsa ve bu tür bir nikâhın yaratacağı resmî-gayrı resmî sonuçları » kabullenecekse bu onun bileceği bir şeydir.

Fıkıh açısından bakıldığında "Dinî nikâh-imam nikâhı" adı altında ikinci bir nikâha ihtiyaç yoktur. Nikâh akti, devletin yetki verdiği kişi tarafından tescil edildiği anda, iş bitmiş olur. islam'ın bunun ardından ikinci bir nikâh is­temesi söz konusu değildir. Nikâhı kıyan kişi­nin ne kimliği ne mesleği hatta ne de diniimanı bir fark yaratır. Önemli olan, tarafların hak­larını garanti altına alacak, doğacak çocukların nesep­lerini sahih kılacak bir nikâhın tescil edilmesidir.

Başka bir deyişle, İslam'ın istediği nikâh, işte bu "resmî" denen nikâhtır. Eğer "dinî" denen ni­kâh aynı zamanda resmiyet ifade ediyorsa sorun yok, o da geçerlidir. Aksi halde, resmen tescil edilmemiş bir nikâhın İslam açısından geçerliliği söz ko­nusu edilemez. Çünkü nikâhın "hikmet-i teşri'iyesi"nin doğmasına imkân vermemektedir.

Biz burada, din istismarını önlemek ve halkımızı kaostan kurtarmak için kanun koyucuya şunu önermek­teyiz: Din görevlilerine, özellikle müftülere de nikâh kıyma ve tescil etme yetkisi verin. Bunu yaparsanız, dini kullanarak kafaları karış­tıran, kavga yaratan yaklaşımlar etkisiz kalır.

Büyük çoğunluğu orta okul veya lise mezunu belediye memurları, ilkokul mezunu muhtarlar nikâh kıyma ve tescil etme hakkına sahip kı­lınmışken, hemen tamamı üniversite mezunu müftülerin, imamların nikâh kıyıp tescil etme­leri neden sağlanmıyor? Tevhit dininin temel ibadetlerinden biri de oruçtur. Orucun farz olduğunu gösteren Kur'an ayeti (Bakara, 183), bu ibadetin tarih boyunca bütün inançlarda bir şe­kilde var olduğunu göstermektedir.

Oruç (Arapçası savm ve siyam), Ramazan ayı boyun­ca, şafak vaktiyle Güneş'in batışı arasındaki sürede yemekten-içmekten ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır. Kur'an'ın, müminlerinden istediği oruç budur. Bu oru­cun gün sayısı, Ramazan ayının durumuna göre bazan otuz, bazan 29 olabilmektedir. Kur'an, gün sayısı ver­memiş, "Ramazan ayı" ifadesini kullanmıştır.

* Orucunu yemiş olanlar için 61 gün aralıksız oruç tutma keffâreti olduğunu söylemek:

Bu ağır ceza, Kur'an'da oruç bahsinde yer almaz. Kur'an bu cezayı, iki alanda kullanmıştır: 1. Hata ile insan öldürme (bk. Nisa, 92), 2. Zıhar (bk. Mücâdile 4). Eğer oruçta da kullanmak isteseydi kullanırdı.

Bu ceza, keffâretler konusunda kıyas işletilerek kurallaştırılıyorsa bu da tutarsızdır. Çünkü, keffâretler konusunda kıyas işletmeye, büyük çoğunluk, o arada İmamı Âzam karşıdır. (imamı Âzam'ın karşı çıkışı için bk. Şâtıbî; Muvafakat, 4/96)

Said b. Cübeyr (ölm. 95/713), Katâde (ölm. 118/736) ve İbrahim en-Nehaî'ye göre oruçta keffâret cezası di­nin emri değildir. Oruç nasıl bozulmuş olursa olsun, bo­zan kişi gününe gün tutar, Allah'tan da affını diler. (bk. Kal'aci; Fıkhu'n-Nehaî, 2/684-685)

Orucunu cinsel temasla bozmuş olanın keffâret tut­masında icma' olduğu söylenir. Hanefî ve Mâlikîler 61 gün keffâretini her türlü bozma için uygularlar, (bk. KaTacı; 2/969-970)

Sünnetten getirilen delil sadece Ebu Hureyre'den ge­len âhad (tek kişiye dayalı) rivayettir.

Ortak kabul şudur: Âhad haberle ceza verilmez. Kaldı ki orucunu kasten yiyenlerle ilgili rivayetlerin, Ebu Hureyre'ninki hariç, tümü, bir güne bir gün demek­tedir. Olay şudur: Bir zât, Hz. Peygamber'e gelerek "Mahvoldum, ey Allah'ın Elçisi!" demiş. Hz. Pey­gamber nedenini sorunca da şu cevabı vermiş:" Rama­zan günü oruçlu halde karımla cinsel ilişki kurdum." Ebu Hureyre'ye göre Resul bu kişiye köle azatlamak, altmış yoksulu doyurmak gibi keffâret şekil­leri önermiş, kişi, imkânlarının buna elvermediğini söyleyince de "O halde git, aralıksız 61 gün oruç tut!" demiş.

Olayı nakleden diğer sahabîlere göre ise, Hz. Peygamber'in o zâta, sadaka vermek veya orucunu bozduğu gün için bir gün oruç tutmak şıklarından birini öner­miştir. (Rivayetler için bk. ibn Hemmâm; el-Musannef, 4/194-198. Oruçla ilgili bu ceza-keffâretin İslam dışı ol­duğuna ilişkin, Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz'un bir makalesi için bk. Kur'an Mesajı Dergisi, yıl: 1998, sayı: 6)

* Oruç tutmayarak fidye vermeyi, onulmaz hastalıklara yakalanmış olanlara özgülemek:

Bu özgüleme, Kur'an'a aykırıdır. Bu aykırılık öyle­sine rahat sergilenmiştir ki, bazı tefsirlerde ilgili ayetin o kısmı yorumlanırken "ellezîne yutîkûnehû" (oruca zorlanara k güç yetirenler) ifadesi "ey, lâyutîkûnehû" (güç yetiremeyenler demektir) şekline dönüşsün diye cümleye bir "Lâ" olumsuzluk edatı eklenmiştir. Yani Kur'an ayetine ekleme yapılmıştır.

Allah'ı bırakıp da birilerini dinlemek küfre doğru yelken açmaktır. Ama, geleneksel mezhepçi anlayış, he­sabına uygun düşünce böyle şeyleri ya görmezlikten gelmekte, ya da akıl almaz tevillerle kitabına uydur­maktadır. Gelenekçi anlayışın en akılcılarından biri saydığımız Cassâs (ölm. 370/980) bile, bu ayetin esprisi­ni, hikmetini uzun uzun anlattıktan sonra, ayetin "mensûh" (hükümden düşürülmüş) olduğunu söyleye­rek mezhebinin kabulüne ters bir kanıttan kurtulma yo­luna gitmektedir, (bk. Cassâs; Ahkâmu'l-Kur'an, 1/248249)

Bu mantığa göre Kur'an ayetlerinin önünde iki yol vardır: 1. Mezhep görüşlerine kanıt olmak, 2. Mensuh olmak...

Doğrusu şu ki, zorlanarak oruç tutabilenler, isterlerse oruç tutmak yerine fidye verebilirler. Bu düzenleme has­talık ve yolculuk halinden ayrıdır. Bunu hastalık haliyle birleştirip "Fidye vermek, tedavisi mümkün ol­mayan hastalıklara yakalananlar içindir" hükmüne varmak, Kur'an'a açıkça aykırıdır. Allah bu düzenlemeyi yapmakla hem oruç tutmada zorlanacak kullarına kolaylık getirmiş hem de yoksulların sebep­lenmesine imkân yaratmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. KI, Bakara, 183-185. ayetler bölümü)

*   Ramazan günleri lokantaları kapatarak oruçlu olmayanların yemek yemelerine engel olmak:

Dinin yasakladığı ikrahı (baskı ve zorlamayı) dine sokarak insan haklarına ve insan iradesine baskı yap­mak şeklindeki bu uygulama, son zamanlarda din üze­rinden siyaset yapan çevrelerin kışkırtmalarıyla iyice dinleşmeye başlamıştır. Böyle bir uygulama Îslam'da ilerlemeyi değil, gerilemeyi belgeler. Îslam'da ilerleme, yemek yenebilecek her yerin açık olduğu bir ortamda in­sanların özgür iradeleriyle oruç tutmalarıdır.

*   Bazı beldelerde oruç tutmayı üstün göstermek:

Örneğin Mekke ve Medine 'de oruç tutmanın üstün­lüğüne ilişkin uydurmalar vardır. (Îki örnek için bk. El­bânî; ez-Zaîfa, 3/180-182, 187)

PEYGAMBERLER VE PEYGAMBERLİK

Peygamberlik (nübüvvet, risâlet), Allah'ın, insanı doğruya, güzele, mutluluğa kılavuzlamada araç yaptığı temel kurumdur. Allah'ın insana lütuf ve merhametinin en ileri göstergesidir.

Peygamberler, sadece sözlü tebliğde bulunmak, sadece öğüt vermekle yetinmezler. Onlar, Kur'an'ın da ifade et­tiği gibi, "üsve-i hasene" yani izlenebilecek en güzel canlı modellerdir. Bunun içindir ki peygamber, tanrısal âlemden haber getiren insanmodeldir. Kur'an, peygam­berleri "beşer" varlıklar olarak göstermekte, onların bu insan-model yanları üzerinde ısrarla durmaktadır. Bu, sebepsiz değildir. insanmodel yerine, melek-model kon­saydı, peygamber, insanlar tarafından izlenebilecek var­lık olmaktan çıkar, sadece kutsanan, sevilen, övülen bir soyut tatmin aracı olurdu.

Kur'an, bu ikinci anlamda bir peygamberlik kavra­mının varlığından söz etmekte ama onu şirkin bir ürünü olarak göstermektedir.

* Peygamberleri Allah'ın elçisi konumundan Allah'ın ortağı konumuna doğru çekmek:

İnsanoğlunun Allah'ı en çok öfkelendiren günahla­rından biri, belki de birincisi budur. Bu günah, Allah'ın en çok tiksindiği şirki dinleştirmede, Allah'ın en çok sevdiği elçilerini araç ve aracı yapmak şeklinde bir zu­lüm sergilediğindendir ki, Cenabı Hakk'ın gazabını özellikle tahrik etmektedir.

Kur'an'ın en çok savaştığı olumsuzluklardan biri de budur. Bu olumsuzluk sayfalar boyu tanıtılmış ve mü­minlerin, bundan uzak durmaları ısrarlı bir biçimde is­tenmiştir.

Bu zulüm, kendi içinde ikinci bir günahı taşımakta­dır ki o da şudur: Hak elçileri olan peygamberler, Allah'ın ortağı konumuna doğru çekilirken ba­hane olarak "peygamberlere saygı" yaftası kul­lanılmaktadır. Kur'an'ın öncelikle bu sapıklığa sa­vaş açtığını görüyoruz. Nebileri insan üstü varlıklar, melek vs. gibi görmek ve göstermek isteyen zihniyet, şirk olarak nitelendirilmekte ve bu şirkin hezeyanları­na karşı nebilerin birer insan olduğuna vurgu yapıl­maktadır. (Bu konuda özellikle bk. Furkan, 7-9)

Anılan günahın ilk göstergesi, bir ümmetin kendi peygamberini üstün göstermeye çalışması, ikinci göster­gesi de peygamberleri melekleştiren ve insan varlıklar olmaktan çıkaran övgülerin belirgin hale gelmesidir. Bu övgülerin bir kısmı, ne yazık ki, peygamberlerin bizzat kendilerine isnat edilen yalanlarla dinleştirilir. Bu hep böyle olmuştur...

Kur'an'ın, Allah'ın oğlu ilan edilen Hz. İsa 'ya şu soruyu sorması, Isa'dan kuşku duyulması yüzünden de­ğil, insanoğlunun, peygamberleri ilahlaştırırken bizzat onları araç yapma namertliğinin belgelenmesi içindir. Hz. İsa'nın Allah'ın değil, Meryem'in oğlu olduğuna, onu Allah'ın oğlu ilan etmenin şirke götüreceğine vurgu yaparak söze başlayan ayetler şöyledir:

"Allah sordu: 'Ey Meryem oğlu İsa! Allah'ın yanında beni ve annemi de iki Tanrı olarak kabul edin' diye insanlara sen mi söyledin!? İsa dedi: 'Hâşâ! Tespih ederim seni. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek benim haddime de­ğildir. Eğer onu söylemişsem sen onu elbette bi­lirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin ama ben senin benliğinde olanı bilmem. Çünkü sen, gaybları çok iyi bilensin. Onlara, senin bana emrettiğin şu I sözden başka bir şey söylemedim: Benim rabbim ve sizin de rabbiniz olan Allah'a kulluk edin!' İçle rinde olduğum sürece üzerle­rine tanıktım. Sen beni vefat ettirince üzerleri­ne yalnız sen gözetleyici oldun. Ve zaten sen her şey üzerine bir tanıksın." (Mâide, 116-117)

Bu ayet, dolaylı yoldan başka bir tevhit gerçeğine daha dikkat çekmektedir: Peygamberlerin, ölümle­rinden sonra artık dünya üzerinde tasarruf imkânlarının kalmadığı... Böyle bir tasarruf söz konusu olduğunda akla gelecek ilk isimlerden biri olan Hz. İsa'ya "Aralarında iken onlar üzerinde tanık bendim; sen beni vefat ettirince onların gözetleyicisi yalnız sen oldun." söyletilmesi gösteriyor ki, hiçbir insan, ne kadar büyük olursa olsun, ölümün­den sonra, dünya üzerinde tasarruf sürdüremez. Böyle bir şey, beşer varlık olmakla çelişir. Ve tüm nebiler be­şerdir.

Buradan hareketle biz, tasavvuf-tarîkat bünyesine sokulan "ölüm sonrası evliya tasarrufları" anla­yışının Kur'an dışı olduğunu rahatlıkla fark ederiz. Bu tevhit dışı anlayış, Kur'an'ın iman çocuklarını asırlar­ca, kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını, sesini-sözünü ilahlaştırma illetinin kucağına itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.

Muazzez İsa Mesih'i Allah'ın oğlu ilan etmeyi "ona saygımızdan" gerekçesiyle açıklamaya kalkan yak­laşıma Kur'an, Allah'ın elçileri adına şu cevabı veriyor: "Ne Mesih Allah'ın bir kulu olmaktan çekinir/Allah'ın kulu olmayı beğenmezlik eder ne de Allah'a yaklaştırılmış melekler..." (Nisa, 172)

Tevbe 31. ayetten öğreniyoruz ki, nebileri bu şekilde övmenin sonu, onların rabler haline getirilmeleri, yani ilahlaştırılmalarıdır. Bunun anlamı ise tektir: Şirk...

Anlaşılan o ki, peygamberleri şirk aracı yapmada ilk belirti daima aşırı övgü ve insan üstü kılmadır. Bu­nun içindir ki bizim muazzez Peygamberimizin ısrarla şunu istediğini görmekteyiz: Beni diğer peygamberlerle üstünlük yarışına sokmayın ve beni Hz. İsa'yı övdükleri gibi övmeyin; bana Allah'ın kulu ve elçisi demekle yeti­nin...

Aşırı övgü aşamasını, peygamberi "din koyucu" konumuna getirmek izler ki işte bu, nebinin Allah'a or­tak yapılmasının resmiyet kazanmasıdır. Bu ikinci aşamada, din buyruklarının altında Allah'ın imzası ye­terli olmaktan çıkar, cennete giriş belgesi de Allah-nebi imzalı hale gelir. Oysaki tevhidin belirgin niteliklerin­den birincisi, din koyuculuk sıfatının Allah'a özgülen­mesi, İkincisi de cennete giriş belgesinin altında Allah dışında hiçbir varlığın imzasının bulunmamasıdır.

Nebileri elçi olmaktan çıkarıp ortak yapan günahın failleri öncelikle tevhidin bu iki direğini çatlatırlar... Bu çatlatmada iyice başarılı oldular mı, artık peygamber Allah'ın emrinde bir elçi olmaktan çıkarılır, Allah ile âdeta rekabete girişen bir alt-ilah konumuna getirilir. Hatta, örneğin bizim fıkıh mirasımızda olduğu gibi, Peygamber'in sözleri Allah'ın sözlerini neshetmede (hükümden düşürmede) kullanılır. Fıkıhta buna, sün­netin Kur'an'ı neshetmesi -hâşâdeniyor.

Resul, "Beni Hz. Isa'yı övdükleri gibi övme­yin." diyor; övmüşlerdir; Miraç mitolojileriyle onu Al­lah'ın yanma çıkarıp O'nunla konuşturmuş, hatta emir­leri hususunda pazarlığa sokmuşlardır. Resul, "Mezarı­mı m âb e 11 e ş t i r m e y i n l Me z ar ı m ı mabet le ş tir enle­re Allah lanet etsin!" diyor, değil onun mezarını, ümmetinden binlerce insanın mezarını bile mâbetleştirmiş, bu mezarları İslam mabedinin ayrılmaz bir par­çası haline getirmişlerdir. Resul, elini öpmek, kendisi için ayağa kalkmak isteyenlere izin vermemiş, bunun ileride insan ilahlaştırma gerekçesi yapılabileceğine dikkat çekmiştir; ama onun ölümünden sonra değil eli, kendisine ait olduğu söylenen sakal kılları kutsallaştı­rılıp tevhit dininin mabedine tavaf nesnesi halinde so­kulmuştur.

Bütün bunlardan daha zalim bir günah vardır ki o da şudur: Hak elçilerini Hak ortakları haline getiren gidişe karşı çıkanlar, "Peygamberlere saygısız, peygam­berleri dışlayan" vs. gibi ithamlarla karalanmıştır. Bu çift başlı sapıklığın tarih içinde kurumsal temsilcile­ri Ortaçağ kilise babalarıdır. Muazzez nebi Hz. İsa'­nın dinini zulüm, kan ve dehşet aracı yapan engizisyon papazları, onun en samimi bağlılarını "İsa'ya saygı­sızlık" iddiasıyla kestiler, astılar, yaktılar... Binlercesini, milyonlarcasını... Kadın-erkek, yaşlı-genç deme­den...

* Peygamberlerin sadece Ortadoğu'ya gönderildiğini sanmak:

Kur'an'a göre, istisnasız tüm toplumlara peygamber gelmiştir, (bk. Fâtır, 24) Her insan topluluğuna bir pey­gamber göndermek, fıtratın (yaratılış ve yaratışın) faaliyetlerindendir. Her topluma peygamber gönderildiğini bildiren ayet de Fâtır Suresi'ndedir. O halde, Kur'an'da adları ve anıları örnek türünden anlatılan peygamberle­re bakarak başka coğrafyalara peygamber gelmediğini söylemek yanlıştır. Peygamberlik, Cenabı Hak tarafın­dan sona erdirildiği güne kadar yani Hz. Muhammed'in gönderilişine kadar her topluma bir nebi mutlaka gel­miştir.

Esasen, Kur'an, insanoğlunun, peygamber uyarısına muhatap olmadıkça sorumlu tutulmasının tanrısal yasa­lara aykırı olduğunu belirtmiştir, (bk. Îsra, 15)

Tüm toplumlara ve coğrafyalara bir şekilde peygam­ber gelmiştir ama biz bunun ayrıntılarını ve gelen nebi­lerin adlarını ve hatıralarını bilmiyoruz. Bilmediğimize göre, gönderildiklerine inanır, ötesi hakkında hüküm vermeyiz.

*   Peygamberlerin sayısını, Kur'an'da gösterilenlerden ibaret sanmak:

Kur'an, adını sayıp hayat ve hatırasına yer verdiği peygamberlerin örnek türünden olduğunu, adı Kur'an'da anılmayan daha pek çok peygamberin gelip geçtiğini açıkça bildirmektedir, (bk. Nisa, 164; Ğâfir, 78)

*     Peygamberleri Allah'ın oğlu gibi görmek:

Kur'an'ın en ısrarlı şikâyetlerinden biri de budur. Bu günah, Yahudi ve Hristiyan toplumlar tarafından işlen­miştir. Onlar Hz. Uzeyr ile Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu diye anmak günahını işlediler: "Yahudiler: 'Uzeyr Allah'ın oğludur' dediler; Hristiyanlar da 'ınesih Allah'ın oğludur' dediler. Kendi ağızla­rının sözüdür bu. Kendilerinden önce inkâr edenlerin sözlerine benzetme yapıyorlar..." (Tevbe, 30)

*   Peygamberleri yarı-melek varlıklar olarak görmek:

Peygamberleri yaşayan ve örnek alınan modeller olmaktan çıkaracak bu müşrik anlayışa Kur'an'ın karşı çıkışını görmek için Furkan Suresi 7-9. ayetleri okumak yeterlidir.

*   Peygamberlerin günahsız varlıklar olduğunu söylemek:

Günah; sürçmenin, yanlış yapmanın din dilindeki adıdır. Kur'an, insan olmanın kaçınılmazlarından bi­rinin de günah işlemek olduğunu bildirir. Peygamber de olsa, hiçbir insanın günahsızlık gibi bir niteliği olamaz. Bu nitelik, mükemmellik demektir ve o da Allah'a özgü­dür.

Peygamberlerin masumluğu, günah işlemezlik anlamında değildir, onların peygamberlik­lerinin şaibe ve eksikten arınmışlığı anlamın­dadır. Bizim dikkat etmemiz gereken nokta, peygam­berleri yücelteceğiz diye, Allah'a özgü nitelikleri insana vermemektir. Nebiler de günah işleyebilir ama Cenabı Hak, görevleri gereği onların hatalarını vahiy ile kendi­lerine hemen ihtar eder. Kur'an'da birçok yerde nebile­rin tövbe etmeye, af dilemeye çağrılmaları anlamsız de­ğildir.

Günah anlamındaki "zenb" sözcüğü, nebilere isnat edilmiştir. Hz. Muhammed de bu nebiler içindedir, (örnek olarak bk. Şuara, 14; Muhammed, 19; Fetih, 2) An­cak biz nebilere saygımızdan ötürü onlar için günahkâr tâbirini kullanmayız, onların zellelerinden (sürçmele­rinden) söz ederiz.

* Peygamberlerin bedenlerinin kıyamete kadar diri olduğunu iddia etmek:

Tasavvuf-tarîkat hurafelerinden biri olan bu anlayış Kur'an'ın beyanlarına aykırıdır. Kur'an, nebileri "beşer" olarak niteleyip diğer beşer varlıklar gibi öl­düklerini söylerken aynı sözcüğü kullanmıştır: Meyyit yani ölü... (bk. Zümer, 30)

Peygamberlerin yüceliği onların eserlerinin ölüm­süzlüğü iledir, et ve kemiklerinin ölmezliği ile değil. Et ve kemiği ölmez kabul etme tutkusu eski-pagan bir tutkudur. Kur'an bunu yıkmıştır. Kur'an'ın yıktığı bir anlayışı, Kur'an dini adına savunamayız.

*   Peygamberlerin geri gelip mehdî olarak görev yapacaklarını iddia etmek:

Yahudiler bunu Ilyas Peygamber için, Hristiyanlar ise Isa Peygamber için söylemişlerdir. Hristiyanlık'taki bu anlayış, İsrailiyât uydurmaları aracılığıyla İslam'a da sıçramıştır. (Ayrıntılar için bk. Bu eser, Mehdî mad.)


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to