*
İnsanın hüküm yetkisinin olmadığını iddia etmek:
Mutlak
hakim ve Mâlik Allah'tır, (bk. En'am, 57, 62; Yûsuf, 40, 67; Kasas, 70, 88;
Fâtır, 13; Zümer, 6) Yani söz, karar ve tasarruf O'nundur. O halde O, bu mutlak
hakimiyetinin kendisine verdiği yetkiyle yaratıklarından birine, örneğin
insana hakimiyet hakkı verebilir. Elbette ki vereceği bu hakimiyet,
yaratılmışın yaratılmışlığına uygun çapta olacaktır. Yani mutlak hakimiyet
sürekli Allah'ta kalacaktır.
Şimdi
önemli soru şudur: Mutlak hakim olan Allah, insana kulluk imkânları içinde
kullanacağı bir hakimiyet yetkisi vermiş midir, vermemiş midir?
Kur'an'ın
açık beyanlarına göre, insana bu hakimiyet verilmiştir.
Hüküm
yetkisi öncelikle peygamberlere verilmiştir, (bk. Bakara, 213; Nisa,
65; Mâide, 42, 44; Nûr, 48, 51; Enbiya, 78, 79; Sad, 22, 26) Ancak, bu yetki,
peygamberliğin bir parçası değildir. Peygambere ayrıca verilmiş olması
gerekir. Yani peygamber ya melik-nebi olur, ya abd-resul olur. İkinci
kategoriye giren peygamberlerde meliklik yetkisi yoktur.
Bizim
peygamberimiz Hz. Muhammed, melik-nebi (kral peygamber) olmakla abd-resul
(kul-peygamber) olmak arasında serbest bırakıldı; kendisi ikinci kategoriyi
seçti. Hz. Davûd ve Hz. Süleyman gibi bazı peygamberler ise
nebilikleriyle birlikte meliklik sıfatını da almışlardır, (bk. İbn Teymiye;
el-Furkan, 27-28) Onun içindir ki Hz. Muhammed yaşadığı toplumun, devlet
başkanı sıfatıyla yönetimini üstleneceği zaman, Allah ona bey'at ve şûraya
gitme emri verdi. Çünkü onun nübüvveti içinde meliklik kendiliğinden
yoktu. O, abd-resul kimliğini tercih etmişti.
Bunun
bizim için birinci derecede önemli olan mesajı, ümmet olarak yönetimde bey'at
ve şûra üzere gitmemizin kaçınılmazlığıdır. Zaten, peygamberliğin bizim
Peygamberimizle bitmiş olmasının bir anlamı da budur. Peygamberler dışında
hiçbir insanın Allah adına yönetme ve reislik yapma yetkisi yoktur.
Mülkün
(toprak ve egemenliğin) de sahibi Allah'tır. Çünkü Mâlikü'lmülk de O'dur.
Kur'an, insana mülk yetkisinin de verildiğini bildirmektedir: "Allah,
mülkünü dilediğine vermektedir." (Bakara, 247) Başka bir deyimle, malik,
melik ve melîk sıfatları aynı zamanda insan için de kullanılmaktadır, (bk.
Bakara, 246, 247; Mâide, 20; Yûsuf, 43, 50, 54, 72, 76, Kehf, 79; Nemi, 34)
Tıpkı hakimiyette olduğu gibi, mülk yetkisi de öncelikle peygamberlere
verilmiştir, (bk. Bakara, 248; Sâd, 20, 35)
İnsana
verilen hüküm/hakimiyet yetkisi sadece nebiler için söz konusu değildir.
Kur'an, nebiler dışında insanların da bu yetkiye sahip kılındığını
göstermektedir. Ancak insanın hüküm yetkisi kullanmasından söz eden ayetler üç
kavramın altını çizmektedir. Bunlar: 1. Adalet, 2. Allah'ın indirdiği, 3.
Allah'ın gösterdiğidir.
Şimdi
bu ayetleri görelim:
"Şu
bir gerçek ki Allah size, emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi, insanlar
arasında hükmedince de adaletle hükmetmenizi emrediyor..." (Nisa,
58)
"Şu
bir gerçek ki biz sana bu kitabı, insanlar arasında, Allah'ın sana gösterdiği
ile hükmedesin diye hak olarak indirdik. Sakın hainlere yardakçı olma!" (Nisa,
105)
"Kim
ki Allah'ın indirdiği ile hükmetmez, küfre batmışların ta kendileridir
onlar.... Zalimlerin ta kendileridir onlar... Fâsıkların ta kendileridir
onlar." (Mâide, 44, 45, 47)
İnsanın
hakimiyet yetkisinin olduğu tartışmasızdır. Ancak bu
hakimiyet Allah'ın indirdiği, gösterdiği ilkeler çerçevesinde ve adalet üzere
olacaktır. Tartışmaların çıktığı anda da yeniden Allah'a baş vurulacaktır: "Bir
şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah'adır." (Şûra, 10)
Yalnız
bu ayet bile insanın hakimiyet yetkisine sahip kılındığını göstermeye yeter.
Çünkü, tartışmanın çıkması hakimiyetin kullanılması halinde mümkündür.
Hakimiyeti kullananlar arasında tartışma çıktığında son sözü Allah'a
bırakacaklardır.
Bu
ayet ayrıca insanın kullanacağı egemenliğin sınırlı, Allah'ınkinin sınırsız
olduğunu da göstermektedir. Yani, mutlak ve ontolojik hakimiyet (ultimate
sovereignty) Allah'ındır. Bunu, insanın kullanımına bırakılan siyasal
hakimiyet (exercise of power) ile karıştırıp "Hakimiyet
Allah'ındır" diye bağırmak, aslında Allah'a saygının değil,
saygısızlığın ifadesidir. Çünkü bu söz, Allah'ın insana verdiği bir göreve
itiraz anlamı taşır.
Kısacası,
Allah'ın mutlak hakimiyetini işleterek kuluna verdiği bir görevin yerine
getirilmesini, Allah'ın büyüklüğünü öne sürerek savsaklamak büyük bir yanlıştır.
Allah'ın
büyüklüğü ve Allah'a saygı Allah'ın emirlerini dışlamak için kullanılamaz.
Kur'an'ın,
Allah'ın egemenliğini ısrarla dile getirmesi, insanın hiçbir egemenlik hakkının
olmadığını göstermek için değil, mutlak egemenliğe göz diken insan hırsını
dizginlemek ve insana haddini bildirmek içindir. Bunda
şaşılacak bir şey yoktur.
Şunu
gayet açık bilmekteyiz:
Modern
zamanları bir kenara koyarsak, tarih boyunca, egemenliğin (sultanın) tek
sahibi sayılan kral-sultan, aynı zamanda yarı ilah-gölge ilah bir varlık olarak
görülmüştür. Kur'an, bu inceliğe dikkat çekerken eski Mısır Firavunları ile
Hz. İbra him' in karşı çıktığı Nemrut'u örnek vermektedir.
Bunların birincisi, yönettiği Mısır halkına: "Ben sizin en yüce
rabbinizim" (Nâziât, 24) diyordu. Nemrut ise, Allah'ın yaratıcılığından,
var ediciliğinden söz açan İbra him'e: "Ben de diriltir, ben de
öldürürüm" (Bakara, 258) diye cevap veriyordu. Ne ilginçtir ki Kur'an,
bu iki yarı ilah kralın, sergiledikleri saçmalığı (bühtanı) kendilerine
verilmiş bulunan mülk ve saltanatın verdiği azgınlıkla yaptıklarını
söylemektedir. Kur'an'ı rahatsız eden, mülk ve saltanatın işte bu şekilde
kötüye kullanılmasıdır.
Kur'an
bu örneklerle gösteriyor ki hak ve halk aleyhine sürüp giden egemenliklerin
tarih boyunca temsilcisi olmuş "kral" sadece yönetim yetkisi
değil, ilahlık yetkisi de kullanmıştır. Kırılması gereken işte bu ikincisidir.
Hûd Suresi 97. ayet: "Firavunun emri doğruya ve güzele ulaştıran bir
emir değildi." diyor. Emr (söyleme, anlatma, egemenlik, yargı
ve komuta yetkisi) Firavuna verilmiştir; Kur'an buna itiraz etmiyor. İtiraz
edilen, bu yetkinin kötüye kullanımıdır.
Bu
noktada, Kur'an'daki had (çoğulu: hudûd) yani sınır kavramına dikkat
çekmek gerekiyor. 14 yerde ve çoğul olarak geçen hudûd (sınırlar)
kelimesine, kullanıldığı yerlerin on üçünde "Allah" kelimesiyle
tamlama yaptırılmıştır: Hudûdullah (Allah'ın sınırları). Bir yerde ise "Allah'ın
Resulü'ne indirdiklerinin sınırları" (Tevbe, 97) şeklinde
kullanılmıştır ki anlam olarak diğerleriyle aynıdır. Kur'an bu sınırların
aşılmamasını ısrarla istemektedir. Sınırları aşanlar azgınlık, zalimlikle
suçlanmakta ve ebedî azapla tehdit edilmektedir.
O
halde, hüküm-emir ve mülkte insana nasip verilmiştir ama bu nasip çizgisini
aşarak Allah'ın sınırlarına tecavüze yeltenmemesi insandan istenmiştir. Ne yazık
ki insanoğlu bu tecavüzü sürekli işlemiş, ulûhiyet alanına girmekte çok
cüretli, çok küstah davranmıştır. Tanrısal vahiy, insanı kendi sınırlarında
kalıp o sınırlar içinde yücelmeye çağırıyor. İnsana verilen, ona bol bol
yeter, Yaratıcı'nm alanına girmekle kazanacağı hiçbir şey yoktur, ama
kaybedeceği çok şey vardır.
Cenabı
Hakk'ın mülk ve hakimiyetinin iki kategorik tecellisi vardır: Tekvini
(ontolojikkozmik) tecelli, teşriî (yasa koyma-yönetmeyargılamaya ilişkin)
tecelli. Tekvini yetkide insana asla ve asla pay ve paye vermeyen yüce Allah,
teşriî alanda kulunu nasipli kılmıştır. Ancak ondan istediği
bir şey vardır: Bu nasibini kullanırken O'nun indirip gösterdiklerine saygılı
olmak ve kendisine ayrılan alanın dışına çıkmamak...
Bu bağlamda bir Kur'an inceliğine
dikkat çekelim: Hükmün Allah'a aidiyetini ifadeye koyan temel ayetlerde
çoğumuzun gözden kaçırdığı bir incelik vardır ve şudur: O ayetlerdeki tanrısal
beyan o şekilde düzenlenmiştir ki, şu üç gerçeği aynı anda ortaya koymaktadır:
1. Hüküm Allah'a aittir, 2. Hükümde
insanın da bir nasibi vardır, 3. İnsan bu nasibini kullanırken Allah için
hareket etmelidir.
En'am
57, 62; Yûsuf 40, 67; Kasas 70, 88; Gâfir, 12. ayetlerinde kullanılan bu ifade "İnil
hükmü illa lillâhel-hükmü lillâh" şeklindedir. Aynı anda hem "hüküm
Allah'ındır" anlamını, hem de "hüküm Allah için
olmalıdır" anlamını veren bir ifadedir. Bir mucize ifadedir. Çünkü
Kur'an'daki hakimiyet kavramından ne anlaşılacağını, insana verilen hakimiyet
yetkisinin nasıl kullanılması gerektiğini iki-üç kelimeyle ifade etmiştir.
Şu
halde, din üzerinden siyaset yapan zihniyetlerin bağırıp çağırdıklarının
aksine, Kur'an, insanın hiçbir hakimiyet yetkisi kullanamayacağını değil, kullanabileceğini
göstermektedir. Ancak bu kullanım sırasında Allah'ın hoşnutluğunun unutulmaması
gerekmektedir. İn san hakimiyet kullanacaktır ama bu hakimiyeti "Allah
için" olacaktır.
Kur'an
açısından hakimiyet kavramı ile ilgili sözün özünü, ünlü usulcü (metodolojist) Karafî
(ölm. 684/1285) söylemiştir kanaatindeyiz. Diyor ki Kar af î:
"Allah'ın hükmü, O'nun zâtıyla var olan kelamı demektir. Kitap (Kur'an)
ve sünnetin lafızları O'nun hükmünün kendisi değil, delilleridir. O halde,
Allah'ın, hükmediciye aktarılmış hükmü de olur. Herhangi bir hakime tefviz
edilmiş (devredilmiş) hüküm de Allah'ın hükmüdür." (Karafî; el-Îhkâm,
58)
Esasen
bu gerçek, dikkatli bakıldığında, daha tevhidin formül cümlesi olan "La
ilahe illellah: Allah'tan başka ilah yoktur, sadece Allah vardır"
sözünde de dile getirilmiştir.
Bizce,
Kur'an'ın hakimiyet anlayışının en ideal formülü kelimei tevhittir. Kelimei
tevhidin ortadan kaldırm ak istediği "ilahlık" sadece
metafizik ontolojik anlamda bir ilahlık değildir; belki ondan daha önce ve
önemli olarak, yarı ilah kralların örtülü uluhiyetleri yok edilmektedir. Şunu
da ekleyelim: Hz. isa'nın: "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya,
Kayser'in hakkını Kayser'e verin" sözü, bize göre mistik bir
teslimiyet ifade etmiyor. Tam tersine, Hz. İsa o sözüyle kralın,
egemenliği saptırarak, hakkı olmayan uluhiyet alanına girdiğini, onun o alandan
çıkarılması gerektiğini söylemektedir. Kral, sadece siyasal egemenlik
kullansın, uluhiyet alanına giren egemenliğe el atmaya kalkmasın. Peygamber,
sadece siyasal egemenliğin bekçiliğini yapmıyor, Allah'ın egemenliğine tecavüz
azgınlığını da engelliyor. Ve tabiî, nübüvvetinin bir uzantısı olarak, siyasal
egemenliğin, bir görev olmaktan çıkarılıp ebedî bir hakka dönüştürülerek zulüm
ve sömürü aracı yapılmasına da karşı çıkıyor. Bunun içindir ki Hz. İsa,
"Kralın hakkını krala verin!" gibi, görünüşte mistik bir
teslimiyet ifade eden sözüne rağmen, hatta belki de o sözü söylediği için ölüme
mahkûm ediliyor.
Anlaşılan
o ki, Hz. İsa'nın sözündeki gerçek anlamı, İsa'yı izlediklerini
söyleyen ruhban sınıfından çok, krallar ve onlara bağlı egemen sınıf
kavramıştır.
Kelimei
tevhitle eg emenlikleri kırılan yarı ilah kralların bu
güçleri yok edilince onu kim kullanıyor? Allah egemen oluyor denebilir. Ama
unutmamak gerekir ki, Allah somut bir varlık değildir. Kitlelerin yönetimi ve
adalet dağıtımı için somut bir egemen güce ihtiyaç vardır. Bu kimdir veya
kimlerdir?
Kur'an,
egemen gücü, insan olmaktan çıkarmıştır. Egemen güç, Allah'ın indir
diği-gösterdiğidir. Yani ilkeler... Bunu modern zamanın hukuk diline
çevirirsek, egemen güç hukukun ilkeleridir. Modern hukuk
anlayışının ittifak noktalarından biri olan bu tespit, Kur'an'da yüzyıllarca
önce verilmiştir. Ne var ki, onun hayata geçmesi için insanın çok uzun bir yol
yürümesi gerekmekteydi.
Yol
yürünmüş, çamura-dikene takıla takıla yürünmüş ve bugüne gelinmiştir. Bugün
için sulta, artık kişinin veya kişilerin değildir, olmamalıdır. Hükümet
edenler, sultanın sahibi değil, emanet taşıyan görevlileridir. Sultanın
sahibi, tüzel kişilik olan devlettir deseniz bile, son tahlilde bu da yine
hukukun egemenliği anlamına gelmektedir.
Hukukun
egemenliği, yani ilkelerin egemenliği, yani Allah'ın indirdiği ile
hükmetmek, modern hukuku, evrensel insanlık değerlerini reddetmeyi değil, İslam
bünyesine Emevîler tarafından sokulmuş bulunan ve esası Hristiyanlığı
yozlaştıran eden Pavlos'a çıkan saltanat anlayışını reddetmeyi
gerektirir.
"Yöneticiye,
zalim de olsa itaat gerekir, çünkü o, tanrısal iradeyi temsil ediyor."
yolundaki anlayış, Hüseyin Hatemi'nin de açıkladığı gibi, Hristiyanlığa, Pavlos
tarafından sokulmuştur, (bk. Romalılara Mektup, 13/1-7; Ayrıntılar için bk. Hatemi; Hukuk
Devleti Öğretisi, 67-84))
Emevîler
tarafından İslam'a aktarılarak saltanatı desteklemek için kullanılan bu vahiy
dışı tez, sonraki zamanlarda Emevî avukatı ulema tarafından bir akide ilkesi
olarak manifestonun içine şu şekilde yerleştirildi: "İmam (devlet
başkanı-yönetici), ahlaksızlıklar (fısk) ve zulümler (cevr) de sergilese azledil
e m e z."
Bu
anlayışı biraz irdelediğinizde arkasında bir Emevî-Yahudi işbirliği bulmakta
gecikmiyorsunuz. İslam'ı tahrip hıyanetinde Emevî'nin en büyük destekçisi
Yahudi fesadıdır. Bu fesadın üstadı olarak gördüğümüz kişi ise Ka'b el-Ahbâr
(ölm. 33/653) adlı haham kâhindir. Bu hain haham,
daha o günden Kur'an'ın, adalet ve mutluluk yönetimini besleyecek temel
dayanaklarını yok göstermede, hatta yıkmada çok sinsi oyunlar oynamıştır.
Birgün, İbn Abbas (ölm. 68/687) gibi
bir bilgin sahabîye şunu diyebiliyor: "Ben Kur'an'da, zulmün, ülkenin
harap olmasına yol açacağına ilişkin bir şey görmedim." İbn Abbas ona,
onlarcası bulunan ayetlerden birini, Nemi Suresi'nin 52. ayetini okuyarak hainin ağzını
kapatıyor. Ayet şudur: "İşte sana onların, işledikleri zulümler yüzünden
çöküp ıpıssız kalmış barınakları! Hiç kuşkusuz, bunda, ilmi kullanan bir toplum
için kesin bir ibret vardır." (Ayrıntı için bk. Hatemi, 83-84)
Fısk
ve cevr sergileyen yöneticilerin Emevî eğilimli fıkıhtan
aldığı saltanat desteğini, onların arkasında namazın caiz olduğuna ilişkin
fetva çok güzel gösterir. Bu fetvaya göre, bu tür yöneticilerin arkasında
namaz kılmamak sünnete aykırıymış. (Bu fikri savunanlardan biri olarak bk. Şâtıbî;
Muvafakat, 2/15)
Kur'an,
Nisa 75, bu tür yöneticilere karşı savaşılmasını istiyor. Ama saltanat
destekçisi fakıhlar, bırakın Nisa 75'i işletmeyi, saltanatçı hezeyanlara mesnet
yaratmak için uydurma bir hadis de bulmuşlardır. Şöyle diyor o uydurma: "İyi
huylu, fâcir (ahlaksız-günahkâr), hatta büyük günah işlemiş olsa bile, her
kişinin arkasında farz namazları kılmanız sizin için bir vecibedir." (Ebu
Davûd, salât 62) Kur'an'ın ruhuna tamamen ters bu sözün Peygamberimize
nisbetini kabul etmeyiz. Kaldı ki bu söz hadis kritikçileri tarafından da kabul
edilmemiştir. İmam Ahmed b. Hanbel (ölm. 241/855) bu hadis için "Böyle
bir hadisten haberimiz yok" demiştir. Darekutnî (ölm. 385/995)
ve Ukaylî (ölm. 322/933) de adı geçen konuda bir hadis mevcut olmadığını
bildirmişlerdir. İbn Hibbân (ölm. 354/965)ın zayıf hadisler arasında
gösterdiği bu sözün güvenilmez olduğunu, uydurma hadisler alanının en ünlü
ustalarından biri olan Aclûnî (ölm. 1162/1748) de göstermektedir, (bk.
Aclûnî; Keşfu'l-Hafa, 2/29)
Saltanat
ulemasının esas günahı, sultanları bir tür ilah seviyesine çıkaran ve bunun
için muazzez Peygamberimizi âlet eden "hadis" patentli şu hezeyanı
halkın zihnine sokmalarıdır: "Sultan (kral), yeryüzünde Allah'ın
gölgesidir." (Bu din ve akıl dışı hezeyanın uydurmalığı hakkında bk. Elbânî;
el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/687; 2/69-70; 4/159-162. Bu konuda diğer uydurmaların
eleştirisi için bk. Bâkırî, 218-220) Uydurmanın bir ifadesi de şudur: "Sultana
sövmeyin, çünkü sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir." (bk. Elbânî,
aynı eser, 5/289)
* İnsanın kullanımına açılmayan
hakimiyet türünün, dinde hüküm koyma yetkisi olduğunu saklamak:
Din
üzerinden siyaset yapan kadroların dillerinden düşürmedikleri söylem, biraz
derine inilirse kendilerinin aleyhinedir. Şöyle ki:
Yönetim
ve yargıda kendisine sınırlı bir hakimiyet verildiğini gördüğümüz insana bu
hakimiyetin bir tek alanda asla verilmediğini de Kur'an'dan öğreniyoruz. Bu
alan din kurma, din kotarma ve dinde hüküm koyma alanıdır. Din kurma ve
dinde hüküm yetkisi, ulûhiyetin devretme, uzlaşma ve bölünme kabul etmeyen
yetkisidir. Allah bu yetkinin kullanımında katılım kabul etmez. Bu
öylesine tartışılmaz bu gerçektir ki, dini insanlığa tebliğ eden peygamberlere
bile dinde sadece elçilik görevi verilmiş, bu görevi ortaklık biçiminde
anlamaya kalkmamaları için çok titiz uyarılar yapılmıştır.
Allah'ın
hakimiyetini politik egemenliklerinin dayanağı gibi kullananlara dikkatle
bakılırsa görülür ki bunlar, eski ulemanın mezhep ve tarikat kabullerini
dinin tartışılmaz esasları haline getirerek Allah'ın hakimiyet alanına
pervasızca girmiş ve o alanı talan etmişlerdir. Şu, "İslam Hukuku"
dediğimiz kabullerin binlerce cinayete kılıf yapılan "ta'zîr" kavramına
bakın.
Nedir
ta'zîr? Cezası din tarafından belirlenmemiş suçların
azaltılması veya durdurulması için kamu otoritesinin, takdir yetkisini
kullanarak bazı sakındırıcı, caydırıcı önlemler alması... Ta'zîrin fıkha girişi
işte bu söylemle olmuştur. Fakat sonradan bu ta'zîr, sultanlara ve onlara
vekâleten vezirlere ve kadılara, dilediği cezayı dilediği gerekçeyi öne sürerek
verme yetkisi tanıyan bir hukuk ilkesine dönüştürülmüş ve binlerce masumun
hakkını ve canını elinden alma aracı yapılmıştır.
Emevî
kralı Muaviye (ölm. 60/679) tarafından başlatılan, Abbasîler döneminde
kurumlaşan ve Osmanlılarda hukuk normuna dönüştürülen "siyaseten
katil" (devlet başkanının, devletin geleceğine zarar verici gördüğü
kişi veya kişileri öldürme yetkisi) işte bu "ta'zîr"in bir
ürünüdür. Ta'zîr, bir tür ikinci din koyuculuk kurumu gibi işletilmiş,
halifelere, sultanlara bir tür "sâri"' (kanun koyucu, din
koyucu) sıfatı kazandırmıştır.
Günümüz
devletlerini, özellikle Türkiye Cumhuriyetini "Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmemek" ile suçlayanların, bu ta'zîr cinayetlerini İslam'ın
neresine koyup hangi Kur'an ayetiyle açıklayacakları ciddi bir merak konusudur.
Ve bu merak artarak devam etmektedir.
Allah'ın indirdikleri arasında "siyaseten
katil" var mı? Resul'ün halefi (halife) unvanıyla yüceltilen kişiler
içinde öyleleri var ki icraatlarını değil İslam, Firavunluk bile kabul etmez.
İşte bazı örnekler: II. Velid (dönemi: 125-126/743-744), saray
hareminden bazı
kadınları
imamlık göreviyle mescitlere tayin ediyordu. Aynı Velid'
in camilerde şarap sofraları kurdurduğu da tarih kayıtlarına geçmiştir, (bk.
Ahmet Mumcu; Osmanlı Devletinde Siyaseten Katil, 13) Yine aynı Velid,
tahta çıktığında, servet sahibi olduğunu belirlediği birçok insanı,
servetlerine el koymak için siyaseten katlettirdi.
Velid'in
yerine geçen II. Mervan yine aynı gerekçeyi ileri sürerek pek çok
insanı, o arada II. Velid'in çocuklarını katlettirdi, (bk. Mumcu, 14)
Bunları
ve benzeri binlerce zulmü işleyenler, bugünkü sistemleri ve kişileri
eleştirenlerce "selef-i sâlihîn: temiz-barışçı geçmişlerimiz"
diye anılmaktadır. Üstle rine gidildiğinde, şeytanî savunma hazırdır: Biz hepsi
iyiydi demek istemiyoruz, istisnalar kuralı bozmaz..
Peki,
o zaman neden şimdikilerin hepsinin iyi olmasını şart koşuyorsunuz, istisnalar
şimdi nasıl oluyor da kuralı bozuyor!?
Kaldı
ki, elli yıla yakın bir zamanı dolduran çalışma ve araştırmalarımız bize bu "ilahlaştırılan
eskilerdin, Kur'an'ı siyaset ve menfaata uydurma açısından herhangi bir
istisnasını da göstermiş değildir.
Allah'ın
insana verdiği görev icabı, hakimiyeti kısmen kullanabileceği alana engeller
yığıp, Allah'ın "Asla yaklaşmayın!" dediği alanda keyfince
dolaşmak, sonra da Allah'ın vekili edasıyla ona-buna hakimiyet dersi vermek,
Îslam dünyasında ucuz politikaların sermayesi olmaya devam etmektedir.
Allah'ın
hakimiyeti mi? O zaman, vahyin son ayeti indiği gün kemale erdirilen, tamamlanan
ve adı islam konan şu Kur'an dinine sokulmuş ilave hükümleri bu dinden
çıkaralım! Bu din adına tartışılmaz tek kitapla tartışılmaz tek insanın
yanına-yöresine eklenen ve "tartışma üstü" ilan edilen yüzlerce
zübür (yapay kutsal
kitap) ve kişiyi ümmetin yakasından düşürelim.
"Politik
egemenlikte ben öne geçmek istiyorum" söylemi,
beşeri bir istek ve arzudur; bundan şikâyetçi de olunamaz. Ama bu arzuyu
hedefine vardırmak için Allah'ı ve dini paravan yapıp bilimin ve dinin kavramlarını
saltanat hesaplarına uydurmak kısa vadede ne kazandırırsa kazandırsın, sonu hüsran
olur. Tarih bunun tanığıdır. Dahası, Kur'an bunun belgesidir.
*
Allah'ın indirip gösterdiğini sadece din buyrukları sanmak:
Allah'ın
indirdiği ile hükmetme ilkesi de yozlaştırılmamalı; yapısına yakışır biçimde
anlaşılmalıdır.
Allah'ın
indirdiği sadece din buyrukları değil dir.
Yine dinin delaletiyle şu değerler de
"Allah'ın indirdiği" kavramı içindedir: Bunlar:
1. Varlık, hayat ve insana egemen olan sünnetullah
(yaratılış kanunları), 2. Allah'ın, işletil
mesini
ısrarla emrettiği ve evrenin sırlarını çözücü kıldığı akıl, 3. Bilim, 4. Mâruf
yani ortak-evrensel insanlık kabulleri.
Varlık
yasalarıyla akla ters düşmüş kişi veya zümrelerin, hesaplarına uygun
buldukları birkaç din buyruğunu, tevillerle öne çıkarıp Allah savunuculuğu
(hâşâ) yapmaları hüzün vericidir. Unutulmamalıdır ki "Genel hidayet
aracı akıldır." (Râgıb; el-Müfredât, hidayet md.)
Din
buyrukları akıl ile birlikte hidayet aracıdır. Ayrıca, akıl ile nakil (din
verileri) çelişir görünse aklın verileri esas alınır. Çünkü akıl geneldir.
O halde, Allah'ın indirdiğinin ilk kısmı akıldır. Bu demektir ki, eğer Allah
adına, O'nun dini adına konuşmak gibi bir hak ve ödevden söz edeceksek
bilmeliyiz ki, bu hak öncelikle aklın ve varlık kanunlarının hakkını
verenlerindir. Akla ve o kanunlara tersliği âdeta dinleştirmiş benliklerin "Allah,
aklını işletmeyenler üzerine pislik yağdırır" (Yûnus, 100) diyen bir
kitabın dini adına avukatlık yapma cüretleri ve yüzleri olmamak gerekir.
*
Kur'an'ı anayasa diye anmak:
Hakimiyet
kavramını siyasal çıkarlar için istismar edenlerin işledikleri bir hata da "Anayasa
Kur'an olmalıdır" sloganını kullanmalarıdır.
Bu
söylem Kur'an'a açık bir saygısızlıktır. Çünkü anayasa, toplumdan topluma
değişen bir belgedir. Devlet sayısı kadar anayasa vardır ve olmalıdır. Müslüman
ülkelerin de kendilerine özgü anayasaları vardır ve olacaktır. Kur'an, tüm
insanlığın ufuk kitabı olarak anayasalara ruh verecektir. Kur'an,
anayasaların anayasasıdır. Ona, "anayasalara ufuk ve ışık veren
kitap" denebilir ama anayasa denemez. Denirse Kur'an küçültülmüş olur.
Bu
söylemdeki ikinci hata, hukuk tekniği açısından işlenen bir hatadır. Kur'an'ın
muhtevası onu herhangi bir kitap türüyle eşitlememize izin vermez. Kur'an'da
her kitap türünden bir şeyler vardır. Kur'an'da kıssalar, övgüler, yergiler,
tasvirler, bilimsel tespitler vs. iç içedir. Bir anayasada böyle şeyler asla
olmaz. Anayasa, nihayet 60-70 sayfalık bir kitlesel mutabakat belgesidir. Kur'an
ise özgün şekliyle 604 sayfa, tercüme halinde ise bazan 700-800 sayfalık çok
hacimli bir kitaptır. H alife (Arapça'daki noktalı Hı ile) kelimesinin
kökü half ve haleftir. Half, önün zıddıdır. Yani sonraki, sonradan
gelen, öncekini izleyen demek. Halef de, sonradan gelen, kendinden önce
gelmiş olana vekâlet eden demek. Karşıtı, seleftir. Aynı kökten bir kelime
olan hilfe art arda gelmek demektir. O halde, halife, birinin peşinden
gelen ve ona vekâlet eden anlamını taşır.
Türkçe'deki
halef de bu anlamda, selef karşıtı olarak kullanılmaktadır.
Bu
kökün bir başka mastarı olan hilafet sözcüğü ise niyabet yani vekâlet
anlamında kullanılır.
Kur'an
dilinin büyük ustası Râgıb el-Isfahânî (ölm. 502/1108), eseri el-Müfredât'ta
bu bilgileri verdikten sonra şunu da ekliyor: "Hilafet ve halifeliğin
ifade ettiği niyabet üç sebeple olur: 1. Asilin o anda orada olmaması, 2.
Asilin ölümü, 3. Asilin acizliği."
Üstat
Râgıb'ın tüm bunlardan sonra eklediği şu saptama ise bizce Kur'an'a
uygunluktan çok, geleneksel havaya uygunluk ifade etmekte ve Kur'an adına,
dışlanması gereken bir görüş olarak durmaktadır. Diyor ki Râgıb:" Bir
de müstahlefi (öncekinin yerine geçen halefi-halifeyi) onurlandırmak için
istihlaf (halife atama) vardır ki, Allah'ın veli kullarının halife tayini bu
türdendir. Kur'an'da geçen, "Allah odur ki, sizi yeryüzüne halefler yaptı..."
şeklindeki ifadeler bu türden bir hilafeti gösterir..." (Râgıb;
elMüfredat, HLF. maddesi)
Râgıb'ın
bu son tespitinin Kur'an verileriyle savunulması mümkün değildir. Filolojik
bir dayanağı olmadığı gibi, vahyin ruhuna da aykırıdır. Tevhit dininin hangi
penceresinden bakarak, Allah'ın, yarattıklarından birini, kendisine vekil
tayin ettiğini söyleyeceğiz? Kur'an, vahyin en büyük muhatabı Hz. Muhammed'e
bile: "Sen insanlar üzerinde bir vekil değilsin" (bk. 6/66,
107; 10/108; 39/41; 42/6) diyor. Eğer Allah birilerini onurlandırmak için
onlara, vekil sıfatıyla temsil hakkı veriyorsa, bu, Râgıb'ın gösterdiği
sebeplerden hangisine dayanmaktadır? Ortada olmama mı, ölüm mü, acziyet mi.
Hâşâ!... Hiçbiri değil. Allah bunlardan, Kur'an da insana Allah'ın vekili
unvanını vermekten arınmıştır.
Kur'an'da
halife kelimesi iki yerde (Bakara, 30; Sâd, 26), çoğulu
olan halâif sözcüğü dört yerde (6/165; 10/14, 73; 35/39), hem halife,
hem de halîf kelimesinin çoğulu olan hulefa kelimesi de üç yerde (7/69, 74;
27/62) geçmektedir. Bunların hiçbirinde siyasal bir anlam yoktur.
Tasavvufun dile getirdiği şekliyle (insan Allah'ın halifesidir anlamında) bir
kullanım da yoktur. Kelime daima, önceden gelip gitmişlerin, birey ve toplum
olarak yerine geçiş ifade edilmektedir. Ve özü şudur: Sizden öncekiler de
birçok imkân ve kudrete sahip kılındı ama görevlerini savsakladıkları için
hesap ve azaba müstahak hale geldiler. Şimdi siz onların yerine geçirildiniz.
Görevlerinizi savsaklarsanız Allah sizin de hesabınızı görür ve yerinize
başka birilerini geçirir. Yani siz, birilerinin halefi oldunuz, birileri de
sizin halefiniz olur.
* İnsanı Allah'ın –hâşâ-halifesi kabul
etmek:
Kur'an'ın
hiçbir ayeti insanın Allah'ın halifesi olduğunu söylemez, böyle bir şeye
işarette bile bulunmaz. Bu konuda sürekli delil gösterilen Bakara Suresi
30-33. ayetlerin söylediği, insanın Allah tarafından yeryüzüne "halife"
(daha önceki insan benzeri bir neslin halefi) olarak gönderileceği ve bunun
gerekçesinin de insanın sahip kılındığı bilgi-bilme potansiyeli olduğudur. Ayetlerdeki
halife kelimesi ne anlama geliyorsa insanın halifeliğinin taşıdığı anlam o
olacaktır. Ayetleri görelim:
"Bir
zamanlar rabbin, meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife atayacağım' demişti de
onlar şöyle konuşmuştu: 'Orada bozgunculuk yapmakta, kan dökmekte olan birini
mi atayacaksın? Oysaki bizler seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp
yüceltiyoruz.' Allah şöyle dedi: 'Gerçek şu ki ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim..
Ve Adem'e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere göstererek şöyle buyurdu:
'Hadi, haber verin bana şanların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz!'
Dediler ki: 'Yücedir şanın senin! Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok
bizim. Sen, yalnız sen Alimsin, her şeyi en iyi şekilde bilirsin; Hakîmsin, her
şeyin bütün hikmetlerine sahipsin.' Allah buyurdu: 'Ey Âdem, haber ver onlara
onların adlarını.' Âdem onlara onların adlarını haber verince Allah şöyle
buyurdu: 'Dememiş miydim ben size! Ki ben, göklerin ve yerin gaybını en iyi
bilenim. Ve ben sizin açığa vurduklarınızı da saklıyor olduklarınızı da en iyi
biçimde bilmekteyim."
Bu
ayetlerin neresinde "insanın Allah'ın halifesi" olduğu veya
olacağı söyleniyor? Böyle bir şey söz konusu değildir. Ayetleri bu anlama
çekmek, tasavvufun bir zorlamasıdır.
Şunu
açıkça ifade etmeliyiz ki "Allah'ın halifesi" tâbiri, Kur'an'ın
sergilediği tevhide zıttır, küfürdür. Allah'ın halefi olmaz ve böyle bir
iddia Kur'an'dan onay alamaz!
Ne
yazıktır ki, geleneğin aldatmasına çarpılmış kuşaklar olarak bu hataları
hepimiz yaptık. Ama artık, kendimize gelip Kur'an adına sadece Kur'an'ın
dediğini söylemeliyiz.
Bu
ayetlerden çıkarılabilecek ve Kur'an'dan onay alabilecek sonuçlar şunlar
olabilir:
1.
Âdem'in
soyu olan insan, yeryüzünde daha önce faaliyet göstermiş bir başka insan neslinin
halefidir, yani onun yerine getirilmiştir. Melekler,
daha önceki nesli, yani Adem'in soyunun selefi olan insanı tanımakta, onun kan
dökücü, bozguncu bir karaktere sahip olduğunu bilmektedirler. Bu açık bir
bilgidir, tahmin değil. Çünkü ayetler gösteriyor ki, melekler Allah'ın
öğrettiği, gösterdiği dışında hiçbir gaybî bilgiye sahip değillerdir. O halde,
Adem neslinin huyunu-suyunu, tahminle söylemeleri söz konusu olamaz. Esasen, Allah
huzurunda böyle bir tahmin cüretine yeltenmeleri söz konusu olamaz.
Şu
halde, Âdem soyundan önce yeryüzünde faaliyet göstermiş bir "önceki
insan nesli" vardır.
2.
İnsanın
üstünlüğü, taşıdığı bilgi potansiyeli sayesindedir. Allah,
ezelî-ebedî ilmiyle, insanın bu potansiyelini fiile çıkararak, eski olumsuzluklarını
unutturacak büyük gelişmeler sağlayacağını, büyük değerler üreteceğini
bilmekte ve bunun içindir ki insanı, meleklere karşı savunmakta, âdeta
meleklere şöyle demektedir: İnsanın seleflerinin sergiledikleri olumsuzluklara
bakarak, bu yeni atamanın yanlış olduğu kanısına varmayın. Halef (yeni insan
nesli) selefin (eski insan neslinin) eksiklerini unutturacak güzellikler üretecektir.
Yeter ki sabırlı olun, bekleyin. Ve bilin ki ben, hikmetsiz iş yapmam.
*
Hilafeti siyasal anlamda, halifeyi devlet başkanı anlamında değerlendirmek:
Hilafet
ve halife sözcüklerine Kur'an vahyinden sonraki zamanlarda yüklenmiş siyasal
anlamlara destek s ağlam ak için Kur' an'daki h alife tâb irini kanı t göster
mek tam bir saptırmadır. Kur'an'ın insan için kullandığı halife kelimesi
ontolojik bir anlam taşımakta, siyasal bir yönü bulunmamaktadır. Siyasal
anlamda halife söylemi isabetli veya isabetsiz bulunabilir, yine siyasal
anlamda savunulabilir, bir zaman savunulabilir, başka bir zaman
savunulmayabilir... Her ne olursa olsun, onun Kur'ansal-vahyî bir dayanağı
yoktur.
Hilafet
kavramını siyasal anlamlara çekmek, Kur'an'daki yönetimle ilgili ilkeleri saf
dışı etmiştir. Çünkü siyasal anlam yüklenen halifelik kavramı, Kur'an'ın
fesat ve haksızlık sistemi (bk. Nemi Suresi, 34) olarak gördüğü kırallık
düzenine destek olmaktadır. Böyle olunca da Kur'an'ın, yönetim erkinin
arkasına koyduğu bey'at ve şûra yani cumhuriyet ve demokrasi ilkeleri anlamsız
kalmakta, despotizm yasallaşmaktadır. Oysaki bizzat Peygamberimizin ifadesiyle:
"Kisra öldüğünde artık ondan sonra kisra olmayacak, Kayser öldüğünde de
artık ondan sonra kayser olmayacaktır.11 (Beyhakî; Delâilü'nNübüvve,
4/393)
Hadisteki
kisra, Doğu kırallarına, kayser ise Batı kırallarına verilen
addır. Demek ki bu iki krallık türü de tarihe karışacak ve Kur'an vahyinin
gelişiyle birlikte kitlelerin yönetim biçimi bey'at ve şûra olacaktır.
Yani yönetenler kitle tarafından seçilecek ve yine kitle tarafından
görevden uzaklaştırılacak. Oligarşi, hanedan saltanatı, despotizm, monarşi
bitecek. Peygamberlik bittiğine göre, hiçbir kişi ve zümre, kitleleri
"Allah adına" yönetemeyecek, böyle bir iddia ile ortaya
çıkamayacak... Allah adına yönetmek yalnız ve yalnız peygamberlerin
yetkisidir. Allah bu yetkiyi onlar dışında kimseye layık görmemiştir. Peygamberler
dışındaki insanlar ancak kitle adına ve ondan aldıkları yetkiyle
yönetebilirler.
Ne
yazık ki, Kur'an vahyinin bu en hayatî ilkesi, hilafet kavramının
yozlaştırılmasının ardından, Kur'an'ın düşman ilan ettiği yönetim biçimlerinin
savunulmasında kanıt olarak kullanılmış ve Müslüman kitleler, yüzyıllarca
aldatılmıştır.
* Peygamberimizden sonraki devlet
reislerini "Peygamber'in Halifesi" olarak anmak:
Son
Peygamber'in halifesi olabileceğini düşünmek ve savunmak, Kur'an'ın nübüvvet
anlayışı açısından bakıldığında açık bir sapmadır.
Peygamberlik
kesbî (kazanılarak elde edilen) bir unvan değil,
vehbî (Allah'ın atamasıyla elde edilen) bir unvandır. Allah,
peygamberliği bitirmiştir. Atayacak insan bulamadığı için mi bitirmiştir de
birileri bu işi vekâleten bir halife tayiniyle kotarıyor? Allah, eğer peygamber
göndermeye devam edecek olsa, elbette ki görevlendirecek birini bulurdu.
Peygamberliği bitirdiğine ve bu kurum onun tanrılık tasarrufları içinde bir kurum
olduğuna göre, Hz. Muhammed'den sonra ne vekâleten ne de asaleten bir
peygamber olmayacak, hiçbir insan, peygamberlik yetkileriyle donanmış kabul
edilmeyecek...
Bitmiş
bir kurum söz konusudur. Böyle bir kurumda asaletten söz edilemeyeceği gibi,
vekâletten de söz edilemez. O halde, son temsilcisi bu âlemden ayrılmış bir kurumda
halefler olamaz.
Kısacası,
Hz. Muhammed'in halifesi olamaz, olmaz. Devlet başkanlığı görevini
kutsal bir desteğe ulaştırmak için onu "Peygamber'in yerine geçen
kişiler kurumu"na dönüştürmek dinin ruhuna tamamen terstir. Bunu
mazur göstermede kullanılan teviller ne olursa olsun, sapma ortadan kalkmaz.
Ancak
şunu söyleyerek bir savunma yapmak mümkündür: Buradaki halife sözcüğü, Hz.
Peygamber'den boşalan devlet başkanlığı yetkisinin kullanımını ifade
etmektedir. Eğer öyle ise bu yetk i kullanımını ifade içi n
'ınüslümanların
emiri, devlet başkanı' gibi deyimler daha uygundur.
Uygundur
ama o devlet başkanlığı, seçimle el değiştiren bir başkanlık olur,
kutsal-dokunulmaz, değiştirilmez, azli konuşulamaz bir yarı-ilah vücut bulmaz.
Ona hiç kimse, "Allah'ın gölgesi" gibi, açık şirk ifade eden
sıfatlar yakıştıramaz. Hiç kimse: "Devlet başkanı-imam zulüm de işlese,
ahlaksızlık da yapsa a zl e dileme z." diye yazıp İslam imanının
manifestosu içine koyamaz.
Tarih
boyunca, Doğu'da, Batı'da birçok toplum, krallarını ve din büyüklerini bir tür
ilah gibi gördü ve saltanatı elinde tutanlar bu görüşü daha canlı ve kalıcı
kılabilmek için sürekli bir biçimde dini kullandılar. Hz. Resul, çok hikmetli
ifadelerle bu iki gerçeğe dikkat çekmiştir. Onun beyanına göre, din
adamlarını ilahlaştırmak, onların hoş görmediklerini haram, hoş gördüklerini
helal kabul etmekle gerçekleşiyor.
Kralların
ilahlaştırılmasına dikkat çeken en ilginç ifadesi ise Iran Kisrası öldüğü
zaman onun elçisine söylediği şu sözdedir: "Benim rabbim senin rabbini
öldürdü." (bk. Beyhakî; Delâil, 4/390-392) Bu söz, Kur'an mümininin
rabbine karşılık, kiralını rab edinmiş bir zihniyetin maskesini düşürüyor.
Hilafet
kavramındaki saptırma bu kadarla da kalmamıştır. Peygamber evladını katleden
despotları bile kutsal kılmak için, bizzat Peygamberimize yalanlar isnat
edilmiştir. En ünlüleri şu: "Size, benim sünnetimi ve benden sonraki
râşit halifelerin sünnetini öneririm."
Bu
söz, içeriğiyle Kur'an dışıdır; Peygamberimize isnat edilmesiyle de nübüvvete
saygısızlıktır. (Bu sözün uydurma olduğunu gösteren tarihsel kanıtların geniş
bir dökümü ve tahlili için bk. Cafer el-Bâkırî; el-Bid'a, 193-220)
Şunu
da içimiz sızlayarak söyleyelim: Müslümanların asırlardır saygı ve sevgiyle
andıkları kişiler içinde yer alan İbn Hacer (ölm. 852/1447) ve Süyûtî
(ölm. 911/1505) bu uydurma söze dayanarak, Muaviye'nin oğlu Yezid ile
Velid b. Yezid gibi iki melunu da "ResuPün halifesi" saymaktadırlar.
Allah
Elçisi böyle bir söz söylemedi ve hiç kimseyi kendisini temsilen halife
atamadı.
Bu
konuda uydurulan hadislerden biri de şudur: "Benden sonra hilafet otuz
yıldır; sonrası krallıktır." (bk. Elbânî; es-Sahîha, 1/820-827) Bu
söz, ilk bakışta iyi niyetle uydurulmuş görülebilir. Çünkü ilk dört halifeden
sonrasının krallık olduğunu söyleyerek Emevî döneminin bir despotlar
dönemi olduğuna dikkat çekiyor. Nitekim Emevî zulmüne karşı olanlar bu hadisi
sürekli öne çıkarmışlardır. Hadis tekniği açısından da oldukça tutarlıdır.
Emevîlerin hırpalanmasını istemeyenler bu hadisin zayıf olduğunu, güvene layık
olmadığını söylemişlerdir. Bunların başında ünlü tarihçi düşünür İbn
Haldun (ölm. 808/1405) gelmektedir. İbn Haldun, Mukaddimesinde bu
hadisin güvenilmez olduğunu söyleyerek Muaviye'yi ve onun icraatını
savunuyor. Ve ne yazık ki hiç sıkılmadan Muaviye'yi erdem ve adelette ilk dört
halifenin devamı sayıyor.
Üstat
Elbânî, İbn Haldun ve benzerlerini eleştirdikten sonra
bu hadisi savunuyor ve Resul evladının katili Şam kâhyasını adalet ve
erdem taşıyıcısı olarak görmemek dürüstlüğünü gösteriyor. Ama farkında olmadan
hilafet ve halife kavramlarının bizzat Hz. Peygamber tarafından da
savunulduğunu kabullenmiş oluyor.
Elbân
î'nin
de savunduğu bu görüşe göre, Hz. Peygamber kendisinin yerine birinin halef
olarak geçmesini veya atanmasını onaylamıştır.
Biz
buna şiddetle karşı çıkarız. Atamayı sadece Allah'ın yapacağı bir kuruma,
insanoğlu tarafından atama yapılamaz. Eğer denirse ki, "Bu atama,
nübüvvet makamına atama değildir, Müslümanların yönetimini üstlenme makamına
yani devlet başkanlığına bir atamadır", o zaman sorarız: Öyle ise
neden halife yani Resul'ün yerine geçen kişi deniyor da örneğin "emir"
veya "imam" yani devlet reisi denmiyor? Ve Hz.
Peygamber'in, Cenabı Hak tarafından bitirilmiş bir kuruma hem de bizzat
kendisi yerine atama yapılmasına onay verebileceği nasıl ileri sürülebiliyor. B
u anlam a gelebilecek , getirilebilece k bi r ifade hang i gerekçe ve ihtiyaçla
dinselleştiriliyor?
Halife
hadisi, teorik açıdan senedi ne olursa olsun, İslam dışıdır. Tevhidin
peygamberi böyle bir sözü söylemiş olamaz. Îlk dört halife de, ötekiler de sadece
"devlet reisi"dir. Îyisi vardır, kötüsü vardır. Îyilikleri ve
kötülükleri kendi içlerinde ve ait oldukları kurallar içinde değerlendirilir.
Vahyin
ilkeleri açısından bilinmesi gereken şudur: Peygamber'in halefi olmaz, hiç
kimseye Peygamber'in halifesi denemez.
Halife
ve hilafet kavramlarıyla ilgili saptırma, özellikle ırkçı Arap hegemonyasının
güçlendirilmesi için kullanıldı. Yine Hz. Peygamber'e yalanlar isnat edilerek...
Burada aklımıza hemen, "hilafetin Kureysiliği" söylemi
gelmelidir. Bu söylemin özeti şudur: Hz. Peygamber'in ümmetle ilgili hak ve
yetkilerini onun yerine geçen biri yani halife kullanır. Ve bu halife Kureyş
soyundan olmalıdır.
Bu
tezi dinleştirmek için hadis adı altında bir dizi söz uydurulmuştur. Bugün
artık hiç kimsenin itibar etmediği bu uydurmalar, İslam dünyasını asırlarca
perişanlığa sürükledi. Bu konuda oynanan oyunları ve uydurulan sözleri bilimsel
yöntemle inceleyen önemli bir çalışma, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
hadis profesörü Mehmet Hatipoğlu tarafından, "Hilafetin
Kureyşîliği Meselesi" adıyla yapılmıştır. Fakat üzülerek söyleyelim
ki Hatipoğlu, yıllar önce bitirilmiş bu eseri, tüm ısrarlara rağman hâlâ
yayınlamış değildir.
*
Halifenin, tüm Müslümanların birliğini temsil ettiğine inanmak:
Böyle
bir inancın da siyasetin ötesinde bir değeri yoktur. Siyasal anlamda savunan
savunur; tutarlı olur veya olmaz. Ama bunu din buyruğu gibi ortaya sürmek tam
bir saptırmadır.
Her
şeyden önce şunu bilmeliyiz: İslam'da müminlerin birliğini kişi olarak Hz.
Peygamber, kaynak olarak da Kur'an temsil eder. İslam, ruhban sınıfına karşı
olduğu için Müslümanların birliği bir din sınıfı tarafından savunulamaz. Bu
sınıf olamayacağına göre, bu sınıfın lideri diye biri de söz konusu olamaz.
İkincisi,
İslam evrensel bir dindir. Ne devlet şekli önerir ne de tek devlet veya tek
bayrak fikri taşır. Bu tür iddiaların tümü, kitlenin duygularını sömüren
siyasal söylemlerdir. O halde, İslam, yüzlerce devlet şekli, yüzlerce devlet
başkanı tarafından kabul edilebilecek ve edilmesi gereken bir ortak yaratılış
değeridir. Bunun özel bir devleti ve özel bir başkanı olamaz. Her devlet,
Kur'an'ın evrensel ilkelerini korumakla yükümlü olmakla birlikte yalnız
kendisini ve kendisine vücut veren kitleyi temsil eder. Bunun aksini yapmak,
birilerini veya bir kişiyi kutsal ve dokunulmaz kılarak rableştirir. Buna bir
de "Peygamber'in halifesi" unvanı eklenince dört başlı bir
çarpıklık vücut bulur. Bu çarpıklığın Müslümanlara nelere mâl olduğunu anlamak
isteyenler tarihi bir kez daha dikkatlice okumalıdır.
Olaya, Türklerin ve Türkiye'nin
tarihi açısından bakarsak çok daha ilginç tablolarla karşılaşırız. Şuna
inanıyoruz: Hilafet denen siyasal kavramın temsilciliği Yavuz Selim (ölm.
1520) ile birlikte
bize
geçtiği andan itibaren yüzümüz gülmemiştir. Osmanlı'nın yıkım süreci, bizce,
işte bu tarihte başlar. Bütün olumsuzlukların başlangıcı, Osmanlı padişahının
"halife" yani peygamber vekili unvanı taşımaya başlamasıyla eşzamanlıdır.
Ve unutulmasın, bu unvan, Müslümanların oylarıyla da verilmemiştir, kılıç
zoruyla alınmıştır.
Tam
bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk 'ün, hilafetle ilgili şu sözlerini
hatırlatmak yararlı olacaktır:
"Tarihimizin
en mes'ut devresi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk
padişahı, hilafeti her nasılsa kendisine mâl etmek için nüfuzunu, itibarını,
servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz, ashabına
dünya milletlerine İslamiyet'i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümetleri
başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin zihninden böyle bir fikir asla
geçmemiştir. Hilafet demek, idare, hükümet demektir. Hakikaten vazifesini
yapmak, bütün Müslüman milletleri idare etmek isteyen bir halife buna nasıl
muvaffak olur?! İtiraf ederim ki bu şartlar içinde beni halife tayin etseler istifamı
veririm."
"Bütün
İslam milletleri üzerinde ulvî ve ruhanî vazifesini yapan yegâne halife fikri
hakikatten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman,
Roma'daki papanın katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir..."
(bk. Sadi Borak; Atatürk ve Din, 91-92) Toplamak, bir
araya getirmek anlamındaki cem' kökünden türeyen icma', kelime anlamıyla azmetmek,
bir noktada birleşmek veya birleştirmek demektir. Günümüz Türkçesinde bu
anlamda daha çok Batı'dan alınan konsensüs sözcüğü kullanılmaktadır.
Fıkıh
usulü dediğimiz metodolojinin bir terimi olarak icma', "Hz. Muhammenden
sonraki herhangi bir yüzyılda Müslüman müçtehitlerin bir meseleye ilişkin
dinsel bir hükümde birleşmeleri" olarak tanımlanır, (bk. Hallâf, 225)
Tanımın
akla ilk getirdiği şey şudur: icma', yapıldığı yüzyıl değişince, yeniden ele
alınacak ve büyük ihtimalle değişecek olaylar ve meseleler için geçerli bir
demokratik mekanizmadır. Fakat ne yazık ki bu tanımı koyan düşüncenin mirasçısı
olan kuşaklar ve toplumlar, birçok yüzyıl geçtiği halde icma' edilmiş konuların
herhangi birine dokunmamış, tam aksine, dokunmayı yasaklamıştır. İcma', gerçek
tanımının tam aksine, "Müslümanların herhangi bir yüzyılda üzerinde
ittifak ettikleri bir .meselenin bir daha tartışmaya ve değerlendirmeye
alınmaması" şeklinde tanımlanması gereken bir mekanizma oluvermiştir.
İcma' İslam fıkıh ekollerinin tamamına yakını tarafından dinsel delillerin
(edille-i şer'iye) kaynaklarından biri sayılmaktadır.
*
İcma'ı dinin temel kaynaklarından
biri kabul etmek:
Koyucusu
ve kurucusu Allah olan bir dinde, beşerî bir kurumu tanrısal kitapla aynı kategoride
görmek, Kur'an'ın din anlayışına terstir. Bu kabul, Kur'an'a değil, Hristiyan
teolojideki konsil mantığına uymaktadır.
İcma',
değişmez din buyruğu anlamına gelmeyen görüşleri tartışma ve değerlendirmede
demokratik bir yöntem olarak uygulanabilir. İcma'ın bu anlamda bir yöntem
olarak kabulüne katılırız, bir din kaynağı olarak kabulüne ise tevhide aykırı
bularak karşı çıkarız.
*
İcma'ın, bir asırdaki İslam
bilginlerinin tümünün görüşü olduğunu iddia etmek:
Bu
iddia eşyanın ve insanın tabiatına aykırı olduğu gibi, tarihsel gerçeklere de
tamamen aykırıdır. Aklî ve naklî hiçbir dayanağı yoktur. Bir dayatmadır.
İcma'
dedikleri, en iyi ihtimalle çoğunluk görüşüdür. Söz konusu meselede her zaman
en az bir-iki âlim dışta kalır ki bu, icma'ın tanımına aykırıdır. Çünkü o dışta
kalanların görüşlerinin en iyi ve en isabetli görüş olmadığını iddia etmemiz
aklen ve naklen mümkün değildir. Ve biz biliyoruz ki Kur'an, müminleri, sözü
dinleyip de en iyisine uyanlar olarak tanıtıyor (bk. Zümer, 18); daha çok
sayıda kafadan çıkan sözü dinleyenler olarak tanıtmıyor. Bunun içindir ki
Şâtıbî gibi bazı büyük usulcüler (metodolojistler) icma'ın aklen ve naklen
mümkün olmadığı kanaatine varmışlardır.
Şâtıbî'ye
göre, icma' naklen mümkün değildir; çünkü icma' ettikleri söylenen kişilerin
tümünün bunu yaptıklarını mütevâtır (tarih açısından kesin) olarak nakledip
ispatlamak imkânsız denecek kadar zordur. Îcma' aklen de mümkün değildir, çünkü
icma' edilen hususların kesin delile dayananları zaten nassa (vahyin
verilerine) dayalıdır. Nassa dayalı olmayan tüm hususlar ise zannî yani sanıya
dayalıdır. O halde i cma'd a tüm deliller zannîdır. Böyle olunca da icma'ın söz
konusu olduğu yerde kesin kanıtın bağlayıcılığından söz edilemez. Sadece bir
içtihattan söz edilebilir, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 2/50-51)
Fıkhın büyük isimlerinden biri olan
Îbn Hazm (ölm. 456/1063), el-Îhkâm adlı eserinde bize bildiriyor ki, muhaddis
Îbn Hanbel (ölm. 241/855) icma'ın delil olduğunu söylemenin de herhangi bir
konuda icma' olabileceğini söylemenin de yalandan ibaret olduğunu öne
sürmüştür. Eserinde bunu nakleden Hallâf, şunu da ekliyor: "Anlatılan
anlamda herhangi bir asırda herhangi bir icma' olmuş mudur? Bu soruya verilecek
cevap "Hayır!" olacaktır." (Hallâf, 230)
Hallâf'a
göre, geleneksel ulemanın icma' dediği şey, meselenin tartışıldığı sırada hükmü
verecek olanın danıştığı birkaç kişinin çoğunlukla kabul ettikleri görüştür. O
mekân ve o beldenin dışındaki Îslam ulemasının bundan haberi bile yoktur... (s.
231)
Îşte
, gelenekç i v e taklitçi fıkı h odaklarının önce , "bir asırda Îslam
ulemasının ittifakı" diye benimsetip ardından "Dokunduğu konuda bir
daha içtihat yapılamaz!" diye tanrısallaştırdıkları icma'ın esası
budur.
Tanrısallaştırmak
tâbiri bile az kalır! Çünkü Tanrı'nın zaman üstü kitabı bile kendini yoruma
açmakta ve bilim sahiplerini yorum yapmaya özendirmektedir. Yani İslam adına,
Kur'an ayetleri üzerinde sürekli bilimsel faaliyet (içtihat) serbesttir ama,
ulemanın "bir asırdaki ittifakı" (!) denen icma'ın belirlediği
hususlarda içtihat yasaktır!
Biraz
daha eleştirel bir bakışla gözlediğinizde şunu da görebilirsiniz: Üzerinde
icma' var dedikleri konuların büyük kısmında bilim ve fikir adamları
konuşmamış, konuşamamış veya konuşturulmamıştır. Bu gerçeğin vücut
verebileceği engeli yok etmek için bulunan yol da ilginçtir: Denmiştir ki icma'
ille de bir konuda konuşup ittifak etmekle doğmaz; bilginler, susarak da icma'a
katılabilirler. Konuşarak katılırlarsa bu açık icma' olur, susarak
katılırlarsa bu da sükuti icma' yani susarak oy verme şeklinde olur.
Bir
şekilde konuşturulmayan insanların bu susmal arı bir fikre katılm aları
anlamınd a bili mse l kanı t ol a rak kullanılıyor... Doğrusu, bu kurnazlığa
engizisyon papazları bile şapka çıkarır... Çağdaş Arap fakıh Hallâf, b u
oyuna değinirken eleştiri getiriyor ama, fincancı katırlarını ürkütmemek için
çok alt perdeden konuşuyor: Onu dinleyelim: İcma'ın doğmasında, müttehitlerden
susan olmuşsa onun susması ruhsal ve maddesel birtakım şartlar ve durumlar altında
olmuş demektir. Bu şartları ve durumları sayıp dökmeye ve susmanın fikre
katılma anlamına geldiğini ispat etmeye imkân yoktur. Susan kimsenin fikri
yoktur. Ona, herhangi bir konuda 'Katıldı!' veya 'Katılmadı!' şeklinde bir
fikir isnat edilemez, tema' adı verilenlerin çoğu, işte bu şekilde, sükût
yoluyla doğmuştur." (Hallâf, 232)
tema'
gerçek bir demokratik yöntem olarak uygulansaydı bilim ve düşünce hayatımızda
hayırlı sonuçlar getirebilirdi; ama ne yazık ki bir manipülasyon ve Allah ile
aldatma yöntemi olarak sahnelenmiştir. Ve bugün, Müslüman düşünürlerin başına
dert, beyinlerine pranga olmaktadır.
*
İcma'ı bir otorite kurum kabul etmek:
Din
adına otorite kişi ve kurum kabul etmediği içindir ki, İslam ne din sınıfına
izin vermiştir ne din adamı diye bir tip tanıtmıştır ne de din kisvesi kabul etmiştir.
Bunlardan beklenebilecek her türlü üstünlük, yetki ve otoriteyi bir kavrama
vermiştir: ilim...
Bu
tutum dinler tarihinde sadece İslam'da görülmektedir. Ne yazık ki din
otoritelerine, din sınıfı ve kıyafetine derin bir şuuraltı ile alışmış bulunan
insanlık, Kur'an'ın bu ilk ve erişilmesi zor perspektifini bir şekilde
dışlamak eğilimi içine girmiş, ancak buna açıkça karşı çıkamadığı için maskeli
kurumlar kullanma yoluna gitmiştir.
Îşte
icma' bu maskeli kurumlardan biridir. Dikkat edilsin, "ilim" denmemiştir.
Çünkü o kaypaklık kabul etmez. İlkeleri ve kavramları delip istismara açık bir
otorite yaratmak gerekirdi; yaratılmıştır: İcma'... Yerleşik şekliyle
konsil...
Eğer,
icma' konsil değil, bilim otoritesidir deniyorsa o zaman "İcma* ile
belirlenen hususlarda bir daha içtihat yapılamaz!" dayatmasının
olmaması gerekir.
Ulemanın
icma'ı var demekle konsil kararı var demek arasında hangi farkın olduğunun
açıklanması gerekir. Açıklama yapılmamıştır, yapılamaz
da... •
*
İcma'ın sadece dinsel konularda yapıldığını sanmak:
Bu
iddia da doğru değildir. Îcma' yapılan konuların bir kısmı, yaratılış, eşyanın
tabiatı, bilimsel kanunlar vs. gibi tamamen aklın ve bilimsel analizin alanına
ait konulardadır. Bu alanlar, varlığın kanunlarının işlediği alanlardır. Bu
kanunlar, çoğunluk görüşüyle değil, varlığın bilimsel yöntemlerle incelenmesi
sonucu keşfedilir. Bilimde demokrasi olmaz. Bilimsel kanunlar, oylamalarla
değil, araştırmalarla bulunur.
Bilimde
demokrasi olmaz, din koymada ise hiç olmaz. Bilim,
sünnetullaha (varlık yasalarına), din hükmullaha (Allah'ın hükmüne) dayanır.
Bilimin kanunları ile dinin buyruklarını icma' ile koymaya kalkmak aklen
bühtan, naklen şirktir. Kilise asırlarca bu suçu işleyerek dine de
bilime de kötülük etmiştir. Kilise, bilimin kanunlarıyla dinin
buyruklarını konsil kararlarıyla belirlemeye kalktı ve bu yüzden bilim de zarar
gördü din de... Îcma', örneğin, yöneticiyi seçmede, yerleşim, istihdam, sanayi,
ziraat, ticaret alanlarını ve yöntemlerini belirlemede bir demokratik yöntem
olarak kullanılabilir. Çünkü bu alanlar zaman üstü ilkelerin alanı değildir.
Ama bilimin kanunları, dinin buyrukları evrensel ve zaman üstüdür; bir asrın
ulemasının icma'ı ile belirlenemez. Böyle bir belirleme eşyanın doğasına
aykırıdır.
Geleneksel-dayatmacı
icma' anlayışının Müslümanları nerelere götürdüğüne ilginç bir örnek verelim:
Bir din adamı kalkıyor, 20. yüzyılın sonunda "Dünya dönüyor diyen kâfir
olur; çünkü ulemanın, dünyanın dönmediğine ilişkin icma'ı vardır." diyebiliyor.
Daha korkuncu, bu dediğini, bir üniversitenin rektörü sıfatıyla imza attığı bir
kitapla bilimsel (!) yayın olarak dünyanın önüne çıkarıyor.
Bu
iddia, Suudi Arabistan'ın şeyhülislamı sayılan Abdülaziz Bin Bâz'ındır. Sözü
edilen eser de Bin Bâz'ın Medine İslam Üniversitesi yayınları arasında çıkan ve
elimizde 1975'te yapılmış ikinci baskısı bulunan "el-E dill e tü'n-Nakliy
y e tu ve'l-Hissiyye 'ala Cereyâni'ş-Şemsi ve Sükûni'l-Arzı ve İmkâni's-Su'ûdi
ile'l-Kevâkib" adlı kitabıdır... Kitabın adının Türkçesi şu: "Güneşin
Hareket Halinde Olduğuna, Dünyanın Dönmediğine ve Gezegenlere Gitmenin Mümkün
Olduğuna İlişkin Nakli ve Hissi Kanıtlar"
Büyük
bir İslam ülkesinin en büyük din otoritesi kabul edilen Bin Bâz'ın bu eserde
neyi amaçladığını, yapacağımız bazı aktarmalarla gösterelim ve İslam adına
yüzyılın önünde nelerin sahnelendiği görelim. Diyor ki Bin Bâz:
"Dünya,
gezegenler ve yıldızlar konusunda, bu işin uzmanları olan astronomi
bilginlerine gelince, onların sözleri asla güvenilir kanıt değildir. Çünkü bu
sözler, herhangi bir şer'î kurala değil, zan ve tahmine dayanır..." (Anılan
eser, 11)
"Öte
yandan, bir konuda İslam din bilginlerinin icma'ı varsa o icma' hakkın ta
kendisi olup aksi düşünülemez, tartışılamaz..." (Anılan
eser, 13)
"Yüzyılımızın
birçok yazarı ve öğretim üyesi arasında şu düşünce yayılmış bulunmaktadır:
Güneş sabittir, dünya döner. Bu konuda bana birçok soru soruldu ve sonunda
konuyla ilgili kısa ve özlü bir eser yazarak okuyucuları bu sapık düşünceden
uzaklaştırmak ve gerçeğe yöneltmek gerektiğine kanaat getirdim... Artık bundan
sonra hâlâ "Dünya dönüyor' diyenlerin sözleri Allah'ı, Kur'an'ı ve
Peygamber'i yalanlamaya yönelik küfür ve sapıklıktan başka bir şey
olmayacaktır. Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i yalanlayanlar ise dinden çıkmış
olurlar. Bunlara tövbe teklif edilir; dinler, tövbe ederlerse ne alâ, etmezler
ve eski düşüncelerini sürdürürlerse kâfir ve mürted olarak katledilirler.
Geriye kalan malları-mülkleri de kamu hazinesine devredilir..." (Anıl
an eser, 23)
Suutlu
din
otoritesinin din adına ortaya koyduğu bu tespitler ve verdiği fetva eses
alınırsa, yaklaşık bir buçuk milyar insanın yaşadığı İslam dünyası nüfusunun
tamamının katli vacip olmuş demektir. Çünkü, İslam ülkelerinde, şeyh Bin Bâz
dışında dünyanın dönmediğini iddia veya kabul eden bir tek kişi görmüş
veya duymuş değiliz.
Şeyhin,
dünyanın dönmediğine ilişkin nakli (dinsel rivayetlere dayalı) kanıtlarından
sonra "kesin, susturucu kanıt" olarak öne çıkardığı "hissi"
yani duyumlara, duygulara dayalı kanıtları da var. Bu kanıtlarının çoğu,
göze hitap eden kanıtlardır.
Şimdi,
Bin Bâz'ın, dünyanın dönmediğine ilişkin görsel kanıtlarını özetleyelim:
"Dünyanın
döndüğüne ilişkin iddia, sadece dinsel nakiller açısından saçma olmakla kalmaz
görsel kanıtlar ve gözlemler açısından da bir saçmalık olarak ortaya çıkar.
Şöyle ki, Müslüman, kâfir tüm insanlar hiç aralıksız, güneşin akşam bir yerden
battığını, sabahsa başka bir yerden doğduğunu görmektedirler. Bu insanlar
yerkürenin de sürekli aynı yerde durduğunu görmektedirler. Görmektedirler ki
ne beldeler yer değiştiriyor, ne dağlar... Eğer sapıklık içinde olanların
söyledikleri gibi dünya dönseydi beldeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler
sürekli yer değiştirir olacaktı. (Kur'an'ın, dağların
yerinde durmayıp bulutlar gibi hareket ettiğini söyleyen ayeti için bk. Nemi,
88) Ve mesela, kıble yer değiştirecekti... Neresinden bakarsanız bakın,
dünya dönüyor demek koca bir sapıklık ve saçmalıktır..." (Anılan eser,
23)
"Şöyle
bir düşünün! Şu Mekke'deki ünlü Nur Dağı, şu Ebu Kubeys Tepesi, şu Medine'deki
Uhud Dağı ve dünyanın diğer onca dağı... Bunların hangisi bugüne kadar yerini
değiştirdi?... Böyle şey olabilir mi? Yalnız şu basit gözlem bile 'Dünya
dönüyor!' diyenlerin nasıl bir sapıklık içinde olduklarını göstermeye yeter!...
(Anılan
eser, 24)
Bin
Bâz, "karşı çıkılmaz" (!) kanıtlarını böylece sıraladıktan
sonra, dünyanın dönmediği konusunda icma'ı olan eski din ulemamızın
eserlerinden, özellikle tefsirlerden uzun uzun nakiller yaparak "cahil
ve aldatılmış" insanlara ışık tutuyor (!) ve onların "Dünya
dönüyor" iddiası gibi büyük bir küfürden kurtulup hidayete ermelerini
istiyor...
Eserin
son sayfaları, Şeyh'in fikrine katılmadığını söyleme cüretini gösteren bazı "aldatılmış
ilim adamları"na cevap verip onları mürted olmaya götürecek
sapık yollarından döndürmeye ayrılmış... Ve büyük eserin hidayete erdirme
uğruna yaptığı cihat noktalanmış. ..
1975
yılında Medine Üniversitesi yayını olarak ikinci baskısı yapılan bu
büyük eserin (!) sonraki 25 yılı aşkın süre içinde kaç baskısının daha hidayet
dağıttığını (!) merak ediyoruz!...
Bir
Kur'an mümini olarak bu kitapla ilgili kanımız şudur: Bu kitapta din, bilim
ve Müslümanlar adına sergilenen facia, engizisyon kayıtlarında bile mevcut
değildir.
Tam
bu noktada, tarihin burasından, fikir çilesinin ünlülerinden biri olan Galile
(ölm. 1642)yi rahmet ve saygıyla anıyoruz:
Anlaşılan
o ki islam dünyasının icma'larının epey bir kısmı, birleşilmesi gereken
konularda değil de karşı çıkılması gereken konularda oluşmuş: Bilimi ve
tanrısal iradeyi saf dışı etmek için... Müslüman dünyanın felâket sebeplerinden
biri de bu olsa gerek!.. Kur'an, peygamberliğin bittiğini ilan etmiştir.
Bunun açık anlamlarından biri de artık hiç kimsenin "Bana gökten buyruk
indiriliyor, beni izleyin, söylediğimi yapın; yapmaz iseniz Allah'a karşı
çıkmış olursunuz." iddiasıyla ortaya çıkamayacağıdır. Bu gerçeği şu
şekilde de ifadeye koyabiliriz: Artık hiç kimse, Allah'tan güç aldığını
söyleyerek başkaları üzerinde egemenlik, üstünlük kuramaz, hiçbir kişiyi veya
toplumu Allah adına ve O'ndan alınmış bir yetkiyle yönetmeye kalkam a z.
Üstünlüğün
göklerden, yukarıdan geldiği söylenebilecek dayanakları, Kur'an vahyinin
tamamlanmasıyla sona ermiştir. İnsanın emek ve üretiminin ürünü olan bilgi,
düşünce, hizmet ve takva (tanrısal iradeye aykırı şeylerden sakınmak) dışında
üstünlük belgesi yoktur ve olamaz.
Kur'an'ın
omurga kabullerinden biri olan bu gerçek, muvahhit (tevhit ilkelerini
esas alan) îslam bilginlerince erken bir devirde kurala bağlanmış ve inanç manifestosunun
içine yerleştirilmiştir. îlke şudur:
"İlham
(ve rüya) ilim sebeplerinden değildir" (bk.
Teftezânî; Şerhu Akâidi'n-Nesefî, 45-46) Bunun ifade ettiği anlam bugünkü
söyleyişle şudur: Îlham ve rüya herkesi bağlayıcı genel kanıt niteliği
taşımaz; sadece onları aldığını veya gördüğünü söyleyen kişi için delil
olabilir.
Îlham
ve rüyanın bağlayıcı-kesin bilgi olmadığını en güzel anlatan usulcülerden
(metodolojistlerden) biri de Ebu Îshak eş-Şâtıbî (ölm. 790/1388)dir. Din
bilimleri metodolojisine ilişkin ünlü eseri e l Mu vâf ak at' t a ilimleri
kesin olup olmama bakımından üçe ayıran Şâtıbî, üzerinde olduğumuz konuda bize
yarayacak şu bilgileri de vermektedir:
Îlmin
esasını, özünü oluşturan kısım (sulbu'l-ilm) kesin olan ve kesin ilkelere
dayanan kısımdır. Gerçek ilim sahipleri işte bunun peşindedir. Güvene, üzerine
hüküm kurmaya değer olan bilgi de budur.
Îkinci
kısımda, yine bilgi olmakla birlikte güvenilir ve kesin olmayan (bilimsellik
düzeyine yükselmemiş olan) sübjektif bilgiler vardır. Bir de bu ikisinin
dışında kalan bilgiler vardır.
Şâtıbî,
rüyalarla, bazı seçkin kişilerin ilhamlarını ikinci kısım bilgi içinde görmekte
ve onları bilim adına güvene layık bulmamaktadır. Şâtıbî'ye göre, bunlar, bunlara
sahip olan kişiye heyecan verebilir, onun içini ısıtabilir, ona etki edebilir
ama başkalarını bağlayıcı kanıt olarak asla ileri sürülemez, (bk. Şâtıbî;
Muvafakat, 1/8182)
Aksi
düşünülür ve ilhamlarla rüyalara dayandırılan sübjektif "bilgiler"
güvene layık görülürse ne peygamberlik biter, ne de vahiy... Kendisine biraz
itibar sağlayan her kutsal sömürücü, açık veya örtülü bir biçimde peygamberlik
taslamaya, açık veya örtülü bir biçmede Kur'an'a nazire yazmaya kalkabilir.
Nitekim tarih boyunca hep böyle olmuştur. Allah, kitabında bir şey Söyler,
bu "ilham tüccarları" başka bir şey söyler. Peygamber,
ümmetine bir talimat verir, bu ilhamcılar başka bir talimat verir.
Bu
tutuma yenik düşenler bazan kendilerine de yazık etmişlerdir. Çünkü aslında
kıymetli sayılabilecek bazı üretimleri, ilham ve rüya vurgunculuğuna
yeltenmeleri yüzünden layık olduğu itibarın altına düşebilmiştir. Bu bedavacı
ve putlaştırıcı yola sapmak yerine üretimlerini objektif ölçülere bağlı kalarak
sunmuş olsalardı hem adlarını hem de âhiretlerini karartmamış olurlardı.
Ne
yazık ki aksi bir yol tuttular. Daha çok yüceltilelim derken daha aşağılara
indiler. Ümmetin yolunu vurdular. Kitlelerin kaderini kararttı, İslam'dan ışık
ve aydınlık alacak toplumları bilgisizliğe, tabuculuğa, kişi putlaştırma
illetine yenik düşürdüler.
İlham
ve rüyalara güvenilir kanıt kimliği vermenin sonu, din hayatında birden çok tartışma
üstü kişi ve birden çok tartışma üstü kitabın vücut bulmasıdır. Oysaki tevhit
dininde tartışmasız kişi de tektir, tartışmasız kitap da... Bu ikisi birden
fazla olduğu anda tevhit gider, şirk gelir.
Şirkin
en şaşmaz ve saklanamaz belirtisi (ve belgesi) din içinde birden çok tartışma
üstü kişi ve birden çok tartışma üstü kitabın varlığıdır.
İslam'da,
tartışma üstülük, kişi olarak Hz. Muhammed'in, kitap olarak da Kur'an'ındır.
Bunların hiçbirinin ikincisi yoktur ve olamaz.
Ama
ne yazık ki İslam ülkelerinde hayat, tarih boyunca bu tevhit ilkesinin dışında
seyretmiş ve yüzlerce tartışılmaz kişi ve kitap vücut bulmuştur. Kur'an'ın bildirdiği
gibi, bazıları bazılarını Allah'ın berisinden rabler edinmiş (bk. Ali
Îmran, 64), din ve ümmet parsellenip gruplaşmış, her grup kendince kutsanan
"dokunulmaz" kişinin ve kitabın ardına düşmüştür. Yani zübürcülük (mişnacılık)
din haline gelmiştir. Ve her grup kendi mişnasıyla sevinip övünür olmuştur,
(bk. Müminûn, 52-54)
Meslektaşlarımdan
biri bir sohbette bana, dinci fırkaların, pratikte efendilerini Peygamber'den,
zübürlerini de Kur'an'dan üstün tuttuklarını söylediğinde buna itiraz etmiştim.
Bunun üzerine, ülkemizde din bölücülüğünün kurumlaşmış ocaklarından birinin
önde gelen bir temsilcisinden şu sözleri nakletti: "Efendi Hazretleri'nin
risalelerini yeniden baskıya hazırlıyorduk. Risalelerde geçen bazı ayet
metinlerinin yanlış yazıldığını belirledik. Redaksiyonun başı olarak ben,
bunları düzeltmeye başladım. Toplu halde şu itiraz yükseldi: 'Onlara dokunma,
olduğu gibi kalsın. Eğer onlarda düzeltilecek bir şey olsaydı, onu Efendi
Hazretleri düzeltirdi. Öyle yazılmasının elbette ki bir hikmeti vardır, sen
sadece orada olanı yazıya geç i r..."
Efendi
Hazretleri'nin yüzlerce hurafe, uydurma ve Kur'andışılık taşıyan kendi
sözlerinde düzeltme yapmaktan vazgeçtik, Kur'an ayetlerinin yazımindaki hatalarını
düzeltme yoluna da gidemiyorsunuz.. Neden? Bir hikmeti varmış! Yani Efendi'ye o
ayetlerin öyle yazılması "bildirilmiş"... O halde onlara
dokunulamazmış...
Bu
zübürcü zihniyet, son zamanlarda iyice şaşırmış olacak ki eleştiri adı altında
iftira ve hakaret yağdırdığı kişileri incelemeye alırken Kur'an ve sünnete
ilaveten bu zübürleri de ölçüt yapmaya başlamıştır. Ünlü bir ilahiyat
profesörüne ithamlarla dolu bir kitabın adı aynen şudur: "Kur'an,
Sünnet ve Risale-i Nur'a Göre Falancanın Hataları" Demek oluyor ki,
bunlara göre, Îslam adına eleştiride üç kaynak esastır: Kur'an, sünnet,
Risale-i Nur. Îlk ikisi hepimizce bilinmekte, kabul edilmektedir; ama bu
üçüncüsünün hangi dinin kaynağı ve kriteri olduğunu doğrusu bilemiyoruz.
*
Din
içi fırka-kliklerde aynen işleyen bu mantık (veya mantıksızlık), Müminûn Suresi
52-54. ayetlerde tanıtılan "bölüp parçalama" hastalığının ta
kendisidir. Bu hastalık sadece bölüp parçalamaz, dokunulmaz kişi ve dokunulmaz
kitaplar da yaratır ki, şirke açılan felaket kapısı da işte budur...
Îslam
dünyası bu felaketin getirdiği yıkımın sancıları içinde kıvranmaktadır. Bu felaketin
iğdişleştirdiği kuşaklar, özgürlüğe, yeni yoruma, yeniden yapılanmaya, bilim
ve düşüncenin engin dünyasına kanat açamamaktadır.
Eğer
Allah, hayalimizi zorlayan yeni birtakım mucizeler göstermezse böyle bir
kanatlanma mümkün olmaz.
Bu
facianın motor gücü, ilham ve rüyalara kanıt değeri veren vahiy dışı
zihniyettir.
Bu
zihniyet, özellikle tarikatlar döneminde yüzlerce insanı, peygamber yetkisi
kullanan, eleştiri üstü kutsal makama dönüştürmüştür. Hatta birçok yerde ve
zamanda bu kişilerin ağzından çıkana teslimiyet imanın ilk şartı gibi
algılanmıştır. Oysaki tevhit, omurgasında Allah'a teslimiyetin oturduğu bir
dindir. Allah dışında bir şeye veya kişiye teslimiyet uç gösterdiği anda
tevhit yerle bir olur; ne iman kalır, ne
din...
Hal böyle olunca da ne kılınan namaz Allah'a götürür ne yapılan camiler İslam'ı
hayata sokar...
İslam
dünyası, asırlardır, Kur'an vahyinin din dediğini değil, birtakım kişilerin
ilhamlarının din dediğini yaşamaktadır. Tarikatlar tarihini, örf ve
siyasetin nabzına şerbet vermeden ve Kur'an değerlerinin merceği altında
eleştirel bir gözle okuyanlar, bu tarih içinde şu söylediklerimize örnek olacak
yüzlerce, hatta binlerce kişi ve "kitap" bulabilirler.
Böyle
bir tarihin dinine Kur'an'dan onay almak sanıldığı kadar kolay değildir.
İlham
ve rüyaları kanıt yaparak tevhidin pusulasını saptıran ve Müslümanların
kaderini karartan zihniyetler bu işi şu yollardan biriyle tezgâhlamışlardır:
1.
Allah'ın
kendilerine doğrudan ilham ettiğini söylerler: Bu
"doğrudan ilham", "vahyedildi" demenin riskinden
kurtulma politikasının zorunlu kıldığı bir deyimdir. Nitekim bu doğrudan ilham,
zaman zaman doğrudan vahye dönüştürülmüştür. Hatta 1980'li yıllarda Türkiye'de
böyle bir sapık çıkmış ve "Kur'an'dan sonra yeryüzüne indirilen
tanrısal kitap bana Allah tarafından doğrudan verilen mesajlardan oluşan şu
kitaptır. Nebilik bitmiş ama resullük bitmemiştir; ben de Allah'ın resullerinden
biriyim; ben namazda Hz. Muhammedi bile imamlık yaptım." diyebilmiştir.
Ve bu nasipsiz adam, o şeytan saçması kitabını 23 sure olarak plânlamış ve tüm
bunlardan sonra etrafına bir yığın basiretsiz kişiyi toplayabilmiştir.
Bundan
daha kötüsü, biz bu İslamdışılığa gücümüzle karşı çıkarken, bizi
sakalsızlığımız, sarıksızlığımız yüzünden din adına eleştiren din tüccarı
siyasetçiler "Çevresinden oy bekliyoruz" diye bu adamın
sırtını okşamışlardır.
Anlaşılıyor
ki, hiçbir sahtekârlık, kendisinden çıkar sağlayan başka sahtekârlıklar
olmadan ayakta duramaz.
2.
Hz. Peygamber'in kendilerine
rüyada söyleyip yazdırdığını iddia ederler:
Zübürcülerin,
özellikle yazıp çizdiklerini kabul ettirmek için baş vurdukları yol budur. Bu
türün en tanınmış örneği, Muhyiddin İbn el-Arabî (ölm. 638/1240)nin "Fusûsu'l-Hikem"
adlı eseridir. Aynı derecede ünlü veya daha az bilinen yüzlerce örnek sayılabilir.
Yine
tarikat çevrelerinde kullanılan "mükâşefe yoluyla hadis alma" iddiası
da bu başlık altında incelenmelidir. Bu iddiaya göre, Hz. Peygamber'den hadisleri
alma ve öğrenme yollarının en güvenlisi, en geçerlisi hadisi ondan bizzat
keşif ve ilham yoluyla almaktır.. .
"Îlham
ve mükâşefe" (!) yoluyla alınmış "hadis" örnekleri de
vardır. Zaten, Hz. Peygamber bir adama bir şeyleri yazdırıyor ve onları
ümmetine iletmesini söylüyorsa o yazılanların tümü hadisten başka -hâşâne
olabilir?!
Tüm
bu tevhit dışı söylemlerin temelinde ilmin denetimine girmemeyi mazur gösterme
kurnazlığı yatmaktadır. Bunun en kestirme yolu şu şekilde ifade edilmiştir:
Bazı kişiler, ilmi, ilmin sebeplerine baş vurmadan doğrudan mutlak kaynaktan,
Allah'tan alırlar. Bu konuda biraz daha sağlam basmak için bir de hadis uydurulmuştur:
"İlmin, gizli hazîne gibi öyle bir türü vardır
ki onu, bilgiyi Allah'tan alan âlimlerden başkası bilemez..." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 2/262)
Bu
"Allah'tan alanlar"m sözde ilmine i ilmi" demişlerdir.
Bâtın, karın anlamındaki "batn" sözcüğü ile aynı
köktendir. Bu filolojik gerçeği de bilen Anadolu halkı, asırlık deneyimlerinin
ve acılarının da itişiyle bu sözde ilimlere çok güzel bir ad koymuştur: "İşk
embeden atma..."
Karından
sesler halinde yükselen bu sözde ilimleri meşrulaştırmak için uydurulan
hadislerden biri de şudur: "Bâtın ilmi, Allah'ın sırlarından
biridir..." (bk. Elbânî, Zaîfa, 3/371)
Tarih
bu adla ortaya sürülenlerin, esasında "bâtın" değil, "bâtıl"
olduğunu Îslam dünyasına çok ağır bir dersle gösterdi. Anlaşıldı ki, ilim
adıyla ortaya sürülen ve saltanat devşirme dışında pek fazla amacı olmayan bu "bâtın",
kitleleri bâtılın oyuncağı durumuna düşüren temel kaostur. Bu acaip
sesleri dinlemenin serüvenine yenik düşerek Kur'an'ı dinlemez hale gelenler
ise sadece âhiretlerini değil, dünyalarını da hüsrana teslim ettiler...
Îşin
gerçeği şudur: Adına ne derseniz deyin, esasında sezgi ve basiretin bir
tecellisi olan tüm ilhamlar ve rüyalar öncelikle bilimsel bilgiden nasipli
olanların erişleridir. Ama onlar bu elde edişlerini kendilerine yol açmak için
kendi iç dünyalarında kullanır, insanlığın önüne çıkaracakları değerleri ise
uzun ve çileli den eme-y anılmalar dan, araştırmalardan sonra bilim adına ilan
ederler. Yani ilmin hakkını vererek kanıt üretirler...
3.
Mehdîlik iddia ederler: Bâtın ilmi veya ilham
hezeyancılığmı, devleti veya yönetimi ele geçirmek üzere siyasal iktidar için
kullananlar genellikle bu son iddia ile ortaya çıkmışlardır. Bu iddia bazan
bayrak açıp sokağa fırlamak şeklinde iyice azgın bir manzara arz eder, bazan da
tarikat, klik, hizip, parti vs. kurup perde altından "Zamanın mehdisi
bizim efendidir" sloganıyla iş bitirme şeklinde yol alır.
Üzerinde
olduğumuz konuda şunu akıldan asla çıkarmamak gerekir: İlham ve rüyaları
birer kutsal kanıt gibi kullanma oyunu Allah ile aldatma zulmünün en yıkıcı
belirişlerindendir. Bu ağır ve sinsi yıkıma yenik düşmemek için öncelikle
şunu akıldan çıkarmamalıyız: Bir yerde veya kişide, Allah'a kul,
Peygamber'e ümmet olmayı onur ve itibar için yeterli bulmama illeti
görüldüğünde bunun sonunun allahlık veya peygamberlik iddiasına varacağını çok
büyük bir ihtimal olarak düşünmeliyiz... Ve şunu hiç unutmamalıyız:
İlhamlar
ve rüyalar sadece onlara sahip olanları bağlar. Geneli,
kamuyu bağlayan, bilim ve düşüncenin evrensel-şaşmaz ölçülerine uygun olarak
üretilmiş değerlerdir. Arapça bir kelime olan ilim (el-ilm, çoğulu: ulûm)
bilmek, bilgi, bilim anlamlarındadır. Aynı kökten türeyen âlim (çoğulu: ulema,
âlimûn), malum (çoğulu: malûmat), alîm (iyice bilen), allâme (derin bilgi
sahibi) kelimeleri de sıkça kullanılır.
Kur'an'da
en çok kullanılan kelime-kavramlardan biridir. Türevleriyle birlikte yaklaşık 850
yerde kullanılan ilim, yalın halde 105 kez geçmektedir. Fiil olarak, "bilir"
(ya'lemu) anlamında 93, "bilirsiniz" (ta'lemûn) anlamında
56, "bilirler" (ya'lemûn) anlamında 97, "bilin" (i'lemû)
anlamında 27, "bilirim" (a'lemu) anlamında 11 yerde geçer.
Çok
iyi bilen anlamındaki alîm kelimesi aynı zamanda Allah'ın sıfatlarından
biridir. Ve tamamına yakını Allah'ın isim-sıfatı olmak üzere 140 yerde geçmektedir.
Ne
ilginçtir ki, Kur'an, ilim sözcüğüne hiçbir olumsuzluk, çirkinlik eklemediği
halde imana çirkinlik izafe etmiştir, (bk. Bakara, 93) ilme
hiçbir olumsuzluk yüklemeyen Kur'an, ilmi taşıyan-kullanan kişiye (âlime)
çirkinlik ve kötülük izafe eder. (örneğin bk. Kasas, 78; Câsiye, 23) Ancak
burada da ilginç bir nokta dikkat çeker: ilmin kötüye kullanımını gösteren
ayetlerde, bu kötüye kullanımı sergileyenler ilim sahibi (âlim, ulu'l-ilm) diye
anılmamakta, kendilerinin sıfatı olmayan ilmi kötüye kullandıkları belirtilmektedir.
Oysaki ilmin iyiye ve güzele hizmet için kullanımından söz edilirken bu
hizmeti verenler ilmi sıfat yapmış kişiler olarak anılmaktadır, (bk. Kasas, 80;
Ankebût, 43; Fâtır, 28)
Bu
incelikten çıkarmamız gereken sonuç şudur: İlim objektiftir; iman ise
sübjektiftir. Sübjektifi objektife kontrol ettirmeniz mümkündür ve bu
kontrolden kimseye zarar gelmez. Objektifi sübjektife kontrol ettirmeniz,
varlık kanunlarına aykırıdır ve bundan herkese zarar gelir. O halde, Kur'an'ın
yolu şudur: Bilim imanı kontrol eder, etmelidir; iman bilimi kontrol edemez,
etmemelidir.
Bunun
anlamı şudur: Kur'an, bilginleri de olumsuzluklardan arınmış kabul etmekte,
ilmi kötüye kullananların onu gerçekte kendilerine sıfat edinmemiş kişiler
olacağını göstermektedir.
*
İlmi, kutsal olan-kutsal olmayan diye ikiye ayırmak:
Kur'an,
ilmi, Allah'ın ayetlerindeki sırları, incelikleri, güzellikleri, ibretleri
ortaya çıkaran bir faaliyet olarak tanıtır. Bu, bir anlamda hayatın
tanıtılmasıdır.
Tüm
varlık (insan, evren, vahiy ürünleri) ayetlerden
oluşur. Kur'an'ın belli parçaları ayet olduğu gibi insanın iç dünyasındaki
oluş-eriş ve değişmeler de ayettir. İnsanın dışındaki varlık ve evren de bir
ayetler topluluğudur.
1.
Müslüman olmak başka, iyi veya en iyi Müslüman
olmak başkadır.
2.
En iyi Müslüman biziz, iyi Müslüman olmak
için bize yakın olmak gerekir, aksi halde iyi Müslüman olmamakla itham
edilirsiniz.
3.
Dini
bizim gibi anlamaz iseniz, günaha girersiniz. Sizi günahkâr ilan ederiz.
4.
Dini
bizim gibi anlamaz iseniz sizi cehennemlik ilan ederiz.
5.
Dini
bizim gibi anlamaz iseniz sizi, dinden taviz vermek, dini zamana-düzene uydurmak,
hatta dine karşı çıkmakla itham ederiz.
6.
iyi Müslüman olmak için ibadet vs. yetmez.
Dinin benimsemeyeceği şeylere karşı çıkmak gerekir.
7.
Dinin kabul etmeyeceği şeylere karşı çakışın
yol ve yöntemini biz biliriz.
8.
Dinin kabul etmeyeceği şeyleri oluşturan,
savunan ve koruyan, bugünkü devlet sistemi ve onun siyasal iktidarlarıdır. O
halde, dinin yanında yer alanların bu sisteme ve bu siyasetçilere karşı
çıkmaları gerekir. Aksi halde, küfre rıza göstermiş olurlar; Müslümanlıkları
kuru bir iddiadan ibaret kalır.
9.
Devletin, dinin kabul etmeyeceği şeyleri
koruma ve geliştirme zulmü, ülkeyi dârülharp yapmıştır.
10.
Dârülharp
olan bir ülkede Müslümanlık olmaz, İslam'ın hiçbir buyruğu yaşanmaz. Böyle bir
ülkede Müslüman'ın tek görevi vardır: Sistemle ve devletle savaşmak.
11.
Ülkenin
dârülharplikten çıkıp dârülislam olması için bu sisteme ve onun savunucularına
savaş açmış bulunuyoruz. Bu savaşa katılıp katılmama, İslam'ın içinde olup
olmamanın şaşmaz göstergesidir. Bu savaşla biz bu sistemi ve savunucularını
"önce sarsacağız, sonra da yıkacağız!" Bizim yanımızda yer almayanlar
dinden çıkmış sayılırlar, yani mürted olurlar.
12.
Eğer
sisteme hizmet yani irtidat durdurulup yönetim dârülislam savaşçılarına gönül
rızasıyla teslim edilmezse iktidarı kanla elde ederiz.
Ülkenin ve devletin uçurum
kenarına getirildiği aşama bu 12. aşamadadır.
Ülkenin ve kitlenin geleceğini tehlikede gören ve kendilerini bu tehlikeyi
aşmakla
görevli bilen güçler işte bu aşamada devreye girmiş ve din üzerinden
siyasal iktidar elde etmeye çalışan kadrolar etkisiz kılınmıştır.
Bu
ağır faturalı serüvenden geleceğe yönelik olarak çıkarmamız gereken bazı
dersler vardır. Bu derslerin en önemlileri bize göre, şu ikisidir:
1.
Bir
ülkede, birileri "iyi-kötü" veya "iyi-en iyi" Müslüman
ayrımı yapıp bunun göstergesi olarak da kendilerini ve zihniyetlerini öne çıkarma
eğilimine girmişlerse din üzerinden iktidar süreci başlamış veya başlama
noktasına gelmiş demektir.
2.
Bir
ülkede, birtakım kadrolar, her gün birilerini, özellikle dinde otorite konumuna
gelmiş ama bölücülük ve devlet düşmanlığına bulaşmamış ilahiyatçıları
"kâfir, zındık, cehennemlik, din tahripçisi, dinde reformcu..." ilan
etmeye başlamışlarsa din üzerinden siyaset odakları iktidarı ele geçirmek üzere
kana başvurma kararı almışlar demektir. Çünkü işaret ettiğimiz tavır, siyasal
hasımların mürted ilan edilmeleri sürecine geçildiğinin, bunun arkasından da
kanlı kıyamın geleceğinin göstergesidir. Başka bir deyişle o kılıf bu minare
çalınsın diye hazırlanır.
Özetlersek:
Îrtidat ye mürted kavramları, Allah ile aldatma oyununda siyasal hasımları
yıpratma araçlarının en hassaslarından biridir...
İslam'ın
şartları dendiğinde geleneksel pencereden bakanlar şu beş şeyi görürler: 1.
Kelime-i Şehadet, 2. Namaz, 3. Oruç, 4. Hac, 5. Zekât.
Böyle
bir saptamanın zorunlu sonucu şudur: Bu beş şartı yerine getiren, Müslümanlığın
gereklerine uymuş, din adına işini bitirmiş olur.
Şimdi
böyle bir saptamanın dayanağı nedir diye soralım. Tanrısal kaynağı 604 sayfa
ve 6 bin üç yüz civarında ayetten oluşan bir dinin şartları nasıl oluyor da
iki satırda tamamlanıyor?
Vahiy
verilerinde İslam'ın şartları diye bir deyime rastlanmaz. Bu
demektir ki vahyin kabulüne göre, İslam'ın şartları Kur'an'daki buyrukların
tamamıdır. Namaz kılmak, oruç tutmak Islam'ın şartıdır da yalan söylememek,
çalışmak, yetim hakkı yememek, kamunun haklarına tecavüzde bulunmamak, cana
kıymamak, zina etmemek, gıybetten uzak durmak... İslam'ın şartları değil midir?
Elbetteki
bunların tümü İslam'ın şartlarıdır. Bazı kesimlerin, kendilerinde bulunan
değerleri İslam'ın göstergesi sayıp ötekileri olmasa da olur türünden kabuller
olarak değerlendirmeleri inandırıcı değildir.
İslam
tüm insanlığa hitap eder. O halde, Kur'an'ın hayata sokmak istediği değerlerden
kim daha fazlasına işlerlik kazandırıyorsa İslam'da önde olmak da onun
hakkıdır. Böyle baktığınızda, günümüz dünyasında yeniden bir "İslam
ülkeleri ve Müslüman kitleler" tanımlaması yapmak gerekecektir.
Yüzlerce değerden oluşan İslam'ın, sadece beş değerini yaşayıp yaşatan toplumlar
"İslam dünyası" patentini ellerinde tutma hakkına neden ve
nasıl sahip olabiliyor? Bunun sorgulanması Kur'an'ın insanoğlundan istediği
davranışlardan biridir. Çünkü Kur'an'ın mesajı tüm insanlığa hitap eder.
O
beş değer, "İslam'ın işaretleri" olarak adlandırılabilir.
Çünkü onları yerine getirdiğini gördüğümüz insanlara ilk bakışta
"Müslüman" deriz. Bunda garip bir yan yoktur. Ancak o "işaret"
değerleri "şart" olarak nitelediğimizde bunun sonucu
"ötekiler olmasa da olur"a çıkar ki, bu İslam'a iftira olur.
Bizim
yapacağımız şudur: Kur'an'ı önümüze koyar, dikkatle okuruz. İnsandan
istediklerini dikkatle not ederiz. Sonra dönüp dünyaya bakarız: Hangi toplum
bu değerlerin daha fazlasını hayatına sokmuşsa onun İslam'dan nasibinin daha
çok olduğuna hükmederiz.
Bunu
yaptığımızda karşımıza çıkacak tablo, gerçekten ürpertici olacaktır. Ama
unutmayalım ki Kur'an'ı ciddiye almanın ilk adımı işte bunu yapmaktır. Çünkü
akla kara, aldatanla aldanan, uyuyanla yürüyen ancak o ciddi işin yapılmasından
sonra ortaya çıkar... Hz. Peygamber, İslam'ın ilk yıllarında mezar
ziyaretlerini yasaklamıştı. Çünkü ortam putperest bir ortamdı. insanlar
önlerine gelen şeye tapma, önlerine geleni ilah ilan etme eğilimi içindeydi.
Ölüleri ilahlaştırma ise bu eğilimi en çok okşayan tutkulardan biriydi.
İnsanlık,
ölülerin ilahlaştırılması illetine, eski Yunan panteonuyla çok açık bir biçimde
tanık olmuştur. Yunan ilahlar panteonu, zaman içinde,
ünlü-itibarlı Yunanlı ölülerin de ilavesiyle bir hayli büyümüştür. Öte yandan, Asya'nın
Şintoist kitleleri, ecdatlarının ölülerine tapmayı, onlardan medet ummayı
bağımsız bir din haline getirmişlerdir.
Hz.
Peygamber bunları elbette ki biliyordu ve çok tedirginlik içindeydi. Bu yüzden
Müslümanlara kabir ziyaretini yasaklamıştı. Onları, atalarından aldıkları
kirli şuuraltının etkisinden uzaklaştırması gerekiyordu.
Nitekim
o uzaklaştırmanın vücut bulduğunu anladığı, yani tevhitle terbiye gören sahabî
neslinin beklenen kıvama geldiğini fark ettiği gün, koyduğu kabir ziyareti
yasağını kaldırmış ve şöyle demiştir: "Size, kabir ziyaretini
yasaklamıştım; ama artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Çünkü bu ziyaret size
ölüm sonrasını hatırlatır."
Dikkat
edilirse yasak kaldırılırken, çok evrensel ve hayatî bir noktanın altı
çizilmiştir: Kabirler sadece ve sadece ölümü ve ölüm ötesini hatırlamanın
bir vesilesi olarak ziyaret edilecektir; başka hiçbir niyet ve amaçla değil.
Kısacası,
kabirlere gidişin iki maksadı olabilir ve olmuştur: Ziyaret, ibadet. İslam,
birinciyi insancıl bir tavır görerek serbest bırakmış; ikinciyi, putperestlik
sayarak yasaklamıştır.
Kur'an,
kabir ziyaretini putperest bir tutkunun eleştirilmesi bağlamında gündeme
getirmiştir. Bu tutku, mal ve evlat çoğaltma yarışına girme, bu yarışla övünme
anlamındaki "tekâsür"dür. Aynı adı taşıyan 102. surede
tekâsür, insanlığın sapmalarından biri olarak gösterilmiş ve şiddetle
kınanmıştır. Tekâsürün uzantılarından biri de kabirleri ziyaret ederek oradaki
ölüleri sayıp çokluk belgesi olarak kullanmaya kalkmaktır. Aynen şöyle deniyor:
"Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri, öyle ki ziyaret edip saydınız
kabirleri..." (Tekâsür, 1-2)
Şöyle
veya böyle, Kur'an kabir ziyaretiyle ilgili saptamasını olumsuz yönde bir
saptama olarak ortaya koymuştur.
* Kabirleri kutsallaştırmak,
mabetleştirmek, dilek kapısı yapmak (türbeperestlik):
Kabirler
konusunun en büyük yıkımı bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsanlık ilk günden
beri, büyük tanıdığı kişilerin kabirlerini kutsallaştırıp dileklerin kabulüne
araç yapmış, hatta kabirlere doğrudan tapma illetine tutulmuştur. Bu illetin
ilk işlediği alan, peygamber kabirleri oldu. Kabri bilinmeyen peygamberlere
kabir icat edilmiştir. O yapılamamışsa, peygamberin vekili ve temsilcisi gibi
gördükleri (öyle ilan ettikleri) kişilerin kabirleri kutsallaştırılmıştır.
Bu
kutsallaştırmanın ilk göstergesi peygamberlerin ölmedikleri, cesetlerini
toprağın yiyemeyeceği, onların toprak altında hep diri kaldıkları vs.
uydurmalarıdır. Bu sözlerin tümü Kur'an dışıdır. Îşin, tevhit gerçeğine uygun
yapısı şudur: Son Peygamber de dahil tüm nebiler beşerdir, hepsi ölümlüdür ve
hepsi de ölmüştür. Bunun böyle olması, sünnetullah denen tabiat yasalarının
gereğidir. Sünnetullah ne değişir, ne bozulur, (bk. Ahzâb, 62; Fâtır, 43;
Fetih, 23) Kur'an son derece açık konuşuyor:
"Her
benlik ölümü tadacaktır .11 (Ali Îmran, 185;
Enbiya, 35) Son Peygamber'e hitap şudur: "Hiç kuşkusuz, sen de
öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer, 30)
Şu
halde hiçbir peygamber kabrinde diri veya cesedi bozulmamış olamaz. Böyle bir
şey varlık yasalarına, vahyin ilkelerine terstir. Böyle bir inancı taşımak
Kur'an dışıdır.
Kabirperestlik,
tevhit inancının maruz kaldığı ve kalacağı en tehlikeli belalardan biri olduğu
içindir ki, Hz. Muhammed'in bu belaya karşı sert uyarılarına tanık oluyoruz. O,
çok az kullandığı laneti, peygamber kabirlerini mabetleştirenlere, bayram
merasimleri için araç yapanlara göndermekte hiç duraksamamıştır. (bk. Süyûtî;
e l-Emr bi'l-İttiba', 3647) Daha ilginci ve ürperticisi şudur: Onun, bu
âlemden ayrılmadan önceki son sözünün şu hadis olduğu en titiz hadis
kritikçileri tarafından kaydedilmektedir: "Şunu bilin ki, insanların en
şerlisi peygamberlerinin kabirlerini mabetleştirenlerdir." (Elbânî; el-Ahâdîs
es-Sahîha, 3/124) Bu hadisin Beyhakî (ölm. 458/1065)deki şekli şöyledir:
"Hz. Peygamber'in ağzından çıkan son söz şudur: 'Allah, Yahudi ve
Hristiyanların canını alsın, çünkü onlar nebilerinin kabirlerini
mabetleştirdiler." (Beyhakî; Delâilü'n-Nübüvve, 7/204)
Şu
sözler de Peygamberimizindir: "İnsanların en kötüleri, kıyamet koptuğu
sırada hayatta olanlarla mezarları mabetleştirenlerdir." Ve: "Allahım!
Mezarımı, tapılan bir puta dönüştürme!. Ali a hin gazabı, nebilerinin
mezarlarını mabetleştirenlere çok şiddetli olacaktır." Ve. "Mezarımı
şölen yerine döndürmeyin!" (Bu hadisler için bk. İbn Teymiye;
el-Furkan, 140)
*
Kabri veya
içinde yatanı Allah ile kul arasında aracı kabul etmek:
Tasavvuf-tarîkat
geleneğinde, öze llikle Nakşî çevrelerde kabirlere yapılan rabıta bu
ikinci türdendir ve tevilsiz bir putperestlik kalıntısıdır.
*
Kabirlere
dilek ve nasip için bez-iplik bağlamak, mum-lamba yakmak, abdest malzemesi,
tespih, havlu vs. koymak.
*
Falan veya
filan türbenin şu veya bu dileğin yerine gelmesinde, şu veya bu hastalığın giderilmesinde
çare olduğunu düşünmek...
*
Rüya yoluyla mezar keşfetmek:
Bazı
seçkin kişilerin gördükleri söylenen rüyalarla bazı ünlü kişilerin bilinmeyen
mezarlarının yerlerinin belirlenmesi de kabirleri mabetleştirmenin bir uzantısıdır.
Îslam dünyası genelinde örneği çok olan bu türün ülkemizde en ünlü örneği
İstanbul'daki Eyüp Sultan Türbesi'dir. Söylentiye göre bu türbe, ünlü Osmanlı
sûfîsi Akşemseddin (ölm. 863/1459) tarafından rüya veya ilham
yoluyla keşfedilmiştir. Ve o günden sonra bu türbe hiç tereddütsüz Ebu Eyyûb
el-Ensârî (ölm. 51/671)nin türbesi olarak benimsenmiş ve "Eyüp Sultan"
adıyla mabetleştirilmiştir.
Bu
noktada iki islamdışılığm altını çizmek gerekiyor: Birincisi, kabir
mabetleştirmedir ki, ona değindik. İkincisi, ilham ve rüyanın herkesi
bağlayan bir kanıt olarak devreye sokulmasıdır ki, Îslam inancına açıkça
aykırıdır. Çünkü Îslam inanç sisteminin temel kabullerinden biri şudur: "İlham
ve rüyalar ilim sebeplerinden sayılamaz." Îslam inanç manifestosunun
bu ifadesinin bugünkü dille açık anlamı şöyle verilebilir: Hiç kimsenin
ilhamı ve rüyası, başkalarını bağlayan bir kanıt niteliği taşımaz.
Bunlar,
akait kitaplarına yazılmıştır ama, asırlardır bunların tam tersi hayata girmiş
ve dinleşmiştir. Anadolu'nun birçok yerindeki evliya, hızır vs.
türbesinin durumu işte bu yolla belirlenmiştir. Fıkıh bilgini Ebu Şâm e 'ye
göre, tüm bunlar şirkin bir uzantısıdır. Bu tür türbelerin tümünün tevhit
inancı adına yıkılması gerekir, (bk. Ebu Şâme; el-Bâis, 101-104)
Türk
illerindeki hemen her caminin bitişiğinde veya avlusunda bir veya birkaç ünlü
kişinin "türbe" adı verilen mezarı vardır. Bunun anlamı
nedir? İslam'ın hangi buyruğu, mabetlerin bitişiğine kabirler yerleştirilmesini
gerektirmektedir?
Kur'an
ve sünnetten bizim, en küçük bir kuşkuya düşmeden çıkardığımız şudur: Yanına-yöresine
bu tip kabirler yerleştirilen cami ve mescitlerde dinen namaz kılmak caiz
değildir. Ve doğrusu biz, bu Kur'an gerçeğini fark edeliden beri bu tip
camilerde namaz kılmamaktayız. Eğer namaz tevhit dininin ibadetiyse onun
tevhit ilkelerine uygun inşa edilmiş yerlerde kılınması gerekir. Aksi halde
hem tevhidi hem de Şintoizm'i memnun etmek gibi bir tutarsızlık sergilenmiş
olur.
*
Kabirler üzerine Kur'an ayetleri ve tanrısal adlar yazmak:
Bid'atlara
karşı mücadelesiyle tanınan ünlü fıkıhçı Türkmânî'ye göre bu tür
davranışlar en azından bid'attır. (Türkmânî, 1/215)
Eğer
kabir üzerine yazılan ayetlerden ölülere cennet, dirilere yarar sağlamak gibi
sonuçlar bekleniyorsa o zaman iş bid'at olmaktan çıkar, şirke girer. Çünkü bu
durumda, Allah'a ait özellikler, Kur'an ayetlerine verilmekte ve Kur'an,
Allah'a ortak edilmiş olmaktadır. Allah'a ortaklık söz konusu olduğunda bunun
aracının Kur'an olması hiçbir şeyi değiştirmez; şirk, şirktir.
*
Kabirler üzerine Kur'an okumak
veya okutmak:
Bu
da en azından bid'attır. Ünlü Osmanlı fakıhı İbn Abidîn (ölm. 1836)
böyle bir şeyin en azından mekruh olduğunu söylemektedir. Ona göre, böyle bir
şeyi vasiyet etmiş olanın bu vasiyeti geçersiz sayılmalı ve yerine getirilmemelidir,
(bk. İbn Abidîn; Resâil, 7. Risale, 1/168)
*
Kabir azabının kabir çukurunda
meydana geleceğine inanmak:
Kabir
azabı deyimi bazı hadislerde geçmektedir. O hadislerin sağlam olduğunu var
saysak bile bu, hiçbir zaman ölen insanın gömüldüğü yerde azap göreceği anlamına
gelmez. Îşi bu şekle sokmak, tevhit mantığından ve Kur'an ölçülerinden
uzaklaşmak olur.
Kabir
hayatı ve kabir âlemi tâbiri, dünya ile âhiret arası âlem demek olan berzah
âlemi serüveni için kullanılır. Berzah, âhiret ile dünya arasını ayıran
orta âlemin adıdır. Berzah, sözlük itibarıyla, ortaya giren, arada olan
şey demektir. Kur'an da bu kelimeyi bu anlamda kullanmıştır, (bk. Müminûn,
100; Rahman, 20; Furkan, 53)
Ölen
insanın ruhu berzah âlemine geçmekte ve kıyamete kadar orada, cennet veya
cehennem ehli oluşuna uygun bir devre geçirmektedir. Ruhun tekrar dünyaya
dönmesi ve yeni bir bedene girmesi olayı (reenkarnasyon) da (eğer varsa) bu
berzah âlemi ile dünya arası bir olaydır. Kıyamet ve âhiretle ilgisi yoktur. (Berzah
âlemi ve berzah hayatı ile ilgili geniş bilgiler için bk. Şah
Veliyyullah Dehlevî; Hüccetullahi'l-Bâliğa ve Oztürk; Kur'an
ve Sünnete Göre Tasavvuf)
İşte, din dilinde kabir azabı veya
kabir hayatı denen şeyin esası budur. Hiçbir ölü, gömüldüğü bir-iki
metrelik toprak mekânda azaba filan uğratılmaz. Azap veya ödülün, o toprak
mekânla, oraya gömülen ve bir süre sonra çürüyüp dağılacak olan bedenle bir
ilgisi yoktur. Elimizdeki akait kitaplarındaki kader anlayışının
Kur'an'daki kader kavramıyla bir ilgisi yoktur. O kitaplar yoluyla
asırlardır taşınan ve bizlere öğretilen kader, Bakara Suresi 104.
ayetin tam tersine giden bir toplum yaratmak isteyen saltanat odaklarının
kitleyi uyuşturmak için oluşturdukları Kur'an dışı bir anlayıştır. Bu
anlayışla Müslüman kitlelerin getirilmek istendiği yerin ne olduğunu, İslam'ın
temel kabulleri gibi benimsettirilen "ilkeler"den seçtiğimiz
şu birkaç örnek çok iyi göstermektedir: 1. Devlet başkanı, ahlaksızlık da
zulüm de işlese azledilemez. 2. Fâsık ve zalim bir imamın peşine de olsa namazı
cemaatle kılın. 3. Dünya, müminin cehennemi, kâfirin
cennetidir. 4. Her insanın cennetlik
veya cehennemlik olacağı, varlıklar âlemi yaratılmadan çok önce
belirlenmiştir...
Bu
noktaya getirilmiş kitlelerin yarınlara ümitle bakabilmelerinin biricik koşulu,
"gelecek bir kurtarıcı-mehdî" beklemektir. Çünkü bu kitlelerin
"gerekeni yapma" azim ve iradeleri felce uğratılmıştır; onlar ancak
gelecek olanı bekleyebilirler.
Kur'an'da,
bugün benimsenen şekliyle bir kader kavramı olmadığı gibi, "kadere
iman" diye bir tâbir de yoktur. Bu gerçek, Îslam ilahiyatının ünlü
isimlerinden Hüseyin Atay tarafından 1960 yılında yayınlanan "Kur'an'da
İman Esasları" adlı doktora teziyle ortaya konmuştu. Bu, bildiğimiz
kadarıyla Îslam tarihinde ilk kez ortaya atılan bir tezdi. Atay Hoca bu
tezi yüzünden, Ehlisünnet akidesini bozmakla suçlandı.
Atay,
bir
ilim adamı sıfatıyla çalışmalarını sürdürdü. Çalıştığı konulardan biri de,
mensubu bulunduğu Ehlisünnet inancının temel kitaplarından bazılarını yazmış
bulunan ünlü Mâtürîdî kelamcısı Ebu'l-Mu'în en-Nesefî (ölm.
508/1115)nin düşünce dünyası idi. Bu çalışmanın bir parçası olarak, Atay
Hoca, Nesefî'nin, el yazması halinde duran eseri "Tabsıratü'lEdill
e"nin 18 yazma nüshasını karşılaştırarak bir basımını yapmak
istiyordu. Bunu yaptı ve o eserde şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştı: Ehlisünnet
mezhebinin inanç temellerini belirleyen en büyük ekol olan Mâtürîdîlik'in en
önemli ismlerinden biri olan Nesefî, kader konusunda Hüseyin Atay'
ın söylediğinin aynısını söylüyordu. Atay'dan 850 yıl önce... Eseri,
birçok benzerleri gibi, el yazması halinde beklediği için düşünceleri saklı
kalmıştı.
Ebu'l-Mu'în en-Nesefî, anılan eserinde imanın şartları konusunda şöyle diyor: "İman
esaslarına gelince bunlar, 5 tanedir: 1. Allah'a, 2. Meleklere,
3.
Kitaplara,
4. Peygamberlere, 5. Âhirete iman. Aynen bunun gibi ibadetler de 5'e
ayrılır..." (Nesefî'nin Tabsıra'sından naklen
Atay; Kur'an'da Îman Esasları, 146)
Nesefî
burada
iki Kur'andışılığı aynı anda düzeltmiştir:
1.
Kur'an'ın gösterdiği iman esasları içinde kadere iman diye bir şey yoktur, 2.
Geleneksel kabullerin "İslam'ın Şartları" diye öne çıkardığı beş
kavram İslam'ın şartı değil. İslam'daki temel ibadetlerdir. İslam'ın şartları
Kur'an'ın bütün hükümleridir.
Peki,
kadere iman nereden ve nasıl çıktı ve iman esasları arasına nasıl sokuldu?
O
tâbir, İslam inançlarının içine, bir hadise, daha doğrusu hadis diye ortalıkta
dolaştıralan bir söze dayanılarak sokulmuştur. Oysaki o söz, bugünkü kader
anlayışını savunanların deyimiyle bir "haber-i vâhit"tir,
yani bir tek kişinin rivayetidir. Ve onların da kabul ettikleri bir kurala
göre, haber-i vahit imanla ilgili konularda delil olmaz. (Bu konuda
ayrıntılar için bk. Atay; anılan eser, 133-146)
Haber-i
vahidin (Peygamberimizden tek kişi tarafından nakledilen
sözün) iman konusunda delil olamayacağını, iman konusunda delil olacak bir
rivayetin mütevâtır (tarihsel açıdan gerçekliği kesin) olması gerektiğini
söylemişlerdir ama, kendi anlayışlarına uygun yerlerde haber-i vahidi delil
saymışlardır. Haber-i vahidin, bırakın iman alanını, ibadet alanında kanıt
olduğu bile tartışmalıdır, (bk. Gazali; elMüstasfa, 1/440-444)
Ceza
hukuku alanında da durum budur. Haber-i vahit ukûbatta
(ceza alanında) da delil olmaz demişlerdir, ama bu ilkeyi belki yüzlerce
kez çiğnemişlerdir. Sadece ta'zîr (ürkütüp sakındırma, engelleme)
cezalarıyla ilgili koydukları kurallar (ki bunlar yüzünden binlerce insan
katledilmiştir) bu ilkeleri nasıl çiğnediklerinin sayısız kanıtını
taşımaktadır.
Kur'an'da
kader kavramı apayrı bir anlamda kullanılmaktadır.
Nedir o anlam?
Kader
sözcüğü Kur'an'da 11 yerde geçmekte ve tümünde de "ölçü" anlamında
kullanılmaktadır. Türkçe'deki "miktar" (Arapça
özgün şekliyle mikdar) sözcüğü de ölçü anlamındadır ve kader kökündendir. Allah
her şeyi bir ölçüye göre yapıp yönetmektedir. Platon 'un güzel
deyimiyle "Tanrı hep geometri kullanmaktadır." Her şeyin
hazinesi onun katindadır ve O, o hazineden her şeyi belli bir ölçü içinde
indirmektedir. (Hicr, 21) Gökten su ölçüyle iner (Müminûn, 18; Zühruf, 11);
inen suyun yeryüzünde vadilerde dolaşması bile ölçüyledir. (Ra'd, 17)
Topraktan pınarlar fışkırması, fışkıran suların birleşmeleri yine belli bir ölçüye
göredir. (Kamer, 12)
Tüm
bu ölçüye bağlılıklar, kader kelimesi veya türevleri kullanılarak ifade
edilmiştir. Ve bu ifadelerle önümüze konan kader kavramının temel amacı, insanın
fiillerinin belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta keyfîlik ve
raslantının bulunmadığını göstermektir.
Kur'an,
kader kavramıyla varlık ve oluşta tesadüfün değil, ölçü ve bilincin egemen olduğuna
dikkat çekmek peşindedir.
Kur'an,
kader kavramıyla "sünnetullah" da denen tabiat kanunlarını
kastetmektedir. B u kullanım, şu ayetlerde herkesin
anlayabileceği açıklıktadır: Ra'd, 8, 17; Hicr, 21; Müminûn, 18; Ahzâb, 38;
Şûra, 27; Zühruf, 11; Kamer, 49; Talâk, 3; Mürselât, 22) Ahzâb 38. ayette hem kader
sözcüğü, hem de sünnetullah (Allah'ın tavrı-tarzı) tamlaması
kullanılarak Tanrı'nın varlığa koyduğu yasaların değişmezliği gösterilmiştir.
Bu ayette ayrıca, kader ile sünnetullah kavramlarının eşanlamlı olduklarına da
dikkat çekilmiştir. Sünnetullahın değişme ve bozulmaya asla uğramayacağı birçok
ayette, pekiştirilmiş ifadelerle verilmiştir, (bk. Isra, 77; Ahzâb, 62; Fâtır,
43; Fetih, 23)
Kader
kökü
nden gelen ve ölçüye bağlamak anlamında olan "ta kdir" sözcüğü
de tabiat kanunları, değişmez ölçüler, yani sünnetullah anlamında kullanılmıştır.
Bu kullanıma göre, Ay ve Güneş'in belirlenmiş ölçülere göre seyretmeleri,
göklerin düzenlenmesi, kısacası her türlü iş ve oluşun, her türlü yaratılış ve
yaratışın seyri Allah'ın bir takdiridir, (bk. En'am, 95; Furkan, 2; Yâsîn, 38;
Fussılet, 12)
Allah'ın
isim-sıfatlarından olan ve Kur'an'da 39 yerde geçen Kadir ile 7 yerde
geçen Kadir sözcükleri de kaderle aynı kökten gelen kelimelerdir.
Ikisinin sözlük anlamı da "her şeyi kudretiyle belirleyen, ölçüye
bağlayan" demektir. Yine Allah'ın isim-sıfatlarından biri olan ve
Kur'an'da 3 yerde geçen Muktedir sözcüğü de kaderle aynın kökten olup "kudretiyle
her şeyi bir ölçüye bağlı olarak çekip çeviren" demektir.
Kur'an'daki
kaderin anlamı budur. Ve bu anlamda bir kaderin değişmezliği, Allah'ın tabiata,
varlığa koyduğu yasaların değişmezliğidir ki, Kur'an bunu açıkça ve defalarca
ifade etmiştir.
Bu değişmezlerin insanın
fiilleriyle, iradesi ve özgürlüğü ile bir ilgisi yoktur. Oradaki değişmezlik,
kanunların Yaratıcı tarafından koyulmasıdır. Insan fiillerinin Yaratıcı
tarafından öncede n belirlenme s i değil dir. Biz, varlığın ve evrenin
yönetimine, iş ve oluşa, ontolojik yapıya ilişkin kanunlar koyamayız; bizim
böyle bir yetkimiz yoktur. Ama biz, kendi fiillerimiz, yönetimimizle ilgili kanunlar
koyarız ve koymalıyız. *
Kaderin
insanın fiillerini önceden belirleyen bir sistem olduğunu söylemek.
*
İnsanın
alnında, geleceğini belirleyen bir yazının bulunduğunu söylemek.
*
Hayrın
Allah'tan geldiği gibi şerrin de Allah'tan geldiğini söylemek:
Şer
Allah'a izafe edilemez. Şerri de, elbette ki her şeyin yaratıcısı olan Allah
yaratır ama öncelikle ve ilke olarak yaratmaz, insanın istek ve iktisabı
(kazanması) üzerine yaratır. Yaratır ki insanı sorumlu tutsun. Allah, öncelikle
ve ilke olarak sadece hayrı ve güzeli yaratır: "O odur ki, yarattığı
her şeyi güzel yarattı ve insanın yaratılışına çamurdan başladı." (Secde,
Hak dininde vücut verilen sapma ve saptırmaların en acımasızları, hatta en
zalimleri kadınlar ve kadın haklarıyla ilgili olanlardır denebilir.
İslam,
kadını çok kötü bir konumda buldu ve tüm karşı çıkışlara rağmen onu oldukça iyi
bir duruma getirdi. Daha iyi bir konuma ulaştırılması için de önerilerde
bulundu. Ne yazık ki, Hz. Peygamber'in bu dünyaya veda edişinin hemen
ardından, bu önerilerin tam tersi yapılarak kadına Kur'an'ın ve Peygamber'in
verdiği haklar bir bir geri alındı. İslam Peygamberi'nin dünyadan ayrılışından
sonra hortlayan müşrik Arap şuuraltının en zalim tahriplerini sergilediği
alanlardan biri de kadın haklarıdır demek fazla abartma olmayacaktır.
işin
en ürkütücü tarafı, bu tahriplerin "dinİslam" adı altında yapılması
ve her biri için din içinden birer kılıf bulunmasıdır. Bu kılıfı bulmak için en
verimli yol olarak hadis uydurma seçilmiştir. Putperest veya yarı putperest
kadın düşmanı Arap örflerini dinleştirmek için akıl almaz yalanlar söylenerek
bunlar "hadis" adı altında Allah Elçisi'ne mâl edilmiştir. Bununla
da yetinilmemiş, Kur'an ayetleri üzerinde anlam kaydırmalarına gidilmiş, yorum
adı altında, ayetlere eklemeler yapılmış ve buradan hareketle ulaşılan kadın
aleyhtarı sonuçlar hızlı bir biçimde fetvalaştırılar ak "müfta bih kavil:
fetvaya esas olan söz" veya "ulemanın icmaı" yaftalarıyla
naslarm (vahiy normlarının) üstüne çıkarılmıştır. İslam dünyasında kadın
haklarıyla ilgili bugünkü kabullerin tamamına yakını, vahiy kaynaklı tespitler
olmaktan çok, Hristiyan konsillerinin kararlarını andıran ulema fetvalarıdır.
Bu
fetvaların daha uzun süre din olmaya devam edecekleri söylenebilir. Çünkü
Ortadoğu'da kitleleri çağ dışı ve İslam dışı despotizmlerle güden siyasetlerin
kadın haklarını geleneksel çerçevenin dışına çıkarmaları, bindikleri dalı
kesmeleri olur. Hiç kimse bindiği dalı kesmek gibi bir "fedakârlık"
içine girmez. Bu dal, ancak ona binerek hayat sürenlerin kahrı altında ezilen
halk kitlelerinin, özellikle kadınların kıyamıyla (baş kaldırmasıyla)
kesilebilir.
Ne
yazık ki, İslam dünyası denen coğrafyalarda bu kıyamdan öncelikle yararlanacak
olan kadınlar, kendileri için çırpınan düşünce ve düşünürlerin yanında olmak
yerine onları cehennemlik ilan eden ruhban bozuntusu zalimlerin yanında
durmaktadır. Cumhuriyet'in açtığı özgür irade ve düşünce ufku sayesinde farklı
duran Türkiye'de de son yıllarda ruhban zulmüne destek yönünde ürkütücü bir
ilerleme görülmektedir.
Bu kıyam olmasın diye Ortadoğu
despotizmleri her türlü tedbiri almaktadır. Ortadoğu halklarının bunu İslam nasil yozlaştirildi
fark
etmeleri hem bu topraklardaki despotizmlerce istenmiyor, hem de İslam'ı 21.
yüzyılın gözünde karanlık ve kanlı göstermeyi temel strateji yapmış Batı
dünyasınca. ..
Kitleler
uyanıp Cumhuriyet Türkiyesi'nin temsil ettiği ufuk açıcı örnekler
benimsenmedikçe Ortadoğu despotizmlerinin kahrı devam edip gidecektir.
Burada
bizim için birinci derecede önemli olan, Cumhuriyetin, daha doğrusu sahip bulunduğumuz
nimetin kıymetini bilmek ve dinimize saygımızı aleyhimizde kullanan
faaliyetlerin oyununa gelmemektir. Yoksa yarınlarımıza ve çocuklarımıza yazık
etmiş oluruz.
*
Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia etmek:
Bu
İslam dışı kabule dayanak sağlamak için önce Kur'an'da bir anlam kaydırması
yapılmış, sonra da hadis adıyla ortaya sürülen bazı uydurmalarla kadın,
erkeğin bir tür artık ve atığı konumuna getirilmiştir.
Anlam
kaydırması, Nisa Suresi 1. ayetinde yapılmıştır. Ayet şu: "Ey insanlar!
Sizi bir tek canlıdan yaratan, ondan onun eşini de vücuda getiren ve o
ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten rabbinize karşı gelmekten
sakının..."
Bu
ayette geçen "bir tek canlı" karşılığı kullanılan "min
nefsin vâhidetin" ifadesindeki "nefs", her nedense
erkek anlamında yorumlanmış, böyle olunca da kadın, erkekten yaratılmış bir
ikincil canlı durumuna gelmiştir. Oysaki "nefs" kelimesi her türlü
canlıyı ifade eder. Dahası, gramatik olarak bu kelime dişildir. Nitekim
ayette sıfatı olarak kullanılan "vahide" kelimesi de,
sıfat-mevsûf (niteleyen-nitelenen) uyuşumu için dişil (müennes) seçilmiştir.
Yani eğer kelimeler üzerinden yürüyeceksek, kadının erkekten değil, erkeğin
kadından doğduğunu söylememiz gerekecektir.
Ama
Kur'an'ın vermek istediğinin bunlarla ilgisi yoktur. Kur'an'ın anlatmak
istediği, canlıların üremesinde-artmasında hücre bölünmesinin gündeme
getirilmesidir. Ayetin cinsiyetle filan alakası yoktur. Ayetle ilgisi varmış
gibi tefsirlere sokulan bu yorum, Beniisrail çevrelerinin eski kabullerinden
ibarettir. Bu kabuller, ne yazık ki, geleneksel İsrailiyatçı zihniyetlerce İslam
bünyesine sokulmuştur.
Ayette
geçen "zevç" kelimesi de erkeğin eşi yani kadın anlamında
yorumlanmıştır ki bu da yanlıştır. Kur'an bu kelimeyi her türlü polariteyi-pariteyi
ifade etmek için kullanır. Tüm canlılar, tüm bitkiler, tüm varlıklardaki çift
kutupluluk, zevciyet kelimesiyle ifade edilir. Hücredeki bölünme halinde
doğan ikilikler de bu kelimeyle ifade edilmektedir. Bunun, kadınerkek
cinsiyetiyle kayıtlanması yanlıştır. (Bu konuda bk. KTK, Zevciyet mad.)
Kaburga
kemiği hikâyesine gelince, bu, Tevrat kaynaklı bir
kabuldür. Yahudi geleneğinde yeri vardır. O gelenekten kaynaklanan bir
örnekleme, kadının fazla zorlamaya gelmediğini, üstüne üstüne gidilmesinin yanlış
olduğunu anlatırken, "Kadın kaburga kemiğinden yaratıldı, yapısında
eğiklik vardır; fazla doğrultmaya kalkarsan kırılır." demektedir. Hz.
Peygamber, kadın konusunda konuştuğu bir sırada yörenin çok kullandığı bu
örneklemeyi kullanmıştır. Bunun böyle olduğunu, sahabî neslinin hocalarından
biri olan İbn Abbas (ölm. 68/687), açıkça bildiriyor.
İbn Abbas böyle
diyor ama, sahabî neslinin "kez z âb" yani sınırsızca yalan
söyleyen kişi diye damgaladığı Ebu Hureyre aksini söyleyerek bu sözün
hadis olduğunu iddia ediyor. (Ebu Hureyre'nin şaibeli kimliği, İslam'ı
tahrip ve tahrif etmek isteyen Yahudi hahamları, özellikle ünlü casus-tahripçi
Ka'b el-Ahbâr tarafından nasıl kullanıldığı, İslam'a verdiği zararlar ve
güvenilmezliği hakkında Mısırlı bilgin Mahmud Ebu Reyye (ölm. 1970)nin
ölümsüz eseri "Şeyhu'l-Madîra Ebu Hureyre "nin
okunmasını önemle tavsiye ederiz.)
Kime
inanacağız? Ebu Hureyre (ölm. 58/677) gibi, her yanı şaibeli, yalancı
damgası yemiş, bu yüzden Ali, Ömer ve Âişe gibi büyük sahabîlerin
takibine uğramış birine mi, yoksa "müfessirlerin babası, sahabenin
hocası" gibi unvanları olan ve Peygamberimizin "Allahım!
Buna, dinin inceliklerine nüfuz gücü ver, din buyruklarının özünü yakalamayı
ona nasip et!" duasıyla lütuflandırılmış bir büyük sahabîye mi?
Biz
bu rivayete de, o rivayete destek sağlamak için Kur'an ayetinde vücut verilen
anlam kaydırmasına da karşıyız. Kadın, kimsenin kaburga kemiğinden
yaratılmamıştır, erkeğin uydusu filan da değildir. Tıpkı erkek gibi,
yükümlülükleri vardır, ama tıpkı erkek gibi, hakları da vardır. (Kaburga kemiği
meselesinde ayrıntılar ve kaynaklar için bk. Kİ, 531-536)
* Kadının boşama hakkı olmadığını
söylemek veya bu hakkın kullanımını zorlaştırmak:
Boşama
hakkı, Kur'an tarafından kadın-erkek ayrımı yapılmadan ilkeye bağlanmıştır.
Bakara Suresi 229. ayet: "Boşama iki kezdir. Bunun ardından ya iyilikle
tutmak, yahut da güzelce serbest bırakmak gerekir" diyor. Ayet,
hakkın kimde olduğundan söz etmemiştir. O halde, genel kural gereği, hak, tarafların
her birince kullanılabilir.
Geleneksel
fıkıh, tüm alanlarda olduğu gibi, burada da kadının aleyhine yoruma giderek
kadının boşama hakkını kullanmasını "hull ve tefviz" denen
şartlara bağlayarak zorlaştırmıştır. (Bu şartlar için bk. Kİ, 432435)
Erkeğe gelince o, istediği anda, istediği şekilde boşama hakkına sahiptir.
isterse ağzından çıkacak bir tek "Boşsun!" sözcüğüyle...
* Erkeğin isteğini boşanma için
yeterli görmek:
Bu
da acımasız bir saptırmadır. Kur'an, boşanma için ana başlık olarak bir tek
sebep kabul etmektedir: Geçimsizlik. Bu ana başlığın (geçimsizliğin) değişik
türleri olabilir, bu ayrı bir meseledir.
Temel sebep geçimsizlik olunca, bunun
varlığını belirlemek, boşanma isteyen tarafa bırakılamaz. Hukuk mantığı ve
hukukun gayesi bunu gerektirir. Sebebin varlığını ileri süren tarafın doğruyu
söyleyip söylemediğinin araştırılması kaçınılmazdır. Yani geçimsizliğin olup
olmadığına yargı-mahkeme karar verecektir. Kur'an, işte bunun için, boşanmaya karar
verme yetkisini yargıca-yargıçlara vermiştir. Taraflar, geçimsizliğin varlığını
beyan ederek işi hakeme/hakime götüreceklerdir. Hakemler/hakimler önce
barıştırmayı deneyecekler, bunda başarılı olamazlarsa boşanmaya karar vereceklerdir,
(bk. Nisa, 35, 128, 130)
Tüm
bu aşamalar, süresi ne kadar uzun olursa olsun, bir boşanma (bir talâk) demektir.
Bir gün de sürebilir, beş yıl da sürebilir. O önemli değildir. Karar
verildikten sonra çiftlerin ayrı yaşamaları başlamış olacaktır.
Geleneksel
fıkıh burada da bir hak ihlali sergilemekte ve erkeğe verdiği boşama hakkının,
ağızdan çıkacak bir "Boşsun!" veya "Seni boşadım!" sözüyle
vücut bulduğunu kabul etmektedir. Böyle olunca da ayrı yaşamanın getirebileceği
tekrar birleşme ihtimali ortadan kalkmaktadır. Îş
bununla da kalmamış, hak ihlali çok daha ileri boyutlara götürülmüştür. Şöyle:
* Üç talâk (boşama)ın gerçekleşmesini
erkeğin ağzından çıkacak "üç" sözüyle tamamlanmış saymak:
Kur'an,
boşanan tarafların tekrar birleşmelerini önermiş, bunun için imkân
hazırlamıştır. Birinci talâk üzerine ayrı yaşamaya başlayan taraflar, başka
biriyle cinsel temasta bulunmamış olmak koşuluyla, tekrar birleşmek isterlerse
birleşir, yuvalarını devam ettirirler. Îkinci bir talâk halinde bu imkânı yine
kullanabilirler. Kur'an'ın bu tutumu dikkatle incelendiğinde burada, günümüz Medenî
Kanun'undaki "ayrı yaşama" kararının yarattığı sonuca
benzeyen bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılır. Çünkü taraflar, hiçbir
müdahale ve işleme gerek kalmadan tekrar birlikte olabileceklerdir.
Olay
üçüncü kez tekrarlanırsa tarafların yeniden birleşmeleri, kadının bir başka
erkekle evlenip boşanması şartına bağlanmıştır.
Kur'an
böylece, evlilik kurumunun yaz-boz tahtasına dönüştürülmesini önlemek
istemiştir.
Geleneksel
fıkıh, hiçbir vahyî-hukukî dayanağı olmadan, bu "üç talâk" konusunu
erkeğin ağzından çıkacak bir "üç" kelimesiyle bitmiş
saymaktadır. Yani erkek, karısına "seni üç talâkla boşadım" derse
artık bunların bir araya gelmeleri mümkün olmayacaktır. Bu saptırmayı
yasallaştırmak için sergilenen oyunlar çok çirkindir. Bu yanlışı düzeltmek için
ünlü "hullehull eci" oyunlarının sahnelendiğini hepimiz
bilmekteyiz. Erkeğin ağzından çıkıveren bir kelime yüzünden yuvasını ve
kocasını kaybeden kadın, yuvasına ve eşine dönmek için, kiralanmış bir adamla (hulleci)
sözde bir nikâh kıymakta, sonra o adam tarafından yine sözde boşanmakta ve
ancak ondan sonra eski kocasıyla birlikteliğini yeniden kurabilmektedir.
İç
içe yanlışlar, iç içe saptırmalar, zulümlerle karşı karşıyayız. Ve bunların
tümünde acıyı çeken, kadındır.
Geleneksel
fıkıh despotizminin 1 slam'ın başına neler açtığını biraz
daha yakından görelim: 1. Boşama yetkisi haksız bir biçimde sadece erkeğe
veriliyor, 2. İki kez boşanıp birleşebilme imkânı, erkeğin ağzından çıkacak
"Seni üç talâkla boşadım" sözüne bağlı kalınarak kullanılmaz hale
getiriliyor, 3. Ağzından çıkan bir kelimeyle eşini ve yuvasını kaybettiğini
anlayan erkeğin hatasını tamir yükümlülüğü yine kadına yükleniyor. Kadın bir
başka erkeğe geçici bir süre (hülle adıyla) teslim ediliyor. Yani erkeğin öfke
ve hatasının cezasını kadın ödüyor.
Şimdi,
duruma, Kur'an'ın boşanmayla ilgili temel kabullerini dikkate alarak bakalım:
Taraflardan
her birinin boşanma ve boşama hakkı vardır. Bu hak egoist keyifler için kullanılamaz.
Ortada boşanmayı gerekli kılan bir geçimsizlik olmalıdır. Bu sebebin varlığını
öne sürerek boşanma isteyen taraf, bu isteğini şartlara, zamana, zemine göre
oluşmuş karar mercilerine (günümüzde mahkemelere) iletecektir. Kendisi
"Geçimsizlik var, ben boşanıyorum" veya "Seni boşuyorum"
diyerek evliliği bitiremez, mutlaka yetkili mercie baş vuracaktır.
Merci,
önce tarafları barıştırmayı ve yuvayı kurtarmayı deneyecektir. Bunda başarılı
olamazsa boşanmaya karar verecektir, (bk. Nisa Suresi, 128, 130) Bu işler
hangi uzunlukta bir süre alırsa alsın, verilen karar "bir" boşanma
(bir talâk) hükmündedir. Yani taraflar isterlerse yeniden bir araya gelebilir,
yuvalarına, evliliklerine kaldıkları yerden devam edebilirler.
Bu
durum iki kez tekrarlanabilir. Üçüncü kez tekrarlandığında kadının bir başka
erkekle evlenip boşanması gerçekleşmedikçe eski evlilik tazelenemez. Kadının
başka bir erkekle evlenip boşanması bir muvazaa ile (hülle) çözülemez. Ciddi
biçimde bir evlilik yapılmalı ve ciddi biçimde bir boşanma gerçekleşmiş
olmalıdır.
Hülle
rezaleti İslam'ı yüzyıllardır simsiyah gösteren ve adına hile-i şer'iye denen
çirkin oyunlardan biridir ... (Boşanma ile ilgili saptırmaların ayrıntıları
için bk. Kİ, 430-441)
Kur'an'ın
verileri esas alındığında kadının da erkek gibi, boşama hakkı vardır ve bu hak
hiçbir ağırlaştırıcı usule bağlanamaz.
Şimdi
burada bir noktanın altını çizmek borcundayız:
Şurada
verdiğimiz bilgiler ve çizdiğimiz tablolar esas alınarak bakıldığında, bugünkü
medenî dünyanın, o arada Türkiye Cumhuriyeti'nin, evlenme ve boşanma konusunda
geçerli saydığı hukuk-kanun düzeninin Kur'an'ın ideallerine, gelenekçi fıkıh
despotizminin tavrından daha uygun olduğu anlaşılır.
* Kocanın, karısını dövme hakkının
olduğunu iddia etmek:
Bu
iddia da kadın aleyhindeki geleneksel baskının sergilediği saptırmalardan
biridir. Ve bu saptırma, ne yazık ki Kur'an'ın Nisa Suresi 34. ayetine dayandırılmaktadır.
Bu
dövme konusunda sadece bir değil, iki tutarsızlık sergilenmektedir.
Tutarsızlıkların ikisine de Nisa 34'teki bir tâbir âlet edilmektedir:
Geleneksel kabulün, "Dövün!" diye tercüme ettiği
"fadribuhünne" cümlesi... Bu cümlede bir edat, bir emir ve bir zamir
yer almaktadır. Omurga kelimemiz, emirdir.
Bu
emir, Arapça'da yirmiye yakın anlamı bulunan "darb" kelimesinden
türeyen bir emirdir. Ayetteki durumu, hem üçlü (sülâsî) kalıptan hem dörtlü
(rubaî) kalıptan alınmasına uymaktadır.
Nisa
34. ayete önce geleneğin kabulleri açısından, sonra da bu kabullerin dışından
bakacağız. Geleneğin kabulleri acısından baktığımızda burada bir saptırma, bir
de tutarsızlık dikkat çekiyor. Saptırma, dövmeye gerekçe yapılan
"suç"un niteliğindedir. Tutarsızlık ise bu suça verilen dövme
cezasının uygulama biçiminde...
Geleneksel
kabul, ayetteki "darb" sözcüğünü "dövmek" anlamıyla alıyor.
Bunun doğru olduğunu var sayalım. O zaman iki soru gündeme gelecektir:
1.
Dövme,
hangi suçun veya suçların karşılığı olacaktır? Bu "suç", geleneksel
anlayışın iddia ettiği gibi öyle "huysuzluk, geçimsizlik,
dikbaşlılık"değildir, ayetin deyimiyle "nüşûz" eylemidir. Nedir
kadının bu nüşûzu? Isfahanlı Râgıb'ın beyanıyla "nüşûz, kadının, kocasına
kin tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır." (bk.
el-Müfredât, K. V. M. mad.) Arapça'nın anıt lügatlerinden biri olan el-Kâmûs
el-Muhît ise nüşûzu, çevirmeni Asım Efendi'in Türkçesiyle şöyle tanıtıyor:
"Nüşûz; hatun, zevcine buğz ve adavet idüp isyan ile muamele eylemek
manasınadır." Yani "nüşuz, hanımın, kocasına, düşmanlık ve kinle
isyan etmesidir."
Demek
oluyor ki, her şeyden önce, dövmeye gerekçe yapılan şey, gelenekçi zihniyetin
söylediği gibi "huysuzluk, geçimsizlik" değildir; düşmanlık, başkasına
göz koyma, kin tutma, sadakatsizlik sonucu kocaya karşı bir isyanın
başlatılmasıdır. Kısacası, bir iffetsizlik ve sadakatsizlik söz konusudur...
2.
Dövme
anlamında alınan darbı kim uygulayacaktır? Dövme, ister
had (nasla belirlenmiş ceza), ister ta'zîr (nasla belirlenmemiş suça,
yönetimin ceza takdir etmesi) sonucu olsun bir müessir fiildir. iki halde de
kamu otoritesi tarafından infaz edilecektir; aksi halde ihkak-ı hak (kişinin
kendi hakkını kendisinin alması) söz konusu olur. İhkak-ı hak kanun
dışıdır. Bu demektir ki dövmeyi, bir şikâyet üzerine, kamu otoritesi hükme
bağlayıp uygulayacaktır.
Yani,
Nisa 34. ayette kadının dövülmesi vardır desek bile bu, kocanın karısını
dövmesi ilkelliğine gerekçe yapılamaz. Kadın, din emri (!) olarak dövülecekse
bunu ilgili kamu görevlileri yapacaktır.
Nisa
34. ayete geleneksel kabullere takılmadan bakarsak ne görüyoruz?
Birincisi:
Kur'an, kesinleşmiş zina suçuna dövme cezası veren bir kitaptır. Böyle bir
kitabın, sadakatsizlikten kuşku haline aynı cezayı vermesi bir teşriî (kanun
koymaya ilişkin) tutarsızlık olur. Kur'an böyle bir tutarsızlıktan
arınmıştır.
İkincisi:
Kur'an, "nüşûz" sözcüğünü, Nisa Suresi 128. ayette erkek için
de kullanmıştır. Erkeğin nüşûzunda hiçbir cezadan söz edilmez; sadece aile içi
huzuru sağlamaya yönelik tedbirlerden söz edilir. Peki, neden erkek nüşûzunda
tedbir de kadınınkinde dayak?
Geleneksel
kabul, "Kitap böyle" diyor şeklinde cevap verir. Hayır, kitap
öyle demiyor. Kitap, kadının nüşûzunda da tedbirler öneriyor.
Şunu
da hemen ekleyelim: nisa 34'te erkeklerin sıfa¬tı olarak çoğulu kullanılan
"kavvâm" kelimesi de ge¬lenekçi anlayışın tercüme ettiği gibi
"hakim, yönetici" filan demek değildir. Kollayıp gözeten (muhafaza ve
müraat eden) demektir. Nisa 135 ve mâide 8'de de aynı anlamda kullanılmıştır.
Nitekim el-kâmûs el-muhît, nisa 34'teki "kavvâm" sözcüğünü
anlamlandırırken bunun "kadının işleriyle meşgul olmak" (kıyam bi
şuûni'l-mer'a) anlamına geldiğini söylemiştir.
işin
gerçeği budur ama geleneksel tevilcilik gerçeği değil, kendi hesabını esas
almaktadır. Tarih boyunca hep böyle yapmıştır. Hesaba göre fetva bu
tevilciliğin temel tavırlarından biridir. Osmanlı'nın hem de "en âlim
ve en fazıl" vezir-i âzamlarından biri olan Lütfi Paşa (16. yüzyıl)
zina eden kadınların cinsel organlarını dağlatıyordu. Aynı suçu keyfince
işleyen erkeklere neden aynı cezayı vermediğini soran eşini ise "erine
hürmetsizlikken dayağa çekmişti.
Duruma
sünnet açısından da bakalım: Geleneksel hurafecilik, herhangi bir konuda
Kur'an'dan bir dayanak bulamayınca işi "sünnet" vadisine çeker.
Oradaki bulanık sularda kendisini destekleyecek bol uydurma bulacağından çok
emindir. Ama bazan hayal kırıklığına uğrar. Çünkü sünnet malzemesinin uydurma
olmayanları da vardır.
Hz.
Peygamber Nisa 34'ü sözlü ve uygulamalı sünnetiyle nasıl yorumlamıştır?
Peygamberimiz,
hayatı boyunca, zina iftirasına maruz kalan eşi de dahil, hiçbir hanımına el
kaldırmamıştır. Peki, onun hayatında, Nisa 34. ayetin sünnetle yorumu
sayabileceğimiz ne vardır? Biri söz, biri fiil şu iki yorum vardır:
Sünnet
adına en güvenilir metin olarak düşünülebilecek Veda Hutbesi'nde,
Peygamberimize isnat edilen şu sözleri görüyoruz: "Kadınlar üzerinde sizin
hakkınız, onların sizin y ataklarınızı/namuslarınızı bir başkasına
çiğnetmemeleridir. Eğer bu hakkınızı korumaz ve yatağınıza bir başkasını
sokarlarsa onları, yaralama noktasına gelmeyecek biçimde dövün..." (Beyhakî;
Delâilü'n-Nübüvve, 5/436)
Kur'an'ı
dışlamada birinci derecede destek yaptıkları sünnet işte bunu söylüyor. Eğer
bu söz gerçekten Hz. Peygamber'in ise (karar, gelenekçi-anlayışa bırakılmıştır)
o, kocasının yatağına yabancı bir erkeği almış, zina suçu işlemiş bir kadının
kocası tarafından ancak yaralama noktasına gelmeyecek, iz kalmayacak (gayrı
müberrih) biçimde hafifçe dövülmesine izin vermektedir. Hal böyle iken, aynı
Peygamber nasıl olur da "huysuzluk, dik başlılık, saygısızlık etmesinden
kuşku duyulan" kadınlara dayak atılmasını yasallaştırır?
Şimdi,
Kur'an'dan bakalım: Nisa 34. ayette iffetsizliklerinden, düşmanlıklarından
kuşku duyulan kadınlara öngörülen "ceza"lar içinde dövme
yoktur. Daha doğrusu Nisa 34. ayette, öngörülen bir ceza yok, alınması
gereken bazı tedbirler vardır. Dayak bir müessir fiildir; dayaktan tedbir
olmaz, ceza olur.
Nisa
34. ayetteki "darb" kelimesi Kur'an'daki
kullanımının dışına çıkarılarak bir oyun oynanıyor ve kadının en küçük
bir itirazı bile mahkûm edilerek erkeğin dayağıyla cezalandırılıyor. Tam bir yargısız
infaz... Yargısız ve bazen sadist infaz... Kadın bir tür köle durumuna
düşürülüyor.
Doğrusu
nedir? Nisa 34. ayette öngörülen tedbir nedir? Oradaki "dövmek"
anlamında alınan ve erkeğin doğal hakkı haline getirilen "Darb ediniz!"
ifadesinin gerçek anlamı nedir?
Önce,
Nisa Suresi 34. ayette geçen darb sözcüğünün Kur'an'daki kullanımlarını
görelim:
1.
Örnek
vermek, örneklerle anlatmak: Örnek olarak bk.
İbrahim, 24; Nahl, 75-76; Rûm, 28
2.
Gezip
dolaşmak, seyahat etmek: Örnek olarak bk. Nisa 94, 101;
Mâide, 106
4.
Uzaklaştırmak,
uzakta tutmak: (bk. Zühruf, 5)
5.
Mühürlemek,
damgalamak, tıkamak: (bk. Bakara, 61; Kehf, 11)
Darb
sözcüğünün
vurmak anlamındaki kullanımları ise şöyledir:
6.
Yüze
ve sırta vurmak: Bu kullanım, vücûh (yüzler) ve edbâr
(sırtlar) sözcükleriyle daima birliktedir, (bk. Enfâl, 50; Muhammed, 24)
7.
Elle vurmak: Bu
kullanım, câr edatı (Ba) iledir, (bk. Saffât, 93)
8.
Boyun
ve parmakları vurup uçurmak: Bu kullanım a'nak (boyunlar)
ve benân (parmaklar) kelimeleriyl e bir kullanımdır, (bk. Enfal , 12)
9.
Bir
âletle (sopa vs.) vurmak: Bu kullanım da câr edatı (Ba) iledir,
(bk. Bakara, 60, 73; Araf, 160; Şuara, 63; Sâd, 44)
Nisa
34'teki kullanım, vurmak anlamındaki kullanımların hiç birine
uymamaktadır. Darb kelimesi burada, taşıdığı yirmiyi aşkın anlamın
birisi olan "barındığı yerden uzaklaştırmak (sülâsîden kullanım),
yolculuğa çıkarmak (ifal kalıbından kullanım) anlamında kullanılmıştır.
Çünkü diğer kullanımların hiçbirisi bu ayetin amacına ve içeriğine uymamaktadır.
Özellikle
"uzaklaştırmak" anlamındaki kullanım hem içerik hem de
filolojik açıdan çok uygun düşmektedir. Çünkü bu kullanımda sülâsî fiil (darabe)
mefulüne (tümlecine) hiçbir edata ihtiyaç duymadan doğrudan ulaşmaktadır ki,
geleneksel okuyuşlara da tamamen uygundur. Buna göre, Nisa 34'teki "fadribuhünne"
emrinin anlamı "Onları bulundukları yerden uzaklaştırın!" olur.
Kullanımın vurmak anlamında olması
filolojik açıdan mümkün görülebilir ama bu anlamda alınmasını engelleyecek "dinsel
karineler", hatta deliller vardır. Bunlar: 1. Kesinleşmiş zina
suçuna dövme
cezasının
verilmesi, 2. İfk olayında Hz. Âişe'nin dövülmeyip ikamet yerinden uzaklaştırılması,
3. Veda Hutbesi'ndeki sözün, kadınları dövmeyi, kesin zina suçu şartına
bağlamasıdır.
Bilindiği
gibi, İfk olayı, Hz. Âişe'ye zina suçu isnat edilmiş bir olayın adıdır.
Kur'an, Nûr Suresi'nde bu olayı ayrıntılarıyla ele almakta ve Âişe'yi aklamaktadır.
Olayın burada bizi ilgilendiren yanı şudur: Hz. Âişe, zina suçuyla itham
edildiğinde Hz. Peygamber ona dayak atmamış, attırmamış, kendi evinden
uzaklaştırıp babası Ebu Bekir'in evinde oturmaya mecbur etmiştir. Veya Hz.
Âişe bunu böyle yapmıştır. İki halde de, Ni sa 34. ayetin Peygamber ve onun
ev halkı eliyle bir uygulamasına tanık olmaktayız. Üstelik Hz. Aişe, sahabenin
tefsir ve fıkıhta otorite sayılanlarından biridir.
Özetlersek:
Kur'an Nisa 34. ayette kadının dövülmesini emreden bir beyan yoktur,
kadının sadakatsizlik ve iffetsizlik kuşkusu yaratması durumunda, olay açıklık
kazanıncaya kadar eşinin evinden uzaklaştırılması vardır.
Nisa
34, dayak izni değil, üçlü bir tedbir getirmektedir: 1. Öğüt vermek, 2.
Yatakta yalnız bırakarak dikkate davet etmek, 3. Daha etkili bir uyarı için
evden uzaklaştırıp başka yerde ikamete mecbur etmek.
Dünyanın
önünde başımıza dert olan bu "kadın dövme ilkelliği", Kur'an içi
dinamikler işletilerek bu şekilde çözülür.
* Haremlik-selamlığın İslam'ın emri
olduğunu iddia etmek:
Kadını
hayatın dışına iten ve onu zihinsel ve ruhsal bunalımların tutsağı haline
getiren harem lik-selamlık uygulaması eski bir Arap örfüdür.
Bazı
Arap yazarlar (örneğin Seyyid Kutup) bu uygulamanın İslam'a Osmanlı
Türkleri tarafından sokulduğunu söyleyedursun (bk. Kutup 'un
tarafımızdan Türkçeleştirilen "İslam-Kapitalizm Çatışması"
adlı kitabı) biz bunun bir Emevî uygulaması olduğunu çok iyi
bilmekteyiz. Türklerde bunun tam tersi vardı. Ne yazık ki Hilafet denen
saltanat siyasetinin Yavuz Selim tarafından Osmanlı Devleti 'ne
taşınmasından sonra, İslam'ın en güzel yorumu olan "Türkmen
Yorumu", Arabizmin güdümüne girdi ve birçok Emevî töresi
"İslam" adı altında içimize sokuldu. Bunlardan biri de haremlik-selamlık
denen uygulamadır.
Bu
uygulamanın öngördüğü davranışlar şunlardır:
*
Kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı
oturmaları:
Bu
İslamdışılık; evde, işyerinde, sünnet, düğün, konferans, cenaze gibi
toplantılarda, toplu yemeklerde (kadınlarla erkeklerin birlikte yemek yiyebileceklerini
hükme bağlayan Kur'an ayeti için bk. Nûr Suresi, 61) kadınlarla erkeklerin
ayrı ayrı yerlerde mekân tutmaları şeklinde uygulanmaktadır.
Bu
anlayış, son zamanlarda, İslam'ın ağır bir istismarı olan "siyasal
dincilik" tarafından okullara, dersanelere, hastanelere kadar
sokularak Müslümanların hayatını tam bir kaosa çevirdi. Halkı birbirine
düşürdü, Müslüman'ı Müslüman'dan kuşku duyar bir duruma getirdi. Müslümanların
dünyanın gözünde, içleri şehvet dolu kötü niyetli insanlar olarak algılanmalarına
ve tanıtılmalarına zemin hazırladı. (Haremlik-selamlık uydurması için bk. Kİ,
622-627. Bu konuda sahabî uygulamalarının nasıl saptırıldığı hakkında bk. Vehbi
Ecer; "İslam Tarihi Dersleri", 2/128, 207-211)
*
Kadın sesinin haram ilan
edilmesi:
İslam
dışı kabullerin görünümlerinden biri de budur.
Şu
bir gerçek ki, tslam vahiyleri içinde, kadın sesinin haram olduğuna ilişkin
bir işaret bile yoktur. Bu, temelinden uydurma bir yasaktır. Dört mezhep
fıkhını anlatan eserinde Abdurrahman el-Cezîrî (ölm. 1941) şöyle diyor: "Dört
mezhebin kabulüne göre, kadın sesi, avret yani yasak değildir. Ancak fitneden
korkulduğundan haram ilan edilmiştir." (el-Cezîrî; el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa,
1/175)
Demek
oluyor ki bu yapay yasak, birilerinin, "Fitne çıkar" demesiyle
konmuştur. Ama zaman göstermiştir ki, en büyük fitne bu sözün
dinleştirilmesiyle çıkmıştır.
Kadının
sesinin haramlığı bir yana, kadınların imam bile olabilecekleri,
Peygamberimizin uygulamalarıyla sabittir. Hem de bu imamlık, kadının
kadına değil, kadının erkek ve kadına birlikte imamlığıdır. Bu konuda
Peygamberimizin açık uygulaması var dır. (Ayrıntı için bk. Kİ, 620-622;
"Asrısaadetin Büyük Kadınları", Ümmü Varaka bahsi)
*
Kadınlarla tokalaşmayı haram ilan etmek:
Saptırmalardan
biri de budur. (Ayrıntı için bk. Kİ, 622)
Ne
ilginçtir ki bu saptırmanın siyasal avukatlığını yapan sözde "din
adamı, fakıh" birçok kişi bile bugün artık böyle bir yasağın Îslam
bünyesinde olmadığını, bunun bir örf olduğunu söylemektedir. Ama biz biliyoruz
ki bu "saltanat fetvacıları" birkaç yıl önce bu meseleyi tam
tersi bir yaklaşımla halkın önüne çıkardı, aksini söyleyenleri zındık ilan
etti.
Bu
zihniyet, ülkeyi öyle bir noktaya getirdi ki 18-20 yaşlarındaki bir üniversite
öğrencisi, babası, hatta dedesi yaşındaki hocasının, örneğin, bir diploma
töreninde elini sıkamaz oldu. Çünkü sıkarsa "kötü kadın, hain kadın"
muamelesi görecekti. Bu insanlık dışı davranışlar ve
dayatmalar yüzünden Türkiye ve Türk insanı az kahır çekmemiştir.
işin
doğrusu şudur ki, kadınla erkeğin tokalaşmasını yasaklayan ne bir ayet vardır,
hatta ne de uydurma bir hadis. Bunun tam tersine şu görüş birliği vardır: Tesettürde
serbest olan yerlere dokunulması da serbesttir, (bk. el-Cezîrî; el-Fıkh
ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, 1/175) El ve ayakların tesettüre tâbi olmadığı
noktasında ittifak olduğuna göre bu organlara dokunmak, en tutucu, en baskıcı
görüşlere göre bile yasak değildir.
Hz.
Peygamber'in kadınlarla tokalaşmadığı yolundaki rivayet -ki biz onun da
uydurma olduğu kanısındayız-asla yasak ifade etmez. Hz. Peygamber soğan, sarımsak,
av eti de yemezdi. Ama bunlar hiç kimseye haram değildir. Bu tip davranışlar
onun peygamber kişiliğiyle ilgili kendine has tavırlardır. Bu tavırlarının
ümmetini bağlamadığı, herkesçe bilinmektedir. Bununla birlikte bir insan, "Ben,
Peygamberimizin bu tavırlarına da uyacağım, gönlüm öyle istiyor" derse
ona saygı duyarız. Elverir ki bu yaptığını din olarak başkalarına kabul
ettirmeye kalkışmasın!
Hiç
kimsenin kendi tercihlerini, kendince "takvada titizlik" olarak
algıladığı tavırları dinin emri gibi ortaya sürmeye hakkı ve yetkisi yoktur.
Ne
yazık ki hurafe dinciliği, kendi tercihlerini Allah'ın ve Peygamber'in buyruğu
gibi dayatmak yoluna gitmiş, dini de dindarı da zora sokmuştur.
* Kadınların seçme ve/veya seçilme
haklarının olmadığını, kadından devlet başkanı olamayacağını iddia etmek:
Kadını
eve hapsederek erkeğin zevk ve hizmet aracına dönüştüren zihniyet elbette ki,
ona seçme ve seçilme hakkı vermeyecektir. Kadının devlet yönetiminde söz sahibi
olmasını, hele hele devlet başkanı olmasını ise asla istemeyecektir. Bu
zihniyeti temsil edenler, bin dereden su getirerek kadını kamu alanının dışına
itmişlerdir.
Bizim
bileceğimiz şudur: Bu iddia da temelden Îslam dışıdır; bir Arap uydurmasıdır.
(Ayrıntılar için, bk. KI, 168, 627 vd.)
Kısacası,
kadın hem seçme, hem de seçilme hakkına sahiptir. Bu hakkı kullanırken,
kendisini her türlü kamu görevine, o arada devlet başkanlığına da aday gösterebilir.
*
Kadının evde oturması gerektiğini iddia etmek:
Kadın
karşıtı saptırmalardan biri de budur.
Burada
iki saptırma iç içedir. Birincisi: Kadının evde oturması gerektiği anlamında
değerlendirilen Ahzâb Suresi 33. ayetteki "karne" kelimesinin
anlamı kaydırılmıştır. "Karne", vakar kökünden türeyen bir
fiildir. Vakarlı bir biçimde oturmak, vakarlı olmak demektir. Ayetteki "ve
karne fî buyûtikünne" cümlesinin anlamı da: "Evlerinizde de
vakarlı oturun, vakarlı olun" dur.
Hitap,
Peygamber hanımlarınadır ve onlardan, evlerinde oturdukları zaman bile vakarlı
olmaları istenmektedir.
Ayette
ilk saptırma, emri: "Evlerinizde oturun!" şekline
dönüştürmekle yapılmıştır. Ayetin evde oturtmak gibi bir isteği ve buyruğu
yoktur. Buyruk, evde otururken de vakarlı olmayı sağlamaya yöneliktir. Çünkü
Peygamber hanımları, "Hanımlardan herhangi biri gibi değildir" (Ahzâb,
32) Onlar, evlerinde bir başlarına oldukları zamanlarda bile dikkatli olmak,
vakar tavrı içinde bulunmak zorundadırlar.
Ayetin
söylediği budur ve bu söylenenin muhatabı da Peygamberimizin eşleridir.
Gelenekçi saptırmacılık ayetin anlamını kaydırarak: "Evlerinizde
oturun"a çevirmiş, bunu da evden dışarı çıkmamaya dönüştürerek kadını
duvarlar arasına hapsetmiştir. Bu baskıyı sağlamlaştırmak için, evinden dışarı
çıkan kadını lanetle tehdit etmiş ve ne yazık ki bu tehdidi Peygamberimize
isnat ettiği bir uydurma ile de desteklemiştir. O uydurma şudur: "Herhangi
bir kadın, kocasının izni olmadan evinden dışarı çıkarsa, kocası onu
bağışlayıncaya kadar, üzerine Güneş'in ve Ay'ın vurduğu her şey ona lanet
eder." (bk. Elbânî; elAhâdîs ez-Zaîfa, 4/56)
İkinci
saptırma: ayet, tüm müslüman hanımlara buyruk getiren "mutlak" bir
emir içermiyor, sadece peygamber hanımlarına buyruk getiren
"mukayyed" (kayıtlı) bir emir içeriyor. Mukayyed emir, takyidi üzere
hüküm ifade eder. Yani bu emrin doğrudan yü kümlüsü Hz. Peygamber'in eşleridir.
Ahzâb 28-34. Ayetler hz. Peygamberce, "eşlerine de ki..." emriyle
başlayan ve peygamber hanımlarını ayrı bir kategoride ele alarak diğer
kadınlar¬dan ayıran ayetlerdir. Bu ayetlerdeki hükümler diğer hanımları
bağlamaz. Bunlar, özel yüküm¬lülükler getiren ayetlerdir ve bu, açıkça
belir-tilmiştir.
O
halde, kadınların evde oturmaları gerektiğine ilişkin beyanlar ve iddialar
temelden uydurmadır, saptırmadır. Peygamber hanımları için bile böyle bir
emir yoktur. Nitekim Hz. Aişe bunun böyle olduğunu beyan etmiş ve
evinden çıkarak aktif hayata, hatta askerî hayata atılmış ve ordu komutanı
olarak görev yapmıştır. Bu görevi, Hz. Ali'ye karşı yürütmüş olmasının
yanlışlığı, kendisi tarafından da kabul ve itiraf edilmiş ayrı bir meseledir.
Kadınların
evde oturtulmaları gerektiğini söyleyen zihniyetin esas amacı kadının eğitim ve
öğretimin dışında tutulmasıdır. Eğitim ve öğretimden pay alan kadın,
kendisini eşya gibi kullanan zihniyetin başına dert açar. Bunun önlenmesi
gerektiği düşünülmüş ve tedbir daha baştan alınmıştır: Kadını evde tutup eğitim
ve öğretimden uzaklaştırmak. Bu konuda dikkat çeken uydurma hadislerden biri
şudur: "O kadınları odalarda oturtmayın, onlara okuma-yazmayı
öğretmeyin; onlara sadece dokuma işlerini ve Nûr Suresi'ni öğretin." (bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 5/30) * Kadının örtünmesiyle ilgili emri eski örflerin dinleştirilmesine
araç yapmak:
Öncelikle
şunu ifade etmeliyiz: Geleneksel fıkhın kabulleri esas alındığında kadının
örtünmesini bir "din emri" olarak görmek mümkün değildir. Bu
kabullerden yola çıktığımızda örtünme, sosyal konum belirleyici bir örf olur.
Geleneksel
anlayış, bu noktada çok ciddi bir çelişki içindedir. Özetleyelim:
Bu
anlayış, kadın ve örtünme konusunda iki ayrı icma'dan söz eder: 1. Köle ve
câriye kadınların avretlerine (örtünmesi gereken yerlerine) baş ve göğüslerin
dahil bulunmadığı, 2. Kadınların el ve yüz dışındaki tüm vücut bölgelerinin
avret olduğu ve sonuç olarak da örtünmesi gerektiği.
Şimdi
bu icma'larm birincisi doğru ise ikincisinin şu şekilde düzeltilmesi gerekir:
Hür kadınların örtünmesi gereken yerleri, yüz ve elleri dışındaki tüm bölgelerdir.
Oysaki günümüz gelenekçileri örtünmeden söz ederken sadece "kadının"
demekte, "hür" sözünü kullanmamaktadır. Çünkü hür kadın,
köle-cariye kadın ayrımının bugün olmadığını biliyorlar.
Birinci
icma' doğru ise (yani böyle bir icma' dinen mümkün ise ve varsa) o zaman
örtünme konusu bir din emri olmaktan çıkar, sadece sosyal konum belirleyici
örfî bir düzenleme olur.
Birinci
icma' yok veya isabetsiz sayılıyorsa o zaman icma' denen kavram ve kuruma
geleneksel anlayışın yüklediği bağlayıcılık temelden çöker. Bir kurum bir yerde
bağlayıcı, bir başka yerde isabetsiz ve işe yaramaz olabiliyorsa kitlelerin
kaderi o kavram ve kuruma teslim edilemez.
Geleneksel
fıkha göre, kadınlar hür ve câriye olarak iki kısma ayrılmaktadır.
Cariyelerin örtünmesi tıpkı erkeklerinki gibidir. Yani onlar edep yerlerini örttüklerinde
örtünme görevlerini yerine getirmiş olurlar. Dahası da var: Cariyeler,
örtünmeme serbestisine sahip olarak kalmazlar, örtünmemeleri şart koşulur.
Hatta, namaz kılarken bile, örneğin başlarını örtmelerine izin verilmez.
Hz.
Ömer gibi bir sahabînin, başı örtülü olarak namaz
kılmakta olan bir câriye kadının başını açtığı ve onu: "Sen hür
kadınlara mı özeniyorsun?" diye azarladığı, hatta dövdüğü rivayeti
konuyla ilgili kaynaklarda yazılıdır.
Burada
iki ihtimal var:
1.
Ömer'in
bu yaptığı bir bid'at olarak reddedilecektir ki, bizce de doğrusu budur. Çünkü
Kur'an, kadınları câriye ve hür diye ikiye ayırmadığı gibi, hiçbir emrini,
özellikle ibadetleri hürler ve cariyeler için iki ayrı düzenlemeye tâbi
tutmamıştır. Eğer tutsaydı zaten evrensel hak din olmazdı; bir sınıf
ideolojisi olurdu.
2.
Ömer'in
davranışı bir bid'at değil, dinin bir uygulamasıdır. O zaman örtünmenin bir din
emri olduğunu iddia etmek tutarsızlık olur. Çünkü Allah, kullarından her sosyal
sınıf için ayrı bir din göndermemiştir. Örtünme, kadınların bir sınıfı için
bir türlü, ötekisi için başka bir türlü oluyorsa bir din emri olmaktan çıkar,
sosyolojik bir sınıf göstergesi olur. O zaman da şunu söylemek gerekir: Bugünkü
dünyada hür-câriye, hür-köle gibi ayrımlar olmadığına göre (ki
İslam'ın amacı da budur) örtünme diye bir din emri de olamaz. İsteyen istediği
gibi giyinebilir.
Olaya
Kur'an açısından bakalım:
Şu
bir gerçek ki Kur'an'da kadının örtünmesiyle ilgili açık emirler vardır. Ancak
bu emirler, bugünkü İslam dünyasında, özellikle Arap-Acem coğrafyalarda
siyasal bir simgeye dönüştürülen ve adına "tesettür" (kelime
anlamı: zorla, baskı ile kapanma ve kapatma) denen uygulamanın iddialarına asla
destek vermez.
Kur'an'ın
örtünme ile ilgili emirlerinin ayrıntılı bir anlatımını biz, "Kur'andaki
İslam" kitabımızın Nûr Suresi 31. ayetini açıklayan bölümünde verdik.
Bu konu ayrıca, İslam hukuku alanının otoritelerinden biri olan Prof. Dr.
Hüseyin Hatemi'nin "İlahî Hikmette Kadın" adlı
eseriyle, sosyolog ilahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz 'ın "İslam'da
Giyim-Kuşam" adlı çalışmasında tüm ayrıntılarıyla anlatılmıştır.
Günlük
çıkar politikalarından uzak bu bilimsel çalışmalar şu noktaları açıkça ortaya
koymaktadır:
a)
Kur'an'ın
örtünme emri, abdest organlarını, o arada başı içermemektedir. Başın
örtülmesi bir sosyal durum göstergesidir, bir din buyruğu değil. Eskiden
toplumun hürler sınıfına mensup olanlar "serbest" sözcüğüyle
tanıtılırdı. Serbest, Farsça'daki ser (baş) kelimesiyle "best"
(bağlanmış) kelimesinin birleşmesidir ki "başı bağlı" demektir.
Başı açık olanlar köleler, işçiler ve cariyelerdi; başı bağlı olanlar ise hür
ve seçkin tabaka idi. Fıkhın, kadınları hürler ve cariyeler diye ikiye
ayırmasının dayandığı mantık da budur; Kur'an'ın herhangi bir ayeti değil...
Kur'an'ın
örtünme emri tüm kadınlara yönelik bir emirdir. Câriye-hür diye bir ayrım yoktur.
Nûr 31. ayette başın örtülmesini buyruk altına alan bir ifade de yoktur.
Çünkü:
1.
Nûr
31'deki emir kipi, başa ilişkin bir emir değil, göğse ilişkin bir emirdir. Yani
mutlak emir göğsün kapatılmasına yöneliktir, başın örtülmesine değil. Ayetin
iniş sebebi ile siyak ve sibaktan (ayetin önünden ve sonrasından) emrin, göğse
takılan süs takılarının örtülmesini amaçladığı
anlaşılmaktadır.
2.
Fıkıh
usûlcüleri dediğimiz metodolojistlerin tümünün ortak kabulü, Kur'an'daki bütün
emirlerin vücûp (gereklilik, farzîyet) ifade etmediği merkezindedir. Başka
bir deyişle, vücûp ifade etmeye, emir kipinin kullanılmış olması yetmez, o
kipin farzîyet (gereklilik) anlamında bağlayıcılık ifade ettiğinin başka
yollarla (karinelerle) gösterilmiş olması gerekir.
Emir
kipinin hangi anlamları ifade ettiği uzun uzun anlatılmaktadır. On ila onbeş
arası anlamdan söz edilmiştir. Fahreddin Razî (ölm. 606/1209), fıkıh
usûlüne ilişkin eseri el-Mahsul'de Kur'an'daki emir kipinin onbeş anlam ifade
ettiğini, bunlardan sadece birinin vücûp olduğunu bildirmektedir. Aynı zamanda
bir usulcü olan İmam Gazâlî, metodolojiye ilişkin ünlü eseri
el-Müstasfa'nın "emir" kavramını ele alan bölümünde (bk.
1/737-777; 2/5-35) Kur'an'daki emir kiplerinin fıkıh açısından durumunu
incelerken şu noktaların altını çizmektedir: İmam Şafiî, emrin temel
kategori olarak iki anlam ifade ettiğini söylemiştir: Vücûp (gereklilik,
farzîyet), nedb (edep ve terbiye tavrı). Emir kipinin vücûp ifade etmesi
sırf emir kipin kullanılmasıyla gerçekleşmez, başka dinsel karinelere ihtiyaç
vardır, mutlak olarak emir kipinin kullanılmış olması yeterli değildir. Bu
karinelerin başta geleni, emir kipiyle bildirilen hususun aksini yapanların
hesap ve ceza ile tehdit edilmeleridir. Gazali burada "emrin yerine
getirilmemesinin isyan anlamı" ifade etmesinden söz ediyor, (bk.
1/763) Yani emir kipi kullanılarak bildirilen bir husus, eğer vücûp ise (aksini
yapmak haram işlemek ise) o emri çiğnemenin Allah'a isyan olduğunun
bildirilmesi gerekir. Gazâlî'ye göre, emrin birkaç kez tekrarı da vücûp ifade
etmenin kanıtlarından biridir. Eğer bu iki özellik yoksa emrin nedb (mendupluk,
edep ve terbiye tavrı) ifade ettiği kabul edilir. Ve Gazali ekliyor:
Ümmetin nedbe hamlettiği emirler, çoğunluktadır. (Müstasfa, 1/773) Yani ümmetin
genel kabulü emrin nedb ifade ettiği merkezindedir.
Gazâlî'ye
göre, emrin vücûp veya nedb ifade ettiği hususunda tartışma çıkarsa
"tevakkuf" (hüküm vermekten kaçınıp beklemek) esas alın ı r.
Gerek
gazâlî'nin, gerekse diğer usûlcülerin emir kavramı ile ilgili bu anlayış ve
kabulleri dikkate alındığında nûr 31'deki emrin, başı örtmek anlamında vücûp
ifade ettiğini söyle¬mek mümkün değildir. Çünkü ne o emri terk edene hesap ve
ceza tehdidi vardır ne de emrin defalarca tekra¬rı. O halde emri, ya yunus
vehbi yavuz gibi "nedb" kabul edip "örtünme sünnettir."
diyenler olabileceği gibi, gazâlî'nin koyduğu ölçüyü işleterek hüküm
verme¬yenler de olabilecektir. Bunun ötesine geçilemediği içindir ki,
geleneksel kabul, örtünmeyi, köle-hür tüm kadınlar için farz görememiş, sadece
hür kadınları bağlayan bir sosyal statü göstergesi olarak değerlendirmiştir.
Bizim
bu ayetten anladığımız tüm bu ihtimallerden farklıdır. Bize göre, Nûr 31.
ayette vücûp ifade eden bir emir vardır ve o da göğsün kapatılmasıdır. Başın-saçların
kapatılmasına ilişkin bir emrin o ayetten çıkarılması zorlama ile bile mümkün
olmaz. Sünnetten de buna güvenilir bir kanıt yoktur.
Hanefî
fıkhının ve fıkhî tefsirin öncülerinden biri sayılan el-Cassâs (ölm.
370/980) "Ahkâmü'l-Kur'an" adlı tefsirinde Nûr Suresi 31.
ayeti açıklarken oradaki örtünme emrinin "göğüs ve boyunları
örtmeyi" amaçladığını bildirmektedir. Cassâs şöyle diyor: "Bu
ayetten anlaşılır ki kadının göğsü ve boynu avrettir, yabancı erkeklerin
görmesi caiz olmaz." (Cassâs; Ahkâmü'l-Kur'an, 3/461) Cassâs'ın aynı
yerde bildirdiğine göre, tâbiûn devri müfessirlerinin en ünlülerinden biri
olan Said b. Cübeyr (ölm. 95/713)e göre de saçların açılması haram
değil, sadece mekruhtur.
Demek
oluyor ki, başın kapatılması yönünde bir icma'ın varlığından söz etmek de
tutarlı değildir. Said b. Cübeyr gibi bir zatın onaylamadığı bir görüşe,
icma' demek mümkün değildir. Namazda setr-i avretin sadece sünnet olduğunu
söyleyen İmamı Mâlik (ölm. 179/795)i de Said b. Cübeyr'in yanına
koymak gerekir. Peki, bu durumda icma' nerededir? Bu görüşlerin gerçekten
Said'e ve İmam Mâlik'e ait olup olmadığı tartışılabilir denirse, o zaman şu
veya bu konuda icma'ın olup olmadığı da pek alâ tartışılabilir demek gerekir.
Bu durumda da söz varacağı yere varır: Onun-bunun dediğini, deyip demediğini
teftiş yerine Kur'an'a bakıp çözümü orada bulalım! ...
Böyle
bakıldığında söylenecek şeyin şu olduğu kanısına varıyoruz: Vücûbun, başın
örtülmesine bağlanması geleneksel kabullere çok uygun bir yorum olduğu için tutulmuş
ve kurallaşmıştır. O ayetten açıkça çıkan tek emir, göğüslerin, özellikle göğse
takılmış bulunan süs takılarının kapatılmasıdır. Ayette geçen "zînet:
süs" tâbirini kadının vücudu olarak değerlendirip el ve yüz dışında
(bazı kabullere göre yüz de dahildir) tüm vücudun "avret" olduğunu
ve kapatılması gerektiğini söylemek inandırıcı değildir. Kadın vücudunun "zînet"
olarak düşünülmesine dayanak olacak hiçbir Kur'an ayeti yoktur. Bunlar,
egemen anlayışın hesabına uygun geldiği için dinleştirilmiş yorumlardır.
isteyen, din adına bu yorumları elbette ki izler, ama başkalarının bunları din
yapmasını isteyemez. Din, Kur'an'dakidir. Kur'an'dakini bulmak ve anlamak
için onun-bunun tabularını kutsamak zorunda değiliz. Allah'ın
"İşletin!" dediği aklımızı kullanarak Kur'an'ı okur, ihtiyaçlarımızı
ve şartlarımızı da dikkate alarak çözümü kendimiz buluruz. Falanca böyle
buyurmuştur, müfta bih kavil budur filan gibi "konsil" kokan dayatmalara
teslim olmak borcunda değiliz. İslam'da teslimiyet yalnız ve sadece Allah'adır.
Ve Allah'ı bu yeryüzünde sadece Kur'an temsil ediyor.
Şunu
da unutmamak zorundayız: Abdest, vücudun açık havaya maruz bölgelerine
uygulanır. Eller-kollar, yüz, ayaklar ve baş bu organlardır ve abdest bu
organlara uygulanan bir temizlik hareketidir. Asrısaadet'te, abdesti
kadın-erkek herkes toplu halde aynı yerde, hatta aynı kaptan alabilmekteydi.
Bunun, örtünme emrinden önce olduğu, sonradan kaldırıldığı yolunda en küçük bir
beyan yoktur. Bu sünnet olgusu da, Nûr 31'deki emrin nedb ifade ettiği
yolunda aşılmaz bir kanıttır.
Kısacası, Kur'an ve sünnetin
verileri de, abdest uzuvlarının örtünmeye dahil olmadığını göstermektedir. Kaldı
ki kolların dirseklere kadarının avret olmadığı, yani örtünmeye dahil
bulunmadığı başka fakıhlarca da dile getirilmiştir. Irak fıkıh ekolünün babası
sayılan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) bunların başında gelir. (bk.
Taberî; Tefsir, 18/120)
İmam
Ebu Yûsuf (ölm. 182/798), İmam es-Serahsî (ölm.
483/1090), Abdullah el-Mavsılî (ölm. 684/1285), İbnü Nüceym (ölm.
971/1563) bunlardan bazılarıdır. (Bu konuda bk. Ali Akın; Îslam
Kaynakları Işığında Güncel Konulara Açıklama, 54) Bunun aksi, örfün bir
kabulüdür. Îsteyen bu kabule uyar, istemeyen uymaz.
Örtünmenin
şekline, desenine, rengine, inceliğine, kalınlığına ait beyanların hiçbirinin
dinle, Kur'an'la, sünnetle ilgisi yoktur. Bu mealdeki sözlerin tümü sonraki
devirlerin ulema fetvalarıdır.
Özetlersek:
Müslüman kadın, başı-yüzü, dirseklere kadar kolları, bileklere kadar
ayakları dışındaki vücut bölgelerini zamanı-zemini, iş şartlarını, iklim ve
coğrafyanın özelliklerini dikkate alarak kapatır. Nur 31, kapatılacak
bölgelerde de "açık kalabilecek yerler müstesna" kaydıyla değişik
zemin, zaman ve şartlara, kısacası örfe bir pay bırakmıştır. Müslüman kadın,
yaşadığı yerin örfünü de dikkate alarak elbette ki o paydan da yararlanır.
"İstisna
edilen kısımlar hariç" ifadesi Müslüman
kadının önünde bir esneklik alanı açarak onun rahatlamasını sağlamaktadır. Bu
istisna edilen kısımların nereler olabileceğini gösteren en güzel ifade bizce Kaffârin
(ölm. 365/975) şu sözüdür: "Açılabilecek kısımlar müstesnadır
ifadesinin anlamı insanın, yürürlükteki âdetlere göre açabileceği kısımlar
demektir." (bk. Razî; tefsir, 23/206) Kaffâl (Ebu Bekr Muhammed
b. Ali eş-Şâşî. Büyük Kaffâl diye anılır. Müfessir, muhaddis ve fakıhtır.) bu
ilkesel sözünün ardından kendi yöresinin âdetini ifade eden şu sözü söylüyor: "Bu
da kadınlarda ellerle yüzdür." Kaffâl 'in bu tespiti, yaşadığı
zamanın, aslolan ilkeden ne anladığını gösterir. Önemli olan, ilkedir. ilke ise
"yürürlükteki âdetlerin dikkate almması"dır. Elbette ki
âdetler, nassın sınırlarını aşmaya gerekçe yapılamaz. Örneğin, âdet böyle diye
göğsün açılması mubahlaştırılamaz.
Vücudunun
örtülmesi gereken bölgelerini kapatmayanların durumuna gelince, bu onlarla
Allah arasında bir meseledir. Diğer buyruklara uymayanların durumu nasıl çözüme
ulaşacaksa bunlarınki de öyle ulaşacaktır. Diğer suçları akşama kadar
işleyenlerden tek kelimeyle söz etmeyenlerin sokaklarda onunbunun eteğini,
yakasını, kumaşının rengini, inceliğini hesaplamaları iyi niyet ve ciddiyet
ürünü olarak kabul edilecek cinsten değildir.
Örtünme
emrinden ne anlarsanız anlayın, bu nihayet "vesâil: araç" hükümler
cümlesindendir. Düzinelerle "makâsıd: amaç" hükmün çiğnenişini kılı
kıpırdamadan seyredenler, örtünmenin birkaç santimlik eksikliğini İslam'ın
biricik Allah-iman meselesi gibi gündemde tutup Müslüman dünyanın yıllarını bu
işle harcamışlardır.
Birileri,
Müslümanları listenin en sonundaki "vesile: araç" konularla
oyalamakta ve esas amaç meselelerin gündem dışı kalmasını çok kurnaz bir
biçimde sağlamaktadır.
Örtünme
ile ilgili yanlışlardan biri de "bir ayeti saklama" şeklinde
ortaya çıkmaktadır. Kur'an, Nûr Suresi 60. ayette, hayıztan kesilmiş
kadınların örtünme yükümlülüklerinin kalktığını söylemektedir. Bunlar, açık ve
sırıtkan bir teşhirciliğe sapmamak şartıyla, diğer kadınların bağlı oldukları
örtünme kayıtlarına bağlı tutulmazlar. Belli ki Kur'an bunları artık
"toplumun bir tür ortak anne kadınları" olarak görmektedir.
Kadının
namaz sırasında örtünmesi meselesine de değinmek gerekir.
Kadının namazda örtünmesi ilmihal kitaplarında namazın şartlarından biri
(setr-i avret şartı) olarak gösterilir. Bu hangi vahyi beyana dayanmaktadır?
Örtünme bağımsız bir emirdir ve yabancı erkeklere karşı uygulanır. O halde,
kadın yabancı erkeklerle karşılaşma durumunda kalacaksa örtünmesi namaz içinde
veya dışında şarttır. Yabancı erkeklerle karşılaşma durumu söz konusu değilse
kime karşı, ne için kapanacaktır? Allah'a karşı kapanma söz konusu olamaz.
O
halde namazda örtünme meselesini iki durumu birbirinden ayırarak değerlendirmek
zorundayız:
1.
Namaz sırasında yabancı erkeklerin kadını görmesinin söz konusu olduğu durum: B
u durumda kadın örtünme şartlarına uymuş olmalıdır.
2.
Namaz
sırasında yabancı erkeklerin görmesi söz konusu olmayacak durum: Bu
durumda kadın namazını istediği giysi ile kılar. Allah'a karşı örtünme söz
konusu edilemez. Kadın, evinde-odasında bir başına namaz kılacaksa neden
örtülere burunsun! Nitekim, fıkıh usûlcüsü Şâtıbî (ölm.
790/1388), el-Muvâfakat' ında bu konuyu değerlendirmiş ve kadının namaz
sırasında örtünmesini "tahsîniyattan" yani zerafet ve
estetikle ilgili hususlardan biri olarak göstermiştir. Şöyle diyor: "Avret
yerlerinin örtülmesi namazın güzel görünmesini sağlayan hususlardandır. Eğer
namazda örtünme mutlak bir emir (şart) olsaydı örtünme imkânı bulamayanın namaz
kılması mümkün olmayacaktı. Oysaki durum bunun aksinedir." (Şâtıbî;
Muvafakat, 2/15-16)
Şâtıb
î'nin
bu açıklaması da göstermektedir ki fıkıh kitaplarının, özellikle ilmihal
kitaplarının sıraladığı her şart veya rükün vahyin esas aldığı farzı veya
yasağı ifade etmiyor. Bu tip şart ve rükünlerin büyük bir kısmı, fıkıhçılarm
kendi metodolojileri (kendi teknikleri de denebilir) içindeki düzenlemeye
uygunluğu sağlayan teknik terimlerdir. Halk bunların birçoğunun Allah'ın
gerekli gördüğü farzlarla bir ilgisinin bulunmadığını bilmez, "farz,
şart, rükün" sözcüklerini görür görmez bunu bir ayet emri sanır.
Bunun
içindir ki biz, ilmihallerin Kur'an ve sünnete göre yeniden oluşturulmasını
hayatî bir zorunluluk olarak görmekteyiz. Sapla saman birbirine karışmış,
Allah'ın istediği ile mezhep imamlarının ve hatta mezhebin ikinci, üçüncü
dereceden fakıhlarınm istedikleri iç içe girmiştir.
*
Kadınların ruhsal yaşantılarına ve ibadetlerine kısıtlamalar getirmek:
Bir
cinsin, bir sosyal zümrenin veya bir sınıfın bir dindeki yerinin en iyi
göstergesi, o cins veya zümrenin ibadet hayatında kendisine verilen yerdir.
Bu
anlayışla Müslüman kadına baktığımızda onun durumunun hiç de iç açıcı
olmadığını hemen fark ederiz. O, açık bir biçimde ikinci, hatta üçüncü sınıf
bir varlık haline getirilmiştir.
Kadının
ikinci sınıf "insan" durumuna düşürülmesinin arkasında İslam
vahiyleri veya Peygamber uygulamaları değil, sonraki zamanların saptırmaları
vardır.
Îslam
Peygamberi, insanlık tarihinin ortak geleneklerinin dışına çıkarak kadının
ibadet hayatında o güne değin görülmemiş reformlar yapmıştır. Örneğin, kadına
toplu ibadetlerde liderlik hak ve yetkisi vermiş, hatta bunu elle tutulur hale
getirmek için, kadın sahabîlerinden birini erkeklerin de bulunduğu cemaate
imamlık yapmakla görevlendirmiştir. Ümmü Varaka adlı bu kadın sahabînin
durumunu inceleyen kaynaklardan biraz yukarıda söz etmiştik.
Sonraki
zamanlarda ise, bırakın kadına bu hakkın verilmesini, onun cemaatten biri
olarak dinsel hayata katılımı bile engellenmiştir. Kadın bu devirlerde sadece
sosyal hayatın değil, dinsel-ruhsal hayatın da dışına itilmiştir.
Bir
örnek olarak yine imamlık görevini ele alalım:
Bilindiği
gibi, Îslamiyet, namazların cemaatle kılınması halinde resmî-belgeli bir imam
şartı koymaz. Çünkü din bir meslek değildir ve din sınıfı yoktur. Toplanan
cemaat içinde "en uygun" kim ise o imam olur. En uygun olma
halini belirleyen ilk ölçü, iyi Kur'an okuma ölçüsüdür. Gel gör ki bu ölçü,
kadın için işletilmemiştir. Kadın, cemaatin en iyi Kur'an okuyanı da olsa
onun imamlık hakkı yoktur. Eğer erkekler içinde imamlığı caiz olacak derecede
düzgün bir Kur'an okuyucu yoksa problem şöyle çözülür: imam olarak öne bir
erkek geçirilir, iyi Kur'an okuyan kadın arkada durur ve okur; göstermelik
erkek-imamsa rükû ve secdede "öncülük" etmek için yatıp kalkar, (bk.
Ibn Hemmâm, 3/140-141)
Bu
bir örnekti; kadına ilişkin hakların tüm şartlar aşılarak nasıl kullanılmaz
hale getirildiğini göstermek için seçildi. Yoksa biz, insanlığın
ortak-geleneğine uyulmasından şikâyetçi değiliz. Ama ehliyetsizlik söz konusu
iken hâlâ erkeğin liderliğinde ısrarın akla ve dine uygun bir açıklaması
yoktur.
Kaldı
ki kadının ibadet hayatına konan engeller sadece bu örnekteki gibi uç durumlar
halinde karşımıza çıkmamaktadır. Kadın açık bir biçimde Allah'ın kulluğunun
dışına itilmiştir.
Bu
itmelerin bir kısmı bid'at, bir kısmı saptırma, bir kısmı tahrif ürünüdür. Şimdi
bunların belli başlılarını görelim:
*
Kadının Cuma ve bayram namazlarından uzaklaştırılması:
Kur'an'ın
söylediği ve Peygamberimizin gösterdiği bunun tam tersidir. Namaz ve Cuma
maddelerinde de gördüğümüz gibi, Asrısaadet'te kadınlar Cuma ve bayram
namazlarına katılmakta idiler. Çünkü bu namazlar erkek için neyse kadın
için de odur. Geleneksel uygulama ise kadınları camiden cemaatten uzaklaştırmış
ve gerekçe olarak da "fitne çıkar" demiştir.
Her
ne hikmetse "fitne", aklı cinselliğe saplanıp kalmış erkekten
çıkmıyor da onun bir şehvet aracı gibi görüp eşyalaştırdığı kadından çıkıyor.
Ve her ne hikmetse kadın Hz. Peygamber'in ibadethanesinde fitne unsuru
olmuyor da onun ölümünden sonra aniden bir "fitne makinesi" haline
geliveriyor... Ve bu fitneyi durdurmak için Îslam mabedi "erkekler
mâbedi "ne dönüştürülüyor.
Doğrusu
şu ki kadınlar Cuma ve bayram namazlarına, tıpkı erkekler gibi gidebilirler.
Peygamberimiz devrinde de gitmişlerdir, (bk. Îbn Hemmâm, 3/302-303) Bunun
aksini kurallaştıranlar dine değil, kendi nefisleriyle kendileri gibi
düşünenlerin yorumuna dayanmış olurlar.
*
Kadının cenaze namazından uzaklaştırılması:
Bu
dindışı uygulama, çok sonraki devirlerindir. Üstelik bu uygulamanın tam
tersinin doğru olduğu, kadınların da cenaze namazına katılma hak ve
yetkilerinin bulunduğu, en gelenekçi, hatta yobaz ilmihallerde bile yazılıdır.
Yazılıdır ama hayata geçmemiş ve bu yüzden unutulmuştur.
En
basit ilmihal kitapları bile kadınların cenaze namazı kılabileceklerini
yazmaktadır. Esasen cenaze namazı diye andığımız
uygulama, fıkıh tekniği bakımından bir namaz değildir, bir duadır. Oradaki "salât"
sözcüğü teknik anlamda namazı değil, kelime anlamıyla salâtı yani
duayı ifade eder. Cenaze namazında secde ve rükû' yoktur; secdesi ve rükû'u
olmayan bir ibadet fıkhı anlamda namaz olmaz. Ve bunun içindir ki cenaze
namazı abdestsiz de kılınabilir. Çünkü abdest, fıkhen namaz olan ibadetler
için gereklidir. Cenaze fıkhen bir namaz değildir, bir duadır.
Fıkhen
namaz olan diğer namazlara (vakit namazı, Cuma, bayram) erkeklerle birlikte
aynı camiye gidebileceği kabul edilen kadınlar, cenaze namazına neden gidemesinler?
Bunun akıl ve din ölçüleriyle açıklanması mümkün değildir!
Şu
söylenebilir: Kadın hassastır, cenaze onun bu yanını tahrik eder, ağlar,
bağırır, fenalık geçirebilir. Bu yüzden cenaze namazına katılmaması daha uygun
olur. Bu dinlenebilir bir sözdür. Nitekim, Peygamberimizin bazı durumlarda
kadınları cenazelere katılmaktan uzak tuttuğu yolunda rivayetler vardır. (Örnek
olarak bk. Ibn Hemmâm, 3/453-458) Ne var ki bu bir yasak değil, bir acıma,
kollama ve nihayet bir tedbirdir. Kadını korumaya yönelik bir öneri olarak
dinlenebilir. Eğer kadın bu öneriyi dinler, cenazeye katılmaz ise buna saygı
duyulur. Fakat eğer katılmak ister, duada da yer almayı tercih ederse ona hiç
kimse engel olamaz.
*
Hayızlı ve lohusa kadına ibadetin, mabede girmenin yasak edilmesi:
Âdet
görmüş kadına reva görülen zulmü Kur'an yıkmıştır. Ne yazık ki Kur'an'ın
yıktığı bu zulmü, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Islam'ın ta içine soktular
ve adına da "sünnete riayet" dediler.
Kur'an,
kadınların hayız halini bir "hastalık ve sıkıntı hali" (eza) olarak
nitelendirmektedir. Eza, kadına eziyeti din yapanların iddia ettikleri
gibi
"pislik"
demek
değildir. Yola düşmüş ve geçişi zorlaştıran her şey bir eza yani sıkıntı
sayılmıştır. O düşen şey bazan dışkı türü bir şey de olabilir. Bunun böyle olması
eza kelimesinin "pislik" şeklinde tercümesine bahane
yapılamaz!
Eza,
Isfahanlı Râgıb'ın da belirttiği gibi, "Canlılara
dokunup onlara bedensel veya ruhsal yönden eziyet veren dünyevî ve uhrevî her
türlü şeye denir." Râgıb, Kur'an dilindeki ustalığını, konumuz olan
Bakara Suresi 222. ayeti özellikle ele alarak bir kez daha sergiliyor. Diyor ki:
"Bu ayette âdet haline eza denmesi din ve tıp açısından eza olması
yüzündendir. Nitekim tıp sanatının ustaları bunun böyle olduğunu
bildirmektedir." (Râgıb; elMüfredât, eza mad.) Râgıb'ın bu beyanının
bizi götürdüğü sonuç şudur: Âdet hali bir hastalık halidir.
Kadının
hayız halini bir "pislik" hali gören anlayış, esasında
kadının kendisini de tam temiz görmemektedir.
Bir
örnek verelim: Hadis diye rivayet edilen bir söz, "Müslüman'ın artığı
(sü'r) temizdir" diyor ve fıkıhta Müslümanların artıklarına ilişkin
düzenleme bu kabule uygun olarak yapılıyor. Şu anda bunun isabetini tartışacak
değiliz. Bizi ilgilendiren nokta şudur: Müslüman'ın artığını temiz kabul
edenler, kadının artığına gelindiğinde onu Müslüman'dan ayırmaktadırlar. Bir
defa, kadının artığı meselesi hayvanların artıkları bahsinin içinde ele
alınmaktadır. Örneğin, ilklerden biri olan İbn Hemmâm (ölm.
211/826) kadının artığını inceleme işini, köpeğin, kedinin, büyük baş
hayvanların artıklarının hemen arkasından ele almaktadır. Ve sonuç, "Müslüman'ın
artığı"na reva görülen sonuç değildir. Erkeğin aksine, kadının artırdığı
su ile örneğin, abdest alınamaz. Oysaki erkeğin artığı için durum böyle
değildir, (bk. ibn Hemmâm; el-Musannef, 1/105-109)
Durum,
müfessir sahabî İbn Abbas'a (ölm. 68/ 687) açıldığında o, birçok konuda
olduğu gibi, kendine yakışan tavrı ortaya koymuş ve böyle bir şeyin doğru
olmadığını bildirerek kadının artığıyla değil abdest almak o artığı içmek bile
caizdir demiştir. Ve şunu da eklemiştir:
"Kadın,
giysi bakımından da koku bakımından da erkekten temizdir. Onun artığı, normal
halinde de âdet görmüş halinde de temizdir.11 (ibn
Hemmâm, 1/106-107)
Tüm
bunların doğal ve tevhidi sonucu olarak, Hz. Resul, hayız haliyle ilgili
fıkıhsal düzenlemeleri hastalık hükümlerine göre yapmıştır. O halde sonuç şu
olacaktır:
Hayız
halindeki kadın, namazlarını kılmayabilir, oruçlarını tutmayabilir,
camiye-cemaate gitmeyebilir. Durumu düzelince, tutamadığı oruçlarını kaza eder
(çünkü orucun kazası Kur'an'da düzenlenmiştir), kılamadığı namazları ise
kılmaz (çünkü Kur'an namazın kazasından söz etmez), onlar kendisine bağışlanmıştır.
Ama isterse, durumunu uygun bulursa, tıpkı diğer hastalık hallerinde olduğu
gibi, namazını kılar, orucunu tutar.
Yani
hayız hali, ibadetler konusunda kadına ruhsat vermektedir; kadın isterse bu
ruhsatı kullanır, istemezse kullanmaz. Hayızlı kadın için yasak yok, ruhsat
vardır.
Ama
sonraki devirlerin kadın karşıtı zihniyetleri, ruhsatı yasağa çevirmiş ve
hayızlı kadına, bir dizi yasak koymuştur. Bazılarını verelim: Namaz kılamaz,
oruç tutamaz, Kur'an okuyamaz, tavaf edemez, camiye giremez, Kur'an'a el
süremez... Daha kötüsü, bu yasakları aynen lohusa kadın için de geçerli
kılmıştır. Öyle ki bazı "gayretli fakıhlar", hayızlı ve lohusa
kadının caminin avlusundan geçip geçmeyeceğini bile tartışma konusu
yapmışlardır. Aynı fakıhlar, kanlı basur olduğu için makatından sürekli
kirli kan akan birini "özür sahibi" saymakta ve onun, her farz
namaz için bir abdest alması şartıyla dilediği gibi ibadet edebileceğini hükme
bağlamaktadır.
Şimdi,
fıtratı bozulmamış ve kadın düşmanlığı illetine tutulmamış bir vicdan sormaz
mı: "Bu din, nasıl oluyor da, makatından kan akan bir insana tanıdığı
ibadet kolaylığını, annelik gibi yüce bir niteliğin göstergesi olan doğal bir
kan akışına maruz kalmış kadına tanımıyor, o kanı "Allah" demeye
bile engel sayıyor?!"
Bir
başka ibret verici nokta da şudur: Kur'an'ın hayız halini düzenleyen
ayetinde bir tek yasak vardır, o da erkeğe yöneliktir: Hayızlı kadınla temas
yasağı... Kur'an düzenlemeyi böyle yapmışken hiçbir yasağa muhatap kılınmayan
kadına bir dizi yasak getirilmiştir. Öte yandan, ayette erkeğe getirilen
yasağı delip hayızlı kadınla cinsel teması sağlamak için akıl almaz oyunlar
sergilenmiştir. Bu yasağı delen erkeğe had (nasla belirlenmiş ceza) yok,
ta'zîrden söz eden yok... Azarlanması gerektiğini söyleyen bile yoktur. Hiç
olmasa bir keffâret öngörülsün, o da yoktur. Bu yasağı delen erkek, Allah'tan
affını diler, bir veya yarım dinarlık bir sadaka verir... (bk. Îbn Kudâme;
el-Muğnî, 1/335; Halîfî, 71) Erkeği rahatlatmak için daha başka oyunlar da
sergilenmiştir.
Bu
oyunları gösterirken herkesin baş vurabileceği bir kaynağa yollama yapacağız: el-Cezîrî
'nin "el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa" adlı ünlü
eserine...
Geleneğin
"Dört Hak Mezhep" diye andığı fıkıh ekollerinden Hanbelîlik'in
görüşü şu: Hayız halindeki kadınla cinsel ilişkiye girmek, küçük bir günahtır;
bu günahı işleyen kişi tövbe eder ve bir veya yarım dirhemlik bir sadaka
verirse kurtulur. Eğer maddî durumu müsait değilse bu sadakayı da vermez..
Devam
edelim ve Bakara 222'deki yasağı aşmaya yönelik farklı çözüm yollarını
görelim:
"Dört
hak mezhep"ten Hanefîlik'in kadın hayız gördüğünde sıkışan erkeğe
çare getiren fetvası şu: Hayızlı kadınla cinsel temas isteği duyan erkek
günaha çarpılmadan bu işi yapmak için kanın, iki namaz arası kadar kesildiği
bir zamanı kollar...
Hak
mezheplerden Malikîlerin "sıkışık" durumda olan erkekleri
kurtarmada çözümleri daha liberal ve daha hoşgörülüdür. Şöyle düşünüyorlar: Hayız
halindeki kadınla cinsel temas için kanın iki namaz arası kadar kesilmesi
şart değildir; bir namaz kılacak zaman kadar kesilmişse erkek, cinsel temasta
bulunur ve günaha girmez.
Bu
büyük hoşgörünün sahibi Malikîlerde daha hoşgörülü çözüm getirenler de
vardır. Onlara göre: Adet halindeki kadının kanı, cinsel birleşme için
yetecek bir süre kesilmişse cinsel temas yapılabilir.
Malikîler
bu
hoşgörülü (!) çözümü daha da ileri götürmüşlerdir. Şöyle diyorlar: Bunların
hiçbirine gerek yok! Âdet kanının kesilmesi bir cihaz veya ilaçla sağlanarak
da erkeğin yolu açılabilir... (bk. Cezîrî, 1/ 123-124)
Bu
çözüm getirici (!) hak mezhep (!) görüşlerini sıralayan Ezherli fakıh el-Cezîrî
(ölm. 1941), son görüşü belirttikten sonra şu ilginç eklemeyi yapıyor: "Tahammül
gücü olmayan şehvetli erkeklere, cinsel temastan önce, kanın akmasını kesmek
için bu son görüşün açtığı yolda hareket etmelerini öneririz.99
Gördüğünüz
gibi, hak mezheplerin Kur'an ayetini etkisiz kılmak için ürettikleri çözümlere
modern zamanların uleması da katkıda bulunmakta, şehvetine hakim olamayan "güçlü"
erkeklerin Allah rızası (!) için yardımına koşmaktadır.
Oyun
hep cinsiyet ve şehvet oyunudur. Ve din, özellikle "uydurma hadislere
dayanan din" bunun aracı yapılmıştır. Bu cinsiyet ve şehvet oyunlarının
hangi anlayışla sergilendiğine tipik bir örnek de hadis adıyla sahnelenen şu
uydurmadır: "Herhangi bir kadın, kocasının izni olmadan oruç tutar,
kocası ondan bu halde iken cinsel istekte bulunur da kadın buna olumlu cevap
vermez ise Allah o kadına üç büyük kebîre (en büyük günah) yazar." (bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 5/494)
Özetleyelim:
Hayızlı kadınlar, isterlerse her türlü ibadetlerini yapabilirler: Namaz
kılarlar, oruç tutarlar, Kur'an okurlar, mâbede-cemaate giderler. Ama din
onlara, o hallerinde iken bu yükümlülükleri yerine getirmeme izni vermiştir. İsterler ve
gerek görürlerse bu izni kullanabilirler.
Hüküm
ve fetvanın en hayırlısı Hak'tan gelir. "Hakk'ın dışında, sapıklıktan
gayrı ne vardır!" (Yûnus Suresi, 32)
*
Kadının tanıklığını yarım tanıklık saymak:
Bakara
Suresi 282. ayette vadeli borçlarla ilgili bir
düzenleme yapan Kur'an, o günkü hayatta ticaretin tamamen dışında kalmış olan
kadınların tanıklığına bir istisna getirmiştir. Bu istisnaya göre, vadeli
borçlarla ilgili teminat düzenlemelerinde kullanılacak tanıklar iki erkek
olacaktır. iki erkek bulunamaz ise bir erkek ve iki kadın tanık gerekecektir.
Kur'an
bir erkeğe karşı iki kadın istemenin gerekçesini de açıklıyor: Kadınlardan
biri işin içinden çıkamaz ise öteki kadın ona hatırlatmada bulunacaktır. Yani
kadınların biri, tanıktan beklenen bilgileri verebilirse olay orada
bitecektir. Veremez ise ikinci kadın devreye girecektir. Bu demektir ki
sonuçta konuşan tanık kadın tek olacaktır. İkinci kadın bir tedbirdir.
Burada
bir mevsûf (nitelikli) tanıklık söz konusudur. Bu, bazı durumlarda
erkek için de söz konusu olabilir.
Kur'an'ın getirdiği düzenlemenin
sebebi
bellidir:
Kadın
sosyal hayatın, özellikle dışındadır. Dışında kaldığı bir ticarî
hayatın konuda tanık- çekebilecektir. ve nitelikli tanıklığına başvurulduğunda
zorluk İşte buna bir çözüm getirilmiş nıklık esas alınmıştır.
Fakat dikkat edilirse, Kur'an, sonuçta, konuşan tanığın bir kadın olmasını
sağlamıştır. İkinci kadın, birincisi başarılı olamadığında devreye girecektir.
Yani çözüm, yine tek kadın tanıkla gerçekleşmektedir.
Başka
bir deyişle, Bakara 282'de hüküm, cinsiyet (kadınlık) üzerine değil,
"işin içinden çile amama, unutkanlık" yani ehliyet üzerine kurulmuştur.
Ye t e r s i z l i k e h l i y e t s i z l i k gerekçesi ortadan kalktığında
iki kadın isteme ihtiyacı da ortadan kalkacaktır. Bugün kalktığı gibi...
Şunu
da unutmayalım: Burada söz konusu olan, değişmez kuralların oluşturduğu
taabbudî (ibadetlere ilişkin) alanda bir işlem değil, zamanlara ve mekânlara
göre sürekli değişen kuralların işlediği m u amelât alanında bir işlemdir. Bu
alan, "maslahat"a (zaman ve zeminin gereklerine) göre değişen bir
alandır. Bu alanda değişmeyen, hükümlerin "makâsıd" denen amaç
kısımları, "olmazsa olmazlar"ıdır. "Vesâit' denen araç hükümler
bu alanda, maslahata uygun olarak hiç durmadan değişir. Üzerinde olduğumuz konuda
makâsıd (amaçlar) cümlesinden olan, alacaklının hakkını güvence altına
almaktır. Bu güvencenin düzenlenmesi tamamen vesâil (araçlar) alanında bir
iştir.
Bunun
sonucu şu olur: Borçlanma işleminde alacaklının hakkını teminat altına almak
için zaman ve zemine göre başka tedbirler de yürürlüğe konabilir. Tanıklarla
ilgili nitelikler, sayılar değiştirilebilir. Nitekim, bu ayetteki çok özel
düzenlemeyi genelleştirerek "bir erkek tanığa karşılık iki kadın
tanık" anlayışını ilkeleştiren fakıhlar Bakara 282'deki vadeli borçlarla
ilgili emrin "vücûp: gereklilik" ifade eden bir emir olmadiğini,
sadece nedb veya irşat (uyarma-yol gösterme) olduğunu söylemekte
bir sakınca görmemişlerdir.
Ana
başlığındaki emri nedb (edep, nezaket tavrı) anlamında değerlendirdiğimiz
bir konunun alt başlığındaki bir emri vücûp anlamında değerlendirmek
tutarsızlıktır. Bunun teşriî ve dinî mantıkla açıklanması mümkün değildir.
Kadın,
ticarî hayatın içine girer ve tıpkı erkekler gibi ticarî olayların çözümünde
bilgi ve deneyim sahibi olursa, artık ticarî tanıklıkta iki kadına gerek
yoktur. Çünkü artık birincisi işin içinden çıkamaz duruma düşmeyecektir. Yani
borçlunun hukukunu güvence altına alan vesîle hüküm, bir kadının tanıklığı ile
de beklenen sonucu verecektir.
Nitekim
bugün durum budur.
Kur'an
bunun dışında, kadınla erkeğin tanıklığı konusunda hiçbir ayrım getirmemiştir.
Diğer tüm alanlarda erkek ne ise kadın da odur.
Geleneksel
kadın karşıtı anlayış bu kadar basit ve açık olan bu düzenlemeyi kendi
hesaplarına dayanak yaparak "tüm alanlarda bir erkek tanığa karşılık
iki kadın tanık gerekir" demiş ve bunu kurallaştırmıştır.
*
Evlenecek kadın parası almak:
Bu
uygulama, kadını getiren ilkel zihniyetlerin bir insanlık suçudur. Ne (veya
kız) için başlık
bir
köle veya eşya konumuna vücut verdiği bir zulümdür, yazık ki bu insanlık suçu,
Anadolu'da da asırlardır yürürlükte olmuştur ve bazı yörelerde hâlâ
yürürlüktedir.
Başlık
parası adıyla alınan meblağ, kadının haklarını teminat
altına almaya yönelik bir tedbir olan mehirin bir tür gaspıdır. Kur'an
mehiri, boşanma durumunda kadının bir ekonomik garantisi olarak öngörmüştür. Nikâh
akti sırasında karşılıklı rıza ile belirlenen mehir, erkek tarafından bir
boşama vücut bulduğunda kadına verilmek üzere güvence altına alınır.
Günümüz
hukuk sistemlerinde nikâh kamu otoritesi tarafından tescil edilmekte ve
boşanma, erkeğin elinden alınıp yargının kararına bağlanmaktadır. Bu sistemde,
kadını malî problemlerden korumak için mehire gerek kalmamıştır. Bunun yerine,
boşanma durumunda nafaka söz konusudur. Boşanma öncesinde de eğer yargıç, eşlerin
bir süre ayrı yaşamalarına karar vermişse, kadının geçinmesi, erkek tarafından
ödenecek bir ayrılık nafakası ile sağlanır.
Kur'an
hem mehiri, hem de boşanma üzerine bağlanacak nafakayı öngörerek kadının
durumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
Başlık
parası yiyicileri, sıkıştıkları zaman, bunu, "İslam'ın öngördüğü
mehir" uygulamasının bir devamı (!) olarak tanıtmaya kalkarlar. Bu bir
yalandır. Çünkü mehir, boşanma anında ödenir ve kadına verilir. Başlık parası
ise evlenme öncesinde alınmakta ve kadına hükmedenlerin (baba veya söz sahibi
vârisler) kesesine girmektedir.
*
Kadının (veya kızın) özgür irade
ve isteği olmadan (görücü usulü ile) evlendirilmesi:
Bu
da Kur'an'a tamamen zıt bir zulümdür. Özgür irade ve hür istek olmadan Allah'a
ibadeti bile istemeyen bir din, bir kadının, eşini seçme konusunda iradesinin
dışlanmasına nasıl seyirci kalır!
Bu
zulüm de Anadolu'da asırlarca işlendi. Ve İslam dünyasının büyük bir kısmında
hâlâ işlenmektedir. Türkiye, bu zulümlerden Cumhuriyet sayesinde büyük
ölçüde kurtulmuş bulunuyor.
Ve
biz, bu noktada şunu tekrarlamayı bir insanlık borcu sayıyoruz: Cumhuriyet,
bizim, gerçek İslam'ı anlamaya uzanan uyanışımızın da öncüsüdür.
*
Kadınları hür ve câriye diye
ikiye ayırmak:
Böyle
bir ayrım Kur'an'da yoktur. Câriye sözcüğü bile Kur'an'da yoktur. Kadını hür ve
câriye (köle ve esirler de birçok bakımdan câriye gibidir) diye ikiye
ayıranlar, kadını eşya gibi düşünenlerdir. Böyle olunca kadın zevk aracı ve
hizmet aracı eşya olarak ikiye ayrılmıştır.
Câriye
adıyla tam bir cinsel oyuncağa dönüştürülen kadınlar "milkiyet-i yeman"
(sağ elin sahip olması) kuralıyla eşyalaştırılmışlardır. Oysaki milkiyet-i
yeman mülkiyet ifade etmez. Cinsel ilişki kadının rızasına bağlıdır. (Bu
konuda bk. Hatemi; İnsan Hakları, 57)
Esir
kadınlara tasallut da aynı sakat mantıkla kurallaştırılmıştır. Esir kadınlara
tasallutun, onlarla cinsel ilişkiyi bir hak olarak görmenin İslam'la bağdaştırılması
mümkün değildir. Bu tasallut, fıkha sonradan sokulmuştur, (bk. Hatemi; İnsan
Hakları, 55)
*
Kadını kara köpek, eşek ve domuzla bir tutmak:
Kadını
bu saydığımız hayvanlarla bir tutan bazı sözler, hâşâ, Hz. Peygamber'in
beyanları olarak rivayet edilmiştir.
Bu
rivayetler Hz. Ali, Hz. Âişe, tbn Abbas, ibn Ömer gibi büyük sahabîlerce
ret edilmiştir. "Kadın düşmanı putperest Arap şuuraltı"nm
muazzez Peygamberimizi âlet eden saçmalıkları olarak gördüğümüz bu
rivayetlerden bazıları şöyledir: "Namaz kılanın önünden şu üç şey
geçtiğinde namaz bozulur: Siyah köpek, eşek, kadın." Bir başka
rivayet: "Şu sayılanlar, namaz kılanın önünden geçerlerse namaz
bozulur: Köpek, domuz, Yahudi, Hristiyan, Mecusi, âdet görmekte olan
kadın." (bk. tbn Hemmâm, 2/26-29)
İbn
Hemmâm, bu rivayetleri kaydettikten sonra Hz. Ali, İbn
Abbas ve Hz. Âişe ve İbn Ömer 'in onlarla ilgili kanaatlerini de veriyor.
Bu rivayetler kendisine aktarılan İbn Abbas şunu söylüyor: "Temiz
kelimeler ve salih amel Allah'a yükselip gider, onu hiçbir şey kesemez."
Hz. Ali 'nin bu rivayetler karşısındaki sözü şudur: "Hiçbir şey
namazı kesmez; sen elinden geldiğince nefsinin vesveselerini içinden atmaya
bak!"
Bu
rivayetler kendisine aktarılan Hz. Âişe (ölm. 57/676) de çok düşündürücü
bir yanıt vermiştir: "Siz beni köpek ve eşekle eşitlemek mi
istiyorsunuz, ey İraklılar?! Şunu bilin ki hiçbir şey namazın kesilmesine sebep
olamaz. Siz, içinizden geçen vesveseleri uzak tutmaya çalışın!"
Anılan
rivayetleri duyduğunda İbn Öme r 'in sözü de şu olmuştur: "Namazı
hiçbir şey kesemez; siz mümkün olduğunca nefsinize hakim olun." (Ibn
Hemmâm, 3/29-30)
İbn
Hemmâm, büyük sahabîlerin bu karşı çıkışlarından sonra,
tâbiûn (sahabîleri izleyen kuşak) nesli ünlülerinden bazılarının aynı mealdeki
karşı çıkışlarını da sıralamıştır, (bk. Ibn Hemmâm, 2/30-33)
* Kadını fitne unsuru, şeytanın aracı
olarak görmek:
Bu
konuda en yıkıcı uydurma hadis şudur: "Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Şu bir gerçek ki İblis çok uyanık, çok gözetleyici, çok avlayıcıdır. İbli s'in
iyi insanlara kurduğu tuzakların avı yakalamada en güvenilir olanı kadın
yoluyla kurulan tuzaktır." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/85) îslam, din
sınıfı ve din kıyafeti kabul etmez. İslam resmî mabet fikrine de karşıdır.
İslam'ın mabedi vardır ama bunun adı camidir, yani insanları çok değişik vesilelerle
bir araya getiren toplantı yeri... İbadetlerin camide yapılması şart değildir,
sadece tercihtir. İbadet için dinî bir lidere de ihtiyaç yoktur.
Kısacası,
toprak post Allah dost ilkesi geçerlidir. Bizzat İslam Peygamberinin
deyişiyle "Tüm yeryüzü bir mabettir, isteyen istediği yerde ibadetini
yapabilir."
İslam
bunu neden böyle yapmıştır? Sebep ve cevap tektir: Kimse din sınıfına, din
kıyafetine, mabede, dinsel liderliğe dayanarak kitle üzerinde dokunulmazlık,
kutsallık iddia etmesin, egemenlik kurmaya kalkmasın!..
Ne
yazık ki insan bu tanrısal kurala boyun eğmemiştir. Eğmiş gibi görünmüş ama
asla boyun eğmemiştir. Çünkü bu kurala boyun eğmek, kitle üzerinde sulta kurmak,
halkı sömürmek imkânlarını daha baştan yok eder. Egemen olmak, sömürmek ve hele hele bunu, kutsallık gibi rahat ve
tehlikesiz bir kavramı kullanarak yapmak isteyenler dinin omurga kabullerinden
biri olan sınıfsızlık, mabetsizlik ve kıyafetsizlik ilkesini etkisiz
kılmanın
yolunu aramışlardır. Ve bulmuşlardır.
Bu
yol bizzat dinin içinden bulunmuştur. Öyle bir kavram bulunmuştur ki,
peygambere hiç itiraz etmeden, hiç karşı tavır koymadan, onun yetkilerini
kullanmak mümkün olmuştur. Bu kavram, kişileri, örtülü bir biçimde peygamber
yetkisi ile donatan ve dokunulmaz kılan keramet kavramıdır.
Keramet,
peygamberlerin yetkilerini kullanmak için birtakım insanları öne çıkarma ve
dokunulmaz kılma aracı yapılan bir kavramdır. Kur'an ve sünnette hiçbir
dayanağı yoktur. Tarih boyunca, Allah ile aldatma sektörünün temel
araçlarından biri olarak devrede tutulmuştur.
Kur'an;
tasavvuf ve tarikat çevrelerinin anladığı ve yaşattığı anlamda bir kerametten
asla söz etmez. Bu anlamda kerametler, mucizelerle lütuflandırılmış peygamberlerde
bile görülmez. Tarikatlar tarih inin, keramet sahibi olarak öne
çıkardığı kişilere mâl edilen "harîkalar "ın hemen hiçbirisine
peygamberlerde bile rastlanmıyor. Eğer keramet dedikleri, belirleyici bir
ölçü-değerse, şunu söylemek zorundayız: Tarikat çevrelerinin keramet sahibi
kişileri, Kur'an'ın tanıttığı nebilerden çok üstün kişilerdir.
Hem
bugünkü keramet anlayışını korumak hem de bu tespite karşı çıkmak mümkün
değildir.
"Mucize,
peygamberlere, keramet de velilere verilmiştir; peygamberliğin göstergesi
mucize, veliliğin göstergesi de keramettir!" sözü
Kur'an ve din dışı bir aldatmadır. Vahyin verileri içinde bir dayanağı yoktur.
Kur'an, veli (Allah'a yakın insan) tâbirinin açık tanımını vermiştir.
Bu tanımda şu iki unsur vardır: Allah'a iman, takva... (bk. Yûnus, 62) O
tanım içinde üçüncü bir unsur yoktur. Velilik kavramı içine başka unsurları
sokan anlayışlar Kur'an'da şirk olarak defalarca ifadeye konmuştur. Buna
bağlı olarak Kur'an "şeytan evliyası" denen bir güruhtan söz
etmiştir. Bu şeytan evliyasının, insanları aldatıp mahvetmede kara dul denen
örümcek gibi iş gördüklerine, çok tehlikeli bir zehir taşıdıklarına dikkat
çekilmiştir, (bk. Bu eser, Şirk, Veli-Evliya, Mürşit madl.)
Kaldı
ki, eğer nebilerin mucizeleri velilerin kerametinden üstün olacaksa, o zaman
tarikatlar tarihini dolduran ve bir benzerini hiçbir peygamberde görmediğimiz
o "harikalar" (!) nedir? Ya onların tümü yalandır, yahut da
bu keramet sahipleri nebilerden üstündür. Bunun üçüncü ihtimali yok.
Îşin
ilginç bir yanı da şudur: Tarîkat-tasavvuf çevrelerinin anladığı ve anlattığı
manasıyla keramet, en üstünleri Hint fakirlerinde görülen bazı
illüzyonlar ve becerilerdir. Bu arada tüm insanlarda bulunan ama çoğunluk tarafından
işletilemeyen duru görü, telepati, telekinezi gibi olgular da söz
konusudur. Ancak bunları işletebilenlerin din açısından üstün olduğuna ilişkin
herhangi bir kanıt yoktur. Olamaz da... Eğer olsaydı, o zaman Hint
yogilerinden tarikat çevrelerine asla sıra gelmezdi. Bu güçleri her insan
kullanabilir ve birçok ülkede, birçok din ve anlayıştan birçok insan kullanmaktadır
da... Bunların dinle-imanla bir ilgisi yoktur... tbn Teymiye bu tür
gösterileri, Rahman evliyasının değil, şeytan evliyasının belirtisi sayıyor,
(bk. Îbn Teymiye; el-Furkan, 39-41)
ibn
Teymiye, ayrıca, tasavvuf-tarîkat çevrelerinin keramet diye
ortaya sürdükleri şeylerin gerçekte birer hayal ve kuruntu ürünü (halüsinasyon)
olduğunu da örnekleriyle gösteriyor, (bk. Anılan yer, 90-91)
ibn
Teymiye şunun altını da çiziyor: Bu tür keramet
gösterileri halk kitleleri üzerinde uyuşturucu etkisi yaptıklarından bunları
izleyen halk gevşer, kendini bırakır ve şeytan bu anı değerlendirerek halkın
üstüne çullanıp onları ele geçirir... (bk. Ibn Teymiye; aynı eser, 147)
Eğer
bir kerametten söz edeceksek, Rahman evliyasının kerameti, iman ve takva
değerlerindeki üretimden ibarettir. Bu değerlerde kim daha üretken olursa kerameti
fazla insan o olur. Gökleri, yerin-denizlerin altını fetheden, gen şifrelerini
çözen üretimler dururken, hâlâ onun-bunun kalbinden geçeni okumayı keramet
sanıp "kutsal insan" ölçüsü yapmaya kalkmak gerçekte bir tek
büyüklüğün belgesi olabilir ki o da talihsizlikteki büyüklüktür...
Tarîkat-tasavvuf
çevreleri bu gerçeği etkisiz kılmanın yolunu da bulmuşlardır: Kendileri
dışındaki çevrelerden çıkan bu tip hünerleri "istidrâc" (aldatmak
için üstünlük vermek) diye ifade ederler. Aynı şey, kendilerinden çıktı mı
keramet, bir başkasından (hem de daha üstünüyle) çıktığında ise istidrac
oluveriyor... Bu tezin de vahyi bir dayanağı yoktur...
Keramet
konusunda Kur'an ne diyor?
Keramet
sözcüğüyle
aynı anlamda bir kök olan "keremdin türevleri (Kerîm, ikram,
tekrîm, mükrim) Kur'an'da 40 civarında yerde kullanılmıştır. En çok kullanılan
sözcük Kerîm sözcüğüdür ve Allah'ın isim-sıfatlarından biridir. Lütfü,
bağışı çok, üstünlük ve yüceliği en ileri olan demektir.
Kur'an'ın
kullandığı kerem kökünün Kur'an terminolojisi açısından taşıdığı
anlamı, Isfahanlı Râgıb şöyle veriyor: "Kerem sözcüğü ile Allah
nitelendirildiğinde bu onun lütuf, nimet ve bağışının görünümünü ifade eder.
Kerem sözcüğüyle insan nitelendirildiğinde ise bu, insandan çıkan ahlak ve huy
güzelliğinin ifadesi olur. Bazı bilginler kerem ile hürriyeti aynı anlamda kabul
etmişlerdir... Kısacası kerem, övülen sıfatların genel adıdır. Her şeyin doruk
noktada ulaştığı onur da kerem sözcüğüyle ifade edilir ve tüm varlıklar için
kullanılır...." (Râgıb; Müfredat, kerem mad.)
Bu
kerem anlayışının, geleneksel-tarîkatçı keramet anlayışıyla en
küçük bir ilintisinin olduğu söylenemez.
Kerem
kökünden
türeyen sözcüklerin en önemlisi Kur'an'da insan için kullanılanı tekrîm sözcüğüdür.
Üstün, hünerli kılmak anlamındaki tekrîm İsra 62 ve 70. ayetlerde geçer.
Birincisinde, İblis, insanın yaratılışından duyduğu sıkıntıyı ifade ederken
insanı küçümseyen ve onunla alay eden sözünde tekrîm'in fiil şeklini
kullanmıştır: "İblis dedi ki: 'Şu mudur bana üstün kıldığın (tekrîm
ettiğin) varlık?!"
İkinci
ayette, insanoğlunun tekrîm edildiği yani diğer varlıklara üstün kılındığı
vurgulanmıştır: "Yemin olsun, biz, âdemoğullarını onur ve üstünlükle
donattık, onları karada ve denizde binitlere yükledik. Onları güzel ve temiz
rızıklarla besledik. Ve onları, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık."
Görüldüğü
gibi, Kur'an insanın sahip bulunduğu keremi, tüm insanların, yaratılıştan
taşıdığı seçkinlikleri ifade için kullanmıştır; bir sınıfın farklılığını ve
dokunulmazlığını ifade için değil. İnsana yüklenen potansiyel değerlerin
kim hangisini daha çok işletiyorsa keremden en büyük payı o alır. Râgıb bu
noktaya değinirken, ihsan (güzel düşünüp güzel üretmek) ve efal (eylemler)
kelimelerini kullanmıştır. Yani insana verilen kerem, onun varlık ve hayatta vücuda
getirdiği eserler, ürettiği değerlerle belirginleşir.
Tasavvuf-tarîkat
çevreleri bu keremi yozlaştırmış, Kur'an dışı bir alana taşımışlardır. Bunun
sonucu olarak, birileri okyanusları aşar, gökleri fethederken, Müslüman
kitleler su üstünde yürüyen, havada uçabilen "keramet sahipleri" aramakla
asırlarını harcamışlardır. Oysaki Kur'an'ın insandan beklediği kerem (veya
keramet) deniz altlarını tünellerle aşmak, kıtaları jetlerle geçmek, Ay'a
gidecek araçları yapmak, kısacası yerin altını ve üstünü bilgi, düşünce, gayret
fetihleriyle donatmaktı. Ne yazık ki İslam dünyası bunları yapanları "gâvur,
cehennemlik" diye küçük görürken, kendi içinde, su üstünde yürüyen,
havada asılı durabilen, onun-bunun aklından geçenleri okuyabilen "keramet
sahibi kişiler" (!) aramakla zaman harcıyor. Onları asla bulamadı,
bulamayacak! Bulsa bile onlar onun dertlerine çare olamayacak. Çünkü Kur'an'ın
aradığı kerem sahipleri onlar değildir; kuduz aşısını, elektriği, telefonu,
bilgisayarı, uzay nakil araçlarını, gen şifrelerini... bulan insanlardır...
KUR'AN VE KUR'AN OKUMAK
Okumak
(kıraat),
Kur'an'ın ilk emridir. Bu ilk emir geneldir; neyin okunacağı gösterilmediği
için, okunabilecek her şeyin okunmasının emredildiği kabul edilmelidir.
Kur'an,
ayetlerin okunmasını emretmektedir. Ayet, Kur'an'ın belli parçaları kadar,
insan ve evrendeki tüm şeylerin ve oluşların ortak adıdır. Ayrıca Kur'an'a
göre vahiy bir kitap olduğu gibi insan ve evren de birer kitaptır ve bu üç
kitap ayetlerle doludur. Sineğin kanadından Firavun'un mumyasına, Kur'an
parçalarından tarihsel kalıntılara kadar tüm varlık ve oluş ayettir. Ve Kur'an
bu ayetlerin tümünün okunmasını istemektedir.
O
halde
"Oku!" emrinin içine tüm varlığın ve insanın okunması girmektedir.
Kur'an'ın
buyruklarının iniş sırasına göre 7. emri "Kur'an okuyun!" emridir.
(Bu konuda bilgi için bk. Öztürk; Kur'an'ın Temel Buyrukları, 18)
Kur'an okuyun emri, örneğin, namaz kılın emrinden öncedir. Ve Kur'an okumak
bağımsız bir emirdir. Ve tekrar edelim, namaz kılmaktan önceye alınmıştır.
*
Kur'an okumayı namazla kayıtlamak:
Kur'an'ın
hiçbir yerinde namaz kılmanın Kur'an'dan bir parça okumaya bağlı olduğunu
gösteren bir beyan yoktur. Kur'an okumak başlıbaşına ve namazdan önce gelmiş
bir emirdir. Hz. Peygamber, Kur'an'ın toplum bünyesinde yaygınlaşması için birçok
araç gibi namazı da kullanmış ve namazda en azından Fatiha'nın okunmasını
emretmiştir. Ama Kur'an'dan bir parçayı veya bölümü okumadan namaz kılmak
isteyenlere de bu izni vermiştir. Sahabînin biri Hz. Peygamber'e gelip namazda
okunabilecek miktarda Kur'an ezberleyemediğini, namaz kılmak için kendisine
başka bir yol göstermesini rica etmiş, Resul ona, Kur'an okumak yerine, Allah'ı
tespih etmeye ilişkin bazı sözler söylemesini önermiştir. Olayı nakleden
müfessir Fahraddin Râzî (ölm. 606/1209) şu yorumu yapıyor: "Bu
kanıt şunu gösteriyor: Sahabî, namazda kendisine yetecek miktarda Arapça
Kur'an okumaktan aciz olduğunu söyleyince Resul ona başka dualar okumasını
emretmiştir.'1 (Râzî, Tefsir, 1/215. Bu konuda geniş bilgi ve
kaynaklar için bk. Öztürk; Yeniden Yapılanmak, Anadilde ibadet
Bölümü)
Ne
yazık ki geleneksel kabul, namaz kılmayı Kur'an okumaya bağlayarak,
Müslümanların Kur'anla beraberliğini büyük ölçüde namazla kayıtlamıştır. Namaz
kılacak kadar Kur'an ezberleyen milyonlarca Müslüman asırlar boyunca bununla
yetinmiş ve Kur'an'ın okunması ayrı ve farz bir emir olma noktasına asla
ulaşamamıştır.
Arap
olmayan Müslümanlar için durum bir kat dâha acıklıdır: Çünkü namazla kayıtlanan
Kur'an okuyuşun Arapça özgün metinden olması farzlaştırıldığı için, Arap
olmayan kitleler, namazda okudukları ayet ve surelerin anlamlarını bilme gibi
bir şansı elde edememişlerdir. Oysaki bu ayet ve surelerin anlamlarını bilmek
bile yetmez. Kur'an'ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için
farzdır. Namazdan önce farzdır.
Şunu
bir iman borcu olarak bilmek ve duyurmak zorundayız: Allah'ın "Kur'an
oku!" emri, "Namaz kıl!" emrinden hem daha öncedir hem de daha
önemli... Bu bir yorum veya tevil değildir, Kur'an'ın açık beyanıdır.
isteyen herkes, Kur'an hükümlerinin iniş sırasını takip ederek Kur'an okumaya
ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir. Daha açık
söyleyelim:
"Kur'an'ı
düşüne düşüne dikkatle oku!" emri, iniş sırasıyla
üçüncü sure olan Müzzemmil Suresi 'nin 4. ayetinde verilmiştir. Aynı emir,
aynı surenin 20. ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan sonradır ki "Namazı
kılın!" emri gelmiştir.
Kaldı
ki, Kur'an okumayı bağımsız bir emir-ibadet olmaktan çıkaran yaklaşımlar
Müzzemmil 20. ayetteki "Namazı kılın!" emrini bugünkü
anlamıyla kıldığımız namaz farzı mânasında kabul etmezler. Onlara göre
namaz, daha sonraları, Mirac'da, Hz. Peygamber-Hz. Mûsa ve Cenabı Hak arasında,
(hâşâ) süren uzun bir pazarlık sonucu farz edilmiştir.
Biz
bu israiliyât uydurmasını kabul etmediğimiz için Kur'an'ın verilerinden hareket
ediyor ve diyoruz ki : Kur'an okumaya ilişkin emir Müzzemmil Suresi'nin 4.
ayetinde, namaz kılmaya ilişkin emir ise 20. ayetinde verilmiştir. Yani "Kur'an
oku!" emri daha öncedir, daha önceliklidir.
İş
bu kadarla da kalmaz: Ankebût Suresi 45. ayet açıkça gösteriyor ki
"Zikrullah", namaz kılmaktan üstündür. Zikir, Kur'an'ın en önemli ve
en bilinen adlarından biridir. Zikrullah tâbiri, tarikat sulandırmalarının
iddia ettiği gibi, "Allah, Allah" sesleri çıkararak def çalıp
zıplamak, dönmekten ibaret değildir. O uygulamalar, bütün samimiyet şartları
var sayılsa bile zikrin en alt mertebesi olabilir.
Zikir,
Kur'an'ın adlarından biri olduğuna göre, zikrullahın tartışmasız ilk Kur'ansal
anlamı Kur'an'dır. Ve böyle olunca da Allah'ı zikretmenin ilk ve tartışmasız
anlamı Kur'an okumak olacaktır. Nitekim, 19. yüzyılın büyük sufî düşünürü Kuşadalı
İbrahim Halveti (ölm. 1845), tasavvuf ve tarikat meşrebinin en büyük
temsilcilerinden biri olmasına rağmen, zikir konusunu böyle anlamış ve
bağlılarına, Allah'ın tertibi olan Kur'an'ı bırakıp da şunun-bunun tertibi olan
sözde zikirlerle zaman yitirmemelerini önermiştir.
Şimdi,
yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklığıyla ve Kur'an'a sadakatin bir
ifadesi olarak duyuralım: Namaz kılmak ne ise Kur'an okumak da odur, hatta
Kur'an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle
de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse Kur'an okumamak da odur, hatta Kur'an okumamak
daha da yıkıcıdır.
Sadece
Kur'an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur'an okumayanın
durumundan iyidir.
Bu
Kur'ansal gerçek asırlardır insanlardan iyi veya kötü niyetle saklanmıştır.
Kur'an'ın; geceleri Kur'anla meşgul olmak anlamında kullandığı teheccüd, yine
namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kur'an'ın söylediğinin tam tersi
yapılmıştır.
Tabii
ki burada sözünü ettiğimiz "Kur'an okumak", Kur'an'ın
istediği tedebbür (anlam üzerinde titizlikle düşünmek) için okumaktır;
yani anladığı dilde ve anlamını takip ederek okumak... Namaz sırasında
sadece kelimelerinin Arapça telâffuzları yapılmış (ne kadar yapıldığı ayrı bir
tartışma konusudur) bir Fatiha veya Kevser Suresi okuyuşu Kur'an'ın
"Oku!" emrine uygun bir Kur'an okumak değildir.
Kur'an
okumak, Allah'ın insandan ne istediğini anlamak niyetiyle okumaktır. Nağme ve
sada zevki için okumak değil...
*
Kur'an okumayı cami içine özgülemek:
Bir
önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur. Kur'an okumayı camide bulunma şartına
bağlayan bir ortak şuuraltı geliştirilmiştir.
Kur'an
okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevîlerin zalim valisi
H accâc başlatmıştır. O, sabah namazından sonra okunmak üzere camilere
özel mushaflar koydurdu. Böylece Kur'an okumanın camiye hapsedilmesi çığırı
başlatılmış oldu. (Bu konuda bk. Şâtıbî; el-I'tı sam, 1/172) Ama onlar,
hiç değilse, okuduklarını anlayabiliyorlardı. Bugünkü okuyuşlarda bu da
kalmamıştır.
*
Kur'an okumayı merasime bağlamak:
Kur'an,
okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki
ilk emri de "Oku!" olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel
müdahaleler bu "okunacak kitap"ı sarılıp sarmalanarak duvara
asılacak ve bazan da "üfürülecek kitap" haline getirdi. Bu
olumsuz müdahaleyi kısa açıklamalarla verelim:
a)
Abdest
almayı gerekli görmek: Yahudilik'ten İslam'a
aktarılmıştır. Yahudi hahamları, Tevrat'ın okunması için abdest alınmasını
ve başın örtülmesini şart koşmuşlardı. (Bu konuda bk. Hikmet Tanyu; Yahudi
Kutsal Kitapları, AÜİFD, sayı: 14)
Kur'an'ın
abdestsiz elle tutularak okunmasını mekruh veya haram gören anlayışların tümü,
Yahudi geleneğinin kutsal kitapların okunmasına ilişkin tutumunun etkisi
altında kalmıştır. Daha birçok konuda kaldığı gibi... Söz konusu olan,
kutsallık ve kutsal kitap olduğu için kimse bu uydurma yasağa karşı çıkmayı
göze alamamış veya "Kötü bir şey de değil, böyle olsa kime ne zararı
var?" diye düşünerek sessizliği tercih etmişlerdir. Bu sessizliktir
ki, asırlar boyu Müslüman kitleleri kitaplarını ellerine alamaz hale getirmiştir.
Yapay
yasağı delmek isteyen, ama gerçeği tam söyleyemeyen bazı kişiler ise şöyle
demişlerdir: Birkaç ayet okuyabilir. Zikir ve dua ayetlerini okur diyenler
vardır. Bu mantığa göre, bir insan Kur'an'ın zikir ve dua ayetlerini yani
Allah'ın şanını yücelten ayetleri cünüp ve abdestsiz okur ama örneğin,
Firavun'un allahlık ilan ettiğini bildiren ayetleri, veya Semud kavminin
battığını gösteren ayetleri okuyamaz.
Yahudi
geleneği, bu tartışmayı daha sahabîler arasında başlatmıştır. Bizim için şu
tablo çok önemlidir: Halife Ömer, İbn Abbas, İbn Cübeyr, Selman Farisî, İbn
Mes'ud, Ebu Mûsa el-Eş'arî, Enes b. Mâlik... gibi âlim sahabîlerle Mücâhid,
İkrime, Câbir b. Zeyd, Dahhâk, Süddî, Ebu Nüheyk, Abdurrahman b. Zeyd... gibi
tabiûn kuşağı âlimleri Kur'an'ın abdestsiz okunabileceğini savunmuşlardır. Bu
müçtehitlere göre, Vakıa Suresi 79. ayetteki "mutahharûn" (iyice
temizlenmiş olanlar) sözcüğüyle kastedilen, meleklerdir. O sözün insanlarla
ilgisi yoktur ki onu zorlayarak "abdestli olanlar" anlamında
kullanmayı deneyelim. Müfessir Katâde b. Diâme (ölm. 118/736) "Bu
ayetteki dokunulmazlık, Allah katındaki dokunulmazlığı ifade eder. Dünya ile
ilgisi yoktur. Dünyada Kur'an'a herkes dokunabilir. Mecûsîler, müşrikler,
münafıklar bile.1' diyor, (bk. İbn Kesir; Tefsir, 4/298)
Kur'an
abdestsiz okunamaz iddiasına delil olarak Vakıa Suresi 79. ayeti okuyanlara
Selmân-ı Fârisî (ölm. 36/656) şu cevabı vermiştir: "Bu ayetin
anlatmak istediği şudur: Bu Kur'an öyle bir zikirdir ki göklerde ona
meleklerden başkası dokunamaz.11 (bk. İbn Hemmâm; el-Musannef,
1/338343)
Tartışma,
sonraki nesil fakıhları içinde de aynen devam edip gitmiştir. Bu tartışmalar
sırasında çok sert çıkışlar yapan fakıhlar da görülüyor. Bırakın abdestsiz
okumayı, cünüp halde bile Kur'an okunabileceğini söyleyen muhaddis-fakıhlar
vardır. Bu konuda ilk fetva verenlerden biri Said b. el-Müseyyeb (ölm.
94/712)dir. (bk. İbn Hemmâm, 1/337)
îslam
din bilginlerinin bazılarına göre, cünüp insan bile Kur'an okuyabilir. Sahabî İbn
Abbas'tan hadis alanının en büyük ismi sayılan Buharî'ye kadar çok
büyük birçok otorite bu görüştedir, (bk. îbn Hacer; Fethü'lBarî, 1/407-408)
Buhârî uzmanı ünlü el-Hûlî de bu görüştedir, (bk. Tarîhu
Fünûni'l-Hadîs, 56)
Irak
fıkıh okulunun babası sayılan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/715) hayızlı
kadının da Kur'an okuyabileceğini kabul etmektedir, (bk. Buharî, hayz 7)
b)
Başı
örtmeyi gerekli görmek: Bunun da bir Yahudi örfü olduğunu
yukarıda verdik.
c)
Kur'an
okunan mekânda resim olmamasını gerekli görmek: Duvarlardan
resim indirmek, masa üstlerinden fotoğrafları kaldırmak vs. şeklindeki uygulama
da bir hurafe uydurmasıdır. Kitap ve sünnette hiçbir dayanağı yoktur.
d)
Belli
oturuş biçimlerini zorunlu göstermek: Kıbleye dönmek, diz
çökmek vs. Tüm bunlar sonradan uydurulmuş yapay kutsallıklardır. Kur'an, örneğin,
yatarak da okunabilir, (bk. Turtûşî, 205) Bunun böyle olabileceğini
bizzat Kur'an söylemektedir. Âli îmran Suresi 191. ayet, düşünen ve akleden
müminleri "Allah'ı ayakta, otururken, yan yatmış halde
zikrederler." diye tanıtmaktadır. Ve biliyoruz ki Kur'an'ın
adlarından biri de Zikir'dir. O halde, en ideal zikir Kur'an okumaktır. O
halde Kur'an oturarak okunabileceği gibi, yan yatarak da ayakta da okunabilir.
Önemli olan okumak ve ibret almaktır.
* Kur'an'ın tercümesini okumanın hatim
olmayacağını söylemek:
Arapçı
ve Arapçacı zihniyetlerin bu uydurması özellikle Müslüman Türklere çok
pahalıya mâl olmuştur. Öyle bir tabu yaratılmıştır ki, hiç kimse çıkıp şunu diyememiştir:
Allah'ın istediğini anlamak üzere kendi dilindeki çevirisini okuyan hatim
sevabı alamıyor da Allah'ın maksadını hiç anlamamak şartıyla okuyan nasıl
hatim sevabı alıyor? Hiç olmazsa bırakın da ne istendiğini anlamak niyetiyle
okuyanlar da sevap alsın.
Kur'an
okumak, bizzat Kur'an'ın ifadesiyle tedebbür etmek yani okunan metnin ne
demek istediği üzerinde derin derin düşünmektir. Başka bir deyişle, tedebbür
farzdır. Kur'an bu konuda net bir ifade kullanmıştır: "Kutsal/bereketli
bir kitap bu; sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt
alabilsin temiz özlüler." (Sâd, 29)
Kur'an'ı,
anlamadığı dilde okuyan mı tedebbür eder, yoksa anladığı dilde okuyan mı? Bunun
cevabı bellidir. Hatim sevabının en büyüğünü, tedebbür ederek okuyanların
alacağı da bellidir. Doğrusu şu ki "Bir kelamı, onun mânasını anlamadan
tedebbür etmek mümkün olamaz." (Süyûtî; el-ltkan, 2/500)
Bu
Kur'ansal gerçeği saklamak için çok kestirme bir yol bulmuşlardır: "Kur'an
layıkıyla tercüme edilmez, o halde 'Kur'an okudum' demek için özgün metni
okumak gerekir." derler. Bu doğru ise Allah'ın kullarından Kur'an'ı
okuyup tedebbür etmelerini istemek abestir, lüzumsuzdur. Allah abesle uğraşmayacağına
göre işin doğrusu şudur: Kur'an'ın lâyıkıyla tercüme edilmesi başkadır,
tercüme edilip okunması gerektiği başkadır. Hiçbir Kur'an çevirmeni,
"Ben filan dilde Kur'an yapacağım" dememiştir, demez. Tercüme yeni
bir Kur'an değildir demek, hiçbir tercümenin Kur'an'ın i'cazını (kelam
erişilmezliğini) aynen koruyamaması demektir. Ama unutulmasın ki i'cazın
korunamaması tercümenin mânayı anlamaya engel olması değildir. Şâtıbî'nin dediği
gibi: "İ'cazı ne anlamda ve hangi tarzda alırsanız alın bu, Kur'an'ın
mânasını kavramaya, o mâna üzerinde akıl yürütmeye engel değildir. Tedebbüre
ulaşmak kaçınılmazdır."(Şâtıbî; Muvafakat, 3/346-347)
Tedebbüre
giden yolu tıkayan bir bahane de şudur: "Hangi dilde okursanız okuyun,
Kur'an'ı anlayamazsınız. Çünkü içinde binlerce bilinmez, mücmel (özetlenmiş),
müşkil (anlaşılması problem olan) vardır." Asırlarca okunmamış (okutmadığınız)
bir kitapta mücmeller de oluşur, müşkiller de, bilmeceler de... İşin esasına
gelince, Kur'an'da ne müşkil vardır, ne de mücmel. Hele hele bilmece hiç
yoktur. Müşkiller ve mücmeller Kur'an'ı gereğince okumayanların, okumaya niyeti
olmayanların kafasındadır.
Bir
daha peygamber gelmeyeceğine göre, Kur'an ileriki tüm zamanlara gök mesajı
taşıyan bir kitaptır. O halde onun her gün yeni bir sırrı ortaya çıkacak, yeni
bir bilgi sarayı keşfedilecektir. Bu onun bilinmezliğinden veya müşkillerle
dolu olduğundan değil, muhataplarındaki bilgi eksikliğinden ileri gelmektedir.
Sadece dört işlemi bilen bir çocuğa cebir formüllerini öğrettiğinizde sıkıntı
çıkar. Sebep, cebir formüllerinin müşkil veya muğlak olması değil, çocuğun o
bilgilere liyakat noktasına gelmemiş bulunmasıdır.
Kur'an'ı
en iyi tefsir eden zamandır. Vakti gelmemiş hiçbir Kur'an sırrı açıklığa
kavuşmaz. Bunun mânası Kur'an'ın muğlaklığı değildir; muhatabın yetersizliğidir.
Mânaların tecelli etmesinin yolu okumamak değil, okumak ve düşünmektir. Ama
haddini bilerek okumak lâzımdır. Her okuyan her okuduğunu anlamak durumunda
olamaz. Herkes anlamıyor diye de anlayanlar yoktur denemez.
Kısacası,
her hal ve şartta sürekli okumak ve tedebbür kapısını açık tutmak gereklidir.
Kur'an'da
yüzü aşkın ayet, tafsil, mufassal, beyan, mübeyyin, beyyine, beyyinât... gibi
açıklık, netlik, ayrıntılı olmak ifade eden sözcüklerle doludur. Ama Kur'an'ın
mücmel, müşkil veya muğlak olduğuna ilişkin değil ayet, işaret bile yoktur.
Müteşâbih
ayetleri "bilinmezlik" eksenine oturtup Kur'an'ın dörtte üçünü insan
tedebbürünün dışına itiyorlar. Hâşâ! Müteşâbihler bilinmezler değildir, vakti
gelince veya ehli el atınca bilinecek olanlardır. Ama Allah bir şeyi
bilemezsiniz demişse (kıyametin vakti gibi) onu bilemeyiz. Bunun müteşâbihle
bir ilgisi yoktur.
Surelerin
başlarındaki mukatta' harfler bilinmez değil, tartışmalıdır, (bk. Süyûtî;
el-Îtkan, 2/22 vd.) Günü gelince veya ehli devreye girince onların anlamı da
apaçık olur. Şâtıbî'nin dediği gibi: "O harfler ehli veya zamanı
olmadığından kapalıdır. Yoksa Allah, anlamsız kelam ile kuluna hitap etmekten
arınmıştır." (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/29-31) Allah, kullarının
anlamayacağı bir kelamı gönderip de sonra onlara bunu okuyup anlayın emrini
vermez. Allah kullarıyla alay etmez. Kaldı ki, kitabında, Kur'an'ın kolaylaştırıldığını
defalarca, hem de yeminle bildirmiştir.
Kur'an
okumanın ruhu tedebbürdür. Tedebbürü değil ortadan kaldıran,
zedeleyen şeyler bile bid'at sayılmıştır. Örneğin, Kur'an okuyuşa musikî
katmak böyledir, (bk. Turtûşî, 183-205) Neden? Çünkü Kur'an okuyuşa mûsikî
uygulamak kaygısı, okuyanın tedebbürünü zedeler.
Yine
aynı şekilde, özellikle Ramazan aylarında, birisinin okuyup ötekilerin
mushaftan sürmesi (mukabele) de bid'at sayılmıştır; çünkü bunda da tedebbür
olmadığı açıktır, (bk. Turtûşî, 205)
Süratli,
sayfa devirmeyi esas alan bir okuyuş da bid'attır; çünkü böyle bir okuyuşta da
tedebbür yoktur, (bk. Turtûşî, 208 vd.)
*
Kur'an'ı muska-tılsım aracı yapmak, koruyucu olarak duvarlara, evlere asmak:
Hangi
ad ve maksatla yapılırsa yapılsın böyle bir şey tartışmasız bid'attır. (bk.
Kal'aci; Fıkhu'nNehaî, 2/789)
Kur'an'ı
muska ve tılsım aracı yapmayı şirke yakın bir günah sayan fakıhlar da vardır.
Kur'an'ı
muska-tılsım aracı yapmanın uzantıları vardır. Bunlardan biri de belli surelere
esrarengiz güçler ve etkiler yükleyerek onları bir tür tılsım gibi kullanma
eğilimidir.
Surelerin
üstünlüklerine (falan surenin filan gücü taşıdığına, şu veya bu işin çözümüne
yaradığına) ilişkin hadis adı altında rivayet edilen sözlerin tümü uydurmadır
ve bunun böyle olduğunda hiçbir tartışma da yoktur. Ne yazık ki bu gerçek
açıkça ve ortaklaşa itiraf edilmesine rağmen, klasik devrin eserleri içinde bu
uydurmaların girmediği kitap hemen hemen yoktur.
Biz
şunu bileceğiz: Kur'an'ın tümü rahmettir, hidayettir, ışıktır. Hiçbir sure
diğerinden ayrılmamıştır. Hiçbir surenin filan veya falan farkı taşıdığına
ilişkin bir vahyî veya nebevi beyan yoktur. Esasen Kur'an'ın okunması bir afsun
ve kelime işi değil, gönderilen mesajın içeriği üzerinde düşünme ve gereğini
yapma işidir. Böyle olunca her sure önemlidir. Çünkü Kur'an sistematik bir
kitap değildir. Her surede vahyin temas ettiği hemen tüm konularla ilgili
beyanlar vardır. Önemli olan o ortak mesajlar üzerinde düşünüp gerekli
değerleri üretecek boyuta gelmektir.
Surelerin
bir kısmını, "namaz sureleri" diye ayıran yaklaşımlar da
İslam dışıdır. Kur'an'ın tümü namazda okunabilir. Bunun aksini söyleyerek,
"namaz sureleri" öğreten bir ticaret sektörü yaratmak isteyenler
vardır.
Bu
ticarî sektör şöyle çalışmaktadır: Önce, namazın Arapça dışında bir
dille kılınamayacağı fetvaya bağlanmaktadır. İkinci olarak, namaz kılacak
kadar Kur'an öğretmek amacıyla (!) bir "Kur'an kursu alt sektörü"
oluşturulmaktadır. Bu sektör, cazibe yaratmak için "namaz
surelerini öğretme" hizmeti verdiğini propaganda ederek halktan çeşitli
başlıklar altında resmîgayrıresmî akıl almaz paralar toplamaktadır.
Sektörün
öğrettiği "namaz surelerini okuma" ile Kur'an öğrenip okumanın
hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü öğretilen şey, sadece Arap alfabesinin harflerini
telâffuzdur. Bu, eşi görülmemiş bir tutarsızlıktır. Arap alfabesini öğrenen
çocuklar ne bir kelime Arapça öğrenmektedir, ne de Kur'an'ın içeriğinden
herhangi bir şey... Öğr endikleri, Arap
harflerinin gırtlağın, karnın neresinden nasıl çıktığıdır. Yani insanlar,
"namaz sureleri öğrenmek" adı altında açık bir papağanlık eğitimine
tâbi tutulmaktadır. Kitleler aldatılmaktadır.
Gerçekten
de bu bir aldatma ve aldanma sektörüdür. Her yıl insanımızın cebinden
trilyonlar alıp götüren bu sektör, tarihte benzeri hemen hemen hiç görülmeyen
bir ruhban sömürüsü yürütmektedir.
Halkımızın
bu sektörden hem dinini, hem de cebini kurtarması gerekmektedir. Bunun yolu da
herkesin ibadetini, namazını-niyazını kendi diliyle yapma hakkına sahip
olduğunun halka öğretilmesidir. Sektör buna elbette şiddetle karşı çıkmaktadır.
Çünkü menfaat kayıpları çok büyüktür. Bu zihniyetin, Osmanlı dönemindeki
kök-damarı olan softa-molla sektörü, benzeri bir karşı çıkışı matbaanın
yurda getirilmesi gündeme geldiğinde göstermiş, "din elden
gidiyor" diye sokağa dökülmüştür. Elden gidenin din değil, bu
çıkarcı sektörün gelirleri olduğu anlaşıldığında aradan 227 yıl geçmişti.
Osmanlı'yı dünyanın gerisinde bırakan ve asırlık bir yığın belanın kaynağı
olan koskoca 227 yıl. Bugün, kalkınmış ülkelerin gerisinde kalarak ona-buna yüz
suyu dökmenin acı faturasının arkasında işte bu softa-molla inadı vardır.
Günümüzde,
ana dilde ibadet gündeme geldiğinde sokaklar bu inatla doldu-taştı, 8 yıllık eğitim
gündeme geldiğinde bu inat, yine "din elden gidiyor" teranesiyle
köyleri-kentleri kirletti. Ve kirletmeye devam ediyor.
*
Ölüler üzerine Kur'an okumak:
İttifakla
bid'attır. Kabir başlarında Kur'an okumak, ölünün arkasından hatim indirmek,
ölü ruhu için hatim ısmarlamak vs. sonradan uydurulmuştur; Peygamberimizin
hayatı ve uygulamasında yeri yoktur, (bk. Kal'aci; Fıkhu'nNehaî, 2/789) Hz.
Peygamber, kabir başlarında Kur'an okumamıştır. Mezara Yâsîn veya İhl
as okumaya ilişkin hadis patentli rivayetlerin de uydurma olduğunu hadis
otoritesi Elbânî (ölm. 1999), kanıtlarıyla göstermiştir, (bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 3/397, 402, 452) İbnülKayyım'ın anıt eseri "Zâdül-Meâd"da
belirttiğine göre, bu yönde bir vasiyet bile olsa geçersizdir. Bunlar en iyi
ihtimalle mekruh, bazı durumlarda günah veya şirktir. Bırakın ölüp gitmişleri,
ölmekte olanın üzerine Kur'an okumaya ilişkin rivayet bile sakattır, (bk.
Feyzu'l-Kadîr, 2/67: Rivayet no, 1344)
Ölülere
üfürükle rahmet gönderme yoktur. Kur'an okutup bağışlama diye bir şey yoktur. Resul'ün
ölülere yararlı olmak için bize gösterdiği yol, onlar için hayır dileklerde
bulunmak, yoksullara yardım etmek ve bir de onların yakınlarını-dostlarını
ziyaret etmektir, (bk. et-Tâc, 5/6. Ölülere Kur'an okumak konusunda Kur'an ve
gerçek sünnet kaynaklı bilgiler veren bir eser olarak bk. Ömer Temizel; Kur'anın
Gölgesinde Katıksız Sohbetler, Denizli, 1999)
Ölülere
Kur'an okuyup göndermenin en nezaketsiz ve Îslamdışı şekli "Peygamberimizin
ruhuna hediye" adıyla Kur'an okumak veya dualarda, "Peygamberimizin
ruhuna hediye eyledik" türünden ifadeler kullanmaktır. Bunu yapanlar
kim oluyorlar da Kur'an'ın mahbatı (iniş yeri) olan bir Hak elçisine hediye gönderiyorlar!
"Biz bunu ondan bize bir yardıma vesile olsun diye yapıyoruz" diyorlarsa,
o zaman durum çok daha kötü demektir. Çünkü böyle bir şey, Peygamber'i şirk
aracı yapmak olur. Şeyhülislam İbn Kemal (ölm. 940/1533) bu konunun
dindışı olduğunu gösteren bağımsız bir risale yazmıştır: "Risâletün fî
Beyâni 'Âdemi Vücûdi Kıraati'l-Kur'ani li İhdâi Ruhi Muhammed Aleyhisselam:
Mahammed Aleyhisselam'ın Ruhuna Hediye Etmek İçin Kur'an Okumanın Dinen Caiz
Olmadığına İlişkin Risale"
Kur'an'ın
olduğu yerde ayak uzatmamak vs. türünden yapay kutsallıklar icat etmek
ittifakla bid'attır. (bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/486) Çünkü
bu tür kurallar, Kur'an'ı, zorluk ve sıkıntı sebebi olan kitap haline getirir.
* Kur'an'ı öpmeyi kutsal saymak:
Kur'an'ı
öpmek de bid'attır. Bu bid'atı ilk yapan, İslam'ın amansız düşmanı Ebu
CehiFin, vahyin tamamlandığı sırada can korkusuyla Müslüman olduğunu söyleyen
oğlu (eski müşrik ordusu komutanı) Ikrime'dir. (bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/486)
Ebu
CehiFin oğlunun başlattığı bir bid'atı bugün binlerce insan bir büyük meziyet
gibi taşımakta ve aksini söyleyenleri Kur'an'a saygısızlıkla itham
etmektedir.
Kur'an'a
saygıyı Ebu CehiFin oğlundan mı öğr ene ceğiz ?!
Kur'an'ın
yap dediğini yapmayanlar, "Kur'an oku!" emrini yerine getirmeyenler
nefislerini tatmin için böyle Şamanist öpme, yüze sürme, kıîıflama, duvara
asma yöntemleriyle Allah'ı kandıracaklarını sandılar; ama Allah'ı aldatamadılar;
kendilerini
aldattılar. "Allah'ı ve müminleri aldatma yoluna giderler. Gerçekte ise
onlar öz benliklerinden başkasını aldatmıyorlar. Ne var ki bunun farkında
olamıyorlar." (Bakara, 9)
* Kur'an'ın Hz. Peygamber'den sonra
toplandığını söylemek:
Hemen
tüm tarih kitaplarımızda Kur'an'ın toplanmasıyla ilgili bir bahis vardır.
Burada şöyle iddia edilir: "Kur'an'ı Hz. Peygamber'den sonraki zamanda
Hz. Osman (ölm. 36/656) topladı. Eğer o toplamasaydı kim bilir Kur'an'ın
başına neler gelirdi?!"
Hz.
Peygamber eğer Kur'an'ı toplayıp ona son şeklini vermeden bu âlemden
ayrılmışsa, hâşâ, peygamberlik görevini yapmamış demektir.
Peygamberliğin
temel niteliklerinden biri de "hıfz" yani gelen vahiyleri
toplama, kollama ve insanlığa bildirme görevidir. Hıfz yeteneği olmayan
bir peygamber düşünülemez. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Bir peygamberin
aldığı vahiylerin en iyi ve en güvenilir koruma deposu, o peygamberin hafızasıdır.
Kur'an, bu gerçeği bizim peygamberimiz açısından ifadeye koyarken şöyle
buyurmaktadır: "Biz seni/sana okutacağız da sen unutmayacaksın." (A'lâ,
6)
Hz.
Muhammed'in hayatını anlatan tüm hadis ve siyer kitapları bildiriyor ki, o,
aldığı vahiyleri hem kendi ilahî hafıza deposunda koruyor hem de sahabîlerine
ezberletip yazdırıyordu. Ayrıca, her yıl Ramazan ayında, Cebrail ile
karşılıklı bir mukabeleye gidiyor, bir yıl içinde gelmiş vahiylerin hem
metinlerini hem de yerlerini gözden geçiriyordu. Bu mukabele işi (buna arza:
Cebrail'e arz edip kontrol ettirmek de denir), Hz. Peygamberin öldüğü yıl
iki kez yapılmıştır.
Hz.
Peygamber, kendi tanrısal hafızası yanında iki ayrı imkânı daha kullanarak
Kur'an'ı koruma altına almıştır: Yazı, ezberleme (hafızlık). Özellikle
yazılması hususunda son derece titiz davranmış, yazımları bizzat kontrol
etmiştir. Onun ümmî sıfatını okumayazma bilmeyen adam anlamında
kullanmak için bu titizlikleriyle ilgili anekdotları hep saklamışlardır.
Gerçek olan şudur ki Hz. Resul, vahiy kâtiplerinin yazdığı ayetleri sık sık ve
titizlikle kontrol ediyor ve bazan düzeltmeler yapıyordu. (Bu konuda bk. Hamidullah;
Kur'an Tarihi, 45-52)
Sözün
özü, Muhasibi (ölm. 243/857)nin söylediğidir: "Kur'an'ın kitap
haline getirilmesi Peygamberimizden sonra gerçekleştirilmiş (muhdes) bir olay
değildir. Peygamberimizin emriyle gerçekleşmiş bulunan yazım işi, parçalar
halindeki yazı malzemesinin bir araya getirilip kopyalanmasıdır." (bk. Süyûtî;
el-Itkan fî Ulûmi'lKur'an, 1/167)
Kısacası,
Kur'an ayetlerinin sıralamasını (surelerin tertibi serbest kalmak üzere)
bugünkü şekline Peygamber ve Cebrail birlikte kavuşturmuşlardır. Gerisi bir
kopyalama (istinsah) ve "kağıt değiştirme" işidir. (Bu konuda bk. Zerkeşî;
el-Burhan fî Ulûmi'l-Kur'an, 1/296-303)
Bütün
bunlar bilinirken, Kur'an Peygamberimizden sonra halife Osman zamanında
toplandı demek, Emevî hanedanına Kur'an üzerinden prim çıkarmaya kalkmaktan
başka anlam ifade etmez.
Üçüncü
halife Osman'ın yaptığı, toplanmış ve son şekli verilmiş bulunan
Kur'an'ın, sure tertipleri değişik nüshaları arasından birini seçip
kopyalamaktır.
*
Kur'an'da nesih
(bazı ayetlerin bazılarını hükümden düşürmesi) olduğunu iddia etmek.
*
Kur'an'ın muğlak, mücmel ve
müşkil olduğunu söylemek:
Kur'andan
bunların hiçbirine değil kanıt, bir ima bulmak bile mümkün değildir. Bunlar,
Kur'an'ı kendi yorumlarının cenderesine hapsetmek isteyenlerin icat ettikleri
entellektüel oyunlardır.
*
Müteşâbihâtı Allah dışında kimsenin bilemeyeceğini iddia etmek:
Sure başlarındaki
harfler (fevâtihu's-süver veya hurûf-i mukatta'a) bile anlaşılmaz değildir.
Vaktini, kişisini, boyutunu bekler. Bu bekleyiş, anlaşılmazlık, bilinmezlik
anlamına gelmez. (Bu konuda bk. Şâtıbî; Muvafakat, 29-33) Allah anlamsız
kelamla kuluna hitap etmez. KURBAN
Kurban
adı altında hayvan kesmek, bağımsız bir ibadet değildir; esas ibadet olan infak
(paylaşım, imkân ve nimetlerden başkalarına pay çıkarma) içinde bir uygulamadır.
Hiçbir
mezhep kurbanı farz görmemiştir. Bunun anlamı, kurbanın ayniyle (yani hayvanın
kesilmesiyle) bir ibadet olmadığıdır. Esasen Kur'an, kurbanların etlerinin
ve kanlarının Allah'a ulaşmayacağını açıkça ifade ederek kesim ve etin hiçbir
zaman ibadet olamayacağını göstermiştir:
"O
kurbanlık hayvanların etleri de kanları da Allah'a asla ulaşmaz; fakat sizin
takvanız O'na ulaşır..." (Hac Suresi, 37)
Kur'an böyle diyor ama, o Kur'an'ı insanlığa tebliğ eden Peygamber'e isnat
edilmiş bazı uydurmalar bunun tam aksini söylüyor. işte bir tanesi: "Kurbanlıkların
her tüyünde onların sahipleri için on sevap vardır." (bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 3/157) Ve: "Kurbanlık hayvanlarınızı büyük tutun, çünkü onlar
sizin sırat köprüsünde bineğiniz olacaktır." (bk. Elbânî; aynı eser,
1/173)
İbadet
olan, fakire pay çıkarmak, yardımcı olmaktır. Hayvan kesimi, bunun uygulama şekillerinden
biridir.
Hal
böyle olunca, kurbanın yerine, yoksulun korunmasında daha elverişli olan başka
bir yardım geçirilebilir. Yoksula et verme diye ayrı bir ibadet yoktur. İbadet,
yoksula yardımcı olmaktır. Bu yardım, yoksulun ihtiyaçlarına en uygun olanıyla
yapılmalıdır. Ameliyat olacak para arayan bir yoksula para vermek ona et
vermekten çok daha üstün bir hayırdır. Hem Allah'ı hem yoksulu daha çok memnun
eder.
Örne kler artırılabilir. ilke şudur: Yoksulun
en âcil ve en hayatî ihtiyacına cevap vermek.
Ülk
emizde son yıllarda "kurban ibadeti" adı altında hayvan
kesmek farzlaştırılıyor ve ardından bu hayvanların derilerini toplamak için
akıl almaz oyunlar tezgâhlanıyor. Bir tür "deri toplama mafyası" oluşmuş
bulunuyor. Trilyonlar söz konusudur. Bu tezgâhın yaşamasında çıkarları olan
şebekeler söz konusudur. Bunlar, dinsel açıdan duygularına hep yenik düşen
temiz kalpli, fakat bilgisiz insanlarımızı, "Kan ak malıdır, kaza-bela
uzaklaşsın diye bir kan akıtmak gerekir" şeklinde sözlerle aldatarak
sürekli hayvan kestiriyorlar. Çoğu zeminde etler ortada kalıyor. Et dağıtmak
için ev ev dolaşılıyor. Hiçbir ihtiyacı olmayan aileler "ibadet olsun
diye bir kan akıtıp" sonra da karşılıklı et değiş-tokuşunda bulunarak
kendilerini aldatıyorlar.
Kurban
konusu, neresinden bakarsanız bakın, yer yer komediye, bazan da faciaya dönüşmüş
bulunuyor. Bir facia ki bir ucunda hayvan canı almak, öte ucunda deri gaspı
var.
Başta
İbn Abbas (ölm. 68/687) olmak üzere sahabîlerden bazılarının, git gide
farzlaştırılıyor diye kurban kesmeyi terk ettiklerini tespit etmiş bulunuyoruz,
(bk. Sünnet mad.)
Bugün
bu sahabî tavrını devreye sokmanın tam zamanıdır. Çünkü kurban artık yoksulun,
açın işine yaramaktan çok deri toplayıcılarla deri tüccarlarının işine
yarayan bir can alma kurumuna dönüşmüş görünüyor.
Allah'a
yaklaşma vesilesi demek olan kurban, sadece hayvan boğazlamakla olmaz. Her
Müslüman, çevresindeki yoksulların durumunu araştırıp onların ihtiyaçlarına
en uygun yardımı bulmak ve yoksulu o yolla korumak borcundadır. Allah'ın
istediği ve dinin gösterdiği budur. Bu yolda hareket edilirse hem infak ibadeti
en ideal biçimde yerine getirilmiş hem hayvanların canına kıyılmamış hem de
deri çetelerine destek verilmemiş olur.
*
Kurbanlık hayvan kesmeyi farz sanmak:
Kurbanlık
hayvan kesmek islam'ın hiçbir mezhebinde farz değildir. Kurbanlık
hayvan kesmek sünnettir. Hanefî fakıhların bir kısmı kurbanlık hayvan kesmeyi "vacip"
göstermektedir. Bu bizi şaşırtmamalıdır; çünkü Hanefî fıkhında müekked
sünnet (pekiştirilmiş, uygulaması yaygın sünnet) anlamında vacip deyimi
kullanılmaktadır. Yani neresinden bakarsanız bakın, kurban kesmek sadece
sünnettir.
Sünnet,
bir
ibadetin Hz. Peygamber tarafından uygulanış biçimi demektir. O halde kurbanlık
hayvan kesmek, bir ibadetin uygulama biçimlerinden biridir. O ibadet, yoksula
yardım demek olan infaktır. Kurban kesmek işte bu yardımın veriliş
biçimlerinden biridir. Bunun açık anlamı ise şudur:
Yoksula,
kurbanlık hayvan kesip et verme yerine uygun bulunan başka bir şeyi (para,
mal, eşya vs.) vermek de mümkündür.
*
Kurban bayramını, hayvan kesme
bayramı sanmak:
Bu
anlayış temelden yanlıştır, pagan bir kalıntıdır. Kurban, tüm ibadetlerin
ortak adıdır. Î nsanı Allah'a yaklaştıran şey demektir. Bu anlamda olmak
üzere Peygamberimiz namazı bile kurban diye anmıştır.
O
halde, Kurban bayramının İslam'a uygun adı, "yoksula yardım
bayramı" olmalıdır. En azından, Kur'an müminleri bu bayramı böyle
anlamalı ve değerlendirmelidirler.
*
Allah dışında bir şey (kişiler,
türbeler, olaylar) adına kurban kesmek:
Bu
da bir putperest kalıntıdır. Politikacı, sanatçı, asker vs. ünlü kişilerin
adlarına, bazı olayların yıl dönümünde vs. hayvan boğazlayıp bunu kurban diye
anmak, tam bir sapmadır. Bu anlayışla kesilen hayvanların bırakın kurban
olmalarını, etleri yenmez.
Hayvan
kesimi bir can almadır; can alma yalnız ve yalnız Allah adına olabilir. Yaşayan
veya ölmüş kişilerin, türbelerin adına izafe edilerek kesilen hayvanlar,
Kur'an'ın açık hükmüne göre haram et haline gelir. Kur'an bu şekilde kesilen
hayvanları "Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar" diye
anmakta ve etlerini haram ilan etmektedir. Bu etler; leş, kan, domuz eti gibi
haramların yer aldığı listenin içindedir, (bk. Bakara, 173; Mâide, 3; Nahl,
115)
*
Hayvanları bayıltarak kesmeyi İslam dışı ilan etmek:
Kurban
konusunda halka musallat edilen hurafelerden biri de, elektro şok uygulanarak
yapılan kesimleri dinen geçerli saymamaktır.
Bu
konuda yıllarca yalan söylendi, halk kandırıldı. Güya, bayıltılarak kesilen
hayvanların kanı akmıyormuş, bu yolla kesilen hayvanlar boğularak ölüyormuş.
Kesimde
kanın akması dinen gereklidir. Bu doğru. Boğularak ölen veya öldürülen hayvanın
eti helal değildir, yenmez; bu da doğru. Ama şoklanarak, bayıltılarak
kesilen hayvanların kanlarının akmadığını, bu hayvanların ölümlerinin boğulma
yoluyla vücut bulduğunu söylemek gerçek dışıdır.
Durum,
bu söylentilerin tam tersidir: Şoklanarak kesilen hayvanların ölümü kesim ve
kan akışı yüzündendir. Hatta bu yolla kesilen hayvanlarda vücuttan çıkan kan
miktarı, geleneksel yöntemlerle kesilenlerden çok daha fazladır. Bu durum
etlerin daha sağlıklı ve daha leziz olmalarında etken olmaktadır. Bunun böyle
olduğu bilimin tartışılmaz tespitidir.
Dinsel
yönden baktığımızda da şoklama yöntemiyle kesim İslam'ın, özellikle
Peygamberimizin buyruklarına, beklentilerine en uygun yoldur. Çünkü bu yol,
hayvanın acısını hemen hemen sıfırlamaktadır. Peygamberimizin talimatı da
kesilen hayvanların en az acı duyacakları şekilde kesilmeleridir.
O
halde kurban kesimlerini de hayvanları bayıltan yöntemlerin uygulandığı bir
kesim şekline kavuşturmak hem insanlık hem de din görevimizdir. Diyanetin de
bu konuda yıllar önceden fetva verdiğini biliyoruz. Ama bu yeterli olmamıştır.
Diyanet, şoklama ile kesimi zorunlu hale getirmek için ağırlığını
koymalıdır.
Esasen,
bu konuda acil bir yasal düzenleme yapmak herkesten önce parlamentomuzun bir
vicdan ve insanlık borcudur. Aksi halde, "kurban ibadeti" adı
altında hayvanların acı çekmesi, insanların da aldatılması sürecektir.
*
Kurbanlık hayvan kesmeyi haccın gereklerinden biri sanmak:
Îlmihal
kitaplarına girmiş bu anlayış da Îslam dışıdır. Hacda kurbanlık hayvan kesmek,
hac günlerinde Mekke'de toplanan büyük kalabalığın gıdalanmasını
kolaylaştırmaya yönelik bir uygulamadır. Ve bu espri içinde anlamlıdır. Bu
esprinin yitirildiği veya anlamının kalmadığı zamanlarda sadece bir geleneği
yaşatmak uğruna onca hayvanı kesip kumlarda telef etmek dinin buyruğu olarak
algılanamaz. (Bu konuda ayrıntılar ve kanıtl ar için bk. KTK. Kurban mad.)
KUTUP, GAVS, HIZIR, ABDALLAR, KIRKLAR,
NUKABA, NÜCEBA, EVTÂD, EFRÂD, AHYÂR MİTOLOJİSİ
Hint-Veda
sistemlerindeki
yarı-tanrı kuvvetler anlayışının tasavvuf-tarîkat yoluyla İslam'a aktarılışmın
bir göstergesi olan abdallar, gavs, kutup, nakîbler, necipler vs. iddialarının
Kur'an ve gerçek hadiste hiçbir dayanağı yoktur.
Bu
isim-kavramlarla ilgili hadis diye ortalıkta dolaştırılan sözlerin tümünün
uydurma olduğu bugün artık oybirliği ile kabul edilmektedir.
Başlığımızda
değişik görünümlerini sıraladığımız bu mitolojinin çekirdeğini, Emevî kralı
Muaviye'nin tezgâhını yürüttüğü Şam'ı kutsal göstermek için uydurttuğu "Abdallar
Hadisi" diye anılan söz oluşturmaktadır. Bu söz sonraki zamanlarda
Hint mistisizminden ithal edilen yedek ilah teorileriyle zenginleştirilmiş ve
dünyayı Allah ile birlikte yönettikleri var sayılan İslamîleştirilmiş bir
alt-tanrılar silsilesi oluşturulmuştur. Bunların başı kabul edilen kişi "kutup"
veya "gavs" diye anılır. Onun altında, Vedik (Vedalar sistemine
ait) anlayışın sıralamasına uygun bir iş bölümü yapılır ve başlıktaki adlarla
anılan kişiler kutubun yönetim ve denetiminde dünyayı, hatta evreni idare
ederler. Abdallar ve kutup mitolojisinin, Muaviye ile onun sadık yandaşı
sözde mühtedi (İslam'a dönmüş) Yahudi casusu Ka'b el-Ahbâr (ölm. 33/653)
tarafından oluşturulduğunu bilmekteyiz. İslam bilginleri bu tür uydurmaları "kıssacılık"
adıyla anar ve itibar dışı tutarlar. Kıssacılığın babasının Muaviye
olduğu ise tartışmasız bir gerçektir, (bk. Süyûtî; Tahzîru'l-Havâs min
Ekâzibi'l-Kussâs, 235)
Biz
bu konuyu "Kur'andaki islam" adlı eserimizde geniş bir
biçimde inceledik, (bk. s. 242-244 ve 346-351) Burada şu kadarını söyleyelim: Ka'b
el-Ahbâr adlı Yahudi kâhin-bilginin tarihin ilk ve en hızlı siyonisti olduğu,
İslam'ın yozlaştırılmasında ve hadis uydurmacılığında ilk büyük rolü oynadığı,
Hz. Ömer'i öldüren komplonun içinde yer aldığı, Mısırlı bilginler Mahmud
Ebu Reyye (ölm. 1970) ve Ahmet Emin (ölm. 1954) tarafından tarihsel
belgeleriyle gösterilmiştir. Ebu Reyye bu tezini Mecelletü'r-Risâle'de
yazdığı makalelerle gündeme getirmiş, ayrıca "Advâ'
ale's-Sünneti'lMuhammediyye: Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması adlı
eserinde (s. 166 vd.) tekrarlamıştır.
Abdallarla
ilgili uydurmaları, çağımızın en büyük hadis bilgini Elbân î'nin,
uydurma hadisleri toplayan ve eleştiren eserinden verelim:
"Bu
ümmette Abdallar otuz kişidir. Onlardan biri öldüğünde Allah onun yerine bir
başkasını bedel olarak gönderir." (Elbânî; Zaîfa,
2/339-342)
"Şu
üç şey kendisinde bulunan kişi, yeryüzünün ve sakinlerinin ayakta kalmasının
sebebi olan Abdallardandır: Kazaya rıza göstermek, Allah'ın yasaklarından
uzak durmada sabır, Allah'ın zatına ilişkin konularda öfke."
"Ümmetimin abdallarının alâmeti şudur: Onlar
hiçbir şeye asla lanet etmezler."
"Abdallar,
mevâlîden (Arap olmayan Müslümanlardan )dir. Mevâlîye, münafıklardan başkası
kin tutmaz. 11
"Benim
ümmetimin abdalları cennete amelleri yüzünden girmezler. Onların cennete girişi
Allah'ın rahmeti, benliklerindeki cömertlik, kalp temizliği ve tüm Müslümanlara
rahmet oluşları yüzündendir.11 (bk. Elbânî;
Zaîfa, 3/666-668)
"Abdallar
kırk erkek ve kırk kadından oluşur. Allah; her erkek öldüğünde onun yerine bir
erkek, her kadın öldüğünde de onun yerine bir kadın gönderir." (bk.
Elbânî; aynı eser, 5/519-520)
"Ümmetim
içinde, kalbi Hz. İbrahim kalbi gibi olan kırk kişi hiç eksik olmaz. Allah bu
kırk kişiyle yeryüzündeki belaları ümmetimden uzaklaştırır. Bu kırk kişiye
'Abdallar' denir. Bunların erişleri namaz, oruç ve sadaka ile değildir;
bunların erişleri cömertlikle, Müslümanlara öğütle olur."
"Yaratıkları
içinde Allah'ın üçyüz kişisi vardır ki, kalpleri Hz. Âdem kalbi üzeredir. Aynı
şekilde Allah'ın kırk kişisi vardır ki, kalpleri Musa'nın kalbi üzeredir. Yedi
kişi vardır ki, kalpleri İbrahim kalbi üzeredir. Beş kişi vardır ki, kalpleri
Cebrail kalbi üzeredir. Üç kişi vardır ki, kalpleri Mikâil kalbi üzeredir. Bir
kişi vardır ki, kalbi İsrafil kalbi üzeredir. Bu son bir kişi ölünce Allah
onun yerine üçlerden birini getirir. Üçlerden biri ölünce onun yerine beşlerden
birini getirir. Beşlerden biri ölünce onun yerine yedilerden birini getirir.
Yedilerden biri ölünce onun yerine kırklardan birini getirir. Kırklardan biri
ölünce onun yerine üçyüzlerden birini getirir. Üçyüzlerden biri ölünce onun
yerine halktan birini getirir. İşte yeryüzünde hayat bu insanlar hürmetine
yürür, ölüm bu insanlar yüzünden olur, yağmur bu insanlar hürmetine yağar,
bitkiler bu insanlar hürmetine yeşerir, belâlar bu insanlar hürmetine
uzaklaştırılır." (Bu buram buram şirk kokan
uydurmalar ve eleştirileri için bk. Elbânî; aynı eser, 5/669-670)
İbn
Teymiye'nin "ilim sahiplerinin ittifakıyla
yalan" dediği (bk. Îbn Teymiye; el-Furkan, 13) bu Abdallar
uydurmasındaki anlatım, tevhidin Allah'ına değil, şirk panteonunun yedek
ilahlarına yakışan bir anlatımdır.
Kutup,
Abdallar, Gavs, Nukaba, Nüceba, Evtâd Mitolojisi hakkındaki
bilgileri, bir ibret belgesi olsun diye, tasavvuf-tarîkat kitaplarından değil, Osmanlı
fıkıh bilginlerinin en ünlülerinden biri sayılan İbn Abidîn 'nin Resâil
'inden alacağız. Ünlü Risâleler'inin birini de bu konuya ayıran İbn
Abidîn (ölm. 1252/1836) bu mitolojiyi, genişçe anlatmış ve ne şaşılacak
şeydir ki, bir tek tereddüt belirtmemiş, bir tek sakınca kaydı koymamıştır. Osmanlı'nın
din dediği ile Kur'an'ın din dediğinin çok ayrı şeyler olduğunu kanıtlayan en
güçlü belgelerden biri de İbn Abidîn'in bu "Risâle"sidir. (bk.
Îbn Abidîn; Resâil, 2/264-281)
Mitolojiyi
tanıtan önemli cümleleri alalım ve kendi görüşlerimizi parantez içinde
ekleyelim:
Kutup
(çoğulu: aktâb) değirmenin, çevresinde döndüğü eksen demektir. Zamanının bütün
oluşları onun çevresinde dönüp durduğu için zamanın ruhsal seyyidi ve
yöneticisi olan zata bu ad verilmiştir... Kutuplar iki tanedir. Biri görünen
âlemi yönetir, biri gayb âlemini. (Allah ne yapar?!) Kutup ölünce, yerine
Abdallar'ın en kâmili geçer.
Abdallar'a
gelince, abdal kelimesi, bedel sözünden alınmıştır. Bunlardan biri ölünce onun
yerine öteki geçtiği için bu adla anılmışlardır. Bunlar, peygamberin yerine iş
gördükleri için de bu adı almış olabilirler... (Az önce Allah'ın işlerini
gördükleri söyleniyordu!) Allah, insanlara musallat olabilecek belaları,
fesatları bu Abdallar yüzünden yok eder... (Neden Îslam dünyasından bela ve
fesat bir türlü eksik olmuyor?)
Evtâda
gelince: Bu kelime direk, dayanak anlamındaki veted sözcüğünün çoğuludur.
Bunlar, yeryüzünün dayanıklı olmasını sağlayan ruhsal kişilerdir. Kur'an'da
dağların "evtâd" olduğunu söyleyen ayet bu kişilere dikkat
çekmektedir.
Nukaba,
nakîb (temsilci, belirleyici) sözcüğünün çoğuludur. Nukaba, toplumların kozmik
temsilcileridir. Bunların her biri gezegenlerin birinin dünya üzerindeki
etkilerini kontrol eder. Bunlar Îblis'i de tanırlar ve onun etkilerini de
kontrol ederler. (Dünyadaki bunca kötülük ve sapıklık nasıl oluyor? Yoksa
nukabanın canını sıkacak bir şey mi yapıldı?)
Efrada
gelince, bu kelime ferd (birey) kelimesinin çoğuludur. Efrâd, melekler
âleminden bazılarının temsilcisi olarak iş görür...
Nüceba'nın
sayısı 70, Abdalların 40, Ahyâr'ın 7, Evtâd'ın 4'tür. Gavs ise bir tektir.
Nukaba'nın yaşadığı yer Mağrip, Nüceba'nınki Mısır, Ab d all ar'
ınki Şam, Gavs'ınki Mekke, Kutup'unki Yemen'dir. Ahyâr (hıyar
kelimesinin çoğulu, seçkinler anlamında kullanılır) ise yeryüzünü durmadan
dolaşır. (Dikkat edilirse bu mitolojik ilahların hiçbiri, günümüz dünyasının
uygar coğrafyalarında yaşamıyor.)
Halkın
Kabe'yi tavaf ettikleri gibi Kutup da sürekli bir biçimde Allah'ı tavaf
eder. (Allah'ın tavaf konusu olduğunu söylemek O'nu cisimleştirmektir ki
tartışmasız küfürdür.) Hep Allah'ın çevresindedir, orada döner-durur. (Bu
sözler açık bir şirktir.)
Kutup,
azledilmez, makamından ayrılmaz. Ancak ölünce yeri boşalır.
Mitolojik
anlatım böylece sürüp gidiyor. Bunlar Islam'ın kabulleri asla olamaz, bunlar
olsa olsa Hint paganizminin yedek ilah anlayışını yansıtan beyanlardır. Bu
sözleri okuyup İslam dünyasının durumunu da hatırlayınca Kur'an'ın defalarca
tekrarladığı şu ölümsüz beyyine vicdanlarda yeniden canlanıyor:
"Allah,
insanlara zulmetmez, insanlar kendilerine zulmediyorlar." (bk.
Âli İmran, 117; Hûd, 101; Nahl, 33, 118; Zührûf, 76)
Hızır
mitolojisi, Abdallar-Kırklar mitolojisinin bir uzantısıdır.
Kur'an'da
Hızır diye bir ad geçmez. Hz. Musa 'nın Kehf Suresi'nde
sözü edilen arkadaşının Hızır olduğunu söylemenin hiçbir Kur'ansal
dayanağı yoktur. Kehf Suresi'nde sözü edilen Musa'nın Hz. Mûsa olduğu bile
kesin değildir. Ona arkadaşlık yaptığı söylenen bilge kişinin ise adı hiç
verilmemektedir.
Uydurmacılar
Hızır'ı bazan Mûsa ile bazan da İlyas ile arkadaş yaparlar.
Tüm hurafe
kabullerinde olduğu gibi Hızır konusunda
da uydurulmuş hadisler hazırdır. Îşte bir tanesi: "İlyas
ile Hızır kardeştirler; babaları İran diyarından, anneleri ise Bizans diy
arındandır.1' (bk.
MEHDÎLİK VE MEHDÎCİLİK
Mehdî
kelimesi
Kur'an'da geçmez. Anlam olarak hidayete eren, hidayete erdiren demektir.
Hid
ayet (doğruya ve güzele kılavuzlamak), Kur'an'a göre
Allah'ın elindedir. Allah bu yetkisini peygamberleri ve kitapları aracılığıyla
kullanır. Peygamberlerin getirdiği kitaplardaki ilkelerle hidayete çağıranlara
ise mübelliğ (tebliğci), dâî (çağrı yapan), nezîr (uyarıcı)
denir. Bu hidayet yolcularının hiçbirinde tebliğ dışında bir amaç ve beklenti
yoktur.
Mehdî,
siyasal liderlik, devlet başkanlığı, maddesel önderlik talepleri olan bir
"kurtarıcı" portresine sahiptir. Nitekim tarih
boyunca tüm mehdî adayları, yönetimi bir şekilde ele geçirmeyi esas almış
kişilerdir. Bunu bazan açık, bazan da örtülü biçimde ifade ederler. Ama
hepsinde kitleyi, bir önder sıfatıyla siyasal ve askerî hareketleri de
kullanarak kurtarma iddiası vardır. Bunun içindir ki, İslam literatüründe mehdî
kavramı hemen daima imamet (devlet başkanlığı) kavramı ile yan yana veya
bağlantılı olarak ele alınmıştır. Hatta, adaletli, güven verici bir devlet
başkanı görüldüğünde ona mehdî denebilmiş, en azından böyle bir devlet
başkanının mehdî beklemeye gerek bırakmadığı dile getirilmiştir. Örneğin,
Abbasî halifesi Nasır Lidinillah (ölm. 575/1180), devrin ünlü şairi Sıbt
b.
Te'âvîzî
(ölm. 582/1186) tarafından mehdî diye anılıyordu. Sibt, Nasır geldikten sonra
artık mehdî beklemeye gerek kalmadığını şiirlerinde ifade ediyordu, (bk.
Îlhan; Mehdîlik, 16)
Bu
anlayış, zulüm ve despotizm altında inleyen kitlelerde şu veya bu adla tarih
boyunca hep var olagelmiştir. Bugünkü Îslam dünyasında yaşayan şekli ise Yahudilik
ve Hıristiyanlık'taki mesih (kurtarıcı) inancının Müslüman kitlelere
aktarılmışıdır. Yahudiler, Ilyas Peygamber'in göğe çıkarıldığına ve âhir
zamanda dünyayı kurtarmak üzere geri geleceğine inanmışlardır. Hristiyan dünya
aynı inancı Hz. isa'yı göğe çıkararak yaşatmıştır. Bu inanç, Îslam akidesi
içine de, ne yazık ki, isa'nın geri geleceğini tekrar eden bir söylem olarak
girmiştir.
Emevîler
döneminde Süfyânî adıyla bir kurtarıcı beklendi, (bk. Avni tlhan; Mehdîlik,
Îst. 1993, s. 13) Daha sonra bu, Sünnîliğe Hz. Îsa'nın gökten ineceği ve Şiîliğe
de, beklenen mehdinin geleceği söylemi halinde girdi.
Kısacası,
aklını ve eylemini vaktinde kullanmadığı için ezilen kitleler, iyice
bunaldıklarında ütopik bir kurtarıcı beklerler. Îslam dünyasında en ateşli
mehdî beklentisi, tarih boyunca en çok ezilen ŞiîAlevî kitlelerde görülür. Bu
beklenti, giderek, "Mehdî-i Muntazar (beklenen mehdî) deyimiyle imanın bir
şartı haline getirilmiştir.
Şiî
inancında, ilk zamanlar, mehdî olarak H z . Ali'nin geri gelmesi beklenmiş ve
mehdî inancı Ali'nin adı çevresinde oluşturulan mitolojiye bağlanmıştır.
165/782'de ölen ve tarihin en tehlikeli uydurmacılarından biri olan Câbir b.
Yezîd el-Ca'fî el-Kûfî (Îmamı Âzam onun için "en büyük yalancı"
diyor) Hz. Ali'nin bir kurtarıcı-mehdî olarak geri geleceğini iddia ediyor ve kanıt
olarak da Kur'an'ın Nemi Suresi 82. ayetini gösteriyordu.
Hz.
Ali'den sonra "geri gelecek mehdî" olarak onun oğlu Muhammed
b. el-Hanefiyye (ölm. 81/700) öne çıkarıldı. Şiîlerde hemen her imam için
öne sürülen bu geri gelme (ric'at) nihayet 12. imam Mehdî-î Muntazar
veya "Gâib imam" (Gizlenen İmanımla noktalandı. Şimdilerde tüm
Şiî ekoller onun geri gelip insanlığı kurtaracağını ileri sürmektedir. Şiî
ekollerin bazıları, bir mehdinin geleceğine inanır, ama onun adını vermezler.
Mehdî
inancı, gerekeni yapamayan veya yapmayanların avunmasını sağlayan bir
ütopyadır. Bu inançta bekleme esastır. Eskiden ezildiğinin farkında olamadığı
veya ezilmeye karşı çıkacak imkân bulamadığı için kahır çeken kitle, mehdî
inancıyla, kahır çekmeyi, aldatılmayı bizzat kendi eliyle imanlaştırmış
olmaktadır. Bunun içindir ki mehdî inancından, daha doğrusu mehdî hayal ve
aldanışından kurtulamayan kitlelerin kalkınması, ilerlemesi mümkü n değildir. Mehdî
inancı, atılım, üretim, gelişim ruhunu felce uğratan bir hurafedir.
Bu
hurafeye destek olarak ortada dolaştırılan "hadis" patentli sözlerin
tümü uydurmadır.
Mehdiden
maksat, tanrısal ışık ve aydınlığın önderi ise o, bugün için Kur'an'dır. Artık
kişilerden hidayet bekleme devri bitmiştir. Çünkü
peygamberlik devri Kur'an'la kapatılmıştır. Mehdiden maksat, kitlesel-siyasal
kurtuluş ve bağımsızlık ise bunun yolu basiretli aktif siyasettir. Bu
değerlerde başarılı olamayanlar, hayal ve afsunun derin ve uyutucu sularında
ömür tüketmeye devam ederler.
Mehdî
ve mehdîlikle ilgili hadis patentli sözlerin, bir kere, hadis kritiği açısından
hiçbirine güvenilemez. Çünkü bunların bazıları Hz. İsa dışında mehdî
olamayacağını söylerken bazıları daha birçok mehdî tipten söz etmektedir.
Kısacası, herkes kendi ekibinin şefini mehdî yapmak için bir veya birkaç hadis
uydurmuştur. Özellikle tasavvuf-tarîkat çevrelerinde her ekip kendi şeyhini "zamanın
efendisi" veya "mehdî" olarak kabul ettirmek için
elinden geleni ardına koymamıştır. Akıl almaz keramet isnatları, kurtuluş
vaatleri, korku ve tehdit salmalar... birbirini izler.
Bu
çevrelerdeki "kutup" inancı, mehdî inancının ta kendisidir,
(bk. Bu eser, Kutup mad.)
Her
mehdiye bir de deccal yani düşman lâzımdır ki, o da ekip başının siyasal
ve ekonomik çıkarlarına en çok darbe vuran kişidir. Örneğin, Cumhuriyet döneminin
mehdî taslaklarının ortak DeccaFi daima Atatürk olmuştur. Bunda garip bir
yan yoktur. Onların akıl ve Kur'an dışı çıkarlarına en büyük darbeyi vuran, Atatürk
idi.
Konuya
Kur'an vahyi açısından bakarsak, mehdîlik diye bir inancın varlığını kabul, Hz.
Muhammed'in son peygamber olduğunu kabulle yan yana duramaz. Bunların
biri doğruysa öteki yanlıştır. Biz, Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu
kabul ettiğimiz dendir ki, başka bir mehdî geleceğine asla ihtimal vermeyiz ve
böyle bir şeye inanmayı Kur'an'a aykırı buluruz. Esasen Kur'an, kişilerin
hidayet önderi olma devrini kapatmış, ilkeleri öne geçirmiştir. Îlkelerin
kaynağı ise Kur'an'dır.
O
halde, Kur'an'ın gelişinden sonra mehdî beklemek, ancak Kur'an'ı yetersiz
ilan etmekle mümkün olur. Kur'an'ı yeterli bulanlar için başka bir mehdiye
ihtiyaç yoktur.
Ne
yazık ki Îslam tarihi boyunca hemen her coğrafyadan bir veya birkaç mehdî
çıkmış ve halkı peşine takabilmiştir. Ancak bunların tümünün sonu felaket ve
hezimet olmuştur.
Mehdîlikle
ilgili uydurmalardan bazıları:
"Mehdinin
çıkacağını inkâr eden, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş demektir. İsa'nın
gökten ineceğini inkâr eden de kâfir olmuş demektir. Deccal'ın çıkacağını inkâr
eden de kâfir olur. Kadere yani hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmayan
kişi de kâfir olur. Cebrail bana şunu haber verdi: Kadere, hayrın ve şerrin
Allah'tan geldiğine inanmayan kendisine benim dışımda bir Tanrı bulsun!"
(Elbânî 'nin sadece uydurma demekle kalmayıp "bâtıl"
dediği bu yalan için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/201202)
"Arınmış
benlik öldürülmedikçe mehdî çıkmaz. Arınmış benlik öldürüldüğünde ise gökte ve
yerdeki tüm varlıklar öfkelenir de halk mehdinin huzuruna gelir, onu tıpkı
zifaf gecesinde süslenen gelin gibi süslerler. Mehdî de yeryüzünü adalet ve
dürüstlükle doldurur. Yeryüzü tüm bitkilerini çıkarır, gök yağmur yağdırır.
Ve ümmetim, Mehdî'nin kentinde daha önce hiç nimetlenmediği bir biçimde
nimetlere boğulur." (Elbânî 'nin
uydurma demekle kalmayıp "münker" dediği
bu yalan için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/176)
MESCİTLER
Mescid
(çoğulu: mesacid), secde-sücud kökünden bir kelime olup secde edilen mekân
anlamındadır.
İslam;
resmî belgeli, belirli mimarisi olan bir mabet anlayışına yer vermediği için,
secde edilen her yer mescit (kelimeyi bundan sonra Türkçe imlâsı ile
yazacağız) hükmünü alır. Bir yer, ibadet dışında birçok iş için kullanılabilir
ve ibadet edildiği anda da mescit hükmüne girer. Bu demektir ki, secde biter
bitmez mescit hükmü kendiliğinden kalkacaktır.
Bu
yaklaşımın temel dayanağı, Kur'an'ın tüm varlığı secde halinde görmesidir.
Bütün kainat secde halinde olduğundan her yer, kozmik anlamda mescit hükmündedir.
İnsanlık açısından mescit olma hali ise o mekânda secde edilmesine bağlıdır.
Andığımız
yaklaşımın sünnet kaynaklı dayanağı ise Peygamberimizin şu sözüdür: "Tüm
yeryüzü bana mescit kılınmıştır."
Tüm
yeryüzü mescit-mâbettir ve insanın tüm meşru filleri ibadettir. İbadet
için ne belli bir mekâna ne birilerinin iznine ne de herhangi bir lidere ihtiyaç
vardır. Cemaatle namazın tüm hikmeti insanları bir
a)
Farz
namazdan sonraki müezzinlik fasılları.
b)
Tespih
adı altında camiye sokulan bazı âlet-edevat.
c)
Namaz
veya hutbe öncesinde İhlas Suresi veya başka ayetler okumak,
d)
Cuma
namazlarında okunan iç ezan:
e)
Hutbede,
öğüt olarak Kur'an dışında sözlerin okunup söylenmesi:
f)
Hutbe
için cami içine yüksek minberler konması, hatibin bu minbere birtakım merasimlerle
çıkması.
Hatip
hutbeye çıkarken müezzinin "innellahe ve melâiketehû..." ayetini
okuması da bir Emevî bid'atidir. (bk. Ali Mahfuz; el-İbda' fi
Madarri'l-İbtida', 168)
g)
Namaz
kılanların yollara taşması: Yollarda namaz
kılmak yasaklanmıştır. Çünkü bu durumda geçiş zorlaşır veya engellenir ve bu
kul hakkına tecavüz olur. Kur'an'ın deyimiyle, başkalarına zarar pahasına
mescit edinmek haramdır, (bk. Tevbe Suresi, 107) Başkalarının (bunlar
gayrimüslim dahi olsalar) zararı pahasına ibadet yapılamaz, (bk. Îbn
Hemmâm, 1/403)
Namaz
kılanların mezarlıklara taşması da yasaklanmıştır.
(Îbn Hemmâm, 1/404)
h)
Vahyin belirlemediği yapay-uy
durma ibadet veya teberrükâtın mescide sokulması.
ı)
Caminin orasına-burasına ünlü sözler, dizeler, levhalar veya Kur'an ayetleri
yazmak: İmam Mâlik , caminin mihrabına bir Kur'an ayetinin
yazılmasına bile karşı çıkmıştır, (bk. Turtûşî, 223-224) Aynı Îmamı Mâlik,
mescitlere para toplamak için konan "sadaka sandıklarına da karşı
çıkmış, "Allah, mabetleri dünyalık toplama yeri yapmadı" demiştir.
(Aynı yer, 234)
i)
Camilere
mihrap yapmak: Mihraplar, Emevîler devrinde konmaya
başlanmıştır ki tartışmasız bid'attır. (bk. Turtûşî, 217)
Mihrap
vs. gibi eklemelerin bid'at olduğunu söyleyen Turtûşî, bunları temel
yasak olan "mescitleri süsleyip püsleme" bid'atının bir
uzantısı olarak görüyor ve şu hadislere dikkat çekiyor: "Ben,
mescitleri süslü-püslü yapmak, mescit binalarını güçlendirmekle emrolun m
adım." Ve:
"Mescitleri,
tıpkı Yahudi ve Hristiy anların süsleyip püsledikleri gibi süsleyip püsley
eceksiniz." Ve: "Kur'an nüshalarını ve
mescitlerinizi süsleyip püslediğinizde çöküşünüz de sizi yakalayacaktır."
(Turtûşî, 218-219)
Mescitlerle
ilgili bu anlayış, sahabî ve tâbiûn kuşağının egemen anlayışıdır. Hz. Ali şöyle
diyordu: "Bir toplum mescitlerini süslemeye başladı mı amelleri fesada
uğramış demektir." (Turtûşî, 220)
Irak
fıkıh ekolünün sahabî önderi olan tbn Mes'ûd, Kûfe'ye ilk geldiğinde
süslü-nakışlı bir cami gördü ve dedi: "Bunu kim yaptıysa Allah'ın
malını O'na isyanda harcamış." Aynı Ibn Mes'ûd, şunu da söyleyen
büyük ruhtur: "İleride tini (toprağı-duvarı) yükseltip dini
alçaltacak bir topluluk gelecektir." (Turtûşî, 221)
Mescitlerin
geniş, pahalı, mükellef binalar halinde yapılması da yukarıda belirttiğimiz
bid'atlar içine girer. Bu bid'atı yaşatmak için bir de hadis uydurulmuştur: "Mescitleri
geniş yapın ki içlerini cemaatle doldurasınız." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa,
4/37)
*
Gayrimüslimlerin camiye girmelerinin engellenmesi:
Peygamberimiz,
Ehlikitap denen Yahudi ve Hristiyanların camiye girmelerine engel olmak bir
yana, onlara bizzat kendi mescidinde ibadet etme izni vermiştir. Hicretin 9.
Yılı (Senetül-Vüfûd: Elçiler Yılı)nda Medine'ye gelen Necran
Hristiyan Heyeti'ne verdiği bu izin bu konuda başka belgeye ihtiyaç
bırakmaz.
Hadis
alanının en eski ve en büyük otoritelerinden biri olan İbn Hemmâm'a
göre, müşriklerin bile mescitlere girmesine engel olunamaz. Hz. Peygamber
onların da mescitlere girip namaz kılanları izlemelerine izin vermiştir. (Îbn
Hemmâm, 1/414)
*
Mescitlere pis kokularla gelinmesi:
Bu
pis kokular içine soğan ve sarmısak kokusunun bile girdiğini bizzat
Peygamberimizden öğreniyoruz.
*
Camilerde ticaret yapılması:
Bu
bid'at türü bugün bazı vakıfların kitap, takvim ve makbuzlarının satılması
şeklinde hâlâ sürdürülmektedir.
*
Tırnak kesme
vs. türünden temizlik yapılması.
Camilere-mescitlere
bulaştırılan veya sokulan şirk unsurlarıyla kastedilen, Kur'an'ın açıkça
yasakladığı tevhit dışı unsurlardır. Bu unsurların ortak özellikleri Tevbe
Suresi 107-109, Cin Suresi 18 ve Araf Suresi 29. ayetlerde verilmiştir.
Bu
ayetlerden anlıyoruz ki aşağıdaki illetlere ve eşyaya bulaştırılmış mescitler,
tevhit açısından bozulmuş ve secdegâh olma niteliğini yitirmiş mekânlardır.
Biraz
önce sıraladığımız bid'at unsurlarının bulaştığı mescitlere girmeme
hakkımız varken, şirk unsurlarının bulaştığı mescitlere girmeme
zorunluluğumuz vardır.
Şimdi
ilgili ayetleri görelim:
"Her
mescitte yüzlerinizi O'na doğrultun. Dini yalnız O'na özgüleyerek O'na yalvarıp
dua edin." (Araf, 29)
"Bir
de şunlar var: Tutup bir mescit edinmişler: Zarar vermek için, nankörlük için,
inananları fırkalara bölmek için, daha önceden Allah ve Resulü ile savaşmış
kişiye gözetleme yeri kurmak için. 'İyilik ve güzellikten başka bir şey
istemiş değiliz' diye gerile gerile yemin de edeceklerdir. Allah tanıktır ki onlar
kesinlikle yalancılardır."
"Böyle
bir mescitte ebediyyen namaza durma! Daha ilk gününde takva üzerine kurulan
bir mescit, içinde namaz kılman için çok daha uygundur. Temizlenmek arzusu
taşıyan erler vardır o mescitte. Allah, temizlenenleri sever."
"Peki,
binasını Allah'tan gelen bir sakınma duygusu ve Allah rızası üzerine kuran mı
hayırlıdır, yoksa binasını sel artıklarının ucundaki yarın kenarına kurup da
onunla cehenneme yuvarlanan mı?" (Tevbe, 107-109)
"Hiç
kuşkusuz, mescitler Allah içindir. O halde oralarda, Allah ile birlikte bir
başkasına yalvarmayın/Allah'ın yanında bir başkası için çağrıda
bulunmayın." (Cin, 18)
Bu
ayetlere dayanarak mescitleri tevhit mabedi olmaktan çıkaran şirk unsurlarını
şöyle sıralayabiliriz:
*
Mescidin insanlara zarar verme aracı olması veya o hale getirilmesi:
Mescidin
o niyetle yapılması gerekmez. Ayet, burada, yapmak ve kurmak anlamında bir
kelime kullanmamış, "ittihaz: edinme" kelimesini
kullanmıştır. Bu demektir ki bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha
yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. Îlk zamanda, hatta
yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde "zarar veren
mescit" haline dönüşen binalar olabilir. Bu durum özellikle gelişen
kentlerde trafiğin ana arterlerinde kalan camilerde görülür. Bunların, temel
trafik geçişlerini aksattıkları için bulundukları yerden kaldırılması gerektiği
söylendiğinde "Mabede, ibadete engel olunuyor, din elden gidiyor."
diye karşı çıkanlar olabiliyor. Oysaki din, insana zarar verme aracı yapılamaz.
Bunun başlangıç noktası da mabedin zarar aracı olmaktan çıkarılmasıdır.
Gasp
edilen veya kandırmak suretiyle alınan arazilere yapılan camiler de zarar
veren mescit kategorisine girer.
Politik
rakipleri yenik düşürmek için gösteriş kabiliyeti yüksek yerlere cami yapmak
da bu cümledendir. Çünkü bunda da esas maksat ibadet değil, rakiplere zarar
vermektir.
Şu
bir gerçek ki, Allah'a ibadet, insanı taciz ve insan haklarına tecavüz aracı
yapılamaz. Hiç kimse, kişisel mertebesini yükseltme ve sağlamlaştırma aracı
olan ibadetini toplumun rahatsızlığı ve kamu haklarının ihlali pahasına yerine
getiremez.
İslam
bunun tam tersini istemektedir. Mecelle'de ifade edildiği şekliyle, "Zarar-ı
has zarar-ı amma tercih edilir." (Mecelle, Genel kısım) Yani
özel zarar (kişinin zararı) kamunun zararı ile karşılaştığında birincisi
yeğlenir, toplumun çıkarı öne alınır. İbadet eksikliği, zarar-ı hastır.
Toplumun rencide edilmesi ise kamu yararının ihlalidir.
İkinci
olarak, yine Mecelle'de ifade edildiği şekliyle: "DeF-i mefsedet celb-i
menâfi'den evlâdır." Yani, bir rahatsızlığın, bir bozgunun durdurulması
bir çıkarın elde edilmesinden önce gelir. Bunun daha açık şekli şudur: Bir
konuda, bir bozgunun uzaklaştırılmasıyla bir menfaatin elde edilmesi yan yana
gelirse birinciyi tercih ederek bozgunu durdurmak gerekir. Kur'an'ın
buyruklarında sürekli bu ilkenin işletildiğini görmekteyiz. Örneğin alkol hem
mefsedete (bozgun ve kötülüğe) sebe p olmakt a he m de ticarî kazanç
sağlamaktadır . Am a alkol kullanımı yasaklanmıştır. Çünkü onun içilmesi, belki
binlerce insana keyif ve para sağlamakta ise de bazılarının da mahvına,
perişanlığına sebep olmaktadır. Yani alkol bahsinde menfaatle mefsedet bir
aradadır. Kur'an, mefsedetin uzaklaştırılmasını öne alarak alkol içimini
yasaklamıştır.
Kur'an
için önemli olan, perişanlığa düşen insanın/insanların korunmasıdır; keyif ve
çıkar sağlayacak olanların değil.
Tüm
bunların bizi ulaştırdığı ilkesel nokta şudur: Mescitler, insan haklarına ve
kamunun tacizine sebep oluşturacak bir konum ve durumda iseler ibadet mahalli
olma özelliklerini yitirirler.
İlkenin
Kur'ansal dayanağının Tevbe 107 olduğunu görmüştük. Nebevi (Peygamber'den
gelen) dayanağına gelince o da şudur: Medine'deki Mescid-i Nebevî'nin
yapımı için, Ensar (Medine'nin yerlisi olan Müslümanlar) bir arazi
bulmuştu. Arazinin durumunu inceleyen Hz. Peygamber, bazı yetimlerin buraya
hissedar olduklarını saptadı. Ve Resul, böyle bir arazide mescit yapılamaz
diyerek inşaatı durdurdu. Bunun üzerine, zengin bir sahabî olan Ebu Bekir, yetimlerin
haklarını nakten ödeyerek problemi çözdü ve inşaat yeniden başladı.
Bu
uygulamada bizim için önemli olan ilkesel nokta şudur: Mescit inşası için
insan hakları çiğne» n em e z.
Nankörlük
anlamına gelen niyetlerle mescit yapmak:
Ayetin
bu kısmında "küfren" kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime
Kur'an'da hem inkâr anlamında hem de nankörlük anlamındadır. Bu ayette inkâr
anlamında alınamaz. Çünkü inkâr için mescit yapılmasından söz etmek
tutarsızdır. O halde "küfren" sözcüğü burada ancak nankörlük
anlamında kullanılmış olabilir.
Nankörlük
için yapılan mescit türüne en güzel örnekler Türkiye'de bulunabilir
kanısındayız. Nimet ve imkânlarından alabildiğine yararlanılan ülkenin, rejimini
ve devletini zora sokmak için "kâfir, zındık devlet" sloganı
kullanılmakta ve devletle mücadelede camiler karargâha dönüştürülmektedir.
Türkiye'de son yıllarda akıl almaz rakamlarda cami inşa edilmesinin arkasında
yatan gerçeklerden biri de budur. Allah rızası için cami yapan bir zihniyet,
bir caminin yapıldığı semte en az birkaç sağlık ocağı, birkaç düşünce kulübü,
birkaç okuma salonu kurar. Oysaki çok sayıda caminin yer aldığı birçok semtte o
saydıklarımızdan bir tanesine rastlamak bile mümkün olmuyor.
* Müminleri fırkalara bölmek için cami
yapmak veya yapılmış bulunan camileri bu maksatla kullanmak:
Mabedin
toplumu fırkalara bölmek ve o yolla din sömürüsü yapmak için kullanımı dinler
tarihi kadar eskidir. Burada ayrıntılara girmeden günümüze, özellikle de
Türkiye'ye ve Türk insanının yaşadığı bazı dış ülkelere geleceğiz.
Ülkemizde,
tefrika (bölüp parçalama, bölücülük, bölünme) illetinden arınmış
camilerin sayısı yok denecek kadar azdır. Özellikle son çeyrek yüzyılda,
Türkiye'nin başına açılan en kahırlı bela bu "mabet kaynaklı tefrikadır.
Parti propagandası, Cumhuriyet düşmanlığı, laiklik aleyhtarı nutuklar ve
nihayet sadece Cuma'ya veya bayrama gelenlere yapılan ağır hakaretler camileri
birer bölücülük ve kavga ocağına dönüştürmüştür.
Hemen
her tefrika ekibinin kendine has bir camii vardır ve bu camilerde toplananların
hiçbiri öteki camidekilere Müslüman gözüyle bakmaz. Hepsi birbirinin gıybetini
eder. Dahası, her biri yaptığının cihat olduğunu söyler,
Allah'a
giden tek yolun kendi yolları olduğunu iddia eder...
* Caminin, daha önce açık İslam
düşmanı iken, şartların değişmesi yüzünden dini kullanmak ihtiyacını duyan
ikiyüzlülere barınak yapılması:
Kur'an,
bu duruma getirilmiş camilerin de tevhit mabedi olma özelliklerinin kalmadığını
bildirmektedir.
Senelerce
kahır ve zulüm altında inlettikleri Müslümanların mabetlerini, onları
sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek için kullanma alçaklığının Îslam
tarihinde ilk temsilcileri Emevî kodamanlarıdır. Onlar, İslam'ın zaferi önünde
eğilmek zorunda kaldıklarında, Müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına
soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri Müslümanları, musallat oldukları
mabetlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu ki, en büyük kahrını, dinin
tebliğcisi Peygamber'in evladı üzerinde gerçekleştirdi. Onları zehir ve
kılıçla yok etmekle yetinmedi, tevhidin mabedinden yaklaşık bir asır o muazzez
Resul evladına hutbelerden lanet okuyarak o Peygamber'in ümmetine
"amin" dedirtti.
Dahası,
Ömer b. Abdülaziz (ölm. 102/720), Resul evladına okunan bu laneti camilerden
kaldırdığında onu şu şekilde itham edebildiler: "Sünnete muhalefet
ediyor..."
Camileri,
önceki zamanların din düşmanlarına fesat arenası olarak açma günahının
işlendiği coğrafyalardan biri de Türkiye'dir. İdeolojiler devrinde, Allah diyenlere
yamyam muamelesi yapan birtakım ideoloji tutkunları, Berlin Du varı 'nm
yıkılışından sonra, melânetlerini din yoluyla yürütmek için mabede musallat
olmuştur. Biz şunu açık bir biçimde gözlemlemiş bulunuyoruz: 1990'lı yılların
en hararetli "şeriat" demagogları içinde, eski yılların en
hızlı komünistleri de vardır
Hareket
noktaları Türkiye düşmanlığı olan bu bölücülerin attıkları "şeriat
maskeli" sloganların, Türkiye'yi güçsüz bırakmak isteyen Avrupalı
siyasilerin ajanlığını yapan oryantalistler tarafından listelendiğini de biliyoruz
Müslüman
mabedi cami, Türkiye Cumhuriyeti düşmanı siyasetlerin çıkarları için, işte bu
zihniyetlerin "rasathanesi" (tâbir Kur'an'ındır) haline
getirilmiştir. Ve Kur'an mucizesi bir kez daha tecelli etmiştir.
*
Cami yapımında, Allah rızasından başka herhangi bir kaygının rol oynaması:
Mabet
yapımına takva kaygısı dışında bir unsurun eşlik etmesi, yapılacak mabedi
tevhit mabedi olmaktan çıkarır. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, parti çıkarı,
ekonomik çıkar vs. bu cümledendir.
* Mescitlerde, Allah
dışında herhangi bir kişiye sığınılması, yakarılması,
herhangi bir kişinin Allah ile kul
arasında vasıta yapılması:
Tüm bunlar ulûhiyet şanından
olan niteliklerin Allah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için tartışmasız
şirktir. Bu maskeli şirkin en belirgin görünümü dualara sokulan şu tip
cümlelerdir: Falancanın, filan yerin, falan gecenin, filan dağın vs. hürmetine
dualarımızı kabul eyle!
Cin Suresi ayet 18'işte bu maskeli tehlikeyi tanıtmaktadır.
Son
zamanlarda, hızlı bir artışla ücra köylere ve bazı hurafeci kodamanların
evlerine kadar sokulan ve adına hurafeci bir eda ile sakalı şerif" denen
kılların vücut verdiği tablo da Cin Suresi 18'e çarpmaktadır. Şirk belirtisidir.
Bu tevhitdışılığı, "Biz o kılları Peygamberimize saygımızdan ötürü
öpüyoruz, teberrüken tavaf ediyoruz" gibi Ehlikitap gerekçeleriyle mazur
göstermeye çalışmak ise ayrı bir günahtır. Tevhit ehli, bu sahte gerekçelerin
tarih boyunca nelere mâl olduğunu çok iyi bilmektedir.
Şu bir tevhit gerçeğidir ki kiliselere
Hz. İsa'nın resmini koyarak ona karşı ibadet etmekle, camilere "sakal-ı
şerif" (!) koyarak
onun
etrafında tavaf etmek arasında Hak dinin ölçüleri açısından hiçbir fark yoktur.
Bu
günahın birincisini işleyen kilise erbabının şirke battığını durmadan
söyleyenler, söz kendilerine geldiğinde, yaptıklarını "iyi niyetle
Peygamber'e saygı" diyerek aklamaya çalışmaktadırlar. Hz. İsa 'ya
"Allah'ın oğlu" diyerek onun heykellerini mabede sokanların niyetleri
kötü müydü? Onların da Hz. İsa'yı yüceltmekten başka bir maksatları yoktu. Ama
bu onların tevhit ölçülerini tahrip ederek şirke bulaşmalarına engel olamadı.
Sakal-ı
şerîfçilerin, bunları Kur'an'dan okumaları gerekir. Şirk aracı yapılır diye
elini bile öptürmeyen bir Resul, hangi mantıkla, ne zaman ve kime "Şu
sakal kıllarımı alın, mescitlere koyun ve teberrüken öpün ki dünya ve
âhiretiniz mutlu olsun, cennete gidesiniz" demiştir?! * Allah dışında
kişi/kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi, propaganda, reklam
yapılması:
Bu
tür faaliyetler de Cin 18'e çarpar. Bu çağrıların politik çıkar, para toplamak
veya klik, mezhep, tarikat liderlerini övmek maksadıyla yapılması arasında
hiçbir fark yoktur. Hepsi, "Allah dışında birileri için çağrı"
kapsamına girer.
Şunu
da hatırlatalım: Şeyhülislam ibn Teymiye (ölm. 728/1328), Cin 18'deki ilkeyi
işleterek şunu teklif edebilmiştir: Medine'deki Mescid-i Nebevi (Peygamber
Mescidi), Peygamberimizin kabriyle bitişiktir; bu doğru değildir. Mescidin,
Resul kabrinin uzağında bir yere götürülmesi gerekir, (bk. îbn Teymiye; Resâil,
5/9697) îbn Teymiye'ye göre, tevhit mabedi olan bir mekânda, peygamber de
olsa, bir beşerin mezarının yer alması Cin Suresi 18'e aykırıdır. "Çünkü,
diyor, îbn Teymiye, böyle bir şey şirke doğru yol aldıran (zerîatün ile'ş-şirk)
bir uygulamadır.
îbn
Teymiye, bugünkü uygulamayı, A'raf Suresi ayet 29'a da aykırı bulmaktadır.
Mescitlerle
ilgili olarak verdiğimiz bilgileri özetleyelim: îslam'ın temel kabullerine zıt
unsurların sokulduğu mescitlerde namaz kılmak dinenfıkhen caiz değildir. Gerçek
muvahhit bir mümin, bu unsurlardan birini gördüğü camide namaz kılmamalı,
bununla da yetinmeyerek duruma karşı çıkmalıdır. Olabilir ki bu karşı çıkış
ona, kılacağı namazdan daha fazla sevap kazandırır.
Böyle
davranmanın ilginç örnekleri îslam tarihinde mevcuttur. Sahabe ve tâbiûn
(sahabîleri izleyen kuşak) neslinin, özellikle Emevî yönetimine teslim olmayan
erleri bu konuda çok titiz davranırlardı. Onların bazıları, örneğin, bir
camide vaaz veren kişinin halkı heyecanlandırmak için hikâye anlattığını
gördüklerinde, kılınacak namaz Cuma bile olsa camiyi terk edip giderlerdi.
Hadis otoritesi İbn Hemmâm (ölm. 211/826) çok ilginç örnekler
vermektedir, (bk. Îbn Hemmâm; el-Musannef, 3/219-223)
Bir
kez daha anımsatalım: Bid'atların sokulduğu camilerde namaz kılmamak bir
haktır; bu hakkı ister kullanırız, ister kullanmayız; ama şirk unsurlarının
sokulduğu camilerde namaz kılmamak bir yükümlülüktür; o camilerde namaz
kılamayız. Vilâdet (doğum) kökünden bir kelime olan mevlid (Arapçası
D harfi ile), doğum zamanı ve yeri anlamındadır. Zamanla, doğumun yerini ve
tarihini kutlamak anlamını kazanmıştır. Bugün kullanıldığı şekliyle, Hz.
Muhammed'in doğumunu anmak ve kutlamak demektir. Ülkemizde bu kutlamada, ünlü
Osmanlı şairi Süleyman Çelebi (ölm. 1422)nin "Vesiletü'n-Necât"
adlı şiir kitabı okunduğu için mevlit dendiğinde o şiir kitabının okunduğu
merasim akla gelmektedir.
Peygamberimizin
doğumunu anma esprisi unutulmuş, anılan şiirin okunması başlıbaşına bir dinsel
törene dönüşmüştür.
Bugün
birçok aile, ölüleri için mevlit okutmayı "olmazsa olmaz" bir dinsel
vecibe gibi düşünmektedir.
Öncelikle
şunu belirtelim: Tevhit geleneğinde peygamberlerin doğum ve ölümleri için
kutlama diye bir şey yoktur. Çünkü bir peygamber, getirdiği dine inanmış
tüm müminlerin kesiksiz ve unutulm a z rehbe ridir . Onun filan vey a fal a n
günd e anılma sından söz etmek, diğer zamanlarda unutulduğunun örtülü bir
itirafı olur.
Şu
halde mevlit vs. türünden kutlamalar din kaynaklı değil, töre-folklor
kaynaklıdır. itiraf edelim ki bu kutlamalar, mabede sokulmadığı sürece yani
folklor esprisi içinde kaldıklarında dinin esasları açısından bizi rahatsız
etmez. Ama bunlar mabede girip ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi
algılanmaya başladığında işin çehresi değişir ve dinin temel ilkeleri açısından
sakıncalar ortaya çıkar.
Bu
sakıncalar, hem de en ileri boyutta ortaya çıktığı içindir ki, biz, mevlit
törenlerini bid'atlar ve hurafelerle ilgili bu çalışmanın içine almış
bulunuyoruz.
Şunu
unutmayalım: Kutsal bağlantılı örfler başlangıçta çok saf ve temiz niyetlerle
vücut bulur, ancak bir süre sonra öylesine kökleşir ve egemen olurlar ki, vahyin
ilkeleri bu örf kabulleri yanında söner, erir ve bir süre sonra da unutulur.
Îşte
bu aşamada örf dinleşir. Örf dinleşince din de örfleşir. Felâket işte budur.
Yoksa örf örf olarak kendi köşesinde tutulduğu sürece, ne denli sakat olursa
olsun, ondan dine zarar gelmez. Ama dinleşen örf, örfleşen bir dini zorunlu
olarak doğurduğundan örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin tahribine
seyirci kalmakla eşanlamlı hale gelmektedir. Kur'an bütün bunları bildiği için,
örfü dinleştirmeyi putperestlik saymıştır. Çünkü örfün dirileşmesinin zorunlu
tek sonucu, tevhidin yerine şirket ve panteon dininin geçmesidir.
Mevlit
örfü, şuraya kadar sıraladığımız serüvenin tümünü yaşamış ve altını çizdiğimiz
sakıncaların tümünü taşır hale gelmiştir.
Mevlit
bugün dinsel-ibadetsel bir çerçeve içinde okunmaktadır. İbadetler; fıkhî
deyimiyle, taabbudî alan, vahyi ve tevkifidir. Yani Kur'an nasıl getirmiş,
Peygamberimiz nasıl göstermişse aynen öyle koru
nur ve uygulanır. Ne artırma yapılır ne de eksiltme. İbadetlerin, Peygamber
tarafından belirlenmiş şekline de dokunulamaz.
Resul'ün
ibadet hayatında mevlit diye bir uygulama var mıdır? Bu soruyla karşılaşanlar,
derler ki: "Mevlit bir vesiledir, biz o vesileyle Kur'an okuyoruz,
salât ve selam getiriyoruz, dua ediyoruz; esas amaç da bunlardır." Bu
söz üzerine akla şu soru geliyor: O söylenenlerin kendi başlarına okunmaları
halinde hangi zorluk çıkıyor da Süleyman Çelebi'nin şiirine sığmıyoruz?
Kur'an, Çelebisiz, şiirsiz, ilahisiz, kasidesiz okununca işe yaramıyor mu?
Süleyman Çelebi'den önce Kur'an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Gerçek
şu ki, burada, Kur'an'ın dikkat çektiği bir tevhitdışılık vardır. Kur'an şöyle
diyor: "Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri
nefretle ürperir; O 'nun ilahlaştır ılmış kişiler anıldığında
müjdelenmiş gibi sevinirler." (Zümer
Suresi, 45)
Tevhit, ibadet kastıyla "Allah'ı da berisindeki ise
hemen anmak" dinideğildir, "sadece Allah'ı anmak
anış
bizi tevhitten uzaklaştırır. Îşin omurgası budur...
Tevhide
gerçekten bağlı olanlar için, söylediklerimizin özeti şudur: Mevlit; bir
dinsel merasim olarak cami-mâbet dışında icra edildiğinde bid'at olur;
camiye-mâbede sokulduğunda şirk belirişi olur.
Mevlitlerin
cami dışında okunması gerekir. Bu da yetmez; cami dışına çıkarılan mevlitleri
de ibadet manzarası sergilemekten uzaklaştırıp folklorik şiir törenine
dönüştürmek şarttır. Mezheb (özgün şekli B harfi ile) gidilen yol, tarz,
tavır, yorum, tutum anlamlarındaki "zehab" kökünden bir sözcük olup
"din konusunda oluşmuş yorum ekolü" demektir. Bilim ve hukuk
hayatında bu yorum ekollerine "doktrin" veya "literatür"
denmektedir. Yani mezhep beşerî bir kurumdur; bir bilim ve düşün kurumudur.
Yorumu kim getirmişse mezhep onun malıdır ve onu bağlar. Elbette ki bilim ve
düşünce adına birilerini izlemek isteyenler de bu yorumların birini veya
birkaçını izleyebilirler.
Mezhep
konusunda şu üç noktanın bilinmesi son derece önemlidir:
Birincisi:
Mezhep
din değildir, kutsal değildir; din bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının
kişisel yorumlarıdır. Bu yorumlar, onları üretenlerin hayatlarında bile birçok
kez değişebilmiştir. Çünkü bilim adamı da hata eder; sonra bu hatasının farkına
vardığında onu düzeltir, yerine yeni bir yorum veya tespit koyar. Bu, bir bilim
adamının yetersizliğine değil, yenileşmeye, gelişmeye açık olduğuna kanıttır;
bilim adına bir onurdur.
ikincisi:
Bir
toplumda bilim ve düşün faaliyeti ne kadar zengin ve canlı ise o toplumda
mezhep faaliyeti ve mezhep anlayışı ikinci yolu seçmiş ve mezhepleri dini
tamamlayan birer faaliyet olarak görmüştür. Bunun içindir ki, bu anlayış mezhep
kabullerini tıpkı Kur'an ayetleri gibi, hatta onlardan -hâşâönce dokunulmaz kılıyor.
Mezhep
kabullerine uymayan ayetleri tevil eden veya mensuh (hükümden düşmüş) sayan
ekoller ve fakıhlar vardır. Ubeydullah el-Kerhî (ölm. 340/951) denen "mezhepperest"
Hanefî fakıhı bunların tipik örneklerinden biridir. Sözlerinden buram
buram şirk tüten bu adama göre, mezhebin kabullerine uymayan ayetler ve
hadisler ya tevil edilir yahut da mensûh (hükümden düşmüş) sayılır. Aynen şöyle
diyor: "Mezhebimizin hükümlerine uymayan her ayet ya tevil edilmiştir
yahut da mensuhtur. Her hadis de böyledir." (bk. Kerhî'nin
er-Risâle'sinden naklen Hayreddin Karaman; Îslam Hukuk Tarihi, 251)
Kerhî'nin
çıkardığı bu kerih kokuya göre, mezhebin kabulleriyle ayet ve hadis arasında
çelişme ve çatışma çıktığında mezhebi Allah'a ve Peygamber'e uydurmaya
kalkmayacağız, Allah'ı ve Peygamber'i mezhebe uyduracağız. Ne diyelim, Kerhî'nin
hesabı Allah'a kalmıştır.
Kerhî
gibilerin
açtığı çığır yüzündendir ki mezhepler dinleştirildi ve giderek tefrika
(bölünme, parçalanma, bölücülük) şirkinin birer aracı haline getirildi.
*
"Hak mezhep" deyimini kullanarak Allah'a ait bir sıfatı insana
vermek:
Mezhepperestliğin
en yıkıcı söylemlerinden biri de bazı mezhepler için "hak mezhep" nitelemesi
yapılmasıdır. Bu söylemde iki Îslamdışılık yan yanadır. Birincisi, "hak"
sıfatının beşerî bir kurum olan mezhep için kullanılması, ikincisi, belli
bir grubun benimsediği yorumların dinin ve gerçeğin biricik temsilcisi gibi
gösterilmesi. ..
Kur'an'ın
açık beyanlarına göre, Hak, Allah'tan gelir; bunda asla kuşkuya düşülmemelidir.
(bk. Bakara, 147; Âli İ mran, 60) Peygamberler bile hakkın kendisi değil,
sadece tebliğcisi olabilirler. Hak sıfatı yalnız Allah'a verilebilir, (bk.
Yûnus, 32)
Şu
halde, aynı zamanda Allah'ın isim-sıfatlarından biri olan hak sözcüğünü
beşerî kurumlar olan mezheplere sıfat yapmak açık bir bühtan ve sapıklıktır.
Ve şu halde "hak mezhep" tâbiri küfürdür; kullananların tövbe
etmeleri gerekir.
* Mezheplerin sayısını dondurmak,
örneğin dört. mezhebi geçerli sayıp ötekileri dışlamak:
Bu
da açık bir bühtandır, bir insanlık suçudur. İslam ümmetinin düşünen
benliklerince üretilmiş bilgi mirasının büyük bir kısmını inkâr etme
nankörlüğüdür. Hicretin daha ilk iki asrında yüzü aşkın mezhep vardı. Bunların
sadece dördünü alıp ötekileri yok saymak nankörlük ve cehalettir. O yok sayılan
mezhepler içinde bugün baş tacı edilen mezhepleri kuranların hocaları,
eğiticileri vardır. Üstat mevkiindeki o insanlar ve ekolleri yok sayılınca
sonrakiler nasıl anlam kazanacak?!
*
Mezheplerin yorumlarından seçmeler yapılamayacağını iddia etmek:
Mezheplerin
her birinden bazı yorumları alıp yeni bir sentez yapma (telfîk-i mezâhib) eğilimi
mezhebi dinleştirenler tarafından bir tür dinsizlik gibi gösterilmiştir. Bunun
sebebi, mezhepleri din haline getirme illetidir. Allah'ın tek ve değişmez dini
adına onlarca ekol doğarken sesi-sadası çıkmayanlar, bu ekollerin yorumları
arasında tercihe kalkıldığında kıyameti koparmaktadırlar. Bilim adamlarının
yorumlarından kitlenin yararlanmasına engel olmanın iyi bir yanı olamaz. Hiçbir
mezhebin yorumu din değildir. O halde, halk, yorumlar arasından istediğini
seçer, hayat şartlarına, yaşadığı zamana ve zemine göre bu seçtiklerini
birleştirerek kendisi için bir dinsel yaşam şekli belirler. Buna hiç kimse
engel olamaz.
Yoruma
ve ve kişilere itibarımız yok deniyorsa o zaman halka, "Hiçbir mezhebe
itibar etme, Kur'an'ı oku, ne anlıyorsan onu yaşa" densin! Bu söylenmiyor,
halkın kendi ihtiyaçlarına göre seçim yapması da engelleniyor. Bunun adı, din
içinde despotizm kurmaktır.
Bu
despotizmi kuranlardan İslam ümmeti elbette ki davacı olacaktır. Ümmetin maruz
bırakıldığı en büyük zulümler ve baskılar bu despotizmin ürünüdür. Kitleleri
tevhit dininin patenti altında putperestlik yaşamaya iten bela da bu
despotizmdir.
Sözün
özü şudur: Her insan, Kur'an'ı okuyarak ondan anladığını yaşayabilir. En
iyisini yapması gerekmiyor. Kendi aklıyla yürüyüp hata yapmak, onun-bunun
kölesi haline gelerek isabetli olmaktan yeğdir. İnsana ve Kur'an müminine
yakışan budur. Kitlelere, "Davar sürüsüne dönüşmeyin!" emrini
veren Kur'an'dır. (bk. Bakara, 104) Kur'an'ı tebliğ eden Nebi bize mezhep
bırakmamış, Kur'an'ı bırakmış ve ona yapışın demiştir.
Doğrudan
Kur'an'a gitme yolunu seçmeyip zahmetsiz ve hazır yola girenlerse daha önce
yapılmış yorumlardan kendi şartlarına uyanları seçebilirler. Bir meselede bir
mezhepten, bir başka meselede bir başka mezhepten yararlanabilirler. Yorum
yorumdur. Ya bunların tümüne karşı çıkılır, yahut da isteyenin istediğini
seçmesine izin verilir.
* Mezhep yorumlarının artık değişmeyeceğini,
din hakkında son sözün bu yorumlar olduğunu, içtihat kapısının kapandığını
iddia etmek:
Mezhepleri
din haline getiren zihniyetin işlediği en büyük suç budur. Bu suç, İslam
toplumlarının asırlardır hayat ve can damarlarını tıkamış, düşünmeyi âdeta günah
haline getirmiştir. Putlaştırılan mezhep imamları, din hakkında son sözü
söyleyen yarı-ilah varlıklara dönüştürülerek Kur'an'ın yeni zamanlara ve
mekânlara vereceği yeni reçetelerin vücut bulması imkân dışına çıkarılmıştır.
İçtihat
kapısının kapandığını söylemek, İslam ümmetine, Firavunların, Ebu Cehillerin,
empery alistlerin, sömürgecilerin, işgalcilerin yapabilecekleri kötülüklerden
daha beterini yapmaktır.
İçtihat
yani bilimsel ve düşünsel faaliyet kapısı kapanmışsa, İslam, eski devirlerin kabile
dinlerinden biri olarak devrini doldurmuş demektir. Bunun böyle olduğunu hiç
kimse iddia edemez.
Düşünen
insanları susturmak ve bastırmak için Allah'ın açık tutulmasını istediği bir kapıyı
kapatmayı din sayanların yaptıkları nereden baksanız büyük bir cinayettir.
Ümmet, bu cinayeti işleyenlerden, Allah'ın ve tarihin huzurunda elbette ki
davacı olacaktır.
MİRAÇ
Kur'an'ın
hiçbir yerinde herhangi bir insanın Allah'ın yanına yükseldiği, O'nunla
konuştuğu, din buyrukları hususunda O'nunla pazarlığa girdiği, O'ndan: "Ben
sana aşıkım, sen olmasan varlıkları yaratmazdım..." şeklinde
methiyeler dinlediği yolunda değil bir beyan, bir işaret bile yoktur.
Ne
yazık ki, Yahudi-Hristiyan mitolojisinden Islam'a aktarılan Miraç hikâyesi
(veya hikâyeleri), tüm bu Kur'an dışı kabulleri içermektedir.
Bu
kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve isra Sureleri) Cebrail'e
giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye
uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tahriftir.
Kur'an'da
bir İsra olayı vardır. İsra, aynı adı taşıyan surenin
ilk ayetinde de gösterildiği gibi, "gece yürüyüşü veya gece
yürütmek" demektir. Ayetin beyanına göre, Hz. Peygamber, bir gece
Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmüştür. Bu yürütmenin beden ve
ruh beraberliğinde mi, yoksa sadece ruhen mi olduğu ayette açıklanmamıştır.
Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksa'dan göklere yükseltildiğine ilişkin hiçbir söz
ve işaret yoktur. Böyle bir şey, zaten Kur'an'ın sünnetullah dediği varlık
yasalarına aykırıdır.
İş
bununla da kalmaz: İsra olayındaki yürütmenin ruh ve beden beraberliğinde
olduğunu kabul etmeyen, böyle diyenleri yalancılık ve iftiracılıkla suçlayan
büyük sahabîler vardır. Bunların başında fakıh sahabî Hz. Âişe gelmektedir. Hz.
Âişe, "Peygamberimiz Miraç gecesi rabbini gördü, onunla
konuştu..."vs. türünden sözler söyleyenlere şiddetle karşı çıkmış ve
şunları söylemiştir: "Bu sözleri duyunca tüylerim ürperiyor, bunları
nasıl söyleyebiliyorlar. Bunları söyleyenler Allah'a da Peygamber'e de iftira
etmiş olurlar. Allah hiçbir beşere görünmez, hiçbir beşerle konuşmaz." Hz.
Âişe bununla da yetinmemiş, şunu da eklemiştir: "O gece Hz. Peygamber
yatağından hiç ayrılmadı, ayrılsaydı ben görürdüm. Rabbi onu o âlemlerde ruhen
dolaştırdı."
Kur'an'ı
dikkatle okuyanlar görürler ki Hz. Âişe'nin bu sözleri ve tavrı Kur'an'ın
beyanlarına ve ruhuna en uygun olanıdır.
Bizim
Kur'an'dan beslenen düşüncemiz ve inancımız şudur: Hz. Peygamber, bir İsra
mucizesiyle lütuflandırılıp bir gece Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki
Mescid-i Aksa'ya götürülmüştür. Bu götürülmenin beden ve ruh beraberliğinde
mi, sadece ruhen mi olduğu meselesi bizim bilgi sınırlarımızın dışındadır. Biz
bu noktada durmayı yeğleriz. Hz. Peygamber'in göklere çıkarıldığı, Allah ile
görüştüğü, Allah'ın ona iltifatlar ettiği, namazın uzun bir pazarlıkla farz
kılındığı yolundaki rivayetlerin tümünü Kur'an'a, dine, ulûhiyet ve nübüvvetin
şanına aykırı buluruz.
Hz.
Resul'ün Cenabı Hakk'ın tecellilerine ruhen muhatap olmasına gelince o bir kerelik
değildir. Resul bu tecellilerin her an muhatabıdır. O muhatap olmanın
nasıllığı ise bize anlatılmamıştır. O halde biz o noktada da dururuz;
kafamızdan veya û söylemlerinden yararlanıp senaryolar oluşturmayız.
Yahudi-Hristiyan
mitolojisinden aktarılan kabullerle Kur'an'daki Îsra olayının
kaynaştırılmasından doğan sapmalar Hz. Muhammed'in û elçisi niteliklerine ters
düşen birçok bid'at ve hurafe barındırmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
*
Hz.
Peygamber'in bedeniyle göklere çıktığına inanmak:
Kur'an'a
açıkça ters olan bu kabul ile ilgili açıklamayı biraz önce yapmıştık.
*
Peygamber'in
göklere Burak denen bir binitle yükseldiğine inanmak:
Bu
Burak anlatımı, eski Hint ve Yunan mitoloj ilerindeki göğe yükselme
anlatımlarının tıpa tıp aynısıdır. Burak uydurması tüm
hadisçilerin "zayıf, Ahmed b. Hanbel'in "metruk" (terk
edilmesi gereken) dediği çok uzun bir uydurma ile anlatılır. Bu anlatım,
tevhidin o saf ve berrak dünyasından çok, Eski Yunan panteonunun yedek
ilahlarına ilişkin hikâyeleri anımsatan putçu motiflerle doludur. Orada Hz.
Peygamber'in karşılaştığı nebilerden biri olan Hz. Musa'nın,
hâşâ, rabbine öfkelenmiş bir halde hiddetle bağırıp çağırdığı söylenmektedir.
Orada, binilen Burak'ı, Beyt-i Makdis'te peygamberlerin bağlandığı bir direğe
bağladıkları anlatılır... Tüm bunlar, Kur'an'ın ulûhiyet ve nübüvvet anlayışına
taban tabana zıt mitolojilerdir. (Bu uzun uydurma için bk. Elbânî; Zaîfa,
4/281-283)
* Namazın Miraç gecesi
Allah-MuhammedMûsa üçlüsünün uzun bir pazarlığı sonucu farz edildiğine inanmak:
Bu
anlatıma göre, namaz Miraç gecesi farz edilmiş ama bu 50 vakit imiş. Farzı
öğrenen Hz. Muhammed dünyaya dönerken yoluna çıkan Hz. Mûsa ona: "Sen
ümmetinin ne olduğunu iyi bilmezsin, rabbine geri dön, bu namazın indirilmesini
iste, senin ümmetin buna dayanamaz!" demiş ve Hz. Peygamber de geri
dönüp 50 vaktin bir miktarını indirtmiş. Sonra geri gelirken yine Mûsa ile
karşılaşmış, o da ona yine "Geri dön, yine indirt, bu da fazla!" demiş,
o da tekrar geri dönüp Allah ile pazarlık etmiş... Mûsa Peygamber'in bu
uyarısıyla gidip gelme birkaç kez tekrarlanmış ve nihayet namaz 5 vakte
indirilmiş. Mûsa "Bu d a fazla" demişse de Hz. Peygamber: "Yok,
bundan fazla indirim istemekten utanırım, burada kalsın!" demiş...
Bu
rivayetleri tevhit dinine uygun görmekten Allah'a sığınırız!
Kaldı
ki namaz, Miraç denen mitolojiden çok önce farz edilmişti ve uzun zamandır
kılınmakta idi. "Namaz kılın!" emri, iniş sırasıyla üçüncü sure olan
Müzzemmil Suresi'nde yer almıştır. İsra olayını (tahrif edilmiş şekliyle Miraç
denen olayı) anlatan surelerin birincisi olan İsra, iniş sırasıyla 17. sure,
Necm ise 23. suredir. Kur'an'ın üçüncü suresinde emredilen bir farz
ibadeti, 17 ve 23. surelerin tevili ile yaratılan bir pazarlığa dayandırmak
hayret verici bir cürettir.
* Bakara Suresi'nin son iki ayetiyle
namazlarda okunan Ettahiyyâtü... yakarışının bir kısmının Mirac'da vasıtasız
bir şekilde vahye dildiğini söylemek:
Bu iddia, Kur'an'ın vahiyle ilgili
beyanlarına aykırıdır. Vahyin nasıllığını gündeme getiren temel ayetler Şûra
Suresi'nin 51-52. ayetleridir. Bu ayetler, Allah'ın herhangi bir insanla bir
vasıta olmadan asla konuşmadığını, konuşmayacağını hükme bağlamaktadır. 52.
ayet,
Hz. Peygamber'e vahyin de "aynen bu şekilde" olduğunu beyan
etmektedir.
Bu
Kur'an ayetleri ortada dururken, birtakım rivayetlere dayanarak "Filan
surenin filan ayeti ile falanca dua istisnadır." demenin inandırıcı
bir yanı olamaz.
Îkincisi,
eğer bu rivayet doğru ise, neden Ettehiyyâtü... duasının "Miracda
doğrudan vahyedildi" denen kısmı Kur'an'a girmemiştir? Kur'an'da
eksik mi var?
Bunların
cevabı yoktur, olamaz! Yapılacak tek şey, bu Îsrailiyât uydurmalarını bir
kenara bırakıp Kur'an'ın temiz ve nezih dünyasına dönmek ve hurafelerin lekelediği
imanı o dünyada yeniden yıkayıp arıtmaktır.
Miraç mitolojisiyle ilgili uydurmalardan
bazı
örnekler:
"Hz.
Peygamber 7. göğe yükseltildiğinde Cebrail ona dedi ki: 'Yavaş ve sessiz ol;
rabbin namaz kılıyor.' Peygamber sordu: 'O da namaz kılar mı?' Cebrail dedi:
'Evet, kılar.' Peygamber sordu: 'Peki, ne okuyarak kılar?' Cebrail dedi ki:
'Şunları okuyarak kılar: Cebrail'in ve meleklerin rabbini teşbih ve takdis
ederim; rahmetim öfkemi geçmiştir." (Elbânî'nin
uydurma demekle yetinmeyip "münker" dediği bu hezeyan için bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 3/571)
Böyle bir söz,
Kur'an'ın mahbatı (iniş yeri) olan bir peygamberin ağzından çıkmış olamaz.
Allah Mabûd (ibadet
edilen)dur, O'nu âbid (ibadet
eden) gösteren beyanlar Kur'an'ın dinine aykırı bühtanlardır.
MÜRŞİT
VE İRŞAT
Mürşid
(özgün
şekli D harfi ile) ve irşad, reşed ve rüşd köklerinden bir
kelimedir. Günlük dilde, hidayet (doğruya ve güzele kılavuzlanmak)
anlamında kullanılan reşed ve rüşd "bozuk inanç yüzünden doğan
bilgisizlik" anlamındaki "ğayy" sözcüğünün
karşıtıdır. Kur'an bu karşıtlığı Bakara 256. ayette çok ilginç bir biçimde
vermiştir: "Dinde baskı-zorlamatiksindirme (ikrah) yoktur. Doğru
bilgiye dayalı eriş (rüşd), sakat bilgiye dayalı sapıştan (ğayy) açık bir
biçimde ayrılmıştır." (bk. Râgıb el-Isfahânî; Müfredat, rüşd maddesi)
Bu
ayet, din konusunun omurga noktalarından birkaçını ifadeye koymaktadır.
Bunlar: 1. Baskı ve zorlamanın insan ve din gerçeğine aykırı, Allah'ın
iradesine ters bir gidişin göstergesi olduğu, 2. Doğruya ve güzele
kılavuzlanmış olmanın temelinde sağlıklı bilginin yattığı, 3. Sapıklığın
esasında bozuk-yanlış bilgilerin bulunduğu, 4. insanın bilgiyi devreye
sokarak doğruyu ve güzeli rahatlıkla yakalayabilecek bir kıvama geldiği, 5. irşat
(doğruya ve güzele eriş) işinin bir bilgi-bilim meselesi olduğu gerçekleridir.
Kur'an'a
göre, rüşd, Allah'ın elindedir. Yani rüşd, tanrılığın haklarından biridir. Peygamberler,
ancak Allah'tan aldıkları vahye dayanarak irşad yapabilirler. Yani
onların irşadlarının arkasında Allah'ın kendilerine ulaştırdığı bilgiler
vardır. Allah'ın görevlendirmesi olmadan peygamberler de dahil, hiç kimsenin
irşad üretme ve yapılandırma hakkı, yetkisi yoktur. Hz. Muhammed'e verilen şu
emir bu gerçeği çok ürpertici bir biçimde ortaya koyuyor: "De ki: 'Ben
size zarar verme gücüne de ışık ve aydınlık (rüşd) verme gücüne de sahip değilim."
(Cin, 21)
O
halde irşadın arkasında derece derece bilgi bulunacaktır. Bu bilgi,
sağlıklı bilgi olacaktır. Bilginin kaynakları içinde vahiy de vardır.
Peygamberler dışındaki insanlar için vahiy kaynaklı bilginin anlamı, vahyin
verilerini toplayan tanrısal kitaptır. Müslümanlar için bu, Kur'an'dır.
Sonuç
şudur: irşat (kelimeyi artık Türkçe imlâsıyla yazacağız) ve hidayet,
din bağlamında düşünüldüğünde bunun bizler için ilkesel kaynağı bilim,
somut-belge kaynağı ise Kur'an'dır.
* İrşadı bir bilgilendirme kurumu
olmaktan çıkarmak:
Kur'an'a
göre irşat faaliyeti bir bilgi alışverişidir. Bu öylesine tartışılmaz bir
gerçektir ki Kur'an, tanrısal vahyi bile insanlık dünyasına inişinin ardından "ilim"
olarak anmakta (bk. Bakara, 145), böylece bizim Kur'an'dan yani tanrısal
vahiyden yararlanmamızın da ancak bilim sayesinde mümkün olacağını göstermektedir.
Vahiy,
ancak onu alan nebi için bilgi üstüdür. Bizim için vahiy de bir bilgi
alanıdır. Bunun pratik anlamı şudur: Din adına yol gösterenlerin yetki ve
güvenilirlik belgeleri bilimsel nasiplerini gösteren belgelerdir.
Tarih
boyunca bu belgelere sahip olamayan ama kitle üzerinde hegemonya kurma sevdasından
da asla vazgeçmeyen odaklar, başlarına âdeta bela olan bilim denetçisinin
pençesinden kurtulmak için çareler aramış ve bu çareyi bulmuşlardır: Bilimin
yerine sübjektif-spekülatif ilham ve içe doğuşu yerleştirmek.
İrşadı
bir bilgilendirme, bilgi ile yol gösterme kurumu olmaktan çıkaran zihniyetler,
dinin kutsallarını kullanarak kitleler üzerinde hegemonya kurmak isteyen sömürü
sınıflarıdır. Bunlar ilk iş olarak irşadı bir bilgilendirme kurumu olmaktan
çıkarmaktadırlar. Çünkü bilginin denetçi olması bunların işini
zorlaştırmaktadır.
Mürşit
sıfatı
verile n kişinin "bilgin" sıfatı taşıma zorunluluğu dışlanınca
iş kolaylaşıyor. Otorite artık kıyafetle, bağlı olunan tarikatla, tamamına
yakını uydurulmuş şecerelerle, birilerinin rüyada görmesiyle, çıkar şebekesi
içinde yer alan bağlıların ürettikleri kerametlerle sağlanmakta ve günden güne
güçlendirilmektedir. Çünkü bu sayılanların hiçbirinin bilimle denetlenmesi söz
konusu değildir. Hatta çoğu yerde böyle bir denetimden söz etmek bile
günahtır, cehennemlik olmanın alâmetidir.
Kur'an,
irşat konusunda bu anlayışın tam tersini öne çıkarmaktadır. Kur'an'a göre,
ilimsiz irşada kalkmak sapıklık ve rezillikten başka hiçbir şey getirmez.
İlimsiz irşat iddiasının vardıracağı yer şeytana teslimiyet ve hüsrandır.
Yapılan işi Allah adına göstermek, hatta iyi niyetle Allah adına yapmak, sonucu
değiştirmez. Hüsran kaçınılmazdır. Kur'an şöyle diyor:
"insanlar
içinde öylesi vardır ki Allah konusunda ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlık getiren
bir kitaba sahip olmaksızın mücadele edip durur. Yanını eğip bükerek uğraşır ki
Allah yolundan saptırı ver sin. Böyle kişiye dünyada bir yüz karası
öngörülmüştür. Ve kıyamet günü biz ona o kasıp kavuran yangının azabını tattıracağız."
(Hac,
8-9)
"İnsanlardan
bazısı vardır, hiçbir ilme sahip olmadan Allah konusunda mücadele eder ve her
inatçı kaypak şeytanın ardı sıra gider. O şeytan üzerine şöyle yazılmıştır: Kim
buna dost olursa muhakkak o onu saptırır ve onu, alevi zorlu ateşin azabına
götürür." (Hac, 3-4)
Kur'an'ın
bu verilerini dikkate alarak şu ilkesel tespiti yapabiliriz: Mürşit, bilgi
ile donanmış kılavuzdur. İrşadın esasında bilgi vardır.
Tam
bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk' ün şu ölümsüz sözünün altını,
Kur'an'ın yüzlerce ayetinin bir özeti olarak çizebiliriz:
"Hayatta
en hakiki mürşit ilimdir."
* Mürşidi yol gösterici olmaktan
çıkarıp aracı konumuna getirmek:
Mürşit
yani bilgin, Allah ile insan arasında aracı değil, bilgisi ile yol
göstericidir. Dileyen bu yol göstericiden yararlanır. Bu, kişiyi vazgeçilmez
kılmanın değil, bilgiyi yardımcı kılmanın göstergesidir. Bilgiyi yardımcı
kılma noktasından kişiyi vazgeçilmez kılma noktasına dönüş halinde şirk baş
göstermiş, mürşit adı altında yardımcı bir ilah devreye sokulmuş olur.
Kur'an
Allah ile insan arasında yaklaştırıcı-aracı kabul etmemekte, böyle
bir iddiayı şirk saymaktadır. Temel ilke ve insana verilen temel emir şudur: "Benimle,
yarattığım kişiyi baş başa bırak!" (Müddessir, 11)
Zümer
Suresi 3. ayet, Allah ile insan arasına "yaklaştırıcı"
sıfatıyla girmenin veya birilerini sokmanın şirkin belirgin niteliklerinden
biri olduğunu gösteriyor:
"Arı-duru
din yalnız ve yalnız Allah'ındır. O'ndan başkasını veliler edinerek: 'Biz
onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz.'
diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp durdukları
konuyla ilgili hükmü verecektir..."
Kur'an,
Allah ile insan arasında ayrılık, uzaklık kabul etmiyor. Böyle
bir uzaklık olmadığına göre, kim kimi nereye yaklaştıracaktır. Kur'an'ın açık
beyanıyla, Allah insana şah damarından daha yakındır. (Kaf Suresi, 16)
Sahte mürşitler, önce insanı şah damarından daha yakın olan Allah'tan çeşitli
oyunlarla uzak göstermekte, sonra da "yaklaştırıcı, vardırıcı" yaftalarıyla
aldattıkları insanlardan maddî-manevî komisyon almaktadırlar.
Mürşit
adı altında bir tür yedek ilah (şerik, rab, nidd) üretmenin savunusunda
şirkin öne sürdüğü gerekçelerden biri de Allah-insan arası gücün "şefaatçi"
niteliğidir. Kur'an'ı dinleyelim:
"Allah'ın
yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk
ediyorlar ve şöyle diyorlar: 'Bunlar bizim Allah katındaki
şefaatçılarımızdır." (Yûnus, 18)
Bu
yedek ilahçı şirk mantığına Kur'an'ın cevabı Zümer Suresi 44. ayettedir:
"Şefaat
tümden ve sadece Allah'ındır."
*
Mürşidi kurtarıcı olarak görmek:
Îrşat
konusunun şirke götüren en tehlikeli sapma noktalarından biri budur. Kurtarıcılık
vasfını Allah dışında bir kuvvete vermek Kur'an'ın ruhuna tamamen aykırıdır. Değil
sıradan insanların, peygamberlerin bile böyle bir sıfatı yoktur.
Kur'an,
"kurtarıcı mürşit" anlayışına tamamen kapalıdır. Çünkü bu anlayışın
sonu şirke çıkar. Kur'an'da "uyarıcı
mürşit" anlayışı, vardır. Son Peygamber de dahil, tüm ışık
taşıyıcılar, uyarıcı (nezîr)dırlar. Uyarıcı, ışık tutan, haber veren,
dikkat çeken, insanı omuzlarından tutarak silkeleyip kendine getiren sonsuzluk
eridir; ama onun kurtarıcılık vasfı yoktur. O, uyarır, ama kadere egemen olmaya
kalkmaz. Kurtarmak kadere egemen olma işidir. Bu iş Allah'ın tekelindedir.
Kurtarıcı,
sadece Allah'tır. Îrşat bunun böyle olduğunu anlatma
işidir. Bu işi yapmak yerine, Allah'ın alanına tecavüz edip kurtarıcılık rolüne
soyunmak insanı da dini de tahrip eder.
Kurtarıcılık
iddiasında bulunmak, Allah yerine iş yapmaya kalkmaktır; oysa insana Allah
yerine ve Allah adına iş yapma yetkisi verilmemiştir. Însan ancak "Allah
için" iş yapabilir ve bu da onur olarak ona yeter.
Yol
göstericiye "kurtarıcılık" vasfı vermek, Hristiyan papazlar
tarafından "keffâret" (redemption) inancıyla Hz. İsa'nın tebliği
içine sokulmuş ve oradan da tasavvufun yozlaştırılmasıyla İslam'a
aktarılmıştır. Hrıstiyanlığın bu inanışına göre, Hz. Îsa, insanlığın
günahlardan, serden temizlenmesi için kendisini feda etmiştir. Çarmıha
gerilmenin kozmik arka plânı budur. Hz. Îsa, ayrıca, havarilerine insanları
iyileştirme (healing) ve içlerinden kötü dürtü ve düşünceleri çıkarma (casting
out demons) yetkisi de vermiştir, (bk. Tillich; Eternal Now, 58 vd.) Îşte bunun
bir uzantısı olarak ruhanî kişiler (mürşitler) kendilerine baş vuranların
günahlarını çıkarabilirler, iç dünyalarını temizleyip onları arı-duru hale
getirebilirler. Böyle olunca da o kişiler, diledikleri zaman, insanların
ruhsal hayatlarını karartabilirler de... Vaftiz ve aforozun esası budur.
Yani
insanın din hayatının kaderi kendisinin elinden alınmış, birtakım yetkilerle donatılmış
olan birtakım kişilere verilmiştir.
Bu,
şirkin bir işleyişidir. Kur'an, bırakın desteklemeyi, bunu yıkmak için
gelmiştir denebilir.
Ne
yazık ki, tasavvufun yozlaştırılmasının bir ürünü olan tarikatlar Kur'an'ın
yıktığı bu t e vh i t dı ş 111 ğ ı Îslam'ın ta bağrına sokmuş ve insanların
sonsuz kurtuluşlarını sağladıklarına inanılan y ü zlerce -b inle rce kişiyi
Îslam'ın kaderine hükmeder bir
konuma getirerek adı konmamış bir Şintoist panteon oluşturmuştur.
Bu
panteonda kurtarıcılık, günahtan arındırıcılık rolleri ve yetkileri olan
kişiler vardır, türbeler vardır, onların elleri, nefesleri, duaları vardır.
Hatta ve hatta eşyaları, geçtikleri-oturdukları mekânlar vardır. Doğrusu,
kanserojen bir şirk tahribi karşısındayız. Öyle bir yapı yaratılmıştır ki, Hak
hemen hemen akla getirilmemektedir. Allah'a ait tüm yetkiler günlük hayatta bu
"kurtarıcı kişiler ve nesnelerde aktarılmıştır.
Bu
şirk tahribinin en kestirme ifadesini, tarikat çevrelerinin halk arasında
dolaştırdıkları ve ne yazık ki, zaman zaman "hadis" yaftasıyla
sergiledikleri şu şirk sloganında bulmaktayız: "Şeyhi olmayanın şeyhi
şeytandır."
Oysa
ki Kur'an dininde bunu tam tersi doğrudur: Şeyh adıyla bir kurtarıcı
düşleyenin veya icat edenin yuları şeytanın eline geçer. Bunun aksini kabul
etmek, Hz. Muhammed'in peygamberlik görevini tamamlamamış veya başaramamış
olduğunu kabul ve ilan etmekle eşanlamlıdır.
Özetlersek,
ilimden ve onu taşıyan bilginden yararlanmak, insanın yol almasında rahatlık
sağlar. Bu rahatlıktan yararlanmak isteyen bunu yapar. Bu, insanca ve
Müslümanca bir davranıştır. Ancak tevhit ruhuna uygun temel şartlarını gözden
uzak tutmamak gerekir. O şartlar şöyle sıralanabilir:
1.
Yararlanılan kişi ilimle donanmış olmalıdır, 2. Bu kişiye kurtarıcı sıfatı
asla verilmemelidir, 3. Bu kişiye dokunulmazlık, tenkit üstülük, hatasızlık,
kutsallık, günahlardan
arınmıştık vs. gibi nitelikler asla
mâl edilmemelidir. Bu kişi, gerektiğinde eleştirilebilmelidir. Hata
yapabileceği, günah işleyebileceği var sayılmalıdır. Onun tüm sözleri, yazdıkları,
eserleri, uygulamaları... bilimin ve Kur'an'ın verileri ışığında eleştiriye
sürekli açık olmalıdır, 4. Bu kişinin yol göstericiliğinin
ölümle
sona erdiği tartışmasız kabul edilmelidir. Türbesi, eşyası, çevresi asla ve
asla kutsallaştırılmamalıdır.
Tam
bu noktada, halk arasında dolaştırılan şu müşrik söylemi de Kur'an ışığında
açığa çıkaralım. Denmektedir ki: Mürşitsiz olmaz, bir mürşitten el almak
gerekir, yoksa kurtuluş imkânsızdır.
Bu
sözle kastedilen eğer bilimden, bilim adamından yararlanmaksa, buna hiçbir
itiraz söz konusu olamaz. Çünkü Kur'an da bilime ve bilgine yollama yapmaktadır.
Ancak böyle düşünmenin bir göstergesi vardır: Bilgin demek olan mürşidi
tartışılmaz, dokunulmaz, eleştirilmez, kutsal, ölümsüz ilan etmemek...
Eğer
mürşit adıyla devreye sokulan kişi dokunulmaz kılmıyor, kurtarıcı gösteriliyor,
kutsallaştırılıyorsa yukarıki iddia katıksız bir küfürdür. Allah'ı, O'nun kitabını,
Resulünü anlamsız, yetersiz ilan etmektir.
Kur'an
şöyle diyor: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı/Allah'a teslimiyeti
seçtim." (Mâide, 3)
Buna
göre, din: 1. Tamamlanmıştır, 2. Kemale erdirilmiştir, 3. Adı İslam konarak
Allah dışında bir kişiye, güce, varlığa teslimiyet din olmaktan çıkarılmıştır.
"Bir
ermişten el almadan olmaz" şeklindeki müşrik
sloganı bu Kur'ansal tespitlerle uyuşturmak mümkün değildir.
Doğrusu
şu ki, dinde eksikler gören, tamamlanmamış noktalar olduğunu var sayan veya bu
anlama gelecek davranışlar içine giren zihniyetler inandıklarının adını Îslam
koymak hakkını yitirirler.
İslam,
Allah'a, sadece Allah'a teslimiyettir.
Bu
teslimiyeti kabul edenler Allah'ın dininin tamamlandığını ve kemale
erdirildiğini de kabul etmek zorundadırlar. Hem bu ayeti
okuyup hem de yeni teslimiyet odakları yaratan ve dine sürekli eklemeler
yapanların maskeli bir şirk çukuruna doğru yuvarlanmakta olduklarını
düşünüyoruz.
*
Mürşide teslimiyeti gerekli görmek:
Allah'tan
başka bir kuvvete veya kişiye teslimiyetten söz etmek bile küfürdür. Bir insan
böyle bir teslimiyetten, gerçekten inanarak söz eder ve bunda ısrarlı olursa
Îslam dininin dışına çıkar.
Dinin
adı, Îslam'dır. Îslam'ın anlamı, Allah'a teslimiyettir. Bu teslimiyet, tıpkı,
kelimei tevhitte olduğu gibi, iki kutuplu bir ifade ile verilmelidir. Kelimei
tevhit (la ilahe illellah: Başka ilâh yok, yalnız Allah var' formülü, sadece
olması gerekeni göstermekle kalmamış, olmaması gerekenleri de göstermiştir.
Ve öncelikle, olmaması gerekenlere dikkat çekilmiştir. Çünkü yolun bizi
götüreceği yere götürmesi yani yürünebilir hale gelmesi için önce engellerden
temizlenmesi gerekir.
Tevhit
formülündeki "la ilâh: ilahlar yok" bölümü bu temizlemeyi
gösteriyor.
İslam'ın
ifade ettiği teslimiyette de aynı durum söz konusudur. Yani teslimiyetin biri
olumsuz, biri olumlu olmak üzere iki tecellisi vardır: 1. Allah'tan başkasına
(insan, eşya,
kavram)
teslimiyet yoktur, 2. Teslimiyet sadece ve sadece Allah'adır.
Yozlaştırılmış
sûfî inançlar ve bunların uzantısı olan tarikatlar, işte İslam'ın bu hayatî
anlamında kaydırmalar yaratmış ve teslimiyeti "sadece Allah'a"
olmaktan çıkararak "birtakım kişilere ve şeylere, o arada Allah'a da"
konumuna getirmiştir.
İslam
dünyasında asırlardan beri süregelen ve bugün de sürmekte olan mürşit inanış ve
anlayışının Kur'an verileri ışığında durumu, ne yazık ki, budur. Kur'an'da
namazı karşılayan kelime "salâf 'tır. Türkçe'de, "salât"
karşılığı kullanılan namaz kelimesi Farsça'dan alınmıştır.
Namaz,
Kur'an'ın, Allah ile kulu arasındaki ilişki ve diyalogun tüm türlerini bir
araya getiren bir "toplayıcı ibadef'tir. Kur'an'da adı geçen zikir
(Kur'an okuma, Allah'ı anma), şükür, hamd (Allah'ı övme ve
yüceltme), tespih (Allah'ı yüceltme), tehlil (Allah'tan başka
tanrı olmadığını ifade etme), secde, rükû, tefekkür (varlık ve Yaratıcı
hakkında düşünme) vs. gibi yakarış ve meditasyon hallerinin tümü namazda
vardır. Daha doğrusu namaz tüm bu kavramları fiile dönüştüren bir "davranışlar
ve düşünceler bütünümün adıdır.
Namaz
ayrıca insanın sergilediği değişik hareket türlerini de bünyesinde toplamıştır.
Yani
namaz hem dinsel-ruhsal anlamda bir toplayıcıdır, hem de kozmik-evrensel
anlamda ... Cemaatle namazı düşündüğümüzde, namaz sosyolojik anlamda da bir toplayıcı
konumunda karşımıza çıkar...
Niyaz
hallerinin tümü bir araya getirilerek adına namaz denmiştir. Kur'an, namaz diye
ayrı bir ibadet tanımlamaz. Çünkü namazın
Kur'ansal adı olan "salât" kelime anlamıyla dua demek olup
namazın içerdiği yakarış ve yüceltme hallerinin tümü için (ayrı ayrı ve hep
birlikte) geçerlidir.
Bu
yapısıyla namaz, sadece Muhammed ümmetinin değil, tevhit geleneğine bağlı
tüm toplulukların ortak ibadetidir. Bunun içindir ki Kur'an, namazı tüm
peygamberlerin ortak ibadet şekli olarak gösterir ancak tanımlamaz. Çünkü
namaz, tevhit geleneğinin bir uygulaması olarak Mekkeli müşrikler tarafından
da (yozlaştırılmış olmakla birlikte) bilinmekte ve uygulanmakta idi. Kur'an
bu konuda son derece açık konuşmaktadır:
"Onların
Bey tullah'taki namazı ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir..."
(Enfâl,
35)
Demek
oluyor ki Mekkeli müşrikler de, tıpkı Müslümanlar gibi Kabe'ye sahip
çıkıyorlar, onun çevresinde namaz kılıyorlardı. Ne var ki onların namazı,
yozlaştırılmış, içine şirk unsurları sokulmuş ve tevhit çizgisinden saptırılmış
bir namazdı.
Tevhidi
bir uygulama olarak namaz, Hz. ibrahim'in yolunu izleyen Mekkeli Hanîflerce de
biliniyordu. Bu namaz, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin ilk günlerinde bile (Hz.
Ali'nin küçük bir çocuk olarak İslam'a girdiği o ilk günlerde) kılmıyordu.
Bunun içindir ki biz, namazın sonraki zamanlarda Miraç gecesi göklerdeki
yolculukta ve Hz. Musa'nın Peygamberimize yol göstermesi(I) sonucu Allah ile
yapılan uzun bir pazarlık (hâşâ) üzerine farz kılındığını anlatan hadis adlı
uydurmalara asla itibar etmeyiz. Allah'ın dini, Peygamberimiz ve Hz. Mûsa bu
yalanlardan, bu pazarlıklardan arınmıştır. (Namaz
Mirac'da farz kılındı uydurmasının geniş eleştirisi için bk. KÎ. 577-587;
bu eser, Miraç mad.)
Müşriklerin
Hz. Muhammed'le kavgası dinsizlik, allahsızlık, namazsızlık kavgası değildi;
bu değerlerin alışılmış atalar tarzına aykırı biçimde algılanıp yeniden y
apılandırılmasına karşı çıkış kavgası idi. Bu noktayı gözden kaçıranlar ne
müşrikleri tanıyabilirler ne şirki, ne Kur'an'ın getirdiklerini anlayabilirler
ne de Hz. Muhammed'i...
Kur'an,
namazın rekât sayısından hiçbir biçimde söz etmez. Bu demektir ki rekât sayısı
içtihadîdir. Bu içtihat Hz. Peygamber tarafından
yapılmış ve konu ibadet alanı olduğu için zamanla değişmesini düşünmek söz
konusu olmamıştır. Ve söz konusu olmayacaktır. Çünkü bu alan akıl ve kıyas
alanı değildir. Vahiy ve tevhit geleneği alanıdır. Bu alanda biz Resul'den ne
görmüşsek onu yaparız.
O
halde namazın rekât sayısı tevhit geleneği ve özel olarak da Hz.
Peygamber'in sünneti tarafından belirlenmiştir.
Burada
söz konusu olan rekât sayısı, açıktır ki, farz diye anılan namazların rekât
sayısıdır. Farz dışı namazlarda zaten rekât sayısı tartışması yapılamaz. Onları
isteyen istediği kadar kılar.
Kur'an
tarafından vakti açıkça bildirilen namazlar üçtür. (bk.
Bakara, 238; Nûr, 58. Ayrıca bk. Îsra, 78): 1. Sabah namazı (salâtü'l-fecr),
2. Orta namaz (salâtü'l-vüsta), 3. Gün batınımdan sonraki namaz
(salâtü'l-'işa). Namaz kılmakla ilgili günün belirli vakitlerine işaret eden
ayetlerden çıkan sonuç da budur. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Kİ.
ilgili bölümler)
Buna
göre, namaz: 1. Güneşin doğuşundan önce kılınacak olan namaz (fecir namazı),
2. Günün ortasında kılınacak olan namaz (salâtü'l-vüsta-orta namaz), 3. Güneşin
batışından sonra kılınacak olan namaz (salâtüT-'işagün batımı sonrası namazı)
olarak dikkat çeker.
Hz.
Peygamber'in en hayatî sünnetlerinden biri olan, namazların cem'i uygulamasına
bakıldığında da sonucun bu üç vakit olduğu görülür. Şöyle ki:
Sabah
namazı birleştirmeye tâbi olmadan güneşin doğuşundan önce kılınır.
Öğle
ile ikindi birleştirmeye tâbi namazlardır. Ya öğlenin vaktinde
birleştirilirler (cem-i takdim), ya ikindinin vaktinde (cem-i tehir). İki halde
de günün ortası tâbiri geçerlidir. Öğle ile ikindiyi ayrı ayrı zamanlarda
kılanlar, orta namazı iki bölümlü olarak kılmış olurlar. Bu da sünnetin bir
uygulamasıdır.
Akşam
ve yatsı diye bilinen namazlar da birleştirmeye tâbidir. ister akşamın
vaktinde, ister yatsının vaktinde cem edilsinler, iki halde de güneşin
batışından sonra kılmak söz konusudur. Yani sonuçta 3 aslî namaz ortaya
çıkıyor: Fecir namazı, orta namaz, işa namazı.
Bu
haliyle namaz, namazın mücmelidir. Bunun yerine sünnetin 5 vakitli
uygulamasını esas alanlar ise tafsili namaz kılmış olurlar. Bu, orta namazı
ikiye bölerek öğle ve ikindi adlarıyla ayrı iki vakitte kılmak, işa namazını da
ikiye bölerek akşam ve yatsı adlarıyla yine iki vakitte kılmaktır.
Her
mümin, hayat şartlarına, iş ve sağlık durumuna uygun olarak bu şıklardan birini
seçer. Peygamberimiz bunların ikisine de örneklik etmiş, ikisine de imkân
hazırlamıştır.
5 vakit uygulaması sünnet kaynaklıdır.
Ama unutmamak gerekir ki Hz. Peygamber bu beş vakti (cem' yoluyla) genellikle
üç vakitte toplayarak müekked (pekiştirilmiş) sünneti ile farzı
birleştirmiştir. 5 vakit namaz kılan her
mümin,
ResuPün müekked sünnetini de yerine getirmiş olur.
*
Namazın rekât sayısını artırmak:
Kur'an
namazda rekât sayısından asla söz etmez. Bu demektir ki rekât sayısı, şartlara,
duruma göre içtihadî olacaktır.
Hz.
Resul, bu içtihadı, ümmeti adına yaparak namazın olmazsa olmaz kısmını, yani "olması
gerekenimin asgarisini göstermiştir.
Bu,
yolculuk hallerinde her vakit için 2 rekâttır. Ve bu 2 rekât kılış yolculukta
bir ruhsat değil, bir azimettir. Yani yolculuk halinde herkes namazını
mutlaka 2 rekât kılacaktır. Bazı fakıhlar sonraki zamanlarda bunu niyet
şartına bağlamış ve şöyle demişlerdir: Eğer yolculuğa niyet ederse 2 rekât
kılar, niyet etmez ise mukîm (ikamet yerinde oturan) sayılır ve yolculuk hükümlerinden
yararlanmaz..
Bu
bir bicTattır, dayatmadır. Hz. Peygamber'in hayatında böyle bir uygulama
yoktur. Tam aksine o, sefer hallerinde namazı hiç değiştirmeksizin 2 rekât
kılmıştır.
Yolculuk
halinde Cuma namazı kılmak da farz olmaktan çıkar.
Yolculuk
hali yoksa namazlar vakitlere göre şöyle kılınır: Sabah 2, öğlen 4, ikindi
4, akşam 3, yatsı 4 rekât. Cuma namazı da 2 rekâttır.
Tatavvu*
yani
fazla sevap için kılınacak namaz yolculuk halinde de, ikâmet halinde de
serbesttir. Dileyen dilediği kadar kılar. Ne yazık ki, ilmihal kitapları,
yolculuk halinde farzların 2 rekât kılınmasını yazmakta, ama arkasından "sünnet"
adı altında farzın birkaç katı namazı âdeta emirmiş gibi sıralamaktadır.
Bunun aklî ve dinî gerekçesi olamaz. Farzlarının bile yarıya indirildiği bir
ibadet, nasıl olur da birtakım revâtip (sevap için kılınan) eklemelerle
üç-beş katına çıkarılır? ilk kuşaklarda, yolculuk halinde farz dışı namaz kılanların
şiddetle azarlandığını görüyoruz. Kılanlar bunu din kuralı haline getirmeden ve
çekinerek kılmışlardır. Ona rağmen şiddetle kınanmışlardır, (bk. ibn Hemmâm,
2/557-560) Bugün ise bunlar, dinin temel ibadetleri gibi ilmihal kitaplarına
konularak Müslümanlara din dersi halinde okutulmaktadır.
Yolculuk
halinde, seferi olmayan bir imama uyan yolcunun, farzını 4 rekât kılacağı uygulaması
da bid'attır. Namaz sefer halinde 2 rekât kılınır. İster cemaatle, ister tek
başına. İster mukîm bir imam arkasında, ister seferî bir imam arkasında. Çünkü
yolculuk halinde 2 rekât kılmak bir azimettir, bu azimeti uygulamamak için
farzîyet ifade eden bir nas (vahyi beyan) gereklidir. Böyle bir beyan yoktur. O
halde böyle bir sünnet uygulaması da olamaz. Ama bunun tam aksini belgeleyen
kayıtlara sahibiz:
Bid'atlar
konusunun en ünlü ismi Turtûşî (öl m. 520/1126) diyor ki: Bid'atların
ibadete sokulmasına ilk örnek halife O sman'ın yolculuklarda namazı 4
rekât kılmaya başlamasıdır. Sahabîler buna itiraz edince o kendini şöyle
savunmuştur: "Böyle kıldım ki halk, namazın 2 rekâta indiğini
sanmasın.." (bk. Turtûşî, 114-116)
Osman'ın
bu savunması doğrusu hiç inandırıcı değildir; tam aksine, kabahattan daha ağır
bir özür beyanıdır. Halkın yanlış anlamasını önlemek için dine ilave yapmak ve
Resul'ün sünnetini değiştirmek mi gerekiyor?! Osman'ın buna benzer
uygulamaları epeycedir. Biz bunların bir kısmına bu eserde çeşitli vesilelerle
değinmiş bulunuyoruz.
Şu
halde, Kur'an ve sünnete uygun bir ilmihalde Müslüman'a, kılmak zorunda olduğu
namazlar bu şekilde verilecektir. Ama şu da söylenecektir: Vakti, işi, durumu
uygun olan dilediği kadar revâtip (nafile, sevap namazı) kılabilir. Ama
bunların, cami içinde kılınmaması Peygamberimizin uygulaması ve önerisidir.
Makbul olan, bu tür namazların evde kılınmasıdır.
Günümüz
ilmihallerinde, bırakın bunların söylenmesini, tam aksi dinleştiriliyor. Her
namaz iki kısma ayrılıyor: Farz, sünnet... Bir defa bu tâbir bir saptırmadır. Namaz
farzından ibarettir. Sünnet, bir ibadetin uygulanış biçimi anlatılırken söz
konusu edilir. Namazın farzı ve sünneti diye bir ayrım yapmak dini Allah ile
Peygamber arasında bölüştürmektir. Nitekim bu bölüştürmenin yıkıcı
sonuçlarından bir tanesi din kitaplarına şöyle geçmiştir: Farzları kılmak
Allah'ın rızasını kazandırır, sünnetleri kılmaksa Peygamber'in rızasını. Sünnet
kılmayana Peygamberimiz şefaat etmez.
Bu
bir şirk mantığıdır. İslam ile, Muhammedi tebliğ ile uyuşması asla mümkün
değildir. Ne demek Allah'ın rızası ve Peygamber'in rızası? İbadet sadece ve
sadece Allah'a yapılır. Namaz gibi bir temel ibadete Allah'ın elçisini Allah'ın
ortağı gibi sokmak örtülü bir putperestlik değilse gaflet ve dalâletin hangi
türüdür ?!
Sünnet
adıyla tevhidin namazına eklediklerinin en ünlüsü sabah namazının sünneti(!)
olarak gösterilir. Oysaki ilk nesiller içinde bu sünneti bilmeyenler var.
Kılmayanlar çoğunluktadır. Böyle bir sünnetin varlığına karşı çıkanlar var.
(bk. Ibn Hemmâm, 3/51-56)
Doğrusu
şu ki, sabah namazının sünneti adıyla ilmihal kitaplarına sokup camide kıldırdıkları
o iki rekât, Peygamberimiz tarafından evde kılınan ve evde kılınması istenen
nevâfilden biridir ve Peygamberimiz onu camiye asla sokmamıştır.
İşin
gerçeği şu ki "sünnet" adı altında namazlara yamatılan ilavelerin
hiçbirinin (müekked, gayrî müekked) dayanağı yoktur. Tamamı sonradan kur
allaştırılmıştır. (bk. İbn Hemmâm, 3/3-8, 56)
Şu
halde, namazları: Sabah 4 (2 sünnet, 2 farz), öğle 10 (4 ilk sünnet, 4 farz,
2 son sünnet), ikindi 8 (4 sünnet, 4 farz), akşam 5 (3 farz, 2 sünnet), yatsı
13 (4 ilk sünnet, 4 farz, 2 son sünnet, 3 vitir) şeklinde göstermek yanlıştır,
dayatmadır, dine ekleme yapmaktır.
Cuma'yı
2 rekâttan herhangi bir şekilde fazla göstermek de aynı şekilde bir saptırmadır,
dine ekleme yapmaktır, (bk. Cuma maddesi)
Namaza
ilaveler bahsinde adı açıkça telâffuz edilen bir eklemeyi daha görelim: Zamm-ı
sureler. Adı üstünde, bunlar zam olarak yapılmış eklemelerdir. Bunlarla
ifade edilmek istenen, namazın kıraat (Kur'an'dan bir şeyler okuma) bölümünde
bazı surelerin okunmasıdır. Bid'atlarla ilgili eser yazanlar bu zam edilmiş
sureleri özellikle okumanın bid'at olduğunu söylemektedirler, (bk. Süyûtî;
el-Îttiba', 71)
Bu
surelerin bazıları uzun, bazıları kısadır. Zamcılar, hangi surelerin hangi
namazlarda okunması gerektiğini de kendilerince hükme bağlamışlardır.
Eğer
maksat, namazda Kur'an'dan bir miktar okumaksa bilinmelidir ki, Kur'an'ın
tümü namaz süresidir. Özellikle b azı sureleri işaretleyerek bunları
ilmihallere yazmak açık bir bid'attır.
Sahabîler,
namazlarında Kur'an'dan bir miktar okuyorlardı, bu doğrudur. Ama bunun kadar
doğru olan iki şey daha vardır: Sahabîlerin namazları çok kısa idi. Onlar öyle
uzun uzun okuyarak, müezzinlik, tespih, sonda el açıp dualar etmek gibi
eklemelerle namazı uzatmıyorlardı, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 4/102-103)
Kur'an'dan ezbere bir şeyler bilmeyenler ise namazlarını, içlerinden gelen
yakarışlarla kılıyorlardı. Çünkü, ilmihallerde yazılan ve dayatılanın aksine, Kur'an,
namaz kılmak için kendisinden bir kısmın okunması gerektiğine ilişkin hiçbir
beyanda bulunmaz.
Hz.
Peygamber, namaz kılmak için Kur'an'dan bir şeyler ezberleyecek durumu
olmadığını arz eden sahabîsine, Allah'ı yücelten, öven bazı cümlelerle namazını
kılabileceğini söylemiştir.
Namaza
eklemeler başlığı altında ifadeye koyacağımız bid'atlardan biri de "hatimle
teravih" denen uygulamadır. Bu, aslında bid'at içinde bid'attır.
Çünkü rekât sayısıyla, cemaatle kılınışıyla, camiye sokuluşuyla ayrı ayrı
bid'at olan teravihe eklenmiş bir bid'attır. Bu bid'ata göre, teravihin her
rekâtında Kur'an'dan bir sayfa okunmakta, 20 rekâtta bir cüz (20 sayfa) tamamlanmaktadır.
Kur'an 30 cüz, Ramazan da genelde 30 gün olduğu için son teravihle son cüz de
okunmuş olmakta ve hatim tamamlanmaktadır.
Görünüşte
çok güzel bir manzara ama hakikatte ibadetin Muhammedi uygulamasını değiştiren
ve namaz kılanları iyiden iyiye zorlayan bir sünnetdışılık söz konusudur. Bu
şekilde kılınan bir teravih namazı yaklaşık iki saat sürmektedir. Böyle bir
şey, Hz. Peygamber'in genelde ibadetler, özel olarak da namazla ilgili tüm
uygulama ve önerilerine terstir. Çünkü bunda üç bid'at iç içedir: 1. İbadeti
uzatma, 2. İbadeti zorlaştırma, 3. İba detin icra şeklini değiştirme.
İslam'ın
emri olan namazın sadece rekât sayısına ilave yapılmakla yetinilmemiştir. Tatavvu',
nafile, revâtip (sevap için kılınan namazlar) adı altında başlatılıp zamanla
bir tür din emri haline getirilerek ilmihallere sokulan namazlar da vardır.
Recep, Şaban aylarında kılınan Elfiye ve Regaip namazları, tespih
namazı, kandil namazları, evvabin, şükür namazı, kuşluk vs. adlı namazlar
bu türdendir. Bid'atlarla ilgili eser yazan bilginler bunları ayrıntılı bir
biçimde anlatmışlardır. (Örnek olarak bk. Turtûşî, 118-119; Ebu Şâme, 124-138.
Süyûtî, elÎttiba', 55-66. Kal'aci; Nehaî, 2/570-571; Hz. Âişe'nin,
Peygamberimizin kuşluk namazı diye bir namaz kılmadığı yolundaki sözleri için
bk. Müslim'den naklen Şâtıbî; Muvafakat, 3/60)
İbnül-Cevzî
(ölm.
597/1200), Îblis'in vücut verdiği kaosları anlatan ünlü eseri Telbîsü İbli s'te,
namazları artırma yoluna gitmenin Îblis'in bir saptırması olduğunu bildirmektedir,
(bk. Telbisü Îblis, 163)
Namaz
bahsinde eklemelerin en dikkat çekicisi ve en yerleşmişi "teravih"
adıyla anılan ve günümüzde fiilen farzları bile geride bırakan
uygulamadır.
Teravihte
iki ekleme yan yanadır: 1. Peygamberimizin bir nafile olarak
evinde kıldığı bu namazı camiye sokarak resmîleştirmek, 2. Peygamberimiz tarafından
genelde 4, bir-iki kez de 8 rekât kılınan bu namazı 20 rekâta çıkarıp
ilmihallere geçirmek. Ve dahası, bu bid'at namazı, temel farzlardan biri olan
orucun bir parçası, hatta ayrılmaz bir parçası haline getirmek.
Îslam
tarihi, fıkıh, hadis ve siyer (Peygamberimizin hayatını anlatan tarih dalı) ile
biraz meşgul olan herkes bilir ki Hz. Peygamber, "teravih" adıyla
anılan bu namazı bir-iki kez cemaatle kıldıktan sonra terk etmiş ve
gerekçesini de şöyle açıklamıştır: "Bunu devam ettirirsem ileride farz
konumuna getirirler. İsteyen gitsin evinde kılsın!" (ibn Hemmâm, 4/264-266)
Deyim
yerinde ise, ümmeti adına korktuğu, ümmetinin başına gelmiştir. Bugün bu namaz
bir tür farz konumuna yükseltilmiş bulunuyor.
Peygamberimizin
bu "cemaatle kılışı" terk etmesinden sonra bazıları yine
cemaatle kılmaya devam etmiştir, ama onlar hiç değilse bunu evlerinde
yapmışlardır. Bu uygulamaya bile karşı çıkılmıştır. Karşı çıkanların başında Hz.
Ali'nin geldiğini görüyoruz. Hz. Ali bu namazı bir "uydurma
namaz" olarak anmaktadır, (bk. Bakırı, 171)
H
z . Ömer ' e atfe dilen bi r uygulam a ile b u nama z
camilerde kılınmaya başlandığında sahabîden büyük tepki gelmiştir. Bu
sahabîler, yatsı namazını kılar kılmaz evlerine dağılır, teravih bid'atına
katılmazlardı, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/60, 304)
Teravih
bid'atı konusunda en güzel sözü araştırmacı Bakiri söylemi
ştir: "Teravih, bid'atlardan biridir, dinle bu namaz arasında herhangi
bir irtibat bulunamaz." (Bakiri, 159)
icat
edilen namazlar arasında "kuşluk namazı" ve "evvabîn"
adıyla anılanlar da vardır. Kuşluk namazı ile ilgili olarak rivayet edilen
hadislerin tümünün uydurma olduğunu Elbânî göstermektedir. Evvabîn adlı
namaz da sonradan uydurulmuştur, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/212, 680-682)
Kaza
namazlarından söz etmek veya namazların kazası
olduğunu söylemek de namaz icat etme başlığı altında verilebilir. Kur'an,
namazın kazası olduğuna ilişkin hiçbir beyan taşımaz. Peygamberimizin böyle
bir emri veya uygulaması olduğuna ilişkin güvenilir kayıtlar da yoktur. Bu
böyle olduğu içindir ki Hz. Peygamber, hayız halindeki kadınlara o halleri
boyunca ibadet etmeme ruhsatını verirken onlara, kılmadığınız namazları
sonradan kılmayın, ama tutmadığınız oruçları sonradan kaza edin buyurmuştur.
Çünkü orucun kazası vardır, namazın yoktur. Hz. Peygamber, Kur'an'ın getirdiği
bu düzenlemenin dışına çıkmaz. (Namazın kazası eklemesinin din dışı olduğunu,
bu dindışılığın, namaza başlamak isteyenleri ürkütüp engelleyeceğini anlatan
fıkıh profesörü Yunus Vehbi Yavuz'un bir makalesi için bk. Kur'an Mesajı
Dergisi, yıl: 1998, sayı: 6)
Ekleme
namazlardan biri de istihare namazı diye bilinen namazdır. Bu namaz,
çözümünde zorlandığımız bir konuda Allah'ın bize rüyada yol göstermesi için
kılınır. Asırlardır kılınmaktadır, ama hiçbir yere gelinememiştir. (İstihare
ile ilgili hadis patentli sözlerin uydurma olduğunu Elbânî bize gösteriyor,
bk. Elbânî; ezZaîfa, 2/78; 5/330-332)
* Namaz kılmayanlara yaptırım uygulamak:
Açık İslam dışılıklardan biri de budur.
Kur'an,
namaz kılmayanlara en küçük bir yaptırım uygulamasından ima yoluyla bile söz
etmemiştir. Bunda şaşacak bir yön de yoktur. Çünkü ibadet bir iç hadise, bir
gönül ve aşk olayıdır. Yaratan ile yaratılan arası bir iç dünya ilişkisidir.
Böyle bir ilişkiyi maddesel yaptırıma bağlamak onun bütün r u h an iy e t i n
i, derinliğini siler ve onu her türlü riyakârlığa müsait bir
"gösteri"ye dönüştürür. Adam, yaptırımdan kurtulsun diye abdestsiz
kılar, öfke ile, nefret ederek kılar. Bu, ibadet olmaz, en iyi ihtimalle
işkence olur. Hatta riya karıştığı için şirk olabilir.
Allah,
böyle bir sonuca vücut vermemek için namaz bahsinde hiçbir maddî yaptırım
getirmemiştir. Ama fakıhlar yaptırımın her türlüsünü kurala bağlamışlardır.
Hatta bir kısmına göre, namaz kılmayanların öldürülmesi gerekir. Bu dayatmayı
dinleştirmek için uydurulmuş bir hadise göre şu üç şeyi terk eden kâfirdir ve
kanı helaldir: Kelime-i şehadeti getirmeyen yani İslam'ı kabul etmeyen,
namaz kılmayan, oruç tutmayan. (Eleştiri için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/211-212.
Ayrıca bk. 1/175) Uydurmadaki tutarsızlığa bakın ki İslam dinini kabul
etmemekle namaz kılmamayı, oruç tutmamayı aynı kefeye koyuyor. Kaldı ki Kur'an,
dine girmede bile özgürlük tanımıştır. Dinin içinde baskı uygulanmayacağı ise
Bakara 256. ayette hükme bağlanmıştır.
Hadis
bilgini Elbânî, namaz kılmayanları kâfir ilan eden rivayetlerin tümünün
uydurma olduğunu ispatlamakla kalmamış, tam aksini söyleyen hadislerin sağlamlığını
da belgelemiştir. Bu hadislere göre, esas dindışılık, namaz kılmayanları din
dışı ilan etmektir, (bk. Elbânî; es-Sahîha, 6/640-41)
Klasik
mezhepler içinde, namaz kılmayanlara sopa cezası, hapis yaptırımı öngörmeyeni
hemen hemen yoktur.
Fakıhların
tüm bu öneri ve uygulamaları din dışı, Kur'an dışıdır. Doğrusu şudur: Allah
namazı kuluna emretmiş ama onu özgür iradesiyle başbaşa bırakmıştır. Kul,
Allah ile beraber olmayı namaz şeklinde yaşatmak istediği anda namaz kılar.
Kılmaz ise o onunla Allah arasındadır.
Bu
konuda İslam'ın gerçek kabulünü Hz. Ali'nin şu sözlerinden daha güzel
açıklayacak bir söz bulunamaz:
"Namazı
gücünüz yettiği kadar kılın. Şu bir gerçek ki Allah namaz için kimseye azap
etmeyecektir." (Îbn Hemmâm, 3/78) Bir, "Konuşan
Kur'an" unvanlı Hz. Ali'nin sözüne bir de fıkıh kitaplarında
kurallaştırılanlara bakın! Ve bu dinin ne hale getirilidiğini bir kez daha
düşünün!
* Namazın Arapça
dışında bir dille kılınamayacağını söylemek:
Muazzez
Îslam'ı bir Arap-bedevi dinine dönüştüren yanlışlıkların en önemlilerinden
biri, ibadet dilinin Arapça olduğunu söylemek, özellikle namazın Arapça dışında
bir dille kılınamayacağını iddia etmektir.
Bu,
İslam'ın evrenselliğine bir darbe olduğu gibi, bir insanlık suçudur da... Çünkü
âlemlerin rabbi olan Allah'ı, örtülü bir biçimde, Arap olmayanların
yakarışlarını kabul etmeyen bir kudrete dönüştürmektedir.
Her
insan istediği dilde ibadet eder, bildiği dille namazını kılabilir. Bunu
engelleyen ne Kur'anî ne Muhammedi ne aklî ne fıkhi ne de tarihî bir gerekçe
vardır.
Engel
yapaydır ve İslam'ı Arap ideallerine hizmet aracı yapanlarla bunların
destekçisi "Arapçı ve Arapçacı sektör" tarafından icat
edilmiştir. (Bu konu, bizim "Yeniden Yapılanmak" adlı
eserimizin Ana
Dilde
İbadet böl ümünde ayrıntıları ve kaynaklarıyla ele
alınmıştır.)
Herkesin
kendi dilinde ibadet edip edemeyeceği sorusuna cevap aramak bir "reform"
konusu değildir. Bırakın reformu, bu konuda bir içtihada bile gerek
yoktur. Çünkü İslam fıkıh mirası içinde bu sorunun cevabı son derece açık
olarak yüzyıllar öncesinden verilmiştir ve şudur: Her Müslüman, istiyor ve
gerekli görüyorsa Kur'an'ın herhangi bir dildeki tercümesiyle namazını
kılabilir. Dahası var: Bu sorunun cevabı bizzat muazzez Resul tarafından
çok daha özgür bir ortam yaratacak biçimde verilmiştir ve o cevabın özeti
şudur: Herkes kendi dilinde ve kendi içinden gelenleri okuyarak namazını
kılabilir, Kur'an'dan bir bölüm okuması şartı yoktur.
Kur'an'ın
hiçbir yerinde, namazda Kur'an'ın belli bir bölümünün veya ayetinin okunması
gerektiğine ilişkin bir beyan yoktur. Müzzemmil Suresi 20.
ayetteki: "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" emri namaz
kaydına bağlanmamıştır, mutlak ve bağımsız bir emirdir. Dahası bu emir, aynı
surenin başında geçen ve namazdan önce buyruklaştırılan "Kur'an
oku!" tanrısal fermanının bir açıklanışıdır. Müzzemmil 20, aynı
surenin başındaki "Kur'an oku" emrinin icra şeklini gösteren
bir emirdir; namazla bir ilgisi yoktur. Arapçılık ve Arapçacılık pazarı çeşitli
entellektüel oyunlar sergileyerek bu ayetteki emri "namazda Kur'an
oku" şekline dönüştürmektedir. Açık bir yalandır, bir saptırmadır.
Doğrusu
şudur: Namazda Kur'an'dan bir bölümün, en azından Fatiha Suresi'nin
okunması gerektiğine ilişkin kural sünnet kaynaklıdır. Hz. Peygamber,
Kur'an'ın toplum bünyesinde yaygınlaşması için namazı değerlendirmiş,
müminlerin namazda yapacakları duaları Kur'an'dan seçmelerine öncülük
etmiştir. Ancak, Kur'an ezberleyemeyeceğini arz edenlere de içlerinden gelen
yakarışlarla namaz kılabileceklerini bildirmiştir.
Îşte
bizim için gerekli olan burasıdır. Yoksa biz, Arapça bilen ve ibadetini o dille
yapanları başka bir dille namaz kılmaya yöneltmek gibi bir dayatmayı savunuyor
değiliz.
Esasen
bu nokta, başlangıçtan beri birçok büyük müçtehit tarafından fark edilmiş ve namazda
Kur'an'dan bir parça okumanın farz olmadığı hükme bağlanmıştır. Hatta
fıkhın büyük ekollerinden biri olan Şafiî mezhebi , namazda Fâtiha'yı
özgün metninden iyice okuyamayanların Fatiha yerine, içlerinden gelen
başka yakarış cümlelerini okuyarak namazlarını kılabileceklerini hükme bağlamıştır.
Büyük Hanefî ekole göre de kıraat (namazda Kur'an'dan bir bölümün
okunması), namazın aslî rükünlerinden (temel dayanaklarından) değil,
zaid (ilave) rükünlerdendir. Bunun anlamı şudur: "Namazda Fâtiha'nın
okunması farzdır" şeklindeki ilmihal tespiti, aksini yapmak haramdır
anlamına gelmez, fıkıh disiplini anlamında farz demek olur.
Kur'an,
ne dediğini anlamayacak durumda olanların namaz kılmalarını açıkça yasaklamıştır,
(bk.
Nisa, 43) Ayrıca, namazından gafil olanlar ağır bir biçimde kınanmıştır, (bk.
Mâûn Suresi). Namazın ruhu huşudur. Anlamını bilmediği sözcükleri telâffuz
eden kişinin huşûu olabileceğinden söz etmekse anlamsızdır.
Ne
dediğini anlamamanın görünümlerinden biri de, bilmediği bir dildeki metni
okumaktır. Ve bu, huşûu elde e dememeni n de bir ifadesidir .
Kur'an'ın
tercümesi ile namaz kılınabileceğine ilişkin ilk uygulamalı fetva, sünnet
kaynaklıdır. Bu konuda ilk uygulama, büyük sahabî Selman Fârisî (ölm.
36/656)nin Iranlılara verdiği fetva ile başlamıştır. İranlı Müslümanlar,
Arapça bilmediklerini, namazda Fatiha'yı Farsça tercümesinden okuyarak namaz
kılmak istediklerini, bunun mümkün olup olmadığını ırkdaşları ve dindaşları
Selman'a sordular. Selman da durumu Hz. Peygamber'e iletti ve onun onayını
aldıktan sonra Fatiha'yı Farsça'ya çevrirek İranlılara verdi. Büyük Hanefî
fakıhı Serahsî (ölm. 483/1090), eseri el-Mebsût'ta bu olayı anlatmakta
ve Selman'ın Fatiha çevirisininin Farsça metnini vermektedir.
Selman
eliyle
gerçekleştirilen bu Asrısaadet uygulaması, namazını Kur'an'dan ayetler
okuyarak kılmak isteyenlere bir çözüm getirmektedir.
Demek
olur ki, namazını kendi dilinde dualarla kılmak isteyenler için İslam'ın
verdiği iki açık ve net imkân vardır: 1. Kur'an'ın, kendi dillerindeki
çevirisinden ayetler, özellikle Fatiha Suresi'ni okumak, 2. Kur'an'dan bir şey
okumak yerine kendi seçtiği başka yakarış cümleleriyle namaz kılmak.
* Namazların birleştirilmesine ilişkin
mütevâtır sünneti inkâr etmek veya halktan saklamak:
Namazların
birleştirilmesiyle ilgili çok sıcak ve uzun tartışmalar yaşandığını, bizim
düşünce ve iman mücadelemizi izleyenler iyi bilirler. (Bilmeyenlere veya bir
kez daha anımsamak isteyenlere, "Kur'an Uyarıyor" adlı
eserimizin 51-68 sayfaları arasını okumalarını öneriyoruz.)
Bu
tartışmalar, bir mütevâtır sünnet olan namazların cem'ini bir köşe yazımızla
gündeme getirdiğimizde: "Namazları üçe indiriyor, İslam'da namazların
birleştirilmesi diye bir şey yoktur, Peygamber'in hayatında böyle bir uygulama
yoktur, bu bir Kızılbaş-Rafızî yöntemidir" diye sokaklara fırlayıp
halkı bizim aleyhimize kışkırtan din tüccarı, iftiracı yobazların
fesatlarıyla başlamıştı. Bu kampanyaya, ülkenin anayasal din kurumu olan Diyanet
İşleri ile bazı parlamento mensuplarının katılması ise ayrı bir üzüntü ve
ibret konusudur.
Bunun
üzerine biz, hizmetlerini her zaman şükranla anacağımız tarafsız basın
organlarıyla, özellikle o günlerde yazarı olduğumuz Hürriyet Gazetesi sayfalarıyla
halka sürekli bilgiler verip bizi ilk günden beri bağrına basan milletimize
gerçeği ve oynanan oyunu anlattık.
Ve
namazların birleştirilmesi uygulaması ülkemizde ve halkımızın yaşadığı Avrupa
ülkelerinde hayata geçti. Biz buna sebep olduğumuz için her gün alnını bu
sayede secdeye koyan veya daha çok secdeye koyma imkânı bulan binlerce
insandan dua alıyoruz.
Gelelim
işin esasına:
Namaz
vakitlerinin 5 oluşu sünnetle belirlenmiştir, Kur'an kaynaklı değildir. Kur'an'da
adı geçen namazlar 3 tanedir. Hz. Peygamber'in namaz bahsindeki müekked
(pekiştirilmiş, devamlı) sünneti işte bu, namazı 5 vakit olarak
kılmasıdır. Ancak Hz. Peygamber bu sünnetini, namazları üç vakitte toplamak
şeklinde de uygulamıştır. Bu uygulamaya "cem'-i salât: namazların
birleştirilmesi" denmektedir.
Bu
birleştirmenin şekli şöyledir: 1. Öğle ile ikindi, bunlardan birinin
vaktinde toplanarak (normal hallerde dörder rekât, yolculuk halinde ikişer
rekât olmak üzere) sırasıyla kılınır. Yani önce öğle, sonra da ikindi...
Toplama, öğlen vaktinde yapılırsa buna "cem'i takdim: öne alarak
birleştirme" denir. Toplama, ikindinin vaktinde yapılırsa buna "cem'-i
tehir: sonraki zamana alarak toplama" denir. 2. Akşam ile yatsı bunlardan
birinin vaktinde toplanır ve yine sıraya uyularak kılınır. Yani önce akşam,
sonra yatsı... Toplama, akşamın vaktinde yapılırsa buna "cem'-i
takdim", yatsının vakti içinde yapılırsa buna "cem'-i
tehir" denir.
ister
takdim cem'i yapılsın, isterse tehir cem'i, birleştirilen namazlar normal sıra
bozulmadan kılınır.
Sabah
namazı birleşmeye girmez. İk indi ile akşam da kendi aralarında cem edilerek
kılınamaz.
Kaynakların
beyanına göre, Hz. Peygamber bu birleştirme uygulamasını ümmetine kolaylık
olsun diye yapmıştır. Bunun sadece sefer hallerinde yapıldığı yolundaki
sözler tamamen asılsızdır. Hz. Peygamber, bunu en rahat zamanlarında da
yapmıştır. Demek olur ki bu, kişinin kendi içinde buna ihtiyaç duymasına
bağlıdır. Bu bir ruhsattır, isteyen kullanır, istemeyen kullanmaz.
Mezheplerin
bir kısmı (örneğin Haneliler) bunu sadece Hac mevsiminde Arafat ve
Müzdelife'de uygulamakta, diğer zamanlarda devre dışı tutmaktadır. Ancak
unutmamak gerekir ki Arafat ve Müzdelife'de cem, bir ruhsat değil, bir
azimettir, yani mecburiyet; o günlerde oralarda herkes cem ile namaz kılar.
Diğer hallerde ise ruhsattır, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 1/310-312)
Bazı
mezhepler cem'i, "meşakkaf'in yani zorluk ve sıkıntının varlığı halinde
uygulanabilir kabul ederler. Bazıları ise yolculuk halini gerekçe sayarlar. Bu
onların kendi içtihatlarıdır. Söylediğimiz gibi, cem bir ruhsattır, bu ruhsatı
ne ölçüde, ne kadar kullanacağına herkesin kendisi karar verir. Yani
mezheplerin ve fakıhların bu konudaki kabulleri kendilerini bağlar.
Bize
lâzım olan, Hz. Peygamber'in cem'i nasıl uyguladığıdır. Ve onu açık bir
biçimde bilmekteyiz:
Hz.
Peygamber'in yolculuk hallerinde birleştirmeyi uyguladığı tartışmasızdır, (bk.
Îbn Hemmâm, 2/543-554) Hazar (ikamet yerinde olma hali) durumuna gelince: Hz.
Resul bu durumda da cem ederek namaz kılmıştır. "Peygamberimizin Hazar
Halinde Namazları Cem'i" ne ilişkin bilgiler hemen tüm hadis
kaynaklarında vardır. Bu bilgiler kimilerinde "Namazların Cem'i"
başlığıyla, kimilerinde "Namazların Yolculuk Halinde Cem'i"
başlığıyla, kimilerinde ise ilk iki başlığa ilaveten "Namazların Hazar
Halinde Cem'i" başlığı altında verilmektedir. Örneğin Îmamı Mâlikin
Muvâtta'ında şu başlık vardır: "Îki Namazın Hazarda ve Seferde
Birleştirilmesine İlişkin Bölüm" (bk. Muvâtta', 1/143-145) Nesaî, bu
konuda tam 8 bab açmıştır. Bunların biri şu adı taşıyor: "Hazarda İki
Namazın Birleştirilmesi" (bk. Nesaî, 1/229-235) Biz, aynı başlık
altında verilen bilgileri ilk büyük kaynaklardan, İbn Hem mâ m'd an
özetleyelim:
"İbn
Abbas demiştir ki Resul, Medine'de, yolculuk ve yağmur gibi bir mazeret olmaksızın
da öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' etmiştir." İbn Abbas'a:
"Hz. Peygamber bunu, hiçbir sebep yokken neden yapmıştır?" diye sorulduğunda
o şu cevabı vermiştir: "Bunu, ümmetine bir genişlik, bir kolaylık olsun
diye yapardı." Aynı İbn Abbas şunu da söylüyor: "Ben Medine'de Hz.
Peygamber'in cemaati olarak öğle ile ikindiyi cem ederek 8 rekât, akşam ile
yatsıyı cem ederek 7 rekât halinde kılmışımdır." (bk.
Ibn Hemmâm, 21 555-557)
İbn
Abba s'ın bu sözünden anlaşılmaktadır ki Hz. Resul
cem etmeyi, sadece münferiden (tek başına) kıldığı namazlar için uygulamakla
kalmamış, cemaatle kıldığı namazlarda da uygulamıştır. Hatta bazan Cuma
namazı ile ikindiyi, akşamın girmekte olduğu geç vakitte birleştirdiği de
oluyordu.
Bu
demektir ki birleştirme, Hz. Peygamber'in hayatında öyle çok nadir, çok
bireysel değildi; sıkça ve toplu halde de uygulanan bir namaz kılış şekliydi.
Cem'e
en çok ihtiyaç duyulan zaman şimdiki zamandır. Hayatın zorluğu, çalışma
şartlarının karmaşıklığı, birleştirmeyi bir büyük lütuf ve kolaylık olarak
Müslüman'ın karşısına çıkarmakta, onu rahatlatmaktadır. Hal böyle iken birileri
çıkıp birleştirmeyi ya inkâr ediyor, yahut da "Halka açmayın, kötüye
kullanırlar" diyerek dinin rahmetine ambargo koyuyor.
NAMAZIN ŞEKLÎNE ÎLÎŞKÎN SAPMALAR
Namazın
sadece rekât sayısında, türlerinde değil yerine getiriliş şeklinde de çok
büyük kaydırmalar, saptırmalar yapılmıştır.
Önce
şunu hatırlayalım: İbadet alanı (taabbudî alan), muamelât (medenî
hukuk alanı) ve ukûbât (ceza hukuku) alanının aksine içtihat alanı değildir.
Bu alanda, Hz. Peygamber ne göstermişse yapısı ve şekliyle o aynen korunur. Ne
ekleme yapılır, ne eksiltme. Hz. Peygamber bu gerçeği göstermek için
buyurmuştur ki: "Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız siz de aynen öyle
kılın."
Ama
hiçbir zaman ben nasıl yemek yiyorsam siz de öyle yiyin, ben nasıl oturup
kalkıyorsam siz de öyle oturup kalkın, ben nasıl elbise giyiyorsam siz de
aynen öyle giyin dememiştir. Ben çarşı-pazarı nasıl düzenliyorsam siz de öyle
düzenleyin, ben bağ-bahçe işlerini nasıl yapıyorsam siz de öyle yapın da
dememiştir. Çünkü bu son iki alanın biri âdetlere, ikincisi muamelat denen ve
değişken alanlar olan hukuk ve sosyolojiye ilişkindir. Toplumlar, yeni
ihtiyaçlara ve şartlara göre o alanları yeni içtihatlarla düzenleyeceklerdir.
Şu
halde ibadetler, o arada namaz, Peygamberimiz tarafından nasıl yerine getirilmişse
(yapı, sayı ve şekil olarak) her devir ve mekânda herkes tarafından aynen öyle
yerine getirilecektir. Şu veya bu niyetle, şu veya bu gerekçe gösterilerek
ibadet alanında en küçük bir eksiltme veya artırma yapılamaz.
Sahabî
neslinin Resul uygulamasından sapmaya ilişkin ilk şikâyetleri arasında namazla
ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Bir örnek olarak, Peygamberimizin hizmetinde
olmakla ünlenmiş s ahabî Enes b. Mâlik'in şu sözünü verelim. Enes (ölm.
90/708), bir gün ağlayarak şöyle demiştir: "Resul'den öğrendiklerimiz
içinde bozulmadan duran tek şey namazdı; onu da tanınmaz hale getirdiler."
(bk. Turtûşî, 112-113)
Namazın
şekline (yerine getiriliş biçimine) ilişkin bid'atlar ve saptırmalardan bazı
örnekler verelim:
*
Ağırlaştırılmış setr-i avret şartı:
Bu
şartın kadınlarca uyulması gereken kısmı üzerinde ittifak vardır. Bu ittifaka
göre, kadının ayakları, elleri ve yüzü hariç olmak üzere tüm vücudu avrettir ve
namaz kılma sırasında mutlaka örtülmelidir. Aksi halde namaz geçerli olmaz.
Örtünme
ili
ilgili görüşümüz ne olursa olsun, şunu inkâr edemeyiz: Örtünme insanlar
içindir. Hiç kimse Allah'tan saklanmak için örtünemez.
O
halde mümin kadının namazda örtünmesi, ancak namaz sırasında yanında
erkeklerin bulunması veya görünebileceği yerden erkeklerin geçme ihtimalinin
olması halinde gerekli olur. Bu da namazın geçerliliği için değil, örtünme
gerekli olduğu içindir. Böyle durumlarda Müslüman hanım, örtünme kavramından
ne anlıyorsa ona göre örtünecektir.
İslam'ın
bir örtünme emri vardır ama namaz için ayrı bir örtünme söz konusu değildir.
Geleneksel
fıkıh bu noktada garip bir çelişki içindedir: Bir yandan setr-i avreti namazın
şartlarından biri olarak göstermekte, öte yandan, köle ve cariye kadınların
namazda başlarını, hatta göğüslerini örtmelerine izin bile vermemektedir. Peki,
bu ikisi nasıl bir arada olabiliyor? Yani setr-i avret, eller ve yüz
dışındaki bölgelerin kapatılması ise ve bu, namazın da şartı ise köle ve cariye
Müslüman kadınlar bu şarta uymadan nasıl namaz kılabiliyorlar? Namazın iki
insan kategorisi için iki şeklinin mevcut olduğu vahyin hangi beyanına
dayandırılmaktadır?
Böyle
bir beyan yok da bu sadece bir toplumsal konum belirleyici ise hür kadınların
başlarını-saçlarını örtmeleri nasıl "din" oluyor? Eğer bu din ise
cariye ve köleler örtünmeden nasıl namaz kılabiliyor? Dahası, bu setr-i
avret ve örtünme anlayışına dayanarak hür-köle ayrımının kalmadığı günümüz
toplumlarında kadınların örtünmesinin dinsel dayanağı kalmıştır denebilir mi?
Geleneksel
fıkhın bunlara vereceği tek cevap vardır: "Ulema öyle buyurmuştur,
müfta bih kavil (fetvaya esas alınan söz) budur!"
Namazda
setr-i avretin gerekliliği hususunda icma' vardır yolundaki beyan da doğru değildir.
Mâlikîlerin bir kısmına göre, kadın, namazını evde kılıyor ve onu kimse
görmüyorsa setr-i avret farz değildir. İmamı Mâlik'e göre ise setr-i avret
namazın her hal ve şartta sadece sünnetlerindendir. (bk.
İbnü'l-Arabî; Şerhu'tTirmızî, 2/136; Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 173)
Namaz
için özel elbiseler hazırlamak da kötü bir bid'attır. Ayrıca dine israf sokmak,
ibadeti gereksiz harcamalara sebep haline getirmektir. Unutulmasın ki tevhidin
çekirdek nesli sahabîlerin büyük çoğunluğunun birer giysisi vardı. Bu giysi
ile hem dolaşır hem namaz kılar, hatta hem de yatağa girerlerdi, (bk. ibn
Hemmâm, 1/366-368) Şunu da ekleyelim: Sahabîlerin namazlarını kıldıkları
giysiler çoğu kez cinsel organ bölgelerini bile tam örtmüyordu. Onların
öyle kat-kat burmalı giysileri yoktu. Çoğu kez, namaz kılmakta olanlar
birbirlerinin ayıp yerlerini görüyorlardı. Bunun böyle olması, o yerlerin
açılabileceğini elbette göstermez, ama namaz kılmış olmak için öyle kat-kat,
milimetrik açıklıkları bile hesaplayacak şekilde giymenin şart olmadığını
gösterir.
Tam
bu noktada, hadis-fıkıh ikilisinin ilk ve en büyük kaynaklarından biri olan ibn
Hemmâm (ölm. 211/826)ın eseri el-Musannefteki "Çıplak Kişinin
Namazı" adlı bölümden birkaç satır vermek istiyoruz:
"Kişi,
denizden-nehirden çıplak çıkmışsa namazını oturarak kılar... Sudan çıkanlar bir
grupsa içlerinden giyili olan biri imamlık eder. imamlık eden de çıplaksa o
zaman imam onlarla aynı safta durur ve namazı ima ile kıldırır; cemaat olanlar
ise oturarak kılarlar... İbn Abbas'a göre de gemideki kişi ve çıplak kişi
namazını oturarak kılar... Hz. Ali'ye, "Çıplak kişi nasıl namaz
kılar?" diye sordular; Ali şu cevabı verdi:" Eğer insanların göreceği
bir yerde kılıyorsa oturarak kılar; yok eğer kimsenin görmeyeceği bir yerde
kılıyorsa ayakta kılar." (ibn Hemmâm,
2/583-584)
Tüm
bunlar gösteriyor ki namazda da olsa, örtünme insanlar içindir. Eğer
birilerinin görmesi söz konusu değilse kişi istediği kıyafetle, hatta istiyorsa
çıplak bile namaz kılabilir. Çünkü Allah için biz, ne giyersek giyelim zaten
anadan üryan durumdayız.
O
halde ilmihallerin, namazda setr-i avret bahsinde şu iki durumu birbirinden
ayırmaları gerekiyor: Hiç kimsenin görmeyeceği yerde namaz kılma hali ile,
başkalarının göreceği yerde namaz kılma hali.. Bunlar ayrı ayrı düzenlemeyi
gerekli kılmaktadır.
*
Ayakkabı ile namaz kılmayı yasaklamak:
Namazın
çıplak ayakla veya sadece çorapla kılınabileceğini söylemek de bir bid'attır,
Asrısaadet uygulamalarına terstir. Hz. Peygamber ve ashabı, dışarda giydikleri
ayakkabılarıyla namaz kılıyorlardı. Bu bilgileri veren kaynaklar, ayakkabı
yerine "na'l" ve "huff" kelimelerini kullanırlar. Bu ki
giysinin birincisi tokalı yazlık ayakkabı, ikincisi her tarafı kapalı deri
ayakkabıdır. Hz. Resul ve sahabîler bu iki ayakkabı üzerine abdestte mesh
etmiş ve bunları çıkarmadan namazlarını kılmışlardır.
Sonraki
eklemeci zihniyetler tokalı ayakkabıyı devreden tamamen çıkarmış, huff denen
ayakkabıyı da çorap hükmüne sokmuştur. Tamamen bilim ve tarih dışıdır,
saptırmadır, tahriftir, dayatmacılıktır. Şimdi gerçeği veren kaynaklardan
birini, ünlü Buharî'den tam 45 yıl önce vefat etmiş dev bir muhaddis-fakıh olan
Îbn Hemmâm'ı dinleyelim: Tâbiûn kuşağından Abdullah b. eş-Şıhhîr babasından
naklen şunu söylüyor:" Hz.
Peygamber'in, tokalı ayakkabılarıyla
namaz
kıldığını
görürdüm."
Ünlü
müfessir-fakıh Ata b. Ebi Rebâh (ölm. 115/733)a sordular: "Kişi,
tokalı ayakkabılarıyla namaz kılabilir mi?" Cevap verdi: "Evet,
kılabilir. Peygamberimizin de aynı şekilde namaz kıldığını öğrenmiş
bulunuyoruz. Hatta Peygamberimizin huff (her yanı kapalı ayakkabı) ile namaz
kılmakta olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz. "
"İbn
Abbas da tokalı ayakkabılarıyla namaz kılardı."
Irak
fıkıh ekolünün babası olan "İbra him en-Nehaî de tokalı ayakkabılarıyla
namaz kıl a r d ı."
Ünlü
fakıh-muhaddis "Vehb b. Münebbih (ölm. 110/728 )de tokalı
ayakkabılarıyla namaz kılardı."
"Sahabîlerden
Hakem b. Uteybe diyor ki: 'Hz. Peygamber, ashabı ile namaz kıldığı bir gün
ayakkabılarını çıkarmıştı; sahabîler de ona bakarak ayakkabılarını
çıkarmışlardı. Namazdan sonra Resul onlara sordu: 'Hayrola, ayakkabılarınızı
hep birlikte neden çıkardınız?' Onlar dediler ki: 'Sen çıkardın diye biz de
çıkardık.' Resul buyurdu ki: 'Şart değil, isteyen ayakkabısını çıkarır kılar,
isteyen çıkarmadan kılar." (bk. Ibn Hemmâm,
1/384-387)
Düşünülsün
ki bütün bunların olup durduğu yer dünyanın en sıcak bölgelerinden biridir ve
hayat o gün çok sadeydi. O günün dünyasında kullanılan bu imkâna bugünkü
karmaşık, zor hayat şartlarında ve ayakkabı çıkarmanın gerçekten sorun olacağı
soğuk bölgelerde bile izin vermeyen zihniyetler vardır. Bunun din adına kabulü
mümkün değildir.
Sıkıntılar
büyüdükçe imkânların genişletilmesi gerekirken, imkânlar zorlaştıkça
sıkıntıları büyütenler, "yaratılış ve kolaylık dini" olan
İslam'ı yaşanamaz hale sokmanın ötesinde bir şey yapmıyorlar. Hem de asırlardan
beri...
CAMÎ
ÎÇÎNDE SERGİLENEN BÎD'ATLAR
Sadece
çok dikkat çekenlerini vereceğiz:
* Müezzinlik adı altında birtakım
merasimlerin eklenmesi:
Bu
merasimlerin ezan ve kamet dışındakileri bid'attır. İhlas okuma, salâtü
selam getirme, Bil a li H abeşî vs. için Fatiha okunmasını isteme, hasbünallah
çekme, namaz sonunda imamın dua edip cemaatin amin demesi (bk. Şâtıbî;
Muvafakat, 1/349 vd.), Cuma günleri ikinci bir ezanın okunması, hutbenin
Cuma namazından önce okunması, cami içinde ne sebeple olursa olsun para
toplanması, cami içinde dernek, vakıf vs. kurumların övülmesi, cami içine farz
namaz dışında namaz sokulması, cami içine namaz dışında merasimlerin (mevlit,
tespih, tarikat zikri vs.) sokulması, hutbelerin minber denen merdivenli yüksek
yerlerde okunması, hutbelerin cemaatin anlamayacağı dilde okunması, hutbelerde
öğüt olarak Kur'an dışında sözlerin okunması, cami içine tespih, levha, tarîkat
şeceresi, sahabî vs. adları sokulup yazılması, cami içine "sakal-ı
şerîf" adı altında birtakım kılların, "hırka-ı şerîf" adı
altında hatıra eşyanın sokulması.
*
Bir mezhebin namaz kılış şeklini İslam'ın tek namaz kılış şekli olarak sunmak:
Böyle
bir kabul ilk anda bid'attır. Böyle olmadığının hatırlatılmasından sonra bu
kabulde ısrar edilirse durum bid'at olmaktan çıkıp küfre ve şirke doğru kayar.
Çünkü bir mezhebin yorumlarını İslam ile eşitlemek, Islam adı altında ikinci
bir din oluşturmak anlamına gelir.
Mezheplerin
her biri, İslam'ın bir bakış açısına göre yorumlanışıdır. Yorum beşerî bir kurumdur.
Din ise bu yorumlara vücut veren evrensel nasların kümelendiği tanrısal kurum
ve kaynaktır.
Hz.
Peygamber, aldığı vahyi yaşayıp insan hayatına mâl ederken dinin evrenselliğine
uygun bir biçimde, çeşitli kabul ve kanaatlere, değişik iklim ve şartlara göre
yaşanabilir bir din algılanışına imkân sağlayacak esnekliklere kaynaklık
etmiştir. Dini yaşama durumunda olan çok farklı iklim ve kişilerin her biri
onun esnek uygulamalarında kendisine bir örnek bulur. Bu onun peygamberliğinin,
özellikle son peygamber oluşunun zorunlu bir sonucudur.
Onun
bu esneklik dolu uygulamalarının herhangi birini alarak "İşte din
budur" demek dinin yaşanabilirliğini yok etmek olur. Oluşum devri mezhep
imamlarının yorum yaparken böyle bir niyet ve davranış içinde olduklarını
sanmıyoruz, ama sonraki devirlerin taklitçi-
hazırcı,
sığ fıkıhçılarıyla onları tabulaştıran cahil kitlelerin bu hatayı işledikleri
kuşkusuzdur.
Sonucun
ne olduğunu, bahsimiz olan namazla ilgili örnekler vererek gösterelim: Bugün
her mezhebin ilmihali bir namaz anlatmakta ve sonunda şunu söylemektedir: İşte
sünnete uygun namaz şekli budur. O şeklin çok dışında bir namaz kılma biçimi
kabul eden bir başka mezhep ilmihali de namazı kendi anlayışına göre anlattıktan
sonra aynı sözleri söylemektedir.
Akıl
ölçüleriyle baktığımızda ortada üç ihtimal vardı:
1.
Bunların hepsinin söylediği yanlıştır: Bu ihtimal geçerli
olamaz, çünkü bunların söylediklerinin büyük kısmı doğrudur. 2. Bunların
sadece birinin söylediği doğrudur: O taktirde diğerleri İslam içi olma
niteliğini yitirir. Böyle bir kabul hem aklen ve ilmen doğru olmaz; hem de o
mezhepleri kötü niyetli ilan etmek olur. 3. Bunların söyledikleri; dinin
kişilere, zamana, zemine, şartlara göre değişik uygulama biçimleridir ve bu
mantık içinde hepsi doğrudur.
Hz.
Peygamber'in uygulamaları, Kur'an'ın evrenselliği dikkate alındığında, bu üç
ihtimalin sonuncusu geçerlidir. Yani mezheplerin kabulleri, Peygamberimizin
bir konuda değişik zamanlardaki değişik şartlara ve ihtiyaçlara göre vücut
verdiği uygulamalar dır. O uygulamaların hangisi kimin şartlarına ve ruh
haline uyuyorsa o kişi veya çevre onu tercih eder. Bu tercih yüzünden itham,
kavga, çekişme olmamalıdır. Çünkü bu tercih din değil, dinin verdiği imkânlar
kullanılarak yaratılmış bir esneklikten yararlanmadır.
Mezhepler
işte bu imkânların fark edilmesi ve yaşanması için var olması gerekirken, ne
yazık ki, bağnazlık ve ilkelliklerin itişiyle imkânları daraltmanın baskı
kurumları haline getirildiler.
Canlı
örnekler verelim.
Hz.
Peygamber, namazlarında kıyamda (ayakta) iken ellerini bazan önden birbiri
üstüne koyarak tutmuştur (el bağlamak), bazan iki yanına salıvererek tutmuştur.
Bu demektir ki kişi, kendi ruh hali ve beden imkânını değerlendirerek kıyam
anında ellerini isterse bağlayacak, isterse iki yana salıverecektir. Gerçek
bir fakıha düşen (büyük imam İbnül Kayyım el-Cevziyye'nin yaptığı gibi),
Resul'ün kıyamda bu iki şekli de kullandığını söyleyip tercihi kişinin kendine
bırakmaktır. Ne yazık ki böyle yapılmamıştır. Örneğimize dönersek, bazı
mezheplerde ellerin kıyam halinde iken önden bağlanması gerekli gösterilmiş,
bazılarında ise tam aksine, kıyam halinde ellerin yanlara salınması gerektiği
belirtilmiştir.
Şimdi
bunların hangisini yapan gerçek namazı kılmış olur? Her mezhep, "Bizim
gösterdiğimizi yapan" diye cevap vermektedir. Oysaki ikisini yapanın da namazı
geçerlidir. Eksik olan, biraz önce işaret ettiğmiz açıklamanın yapılmamış
olmasıdır.
Kısacası,
namazda kıyam halinde eller bağlanabilir de, yanlara salınabilir de... (bk.
ibn Hemmâm, 2/276-277)
Bir
başka örnek: Namaza başlarken (iftitah tekbirinden: Allahu Ekber diyerek
elleri kaldırıp indirdikten sonra) Sübhâneke duasının okunmasını esas
alan mezhepler olduğu gibi okunmasını mekruh gören mezhepler de vardır. Ortada
çelişki var.
Namazda
Allah'ı tespih etmek, ona hamd etmek, şükürde bulunmak vardır ama bunun şu
veya bu metinle yapılması gerekmemektedir. İsteyen istediği bir tespih ve hamd
metnini okuyabilir. Bu, Sübhâneke duası olabileceği gibi kişinin o anda içinden
gelen yepyeni bir dua da olabilir. Nitekim, Hz. Peygamber ve arkadaşları
Sübhâneke yerine çok değişik dualar okuyarak da namaz kılmışlardır, (bk.
Îbn Hemmâm, 2/71-82) Kişi böyle bir dua okumadan doğrudan doğruya
Fâtiha'yı okuyarak da namazını kılabilir.
Fakıhm
yapacağı, işte bütün bunları söyleyip tercihi kişiye bırakmaktır. Ne yazık
bunun tam tersi yapılıyor: İlmihale "şurada Sübhâneke okunacak"
diye yazıp Müslüman'ın elini-kolunu bağlıyorlar. Samimi ama bilgisiz kişi de
bunun Allah'ın emri olduğunu sanıp namazını ona göre kılıyor. Hem kendine
zahmet veriyor hem dinin yozlaşmasına yol açıyor.
Fâtiha'nın
okunma şekli mezhepler arasında bir yığın çekişmeye sebep olmuştur. Sesli mi
okunacak, sessiz mi, imama uyan okuyacak mı, okumayacak mı? Fâtiha'ya başlarken
besmele çekilecek mi, çekilmeyecek mi? Çekilecekse sessiz mi çekilecek, sesli
mi? Bu tartışmalarla sayfalar doldurulmuştur.
Oysa
ki iş son derece basittir: Îsteyen öyle okusun, isteyen böyle. Îmama uyan kişi
isterse Fâtiha'yı içinden okusun, isterse okumasın... Kur'an'ın istediği,
okuyanın sesini ayarlamasıdır: "Namazında sesini yükseltme, kısma da.
ikisi arasında bir yol tut!" (Isra, 110)
Asrısaadet'te,
rükû sırasında "sübhâne rabbiyel azîm: o büyük rabbimi tespih
ederim", secde sırasında "sübhane rabbiyel a'lâ: o yüce rabbimi teşbih
ederim" yerine başka cümleler de söylenirdi, (bk. İbn Hemmâm, 2/155-164)
İlmihaller bunları da vermemekte, o iki cümleyi Allah'ın emri gibi kayda
geçirmektedir. Oysaki namaz kılan kişi, namazının rükû ve secdesinde, Allah'ı
yücelten veya O'na sevgisini ifade eden başka sözcükler kullansa namazı
geçerli olur.
Namazların
şekline ilişkin eklemeler listesine şunu da koyabiliriz: Resim ve heykelin
bulunduğu yerde namaz kılınmayacağma ilişkin iddia da namazın şekliyle ilgili
bir uydurma olarak kabul edilebilir. Elbette ki, resim ve heykel, tapma aracı
olarak bulunduruluyorsa o yerde namaz kılınmaz. Böyle bir amacı olmayan resim
ve heykellerin bulunduğu yerde namaz kılmanın İslam'a aykırı hiçbir yanı
yoktur. Hasan el-Basrî (ölm. 110/728) resim ve heykelin "ta'zîm"
(yüceltme, tapma) makamında olmadığı zaman namaza zarar vermediğini fetvaya
bağlamıştır. Bunun içindir ki Hasan el-Basrî'ye göre, kilisede kılınan namaz
geçerlidir, (bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 2/594/596)
* Sarıklı
namaz kılmanın sevabı
artıracağını söylemek:
Arap
örflerini dinleştirmek isteyenlerin uydurmalarından biri de budur. İslam'ın
evrenselliğine tamamen aykırı bu iddia, bazı uydurma hadislerle
dinleştirilmiştir. Bu uydurmalar dikkate alınırsa namazda başa sarık saranlar cenneti
garantilemiş olmaktadır. (Bu anlamdaki uydurmalardan bazıları için bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 1/249-253, 292; 3/362-363)
*
Namazlardan
sonra tespih diye bilinen âletle sayı tutturmak:
Budizm'in,
dikkati bir noktada toplamak için kullandığı bu tespihler bizim kültürümüzün
bir parçası haline getirilmekle kalmamış, din hayatımızın da bir parçası
yapılmıştır.
Hz.
Peygamber'in ve sahabî neslinin hayatında namazın içinde veya dışında tespih
çekme diye bir şey yoktur. Sonraki zamanlarda Hint sistemlerinden tarikatlar
yoluyla giren bu tespih çekme bid'atı giderek namazın bir parçası yapılmış ve
camiler bu Budist aletiyle doldurulmuştur.
Muhaddis-bilgin
Elbânî, bu tespih âletinin bid'atlığını sayfalarca anlatmaktadır. O sayfalardan
anlıyoruz ki bu bid'at, ilk zamanlarda taşla sayı tutturmak şeklinde görüldü..
Önce bunu tutturmak için bir hadis uydurdular. Buna göre, Hz. Peygamber,
tespihlerininin sayısını unutmamak için taşları kullanmış., (bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 3/47) Taşla sayı tutturmayı âdetleştirmeye kalkanlara, sahabîlerin
en fakıhlarından biri olan İbn Mes'ud (ölm. 32/652) şöyle diyordu:
"Zulümleşmiş bir bid'ata daldınız!" (bk. Elbânî, aynı eser, 1/186)
Taşla
sayma bid'ati daha sonra Budist âleti tespihlerin kullanımına
dönüştürüldü. Bu aşamada Budist âletini kutsallaştıran uydurmalar görülmeye
başlandı. (Bir tanesi için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/184)
işin
esası şudur: Değil elde tespih sayı tutturmak, namazların arkasından dille
tespih çekmenin namazın bir parçası olduğunu söylemek bile doğru değildir, (bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 3/395-396) Peygamberimizin böyle bir uygulaması yoktur. Hz.
Fâtıma (ölm. ll/632)ya, namazların arkasından 33 tespih çekmesini
söylediğine ilişkin rivayetin de uydurma olduğu ispatlanmıştır, (bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 4/271) Namazın bizzat kendisi Allah'ı tespih ve takdis
faaliyetidir. Onun arkasından ayrı bir tespih çekme merasimine gerek yoktur.
*
Kadınların Cuma, bayram ve cenaze
namazlarına katılmalarına engel olmak:
Namaz
bahsindeki bid'at ve saptırmaların belirginlerinden biri de kadınların camide,
cemaatle namaz kılmalarına engel olmaktır. Bu engel oluş, bayram ve cenaze
namazları için açık, Cuma namazı içinse "Gelmeseniz de olur, zaten yer
yok" bahanesiyle örtülü bir yasakla gerçekleştirilmektedir.
*
Hayız halindeki kadınların namaz
kılmalarına yasak koymak:
Aynı
zamanda kadına yapılan hakaretlerin de bir göstergesi olan bu uygulamanın
ayrıntılarını da bu eserin "Kadın" bölümünde vermiş
bulunuyoruz.
Nikâh
akti ile ilgili saptırmalar, nikâhı bir akit olmaktan çıkarıp bir ibadet gibi
algılamaktan kaynaklanır.
Kur'an
dışı bir yığın çarpıklık taşımasına rağmen, geleneksel fıkıh, isabetli bir
yaklaşımla, nikâh işlemini ibadetler içinde değil, akitler içinde ele
almaktadır. Elbette ki nikâh gibi, aile kurmaya, neslin devamını sağlamaya
yönelik bir kavram ve kurumun ruhsal-manevî esprisi olacaktır ve vardır. Bunun
içindir ki dünyanın hemen her yerinde nikâh daima dinsel bir tören gibi
düşünülmüş ve genellikle mabetlerde kıyılmıştır.
Ama
bunun böyle olması nikâhın bir hukuksal işlem olmaktan çıkarılıp ibadete
dönüştürülmesine gerekçe yapılamaz. Nikâh, sonuçta bir hukuksal işlemdir, bir
akittir. Bunun zorunlu sonucu olarak:
1.
Nikâh tüm diğer akitler gibi, tarafların (evlenecek olanların) karşılıklı rıza
beyanlarıyla oluşur. Rıza beyanında bulunma yetkisi
(tasarruf yetkisi) diğer akitlerde nasıl sağlanıyor ve hangi şartlara
bağlanıyorsa nikâhta da aynı şartlar ve yöntem geçerli olur. Bu demektir ki, nikâh
aktinin geçerliliğini kamu otoritesi belirler, din adamları, ruhanî liderler
değil.
Kamu
otoritesi nikâh aktinin tescilinde dinsel kimliği olan birine yetki verebilir.
Örneğin müftüye, imama nikâh kıyma veya nikâhı tescil etme yetkisi verilebilir.
Bu halde dahi işlem dinsel işlem değil, hukuksal işlemdir.
2.
Nikâhın dinîsi, ladinisi olmaz: Ülkemizde kullanımı
sürdürülen "dinî nikâh-medenî nikâh" ayrımı bilimsel olarak da
dinsel olarak da yanlıştır. Bu yanlış, din ticareti yapanlarla dini ülke ve
rejim aleyhine kullananlar tarafından istismar edilmekte, devlet memurlarının (belediye,
konsolosluk vs.) kıydıkları nikâhlar din açısından geçersiz ilan edilmekte, din
görevlileri tarafından ikinci bir nikâh kıydırmayanların zina yaptıkları, bu
nikâhla doğacak çocukların sahih (hukuken geçerli) nesepli sayılamayacakları
halk arasında yayılmaktadır.
Özetlersek:
Nikâh bir akittir, tüm diğer akitler gibi, vücut bulma ve sona erme
şartları kamu otoritesi tarafından düzenlenir. Kamu otoritesi nikâh kıyma ve
bunu tescil etme yetkisini kime vermişse nikâh onun tarafından kıyıldığı taktirde
geçerli olur. Tescil edilmeyen bir nikâh, tarafların, özellikle kadının haklarını
savunulur hale getiremez. O halde böyle bir nikâh, din açısından bakıldığında
ancak Şiî fıkhındaki müt'a nikâhı olur. Eğer bir Müslüman müt'a nikâhını kabul
eden bir anlayış taşıyorsa ve bu tür bir nikâhın yaratacağı resmî-gayrı resmî
sonuçları » kabullenecekse bu onun bileceği bir şeydir.
Fıkıh
açısından bakıldığında "Dinî nikâh-imam nikâhı" adı altında ikinci
bir nikâha ihtiyaç yoktur. Nikâh akti, devletin yetki verdiği kişi tarafından
tescil edildiği anda, iş bitmiş olur. islam'ın bunun ardından ikinci bir nikâh
istemesi söz konusu değildir. Nikâhı kıyan kişinin ne kimliği ne mesleği
hatta ne de diniimanı bir fark yaratır. Önemli olan, tarafların haklarını
garanti altına alacak, doğacak çocukların neseplerini sahih kılacak bir
nikâhın tescil edilmesidir.
Başka
bir deyişle, İslam'ın istediği nikâh, işte bu "resmî" denen
nikâhtır. Eğer "dinî" denen nikâh aynı zamanda resmiyet ifade
ediyorsa sorun yok, o da geçerlidir. Aksi halde, resmen tescil edilmemiş bir
nikâhın İslam açısından geçerliliği söz konusu edilemez. Çünkü nikâhın
"hikmet-i teşri'iyesi"nin doğmasına imkân vermemektedir.
Biz
burada, din istismarını önlemek ve halkımızı kaostan kurtarmak için kanun
koyucuya şunu önermekteyiz: Din görevlilerine, özellikle müftülere de nikâh
kıyma ve tescil etme yetkisi verin. Bunu yaparsanız, dini kullanarak kafaları
karıştıran, kavga yaratan yaklaşımlar etkisiz kalır.
Büyük
çoğunluğu orta okul veya lise mezunu belediye memurları, ilkokul mezunu
muhtarlar nikâh kıyma ve tescil etme hakkına sahip kılınmışken, hemen tamamı
üniversite mezunu müftülerin, imamların nikâh kıyıp tescil etmeleri neden
sağlanmıyor? Tevhit dininin temel ibadetlerinden
biri de oruçtur. Orucun farz olduğunu gösteren Kur'an ayeti (Bakara, 183), bu
ibadetin tarih boyunca bütün inançlarda bir şekilde var olduğunu
göstermektedir.
Oruç
(Arapçası savm ve siyam), Ramazan ayı boyunca, şafak vaktiyle Güneş'in batışı
arasındaki sürede yemekten-içmekten ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır.
Kur'an'ın, müminlerinden istediği oruç budur. Bu orucun gün sayısı, Ramazan
ayının durumuna göre bazan otuz, bazan 29 olabilmektedir. Kur'an, gün sayısı
vermemiş, "Ramazan ayı" ifadesini kullanmıştır.
* Orucunu yemiş olanlar için 61 gün
aralıksız oruç tutma keffâreti olduğunu söylemek:
Bu
ağır ceza, Kur'an'da oruç bahsinde yer almaz. Kur'an bu cezayı, iki alanda
kullanmıştır: 1. Hata ile insan öldürme (bk. Nisa, 92), 2. Zıhar (bk. Mücâdile
4). Eğer oruçta da kullanmak isteseydi kullanırdı.
Bu
ceza, keffâretler konusunda kıyas işletilerek kurallaştırılıyorsa bu da
tutarsızdır. Çünkü, keffâretler konusunda kıyas işletmeye, büyük çoğunluk, o
arada İmamı Âzam karşıdır. (imamı Âzam'ın karşı çıkışı için bk. Şâtıbî;
Muvafakat, 4/96)
Said
b. Cübeyr (ölm. 95/713), Katâde (ölm. 118/736) ve İbrahim
en-Nehaî'ye göre oruçta keffâret cezası dinin emri değildir. Oruç nasıl
bozulmuş olursa olsun, bozan kişi gününe gün tutar, Allah'tan da affını diler.
(bk. Kal'aci; Fıkhu'n-Nehaî, 2/684-685)
Orucunu
cinsel temasla bozmuş olanın keffâret tutmasında icma' olduğu söylenir. Hanefî
ve Mâlikîler 61 gün keffâretini her türlü bozma için uygularlar, (bk. KaTacı;
2/969-970)
Sünnetten
getirilen delil sadece Ebu Hureyre'den gelen âhad (tek kişiye dayalı)
rivayettir.
Ortak
kabul şudur: Âhad haberle ceza verilmez. Kaldı ki orucunu kasten
yiyenlerle ilgili rivayetlerin, Ebu Hureyre'ninki hariç, tümü, bir güne bir gün
demektedir. Olay şudur: Bir zât, Hz. Peygamber'e gelerek "Mahvoldum,
ey Allah'ın Elçisi!" demiş. Hz. Peygamber nedenini sorunca da şu
cevabı vermiş:" Ramazan günü oruçlu halde karımla cinsel ilişki
kurdum." Ebu Hureyre'ye göre Resul bu kişiye köle azatlamak, altmış
yoksulu doyurmak gibi keffâret şekilleri önermiş, kişi, imkânlarının buna
elvermediğini söyleyince de "O halde git, aralıksız 61 gün oruç
tut!" demiş.
Olayı
nakleden diğer sahabîlere göre ise, Hz. Peygamber'in o zâta, sadaka vermek veya
orucunu bozduğu gün için bir gün oruç tutmak şıklarından birini önermiştir.
(Rivayetler için bk. ibn Hemmâm; el-Musannef, 4/194-198. Oruçla ilgili bu
ceza-keffâretin İslam dışı olduğuna ilişkin, Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz'un
bir makalesi için bk. Kur'an Mesajı Dergisi, yıl: 1998, sayı: 6)
* Oruç tutmayarak fidye vermeyi, onulmaz
hastalıklara yakalanmış olanlara özgülemek:
Bu
özgüleme, Kur'an'a aykırıdır. Bu aykırılık öylesine rahat sergilenmiştir ki,
bazı tefsirlerde ilgili ayetin o kısmı yorumlanırken "ellezîne
yutîkûnehû" (oruca zorlanara k güç yetirenler) ifadesi "ey,
lâyutîkûnehû" (güç yetiremeyenler demektir) şekline dönüşsün diye
cümleye bir "Lâ" olumsuzluk edatı eklenmiştir. Yani Kur'an
ayetine ekleme yapılmıştır.
Allah'ı
bırakıp da birilerini dinlemek küfre doğru yelken açmaktır. Ama, geleneksel
mezhepçi anlayış, hesabına uygun düşünce böyle şeyleri ya görmezlikten
gelmekte, ya da akıl almaz tevillerle kitabına uydurmaktadır. Gelenekçi
anlayışın en akılcılarından biri saydığımız Cassâs (ölm. 370/980) bile,
bu ayetin esprisini, hikmetini uzun uzun anlattıktan sonra, ayetin "mensûh"
(hükümden düşürülmüş) olduğunu söyleyerek mezhebinin kabulüne ters bir
kanıttan kurtulma yoluna gitmektedir, (bk. Cassâs; Ahkâmu'l-Kur'an, 1/248249)
Bu
mantığa göre Kur'an ayetlerinin önünde iki yol vardır: 1. Mezhep görüşlerine
kanıt olmak, 2. Mensuh olmak...
Doğrusu
şu ki, zorlanarak oruç tutabilenler, isterlerse oruç tutmak yerine fidye
verebilirler. Bu düzenleme hastalık ve yolculuk halinden ayrıdır. Bunu
hastalık haliyle birleştirip "Fidye vermek, tedavisi mümkün olmayan
hastalıklara yakalananlar içindir" hükmüne varmak, Kur'an'a açıkça
aykırıdır. Allah bu düzenlemeyi yapmakla hem oruç tutmada zorlanacak kullarına
kolaylık getirmiş hem de yoksulların sebeplenmesine imkân yaratmıştır. (Bu
konuda geniş bilgi için bk. KI, Bakara, 183-185. ayetler bölümü)
*
Ramazan
günleri lokantaları kapatarak oruçlu olmayanların yemek yemelerine engel olmak:
Dinin
yasakladığı ikrahı (baskı ve zorlamayı) dine sokarak insan haklarına ve
insan iradesine baskı yapmak şeklindeki bu uygulama, son zamanlarda din üzerinden
siyaset yapan çevrelerin kışkırtmalarıyla iyice dinleşmeye başlamıştır. Böyle
bir uygulama Îslam'da ilerlemeyi değil, gerilemeyi belgeler. Îslam'da ilerleme,
yemek yenebilecek her yerin açık olduğu bir ortamda insanların özgür
iradeleriyle oruç tutmalarıdır.
*
Bazı beldelerde oruç tutmayı
üstün göstermek:
Örneğin
Mekke ve Medine 'de oruç tutmanın üstünlüğüne ilişkin uydurmalar
vardır. (Îki örnek için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/180-182, 187)
Peygamberlik
(nübüvvet, risâlet), Allah'ın, insanı doğruya, güzele, mutluluğa kılavuzlamada
araç yaptığı temel kurumdur. Allah'ın insana lütuf ve merhametinin en ileri
göstergesidir.
Peygamberler,
sadece sözlü tebliğde bulunmak, sadece öğüt vermekle yetinmezler. Onlar, Kur'an'ın
da ifade ettiği gibi, "üsve-i hasene" yani izlenebilecek en güzel
canlı modellerdir. Bunun içindir ki peygamber, tanrısal âlemden haber getiren
insanmodeldir. Kur'an, peygamberleri "beşer" varlıklar olarak
göstermekte, onların bu insan-model yanları üzerinde ısrarla durmaktadır. Bu,
sebepsiz değildir. insanmodel yerine, melek-model konsaydı, peygamber,
insanlar tarafından izlenebilecek varlık olmaktan çıkar, sadece kutsanan,
sevilen, övülen bir soyut tatmin aracı olurdu.
Kur'an,
bu ikinci anlamda bir peygamberlik kavramının varlığından söz etmekte ama onu
şirkin bir ürünü olarak göstermektedir.
* Peygamberleri Allah'ın elçisi
konumundan Allah'ın ortağı konumuna doğru çekmek:
İnsanoğlunun
Allah'ı en çok öfkelendiren günahlarından biri, belki de birincisi budur. Bu
günah, Allah'ın en çok tiksindiği şirki dinleştirmede, Allah'ın en çok sevdiği
elçilerini araç ve aracı yapmak şeklinde bir zulüm sergilediğindendir ki,
Cenabı Hakk'ın gazabını özellikle tahrik etmektedir.
Kur'an'ın
en çok savaştığı olumsuzluklardan biri de budur. Bu olumsuzluk sayfalar boyu
tanıtılmış ve müminlerin, bundan uzak durmaları ısrarlı bir biçimde istenmiştir.
Bu
zulüm, kendi içinde ikinci bir günahı taşımaktadır ki o da şudur: Hak
elçileri olan peygamberler, Allah'ın ortağı konumuna doğru çekilirken bahane
olarak "peygamberlere saygı" yaftası kullanılmaktadır. Kur'an'ın
öncelikle bu sapıklığa savaş açtığını görüyoruz. Nebileri insan üstü
varlıklar, melek vs. gibi görmek ve göstermek isteyen zihniyet, şirk olarak
nitelendirilmekte ve bu şirkin hezeyanlarına karşı nebilerin birer insan
olduğuna vurgu yapılmaktadır. (Bu konuda özellikle bk. Furkan, 7-9)
Anılan
günahın ilk göstergesi, bir ümmetin kendi peygamberini üstün göstermeye
çalışması, ikinci göstergesi de peygamberleri melekleştiren ve insan varlıklar
olmaktan çıkaran övgülerin belirgin hale gelmesidir. Bu övgülerin bir kısmı, ne
yazık ki, peygamberlerin bizzat kendilerine isnat edilen yalanlarla
dinleştirilir. Bu hep böyle olmuştur...
Kur'an'ın,
Allah'ın oğlu ilan edilen Hz. İsa 'ya şu soruyu sorması, Isa'dan kuşku
duyulması yüzünden değil, insanoğlunun, peygamberleri ilahlaştırırken bizzat
onları araç yapma namertliğinin belgelenmesi içindir. Hz. İsa'nın Allah'ın
değil, Meryem'in oğlu olduğuna, onu Allah'ın oğlu ilan etmenin şirke
götüreceğine vurgu yaparak söze başlayan ayetler şöyledir:
"Allah
sordu: 'Ey Meryem oğlu İsa! Allah'ın yanında beni ve annemi de iki Tanrı olarak
kabul edin' diye insanlara sen mi söyledin!? İsa dedi: 'Hâşâ! Tespih ederim
seni. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek benim haddime değildir. Eğer onu
söylemişsem sen onu elbette bilirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin ama ben
senin benliğinde olanı bilmem. Çünkü sen, gaybları çok iyi bilensin. Onlara,
senin bana emrettiğin şu I sözden başka bir şey söylemedim: Benim rabbim ve
sizin de rabbiniz olan Allah'a kulluk edin!' İçle rinde olduğum sürece üzerlerine
tanıktım. Sen beni vefat ettirince üzerlerine yalnız sen gözetleyici oldun. Ve
zaten sen her şey üzerine bir tanıksın." (Mâide,
116-117)
Bu
ayet, dolaylı yoldan başka bir tevhit gerçeğine daha dikkat çekmektedir: Peygamberlerin,
ölümlerinden sonra artık dünya üzerinde tasarruf imkânlarının kalmadığı... Böyle
bir tasarruf söz konusu olduğunda akla gelecek ilk isimlerden biri olan Hz.
İsa'ya "Aralarında iken onlar üzerinde tanık bendim; sen beni vefat
ettirince onların gözetleyicisi yalnız sen oldun." söyletilmesi
gösteriyor ki, hiçbir insan, ne kadar büyük olursa olsun, ölümünden sonra,
dünya üzerinde tasarruf sürdüremez. Böyle bir şey, beşer varlık olmakla
çelişir. Ve tüm nebiler beşerdir.
Buradan
hareketle biz, tasavvuf-tarîkat bünyesine sokulan "ölüm sonrası
evliya tasarrufları" anlayışının Kur'an dışı olduğunu rahatlıkla fark
ederiz. Bu tevhit dışı anlayış, Kur'an'ın iman çocuklarını asırlarca,
kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını, sesini-sözünü ilahlaştırma illetinin
kucağına itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.
Muazzez
İsa Mesih'i Allah'ın oğlu ilan etmeyi "ona saygımızdan" gerekçesiyle
açıklamaya kalkan yaklaşıma Kur'an, Allah'ın elçileri adına şu cevabı veriyor:
"Ne Mesih Allah'ın bir kulu olmaktan çekinir/Allah'ın kulu olmayı
beğenmezlik eder ne de Allah'a yaklaştırılmış melekler..." (Nisa, 172)
Tevbe
31. ayetten
öğreniyoruz ki, nebileri bu şekilde övmenin sonu, onların rabler haline
getirilmeleri, yani ilahlaştırılmalarıdır. Bunun anlamı ise tektir: Şirk...
Anlaşılan
o ki, peygamberleri şirk aracı yapmada ilk belirti daima aşırı övgü ve insan
üstü kılmadır. Bunun içindir ki bizim muazzez Peygamberimizin ısrarla şunu
istediğini görmekteyiz: Beni diğer peygamberlerle üstünlük yarışına sokmayın ve
beni Hz. İsa'yı övdükleri gibi övmeyin; bana Allah'ın kulu ve elçisi demekle
yetinin...
Aşırı
övgü aşamasını, peygamberi "din koyucu" konumuna getirmek
izler ki işte bu, nebinin Allah'a ortak yapılmasının resmiyet kazanmasıdır. Bu
ikinci aşamada, din buyruklarının altında Allah'ın imzası yeterli olmaktan
çıkar, cennete giriş belgesi de Allah-nebi imzalı hale gelir. Oysaki tevhidin
belirgin niteliklerinden birincisi, din koyuculuk sıfatının Allah'a özgülenmesi,
İkincisi de cennete giriş belgesinin altında Allah dışında hiçbir varlığın
imzasının bulunmamasıdır.
Nebileri
elçi olmaktan çıkarıp ortak yapan günahın failleri öncelikle tevhidin bu iki
direğini çatlatırlar... Bu çatlatmada iyice başarılı oldular mı, artık
peygamber Allah'ın emrinde bir elçi olmaktan çıkarılır, Allah ile âdeta
rekabete girişen bir alt-ilah konumuna getirilir. Hatta, örneğin bizim fıkıh
mirasımızda olduğu gibi, Peygamber'in sözleri Allah'ın sözlerini neshetmede
(hükümden düşürmede) kullanılır. Fıkıhta buna, sünnetin Kur'an'ı neshetmesi
-hâşâdeniyor.
Resul,
"Beni Hz. Isa'yı övdükleri gibi övmeyin." diyor; övmüşlerdir; Miraç
mitolojileriyle onu Allah'ın yanma çıkarıp O'nunla konuşturmuş, hatta emirleri
hususunda pazarlığa sokmuşlardır. Resul, "Mezarımı m âb e 11 e ş t i r m
e y i n l Me z ar ı m ı mabet le ş tir enlere Allah lanet etsin!" diyor,
değil onun mezarını, ümmetinden binlerce insanın mezarını bile mâbetleştirmiş,
bu mezarları İslam mabedinin ayrılmaz bir parçası haline getirmişlerdir.
Resul, elini öpmek, kendisi için ayağa kalkmak isteyenlere izin vermemiş, bunun
ileride insan ilahlaştırma gerekçesi yapılabileceğine dikkat çekmiştir; ama
onun ölümünden sonra değil eli, kendisine ait olduğu söylenen sakal kılları
kutsallaştırılıp tevhit dininin mabedine tavaf nesnesi halinde sokulmuştur.
Bütün
bunlardan daha zalim bir günah vardır ki o da şudur: Hak elçilerini Hak
ortakları haline getiren gidişe karşı çıkanlar, "Peygamberlere saygısız,
peygamberleri dışlayan" vs. gibi ithamlarla karalanmıştır. Bu çift başlı
sapıklığın tarih içinde kurumsal temsilcileri Ortaçağ kilise babalarıdır.
Muazzez nebi Hz. İsa'nın dinini zulüm, kan ve dehşet aracı yapan engizisyon
papazları, onun en samimi bağlılarını "İsa'ya saygısızlık" iddiasıyla
kestiler, astılar, yaktılar... Binlercesini, milyonlarcasını... Kadın-erkek,
yaşlı-genç demeden...
* Peygamberlerin
sadece Ortadoğu'ya
gönderildiğini sanmak:
Kur'an'a
göre, istisnasız tüm toplumlara peygamber gelmiştir, (bk. Fâtır, 24) Her insan
topluluğuna bir peygamber göndermek, fıtratın (yaratılış ve yaratışın)
faaliyetlerindendir. Her topluma peygamber gönderildiğini bildiren ayet de
Fâtır Suresi'ndedir. O halde, Kur'an'da adları ve anıları örnek türünden
anlatılan peygamberlere bakarak başka coğrafyalara peygamber gelmediğini
söylemek yanlıştır. Peygamberlik, Cenabı Hak tarafından sona erdirildiği güne
kadar yani Hz. Muhammed'in gönderilişine kadar her topluma bir nebi mutlaka gelmiştir.
Esasen,
Kur'an, insanoğlunun, peygamber uyarısına muhatap olmadıkça sorumlu
tutulmasının tanrısal yasalara aykırı olduğunu belirtmiştir, (bk. Îsra, 15)
Tüm
toplumlara ve coğrafyalara bir şekilde peygamber gelmiştir ama biz bunun
ayrıntılarını ve gelen nebilerin adlarını ve hatıralarını bilmiyoruz.
Bilmediğimize göre, gönderildiklerine inanır, ötesi hakkında hüküm vermeyiz.
*
Peygamberlerin sayısını,
Kur'an'da gösterilenlerden ibaret sanmak:
Kur'an,
adını sayıp hayat ve hatırasına yer verdiği peygamberlerin örnek türünden
olduğunu, adı Kur'an'da anılmayan daha pek çok peygamberin gelip geçtiğini
açıkça bildirmektedir, (bk. Nisa, 164; Ğâfir, 78)
*
Peygamberleri
Allah'ın oğlu gibi görmek:
Kur'an'ın
en ısrarlı şikâyetlerinden biri de budur. Bu günah, Yahudi ve Hristiyan toplumlar
tarafından işlenmiştir. Onlar Hz. Uzeyr ile Hz. İsa'yı Allah'ın
oğlu diye anmak günahını işlediler: "Yahudiler: 'Uzeyr Allah'ın
oğludur' dediler; Hristiyanlar da 'ınesih Allah'ın oğludur' dediler. Kendi
ağızlarının sözüdür bu. Kendilerinden önce inkâr edenlerin sözlerine benzetme
yapıyorlar..." (Tevbe, 30)
*
Peygamberleri yarı-melek
varlıklar olarak görmek:
Peygamberleri
yaşayan ve örnek alınan modeller olmaktan çıkaracak bu müşrik anlayışa Kur'an'ın
karşı çıkışını görmek için Furkan Suresi 7-9. ayetleri okumak yeterlidir.
*
Peygamberlerin günahsız varlıklar
olduğunu söylemek:
Günah;
sürçmenin, yanlış yapmanın din dilindeki adıdır. Kur'an, insan olmanın
kaçınılmazlarından birinin de günah işlemek olduğunu bildirir. Peygamber de
olsa, hiçbir insanın günahsızlık gibi bir niteliği olamaz. Bu nitelik,
mükemmellik demektir ve o da Allah'a özgüdür.
Peygamberlerin
masumluğu, günah işlemezlik anlamında değildir, onların peygamberliklerinin
şaibe ve eksikten arınmışlığı anlamındadır. Bizim dikkat
etmemiz gereken nokta, peygamberleri yücelteceğiz diye, Allah'a özgü
nitelikleri insana vermemektir. Nebiler de günah işleyebilir ama Cenabı Hak,
görevleri gereği onların hatalarını vahiy ile kendilerine hemen ihtar eder.
Kur'an'da birçok yerde nebilerin tövbe etmeye, af dilemeye çağrılmaları
anlamsız değildir.
Günah
anlamındaki "zenb" sözcüğü, nebilere isnat edilmiştir. Hz.
Muhammed de bu nebiler içindedir, (örnek olarak bk. Şuara, 14; Muhammed, 19;
Fetih, 2) Ancak biz nebilere saygımızdan ötürü onlar için günahkâr tâbirini
kullanmayız, onların zellelerinden (sürçmelerinden) söz ederiz.
*
Peygamberlerin bedenlerinin kıyamete kadar diri olduğunu iddia etmek:
Tasavvuf-tarîkat
hurafelerinden biri olan bu anlayış Kur'an'ın beyanlarına aykırıdır. Kur'an,
nebileri "beşer" olarak niteleyip diğer beşer varlıklar gibi
öldüklerini söylerken aynı sözcüğü kullanmıştır: Meyyit yani ölü...
(bk. Zümer, 30)
Peygamberlerin
yüceliği onların eserlerinin ölümsüzlüğü iledir, et ve kemiklerinin ölmezliği
ile değil. Et ve kemiği ölmez kabul etme tutkusu eski-pagan bir tutkudur.
Kur'an bunu yıkmıştır. Kur'an'ın yıktığı bir anlayışı, Kur'an dini adına
savunamayız.
*
Peygamberlerin geri gelip mehdî
olarak görev yapacaklarını iddia etmek:
Yahudiler
bunu Ilyas Peygamber için, Hristiyanlar ise Isa Peygamber için söylemişlerdir.
Hristiyanlık'taki bu anlayış, İsrailiyât uydurmaları aracılığıyla İslam'a da
sıçramıştır. (Ayrıntılar için bk. Bu eser, Mehdî mad.)