Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

RİYÂZU’L-KULÛB... İLİM BAHÇELERİ



 RİYÂZU’L-KULÛB

İLİM BAHÇELERİ

ŞÜKRULLÂH-I ŞİRVÂNÎ

(ö. 1506 (?))

(İNCELEME - ÇEVİRİ - METİN)

Hazırlayan: Serpil Koç Konuksever

ÖNSÖZ

15. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin klasik dönem düşüncesini ve edebiyatını yansıtan çok sayıda eser vücuda getirilmiştir. Bu eserlerin her biri devrin kültürel, tarihî, siyasî, dinî, vb. sahalarına ilişkin yapılacak araştırmalara kaynak oluşturması bakımından ayrı bir değer taşımaktadır. Bu anlayışla gerçekleştirilen çalışmanın konusunu, Şükrullâh-ı Şirvânî’nin Riyâzu’l-Kulûb adlı ansiklopedik mahiyetteki eseri teşkil etmektedir. Şükrullâh-ı Şirvânî’nin II. Bâyezîd adına Farsça kaleme aldığı bu eser; tasavvuf, mantık, hey’et, nücûm, hesâb, kıyafet, şiir ve muamma olmak üzere sekiz bölümden müteşekkildir.

Eser ve müellif üzerinde yapılan araştırmalar ekseninde çalışma bir giriş kısmıyla inceleme, metin ve çeviri olmak üzere üç bölüm hâlinde tertip edilmiştir: Giriş bölümünde; çalışmaya konu olan Riyâzu’l-Kulûb adlı eserin müellifi Şükrullâh-ı Şirvânî’nin yaşadığı 15. yüzyılda genel olarak Osmanlı Devleti’nin siyasî-içtimaî ve ilmî-edebî durumu II. Murad döneminden I. Selim dönemine kadar ele alınmıştır. İnceleme bölümünde; Şükrullâh-ı Şirvânî’nin hayatı, eserleri, ilmî ve edebî yönü, etkilendiği şahsiyetler hakkında bilgilere yer verilmiştir. Ayrıca Riyâzu’l-Kulûb hakkında yapılan araştırmalar; eser adı, eserin telif sebebi, eserin yazım süresi ve tarihi, eserin önemi, eserin nüshaları, eserin türü ve bu türde yazılan eserler, eserin kaynakları, eserin dili ve üslubu, eserin muhtevası, eserin dil ve imlâ özellikleri, sunulan metnin dil ve imlâ özellikleri olmak üzere farklı alt başlıklarda toplanmıştır. Esas nüsha olarak belirlenen Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Ayasofya Bölümündeki 4024 numarayla kayıtlı nüsha ile İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi Farsça Yazmalar Bölümündeki 406 numarayla kayıtlı nüshadan istifade edilerek oluşturulan metnin Farsçadan Türkçeye çevirisi yapılarak Farsça bilmeyen araştırmacılar tarafından da eserin daha iyi anlaşılması hedeflenmiştir. Ayrıca çalışmanın sonunda, metni hazırlanıp çevirisi yapılan Riyâzu’l-Kulûb’da ilgili ilimler için kullanılmış terim ve kavramları ihtiva eden metin içi sözlük çalışması yapılmıştır.

Serpil Koç Konuksever

İstanbul, 2019

ŞÜKRULLÂH-I ŞİRVÂNÎ’NİN HAYATI, ESERLERİ
VE İLMÎ VE EDEBÎ YÖNÜ

Hayatı

Çalışmanın konusu olan Riyâzul-Kulûb adlı eserin müellifi Şükrullâh-ı Şirvânî’nin hayatı ve eserleri hakkında yeterli bilgiler elde edilememiştir. Söz konusu eser üzerinden müellifin adının “Şükrullâh”, nisbesinin de “Şirvânî” olduğu bilgisine ulaşılmıştır. Nisbesinden anlaşıldığı üzere müellifin memleketi, Kafkas beldelerinin doğu tarafında ve Hazar Denizi sahilinde, Dağıstan’ın doğusunda bulunan Şirvan’dır.1

Müellifin adı ve mahlası üzerinden yapılan araştırmalarda bu ad ve nis- beyle meşhur bazı kimselere rastlanmıştır: Muhammed b. Mahmûd Şir- vânî,  Amasyalı Ahmedoğlu Şükrullâh, Fethullah-ı Şirvânî, Şeyh Yahya Şirvânî, Şirvanlı Mahmûd b. Muhammed Dilşâd (Bedr-i Dilşâd), Molla Şükrullâh. Ancak bu kişilere nisbet edilen eserlerde bir karışıklık yapıldığı tespit edilmiştir. Kanaatimizce, bu hususun ayrıca araştırılması gerekmektedir. Biz bu çalışmada hem bu karışıklığa dikkat çekmeye hem de müellif hakkında bilgilere ulaşmaya çalıştık.

Kâmûsul-Alâmda, Osmanlı Müelliflerinde ve Dânişmendân-ı Âzerbay- cânda kendisinden Şükrullâh-ı Şirvânî olarak bahsedilmekte, tıp ilmiyle meşgul olduğu ve bir süre Mısır’da ilim tahsil edip İstanbul’a gelerek Fâtih Sultan Mehmed’in hekimliğini yaptığı yönünde bilgiler verilmektedir.1

Adnan Adıvar; Fâtih Sultan Mehmed’in özel hekimlerini sayarken Kut- beddîn-i Acemî, Hoca Atâullah Acemî, Yâkub Paşa, Lârî-yi Acemî, Hekim Arap ve Altıncızâde ile birlikte Şükrullâh-ı Şirvânî’den bahsetmektedir. 

Künhul-Ahbârda ise müellif adı, “Hekim Şükrullâh-ı Şirvânî” kaydıyla geçmekte ve hakkında şunlar nakledilmektedir:

“Bunlar dahi vatanından geçüp Sultân Muhammed huzûrına geldi. İlm-i hadîs ve tefsîrdeki fazîletlerine ve fenn-i tıbbdaki mahâretine binâen küllî iltifâtına mukârin oldı. Gerek hekîm-i mezbûr, gerek zikri sebkinden tabîb-i mesfûr Sultân Muhammed zamânında vefât itdikleri tahakkuk bul- dı. Rahimehu’llâhu Te‘âlâ”3

Osman Şevki’nin Osmanlı hekim başları olarak tasnif ettiği padişah kronolojisine göre; Fâtih Sultan Mehmed ve II. Bâyezîd’in hekimbaşları arasında, Kutbeddin, Mühtedî Yâkub, Şirvânîzâde Şükrü, İzmitli Muham- med Muhyiddin Çelebi, Hacı Hekim, Ahî Çelebi, Muhammed b. Kâmil Tebrîzî, Kaysûnîzâde Bedreddin bulunmaktadır.  Burada adı geçen “Şir- vânîzâde Şükrü” ile Kâmûsü’l-A‘lâmda ve Künhul-Ahbârda adı geçen Şükrullâh-ı Şirvânî’nin aynı kişi olması kuvvetli ihtimaldir.

Sultan Muhammed Han’ın, oğulları Sultan Bâyezîd ve Mustafa Çelebi için Edirne’de tertip ettiği ve ulemadan da bazı kimseleri davet ettiği sünnet düğününden de bahseden Tevârîh-i Âl-i Osmân da5 bu merasime katılan Mevlânâ Şükrullâh ismi geçer. Bu zât, İstanbul Kadısı Hızır Çelebi gibi, Fâtih Sultan Mehmed’den itibar görmüş devrin önemli âlimlerinden olup Osmanlı hanedanına ait en erken kaynaklar arasında yer alan Behcetut-Tevârîh adlı meşhur Farsça mensur eserin müellifi Amasyalı Ahmedoğlu Şükrullâh’tır. Ahmedoğlu

Şükrullâh’ın 1388’de doğduğu bilindiğine göre, Riyâzul-Kulûb’un tamamlandığı tarih olan 1489 senesinde, 101 yaşında olması gerekir. Çok ileri bir yaşta eser vermesi mümkün görülse bile, nisbesinin “Amasyalı” olmasına dikkatle, “Şirvânî” nisbesiyle Riyâzul-Kulûb’ u yazan Şükrullâh ile aynı kişi olmadığı tahmini ağır basmaktadır ki zaten Osmanlı Müellifleri de Şükrullâh-ı Şirvânî’nin Amasyalı Şükrullâh’tan farklı bir kişi olduğuna dair bilgi vermektedir.1

Sicill-i Osmânîde “Şükrullâh Muhammed Çelebi” olarak geçen müellifin adının “Muhammed”, baba adının “îbrâhim” olduğu ve “Şirvanlı” olduğu bilgisine ulaşılmaktadır. II. Murad döneminde hekimlik yapan babası gibi kendisi de Fâtih döneminde hekimlik yapmıştır. Doğumuyla ilgili bir tarih olmamakla birlikte, ölüm tarihi 1485 olarak kaydedilmiş ve Vefâ ha- ziresinde defnedildiği bilgisi verilmiştir. 

Şakâ’iku’n-Numâniyye kayıtlarında,“Hekim Şükrullâh-ı Şirvânî”nin bir süre Mısır’da kaldığı ve burada îslâm âlimi Şeyh Sehâvî’den hadis ilmini öğrendiği, Rum’a gelip burada Molla Gürânî’den tefsir dersleri okuduktan sonra kendisinden icazet aldığı yönündeki bilgilere ilaveten, İstanbul’da bir mektep yaptırmış olduğu ve Silivri kazasındaki bir mezrayı da bu mektebin giderleri için vakfettiği yazılmıştır. Kazasker îbrâhim b. Halil Paşa tarafından tasdiki yapılan vakfiyyenin tarihi için 890/1485; vakfeden kişi olarak da el-Fakîr eş-Şeyh Muhammed b. îbrâhim et-Tabîb eş-Şirvânî kaydı düşülmüştür.

Hem Sicill-i Osmânîde hem de Şakâ’ikun-Numâniyye dek bilgilerin aynı kişiye işaret ediyor olması muhtemeldir. Ancak bu kayıtlardaki “j ” lafzı pek çok araştırmacı tarafından ya “Mehmed” ya da “Muhammed” olarak okunmuştur. Biz “Muhammed” şekliyle okunmasının daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Ayrıca Şeyh Vefâ haziresinde kabri olduğu bilgisine karşılık “îstanbul Şeyh Vefâ Camii Haziresi (Mezar Taşları Tipolojisi Üzerine Bir Deneme)” başlıklı yüksek lisans tezinde söz konusu kayda rastlamadık.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı Tarihi adlı çalışmasında şu bilgiler verilmiştir:

“.. .Osmanlı devleti hariçten kendisine iltica eden veya herhangi bir sûrede gelen, tabiblere de fazlasıyla hüsn-i kabul göstermiştir; meselâ Timurî- lerden Ebû Saîd’in tabibi Kutbüddin Ahmed (vefatı 903 H.-1497 M.), efendisinin, Uzun Hasan’a esir düşüp, katlinden (1469 M.) sonra Osmanlıların yanına gelmiş ve kendisine büyük bir teveccüh eseri olarak yevmî beş yüz akçe üzerinden maaş tahsis edilmiş ve bundan başka, her ay yirmi bin akçe gibi yüksek bir para verilmiştir; bu rağbet dışarıdan pek çok tabibin gelmesine vesile olmuştu ki Şirvanlı hekim Şükrullâh Hoca Atâullah, Hekim Lârî, Hekim Arap, Tebrizli Kemal bu sûretle gelip yerleşmişlerdir.’’1

Şirvânî nisbeli müellifler/müellif üzerinden çalışma yapan araştırmacılar çeşitli çıkarımlarda bulunmaktadır:

Sa‘dî-i Şirâzî’nin Gülistân adlı eserine nazire olarak kaleme alınmış ve II. Bâyezîd’e sunulmuş olan Şükrullâh-ı Şirvânî’ye nisbet edilen Nahlistân adlı eser üzerinde yüksek lisans çalışması yapan Arzu Süren’in müellif hakkında verdiği bilgiler, Uzunçarşılı’nın aktarımıyla paralellik göstermektedir.  Dokuz bâb üzere tertip edilmiş Nahlistân ın dokuzuncu bâbındaki üçüncü hikâyede müellif kendi başından geçen bir olayı anlatmaktadır. Hikâyede müellifin 864/1460’da Mısır’da Sultân Berkûk Camii’ndeyken yanına gelen bir Arab’ın Aynü’ş-Şems adında bir çeşmeden ve çeşmenin özelliklerinden bahsettiği aktarılmaktadır.

Bu hikâyedeki olayın geçtiği yer olan Mısır’dan hareketle, Şakâ’i- kun-Nu‘mâniyye deki Hekim Şükrullâh-ı Şirvânî ve KâmûsüTA'lâm dOki Şükrullâh-ı Şirvânî’nin Nahlistân ın müellifiyle aynı kişi olması kuvvetli ihtimaldir.

Nahlistân ın sonunda müstensih, müellif hattından istinsah ettiği nüshanın tarihini, 981 senesinin Zilkâde ayı (1 Mart 1574) olarak kaydetmiştir. Süren, çalışmasında müellifin Nahlistân dışında, Fütûhât fi’l-Cifr ve Riyâ- zul-Ulûm adlı iki eserinden daha bahsetmiştir.1

Fütûhâtfi’l-Cifr  adlı eser, bir mukaddime ve üç bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler sırasıyla; dünyanın hâlleri, Mehdi ve onun çıkış zamanı, devlet-i aliyye şeklinde sıralanmaktadır. Osmanlı Müellifleri ve Muharrem Orhan Bayrak, bu eseri Behcetü’t-Tevârîh’in müellifi Şükrullâh’a ait eserler arasında göstermektedir.

Diğer bir eser olan Riyâzu’l-Ulûm değişik ilimlerde sekiz bâbdan müteşekkildir. Dânişmendân-ı Âzerbaycân bu eserden Ravzâtü’l-Ulûm olarak bahsetmekte ve hesâb, hey’et, nücûm, mantık, bedî‘, muamma, şiir, kıyafet, tasavvuf gibi konuları ihtiva ettiği bilgisini vermektedir. Bizim de çalışma konumuz olan eser, ikinci bölümde daha teferruatlı bir şekilde değerlendirilecektir.

Hediyyetü’l-Ârifînde; Fütuhâtfı’l-Cifr, Riyâzu’l-Ulûm adlı eserlerin ve İl- yâsiyye adlı tıp kitabının da “Hekim Şükrullâh” olarak bilinen Muhammed b. Mahmûd b. Konstantinî er-Rûmî’ye ait (ö. 912/1506) olduğu bilgisi verilmektedir. 

Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde Necdet Okumuş’un yazdığı “Şirvânî, Muhammed b. Mahmûd” maddesine göre, 15. yüzyıl Osmanlı hekimlerinden biridir. Osmanlı tıp sahasında çok sayıda eser vermiştir. Biri dinî, on biri tıp konulu eserlerinin yanında eczacılıkla, yemek sanatıyla, kıymetli taşlarla, ölçü-tartı aletleriyle ilgili bazı eserleri de tespit edilmiştir. Tespit edilen bu eserlerden dördü Arapça, diğerleri Türkçedir.8

Müellifin “Mürşid” adlı Osmanlı döneminde göz hastalıkları üzerine Türkçe yazılmış eseri, yine Necdet Okumuş tarafından doktora tezi olarak hazırlanmıştır.1 Okumuş, müellifin Türkçe yazdığı eserlerin pek çoğunda adını Muhammed İbn Mahmûd Şirvânî, Arapça olarak yazdığı eserlerin tamamında ise Muhammed İbn Mahmûd İbn Hacı eş-Şirvânî olarak kaydettiği tespitinde bulunmuştur. Bu duruma göre; adı Muhammed, babasının adı Mahmûd, dedesinin adı Hacı Şirvânî’dir. 

Müellife atfedilen koruyucu hekimlik hakkında on dört bâbdan müteşekkil Türkçe kaleme alınmış “Sultâniyye” adlı eserin bir nüshasında, “Men hakîr kim Muhammed b. Şirvânîyem”; diğer nüshasında “Bu fakîr hakîr Muhammed b. Mahmûd Şirvânîyem” şeklinde kendisinden bahsetmiştir. Bu eser üzerinde çalışmış Ferhat Kurban’a göre, bu iki nüshadaki müellif isminin farklılığı, müstensihlerin “Mahmûd” kelimesini düşürmüş olmalarından kaynaklanmaktadır.

Mustafa Argunşah ise müelliften bahseden birçok kaynakta farklı isimlerin geçtiğine dikkatle şu bilgileri vermektedir:

“...Müellifin ismini Babinger “Mahmûd b. Mehmed b. Dilşâd”, Tıp Yazmaları Kataloğu “Şükrullâh Şirvânî”, “Muhammed b. Mahmûd b. Hacı” ve “Şirvânî, Muhammed b. Mahmûd b. Hacı”, Bursalı Mehmed Ta- hir “Mahmûd İbn-i Mehmed Dilşâd Şirvânî”, Ramazan Şeşen “Mahmûd b. Mahmûd b. Dilşâd”, İ. Hakkı Uzunçarşılı “Muhammed bin Mahmûd”, Şemseddin Sami “Şirvânî Muhammed bin Mahmûd” şeklinde kaydetmişlerdir.”

Ferhat Kurban, Sultâniyye dışında müellife ait olabilecek Kemâliyye, Muradnâme, Târîh-i İbn-i Kesîr Tercümesi, Kitâbü’t-Tabîh ve Tuhfe-i Murâdî gibi eserleri tespit etmiş ve bu eserlerin hemen hepsini II. Murad’a sunmak için kaleme aldığı değerlendirmesinde bulunmuştur. Bu eserlerde müellifin adına hem Muhammed b. Mahmûd Şirvânî hem de Mahmûd b. Muhammed el-Mev‘ûd Bedr-i Dilşâd olarak rastlanmıştır. Buna göre Kurban; Şirvanlı olan müellifin adının “Mahmûd”, babasının adının “Muhammed”, mahlasının da “Bedr-i Dilşâd” olduğu yönünde değerlendirmede bulunmuştur. Yine müellife nisbet edilen Muradnâme’ye göre, 807/1404’de soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.1

Kurban’ın bu iddialarına karşılık Okumuş, “Bedr-i Dilşâd b. Muhammed b. Oruç Gazi b. Şa‘ban” ve “Mahmûd b. Muhammed el-Mev‘ûd Bed- r-i Dilşâd”ın “Muhammed b. Mahmûd Şirvânî” ile aynı kişi olmadığını ve Kemâliyye, Muradnâme ve Târih-i Ibn-i Kesîr Tercümesinin Bedr-i Dilşâd’a ait olduğunu ileri sürmektedir.  

Adem Ceyhan yaptığı çalışmada Kurbanın müellif hakkında ileri sürdüğü iddiaları destekleyecek tespitlerde bulunmuştur. Muradnâme: nin sebeb-i telif bölümüne göre, müellifin 807/1404’te doğduğuna ve babasının ilmî yönüne; hâtime bölümüne göre ise adının Bedr-i Dilşâd olduğuna dikkat çekmektedir. Yine aynı eserdeki beyitler üzerinden müellifin yirmi üç yaşında henüz bekâr olduğuna ve çocuk sahibi olmadığına, yirmi üç yaşında Muradnâme gibi hacimli bir mesneviyi yazacak kadar kabiliyetli olduğuna ve Hanefî mezhebine mensubiyetine dair müellif hakkında değerlendirmelerde bulunmuştur.

Mustafa Argunşah ise eserleri üzerinde değerlendirmede bulunarak Çelebi Mehmed’e (1413-1421) sunduğu tıbba dair eseri Sultâniyye ve II. Murad adına kaleme aldığı mücevheratla ilgili eseri Tuhfe-i Murâdıyi göz önünde bulundurarak kesin bir tarih vermeden müellifin 14. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş olabileceğini söylemektedir. Muradnâme’de müellif adı olarak “Bedr-i Dilşâd b. Muhammed b. Oruç Gazi b. Şa‘bân” geçtiği için Adem Ceyhan ve Ferhat Kurbandan farklı, ancak Necdet Okumuş’la aynı fikirde olarak Tuhfe-i Murrâdînin müellifi Muhammed b. Mahmûd Şirvânî ile Muradnâme: nin müellifi Bedr-i Dilşâd b. Muhammed’in ayrı kişiler olduğu kanaatine varmıştır. Zira Argunşah’a göre, 1404’te doğup 1413-1421 yılları arasında tıpla ilgili ilmî değeri yüksek bir eseri Çelebi Mehmed’e sunması mümkün olamayacağına göre, 1404’ten önce doğması gerekmektedir.1

Argunşah, bunları göz önünde tutarak Hediyyetü’l-Ârifin de adı geçen Şükrullâh-ı Şirvânî’nin Fâtih zamanında İstanbul’a gelmiş olduğuna, ancak Tuhfe-i Murâdî nin müellifinin Çelebi Mehmed ve II. Murad zamanlarında Anadolu’da bulunduğuna ve eserler verdiğine dikkatle, bu iki ismin birbirine karıştığına vurgu yapmaktadır. Cevhernâme ve Tuhfe-i Murâdî adlı eserlerin müellifi gösterilen Muhammed b. Mahmûd Şirvânî, bu eserlerin mukaddimelerinde kendisi hakkında bilgiler vermektedir:

“...Çünkü ben fakîr, hakîr kim Muhammed İbnü Mahmûd Şirvânî- yem, ‘ulûm-ı ilâhî ve ‘ulûm-ı dünyâ tahsîlinden sonra Rûm memleketinde tetabbuba ve mesâ’ile hükmiye istihzârında meşgul idüm ve bu esnâda cev- herlerün hâsiyyetlerine ve fâyidelerine ve eyülerine ve yatlularına ve hâlislerine ve zağâllarına çok muttali’ olur-ıdum, zağâlın hâlisinden seçer-idüm.” (Cevhernâme) 

“Husûsâ ben dâ’î-i muhlis ki Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânîyem. ihlâs-ile el götürüp du‘âsına meşgul oluram ve Allah’dan ‘ömrinün izdiyâdı- nı ve devletinün devâmını isterem, zîrâ bu hüdâvendigârun eskiden mevrûs du‘âcısıyam ve ni’metiyle beslenmiş hizmetkârıyam ve in‘âmından ve ihsâ- nından ol hadd-ile memnûn-ı minnetem ki eğer bedenümdeki her kılda bin ağız ola ve her ağızda bin dil ola ve her dil-ile bin yıl bu pâdişâh-ı cihân- mutâ‘un ve merhum vâlidi Sultân Muhammed’ün üzerümdeki eltâf-ı ‘amî- melerinden söylesem ‘öşr-i ‘aşîrin söylememiş oluram.” (Tuhfe-i Murâdî)‘

Hediyyetul-Ârifn, el-A‘lâm ve Mucemul-Müelliflri de 912/1506 olarak geçen ölüm tarihine karşılık Argunşah, müellifin 1430’larda eser vermediğini iddia ederek bu tarihte ya da daha sonraki yıllarda ölmüş olabileceğini ileri sürmektedir. Zira müellifin 823’te (1428-29) kaleme aldığı telif tarihi belli olan ve en sonuncu eseri kabul edilen Tuhfe-i Murâdî üzerinden yorumda bulunarak Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerinde 10’a yakın eser veren müellifin Fâtih döneminde hiçbir eser vermemiş olmasını, onun 1451’den önce vefat etmesine bağlamaktadır.1

Adem Ceyhan, yaptığı çalışmada Muradnâme nin şairi Bedr-i Dilşâd b. Muhammed ile Şirvanlı Mahmûd b. Muhammed veya Muhammed b. Mahmûd’un aynı şahsiyet olduğu yönündeki iddialarını, Hediyyetü’l-Ârifin, el-A‘lâm ve Mucemul-Müellifn in, müellif hakkında verdiği bilgiler üzerinden destekleyerek Argunşah ve Okumuş’un aksine, bu iki farklı isimdeki müellifin aynı kişi olabileceğini bazı delillerle ortaya koymaya çalışmış; Muhammed Yelten’in hazırlamış olduğu Şirvanlı Mahmûd’un Târih-i Ibn-i Kesîr Tercümesi adlı çalışmada ise bu iddialara aynı delilleri getirdiğini, ancak Muradnâme’yi ilim dünyasına tanıtan Fahri Bilge’nin bu iddiaları ihtiyatlı karşıladığı yönünde değerlendirmede bulunmuştur. Hatta müellifin, Menteşeoğlu İlyas Bey ve Çelebi Mehmed’e sunmak için telif ve tercüme yoluyla kaleme aldığı tıbbî eserlerin, 16-17 yaşlarında biri için çok yaygın görülmese de mümkün olabileceğini kabul etmiştir. 

Buraya kadar, temel kaynaklar ve yapılan araştırmalar üzerinden müellif hakkında ulaştığımız bilgileri ortaya koymaya çalıştık. Yaptığımız araştırma sonucu bizim de çalışma konumuz olan Riyâzul-Kulûb adlı eserin müellifi Şükrullâh-ı Şirvânî ile Muhammed b. Mahmûd Şirvânî ve onunla aynı şahsiyet olduğu düşünülen Bedr-i Dilşâd b. Muhammed’in aynı kişiler olduğu ihtimali kuvvetlenmiştir. Bu ihtimal dâhilinde müellifin kendisine atfedilen çeşitli yazma eserlerde, tarihî ve biyografik kaynaklarda müellif adının farklı kaydedilmesi sebebiyle müellifin adı, baba adı ve mahlası, doğum tarihi, ölüm tarihi gibi bilgilere ihtiyatlı bir yaklaşımla tahminî değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağız.

Sultâniyye’ ye ve Mürşid e göre, adı Muhammed, baba adı Mahmûd’dur.

“...men hakîr kim Muhammed Bin Şirvâniyem, yazdum, tıbb ‘ilminden bu muhtasar-ı müfîd olan tedbir-i ebdâne-i sahîha ve vâfî cemî’ a‘râzlarına ve hem müştemil latîfi-i celîle ve muhtevi ârâ-yı cemîle kıldum. Anı hazret-i keyvân-ı rifat, Enûşirevan-ma‘delet, Süleymân-ı celâl, Yûsuf-ı cemâl, mâ- liki’r-rikâbi’l-ümem, halîfetü’llâh fi’l-‘âlem, hâvî-yi bilâdü’llâh, hâfiz-ı iba- dülllâh, nâsırı’d-dünyâ ve’d-dîn, giyâsü’l İslâm ve’l-Müslimîn, melceü’l-efâ- zıl fi’l-‘âlemîn Sultân Bin Sultân Muhammed Bin Murâd Hân e‘azza’llahû ensârahû vesile ve tuhfe getürdüm ve bu kitâbı yazdum; bir mukaddime ve on dört bâb üzerine, adını Sultâniye kodum, tâ meğer anun devleti birle bu kitâbumuz devletlene ve Müslümânlar bununıla menfa‘atlana, tâ Pâdişahu- muza ve hem bize sevâb-ı uhrevî ola. ..1(Sultâniyye)

“...ve çün men Şikeste-i fetîr kim Muhammed İbn-i Mahmûd-ı Şir- vânîyem gördüm Allâh’ı birlemekte ve gövdeyi saklamakda göz hassesi kalan havâssdan yiğ ve güzîde pür-fâidedür dine ve dünyâya yarar şefkatlü gözci gibi gevdenün yukarusında yirlenmüşdür gevdeyi kirden ve pasdan ve kuyuya ve oda ve suya düşmekden ve kalan ziyânlu nesnelerden sak- lar...” (Mürşidl)

Muradnâme nin sebeb-i telif bölümünde 807/1404’te doğduğuna işaret etmektedir:

Anufî hicretinden sekizyüz idi Geçincek bana Tanrı var ol didi

Muradnâme nin hâtime bölümünde ise kendisinden Bedr-i Dilşâd olarak bahsetmektedir:

Yazandan okıyandan oldur murâd İde Bedr-i Dil-şâd’ı hayr ile yâd

Çalışma konumuz olan Riyâzul-Kulûb’da da müellif kendisini “Şükrul- lâh-ı Şirvânî” olarak tanıtmakta ve kendisi hakkında şu bilgileri vermektedir:

“.Bendeniz Şükrullâh-ı Şirvânî de dinî konular üzerinde mütalaa etmekten vakit buldukça farklı ilim dallarıyla ilgilenmiş ve daha önce hiç kimsenin kalem oynatmadığı bu hususlarda çok sayıda nükteyi ve latif şeyi ilk olarak kaleme alarak birden fazla ilmi içeren bu faydalı risâleyi, ne gereğinden fazla uzun; ne de ifadeye halel getirecek kadar kısa olacak şekilde her ilmi karşılayacak özlü bir tarzda kaleme almayı planladı. Bu risâlenin bezemecisi, bu planı gerçekleştirebilmek için birkaç gününü bu risâlenin takrir ve yazımına ayırdı ve layıkıyla, derli toplu bir telif ortaya çıkmış oldu.”1

Muradnâmede geçen Bedr-i Dilşâd gibi Şükrullâh isminin de müellifin kullandığı mahlas olması muhtemeldir. Sultâniyye ve Mürşidde ise müellifin kendisi ve eserleriyle ilgili bilgiler vermiş olduğu bölümlerin üslûbuyla, Riyâzu’l-Kulûb’un üslûbunun yakınlık gösterdiği tespit edilmiştir. Yine bu eserdeki kayıtlar üzerinden müellifin ilmî yönünün güçlü olduğu anlaşılmaktadır.

Muradnâme nin 3381. beyitin ikinci mısraı olan “(özi bakmamağın gönül akmadı'” Riyâzu’l-Kulûbda geçen “Zira gözün gördüğüne gönül takılıp gider”   mısraıyla bire bir örtüşmektedir.

Ölüm tarihi olarak, Sicill-i Osmânîde ve Şakaikun-Numâniyye’de 890/1485; Hediyyetü’l-Ârifîn, el-A‘lâm, Mucemü’l-Müellifîn ve Keş- fü’z-Zunûn da 912/1506 tarihi kaydedilmiştir. Ancak Sicill-i Osmânî, Keş- füz-Zunûn ve Şakâ’ikun-Numâniyye’ye göre, baba ismi îbrâhim olarak kaydedilen müellife ait bilgilerde ya baba adı yanlış kaydedilmiştir ya da söz konusu müellifin farklı bir kişi olma ihtimali vardır. Dânişmendân-ı Âzerbaycân da ise Fâtih Sultan Mehmed döneminde (1451-81) vefat etmiş olduğuna işaret edilmekte ve Ravzâtü’l-Ulûm adlı Farsça eserini 1481’de yazmış olduğu bilgisi verilerek müellifin ölüm tarihi ve eserini telif ettiği tarih arasında bir çelişkiye düşülmektedir. Bu durum göz önünde bulundurularak biz Hediyyetü’l-Ârifin, el-A‘lâm ve Mucemü’l-Müellifin de geçen 912/1506 tarihinin, müellifin ölüm tarihi olabileceği ihtimalini düşünmekteyiz. Buna göre, Muradnâmede işaret edilen 1404 tarihinde doğan müellif 1506’da 102 yaşında ölmüştür.

Daha önce de belirttiğimiz gibi Argunşah, müellifin Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerinde eserler vermiş olduğunu ancak Fâtih zamanında hiç eser vermediğini öne sürerek müellifin 1451’den önce ölmüş olabileceğine dikkat çekmiştir. Ancak daha önce de bahsettiğimiz gibi yaptığımız araştırmalar sonucunda, müellifin Fâtih Sultan Mehmed’in saltanatının başlarında Mısır’da olduğu yönünde işaretlere rastladık. Nahlistân a göre müellif 864/1460 senesinde Mısır’da bulunmaktadır. el-A lâm ve Şakâ’ikun-Nu ‘mâ- niyye ve Tâcü’t-Tevârîh’te bu yönde bilgiler sabit olmakla birlikte müellifin Mısır’da bulunduğu zamana işaret eden bir tarihe rastlamadık. Kanaatimizce müellif, Fâtih zamanı başlarında Mısır’da bulunduğu ve orada uzun bir süre kaldığı için Fâtih adına eser kaleme almamış olabilir. Nitekim biz de ihtiyatlı olarak, müellifin Riyâzul-Kulûb eserini tamamladığı 4 Ekim 1489 tarihinden 17 yıl sonra ölmüş olabileceğini düşünmekteyiz.

Eserleri

Yaptığımız çalışmanın sonucunda, çalışma konumuz olan Riyâzu l-Kulûb adlı eserin müellifi Şükrullâh-ı Şirvânî ile Muhammed b. Mahmûd Şirvânî ve Bedr-i Dilşâd’ın aynı kişiler olabileceği tahmini üzerinden müellife ait eserler şu şekilde sıralanabilir:

İlyâsiyye1

Yapılan araştırmalar sonucunda henüz bir nüshasına ulaşılmamış bu eser, müellif tarafından Menteşeoğulları’ndan İlyas Bey adına Arapça kaleme alınmış ve sonra İlyas Bey’in isteğiyle Türkçeye çevrilmiş bir eserdir.

Sultâniyye 

Çelebi Mehmed adına kaleme alınmış Türkçe mensur bir eserdir. Çeşitli nüshaları tespit edilen bu eser, bir mukaddime ve on dört bâbdan oluşmaktadır. Bu eser, Ferhat Kurban tarafından yüksek lisans tezi olarak çalışılmıştır.

Kitâb-ı Güzîde-i İlm-i Tıb1

Bir nüshasına British Museum’da rastlanan bu eser için Okumuş, Zafer Önler’in “Türkçe Tıp Metinleri” makalesine işaret etmektedir.

Mürşid 

Osmanlı döneminde, göz hastalıkları hakkında Türkçe kaleme alınmış, üç bölümden oluşan Türkçe bir eserdir. İki nüshasına ulaşılmış bu eser, Necdet Okumuş tarafından doktora tezi olarak çalışılmıştır.

Ya‘kûbiyye3

Germiyanoğlu II. Yâkub Bey’e sunulmuş bir mukaddime ve otuz bâb- dan oluşan Arapça bir eserdir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bir nüshası mevcuttur. Okumuş, bu eserin varlığını ortaya çıkaran ilk kişi olarak Nafiz Uzluk’a işaret etmektedir.

Muhtasar-ı Tıb

Ceyhan, bu eseri on dört bölümünden oluşan Türkçe bir tıp kitabı olarak tanıtmaktadır.

Risâle mine’t-Tıb fî Beyâni Me’btelâ bihî mine’l-Kûlenc

Süleymaniye Kütüphanesi’nde bir nüshasına rastlanan Arapça kaleme alınmış bu eserin mukaddime bölümünde bağırsakların anatomisinden bahsedilip daha sonra bağırsak hastalıkları hakkında bilgi verilmektedir.

Kemâliyye

Tıp konusunda bir mukaddime ve on bir bâbdan oluşan Türkçe bir eserdir. Okumuş, çalışmasında bu eseri, müellife atfedilen eserler arasında;

Ceyhan ise doğrudan müellife ait eserlerden biri olarak gösterir. Bu eser, Muhammed Yelten tarafından çalışılmıştır.

Letâif-i Halîle1

Ceyhan çalışmasında bu eseri, mensur tıbbî bir eser olarak tanıtmaktadır.

Ravzatü’l-Itr 

Konusu eczacılık ve ıtriyât olan ve kırk dört bâbdan oluşan Arapça bir eserdir.

Miftâhu’n-Necât bîmâ Yenfetihu bihî Ebvâbu’l-Birri ve’s-Sa‘âdât3

Havâsü’l-Kur’ân’la ilgili kırk iki bâbdan oluşan Arapça bir eserdir. Âyetler, gizli ilimler açısından incelenerek tasavvufî bakış açısıyla yorumlanmaktadır.

Cevhernâme 

Tîfâşî’nin Ezhârul-Eşfkâr fî Cevâhiri’l-Ahcâr’ adlı eserinin Türkçe tercümesine yeni bilgilerin de eklenmesiyle ortaya çıkan ve değerli taşlardan bahseden bu eser, 1427’de Umur Bey’e sunulmuştur. Eserin bir nüshası Doğu Almanya’da Leipzig Senato Library’de bulunmaktadır.

Tuhfe-i Murâdî

Cevhernâme’nin genişletilmiş şekli olan bu eser, II. Murad’a sunulmuş otuz iki bâbdan oluşan Türkçe bir eserdir. Eser değerli taşlar, kuvvetlendirici ilaçlar ve ıtriyatla ilgili bilgiler vermektedir. Eserin çeşitli nüshalarına ulaşılmıştır. Mustafa Argunşah bu eser üzerine doktora çalışması yapmıştır.

Muradnâme1

Kâbûsnâme nin manzum çevirisi olarak 1426’da II. Murad’a sunulan bu eser, 9818 beyit olarak elli bir bâbdan oluşmaktadır. Eser, Adem Ceyhan tarafından doktora tezi olarak çalışılmıştır. Necdet Okumuş, bu eseri müellife atfedilen eserler arasında göstermektedir.

Nahlistân 

Yapılan araştırmalar içerisinde müellife atfedilen eserler arasında bahsedilmeyen bu eser, Arzu Süren tarafından “Şükrullâh-ı Şirvânî’nin Nahlistân Adlı Eserinin Metni ve Metin İncelemesi” başlıklı yüksek lisans tezi olarak çalışılmıştır. Sa‘dî’nin Gülistân adlı eserine nazire olarak kaleme alınmış ve II. Bâyezîd’e sunulmuş bu eser, dokuz bâbdan oluşmaktadır.

Kitâbü’t-Tabîh Tercümesi

Muhammed b. Hasan b. Muhammed b. Kerîm el-Kâtib el-Bağdâdî’nin 1226’da yazmış olduğu Kitâbü’t-Tabîh adlı eserinin eklemeler yapılarak Türkçeye yapılmış tercümesidir. 237 çeşit yemek tarifi içermektedir. Eserin nüshası Ali Emîrî Kütüphanesi’nde yazmalar bölümündedir.

el-Faslu’l-Âşiru fi Ma‘rifeti’l-Evzâni ve’l-Mekâyil

Süleymaniye Kütüphanesi’nde bir nüshası mevcut olan Arapça eser, ölçü ve tartı aletleriyle ilgilidir.

Bâznâme

Mahmûd b. Mehmed’in Menteşeoğullarından (1300-1425) Mahmûd adına Farsçadan Türkçeye tercüme ettiği eserdir. Okumuş, çalışmasında bu eseri, müellife atfedilen eserler arasında; Ceyhan ise doğrudan müellife ait eserlerden biri olarak göstermektedir.

Târîh-i İbn-i Kesîr Tercümesi1

Ebü’l-Fıdâ b. Ömer b. Kesîr’in (ö. 1372) İslâm tarihine ait el-Bidâye ve’n-Nihâye adlı eserinin tercümesidir. Okumuş, çalışmasında bu eseri, müellife atfedilen eserler arasında; Ceyhan ise doğrudan müellife ait eserlerden biri olarak gösterir. Bu eser üzerinde Muhammed Yelten çalışma yapmıştır.

Câlibü’s-Sürûr ve Sâlibü’l-Gurûr 

Ceyhan, bu eseri müellife atfetmektedir. Okumuş, çalışmasında bu eserden bahsetmemektedir.

Harîdetü’l-Acâib ve Ferîdetü’l-Garâib Tercümesi

İbn Ömer b. el-Verdî’nin (ö. 1348) coğrafya, madenler, bitkiler ve hayvanlardan bahseden eserinin Türkçeye tercümesidir. Okumuş, çalışmasında bu eseri, müellife atfedilen eserler arasında; Ceyhan ise doğrudan müellife ait eserlerden biri olarak gösterir.

Mesâliki’l-Memâlik

Ceyhan, coğrafya ve İslâm tarihiyle ilgili bu tercüme eserin müellifi hakkında kesin bilgilerin mevcut olmadığını, ancak Bursalı Mehmed Tahir’in bu eser için müellifi işaret ettiği bilgisini vermektedir.

Fütûhât fi’l-Cifr

Bir mukaddime ve üç bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler sırasıyla; dünyanın hâlleri, Mehdi ve onun çıkış zamanı, devlet-i aliyye şeklinde sıralanmaktadır.

Riyâzu’l-Kulûb

Bizim de çalışma konumuz olan Riyâzu’l-Kulûb adlı eserin ismine müellife atfedilen eserler arasında rastlamadık. Sekiz farklı ilim hakkında Farsça kaleme alınan ve II. Bâyezîd’e sunulan eser, 15. yüzyıl Osmanlı bilimine ışık tutan bir bilim ansiklopedisi özelliği taşımaktadır.

Okumuş’un çalışmasında belirttiği gibi müellif Arapça eserlerinin tamamında adını Muhammed b. Mahmûd b. Hacı eş-Şirvânî olarak bil- dirmektedir.1 Bu yorumdan hareketle, biz de müellifin Farsça eserlerinde kendisini Şükrullâh-ı Şirvânî olarak tanıttığını söyleyebiliriz. Nitekim, hem Nahlistân hem de Riyâzul-Kulûb’da bu isim geçmektedir.

İlmî ve Edebî Yönü

Müellifin tıp ilmi yanında çeşitli sahalarda verdiği eserler de kendisinin ilmî açıdan çok yönlü bir şahsiyet olduğuna işaret etmektedir. İlmî ve edebî değerlerine dikkatle, bu eserler içerisinde bizim de çalışma konumuz olan Riyâzu’l-Kulûb adlı eseri üzerinden onun ilmî ve edebî yönünü değerlendirmeye çalışacağız.

Şirvânî’nin çocukluğu ve gençlik yılları hakkında ne yazık ki ayrıntılı bilgiye ulaşamadık. Bu sebeple, eğitim hayatı hakkında da bilgi sahibi değiliz. Ancak Muradnâme nin sebeb-i telif kısmındaki aşağıdaki beyit babasının ilmî yönüne dikkat çekmektedir:

Çün ol Hayy u Kayyûm virdi vücûd Ki ‘ilm ehli bilinden irdi vücûd 

Sicill-i Osmâmde ise babasının II. Murad zamanında hekimlik yaptığına dair bilgi mevcuttur. Buna göre, babasının müellifin ilk eğitiminde önemli rol üstlendiği söylenebilir.

Şakâ’iku’n-Numâniyyeye göre; Mısır’da hadis âlimlerinden Şeyh Sehâvî’den (ö. 902/1497) hadis, Molla Gürânî’den (ö. 893/1488) de tefsir dersleri almıştır. Nahlistân ın dokuzuncu bâbında müellifin 1460’da Mısır’da olduğuna dair bilgi vardır. Önceki bilgiler ışığında, Mısır’da bulunduğu bu tarihi de göz önünde bulundurursak müellifin ellili yaşlarında bile halen ilim öğrenmeyle uğraştığını söylemek mümkündür.

Kendi zamanının ilmî durumunu şöyle özetlemektedir:

“...Muhakkak ki, tetkik ve tahkik erbabı, “Allah onlara rahmet etsin” farklı ilim türlerinde sırların ilginç nakışlarını, yenilik kalemiyle zamanın sayfalarına geçirerek değerli tasniflerde bulunmuşlardır. Ortaya konulan fikirler ve görüşler silsilesi, öyle bir mertebeye ulaşmıştır ki ileri görüşlü akıl, onun fevkinde bir mertebe edinememiş ve hiçbir nazar sahibinin şuurunun ışığı, bu fikir ve görüşlerden daha güzeline parlamamıştır. Havas ve avam tabakasına mensup kimseler, bu ilimleri mütalaa etmeye oldukça fazla gayret göstermiş ve bu ilimlerin problemleri üzerinde tetkik ve tahkikte ihtimam gösterilmesi erdem sayılmıştır. Devirlerin özü, asırların hülasası olan bu zamanda ekâbirin mizacı latifleştiğinden ve [3b] zihin dağarcığına sahip büyükler yüksek fikirler edindiğinden, ilimler sayıca çoğalmış ve her bir ilimde sayısız tasnifler yapılmıştır . .”1

Müellif eserinde kendi ilmî birikimine işaretle, özgün bir eser olarak nitelediği Riyâzul-Kulûb’ u özlü bir şekilde yazdığına işaret etmektedir:

“.Bu sadık köle Şükrullâh-ı Şirvânî de dinî konular üzerinde mütalaa etmekten vakit buldukça farklı ilim dallarıyla ilgilenmiş ve yenilik kalemiyle birçok latife ve nükteyi yazıya geçirerek birçok ilmi içeren faydalı bir muhtasar eseri her ilim için ne bıkkınlık verecek kadar itnaplı ne de karışıklığa meydan verecek kadar icazlı olarak yeterince kısa yazmayı tasarladı.” 

Tasavvuf ilmiyle amaçlanan vâcibü’l-vücûd’un mârifetini kazanmak için yapılması gerekenlere açıklık getirmektedir:

“.Bu mârifeti kazanma, [6a] kalbî tasfiye, nefsî tezkiye ve ruhî arınma olmaksızın mümkün olmaz. O hâlde mutluluğun kaynağı, bilgilerin en değerlisi ve ilim türlerinin en yücesi bu mârifettir. Ve bu yüce sermayeyi elde etmek dışında, başka bir şeye sarf edilen ömür, boşa geçmiştir.”

Şirvânî, eserde vahdet-i vücûd teorisine göre ele aldığı mârifet, akıl, ruh, kalp, nefis gibi nazarî kavramlarla tasavvufu; girilen hâller ve ulaşılan makamlarla da tasavvuf ehlini ele almaktadır:

“Bil ki tasavvuf; kalbin temizlenmesi ve nefsin arınmasıyla saflık kazanmaktır. Mutasavvıf da kalbini temizleyendir. Bu ilmin erbabı olan kimseler, âlemde Allah’ın nûrunun ışığından var olup temeyyüz ve taayyün ve de diğer şeylerden münezzeh olan vahdet hakikatinden bahsederler. Yaradılış mükemmelliğinin yolunu katedenlerden, bilgi ve basiret cevherini arayanlardan her biri, vahdet hakikatini, kendine göre bir ibare ve işaretle göstermiş; onu kendi parlak encamını bir tasvirle açıklayarak kendi istidadı değerinde bir değer ortaya koymuştur. Bu fakir de Allah’ın yardımı ve zamanın buna elverişli olmasıyla irfan ehlinin önde gelenlerinden bazılarına hizmet etme şerefine nail olup bir şeyler elde ettiğinden bu elde ettiklerinden bir tutam, akıl sahiplerinin mütalaasına ulaştırmayı tasarladı...”1

Kelâm ilminin temellendiği tevhid inancına göre geliştirdiği tasavvufî yaklaşımlarını, Kur’ân’dan âyetlere ve hadislere dayandırmaktadır. Bu âyet ve hadisler; mârifetullah, Allah’ın yaratma kudreti, Allah’ın ilmi, mârifet, akıl, ruh, kalp, nefis, gibi konularla ilişkilendirilmektedir. Yeri geldiğince bu âyet ve hadisler için yaptığı kısa şerhlerle kendi düşüncelerini de açıklamaya çalışmaktadır:

“...“Senin en zararlı düşmanın içindeki nefsindir” hükmüne göre, nefis, insanın en büyük düşmanıdır ve hiçbir zaman insanın iyiliğini istemez. “Nefsine muhalefet et” hükmüne göre, nefse muhalefet etmek gerekir. “Döndük küçük cihattan büyük cihada gidiyoruz” hadisinin hükmüne göre, nefse muhalefet etmek büyük cihadın ta kendisidir.” 

Şirvânî aklı, hakikate ulaşmada temel koşul saymakta ve buna göre aklın diğer organlar üzerinde tasarrufunu açıklamaktadır:

“Bil ki insan bedeni, bir odaya benzer ve akıl bu odada sultan gibidir. Bedenî beş duyu, hücrenin pencereciklerine benzer ve akıl her bir pencereden bahçeye bakar. Göz pencereciğinden görür; kulak pencereciğinden duyar.”

Mantık ilmine ait tasavvurât ve tasdîkâtla ilgi konuların yanı sıra, bahs ve münazara konularını da teorik mantık içerisine almaktadır.

Bir bütünlük sistemi olarak gördüğü kâinatı, tevhid inancıyla kavramaya çalışmaktadır:

“Aklî ve naklî delillerle sabit ve kesindir ki insanoğlunun yaratılışındaki maksat, zâtını ululamak ve sıfatlarını tenzih etmekle Hz. Yezdan’ı tanımaktır. Bu mârifet, mübdeat maddeden ari akıllar hakkında etraflıca teemmül ve masnuat hakkında tefekkürle kazanılabilir. Çünkü hâller ve unsurlardan bahseden ilm-i hey’et bu teemmül ve tefekkür sayesinde masnûat hakkında etraflıca düşünüp [40a] göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkür eden herkes için en iyi vasıtalara sahiptir. Ve onlar bunu söyleyip “...Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın...” âyetine inanırlar. İlm-i heyet yıldızlar ve feleklere ait semavî cisimlerin hâlleri ve anasır-ı erbaa olan süfli cisimlerin hâllerinin bilinmesi için bir ilimdir. Konusu da işte bu semavî ve süfli cisimlerdir.”1

Genel hey’et konularının yanı sıra, eserinde takvim bilgisi ve yedi iklim teorisine de yer vermektedir. 

Nücûm yani, astrolojiyi dinî ilimlerden sonraki en değerli ilim olarak görmektedir:

“.bil ki dinî ilimler müstesna, ilm-i nücûmdan daha yüce bir ilim yoktur. Âlemin fazîletli ve seçkin kimselerinin nezdinde, bu ilimin itibarı yüksektir; sultan ve melikler, bu ilme gereksinim duymaktadırlar.”

Nücûm ilminin bilinmesinin faydalarını üzerinde durmaktadır:

“Yıldızların kırânları, küsufların ve yıldızların diğer hâllerinin tesiri nedeniyle; âlem-i kevn ü fesadda olaylar, zelzeleler, tufanlar, savaşlar, kıtlık, veba ve benzeri durumlar vuku bulmaktadır. Eğer bir kimse bu ilmi öğrenir, bu hâlleri anlar ve bu ilme riayet ederse ümit edilir ki afetlerden selâmete çıkar. Takvim bilgisinde kullanılacak kadarını bu bâbda özetle nakledeceğiz.

Hesâb ilmini, riyâzî ilimlerin en değerlisi olduğunu belirterek bu ilmin öğrenilmesinin gerektiği görüşünü savunmaktadır:

“Bil ki ilm-i hesâb, riyâzî ilimlerin en yücesidir        Çocuklara diğer

ilimlerden ziyade, hesâb öğretilir ve ilm-i hesâba “ilimlerin anası” denir. îlm-i hesâba vakıf olduktan sonra, oldukça kolay bir şekilde ilm-i ilâhî’nin mükemmelliğine ulaşılabilir ve ma’kûlât-ı mücerred daha kolay idrak edilebilir.”1

Kıyafet ilmini ve bu ilmin kimler için gerekli olduğuna açıklık getirmektedir:

“.. .bil ki kıyafet ilmi, aklî ve naklî delillerin onun yüceliği üzerine kâim olduğu yüce bir ilim ve latif bir bilgidir. Zikredilen ilimde bilgi sahibi olmak sultanlara ve emirlere yaraşır. Bu bahisle ilgili, ilm-i firâset hakkında bir bâbın oluşturulması uygun görüldü.” 

Müellif, eserin şiir sanatıyla ilgili olan bölümünde bu ilim için genel bir tanımlama yapmaktadır:

Şiir ilmi, güzel söz söyleme kuvvetinin ortaya çıkmasında en fazîletli servettir. Zira onun esası ilâhî yardım ve nazarî kuvvet olmaksızın kesbi olarak elde edilebilecek bir şey değildir. Bu, insanın cevherindeki ezelî inâ- yet vesilesiyledir. Bu fennin kurallarına ait temel esasları bilmek, en büyük meselelerden ve en önemli fazîletlerdendir. Çünkü bunun hakkında bilgi, Kur’ânî nazmın icazının (belâgatteki kemâlinin) idrak sebebidir. Kelâmda (ifadede) buna riayet etmek fesâhatın ve belâgatın güzelliklerindendir. Ancak mânayı bozacak şekilde mübalağada bulunmamak gerekir.”

Muamma bahsini, eserin son bâbı olan sekizinci bölümde şiirden ayrı bir ilim olarak değerlendirerek muamma hakkında şunları ifade etmektedir:

“. .Bil ki muamma doğru yaradılışın ölçüsü, aydınlık zihnin terazisidir. Her kimin bu savaşta idrak oku amaçladığı hedefe denk geliyorsa bu, yaradılışının doğruluğunun ve zihninin selâmetinin dâvasını güderse mümkündür...

Müellif eserde ele aldığı konuya ilişkin görüşlerini âyetler ve hadisler dışında bazen bir beyit veya bir şiirle desteklemektedir. Bu şiirlerden bazısının

kime ait olduğu tarafımızca tespit edildi. Ancak kime ait olduğu tespit edilemeyen bazı şiirlerin ise ilgili bâbda konuyla irtibatlı olup konuya açıklık getirmesi göz önünde bulundurulduğunda müellife ait olabileceği ihtimali kuvvet kazanmıştır.

“Mesnevi:        

Bir okyanus gibi incilerle dolu bir kitap hazırla

Yıldızlarla dolu bir gökyüzü gibi mânalarla dolu olsun

Harfleri, anlamına anahtar

Satırları, güzelliklerini açıklar

Zahit huylu ariflerin can yoldaşı

Farsça konuşan kâmillerin dostu”1

Yukarıdaki mesnevi örneğinde müellif kaleme aldığı Riyâzul-Kulûb’ u tanıtarak eserin değerini ortaya koymaktadır.

Riyâzul-Kulûb’un şiir sanatı ve muammayla ilgili olan yedinci ve sekizinci bâblarında, şiir sanatı ve şiir sanatıyla ilgili temel kavramlara açıklık getirmekle müellif kendi edebî bilgisini ortaya koymaktadır. Hatta Farsça- dan manzum çeviri olan Muradnâme nin ve Sa‘dî’nin Gülistân adlı eserine nazire olarak yazılmış Nahlistân ın müellifleriyle, Riyâzul-Kulûb’un müellifinin aynı kişiler olduğu varsayımı üzerinden, taşıdıkları edebî özellikler bakımından bu iki eser de müellifin edebî yönünü ortaya çıkarmaya yardımcı olabilecek niteliktedir.

Etkilendiği Şahsiyetler

Şükrullâh-ı Şirvânî, Sühreverdî’nin kurduğu İşrâkıyye  felsefesinin önemli temsilcileri İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240)   ve Gazzâlî’den (ö. 505/1111)4 kendi tasavvuf telakkisi içerisinde etkilenmiştir. İlk büyük mutasavvıflardan olan Bâyezîd-i Bistâmî’nin (ö. 234/848)5 ve Cüneyd-i Bağ- dâdî’nin (ö. 297/909)1 Îbnü’l-Arabî’nin eserlerindeki etkisine, dolayısıyla bu mutasavvıfların kendisi üzerindeki dolaylı etkiye tasavvuf bahsinde işaret etmektedir.

Tasavvuf bahsinde müellifin nefisle ilgili yaklaşımlarında, Îslâm felsefesini önemli ölçüde etkileyen İlkçağ Yunan filozofu Aristoteles’in (ö./ m.ö.384-322)  etkisinden de söz etmek mümkündür. Müellifin, mantık ilminde kıyas konusundaki yaklaşımını, bu filozofun yaklaşımı üzerinden temellendirdiği açıktır. Hey’et bahsinde de ay küresini kuşatan dört unsurdan biri olan ateş unsurunun diğer üç unsuru kuşatıcı olduğu yönünde görüş bildirerek,  bu hususta Aristo felsefesini takip edenlerle görüş birliğine varmaktadır.

Kendi tasavvuf telakkisi içinde etkisinde kaldığı bu düşünürlere ek olarak muamma bahsinde Abdurrahman-ı Câmî’nin (ö. 898/1492)5 şairlik yönüne dikkat çekmekte, hey’et bahsinde Îşrâkî felsefecisi olduğuna işaret ederek Ebü’r-Reyhân el-Bîrûnî’nin (ö. 453/1061?) düşüncesine yer vermektedir. Şiir bahsinde kafiyenin ıstılah anlamı “Halil’e göre” ibaresiyle açıklanırken bu isimle Halil b. Ahmed’in kastedildiği düşünülmektedir.

Riyâzul-Kulûb’da eserlerinden alıntılar yaptığı Feridüddin-i Attâr, Fah- reddin-i Irâkî, Abdurrahman-ı Câmî, Mevlânâ gibi mutasavvıf ve şairlere “Eserin Kaynakları” başlığı altında yer verilecektir.

RİYÂZU’L-KULÛB

Eserin Adı

Esere ait Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Koleksiyonu’nda 4024 numarayla kayıtlı nüshanın kapak sayfasında “Kitâbü Riyâzi’l-Kulûb fi’l-Ulûmi’l-Müteaddide”; aynı nüshanın zahriyesinde “Riyâzu’l-Kulûb fi’l-Ulûmi’l-Müteaddide Evvelühe’t-Tasavvuf” kaydı düşülmüştür. Ancak metnin 4b varağında bizzat müellif, eserin adını “Riyâzu’l-Kulûb” koyduğunu belirtmekte, 114b varağında ise aynı ismi zikretmektedir. Esere ait İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Farsça Yazmalar Koleksiyonu’nda 406 numarayla kayıtlı nüshanın kapak sayfasında ve bu nüshanın 4b varağında ise eser adı, “Riyâzu’l-Ulûm” olarak geçmektedir. Müellifin bu eserine işaret eden Hediyyetü’l-Ârifin de ve Lugatnâmede de Riyâzu’l-Ulûm'î" Dânişmen- dân-ı Âzerbaycân de ise Ravzâtü’l-Ulûm  adı kaydedilmiştir. Süleymaniye koleksiyonundaki eserin telif tarihi, II. Bâyezîd’e ithaf edilmesi ve zahriyesinde ve 114b varağında bizzat II. Bâyezîd’in mührünün bulunması bilgilerinden hareketle, biz esas nüsha olarak belirlediğimiz bu nüsha üzerinden “Riyâzu’l-Kulûb” adı altında çalışmamızı gerçekleştirdik.

Eserin Türü

Riyâzu ’l-Kulûb, tasavvuf, mantık, hey’et, nücûm, hesâb, kıyafet, şiir ve muamma gibi ilimlerden bahseden bir eserdir. Müellifin söz konusu ilimler hakkında bilgi vermesi, bu ilimlere ait konulardan ve terimlerden bahsetmesi, eserin ansiklopedik eser türleri içerisinde değerlendirilmesine imkân sağlamaktadır. Devrine ait ilim, kültür, sanat ve teknik gibi dallarla ilgili kavram ve konulara yönelik hazırlanan hacimli eserler olan ansiklopedik eserlerin İlkçağ örneklerine rastlanıldığı gibi, Batı’da, İslâm âleminde ve Türklerde de birçok örneği vardır.

Eserin Telif Sebebi

Müellif, kendisini bu eseri yazmaya iten sebebi eserin giriş bölümünde açıklamaktadır:

“...Devirlerin özü, asırların hulâsası olan bu zamanda ekâbirin mizacı latifleşmiş ve [3b] yüksek görüşlü zihne sahip büyük kimseler ortaya çıkmıştır, ilimler sayıca çoğalmış ve her bir ilimde sayısız tasnifler yapılmıştır. Velâkin; “Ömür kısa, gayret gösterenler de bu ilimlere oranla azdır.”

Bu sadık köle Şükrullâh-ı Şirvânî de dinî konular üzerinde mütalaa etmekten vakit buldukça farklı ilim dallarıyla ilgilendi ve yenilik kalemiyle birçok latife ve nükteyi yazıya geçirerek birçok ilmi içeren faydalı bir muhtasar eseri her ilim için ne bıkkınlık verecek kadar itnaplı ne de karışıklığa meydan verecek kadar icazlı olarak, yeterince kısa yazmayı tasarladı.”1

Müellif, eseri övgüde bulunduğu Sultan II. Bâyezîd’e takdim etmek için kaleme aldığını ifade etmektedir:

O, öyle bir padişahtır ki güzel şiirler söyleyen şair onu övmeye kalksa, onun iyi huyları ve menkıbeleri hakkında şiir söylese, ince görüşlü akıl şaşırır; yakîn sahibi dimağ dehşete düşer. Zülcelâl Hazretleri’nin sonsuz kereminden umulur ki Riyâzul-Kulûb olarak adlandırılan ve her bâbı ayrı bir ilim hakkında olmak üzere sekiz bâb şeklinde tertip edilen bu muhtasar kitap, Bâyezîd Han’ın kimya gibi etkili bakışıyla şereflenip kabul görsün.” 

Esere karşılık müellifin sultandan taltif görüp görmediği hususunda bir bilgi yoktur. Ancak sultanın müellife ihsanda bulunmuş olabileceğini düşünmek mümkündür.

Müellif, eseri okuyup tenkit edeceklerden beklentisinin neler olduğunu belirtmektedir:

“.. .Muhammed aleyhisselâm ve onun azamet sahibi evlatları ve cömert ashabı hakkı için bu risâleyi tenkit edenler ve okuyanlardan beklenen şudur: Gönüllerine sinmeyen ve zihinlerine ters düşen bir yanlışlık fark ettiklerinde, ayrıntılı inceleme ve tefekkürün ardından, bu yanlışlığı rızâ gözüyle düzeltsinler.”

Eserin Yazım Süresi ve Tarihi

Müellif, eseri ne zaman yazamaya başladığına dair kesin bir tarih vermemiş ancak kısa bir sürede yazdığını şu sözlerle belirtmiştir:

“.. .Bu risâlenin bezemecisi, bu planı gerçekleştirebilmek için birkaç gününü bu risâlenin takrir ve yazımına ayırdı ve lâyıkıyla, derli toplu bir telif ortaya çıkmış oldu.”1

Nüshanın son varağında ise eserin tamamlandığı tarihe işaret edilmektedir:

“Bu risâlenin yazımı ve telifi, hicretin 894. senesinin Zilkâde ayının on dördünde, Allah’ın lutfuyla ve keremiyle tamamlandı.” 

Bu tarih, milâdî 9 Ekim 1489 tarihine tekabül etmektedir.

Eserin Önemi

15. yüzyıl ansiklopedik eser türünün örnekleri arasında olan Riyâzul-Kulûb, çeşitli ilimlerde zengin muhtevası ve kullanılan ıstılahlarla devrinin ilim anlayışı hakkında fikir vermektedir. Müellifin tasavvufî, ilmî ve edebî sahalarda bilgi sahibi, çok yönlü biri olduğunu göstermesi bakımından önem taşıyan eserin II. Bâyezîd’e ithaf edilmiş olması, onun tasavvufî, ilmî ve edebî konularla alâkalı çok yönlü bir sultan olduğunu da göstermektedir.

Eserin Kaynakları

Müellifin Riyâzul-Kulûb’u yazarken yararlandığı kaynaklar içerisinde doğrudan ismini andıkları şöyle sıralanabilir:

Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîsler

İslâm dininin bu iki temel kaynağı eserin bel kemiğini oluşturmaktadır. Müellif, tasavvufun ve diğer ilimlerin konularına açıklık getirirken kendi görüşlerini âyet ve hadislere dayandırmaktadır.

el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye1

Müellif, tasavvuf bahsinde kendisinden Şeyh Ekber diye bahsettiği îb- nü’l-Arabî’nin tasavvufî görüşlerini açıkladığı bu eserine işaret etmektedir. 

Kitâbü Suveri’l-Kevâkibi’s-Sâbite

Müellif, eserin hey’et bâbında Abdurrahman es-Sûfî’nin (ö. 376/986) sabit yıldızlar konusundaki bu klâsik eserinin öneminden bahsetmekte- dir. 

Batlamyus’un Coğrafya Kitabı

Müellifin hey’et bahsinde yedi iklim teorisine açıklık getirdiği kısımda adını zikretmeden Batlamyus’un coğrafya kitabına işaret etmektedir. Konuyla ilişkili olarak bu kitabın îlkçağ astronomisi hakkında yeryüzünün yedi bölgeye ayrılarak her bölgede bulunan şehir adlarının, enlem ve boylamlarının cetveller hâlinde gösterildiği El-Kânûn fî'İlm.i'n-NücûnP adlı eser olması mümkündür.

Künhü’l-Murâd fi İlmi’l-Vefk ve’l-A‘dâd

Müellif, hesâb bahsinde vefk ilmi ve sayılarla ilgili teferruatlı bilgi için Şerefeddin Alî-yi Yezdî’nin (ö. 858/1454) bu eserine işaret etmektedir.

eş-Şemsiyye fi’l-Hisâb

Ayasofya nüshasının hesâb bahsinde Nizâmeddin en-Nîsâbûrî’nin (ö. 730/1329) matematiğin temel prensipleriyle ilgili eş-Şemsiyyefi’l-Hisâb eserinin ismi geçmektedir.

et-Tekmile fi’l-Hisâb1

Yine Ayasofya nüshasında Abdülkâhir el-Bağdâdî’nin (ö. 429/1037-1038)  İslâm aritmetiğine dair et-Tekmile fi’l-Hisâb eserine işaret edilmektedir.

Hulel-i Mutarraz der Fenn-i Mu‘ammâ vü Lugaz

Müellif, muamma bahsinde Yezdî’nin bu eserine işaret etmektedir.

Müntehab-ı Hulel-i Mutarraz

Müellif, muamma bahsiyle ilgili olarak Yezdî’nin Hulel-i Mutarraz der Fenn-i Mu ‘ammâ vü Lugaz adlı eserinden yaptığı seçkilerden oluşan bu esere de başvurulabileceğini belirtmektedir.

Hilyetü’l-Hulel

Abdurrahman-ı Câmî’nin Bâbür adına 1452’de kaleme aldığı muammayla ilgili bu eserine müellif, muamma bahsinde işaret etmektedir.

İhtiyârât-ı Şuhûr be İ‘tibâr-i Seyr-i Kamer 

Müellif, nücûm bahsinde burçlara göre ay geçişlerini ele alırken, Nasî- rüddin-i Tûsî’nin bu hususta yazdığı manzumesinden alıntılama yapmaktadır.11

Keşfü’l-Esrâr ve Uddetü’l-Ebrâr1

Reşîdüddîn-i Meybüdî’nin (ö. 520/1126’dan sonra) Farsça Kur’ân tefsiridir. Meybüdî’nin bu eseri, tasavvufî ilk tefsir kitapları arasındadır. Müellif, Keşfü’l-Esrârdan bir beyit getirerek tasavvufta mârifetullaha yönelmeye işaret etmektedir. 

Mesnevi

Mevleviyye tarikatının da kurucusu olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273), mutasavvıf, âlim ve şair yönüyle de güçlü bir şahsiyettir. Tasavvufî düşünceye ait konulardan oluşan Mesnevisi tasavvuf sahasında temel kaynaklar arasındadır. Müellif, eserde tasavvufî bilgi olan mârifeti, âyânî ve beyânî iki türünün üzerinden Mesnevide geçen Rumlu ve Çinli nakkaşlar hikâyesi örneğiyle açıklamaktadır.

Hüsrev ü Şirin

Nizâmî-i Gencevî (ö. 611/1214?) Mahzenü’l-Esrâr, Hüsrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn, Heft Peyker ve îskendernâme’den oluşan Penc Genc adıyla da bilinen hamsesiyle, bu türün kurucusu kabul edilir. Müellif, tasavvuf bahsinde şairin Hüsrev ü Şîrîn mesnevisinden bir beyitle, gazabın itidalsizliğinden ortaya çıkabilecek kötü hasletlere karşı gösterilecek tahammüle işaret etmektedir.

Hadîkatü’l-Hakîka

Farsça tasavvufî mesnevi tarzının kurucusu olan Senâî’nin (ö. 525/1131) Hadîkatü’l-Hakîka adlı eseri, tasavvufî konulu en önemli eseridir. Müellif, tasavvuf bahsinde nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle Hakk’ın tecellisinin güzelliklerine ulaşılacağına işaretle, bu mesneviden örnek beyitler getirmiş- tir.

Esrârnâme

İran’ın ünlü şair ve mutasavvıflarından olan Ferîdüddin-i Attâr (ö. 618/1221),1 dinî, edebî ve ilmî sahalarda pek çok esere sahiptir. Esrârnâme adlı eser, onun ilk tasavvuf konulu mesnevisidir. Müellif, tasavvuf bahsinde vahdaniyet makamındaki sâliki gayretlendirmek için tevhidin inceliklerine Esrârnâmeden bir şiir örneğiyle gönderme yapmaktadır. 

Gülşen-i Râz

eserlerinde genellikle tasavvuf, kelâm ve felsefe konularına yer veren İranlı mutasavvıf ve şair Mahmûd-i Şebüsterî’nin (ö. 720/1320)3 manzum olarak kaleme aldığı tasavvuf klasiği eseri Gülşen-i Râz’dan bir mısra tazminle, ruhun kemâl sıfatıyla süslenmesi için tahliye ve nefsin tezkiye edilmesi gerektiğinden bahsedilmektedir. 

Dîvân-ı Hâfız

Müellif tasavvuf bahsinde, konuyla ilişkisi bakımından gazelleriyle meşhur, İran’ın güçlü şairlerinden Hâfız-ı Şirâzî’nin (ö. 792/1390)5 divanından bir beyitini örnek olarak getirmektedir. Yine şiir bahsinde, şiir sanatlarıyla ilgili Hâfız’dan beyitlere yer vermiştir.

Hadâ’iku’s-Sihr fî Dekâ’iki’ş-Şi‘r

Fars şairi Reşîdüddin Vatvât’ın (ö. 573/1177) belagat konulu eseridir. Müellif şiir bahsinde söz sanatlarından tecnîs-i tâm için Vatvât’ın bu eserinden bir beyit örnek vermektedir.

Sa‘dî-i Şîrâzî (ö. 691/1292)

Müellif tasavvuf ve sûfîlik hakkındaki görüşlerini, Fars şiirinin en büyük şairlerinden olan Sa‘dî’den aldığı şiir örnekleriyle zenginleştirmektedir.

Buna göre, tasavvuf bahsine giriş yapılmakta;1 tasavvuf erbabının kaidesine açıklık getirilmekte;  gazabın itidalli olmasına dikkat çekilmektedir. Ayrıca eserin kıyafet bahsinde de şairin bir şiiriyle bahis tamamlanmaktadır.

Fahreddîn-i Irâkî (ö. 688/1289)

Tasavvufî düşüncelerini şiire aktaran mutasavvıf bir şairdir. Müellif, tasavvuf bahsinde şairin şiirlerinden verdiği örnek beyitlerle, aşk makamında aşkın ruh gibi, ruhun da beden gibi mülâtafat hâlini;  aşk makamındaki sâlikin ızdırap hâlindeki gönlünün helâk olacağı sırada ezelî inâyete kavuşmasını, mâşukun merhamet ve lutfuyla şaşkına dönen aşığını teşhis etmek- tedir.7

Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922)

Tevhid ve fenâ görüşünü ifade eden “ene’l-hak” sözünü kavram olarak kullanan ilk mutasavvıftır. Müellif, Hallâc’a ait bir beyitle ruhanî makamdaki sâlikin cezbe hâline işaret etmektedir.

Abdullah Ensârî (ö. 481/1089) 

Mutasavvıf şair ve âlim olan Ensârî, pîr-i Herât, pîr-i tarîkat, şeyhü’l-îs- lâm, şeyhü’l-Horasân, şeyhü’ş-şüyûh, nâsırü’s-sünne, zeynü’l-ulemâ unvanlarıyla tanınmaktadır. Tasavvuf ve kelâm konularında çok sayıda eseri vardır. Müellif, ruhun ancak cismanî taalluktan kurtulunca hamd makamına ulaşabileceğine, orada Hakk’ın beyanatını ve âyetlerini mütalaa edebileceğine işaretle, Ensârî’den bir rubâî örneği vermektedir.11

Baba Efdal-i Kâşânî (ö. 667/1268-69?)1

İranlı şair ve filozof Kâşânî, verdiği tercüme ve telif eserlerle Farsça felsefe dilinin gelişmesine yardımcı olmuştur. Müellif, aşk makamına ulaşmak isteyen sâlikin çaba sarf etmesi gerektiğine Kâşânî’den bir rubâî örneği getirmektedir. 

Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr (ö. 440/1049)3

Fıkıh, tefsir, hadis ve dinî ilimlerde âlim olmasının yanında tasavvufî adabın ilk esaslarını ortaya koyan mutasavvıf olarak bilinmektedir. Müellif, ondan bir rubâî örneğiyle sâlikin vasıflarına işaret etmektedir. 

Şîrîn-i Mağribî (ö. 809/1407)5

İran’ın sûfî şairlerinden olan Mağribî, İbnü’l-Arabî ekolüne mensuptur. Eserleri arasında yer alan divanı, tasavvuf ve vahdet-i vücûd konularını ihtiva etmektedir. Müellif, Mağribî’ye ait bir şiirle, aşkın galebesi ve şevkin ızdırabıyla ruhun aşk hâlini ifade etmiştir. 

Nasîrüddîn-i Tûsî (ö. 672/1274)7

Kelâm, felsefe, mantık, ahlâk, riyâzi ilimler, astronomi, gibi çeşitli sahalardaki eserleriyle, İranlı âlim ve filozofların başında gelmektedir. Müellif, nücûm ilminde kamerin durumuna göre yapılması ve yapılmaması gerekenlere Tûsî’nin ilgili manzumesi üzerinden işarette bulunmaktadır.

Emîr Hüsrev-i Dihlevî (ö. 725/1325)

Tarihçi ve tasavvufî yönüyle de bilinen Türk şair Dihlevî, gazel türünün Hindistan’da gelişmesine katkı sağlamış önemli bir şairdir. Müellif, şiir bahsinde bazı söz sanatlarına Dihlevî’den örnek beyitler vermektedir.

Zahîr-i Fâryâbî (ö. 598/1201)1

Daha çok kaside şairi olarak bilinen Zahîr, felsefe, matematik ve astronomi gibi çeşitli alanlarda da eğitim almıştır. Müellif şiir bahsinde tazmin sanatına örnek olması için Zahîr’e ait iki mısraı kullanmıştır. 

Selmân-ı Sâvecî (ö. 778/1376)

Gazel, kaside, terkibibend, terciibend, sâkinâme, kıta ve rubâî gibi nazım şekillerden oluşan divanından, Cemşîd ü Hurşîd ve Firâknâme adlı mesnevilerinden oluşan külliyatıyla İran’ın önde gelen şairleri arasındadır

Sadî-iŞirazî,Mevlânâ,Senâî,Enverî,Hâkânî,Zahîr-iFâryâbî,Kemâled- dîn-i İsfahânî gibi büyük şairleri takip etmiş, aynı zamanda kendisi de hem Farsça ve hem de Türkçe şiir söyleyen şairlere örnek olmuştur. Müellif şiir bahsinde, istiâretün bi’l-kinâye konusuna şairin bir kasidesinden bir beyitle açıklık getirmektedir.

Eserin Muhtevası

Riyâzu’l-kulûb, kısa bir girişten sonra sekiz bâb üzerine oluşturulmuştur. Bu bâblar sırasıyla; tasavvuf, mantık, hey’et, nücûm, hesâb, kıyafet, şiir sanatı ve muammadan müteşekkildir. Tercümesi yapılan eserin ilgili bâbla- rından özetle bahsedilecektir.

Giriş Bölümü

Müellif, eserin 1b varağıyla “Allah Muvaffakiyet Versin” başlığıyla başlayan mukaddimesinde; insanın mahiyetine güzellik ve üstünlük vasfını kazandıran aklı bahşeden Yüce Allah’a (cc) hamd ü sena ettikten sonra, kemâlât, fazîlet ve mârifet bakımından yaratılmış ve yaratılacak olanların en üstünü Hz. Peygamber’e (sav) ve onun ashabına salât ü selâm getirerek yazmaya başlamaktadır. Eserin bu bölümünde:

* Ruh ve beden kavramları üzerinde durulmaktadır. Ruh, beden üzerinde tasarruf sahibidir. İçerisinde dünyaya ait özellikler taşıyan lezzet ve şehvetle beslenen beden, âlem-i süflîye; bedenin işgalinden kurtulup ilimle beslenen ruh ise, mârifetullaha ulaşmak için âlem-i kudse yönelmektedir.

  • Devrin ilmî geleneği ve çalışmaları üzerinde genel bir değerlendirme yapılarak müellifle ilgili bilgiler, eserin telif sebebi ve düzenlenişi, maksadı, adı hakkında bilgiler vermekte ve ithaf edildiği sultan II. Bâyezîd’e övgülerde bulunmaktadır.
  • Müellif, kendisine ait olabileceği düşünülen mesnevi ile eserine me- dihde bulunmaktadır.
  • Giriş bölümünün sonunda sırasıyla eserdeki sekiz bap tanıtılarak Hûd Sûresi 88. âyetle bu bölüm tamamlanmaktadır.

Tasavvuf İlmi Hakkında

5b varağında Sa‘dî’den bir beyitle başlayan bu bölümde;

  • Vâcibü’l-vücûdun mârifetini kazanmak için kalbî tasfiye, nefsî tezkiye, ruhî arınmanın gerekliliği üzerinde durularak “ayânî” ve “beyânî” mârifet kavramlarına Mevlânâ’nın mesnevisinden Çinli ve Rumlu Nakkaşlar hikâyesiyle değinilmektedir.
  • Tasavvuf ve mutasavvıf kavramlarına genel bir tanımlama yapılmaktadır.
  • Müellifin tasavvuf hakkında yazma gerekçesi hakkında bilgiler verilmekte ve müellife ait olabileceği düşünülen şiirde “tevhid” kavramına vurgu yapılmaktadır.
  • Tasavvuf erbabının kaidelerinden bahsedilmektedir.
  • Tasavvuf ilminin gerekliliğiyle ilgili aktarımlar yapılmaktadır.
  • Nefsin yedinci ve son mertebesi olan nefs-i zekiyye’ye ulaşan ve nefs-i kudsiyye ile kuvvetlendirilen nefislerle Şems Sûresi 9. âyet ilişkilendiril- mektedir.
  • Mahiyeti itibariyle, nefse muhalefet etmenin gerekliliği üzerinde durulmaktadır.
  • Nefsin terbiyesinde, kişinin kendini bilmesiyle Allah’ı bilmesi arasında doğrudan bir bağ kurulmaktadır.
  • Âlimlere, kelâmcılara ve tarikat erbabına göre nefisle ilgili aktarımlar ve tanımlamalar yapılmaktadır.
  • İnsanın mahiyetinde ruh ve bedenin birincisi kalp, İkincisi nefis olan iki unsur taşıdığına açıklık getirilmektedir.
  • Nefsin doğuştan getirdiği hevâ ve gazab sıfatları hakkında hüküm verilmektedir. Buna göre, hevânın mahiyeti, su ve toprak; gazabın mahiyeti ise ateş ve rüzgârdır. Nefse ait her iki sıfatın itidalli olması gerekir, aksi hâlde hevâ ve gazab tarafından beden ülkesi ele geçirilebilir.
  • Hevâ ve gazabın itidali, galebesi ve noksanlıkları dokuz kısımda incelenmektedir.
  • Hz. Âdem’in nefsine ait kötü sıfatların şeriat kimyagerliği sayesinde melekî, ruhanî ve rahmanî övülmüş sıfatlara dönüştürüldüğünden bahsedilmektedir.
  • Nefis hastalığından nasıl korunmak gerektiği ve bu hastalığın tedavisi için neler yapılması gerektiği hakkında yönlendirmeler yapılmaktadır.
  • Nefsi kötü sıfatlardan kurtarıp galebesine son vermek için yapılması gerekenler, müellifin kendisine ait olduğunu düşünülen bir mesnevide sıralamaktadır.
  • Melâmiyye kavramı açıklanmakta ve melâmîler hakkında bilgi verilmektedir.
  • Yüce Allah’ın zâtının tecellisine için “ahadiyet” sarayına ulaştıracak üç yoldan bahsedilmektedir.
  • Kalbin tanımı yapılmakta tasfiye ve terbiyesi için neler yapılması gerektiği açıklanmaktadır.
  • Ruhun mahiyetine açıklık getirilmekte ve ruh-kalp ilişkisi ortaya koyulmaktadır.
  • Tevhidin oluşmasında nefsin ve kalbin tamamen arınması gerektiğine işaret edilmektedir.
  • Kalbin selâmeti için yapılacak şeyler sıralanmaktadır.
  • Âlem-i gayb ve âlem-i melekût kavramları açıklanmaktadır.
  • Ruhun terbiyesinden sorumlu olan üç kâmil mürebbiden bahsedilmektedir.
  • Ruh, Rabbinin emrindedir ve insan ruhun mahiyeti hakkında bilgi sahibi değildir. Bu husus, İsrâ Sûresi 58. âyetle ilişkilendirilmektedir.
  • Seyr ü sülûk yolunda tasavvufî hâller ve geçilen makamlardan söz edilmektedir.
  • İnsan-ı kâmil mertebesine ulaşmak için yapılması gerekenler müellifin kendisine ait olduğu düşünülen bir mesnevide sıralanmaktadır.
  • 28b varağıyla sonlanan bu bölümde müellif; tasavvuf hakkında söylenecek çok şeyin olduğunu, ancak tevhid hakkında ilâhî mârifet ve sırlardan bir numune, sonsuz lutuflar ve nûrlardan bir çeşni olması bakımından yeterli olabilecek şekilde bu bahsin özetlendiğine ve yazılanların da şeriat, tarikat ve hakikat kaidelerine ayrı düşmediğine vurgu yapmaktadır.

Mantık İlmi Hakkında

28b varağından itibaren klâsik mantık konularının ele alındığı bu bölümde;

  • Bilinmeyenlerin bilgisini edinmek açısından mahsûs ve ma’kul kavramları arasındaki ayrım üzerinde durulmaktadır.
  • Mantık konuları tasavvurât ve tasdîkât olarak sınıflandırılmaktadır. Bu iki sınıflandırmaya ait kavramlar incelenmektedir.
  • Lafızlar, müfred ve mürekkeb, küllî ve cüz’î olarak ayrılmakta, bu lafızların delâlet ettiği durumlar ele alınmaktadır.
  • Külliyât-ı hamse diye anılan beş tümel; nev’, cins, fasıl, hassa ve arâz-ı âm şeklinde sınıflandırılmakta ve bunlarla ait alt sınıflandırmalar yapılmaktadır.
  • Külliyât-ı hamseye göre fasıl çeşitleri, hadd-i tam, resm-i tam, hadd-i nakıs, resm-i nakıs olarak açıklanmaktadır.
  • Kaziyenin tanımı, yapısı, çeşitleri, olumlu-olumsuz durumu açıklan- maktadır.
  • Kıyas ve istikrânın tanımı, basit kıyas çeşitlerinden kesin kıyas ve seçmeli kıyas, kesin kıyasın kuralları, şekilleri ve on dokuz modu, seçmeli kıyasın kuralları ve türleri gibi konulara açıklık getirilmektedir.
  • Münazara ilmiyle ilgili bilinmesi gerekenler hakkında kavram olarak münazaranın ne olduğu, ilgili konuları ve genel prensipleri ele alınmaktadır.
  • Müellif, 39b varağında mantık ilminin ortak alanı içerisinde ele aldığı münâzara bahsiyle, bu bölümü tamamlamaktadır.

Hey’et İlmi Hakkında

39b varağıyla başlayan ve genel hey’et konularına dair bu bölümde;

  • Kişinin yaradılışının maksadı olan yaratıcıya ulaşmada bu ilimi öğrenmesinin gerekliliğine işaret edilmektedir.
  • Yerdeki ve gökteki cisimler hey’et ilminin konusu içerisinde değerlendirilmektedir.
  • Coğrafî kavramlar geometrik terimlerle açıklanmaktadır.
  • Felek ve zemin hakkında görüşler bildirilmektedir.
  • Felekler ve dört unsurun sıralanışı hakkında bilgi verilmekte ayrıca şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Yüzeysel hareketler, izah edilmektedir.
  • Gezegenlerin küreleriyle ilişkili on bir küreden bahsedilmekte ayrıca şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Burçların nasıl oluştuğu, boylam ve enlem dereceleri hakkında bilgi verilmekte ayrıca şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Sabit yıldızlar hakkında bilgi için Abdurrahman es-Sûfî’nin Kitâbü Suveri’l-Kevâkibi’s-Sâbite adlı kitabına işaret edilmektedir.
  • Güneş ve Güneş’in iki feleğinden bahsedilmekte ve bununla ilgili bilgiler şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs, Merkür, Ay ve Güneş gezegenlerinin birbirlerinden ayrışan ve benzeşen yanları hakkında bilgi vermektedir. Bu konuyla ilişkili şekillere yer verilmektedir.
  • Ay’ın ışık miktarının artışı ve azalışı; Ay’ın yeniay, hilâl, dolunay hâlde görünmesi ele alınmakta ve şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Ay tutulmasınn ve Güneş tutulmasının nasıl oluştuğu açıklanmakta ve şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Ay kürenin altındaki dört küre hakkında bilgiler verilmekte ve şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Rub’-ı meskûn hakkında coğrafya âlimlerinin görüşlerine yer verilmekte ve buna göre yedi iklim teorisinden bahsedilmektedir.
  • 62b varağıyla sonlanan bu bölümde müellif; dördüncü iklim ve ona bitişik olan üçüncü ve beşinci iklimde imârâtın daha fazla olduğuna dikkat çekmekte bu iklimlerde yaşayanlar hakkında bazı hükümlerde bulunmaktadır.

Nücûm İlmi Hakkında

62b varağıyla başlayan bu bölümde;

  • Nücûm ilminin nasıl bir ilim olduğu, öğrenilmesinin faydaları hakkında bilgiler verilmektedir. Bu bölümde takvim bilgisi için gerekli olduğu kadarıyla nücûm konularının özetle aktarılacağına işaret edilmektedir.
  • Gezegenlerin kırânları, güneş tutulması ve gezegenlerin başka durumları tesiriyle meydana gelebilecek olaylardan bahsedilmektedir.
  • Cümel hesâbına göre, birden altmışa kadar olan basit ve bileşik sayılar tablo içerisinde gösterilmektedir.
  • Takvimde haftanın yedi gününün rakamlarına karşılık gelen harfler gösterilmektedir.
  • Tevârih cetveline göre Arap tarihi, Rumî tarih, Farsî tarih, Celâlî (Me- likşah) tarih hakkında bilgi verilmektedir.
  • Tevârih cetvelinden sonra çizilen yedi eşit cetvelde burçların isimleri, derece ve dakikaları gösterilmektedir.
  • Güneş, Ay, Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs, Merkür ve sabit yıldızların bir devrini kaç günde tamamladıkları ve tahminen bir burcu kaç yılda kat ettikleri hakkında sayısal bilgiler verilmektedir.
  • Bir günün yirmi dört saate, her saatin de altmış dakikaya ayrıldığı ve takvimde her günün karşısına saat ve dakikaların yazıldığı bildirilmektedir. Ayrıca gündüzlerin uzayıp gecelerin kısalması, gece gündüz eşitliği, eğim saati hakkında açıklamalar yapılmaktadır.
  • Ay ve Güneş’in yörüngelerinin kesişme ve karşı karşıya gelme durumları şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Yıldızların inzârı hakkında; kırân, ictimâ, ihtirâk, tesdîs, terbî, teslîs, mukâbele, istikbâl durumları açıklanmaktadır.
  • Yıldızların bakışım durumu hakkında zamânî ve matlaî kavramları açıklanmakta ve şekil üzerinde gösterilmektedir.
  • Türk takviminde geçen hayvan isimleri bir rubâî örneğinde gösterilmektedir.
  • Takvim ilmi hakkında kullanılan birkaç yöntem cetvel üzerinde gösterilmektedir.
  • Takvim ilmiyle alakalı tâli’-i evtâd, mâyilü’l-evtâd, zâyilü’l-evtâd gibi hususlara açıklık getirilmekte, ayrıca müellife ait olabileceği düşünülen bir şiirde konu manzum bir şekilde aktarılmaktadır.
  • Saatlerin seçilmesinde riayet edilmesi gereken birkaç kuraldan bahsedilmektedir.
  • Saatlerin seçilmesi açısından Ay hangi burçta ise o burca göre hangi işin yapılması, hangi işin de yapılmaması gerektiğine dair hususlara Tûsî’ye ait bir manzumeyle işaret edilmektedir.
  • Kamerî ayların ilk günlerini belirlemek hususunda bir hikâye rivayet edilmektedir.
  • 80b varağıyla sonlanan bu bölümde müellif; Ramazan ve Rumî ayların başının belirlenmesi hakkında İmâm Ca‘fer-i Sâdık’tan rivayete bulunmakta ve ayların harflerini göstermektedir.

Hesâb İlmi Hakkında

81a varağıyla başlayan bu bölümde;

  • Hesâb ilminin riyâzî ilimlerin en yücesi olduğu, diğer ilimlere oranla çocuklara öğretilmesinin gerekliliği ve ilm-i ilâhîye ulaştırması bakımından önemi hakkında görüşler bildirilmektedir.
  • Sayı basamakları; birler, onlar, yüzler olmak üzere üçe ayrılmakta ve bundan sonraki basamakların ise bu üç basamaktan birinin bine eklenmesiyle sağlandığı ifade edilmektedir.
  • Tek sayı ve çift sayı olarak iki sayı çeşidinden bahsedilmektedir.
  • Tam sayı, nâkıs sayı, zâyid sayı kavramları açıklanmaktadır.
  • Toplama işleminin sayının özelliği olması, çift ve tek sayılar için kolay yoldan toplama, tek saylar için kolay yoldan toplama gibi işlemler hakkında bilgi verilmektedir.
  • Bir sayının ikinci kuvvetiyle çarpımı hakkında bilgi verilmektedir.
  • Karenin kenarı, eni, boyu; dikdörtgen, çokgen, cisim, küp, lebnî, perî gibi kavramlara değinilmektedir.
  • Çarpma işleminin yolu hakkında açıklama yapılmaktadır.
  • Bölme işleminin yolu hakkında açıklama yapılmaktadır.
  • Murabbaâta isim yerleştirme ve murabbanın istihraç yolu açıklanmaktadır.
  • Vefklerin yapılış usulleri ve çeşitleri hakkında 3x3 (üçlü) murabba, 4x4 (dörtlü) murabba, 5x5 (beşli) murabba, 6x6 (altılı) murabba, 7x7 (yedili) murabba genel olarak değerlendirilmektedir.
  • Müellif 88b varağında;bu ilimle ilgili anlatılacak çok şey olduğunu, ancak yeterli bilginin özetle aktarıldığına işaretle, bu bahsi bir beyitle son- landırmaktadır.

Kıyafet İlmi Hakkında

89a varağıyla başlayan kişinin dış görünüşüyle ilgili kişilik ve ahlâk yapısına dair çıkarımların konu edildiği bu bölümde;

  • Müellif bu ilimle ilgili bahsi oluşturma nedenini açıklarken, bu ilmin yüce bir ilim, bu ilmi öğrenecekler arasında sultan ve emirlerin de münasip kişiler olduğundan bahsetmektedir.
  • Kişilerin dış görünüşleri ve huyları hakkında; baş, saç, sırt, omuz, göğüs, göbek, beniz, alın, kaş, göz, burun, ağız, dudak, diş, çene, sakal, kulak, boy-pos, ses, gülüş, boyun, karın, baldır, pazu, parmak, avuç, tırnak gibi vücuda ait âzâların şekli ve şemaili bakımından hangi sıfatın delili olduğuna dair çıkarımlarda bulunulmaktadır.
  • Müellif 94b varağında; kıyafet ilmine göre sûreti güzel olanın iyi huylarının çok olduğundan bu sebeple, yüzü güzel olana bakmak, aksinden de sakınmak gerektiğine dikkatle, Sa‘dî’den bir beyitle bu bahsi sonlandırmaktadır.

Şiir Sanatı Hakkında

95a varağıyla başlayan bu ilmin öneminden bahseden ilgili bölümde;

  • Şiir ilminin ne olduğu, bu fenne ait kaidelerin bilinmesinin gerekliliği hakkında genel bir değerlendirme yapılmaktadır.
  • Şiir, nazım, nesir, kâfiye, revî, gibi edebiyat terimlerinin hem lugat hem de ıstılah anlam karşılıkları açıklanmakta, kâfiye ve revî örneklerle izah edilmektedir.
  • Ses tekrarına ve benzeşmesine dayalı lafzî sanatlardan; lüzum-ı mâ lâ-yelzem sanatından söz edilmektedir. Seci ve tarsînin hem lugat hem de ıstılahda anlam karşılıkları açıklanmakta, tarsî sanatıyla ilgili bir örnek beyit verilmektedir
  • Bir edebiyat terimi olan redifin hem lugat hem de ıstılah anlam karşılığı açıklanmakla ve bu sanatla ilgili bir örnek beyit verilmektedir.
  • Beyânla alakalı sanatlardan; hakika, mecaz, teşbih, istiare ve kinayenin hem lugat hem de ıstılah anlam karşılıkları açıklanmaktadır. Teş- bîhin “müşebbeh”, “müşebbehün bih”, “edât-ı teşbîh” ve “vech-i şebeh” olmak üzere dört unsurundan; istiârenin iki çeşidi, istiâretün bi’l kinâ- ye-istiâretü’t-tahayyüliyyeden bahsedilmekle birlikte, bu sanatlarla ilgili örnek beyitler verilmektedir.
  • Mânayla ilgili sanatlardan; îhâm, leff ü neşir, müstezâd, mürâât-ı nazîr, tensîku’s-sıfât, tecâhül-i ârif, iğrâk, hüsn-i ta‘lîl, cem, istifham, suâl ve cevâb, siyâkatü’l-a‘dâd sanatlarından bahsedilmekle birlikte bu sanatlarla ilgili beyit örnekleri verilmektedir.
  • Tecnîs, “tecnîs-i tâm”,“tecnîs-i nâkıs”, “tecnîs-i zâid”, “tecnîs-i müre- kebb”, “tecnîs-i hat”, “tecnîs-i mutarraf”, “tecnîs-i mükerrer” olmak üzere tecnîs türlerinden bahsedilmekte ve bunlarla ilgili örnek beyitler verilmektedir. Kalp, “kalb-i kül”,“kalb-i ba’z”, “maklûb-i mücennâh”, “maklûb-i müstevî” olmak üzere kalbin dört türünden ve iştikâk sanatından bahsedilmekle birlikte bu sanatlarla ilgili örnek beyitler verilmektedir.
  • Kelime tekrarına dayalı sanatlardan; reddü’l-acüz ale’s-sadr, aks ve tard u aks sanatlarından bahsedilmekte ve bu sanatlarla ilgili örnek beyitler verilmektedir.
  • Serikât-ı şi’riyye ve müşterek malzemeyi kullanmaya dayalı sanatlardan; iktibas, tazminden bahsedilmekte ve bu sanatlarla ilgili örnek beyitler verilmektedir.
  • Harflerin cinslerine, birleşme ve okunuş şekillerine dayalı sanatlardan; raktâ, gayr-i menkût, hayfa, muvassal, mukatta sanatlarından bahsedilmekte ve bu sanatlarla ilgili örnek beyitler verilmektedir.
  • Musammat hakkında bilgi verilmektedir.
  • Müellif, 108a varağında kendisine ait olabileceği düşünülen bir ru- bâîyle bu bahsi sonlandırmaktadır.

Muamma İlmi Hakkında

Müellife ait olabileceği düşünülen bir şiirle 108b varağından başlayan bu bölümde;

  • Muamma ilminin öğrenilmesinin faydasına dikkatle tarifi yapılarak Şerefeddin Alî-yi Yezdî, Abdurrahman-ı Câmî gibi meşhur kimselerin bu ilimde ün kazanmış olduklarına işaret etmektedir
  • Muammaya ait a’mâl-i tahsîlî, a’mâl-i tekmîlî ve amâl-i teshîlî olmak üzere üç amelden bahsedilmektedir.
  • A’mâl-i tahsîlî; “tansîs ve tahsîs”, “tesmiyye”, “telmîh”, “terâdüf ve iş- tirâk”, “kinaye”, “tashîf”, “istiâre ve teşbîh”, “amel-i hesâb olmak üzere sekiz kısımda incelenmektedir.
  • A’mâl-i tekmîlî; “telîf”, “iskât”, “kalp olmak üzere üç kısımda incelenmektedir.
  • A’mâl-i teshîlî; “İntikâd”, “tahlîl”, “tebdîl” ve “terkîb” olmak üzere dört kısımda incelenmektedir.
  • Müellif, 114a varağında kendisine ait olabileceği düşünülen bir ru- bâîyle bu bahsi sonlandırmaktadır. Eserin son bahsi olan bu bölümün sonunda, yazım ve telif tarihi gibi esere ait bilgiler verilmektedir.

Eserin Dili, Üslubu ve İmlâ Özellikleri

Eserin dili, yer yer uzun cümlelerle ağırlaşsa bile, müellifin ilmî kaygıdan uzak sade ve açıklayıcı tarzda kendine has bir üslubu vardır. Zaman zaman müellif kendi görüşlerini âyet ve hadislerle desteklemeye çalışırken, bahisler hakkında Farsça şiirlerle de eserin muhtevasına zenginlik katmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi bu şiirlerin büyük bölümünün İran şiirinin meşhur şairlerine ait olduğu tespit edildi. Tespit edilemeyenlerin bir kısmının ise müellife ait olabileceği düşünülmektedir.

Farsça kaleme alınan esere, Arapça ve Farsça terim ve ıstılahlar hâkimdir. Bazen aynı terim, her iki dildeki karşılığıyla kullanılmaktadır; mâh ve kamer, âfitâb ve şems gibi. Müellif, eserin tasavvuf bahsinde, bazen açık ve izahlı; bazen de remiz ve ima yoluyla aktarımlarda bulunacağına işaretle, eserin dil ve üslubuna dikkat çekmektedir.1

Muhtevasının çeşitliliği bakımından kanaatimizce oldukça değerli olan bu eseri, dil ve üslup özelliğiyle dönemin nesir üslubuna örnek eserler arasında değerlendirmek mümkündür.

Eserin Farsça metni oluşturulurken bazı noktalarda nüshalardakinden farklı bir imlâ kullanılmıştır. Hem çeviri metnin, hem Farsça metnin imlâsında dikkat edilen bazı hususlar şöyle sıralanabilir:

  • Nüshada okunmayan yerler köşeli parantez [ ] içine alındı.
  • Bütün tamlamalar ve izafet kesresiyle belirtildi.
  • Nüshada, noktasız ya da tek noktalı yazılan   ve   gibi harfler üç noktalı olarak yazıldı.
  • Okumayı kolaylaştırması için âyetlere, hadislere ve bazı Arapça ibarelere hareke konuldu.
  • Yazımı aynı olan kelimelerin ayırt edilebilmesi için az bilinen kelimelere hareke konuldu.

* İsmin -e hâlini gösteren  . edatı, isimden ve kişi zamirden ayrı ola-

Nüshada, serkecsiz yazılan   harfi serkecli yazıldı.

  • İsmin hâlini gösteren   edatı ayrı yazıldı.
  • Zamir, bağlaç ve soru sıfatı olan    ve    ayrı yazıldı.

* gerekli olan durumlarda  y şeklinde harekelendirildi.

* Metinde geçen âyetler,    ; hadisler «»; alıntılar, dua cümleleri ve terim kelimeler “” içinde gösterildi.

  • Metinde ve Türkçe çeviride varak numaraları, /../ işareti içerisinde verildi.
  • Türkçe tercümede âyetler, hadis ve aktarımlar “ ” işareti içerisinde yazıldı.
  • Şiir sanatıyla ilgili olan yedinci bâbda, örnek beyit ve mısralar üzerinde söz sanatlarına işaret etmek için koyu punto kullanıldı.
  • Yedinci bâbdaki bazı görsel şiirlerin düzenlenmiş hâli, ilgili görsel şiirin altında [ ] içerisinde verildi.

Eserin Nüshaları

Esere ait iki yazma nüsha tespit edilebildi:

Süleymaniye Yazma Eser Ktp., Ayasofya Koleksiyonu, Nr. 4024

Tespit edilen nüshalardan ilki, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Koleksiyonu’nda 4024 numarayla kayıtlıdır. 114 varaktan oluşan nüsha güzel bir talikle kaleme alınmıştır. İlgili bâblarının başlıkları, ithaf edildiği sultanın ismi (Ebu’l-Feth Sultan Bâyezîd Han b. Sultan Muhammed Han b. Murad Han) ve kitabın ismi (Riyâzu’l-Kulûb), tanımlar, âyetler, hadisler, farklı renk mürekkeple yazılmıştır. Kapakta, II. Bâyezîd’in el yazısıyla, “Riyâzu’l-Kulûb fi’l-Ulûmi’l-Müteaddide Evvelühe’t-Tasavvuf”; II. Bâyezîd’e ait “Bâyezîd b. Muhammed Han, muzaffer daima” yazılı mühür ve II. Mahmud’un vakıf mührü “Elhamdü lillahi’llezi hedânâ li-hâzâ ve mâ künnâ li-nehtediye levlâ en hedânallah vakf-ı Mahmud Han b. Mustafa Şah el-muzaffer daima  ve vakıf kaydı “Kad vekafe hâzihî mesîhatel-celî- lete sultânü'l-a'zam ve’l-hâkânul-muazzam mâlikül-berreyn vel-bahreyn hâ- dimü’l-haremeyni’ş-şerîfeyn es-sultân ibni’s-sultân es-sultânü’l-gâzî Mahmûd Hân vakfen sahîhan şer’iyyen limen-tâbea ve isterşede ve enâbe ve isteb’ade hal- ledallâhü mülkehül-emcede harrerehû el-fakîr Ahmed Şeyh-zâde el-müfettiş bi-evkâfi’l-haremeyni’ş-şerîfeyn” ve okunamayan bir mühür bulunmaktadır. Ayrıca kapaktaki II. Bâyezîd’e ait mühür nüshanın son sayfasında da vardır.

1b-5b varakları arasında başlıksız ancak mahiyeti itibariyle, mukaddime sayılabilecek bir bölüm; 5b-28b varakları arasında “îlm-i tasavvuf”; 28b-39b varakları arasında “îlm-i mantık”; 39b-62a varakları arasında “îlm-i hey’et”; 62b-80b varakları arasında “îlm-i nücûm”; 81a-88b varakları arasında “îlm-i hesâb”; 89a-94b varakları arasında “îlm-i kıyafet”; 95a-108a varakları arasında “Sanâyi-i Şi‘riyye”; 108b-1l4a varakları arasında “îlm-i muamma” bulunmaktadır. Nüshada ayrıca şekiller ve cetveller de yer almaktadır. Müellif hattı olma ihtimali göz önünde bulundurularak bu nüsha çalışmamızda esas nüsha olarak belirlenmiştir.

İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, FY, Nr. 406

Nüsha, îstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Farsça Yazmalar Koleksiyonunda 406 numarayla kayıtlıdır. Okunaklı bir rik’ayla kaleme alınan nüsha, 89 varaktan oluşmaktadır. îlgili bâblarının başlıkları, ithaf edildiği sultanın ismi (Ebü’l-Feth Sultan Bâyezîd Han b. Sultan Muhammed Han b. Murad Han) ve kitabın ismi (Riyâzu’l-Ulûm), tanımlar, âyetler, hadisler, farklı renk mürekeble yazılmıştır.lb varağı eksiktir. 2a-20b varakları arasında “îlm-i tasavvuf”; 21a-30b varakları arasında “îlm-i mantık”; 31a-46b varakları arasında îlm-i hey’et”; 47a-63a varakları arasında “îlm-i nücûm”; 63b-68a varakları arasında “îlm-i kıyafet ve ferâset”; 68b-72a varakları arasında “îlm-i hesâb”; 73a-83b varakları arasında “Sanâyi-i şi‘riyye”; 84a-89a varakları arasında “îlm-i muamma” bulunmaktadır.

RİYÂZU’L-KULÛB

ŞÜKRULLÂH-I ŞİRVÂNÎ

Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun

RİYÂZU’L-KULÛB

MUKADDİME

[1b] Akıl süsünü bu vasıtayla kemâlât kesbetmeye büyük gayret gösterenler için insanın varlığının zîneti yapan kudreti yüce Hazret-i Vâci- bü’l-vücûd’a sonsuz ve sayısız hamdolsun. O öyle bir âlimdir ki gönüllerdeki sırların rumuzu, onun ezelî ilminin levhasında açık ve aşikârdır. İnce görüş sahipleri daha başlangıçta şaşkınlık ve hayrettedir.

[2a] Sonsuz salavat cevherleri, nihayetsiz selâm çiçekleri ve gönül ferahlığı veren sevinçler saçılsın;

Seçkinlik tahtının şahı, vefâ ülkesinin sultanı

Sıdk ve safânın önderi, emniyet ve aman sermayesi

Kâinata kâfi olan, yol gösteren ulu’l-azm peygamberlerin sonuncusu İns ü cânın efendisi, cümle müşkülleri çözen

Yani, kâinatın efendisi, varlık âleminin kıvanç kaynağı, server-i enbiyâ Hz. Muhammed Mustafa’ya en temiz salâtlar ve en mübarek selâmlar olsun.

O, öylesine büyüktür ki “Kendilerine kitap verdiklerimiz” kemâlât ve fazîletlerinin mecmuudur. Hatta bugüne kadar yaratılmış olan ya da yaratılacak olanların sahip olduğu, onun mârifet ve kemâlâtının yanında, [2b] ummanda bir damla; çölde bir kuyu gibidir. O resuldür ki Kur’ân’ı en fasih lisanla, insanlara ulaştırdı ve aydın gönüllülerin canına Kur’ân’ın, ruhu besleyen meltemininden güzel kokular duyurdu. Onun âl ü ashâbının (Allah Teâlâ hepsinden razı olsun) temiz ruhlarına sonsuz tahiyat ve selâm olsun.

Hamd ü salavatın zikrini başarıyla eda etmenin mutluluğundan sonra -ki buna da hamd olsun- kemâl ehline mâlum olduğu üzere her ferdin bedeninde, “ruh” diye adlandırılan hâkim ve tasarruf sahibi şerefli bir cevherin var olduğu arz levhasına yazılıdır.

Şöyle ki: Dünyevî lezzet ve şehvetlerden istifade eden beden, âlem-i süflîye; bütün maksatların maksadı olan Yüce Allah’ın [3a] sonsuz mâri- fetinden nasiplenen ruh, âlem-i kudse yönelmektedir. Ve bu mârifet ve terakkî, ilimsiz hâsıl olmaz. Muhakkak ki tetkik ve tahkik erbabı (Allah Teâlâ onlara rahmet etsin), farklı ilim türlerinde sırların ilginç nakışlarını, yenilik kalemiyle zamanın sayfalarına geçirerek değerli tasniflerde bulunmuşlardır. Ortaya konulan fikirler ve görüşler silsilesi, öyle bir mertebeye ulaşmıştır ki ileri görüşlü akıl, onun fevkinde bir mertebe edinememiş ve hiçbir nazar sahibinin şuurunun ışığı, bu fikir ve görüşlerden daha iyi derecede parlamamıştır. Havas ve avam tabakasına mensup kimseler, bu ilimleri mütalaa etmeye oldukça fazla gayret göstermiş ve bu ilimlerin meseleleri üzerinde tetkik ve tahkikte ihtimam gösterilmesini erdem saymıştır. Devirlerin özü, asırların hulâsası olan bu zamanda ekâbirin mizacı latifleşmiş ve [3b] yüksek görüşlü zihne sahip büyük kimseler ortaya çıkmıştır, ilimler sayıca çoğalmış ve her bir ilimde sayısız tasnifler yapılmıştır. Velâkin; “Ömür kısa, gayret gösterenler de bu ilimlere oranla azdır.”

Bu sadık köle Şükrullâh-ı Şirvânî de dinî konular üzerinde mütalaa etmekten vakit buldukça farklı ilim dallarıyla ilgilenmiş ve yenilik kalemiyle birçok latife ve nükteyi yazıya geçirerek birçok ilmi içeren faydalı bir muhtasar eseri her ilim için ne bıkkınlık verecek kadar itnaplı ne de karışıklığa meydan verecek kadar icazlı olarak yeterince kısa yazmayı tasarladı. Bu risâlenin bezemecisi, bu düşünceyi gerçekleştirebilmek için birkaç gününü bu risâlenin takrir ve yazımına ayırdı ve layıkıyla, derli toplu bir telif ortaya çıkmış oldu.

Mesnevi

[4a] Bir okyanus gibi incilerle dolu bir kitap hazırla

Yıldızlarla dolu bir gökyüzü gibi mânalarla dolu olsun

Harfleri, anlamına anahtar

Satırları, güzelliklerini açıklar

Zâhit huylu âriflerin can yoldaşı

Farsça konuşan kâmillerin arkadaşı

Bu sadık bende, gün geçtikçe artan ikbali için dua ederek ve mübarek sıfatlarla bezeyerek bu kitabı göğe benzer sarayı için yüce hazretlerine, devrin sultanlarının sultanı, zamanının kayser ve kisralarının efendisi, emn ü emân sahibi, hayır ve ihsanların yayıcısı, kâfirlerin katili, facirleri ortadan kaldıran, düşman saflarını bozguna uğratan gazi; Türk ve Arap’a ferman buyuran; [4b] mertebesi Süleyman, mülkü Dârâ, azmi İskender, meclisi Hüsrev gibi olan; Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, din, dünya, saadet ve devlet kılıcı; Murad Han oğlu Sultan Muhammed Han oğlu, sultan bin sultan bin sultan Ebu’l-Feth Bâ- yezîd Han’a (yüce Allah onun mülkünü, saltanatını ve hilâfetini daim kılsın) hediye etti. O, öyle bir padişahtır ki güzel şiirler söyleyen şair onu övmeye kalksa, onun iyi huyları ve menkıbeleri hakkında şiir söylese, ince görüşlü akıl şaşırır; yakîn sahibi dimağ dehşete düşer. Zül- celâl Hazretleri’nin sonsuz kereminden umulur ki “Riyâzu’l-Kulûb” olarak adlandırılan ve her bâbı ayrı bir ilim hakkında olmak üzere sekiz bâb şeklinde tertip edilen bu muhtasar kitap, Bâyezîd Hân’ın kimya gibi etkili bakışıyla şereflenip kabul görsün, Hak [5a] Sübhâne- hu ve Teâlâ, kendi zâtının kemâlâtıyla süslediği onun melek sıfat zâtını, kendi ismet dairesinde yer sahibi etsin. “Allah’ım, onun gölgesini insanların başlarının üstüne düşür.” Muhammed aleyhisselâm ve onun azamet sahibi evlatları ve cömert ashabı hakkı için bu risâleyi tenkit edenlerden ve okuyanlardan beklenen şudur: Gönüllerine sinmeyen ve zihinlerine ters düşen bir yanlışlık fark ettiklerinde, ayrıntılı inceleme ve tefekkürün ardından, bu yanlışlığı rızâ gözüyle düzeltsinler.

Bu yolla onların kemâline bir noksan gelmez, ancak;

Bizim devrimiz şeref kazanır muhakkak

Bu risâleyi, ben fakirden bir hediye olsun diye yazdım. “Hediyenin de- ğeri,hediyeyivereningücüncedir.

Bâbların Fihristi

Birinci Bâb: Tasavvuf İlmi Hakkında

İkinci Bâb: Mantık İlmi Hakkında

[5b] Üçüncü Bâb: Hey’et İlmi Hakkında

5 Dördüncü Bâb: Nücûm İlmi Hakkında

Beşinci Bâb: Hesâb İlmi Hakkında

Altıncı Bâb: Kıyafet İlmi Hakkında

Yedinci Bâb: Şiir İlmi Hakkında

Sekizinci Bâb: Muamma İlmi Hakkında

10 “Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.”

BİRİNCİ BÂB İLM-İ TASAVVUF HAKKINDA

Ey yaratılış bahçesinin meyvesi

Ey basiret ehlinin gözü ve ışığı1

“Allah (cc) senin basiretini nûrlandırsın, tahtını yüceltsin.” Bil ki kazançların en kârlısı ve arzuların kurtuluşa erdireni; insanî gücün ve nefsanî kudretin yettiğince Hz. Vâcibü’l-vücûd’un mârifetidir. Bu mârifeti kazanma, [6a] kalbî tasfiye, nefsî tezkiye ve ruhî arınma olmaksızın mümkün olmaz. O hâlde mutluluğun kaynağı, bilgilerin en değerlisi ve ilim türlerinin en yücesi bu mârifettir. Ve bu yüce sermayeyi elde etmek dışında, başka bir şeye sarf edilen ömür, boşa geçmiştir.

Şiir

Sana kavuşmak için değilse gözlerin uykusuzluğu, boşuna

Ve o gözlerin ağlaması senin yokluğundan değilse boşuna2

İnsanın yaradılış amacı, işte bu mârifettir. Bu mârifet, ayânî ve beyânî olmak üzere iki türlüdür:

Ayânî mârifet; kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesiyle, cismanî uğraşlardan kopmak ve şeytanî uğraşlardan soyutlanmakla ulaşılan mârifettir.

Beyânî mârifet; bilinmeyen şeyler hakkında hükme varmak için bilinenlerin tertip edilmesidir. Beyânî mârifetle ilgili, Kelâm-ı Mecîd’de, çokça âyet vardır. [6b] “Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.”3 âyetinde ve diğer âyetlerde olduğu gibi. Bu bahis, ikinci bâbda ayrıntılı olarak açıklanacaktır. Ayânî ve beyânî mârifete örnek olması bakımından, nakkaşlık sanatıyla ilgili iddiaya tutuşan Rumlu ve Çinli nakkaş ustalarının hikâyesinden rivayetle:

“Nakkaşlardan her biri, kendi duvarıyla meşgul idi ve aralarına bir perde çekiliydi. Çinli üstat, duvara resimler çiziyordu; Rumlu üstat da duvarı cilalıyordu. En sonunda aradaki perde kalktığında, Çinli üstadın duvarındaki her nakış, Rumlu üstadın duvarındaki nakışla aynı göründü.”4

Ey yüzü bizim ezelî arzumuz olan sen

Gönlümüzde yok bir şey gayrı senin sevginden

Ah cilasıyla cilaladık ki gönlümüzü

Görünsün yüzünün aksi kalbimizde1

[7a] Ey kâinat denizinin incisi ve varlık madenin cevheri! “Allah (cc) seni güçlendirsin, saadetli kılsın.” Bil ki tasavvuf; kalbin temizlenmesi ve nefsin arınmasıyla saflık kazanmaktır. Mutasavvıf da kalbini temizleyendir. Bu ilmin erbabı olan kimseler, âlemde Allah’ın nûrunun ışığından var olup temeyyüz ve taayyün ve de diğer şeylerden münezzeh olan vahdet hakikatinden bahsederler. Yaradılış mükemmelliğinin yolunu katedenlerden, bilgi ve basiret cevherini arayanlardan her biri, vahdet hakikatini, kendine göre bir ibare ve işaretle göstermiş; onu kendi parlak encamını bir tasvirle açıklayarak kendi istidadı değerinde bir değer ortaya koymuştur. Bu fakir de Allah’ın yardımı ve zamanın buna elverişli olmasıyla irfan ehlinin önde gelenlerinden bazılarına hizmet etme şerefine nail olup bir şeyler elde ettiğinden bu elde ettiklerinden bir tutam, akıl sahiplerinin mütalaasına ulaştırmayı tasarladı.

[7b] Sümbülde otlayınca Tatar ahusu

Rüzgâr getirir pazara onun misk kokusunu2

Vehhab’ın ihsanından bulursam inâyeti

Bu bölümde açıklayacağım tevhidi

Ki benden sonra kalsın zamana

Benden yadigâr olsun cihana

Şeyh-i Ekber, Fütûhât ve diğer kitaplarında, bu ilmin fazîletine dair, Cü- neyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî gibi (Allah Teâlâ onlara rahmet etsin) büyüklerden nakleder. “Kim bizim yolumuza inanır ve bizim taifemizi severse, Allah (cc) katında duası kabul edilenlerden olur”; “Aklı olan yahut hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.”3 âyeti yeterlidir. Çünkü [8a] her heveslinin eli, mânanın idrak eteğine uzanamasın diye, mânayı latif işaretler ve gizli remizler yoluyla eda etmek tasavvuf erbabının kaidesidir.

  1. Bu rubâî için bkz. Fahreddîn-i Irâkî, Külliyyât-ı Şeyh Fahreddîn İbrâhîm-i Hemedânî Mütehallas be el-Irâkî, Haz. Sâid-i Nefîsî, 4. bs., Tahran, İntişârât-ı Kitâbhâne-i Senâî, 1335hş., s. 306.
  1. Bu beyit, Hüsrev ve Şîrin mesnevisinde geçmektedir. Bkz. Nizâmî-i Gencevî, Külliyyât-ı Hamse-i Nizâmı, Haz. Şiblî Nu’mânî, 3. bs., Tahran, İntişârât-ı Câvîdân, 1374hş., s. 334.
  1. Kâf, 50/37.

Ey Sa dî, bu söz gönül ehli için mesajdır

Bilmez sözün mânasını her işiten1

Her ne kadar söyleyeceklerimin çoğunu, şerh ve izahlarla nakledeceksem de bazı sözlere remiz ve ima yoluyla izah getireceğim.

îmâm-ı Hümâm Hüccetü’l-îslâm, Şeyh Ahmed-i Gazzâlî (Allah Teâlâ ona rahmet etsin) buyurmuşlardır ki: “Kalp ilminin ve nefis tezkiyesinin öğrenilmesifarz-ıayndır

îmam’ın dışındakiler de şöyle buyurmuşlardır: “Mümin kişi, kalp hastalığının ilacını ve nefsinin tezkiyesini tasavvuftan başka bir ilimde bulamazsa, bu ilimle uğraşmak ona vacip olur”.

[8b] Allah (cc) katında, kudsî nefisler ile kuvvetlendirilmiş ve kalpleri hastalıktan kurtulmuş bazı kimseler vardır. Onlar için “Nefse ve onun düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusu ve takvâyı ilham edene an- dolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” ve “Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.”2 âyetlerinin hükmü bu kişilere kâfidir.

Asfiyâ, bir an bile nefsi tezkiyeden ve kalbi tasfiyeden geri durmamış; bu tezkiye ve tasfiyeyle, Hakk’ın zâtına mahsus isim ve sıfatların tecellisinin süslerine ve feyizlerin güzelliklerine layık olmuştur. Bu görüş doğrultusunda, bir ermiş şöyle der:

Gönlünü ne kadar saflaştırırsan

Hakk’ın nûru gönülde o kadar tecelli eder3

“Senin en zararlı düşmanın içindeki nefsindir”4 hükmüne göre, nefis, insanın en büyük düşmanıdır ve insanın düşmanı hiçbir zaman insanın iyiliğini istemez. “Nefsine muhalefet et” hükmüne göre, nefse muhalefet etmek gerekir. “Küçük cihattan büyük cihada döndük”5 hadisinin hükmüne göre, nefse muhalefet etmek büyük cihadın ta kendisidir. Tasavvuf büyükleri, itminana kavuşmuş olsalar bile, [9a] nefsin hile ve tuzaklarından asla gafil olmamışlardır. Zira nefsin hilelerinin sonu ve tuzaklarının nihayeti yoktur. îrfan vadisinin savaşçıları, nefsi, emmarelik sıfatından arındırıp mutmainnelik mertebesine ulaştırmak için ne kadar mihnet ve meşakkat çekmek gerektiğinin idrakindedirler. Zira mârifetin kemâli çekilen mihnet ve meşakkattedir.

  1. Bu beyit Sa‘dî’nin gazelinde geçmektedir. Bkz. Sa‘dî-i Şîrâzî, age., s. 455.
  1. Şems, 91/9-10.
  1. Bu beyit Senâî’nin Hadîkatül-Hakîka adlı mesnevisinde geçmektedir. Bkz. Senâî-yi Gaznevî, Hadîka- tul-Hakîka vü Şerı‘atü’t-Tarıka, Haz. Müderris Razavî, Tahran, Çaphâne-yi Sipihr, 1374hş., s. 69.
  1. Aclûnî, Kefü’l-Hafâ ve Muzılul-İlbâs amme’tehere minel-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, c. I, s. 128.
  1. Aclûnî, Keşfi’l-Hafâ ve Muzdu’l-İlbâs amme’tehere minel-Ehâdısi alâ Elsineti n-Nâs, c. I, s. 424-425.

Aşk çölünü kat etmenin kolay olduğunu söyleme

Çünkü her bir kum tanesi bela dağıdır o çölde1

Hatemü’l-evliyâ, emîrü’l-mü’minîn Ali bin Ebû Tâlib (Allah Teâlâ varlığını şerefli kılsın) şöyle buyurmuşlardır: “Nefsini bilen Rabbini bilir.”2 Yani, nefsini tanıyamazsan terbiye de edemezsin. Nefsini layıkıyla terbiye edemezsen, Hakk’ın mârifetinin sebebi olan onu hakkıyla idrake ulaşamazsın. Hadis-i şerifte bu husus, şu şekildedir: “Nefsini en iyi bileniniz, Rabbini en iyi bileninizdir.”

[9b] Hükemâ, şöyle ifade etmiştir: “Nefsini tanımayan kişi yaratıcısını tanımaktan âciz kalmaya müstehaktır”3 Yani her ne kadar kişi nisbeten kendine yakın olan şeyi bilmekte hataya düşerse de kendine nisbeten uzak olan şeydeki kusurundan evlâ ve elzemdir.

Ey gönül! Aşk yolunda candan geç ki

Aşk âleminde bir yol bulasın

Hükema ifadesiyle; saf bir cevher olan nefsin bedenle olan taalluku âşığın maşukla kemâlât ve lezzetleri elde etmesindeki taalluku gibidir. Kelâm- cıların ifadesiyle; “hiçbir uzuv nefisten hâlî olmamakla birlikte, nefis her uzuvda tek başına harekete geçmez. Nefsin ilk taalluku hayvanî ruhladır. Ve nefis, gıda maddelerinin en güzellerinden hâsıl olmuş latif bir cisimdir. Bu latif cismin menşei, kalbin sol tarafıdır. Buradan, damarlar vasıtasıyla vücuttaki tüm uzuvlara dağılır.”

[10a] Tarikat erbabı, bu hususu şu şekilde açıklar; “Nefis, menşei kalp olan buhar gibi latif bir cisimdir. Ve tıpkı sütteki yağ gibi, bedenle kuşatılmıştır. Mukaddes ruhun taalluku bu ruhladır. Ve bu taalluk vasıtasıyla, ruhun feyzi, bedenin derinliklerine ve tüm uzuvlarına ulaşır. Harekete geçiren, idrak eden, düşünen ve tedbirli davranan bu ruhtur. Mukaddes ruhun hayvanî ruhla olan taallukunun şiddeti, sözle ifade edilmez bir derecededir. “Nefsini bilen Allah’ı bilir” hazinesinin anahtarı, buradan elde edilebilir.

  1. Bu beyitin Hüseyin Baykara’nın oğlu Feriddûn-i Hüseyin Mirzâ’ya ait olduğuna işaret edilmektedir. Bkz. Abdulhâkîm Şer’i Cüzcânî, “Nakş-i Şâ’irân ve Şâhân-ı Türktebâr der Tekâmül-i Zebân ve Şi’r-i Fârsî”, http://www.ariaye.com/dari7/farhangi/sharaey.html (Çevrimiçi) 29 Aralık 2017.
  1. Aclûnî, Kef’l-Hafâ veMuzîlul-İlbâs ammeŞtehere minel-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâ , c. II, s. 309; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, haz. Ekrem Demirli (İstanbul: Litera Yayıncılık, 2008), c. 8, s. 108.
  1. Bu sözün, Aristotalese ait olduğuna işaret edilmektedir. Bkz. Sadreddîn Muhammed b. İbrahim-i Şîrâzî, el-Mebde vel-Meâd (Tahran: İntişârât-ı Encümen-i Hikmet ve Felsefe-yi Îran, 1354), s. 6.

Bilmek gerekir ki Hz. Âdem’in nefsinde, âdemoğullarına ait nefislerin zerreleri mevcuttu. O zerreler, Allah’ın lutfuyla birer birer babaların sulbünden, yetişmesi için annelerin rahimlerine vasıl olurlar. Buluğ çağına erdiklerinde dinî yükümlülüklerin altına girmiş sayılırlar. [10b] Çünkü beden ve nefis kemâle eremedikçe îmânın madeni, aklın mahalli ve Sübhân olan Allah’ın nazargâhı olan kalp, îmân ve akıl nûruna mazhar olmaz.

Bil ki insanın ruh ve beden izdivacından biri kalp diğeri nefis olan iki çocuk hâsıl olmuştur.

Kalp; babaya benzeyen bir erkek çocuktur. Ruh, ruhanî sıfatlarlarla nitelenen lezzetlerle beraber ulvî âleme yönelmiştir. Nefis, anneye benzeyen bir kız çocuğudur. Zelil beden, yerilen sıfatlarla nitelenen lezzetlerle beraber süflî âleme yönelmiştir. Nefis, ruh ve bedenden doğduğu için ruhaniyet ve bekâdan izler taşır. Birbiriyle kardeş olan iki sıfattan birincisi, “hevâ”; ikincisi, “gazab”dır.

Aldığı özellikler bakımından anneye benzeyen “hevâ”, süflî uğraşlara meyil gösterir. Bu, su ve toprağın özelliğidir.

Ve “gazab”, yükselmeye ve böbürlenmeye meyillidir. Ve bu da ateş ve rüzgâra ait bir sıfattır.

[11a] Bu iki sıfat, azap ve azar sermayesi olduğu gibi aynı zamanda bizzat kurtuluş ve selâmet sebebidir. Geçim temini ve kemâl derecesine vasıl olmak için de bu iki sıfat gereklidir. Bu dünyada varlığı kalıcı olsun diye, hevâ sıfatıyla menfaatleri cezbetmek ve gazab sıfatıyla zararları defetmek için nefsin bu iki sıfatı sürekli birlikte çalışır. Bu iki sıfatın itidalli olması, kemâl sermayesini oluşturur. Aksi hâlde bu iki sıfatın itidalsizliğinden zelillik doğar.

Hevâ ve Gazabın İtidali, Galebesi, Noksanlıkları Hakkında:

Dokuz kısma ayrılır.

Birincisi, hevânın itidalli olması: Bu, ihtiyaç ve zaruret ölçüsünde, menfaatleri kendine çekmektir.

İkincisi, galebe arzusuyla, hevânın itidalsiz olması: Bu durum, genellikle dört ayaklı hayvanlarda olur. Hevâ galip gelirse, çeşitli hastalıklar ortaya çıkar. Eğer ömür isterse, emel ortaya çıkar. Eğer ihtiyaç vaktinden önce talep ederse, hırs ortaya çıkar. [11b] Eğer, değeri az şeylere meyli varsa, hasislik ve zillet ortaya çıkar. Eğer, fazla mal mülk edinmede ifrata kaçmaya meyli varsa, cimrilik ortaya çıkar. însan, kendi nefsini, arzunun galebesinden korumalı ve kanaat eteğine yapışmalıdır.

Her arzu hazinesinin kapısının kilidi

Gömülüdür kanaat hazinesinde

Hazine istiyorsan bir köşeye çekil

Böyle yapmıştır âlim yiğitler de

Üçüncüsü, noksanlıklardan ötürü, hevânın itidalsiz olması: Hevâ mağlup olursa; rezalet, tembellik, pervasızlık, samimiyetsizlik, adilik ortaya çıkar.

Bir an bile olsun kendi ömründen gafil olup şaşkın kalma

Dördüncüsü, gazabın itidalli olması: Bu da şeref, namus, şan ve güzel hasletlere sahip olmada mükemmellik ve itibarı koruma sebebidir [12a] Malın mülkün artmasına ve kemâle ulaşmaya vesiledir. Fazıl ve âlim kimselere yakınlaşma, alçak ve rezil kimselerden uzaklaşma, doğruluk ve yücelik sebebidir.

Eğer yumuşak davranırsan cesaretlenir düşmanın

Sert davranırsan da bıkar senden dostların

Sertlik ve yumuşaklık olsa bir arada en güzeli

Tıpkı cerrah olan ve merhem süren hacamatcı gibi

Beşincisi, galebeden ötürü gazabın itidalsiz olması: Gazab galip olursa kötü huylar, hiddet, hasımlık, böbürlenme ve kibir ortaya çıkar. Bunlar, yırtıcı hayvanlara ait sıfatlardır. Kendinizi, hayvanı sıfatların bulunduğu bu makamdan sakınınız.

Yırtıcı hayvan huyu senin nefsinden uzaklaşırsa

Ruh kuşun geri döner artık yuvasına

[12b] Ne çok akbaba nefsini ulvî âleme çevirir de

Hükümdarın eline oturan ancak doğan olur

Altıncısı, noksanlıklardan ötürü gazabın itidalsiz olması: Gazab, mağlup olursa hamiyetsizlik, miskinlik, zillet, rezalet, âcizlik ve dinin emirlerine karşı gevşeklikler ve bâtıl vehimler ortaya çıkar.

Tahammülü kendine bir rehber edin; ancak

Seni acze düşürecek bir rehber olmasın1

Yedincisi, hevâ ve gazabın her ikisinin birlikte noksanlıkları: Buna göre, bu iki sıfat mağlup olursa, kadınlık ve erkekliğin en rezil şekli görünür, âcizlik ve dinsizlik ortaya çıkar.

Bu yolda aslan yürekli adam olmak gerek

Zira deve yüreklilerle bir iş yapılmaz

[13a] Sekizincisi, hevâ ve gazabın her ikisinin birlikte galebesi: Buna göre, bu iki sıfatın galip gelmesi, akıl ve îmânda noksanlıklara sebebiyet verir. Nefis, fısk u fücura, katletmeye, yağmaya, zulme ve çeşitli fesatlıklara yönelir.

Melekler, insanoğlunun babası Âdem-i Safî aleyhisselâm’ın kalıbını seyrederken şöyle söylemişlerdir: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?”  Bu sıfatları müşahede ettiler; ama şeriat iksirinin böylesi bir nefse katılınca bütün o kötü sıfatları melekî, ruhanî ve rahmanî övülmüş sıfatlara dönüştürebileceğini tahmin etmediler. Bundan dolayı, Sübhân olan Allah Teâlâ onlara cevabında şöyle buyurdu: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” Şeriat kimyagerliği, bu sıfatları tamamen yok etmek değildir. Zira böyle olmasında da noksanlıklar vardır. Felsefe âlimlerinin hatası, “hevâ” ve “gazab” sıfatlarının tamamen ortadan kalkması gerektiğini düşünmeleriydi. Yıllarca uğraştıkları hâlde bu durum noksanlıklara sebebiyet verdi. [13b] Öyle ki ne kadar çok hevâyı yok etmeye çalıştılarsa, o kadar çok denaet ve himmet noksanlıkları ortaya çıktı. Ve gazabı yok etmekle, dinde ve şeriatte, hamiyetsizlik, gevşeklik, hâsıl oldu.

Dokuzuncusu, hevâ ve gazabın her ikisinin birlikte itidalli olması. “Allah (cc) bizi rızıklandırsın.” Bu iki sıfatın itidalli olması nefis ve bedenin selâmetine; aklın ve îmânın terakkîsine sebep olur. Şeriat kurallarına uyulduğu sürece; hayâ, cömertlik ve hayırseverlik, ilim ve şecaat, tevazu ve insaniyet gibi övülmüş sıfatlar, günden güne terakkî gösterir. Nefsin hastalıklarını işittiğin gibi, şimdi onun tedavisine de kulak ver. Çünkü doğru tedavi doğru ilaç olmadan mümkün olmaz.

Kur’ân hükümleri nefis hastalığının doğru tedavisine ve doğru ilacına dair beyan ve şerhle doludur. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “Biz, Kur’ân’dan mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz”1 Same- diyet ve izzet sahibi olan yüce Allah (cc) buyuruyor ki: [14a] “Yaratıcınız olarak biz, Kur’ân-ı Mecid’in âyetlerinin her bir hükmünü müminlerin illetlerine deva olması için gönderdik ki her bir Kur’ân âyeti manevî marazlardan bir marazın tedavisi; bâtınî, ruhî ve kalbî hastalıklardan bir hastalığın şifası olsun.”  Keza bu hususta hadisler de vardır. Aynı şekilde talip için şeriat ve tarikat menzillerini katetmiş, hakikat şarabının zevkini tatmış olan bir hikmet sahibinin sohbeti gereklidir. Ta ki talibin durumunu teşhis edip onda cimrilik hastalığı görürse ona malını bağışlamasını; gazab hâli görürse tahammüllü ve lutufkâr olmasını; hırs görürse terk ve tecridi; tamah görürse orucu; şehvet görürse dünyevî lezzetleri terk etmesini ve şer’î hükümlere göre riyâzet ve mücâhedeyi arttırmasını, söylesin.

Bu zindanda seninledir birkaç meclis arkadaşı Bulmalısın onlardan ayrı kalmanın yolunu

Birincisi cimrilik, ikincisi öfke, üçüncüsü hırs Dördüncüsü hile, beşincisi şehvet ve rehavet

[14b] Altıncısı kibir ve haset, yedincisi dost bunların hepsi sana Bu arkadaşlar yüzünden zamanın olur hebâ

Bunlarla bitir arkadaşlığını ve başka arkadaşlar edin ama

Yüce ve şanlı arkadaşlar olsun

Tevazu, çok kerem, sonra kanaat Kalp kırmak yok, sonra ictinab ve tâat,

Eğer akıllıysan ayrıca hikmet sana

Kop onlardan ve bağlan bunlara İyiliğini isteyenlerle arkadaşlık et Kötülüğünü isteyenlere yüz çevir

Bil ki Allah’ın evliyalarından bir tâife vardır ki kendilerine melâmiye” denir. Bu tâifedekiler, [15a] şeriat ve sünnetin izinden bir adım bile ayrılmazlar. Baştan sona sürekli nefislerini kınadıkları için “melâmî” adıyla anılmışlardır. Ve onlar, nefislerinin tezkiyesi ve tasfiyesi için sürekli riyâzet ve mücâhedeyle meşguldürler. Eğer bir an olsun riyâzet ve mücâhedeyi elden bırakılırsa, fuzuli uğraşlar ortaya çıkar. Ve asi nefis, serkeş bir at oluverir. Her kim ki serkeş nefsin buyruğuna uyarsa, asla felâh ve necat yüzü göremez. Zira felâh, İslâm’ın neticesi; necat da îmânın semeresidir. Ve İslâm’ın hakikati, hükme uyup uğursuz nefse muhalefet etmektir. En doğru olan da budur. Hadiste şöyle buyrulmuştur: [15b] “Allah Teâlâ Mûsâ’ya vahyetti: “Ey Mûsâ, eğer benim rızâmızı istiyorsan nefsine muhalefet et. Doğrusu biz mahlûkatta nefsin dışında bizim ilâhlığımıza karşı çıkacak başka hiçbir şey yaratmadık.” O hâlde nefse uymak, en büyük musibetlerdendir. Ve nefse muhalefet etmek, bütün tâatlerin başında gelmektedir. Adalet bakımından kendi durumunu tasavvur et. Eğer, nefsanî hazlardan uzak durmuşsan; elini ve uzuvlarını, lüzumsuzluk ve çirkinlikten korumuşsan; kibir, kendini üstün görme, cimrilik, hırs ve haset gibi tehlikelerinden kurtulmuşsan bu devleti ganimet say ve bu saadetin artması için çalış. Eğer “Allah (cc) korusun” nefs-i emmârenin hizmetine girerek cismanî lezzetlere alışıp fâni dünyaya aldanmışsan, bu musibetin matemini tut ve gaflet pamuğunu, akıl kulağından çıkar. Ve bu hastalığın tedavisiyle meşgul ol.

[16a] Her ne kadar ahadiyet sarayına giden yollar kısıtlı değilse de muhakkikler, bunun için üç yoldan söz etmişlerdir:

Birincisi: İbadet ve tâatı çokça yapan muâmelât erbabının yoludur. Bu yol herkesçe bilinir.

İkincisi: Ahlâklarını tebdil eden mücâhedat ashabının yoludur. Bu yoldan önceki kısımda bahsedildi.

Üçüncüsü: İlâhî âlemin engin fezasında, Hz. Lâyezal’ın lutfunun cezbelerinin kanatlarıyla uçan ehl-i tarik ve saliklerin yoludur. Bu yol, en şerefli y oldur. Evvel emirde, bu kavmin menzile vasıl olması, diğerlerinden öncedir. Bu saadetin izlerinin ortaya çıkmasını sağlayan on şey şunlardır: Tövbe, züht, tevekkül, kanaat, uzlet, zikir, teveccüh, sabır, murâkabe ve rızâ. “Allah (cc), bizi ve sizi kendisinin sevgisine layık olanlardan kılsın.”

Kalbin Saflaştırılması Hakkında

Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Şüphesiz bunda kalbi olana bir öğüt vardır.”1

[16b] Hz. Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “İnsanoğlunun vücudunda bir et parçası vardır ki o iyi olursa vücudun diğer tarafları da iyi olur; o kötü olursa vücudun diğer tarafları da kötü olur. İyi bilin ki o kalptir.”

Rabbânî esrarın mahzenidir gönül

Ruhanî nûrların mahremidir gönül

Sıdk ve safânın madeni olan gönül evi

Yüce Allah’ın zâtının tecellisinin mazharıdır

Bil ki: Âdemoğlunun kalbinin bir yüzü, melekût ve ruhaniyet âleminde; bir yüzü de mülk ve cismaniyet âlemindedir. Gayb âleminden ruha ruhtan ise gönüle ulaşan her yardım ve feyzden bir kısmet/hisse alabilmesi için kulun gönlüne melekût âleminden bir yol açılmıştır. [17a] Kalp, her bir uzva ince damarlarla bağlandığı için damarlar, o feyizlerin mecralarıdır. O yollardan, her uzva uygun feyiz ulaşır ve o uzuv ondan mükemmel şekilde menfaatlenir. O feyze “hayvanî kuvvet” ve “hayat” denir. Ve bu feyizler, o uzuv için süreklidir. Bir an olsun, o feyiz kesilirse, uzuv hareketsiz kalır.

Gönül nedir, ruhun hâllerinin kâşifi

Gönül nedir, ruhun feyizlerinin kabili

Ey ince görüş sahibi, gönüle dikkatli bakarsan

Seni yaratanı görürsün ayan beyan

Kalbe hayat, ilim ve akıl bahşeden ruhtur. [17b] Tıpkı güneş gibi, kendi nûrunun parlaklığıyla nûr saçtığı evi aydınlatır. Sonra, ev de parlaklık bakımından, güneşin sıfatıyla nitelenmiş olur. İnsan bedeninde, kalpten daha münasip hiçbir şey yoktur. Zira gönül saflaşınca ve kemâlâta meyledince ilâhî sıfatların tecellîgâhı olur. Mahlûkattan hiçbir şeyin onun gibi gücü kuvveti ve tahammülü yoktur. “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi”2 âyeti, bizzat bunu açıklar.

Sübhân olan Allah Teâlâ’nın öyle kulları var ki onların kalpleri, Peygam- ber’e tâbi olmakla saflaşmış; kemâl elde etmede öyle bir mertebeye ulaşmışlardır ki gün içinde birkaç defa Hakk’ın celâl ve cemâl sıfatlarının nûrunun deryası, onların gönüllerinde tecelli eder de onlar, Allah’ın yardımıyla, o tecelliyata dayanmaya güç ve tahammül bulurlar.

[18a] Dünya menzilinin o garipleri

Ve Cennetü’l-me’vâ’nın o azizleri

Kudsî sarayın hareminin mahremleri

Sidretü’l- ünsî’nin levhasını okuyanları

Onların makamı Cennet-i kurb’dur

Benim bedenim onların ayağının toprağıdır

Kalp nedir, saflaşması nasıldır ve terbiyesi ne şekildedir, bilmek gerekir. Kalp, göğsün altında sol tarafında ve herkeste bulunan kozalaksı et parçasıdır. Onda her insanın sahip olamadığı bir can vardır. Tıpkı beden gibi, o nda da melekût ve ruhaniyet âlemini idrak edebilmeyi sağlayan beş duyu organı vardır. [18b] Şöyle ki;

Gönül gözüyle, gaybı müşahede eder.

Gönül kulağıyla, gayb ehlinin kelâmını işitir.

Gönül burnuyla, gaybın rayihalarını koklar.

Gönül ağzıyla, muhabbetin zevkini ve îmânın halavetini tadar.

Bilgiler elde etmede ve o bilgilerden faydalanma bakımından akıl, kalp için bir dokunma duyusu gibidir.

Kalbin salâh ve safâsı, onun duyularının selâmetinde; kalbin küdureti ve bulanıklığı ise onun hastalanmasıyla ortaya çıkar. Her kimin bu hisleri selâmetteyse, o kimse kurtulmuştur. Her kimin bu hasseleri selâmette değilse, fesat ve helâk içindedir. Tıpkı bu hadisin anlamında olduğu gibi: “İnsanoğlunun vücudunda bir et parçası vardır.”1 “Allah’a arınmış bir kalple gelenler başka”  âyet-i kerimesinden bu mefhum hâsıl olur.

Kısacası, kalbin saflaşması tam anlamıyla o, Allah’a teveccüh ettiği zaman; hastalığı ise mâsivâya ettiği zamandır. Bu sebepten, [19a] Hz. îbrâhim aleyhisselâm, mâsivâya bakarken şöyle dedi: “Ben hastayım” Kelâm-ı ilâhî’de bu türden işaretler çoktur ve kalbin birçok makamı vardır. Eğer bunlardan her birinin şerhiyle ayrı ayrı meşgul olursak sözü uzatmış oluruz.

Bil ki kalbin saflaşması için çok çaba sarf etmek (Allah Teâlâ onlara rahmet etsin) meşâyihin yoludur. Onlar nefsin tezkiyesine o denli çaba sarf etmeyip daha çok kalbin saflaşması için çabalarlar ve derler ki kalbin saflaşması gerçekleşip Hakk’a teveccüh şart olarak hâsıl olunca gönle o kadar feyiz ulaşır ki bir ömür nefsin tezkiyesiyle meşgul olunsa bu feyiz ele geçmez. Gönül pasını temizleyen ilk şey, dünyayı terk etme, uzlete çekilme, alışkanlıklardan vazgeçme, mal ve makamı gözden çıkarmakla sûretten tecrittir; tecritten sonra, bâtınî tefridle meşgul olmak ve gönül evinden hakikî sevgiliden başka her şeyi çıkarmak gelir. Bu iki hâl hasıl olduğunda, tevhid ortaya çıkar.

[19b] Vefa tavlasını âşıkâne kaybeden ârif

Allah yolunda kaybetti iki âlemin servetini

Fakr ve fenâ mahallesinde bir acayip dükkân vardır

Bu dükkânda her ne varsa kaybetmek hoştur

O zaman vahdaniyet makamı ortaya çıkar. Şeyh Ferîdüddin Muhammed Attâr (Allah Teâlâ ona rahmetini geniş kılsın) sâlikleri tevhidin hakikatleri ve tecridin incelikleri hakkında teşvik etmek ve onları gayretlendirmek için:

Ey hem canın hem de gönlün ilacı

[20a] Bir nûrsun sen, ateşin değmediği

Ten fanusundaki nûrdan kandilsin

Ne kadar yakınsan o kadar da uzaksın

Şişeyi kır ve dök içindeki yağı

Sarıl yıldızın şavkına küpedeki inci gibi

Senin doğuyla batıyla ne işin olur ki

GökyüZününnûrusanahisarolmuşken

Bunlar; kalbin saflaşmasıyla, şeriat kaidesine göre Hakk’a yönelmekle, halvet ve uzlete bağlanarak ve bütün beşerî hasselere hâkim olmakla hâsıl olur. Zira gönülde meydana gelen Hakk’ın tecellisinin önündeki bütün o perde ve engeller, hasselerin hâkimiyeti sebebiyledir.

Gözlerin bakışından gelir kalbe tüm afetler

Zira gözün gördüğüne kalp takılıp gider

Eğer beşerî hasselerin afetinden korunursan, kalbe bâtınî yoldan gelen nefsanî perdeler ve şeytanî vesveseleri berteraf edersen, daimî zikir hâliyle kalbi maddî ve manevî şeylerden arındırırsan ve de bu yolda yürümeye devam edersen [20b] zikir sultanı; kalp ülkesini istila eder, Hakk’ın zikri ve onun muhabbetti dışında her ne varsa kalpten çıkarır ve kalp tahtına bir padişah edasıyla oturur. Kalp de ona ısınır ve mâsivâya karşı bir meyli olmaz. Zira kalp, Kelime-i tevhîd ile nakışlanırsa, gönül tam olarak selâmete erer.

Gönül haberdar olunca dünyanın iyisinden ve kötüsünden

El çeker dünyanın hem iyisinden hem de kötüsünden

Gönüldeki bütün bu kargaşa ve binlerce düşünce

Artık “Lâ ilâhe illâllah”dır tamamen

O zaman gönül ülkesine, hakiki sevgilinin muhabbeti yerleşir, Samedi- yet’in Celâl sarayına layık olur. Böylece kuds âleminin mahremleri, öbek öbek o âşık sâliki seyre gelir, onu medh ve senaya başlarlar. Her biri ona övgüde bulunur ve şöyle söyler:

[21a] Uzletteki Îsâ bugün sensin!

Dünyaya asla bel bağlamamış

Kendi içine dönüp âlemle bağını koparmış

Dünyadan uzaklaşıp uzlet köşesini seçmiş

Daha sonra hakiki sultanın, gönlün halvet sarayında görünmesi için gönül ülkesini, sıdk, ihlas, tevekkül ve samimiyet, kerem ve mürüvvet, gibi övülmüş çeşitli sıfatlarla ve beğenilmiş hasletlerle süsler ve o zaman şöyle söyler:

Cihana sığmayan

Gönlüme sığdı1

O öyle bir gönüldür ki keşmekeş anında

Allah’tan başkasını bulamazsın onda2

[21b] * “Yere göğe sığmam ancak; mümin kulumun kalbine sığarım”3 bu hadis de bu mânaya işaret etmektedir. O zaman Hakk’ın fermanı, bedenin tüm uzuvlarına galip gelir ve bundan böyle kişi, her ne yapacak olursa, Hakk’ın emri ve işaretiyle yapar.

“Ben kulumun kulağı, gözü, dili ve eli olurum. Dolayısıyla benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur ve benimle galip gelir.”4 Bu hadiste de kastedilen, bu mânaya işarettir. Ama yine de Celâl ve Cemâl sıfatlarının tecellîgâhı olan kalp, daima tasarruf altındadır ve bir şekilden bir şekle bürünür. “Müminin kalbi, Rahman’ın iki parmağı arasındadır; onu istediği şekilde evirir çevirir.”5

Her gönlün vasfı işte budur:

Alma kendi sevgilinden başka bir sevgili gönlüne

[22a] Mülk ve melekût âlemi kulun kalbine oranla, bir zerreden daha az yer kaplar. “Arş ve onun içindekilerden yüzbinlercesi, Allah’ı bilen ârifin kalbinin köşelerinden bir köşeye girse bile, ârifin gönlünü etkilemez”6

Aşk sultanına taht olan gönülde

Başka biri nasıl yer edine

“Onlar öyle insanlardır ki kendilerine verilen nimetlerin süvarisidirler”7 buradan hâsıl olur.

Melekût cennetine giren âriflere

Yoktur cânanın cemâlinden başka bir azık

Azizim! Cehdet, ihtimam göster ki bu fazîletlerden mahrum kalmayasın. Her durumda Allah’a hamdolsun, Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sana ruh hakkında soru sorarlar”1 Bil ki ruh, gayb âlemindendir. Ruhun Allah’la olan böylesi bir yakınlığına [22b] hiçbir varlık sahip değildir. “Âlem-i gayb” tartılıp ölçülemez bir âlemdir. Ve ilk cevherin maddesizliği “Kün” emriyle zâhir olduğu için buna “âlem-i emr” de denir.

Âlem-i melekût’un menşei, “âlem-i ervah”tır. Âlem-i mülkün kaynağı, âlem-i melekûttur. “Her şeyin hükümdarlığı elinde olan Allah’ın şanı yüce- dir”2 Ve topraktan yaratılan Hz. Âdem, “Ona ruhumdan üfledim”3 âyetinin teşrifiyle şereflenince büyük bir saadet kazandı. Allah’ın, Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemesi hakkında, mısra:

Bizim eğri düşüncemizin kavrayamayacağı naziklikler vardır

Ruhun kemâl mertebesi, ruhun donatılmasındadır. Ruh, kemâl sıfatlarıyla süslenmeden Hz. Hakk’ın hilâfetine layık olamaz. Sâlikler, ruhun donatılması ya da nefsin tezkiyesinin önceliği hususunda, kendi içlerinde fikir ayrılığına düşmüş ve her biri, kendine göre bir yorumda bulunmuştur. [23a] Velhasıl eğer kişi, nefsini şeriat kurallarıyla zapturapt altına alıp, nefis tezkiyesinden önce gönlünün saflaşmasına ve ruhunun donanmasına yönelirse, şüphesiz gönül ve can da Hz. Yezdan’ın sarayına yönelir. Umulur ki bu durumda, Hakk’ın lutufları gönlü karşılamaya gelir ve ilâhî feyzin inâyetinin cezbeleri, art arda ortaya çıkar. Böylece mücâhedeyle bir ömür boyu elde edilemeyecek nefis tezkiyesine ulaşılır. “Hakk Teâlâ için olan bir cezbe, ins ü cinnin amellerine eşittir.”4

Eğer istersen bilmek bu mânayı5

Sûrete takılıp kalmaktan sakın kendini

Zira her kim ki sûrete takılıp kalır

Böyle bir mânaya nasıl ulaşır

Bil ki ruh nefsanî cisme taalluk etmeden önce, bir çocuk gibiydi. Gerçi [23b] ruh o makamda, ruhanî mârifet ve ilimlerin külliyatından haberdardı. Fakat ruh, beşerî kuvvelerin ve insanî hasselerin vasıtasıyla kazanılan âlem-i şehâdetin ilim ve marifetlerinden mahrum idi. Ruh, insan bedenine bağlanınca, çocukla aynı hükme sahip olur. Yani kemâle ermesi için tam bir şekilde terbiyesine gayret gösterilmelidir. Ruhun terbiyesinin yolu şu ki ruhun bedenle beşerî sıfatlar vasıtasıyla birleşmesinden bulduğu her bir taalluk tamamıyla tedricen ortadan kaldırılır. Zira her taalluk, ruh için Allah’a uzaklık ve perde hükmündedir. Ünsiyet edindiği ve yaradılışına hoş gelen her şey, ruhu tutsak etmiş ve o cemâlin şevkinden mahrum bırakmıştır.

Eğer istiyorsan bu külhanın yemyeşil bir gülistana dönüşmesini

Gece gündüz çalış imar etmek için bu bostanı1

[24a] Her perde kalktıkça onun yüzüne bir kapı açılır ve kurbiyet ortaya çıkar, saadet yeli cananın ünsiyet kokusunu, canının burnuna ulaştırır.

Ruhun terbiyesinde ve perdenin kaldırılmasında üç kâmil mürebbî tam tekmil çalışır:

Bu üç mürebbîden;

îlki, şeriat kaidelerine göre yasakları ve sorumlulukları sâlike ileten şeriat yolunun hâdîleridir.

îkincisi, dünyevî bağlardan ve mizacın alışkanlıklarından kopmuş tarikat yolunun sâlikleridir.

Üçüncüsü; ruhun cismanî taalluktan kurtulup beşerî sıfatlardan arınabilmesi için onu, tecelliler, gaybi feyizler ve Hz. îlâhî’nin nârlarının parıltısından haberdar eden hakikat mahallesinin sakinleridir.

Ruh bu terbiyeyi kazanınca ulaştığı her mertebede, mülk ve melekût âleminden her ne varsa ona sunulur. Ruh, hamd makamına ulaşır ve şöyle söyler:

[24b] Var oluşun zirvesinde bana bir yıldız doğdu

Ruh kendi varlığından ve yokluğundan kurtuldu

îlk mertebede beşikte bir bebekti

Allah’a hamd olsun artık buluğa erdi

1 Bu beyit, Irâkî’nin divanındaki bir kasidede geçmektedir. Bkz. Fahreddîn-i Irâkî, age., s. 99.

O zaman ruh, mülk ve ufuklarda ve ruhlar aynasında, Hakk’ın tüm beyanatını ve âyetlerini mütalaa eder. Bu esnada şöyle söyler:

Rubâî

Gözümde sen ayan olmuşsun ben bundan gafil

5        Gönlümde sen gizlenmişsin ben bundan gafil

Cümle cihanda sana ait bir iz ararım

Cümle cihan sen’mişsin ben bundan gafil1

Bu makama ârifler, aşk makamı derler. [25a] Aşk bu makamda, ruh gibi; ruh da beden gibidir ve beden ortadan kalkmıştır. O zaman “o onları sever, 10 onlar da onu severler”2 ifadesindeki karşılıklı aşk ve mülâtafat ortaya çıkar. Çeşitli gaybî keramet ve tecelliler zâhirde ve bâtında belirir. “Allah açıkça yahut gizlice üzerinizdeki nimetlerini tamamladı”3

Aşk, âşığın gönlünü alınca

Âşığın canını kendi cilvegâhı yapar

15 Azizim! Üstün çaba göster, bu işe yiğitçe adım at, hiçbir şekilde gevşeklik gösterme ve ümitsiz olma!

Bir adam olmak gerek yüce himmetli

Zira akıl gözüyle bu olguyu görmeli

Bu toprak yığının nimetlerinden

20        Bir toz bile himmet eteğini kirletmemeli4

[25b] Bu denli hayret uyandıran aşk dolu sözleri duymasa bile yüz çevirmeyecek bir yiğit olmak gerekir.

Ey gönül yüzünü sana dönenlerin kıblesi

Cümle bahtiyarın gönlü sana yöneldi

25        Bugün her kim yüzünü çevirirse senden

Yarın hangi gözle görecek seni5

  1.  

Ruhun hâlleri çoktur. Aşkın galebesi ve şevkin ızdırabı ruhun hâllerin- dendir. Ruh, aşkın galebesi ve şevkin ızdırabıyla şaşkına döner ve şaşkınlık sebebiyle, daha fazla aşka ve şevke talip olur.

Hani beni benden alan o cezbe

5        Hani içince beni benden alan o cür’a

[26a] Hani o bade ki içeyim de bihaber olayım kendimden

Zira kendimden çok melulüm1

Bazen bu ruhanî makamda, sâliki kendi varlığından usandıran ve onu helâk olmaya zorlayan bir hâlin vaki olduğu an olur. Hallâc, (Allah Teâlâ 10 ona rahmet etsin) bu makamdaydı ve aşkın galebesinin çokluğundan şöyle söylemektedir:

Beni öldürün ey dostlarım

Muhakkak ölümümde hayat vardır

Ve hayatım ölümümde

15        Ve ölümüm de hayatımdadır 

Bu makamda çokça hâller hâsıl olur. Bu hâllerin şerhi bu muhtasar esere sığamayacak kadar çoktur. Hülasa, bu makamda sâlik ârife ızdırap vardır. Ve bu ızdırap o dereceye ulaşır ki sâlik ârif helak olmaya yüz tutuğu sırada, ansızın ilâhî emirle ezelî inâyet ona ulaşır. İzzet perdesi, Hakk’ın cemâlinin önün- 20 den kalkar ve gönlü yanmış âşık, binlerce lutuf ve merhamete mazhar olur.

[26b] Teselli ederler lutufla âşıkları

Uzaklaştırırlar ondan sonra âşıklardan dilberleri

Sen kendinden uzaklaşmadıkça

Açamazsın sevgiliye can gözünü

25 Maşukun merhamet ve lutfuna mazhar olduğunda sadık âşık, şeydâ ve şaşkın bir hâlde, maşukun cemâlini seyrederken şöyle söyler:

Güzelliğinle gönlümü çalan sen

Bu ne lutuf bu ne güzellik

Korkum odur ki aşkının gamından

Delicesine gönlüm isyan etsin

Cemâlinde öyle bir letafet var ki

[27a] O letafetten iki göz görmez olur1

Beyit

Senin âşıkların yeniktir

Senin aşkının avladıkları, şanlı olur 

Mademki sâlik, toplumun düzen ve âdetlerine göre yaşadığı sürece kemâlâttan mahrum kalır, o hâlde, insanî kemâlâtın en son sınırına ulaşmak için bir an bile şeriatın inceliklerini terk etmeyecek bir şekilde, toplumun düzen ve âdetlerinden vazgeçmelidir.

Âdet ve kural üzere yaşama

Bil ki ilerleyemezsin benzersen topluma

Hakikatten gafil olan bir topluluk

Aşk mahallesi sakinlerinin yolundan uzaktır

Düşün cana can katacak şekilde

[27b] Üstün gelsin düşüncen ötekilere

Aşina olduğu kişiyi muhakkak

Karanlıktan çıkarır bu mum aydınlatarak

Bu bahsim aşina olanlara

Ki onlar benim işimin yabancısı değildir

İrfan ehli kimseler, daima aşkın sırrını ağyardan gizlemişler ve aşkın sırrına vâkıf olmanın yollarını, bu işe muvafık sırdaşlarından başkasına açıklamamışlardır.

Mâna sözü değerli bir cevherdir

Cahille bir araya gelirsen sus konuşma

Yakutun kıymetini sarraf bilir

Niye koyarsın onu eskici dükkânına

5        Sarraf mücevheri eline alır, ama

[28a] Anlar değerini aklıyla ve zekâsıyla

Ey kâinat denizinin incisi, varlık madenin cevheri! “Allah (cc) seni katından bir ruhla ve hidâyetle kuvvetlendirsin.” Cehdet, ihtimam göster ki Hz. Feyyaz’ın feyiz ışığından bir parıltı ve Mennân olan Allah’ın sınırsız sofra- 10 sından bir nevale sana ulaşsın. Ola ki asfiyâ zümresine ilhak olup onların kitaplarına yazılırsın. İlâhî hazinelerin mahzeni ve sultanî hazinelerinin definesi olan; şeriat, tarikat ve hakikate uygun olan bu isabetli bâbı muhafaza etmelisin. Bu hususta söylenecekler bitmez, özetleyerek kısaltıyoruz, zira bu özet, tevhid hakkında ilâhî mârifet ve sırlardan bir numune; sonsuz lutuflar 15 ve nûrlardan bir çeşni olması bakımından yeterlidir.

Az olsa da misk hoş bir koku gelir buruna

[28b] Evi aydınlatır çerağ küçük olsa da

Tatmak için yeter bir yudum, şaraptan

Meclise yeter bir deste reyhan, bağdan

İKİNCİ BÂB İLM-İ MANTIK HAKKINDA

Bil ki insan bedeni, bir odaya benzer ve akıl bu odada sultan gibidir. Bedenî beş duyu, hücrenin pencereciklerine benzer ve akıl her bir pencereden bahçeye bakar. Göz pencereciğinden görür; kulak pencereciğin- den duyar. Buna binaen beş duyu yoluyla zihne gelen her sûrete mahsus denir. Aksi hâlde, “ma’kûl” diye adlandırılır.

Zihne gelen her sûret, eğer hüküm taşımıyorsa ona “tasavvur” denir. Örneğin; ruh gibi. Zihne gelen her sûret, hüküm taşıyorsa ona “tasdîk” denir. “Allah (cc) Kâdir”dir gibi. [29a] Hüküm işin bir işe nisbetidir. Eğer bir şey, başka bir şeyin sübutuyla doğrulanıyorsa, ona “îcab” denir. Nefyediyorsa ona “selb” denir.

Tasavvur ve tasdîkin her biri ikiye ayrılır: Ya insanın tasavvuru ve âlem hâdistir tasdîkine göre sonradan elde etmeye ve kıyasa muhtaç olarak kesbîdir. Ya da Zeyd güzel yüzlüdür tasdîkine ve güzellik tasavvuruna göre fikre ve kıyasa muhtaç olmayarak zaruridir.

Nazar, tasavvurî ya da tasdîkî açıdan bilinmeyenlerin bilgisini kazanma yönünde, tasdîkî ya da tasavvurî açıdan bilinenlerin tertibinden ibarettir. Tasavvura ulaştıran her akıl yürütmeye, “muarrif” ya da “kavl-i şârih” denir. Örneğin; insanın tasavvuruna natık olan canlı tasavvurunu ulaştırdığı gibi.

Ve eğer tasdîke ulaştırıyorsa buna da “hüccet” ve “delil” denir. [29b] Örneğin: “Âlem değişkendir ve her değişken olan da hâdistir’’ tasdîki, “âlem hâdistir” tasdîkine götürmektedir.

Her ne kadar da muarrif ve hüccet, lafızlara değil anlamların hakikatine dair olsa da tefehhüm ve tefhim bakımından lafızlara muhtacız. Bu yüzden bil ki lafız ya “müfred” ya da “mürekkeb”dir:

Müfred lafız; lafzının bir cüzünün, kastedilen anlamının bir cüzüne delâlet etmediği lafızdır.

Mürekkeb lafız; müfred lafzın tersidir.

Zihne gelen bir şeyin tasavvuru eğer birden çok şey arasında ortaklığın mevcudiyetine engel oluyorsa ona “cüzî-yi hakikî” denir. Örneğin, Zeyd’in zâtı gibi. Eğer buna engel olmuyorsa, ona “küllî” denir. Örneğin, insan mefhumu gibi.

Küllî kendi fertlerine nisbet edilince ya fertlerin hakikatinin aynısı olur ve ona “nev’” denir, insan lafzındaki gibi, ya da fertlerin hakikatinin cüzi bir parçası olur ki bu iki çeşittir:

Ya mahiyet ve diğer hakikatler itibarıyla müşterek bir nokta bulunur. Çünkü canlı sıfatı insan ve diğer canlılar arasında müşterek bir noktadır ve ona cins denir.

[30a] Böyle değilse ona fasıl denir. Çünkü nâtık sıfatı insanın hakikatine özgüdür ya da fertlerin hakikatinin dışında olur. Fasıl da iki çeşittir:

Has: Bir hakikate özgü olursa buna “hassa” denir. İnsana özgü olan zahik (gülen) sıfatı gibi ya da âm denir. Bir hakikate özgü olmazsa buna “araz-ı âm” denir. Çünkü maşi (yürüyen) sıfatı her bir kişinin hakikatine özgüdeğildir

Külliyyât-ı Hamse’nin Tarifi

Nev’: Fertlerin hakikatinin tamamı olan külldür. Zeyd ve Amr’a nisbet insan gibi.

Cins: Fertlerin hakikatinin bir cüzüdür ve o hakikat ve diğer hakikatlar arasında ortaklık tamdır. İnsan tarifinde canlı gibi.

Fasıl: Fertlerin hakikatinin bir cüzüdür ve mümeyyizdir. [30b] İnsan tarifinde nâtık gibi.

Hassa: Fertlerin hakikatinin dışında olan ve ondan başkasında gerçekleşmeyen küllîdir. Gülen gibi.

Araz-ı âm: Fertlerin hakikatinin dışında olan, o hakikatte ve onun dışında bulunabilen küllîdir. [Yürüyen gibi.]

Cins iki çeşittir:

Cins-i karîb: Müşterek noktalar arasında tam müşterek noktadır. Canlı gibi.

Cins-i baîd: Müşterek noktaların bazısı arasındaki müşterek olan küllî- dir. Cism-i nâmî gibi. Fasıl iki çeşittir:

Fasl-ı karîb: Bir hakikate özgü olan fasıldır. Nâtık gibi.

Fasl-ı baîd: Tam müşterek olmayan ve bazı mâhiyetler bakımından ayırıcı fasıldır. Hassas gibi.

[31a] Nev’ iki çeşittir:

Îzâfî: Cinsin kendisi ve diğer bir mahiyeti için söylenen nevdir.

Hakiki: Fertlerin hakikatinin aynısı olan nevdir.

Bu iki mâna arasında umum ve husus mutlaktır.

Bil ki başka bir küllîye nisbet edilen her bir küllî; “mübâyenet”, “musâvât”, “umum ve husus mutlak”, “umum ve husus min vech” olarak dört ilkeye bağlıdır.

Zira küllînin bu dört yönünden biri diğer fertlerinden hiçbir ferdine karşı doğrulanmıyorsa mübayene olur. Însan ve at gibi.

Ve eğer, küllînin her bir özelliği diğer fertlerinin tümü üzerinde doğrulanıyorsa “musâvât” olur. Însan ve nâtık gibi.

[31b] Eğer küllînin dört yönünden biri, diğerin fertlerinin tümü üzerinde doğrulanıyorsa; bir yönü de başka fertlerin bazısı üzerinde doğrulanırken bazısı üzerinde doğrulanmıyorsa bu, “umum ve husus mutlak” olur. Însan ve hayvan gibi.

Ve eğer küllînin bu dört yönünden her biri, diğer fertlerinin bazısı üzerinde doğrulanıyorsa, onun fertlerinden başkası üzerinde de doğrulanıyorsa bu da “umum ve husus min vechi”dir. Însan ve beyaz gibi. Çünkü bu her iki yön Rumlu insan üzerinde doğrulanır. Ve insan, beyaz harici üzerinde de doğrulanır. Hintli insan gibi. Ve beyaz da insan harici üzerinde de doğrulanır, kar gibi.

O hâlde, mütebâyinân her zaman birbirinden fark edilebilir; mütesâ- viyân da sürekli bir arada bulunurlar. Ve mutlak hâs, mutlak âmsız olmaz, bunun aksine umum âm, mutlak hâssız olur. Umum ve husus min vech, bir cisimde bir arada bulunurlar. Ve her birinin de iftirakî bir maddesi vardır.

Şimdi anladın ki ilim ya “tasavvur”dur ya da “tasdîk”tir. Ve “mâlum” da ya tasavvurî ya da tasdîkî’dir. “Meçhul” de aynı şekildedir. Ve tasavvurî ve tasdîkî meçhul ile ilgili temel ilkeler vardır ki meçhulü bilmek bu temel ilkelere bağlıdır. [32a] Nitekim külliyât, muarriflerin temel ilkelerinden; kaziyyeleri de hüccetin temel ilkelerindendir. Tasavvurların temel ilkelerini bitirdikten sonra, muarrif olan tasavvurların amaçlarını açıklamaya başlayalım.

Bil ki muarrif, tasavvuru başka bir şeyin tasavvurunu gerektiren ve onu, ondan başka bütün şeylerden ayıran şeydir. O hâlde, eğer muarrifin özünü gerektirirse “hadd-i tâm” diye adlandırılır. Eğer özün gereği olmazsa ondan başka bütün şeylerden onu ayırandır. Üçe ayrılır: Hadd-i nâkıs, Resm-i tâm, Resm-i nâkıs.

Külliyât’ın dört türünün oluşumu bu şekildedir:

Fasl-ı karîb hadd’dir; hassa resm’dir ey gönül!

Cins-i karîb varsa, her ikisi de olur hâsıl tam tamına

Her birine cins-i karîb eklenmediği takdirde

[32b] Senin kavraman eksik olur bu dört müşkül hakkında

Hadd-i tâm: Cins-i karîb ve fasl-ı karîbden mürekkebdir. Nâtık canlı gibi.

Hadd-i nakıs: Cins-i baîd ve fasl-ı karîbden mürekkebdir. Nâtık cisim gibi.

Resm-i tâm: Cins-i karîb ve hassadan mürekkebdir. Gülen canlı gibi.

Resm-i nâkıs: Ya cins-i baîd ve hassadan mürekkebdir, gülen varlık gibi ya da araz-ı âm ve hassadan mürekkebdir. Gülen varlık gibi.

Ve kısaca, “hadd-i tâmm”ın tarifi; özün künhü tasavvurunu gerektirmektedir. Diğer üçünün (hadd-i nâkıs, resm-i tam, resm-i nâkıs) tarifi, bizce tasavvuru gerektirir. Ve dört çeşidi de (hadd-i tâm, hadd-i nâkıs, resm-i tam, resm-i nâkıs), Arap dilcileri “had” diye adlandırmışlardır. Ve dört tür arasında bir ayrımda bulunmamışlardır. Tasavvurâtın amaçlarından söz ettikten sonra, mebâdi-i tasdîkâtı açıklamaya başlayalım:

[33a] Bil ki “kaziyye”, onun mümkünatının tasdîk ya da tekzibinin doğru olmasından ibarettir. Dört cüzden oluşur: “mahkûm aleyh”, “mahkûm bih”, “nisbet-i hükmiyye”, “hüküm”.

Kaziye, ister mûcibe; ister sâlibe olsun üç kısma ayrılır:

  1. Cümle: el-însânü kâtibün (o insan yazıcıdır), mahkûm aleyh ister müptedâ olsun; isterse fâil, mevzû diye adlandırılır. Mahkûm bihe de ister haber olsun ister fiil, “mahmul” denir. Nisbet-i hükmiyyenin ve hükme delâlet eden şeyin birlikteliğine, “râbıta” denir. Arapçadaki Zeydün hü- ve’l-kâimü (Zeyd ayaktadır), cümlesindeki “hüve” (“O” mânasına gelen işaret zamiri) lafzı gibi. Farsçadaki “Zeyd kaim est” cümlesindeki “-est” (Farsça “-dır, -dir” bildirme eki) gibi. Ve Tebrîz dilindeki, “Zeyd kâtibi” cümlesindeki “i” sesini veren kesre gibi. Ve Rûm dilindeki (Anadolu Türk- çesi), “Zeyd âlimdür” cümlesindeki, “-dür” gibi.

Eğer, mahkûm aleyh, cüzî-yi hakikî” olursa ona, mahsûsa” denir; eğer küllî olur ve hükm de mefhumun kendisi üzerine yapılırsa buna “tabîiyye” denir. “el-însanü nev’ün (însan türdür)” örneğinde olduğu gibi. [33b] Ve eğer hüküm, küllînin fertleri üzerine yapılmış ve kemiyetin beyanı yapılmamış olursa, buna “mühmele” denir; eğer kemiyetin beyanı yapılmış olursa, buna da “mahsûrâ” denir. Ve dörde ayrılır:

Birincisi, eğer hüküm fertlerin bütünü üzerinde îcabla olursa, buna, “mûcibe-i külliye” denir. Her insan kâtiptir, cümlesindeki gibi.

îkincisi, eğer hüküm bütün fertler üzerinde selble olursa buna sâlibe-i külliye denir. Örneğin, însan hiçbir şekilde taş değildir.

Üçüncüsü, eğer hüküm fertlerden bazıları üzerinde îcabla olursa buna “mûcibe-i cüz’iyye” denir. Bazı canlılar insandır, cümlesindeki gibi.

Dördüncüsü, hüküm fertlerin bazısı üzerinde selble olursa buna, “sâli- be-i cüz’iyye” denir. Bazı hayvanlar insan değildir, cümlesindeki gibi.

Bu dörtlü önermeye “mahsûrât-ı erba’a” denir. Hüccet ve delil için kullanılırlar.

  1. Şartiyye-i muttasıla: Aralarında ittisâlle birleşmeyle hükmedilmiş olan iki kaziyeden oluşur. Ya ikinci kaziyenin meydana gelmesi, [34a] birinci kaziyenin meydana gelmesine bağlıdır. Örneğin; “Her ne zaman güneş doğarsa gündüz vardır” gibi. Ve ona “mûcibe-i muttasıla” denir. Ya da selb-i ittisâle göre hükmolmuş olur. Örneğin; “Güneş varsa gece yoktur”, gibi. Ve buna “sâlibe-i muttasıla” denir.
  1. Şartiyye-i munfasıla: Aralarında infisâl veya selb-i infisâl ile hükmedilmiş olan iki kaziyeden oluşur. Ve bu üçe ayrılır:

Birincisi, “Hakîkiyye”: Şartiyye-i munfasılada doğrulamaya ya da yan- lışlamaya infisâl ile hükmedilir. “Sayı ya çifttir ya da tektir”, örneğinde olduğu gibi ya mûcibe; ya da “ya sayı çift değildir ya da tekten olur” örneğindeki gibi, sâlibe, olur.

îkincisi, “Mâniatü’l-cem”: Şartiyye-i munfasılada sadece doğrulamada infisâlle ya da selb-i infisâlle hükmedilir. “Bu ya ağaçtır ya da taştır” ve “bu şey ya ağaç değildir ya da cisim değildir” gibi.

Üçüncüsü, “Mâniatü’l-hulû”: [34b] Şartiyye-i munfasılada sadece yan- lışlamada infisâlle; ya da bu selb-i infisâlle hükmedilir.

“Bu şey ya ağaç olmayan değildir ya da taş olmayan değildir” ve “bu şey ya ağaç değildir ya taş değildir” gibi.

O hâlde buna göre bil ki hüccet, “kıyâs”, “istikrâ” ve “temsîl” olmak üzere üçe ayrılır:

Kıyâs: Eğer küllî hâlle, cüz’î hâle istidlâl getirilirse; ya da iki eşitten biriyle, ötekine istidlâl getirilirse buna, “kıyâs” denir. Ve bu, “müfîd-i yakîn”dir.

îstikrâ: Ve eğer cüz’î hâlle, küllî hâle istidlâl getirilirse, buna “istikrâ” denir. Ve iki çeşittir:

Birincisi “Tâm”: Cüziyyâtın çoğunun hâlinden küllî hâle istidlâl olur ve bu, “müfid-i yakîn”dir.

İkincisi “Gayr-ı tâm”: Cüziyyâtın bir kısmının hâlinden, küllî hâle istid- lâl olur ve bu, “müfîd-i zan”dır.

Üçüncüsü “Temsîl”: Eğer cüz’î hâle, onun başka bir cüz’î hâliyle istidlâl olunursa ona “temsîl” denir. [35a] Ve fukahâ bunu “kıyâs” olarak adlandırır. Ve bu da müfid-i zan’dır. Makîsün aleyhe “asıl”; makîse “fer’”; müştereke “câmi” denir. Bunların arasında esas olan “kıyâs”tır. Ve kıyâs, kendisi için başka bir sözün gerekli olduğu kaziyelerden oluşan bir sözden ibarettir. Ve o iki kısma ayrılır:

“îktirânî”: Netice ya da nakîz bi’l-fiil zikredilmez.

“îstisnâî”: Netice ya da nakîz-i netice bi’l- fiil zikredilir.

îktirânî kıyâsın birkaç yönü vardır; ya sadece hamliyyetten, ya mutta- sılâttan, ya munfasılâttan, ya da muhtelâttan oluşur.

îlk kısım en açıktır ve dört çeşittir. Zira mevzû ve mahmûl arasındaki nisbet, meçhul olunca; onun vasıtasıyla mevzû ve mah- mûl arasındaki nisbet mâlum olsun diye, [35b] bir yönüyle uygun gayesi olan bir emre ihtiyaç duyulur. O emre, “hadd-i evsat”, mevzûya “asgar”, mahmûle “ekber” denir. Ve asgardan oluşan mukaddeme suğrâ”; ekberden oluşan mukaddeme kübrâ” ve suğrâdaki iktirânî kübrâya karine ve darb; heyet-i hâsılaya da “şekil” denir ve bu şekiller, dört tanedir.

Şöyle ki hadd-i evsat eğer kübrâda mevzû; suğrâda mahmûl olursa, birinci şekilde;   ç diye adlandırılır:

Her < >,   ’dir ve her I,  ’dir. Öyleyse her    ’dir gibi. Eğer hadd-i evsat, hem suğrâda hem de kübrâda mahmûl olursa, ikinci şekilde; ç   diye adlandırılır:

Her  ,  ’dir ve I  ’den başka bir şey değildir. Öyleyse her I,  ’den başka bir şey değildir gibi. Eğer hadd-i evsat, her iki mukaddemde de mevzû olursa, üçüncü şekilde;   ç diye adlandırılır:

Üçüncü şekilde bu sözdeki gibidir: Her £,  ’dir ve ve her I,  ’dır. Öyleyse  ’in bazısı, I’dir. Eğer hadd-i evsat, [36a] suğrâda mevzû, kübrâda mahmûl olursa, dördüncü şekilde;   ç diye adlandırılır. Bu sözdeki gibi olur: Her £,  ’dir ve her  , I’dir. Öyleyse I’in bazısı  ’dir. Kıyâsın dört şekli vardır. Bu meşhur rubâî çeşidi bir araya getirir.

Birinci şekilde hadd-i evsat suğrâda mahmûl olursa eğer;

Kübrâya vazedilirse birinci şekli hesaba kat

Her ikisine hamledilirse ikincisi

Her ikisine vazedilirse üçüncüsü hesaba kat

Binncimntersiiçindördüncüşekıldır1

Birinci Şekil: Bu kaziyenin doğrulama şartı, suğrânın icab; kübrânın külliye olmasıdır.

Bu şeklin darbları dört tanedir:

Birinci darb: îki mûcibe-i küliyye, mûcibe-i külliyyenin neticesidir.

îkinci darb: Mukaddeme-i suğrâ mûcibe-i cüzî olup mukaddeme-i kübrâ da mûcibe-i külliyye olursa neticesi mûcibe-i cüziyye olur. [36b]

Üçüncü darb: Mukaddeme-i suğrâ mûcibe-i külliyye, mukaddeme-i kübrâ sâlibe-i külliyye; netice, salibe-i cüziyye olur.

Dördüncü darb: Mukaddeme-i suğrâ mûcibe-i cüzî, mukaddeme-i kübrâ sâlibe-i külliyye; netice, sâlibe-i cüziyye olur.

1 Metinde meşhur olduğuna işaret edilen bu rubâînin kime ait olduğu tespit edilememiştir. Fazla bilgi için bkz. http://www.vajehyab.com/dehkhoda/%D8%A7%D8%B4%DA%A9%D8%A7%D9%84 (Çevrimiçi), 29.12.2017.

İkinci Şekil: Bu kaziyenin doğrulanma şartı, iki mukaddemin birinin mûcibe diğerinin sâlibe olmasıdır. Bu şeklin de dört darbı vardır:

Birinci darb: Mukaddeme-i suğrâ mûcibe-i külliyye, mukaddeme-i kübrâ sâlibe-i külliyye; netice, sâlibe-i külliyyedir.

İkinci darb: Mukaddeme-i suğrâ sâlibe-i külliyye, mukaddeme-i kübrâ mûcibe-i külliyye; netice, mukaddeme-i suğrâ gibi sâlibe-i külliyyedir.

Üçüncü darb: Mukaddeme-i suğrâ mûcibe-i cüzî, mukaddeme-i kübrâ sâlibe-i külliyye; netice sâlibe-i cüziyyedir.

Dördüncü darb: Mukaddeme-i suğrâ sâlibe-i cüzî, mukaddeme-i kübrâ mucibe-i külliyye; netice, salibe-i cüziyyedir.

[37a] Üçüncü şekil: Bu kaziyenin doğrulanma şartı, mukaddeme-i suğrâ mûcibe ve her iki mukaddemden birinin ise mutlaka külliyye olmasıdır. Bu şeklin de altı darbı vardır.

Birinci darb: İki mukaddem mûcibe-i külliyyedir.

İkinci darb: İki mukaddem mûcibe, mukaddeme-i kübrâ külliyyedir.

Üçüncü darhb: İki mukaddem mûcibe, mukaddeme-i suğrâ külliyyedir.

Dördüncü darb: İki mukaddem külliyye, mukaddeme-i suğrâ mûcibedir.

Beşinci darb: Mukaddeme-i suğrâ mûcibe-i külliyye, mukaddeme-i kübrâ sâlibe-i cüziyyedir.

Altıncı darb: Mukaddeme-i suğrâ mûcibe-i cüziyye, mukaddeme-i kübrâ mukaddeme-i kübrâ.

Bu altılı darbın ilk üçü mûcibe-i cüziyye; son üçü de sâlibe-i cüziyye netice verir.

Dördüncü şekil: Bunun doğrulanma şartı, mukaddeme-i suğrâ muci- be-i cüziyye ve mukaddeme-i kübrâ sâlibe-i külliyye olması dışında, sâli- benin ve cüziyyenin ne bir mukaddemde ne de iki mukaddemde bir araya gelmesidir. Ve bu şeklin beş darbı vardır: “En iyisini Allah (cc) bilir.”

[37b] Birinci darb: İki mukaddem mûcibe-i külliyye; netice mûcibe-i cüziyyedir.

İkinci darb: İki mukaddem mûcibe, mukaddeme-i kübrâ cüziyye; netice mûcibe-i cüziyyedir.

Üçüncü darb: İki mukaddem külliyye, mukaddeme-i kübrâ sâlibe; [netice sâlibe-i cüziyyedir.]

Dördüncü darb: Mukaddeme-i suğrâ mûcibe-i cüziyye, mukaddeme-i kübrâ sâlibe-i külliyye; netice sâlibe-i cüziyyedir.

Beşinci darb: İki mukaddem külliyye, mukaddeme-i suğrâ sâlibe; netice de aynı şekil de (mûcibe-i cüziyyedir.) Anlaşıldı ki mahsûrât-ı erba’nın bu şekli, mûcibe-i külliyye dışında doğrulanır. Ve bazıları da bu şeklin (kıyasın dördüncü şeklinin) tabiattan uzak olduğunu söyleyerek onu terk etmiştir.

Muallim Aristo ve ona tâbi olanlar

Kıyasın ilk üç şeklini kabul etmiştir.

Zikredilen bu on dokuz darb, kıyas-ı iktirânîye aittir.

[38a] Kıyâs-ı istisnaî, ya ittisâl ya infisâldir. Ve ittisâli de, ya luzûmiyye- dir, ya da ittifâkiyyedir.

Kıyâs-ı istisnâî-yi ittisalî melzûmun varlığından, lâzımın varlığı üzerine; lâzımın yokluğundan, melzûmun yokluğu üzerine hüküm çıkarılmasıdır. Fakat lâzımın varlığından istidâl getirme, melzûmun varlığını gerektirme- yebilir. Çünkü vücud-ı âm, vücud-ı hâssın gereği değildir. Ve yine aynı şekilde, melzûmun yokluğundan lâzımın yokluğu üzerine istidlâl getirmek uygun olmaz. Çünkü hassın yokluğu, âmmın yokluğunu gerektirmez.

O hâlde, muttasıla-i luzûmiyye, mukaddemin sübûtu veya tahakkuku ile olursa, onun için vaz’ın neticesi ve tâlinin sübûtu olur. Eğer tâlinin kaldırılmasıyla olursa, bu durumda netice mukaddemin kaldırılması olur.

Kıyâs-ı istisnâî-yi infisâli: Ya varlık ve yoklukta birlikte ya da sadece birinde zıtlıkla hükmedilmiş olur. Ve üçe ayrılır; “Munfasıla-yi hakikiyye”, “Mâniatü’l-cem”, [38b] “Mâniatü’l-hulû”.

Munfasıla-yi hakikiyye: Eğer iki cüzden birinin konulmasıyla olursa, netice o diğer cüzün kaldırılması olur. Eğer, iki cüzden birinin kaldırılmasıyla olursa, netice diğer cüzün konulması olur. O hâlde onun dört neticesi vardır. İlk ikisi, istisnâ-yi ayn yönüyle; diğer ikisi, istisnâ-yi nakiz yönüyledir.

Mâniatü’l-cem: Eğer iki cüzden birinin konulmasıyla olursa, netice diğer cüzün kaldırılması olur. O hâlde onun iki neticesi vardır.

Mâniatü’l-hulû: Eğer iki cüzden birinin kaldırılmasıyla olursa, netice diğer cüzün konulması olur. “Allah (cc) en iyisini bilir.”

Bu ilmi öğrenenlerin bahis ve münâzara usulünde hataya düşmeleri mümkün olabileceğinden, bu bâbın sonunda bununla ilgili ilm-i nazardan bir parça özet getirmek uygun görüldü.

Bil ki bahis, hükmün delille ispatıdır. Münâzara, iki tarafın doğrunun ortaya çıkması için bir hüküm üzerindeki görüşüdür. Men, delilin mukaddemlerinden bir mukaddem üzerine delil istemektir. Bu sebepten nakl ve müddea men olunmaz. [39a] Ta’lil niyetinde olan kimseye muallil ve müs- tedil denir. Karşısındakine de “sâil ve mâni” denir.

Bundan sonra bil ki muallil, mademki dâvayı yazma ve yöntemleri anlatma niyetindedir, ondan delilin veya naklin doğruluğunu istemek mümkündür. Karşı taraf ikna olmayarak delillerle meşgul olursa karşı tarafın onun delilini doğrulaması ya da doğrulamamasından hâlî değildir. Eğer karşı taraf ikna olursa bahis ve münâzaraya gerek yoktur. Ve eğer ikna olmazsa, belirli bir mukaddem ya da mukaddemleri veya belirsiz bir mukaddem ya da mukaddemleri belirtmeksizin onu engelleyebilir.

Birinciye men’, münâkaza ve nakz-i tafsîlî denir. Burada şahide ihtiyaç yoktur. Eğer men’i takviye etmek için bir şey söylenirse caiz olur. Ve buna da müstenid ve sened-i men’ denir. Sened, men’e denk olduğu zaman, onun def’i caizdir; men’i ise, mutlaka caiz değildir.

[39b] İkincisine “nakz” ve “nakz-ı icmâlî” denir. Bu, şahitsiz kabul edilmez. Burada şahit, ya hükümdeki ihtilaf ya da muhalin istilzamıdır. Mual- lilin iddiasını nakzeden bir delil zikretme dışında, tayinle ya da tayinsiz hiç bir şeyle men etmez ve buna “muâraza” denir. Bu iki şekilde de sâil, ister nakz hâlinde dâvayı çürüttüğünden dolayı; isterse de muâraza hâlinde karşı tarafın iddiasının zıddına delil zikrettiğinden dolayı muallil olur ve muallil de sâil olur. “En doğrusunu Allah (cc) bilir.”

ÜÇÜNCÜ BÂB İLM-İ HEY’ET HAKKINDA

Aklî ve naklî delillerle sabit ve kesindir ki insanoğlunun yaratılışındaki maksat, zâtını ululamak ve sıfatlarını tenzih etmekle Hz. Yezdan’ı tanımaktır. Bu mârifet, mübdeât hakkında etraflıca teemmül ve masnûât hakkında tefekkürle kazanılabilir. Çünkü hâller ve unsurlardan bahseden ilm-i hey’et bu teemmül ve tefekkür sayesinde masnûat hakkında etraflıca düşünüp [40a] göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkür eden herkes için en iyi vasıtalara sahiptir. Ve onlar bunu söyleyip “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın” âyetine inanırlar. İlm-i heyet yıldızlar ve feleklere ait semavî cisimlerin hâlleri ve anâsır-ı erba’a olan süfli cisimlerin hâllerinin bilinmesi için bir ilimdir. Konusu da işte bu semavî ve süflî cisimlerdir. Bu konulara başlamadan önce, bilmek gerekir ki hissi işaretle mümkün olup bölüne- meyen her ne ise temelde ona nokta denir. Boy yönünden bölünebilirse, bu durumda buna, “hat”; en ve boy olarak bölünebilirse “satıh”; üç yönde bölünebilirse “cisim” denir. Eğer hattın farazî noktaları bir doğrultuda birbirinin hizasında olursa “hatt-ı müstakim”; aksine noktalar bir hizada olmazsa [40b] “hatt-ı müstedir” değilse “hatt-ı münhanî ” diye adlandırılır. Farz edilebilir her hattın sathı, o hattın adıyla anılır. O hâlde satıh, ya hat gibi müstevî; ya müstedir; ya da münhanî olur. İki hat kesiştiğinde, zâviye ortaya çıkar, buna “künc”; zâviyeyi oluşturan hatlara da “dıl’-i zaviye” denir. Açı çeşitleri:

Eğer iki hat çekildikten sonra dört tane zâviye-i mütesâvî oluşursa, o zaviyelerden her birine “zâviye-i kâime” o hatlara da “amûd” denir. Şekilde

görüldüğü gibi:

Farklı açılar ortaya çıkarsa, bunlardan büyüğüne “zâviye-i münferice”;

küçüğüne “zâviye-i hadde” denir. Şekilde görüldüğü gibi:

Zâviye-i musattaha, iki hattın bir sathı ihâtasından ortaya çıkar. Zâviye-i mücesseme iki ya da daha fazla sathın cismi ihâtasından meydana gelir. Evin köşeleri gibi. Sınırsız çizilen ve birbiriyle kesişmeyen iki hatt-ı müstakime, “hutût-ı mütevâziye” denir. Şekildeki gibi:

[41a] Bir satıhdaki farazî bir noktadan birbirlerine eşit olan düz hatlar çekildiğinde, bir hat bu hatların olduğu sathı çevreliyorsa o satha “dâire”; sathı çevreleyen hatta “hatt-ı müstedir” ve “muhît-i dâire”; o farazî noktaya “merkez”; farazî noktadan sathı çevreleyen hatta doğru çekilen düz hatlardan her birine “nısf-ı kutur”; dâireyi ikiye bölen her düz hatta ise “veter” denir. Merkezden geçerek dâireyi iki eşit parçaya bölen vetere “kutur” denir, kutur veterlerin en büyüğüdür. Kavsin her bir parçasına ve muntasıf-ı veterden kavse gelerek kavsi ikiye bölen her hatta “sehim”; veterin her yarısına da “ceyb” denir. Şekildeki gibi:

Eğer müstedir bir satıh, içinde farazî bir nokta kabul edilerek o noktadan istikamet üzere [41b] birbirine eşit hatlar çekildiğinde cismi çevrelerse o şekle “küre”; o satıha “muhît-i küre” ve “sath-ı müstedir”; o noktaya “merkez”; o hatlara da “ensâf-ı aktâr” denir. Sutuh-ı müstevîye küreyi böl- 5 düğünde iki tane veter ortaya çıkar. Eğer sutûh-ı müstevîye kürenin merkezinden geçerse ona “dâire-i azîme”; değilse “dâire-i sagîre” denir. Küre-i müteharrikenin dış yüzeyinde dâirevî hareketle oluşan hareket etmeyen birbirine karşılıklı duran iki noktaya “kutub” denir. İki kutub arasındaki kutba da “mihver” denir. O da hareket etmeyip küre-i müteharrikenin dış 10 yüzeyindeki farazi noktalarda devir tamamlanınca devair-i mürtesem oluşur, bunlara da o noktaların medârları denir. Medârların en büyüğü olan ve kürenin iki kutbunun ortasında bulunan ve küreyi yarıya bölen medâra, “mıntıka” denir. Pek çok geometrik şekil vardır. Her birini açıklamaya çalışırsak uzun sürer, örnek olması bakımından burada birkaç şekil gösterildi.

[42a] Felek müstedir bir cisimdir. İki satıhla çevrelenmiştir. İç sathına “muka’ar”; dış sathına “muhaddeb” denir. Her iki sathın merkezi, bir hattır. Bundan da anlaşılır ki eğer cisim farklı özelliklere sahip cisimlerden oluşmuşsa buna “mürekkeb” denir. Semavî alametlerden ve mevâlîd-i selâseden ibaret olan kâinat gibi. [42b] Aksi hâlde “müfred” denir. Eflâk gibi. Anâsır-ı eflâke içindekilerle birlikte “ecram-ı esîrî” ve “âlem-i ulvî” denir. Anâsıra da içindekilerle “âlem-i süflî” ve “âlem-i kevn ü fesad” denir. Basit maddelerin hareketi üç çeşittir:

Birincisi; merkeze doğru hareket, su unsuru ve toprak unsuru gibi.

İkincisi; merkezden dışa doğru doğrusal olan hareket, ateş unsuru ve hava unsuru gibi.

Üçüncüsü; merkezin gücüyle merkezdeki dâirevî hareket, felek gibi.

Mürekkeb, ya tâm olur ve uzun bir müddet kendi şeklini muhafaza eder, mevâlîd-i selâse gibi; ya da tâmın zıttı olarak gayr-i tâm olur, bulut, sis, benzer şeyler gibi.

Bunları öğrendikten sonra (Allah Teâlâ seni güçlendirsin ve irşat etsin) hey’et âlimlerince, zemin âlemin ve eflâkin merkezidir. Felekler soğanın katmanları gibi, birbirini kuşatmıştır. Öyle ki her birinin muka’arı diğerinin muhaddebinin sathına teğettir. [43a] Bu ilme ait kitapların tafsilatında bahsedildiği üzere, zemin hiçbir yöne meyletmez ve bu felek-i atlasın üzerinde cisim yoktur.

Felekler ve unsurların tertibi şu şekildedir:

Her dâire bir satha karşılık; her iki dâire arası da bir felek ya da bir unsura karşılık gelir.

Toprak unsuru; merkeze doğru hareket eder, mutlak ağırdır.

Su unsuru; arzın çoğunu kaplar, görece daha hafiftir.

Hava unsuru; yer küreyi su küre ile kuşatır, su ve toprak unsurlarına göre daha hafiftir.

Ateş unsuru hava küreyi kuşatır, mutlak hafiftir.

Ateş küreden sonra, yedi gezegenin bulunduğu yıldızların felekleri vardır. Bundan sonra da felek-i sevâbit bulunur. Daha sonra da “felek-i a’zam” da denilen felekü’l-eflâk vardır. Bütün unsurlar ve felekleri içinde barındırdığından buna “âlem” denir. Felek ve unsurlar şu şekildedir. [44a]

[44b] Bu ilimden mutlak bilinmesi gereken şey, devâir-i izâm ve onun içindeki bazı devâir-i sigârdır. Bu cümleden olarak:

  1. Felek-i a‘zamın mıntıkası: Felek-i a‘zamın hareketi vasıtasıyla, “muaddilü’n-nehâr” diye adlandırılan dâire ortaya çıkar. Muadi- 10 lü’n-nehârın iki kutbu vardır. Onlara “âlemin iki kutbu” denir. Birisi, Ferkadân ve Cüdey arasındaki Benâtü’n-na‘ş-ı suğrâda bulunan

“Şimal kutbu”; diğeri de Şimal kutbu’nun karşısında olan ve Süheyl’e yakın olan “Cenub kutbu”dur. Gece ve gündüzün eşit olması şartıyla, Güneş bu dâireye geldiğinde ve küre üzerindeki noktalarından hareket ettiğinde muaddilü’n-nehâra paralel küçük dâireler ortaya çıkar. Ve bunlara, “medârât-ı yevmiyye” denir.

  1. Felekü‘l-burûc’un mıntıkası: Dar ve geniş açılarla karşılıklı olarak muaddilü’n-nehâr ile iki noktada kesişir. Kesiştikleri iki noktaya, “iki itidal noktası” denir. Felekü’l-burûc’un iki kutbu, [45a] Muaddilü’n-nehârın iki kutbunun iki yönünde karşı karşıya gelir. İki kutup arasındaki gâyet-i bu’d, “meyl-i a’zam” ve “meyl-i küllî” diye adlandırılan iki mıntıkanın gâyet-i bu’du gibidir. Bu ikinci hareket vasıtasıyla kürenin yüzeyinin farazî noktalarından burçlar mıntıkasına paralel küçük dâireler ortaya çıkar. Bunlara, “medârât-ı arziyye” denir. Bu şekildeki gibi:

  1. Dâire-i mârre be-aktâb-ı erba’a: İki mıntıka arasındaki gâyet-i b’ud üzerinden dik açı ile geçer. Ve bu dâire, kesişme noktalarıyla felekü’l-burû- cu dörde böler. Böylece, bahar, yaz, güz ve kış çeyrekleri; rub’-ı sayfî; rub’-ı harîfî; rub’-ı şetevi ortaya çıkar. Dâire-i mârre be-aktâb-ı erba’anın iki kutbu, [45b] noktateyn-i i’tidâleyndir. Muaddilü’n-nehârın mıntıkatü’l-burûc ve gâyet-i bu’d ile kesişmesi bu daireden kolaylıkla tasavvur edilebilir.

Felekü’l-burûcun kutbundan geçen diğer beş dâire daha tasavvur edilir. Böylece felekü’l-burûc on ikiye bölünmüş olur. Ve her bölüme bir “burc” denir.

5 4-Dâire-i meyl: Felekü’l-burûcun bir cüzünün veya bir yıldızın merkezinin, Muadilü’n-nehâr’a gâyet-i bu’du bilinmek istendiği zaman, o cüz veya o merkezle Muaddilü’n-nehârın iki kutbundan geçen farazî bir dâire alınır. O cüz ve Muaddilü’n-nehâr arasına dik açılarla düşen kavse, akreb yönünden [46a] “birinci meyil” denir. Kevkeb ile muaddi- 10 lü’n-nehârın arasına bu’d-ı kevkeb denir.

  1. Dâire-i arz: Bu dâire, feleğin bir cüzünden veya kevkebin merkezinden ve felekü’l-burûcun iki kutbundan geçer. O cüz veya kevkebin merkezi ve burçların mıntıkasının arasında olan kavs-i akrebe “ikinci meyil” ve “arz-ı kevkeb” denir.
  1. Dâire-i ufk: Dâire-i ufkun iki kutbu semtü’r-re’s başucu ve sem- tü’l-kademdir. îki noktada mıntıkatü’l-burûcu eşit iki parçaya böler. İki noktadan birine “tâli‘”; onun karşısındakine “gârib ve sâbi” denir. Bu dâireden, felekü’l-burûcun bir cüzü ya da kevkebin merkeziyle maşrık noktasının arasına düşen kavse, akrep yönünden “semt-i maşrık”; mağ- rib noktasının arasına düşene de “semt-i mağrib” denir. Ve dâire-i ufkun paraleli üzerindeki devâir-i sıgârdan üstte olanlara “mukantarât-ı irtifâ”; altta olanlara ise [46b] “mukantarât-ı inhitât” denir.
  1. Dâire-i nısfü’n-nehar: Dâire-i ufkun iki kutbuyla Muaddil’ün-nehâ- rın iki kutbundan dik açılarla geçer. Onun iki kutbu “maşrık noktası ve mağrib noktası”dır. Mıntıkatü’l-burûcu iki eşit parçaya ayırır. îki noktadan birine, “âşir ve vetedü’s-semâ”; diğerine ise “râbi’ ve vetedü’l-arz” denir. Nısfü’n-nehârın yarısı zâhir; diğer yarısı ise hafidir. Bu dâirenin, muadi- lü’n-nehârın kutbuyla dâire-i ufuk arasına; ya da dâire-i ufkun kutbuyla muaddilü’n-nehârın arasına düşen kavsine, akrep yönünden, “arz-ı beled” denir.
  1. Dâire-i maşrık ve mağrib: Bu dâireye, “dâire-i evvelü’s-semâvat” da denir. Dâire-i ufkun iki kutbundan ve dâire-i nısfü’n-nehârın iki kutbundan geçer ve bu dâirenin iki kutbu “noktateyn-i şimâl ve cenûb”dur.
  1. Dâire-i irtifâ: Dâire-i ufkun bir cüzünün irtifâı belirlenmek istenildiği zaman, dâire-i ufkun o cüzü üzerinden ve dâire-i ufkun iki kutbundan geçen ve onu iki noktada kesen [47a] farazi bir dâire alınır, bu iki kesişme noktasına “dü nokta-i semt” denir. Bu dâirenin, dâire-i ufk ve farazi noktalar arasına akrep yönünden düşen kavs, arz üstünde olursa ona, “o noktanın irtifâı”; tah- te’l-arzda olursa ona, “o noktanın “inhitâtı” denir. Dâire-i ufkun, bu dâireyle dâire-i evvelü’s-semâvât arasında kalan kısmına “semt-i kevkeb” denir.
  1. Dâire-i vasatü’s-semâü’r-rûyet: Devâir-i izamdandır. Bu dâire, dâire-i ufkun iki kutbundan geçer ve daima böyle olmayan dâire-i nısfü’n-nehârın aksine, felek’ül-burucun zâhiri yarısını her zaman iki eşit parçaya böler.

Sözü edilen son beş dâire aşağıdaki şekilden, kolaylıkla tasavvur edilebilir.

[47a]

şimâl (kuzey)

cenûb (güney)

Bu dâirelerin dışında küçük ve büyük olmak üzere başka dâireler de vardır.

Ancak o kadar önemli değillerdir. Önemli olanlar anlatıldı. Böylece bilmek 5 gerekir ki “felek-i nühüm” de denilen felekü’l-eflâkta hiç yıldız yoktur [48a]

ve devrini doğudan batıya doğru bir günde tamamlar. Onun merkezi, mer- kez-i âlem; mıntıkası da muaddilü’n-nehârdır. Onun muhaddebinde hiçbir şey yoktur, muka’arı felekü’l-sevâbitin muhaddebine teğettir. Felekü’l-burû- cun mıntıkası, Muaddilü’n-nehârla iki noktada kesişir. Kevkebin geçtiği ve 10 kuzey tarafında olana “itidâl-i rebîî”; karşısındakine de “itidâl-i harîfî” denir.

“Meyl-i küllî” diye adandırılan bu iki dâirenin gâyet-i bu’du; derece, 30 dak- kika, 14 saniyedir. Felekü’l-burûcun iki gâyet-i bu’d noktasına “inkılâbeyn” yani “inkılâb-i sayfî” ve “inkılâb-i şetevi denir. O hâlde kesin olarak, mıntıka- tü’l-burûc bu dört nokta sayesinde dört kısma ayrılır. Bu dört parçadan her 15 birinde bu parçayı üçe bölecek farazî iki nokta alınır, böylece on iki kısım oluşur. [48b] Bunlardan her birine “burc” denir. Her burcun tûlü 30 derece; arzı 180 derecedir.

Bil ki kevâkib-i sâbit çok fazladır. Sonra gelen âlimlerin rasatlarında olduğu gibidir. Eğer bir kimse bu ilimde yetkin olmak isterse Abdurrahman es-Sûfî’nin Kitâb-ı Suverül-Kevâkib adlı eserini elde etmesi gerekir.

5        [49a] Bil ki Güneş’in satıhları birbirine mütevâzî olan iki feleği vardır.

Bunlardan birincisinin merkezi, âlemin merkezidir. Buna “felek’ül-mümessil” denir. Felekü’l-mümessilin muhaddebi, felek-i Mirrîh’in muka’arına teğet; muka’arı da felek-i Zühre’nin muhaddebine teğettir. Bu feleğin kalınlığında merkezi, merkez-i âlemden başka olan felek-i hâric-i merkez vardır. Bu fele-

10 ğin muhaddebinin sathı, “evc” denilen ortak bir nokta da felekü’l-mümessilin mukaarına teğettir. Ve bu feleğin mukaarının sathı da “hazîz” denilen ortak bir noktada felekü’l-mümessilin muka’arına teğettir. Bu feleğin mıntıkası, birinci mıntıkanın sathında, mihveri de birinci mıntıkanın mihverine paralel ve müteharrikdir. Bir günde batıdan doğuya dönerek 109 dakika 8 saniye 9

15 salise de kendi merkezinin çevresinde hareketini tamamlar. Felekü’l-mümes- sil hakkındaki bu değerlendirmeye göre, merkezin dışındaki feleğin yükseltisinden sonra farklı ağırlıkta iki küre bulunur. Bunlardan biri, Evc/günöte yönünde hafif; hazîz yönünde yoğun olan muhîttir. Diğeri de bunun aksine olan muhîttir. Bu iki küreye “küre-i mütemmim” denir.

[49b] Güneş, merkezin dışındaki feleğin kalınlığında merkezleşmiş içi dolu küresel bir gök cismidir. Merkezin dışındaki feleğin iki sathı, Güneş’in sathına teğettir. Şekildeki gibi:

5 Felek-i Zuhal, felek-i Müşterî, felek-i Mirrîh ve felek-i Zühre iki durum dışında felek-i Şems’e benzer:

Birincisi, felek-i Şems gibi, bunların da merkezin dışındaki feleğin dışından bir feleği vardır. “Felek-i tedvîr” [50a] diye adlandırılır. Kevkeb ve felek-i tedvîrin sathı bir noktada teğet olabilecek şekilde, kevkeb onda yer 10 edinmiştir.

İkincisi, bunların (felek-i Zuhal, felek-i Müşterî, felek-i Mirrîh ve felek-i Zühre) harici mıntıkası, mıntıkatü’l-burûcun sathında olmadığı gibi, aksine mıntıkatü’l-burûcla iki noktada kesişir. Şekildeki gösterildiği gibi:

Felek-i Utârid, iki husus dışında, felek-i Zuhal, felek-i Müşteri, felek-i Mirrîh ve felek-i Zühre gibidir:

[50b] Birincisi, felek-i hâmilin olduğu bir küresi vardır. Ve bu küre, 5 “müdir” diye adlandırılır. Merkezi, merkez-i âlemin dışında; mıntıkası, mıntıkatü’l-burûcun sathında değildir. Felek-i mümessilin iki sathıyla “evc” ve “haziz” diye adlandırılan karşılıklı iki noktada teğettir.

İkincisi, felek-i müdir felek-i mümessilin kalınlığında, felek-i hâmilin felek-i müdirin kalınlığında olduğu gibidir. Böylece felek-i Utârid’in 10 iki evc ve iki haziz noktası vardır; birinci evc noktasına, “evc-i müdir”; ikinci evc noktasına “evc-i hâmil” denir. Birinci haziz noktasına; “haziz-i müdir”; ikinci haziz noktasına “haziz-i hâmil” denir. Şekildeki gibi:

el-evcü’l-hâmil        ez-zirve

Felek-i Kamer de iki husus dışında dört yıldızın (felek-i Zuhal, felek-i Müşteri, felek-i Mirrîh ve felek-i Zühre) felekleri gibidir:

5 Birincisi, felek-i Kamer’de, kalınlığında felek-i hâmilin olduğu bir felek vardır. Bunun mıntıkası, mıntıkatü’l-burûcun sathında değil aksine, felek-i mâilin sathında ve felek-i hâmille [51b] bir satıhtadır.

İkincisi, felek-i Kamer’in iki sathı paralel olan diğer bir feleği vardır. Felek-i mâil de onun yörüngesindedir. Merkezi, merkez-i âlemdir; 10 mıntıkası da mıntıkatü’l-burûcun sathındadır. Ona “felek-i cevzeher” de denir. Ealî tedvîr, doğudan batıya doğru hareket eder; esâfil tedvîr de bunun aksine döner. Diğer felek-i tedvirler de birbirlerinin zıttına hareket ederler. Şekildeki gibi:

52a] Dıştan teğet geçen feleğin ve felek-i tedvirin mıntıkasından her biri dört kısma taksim edildiğinde her bir kısma “nitâk” denir. Taksime merkezin dış feleğinde, evcden; felek-i tedvîr- 5 de ise zirveden başlanır. Merkezin dış feleğini evcden felek-i ted- vîri zirveden başlatırlar. îkinci ve dördüncü nitâkın başlangıcında âlimlerin ihtilafı vardır. Öyle ki her gurup; bu sekiz dilimin açıklamasını âlemin merkezine uzaklık ve yakınlık yolunu, nitâk başlangıcını, bir yerden başlatırlar. Harekete, göre bu’d-ı evsat;

10 mesafeye göre bu’d-ı evsat ve diğer durumlar bu iki dâireden ayrıntılı bir şekilde anlaşılır. Allah (cc) en iyisini bilir. Şekildeki gibi:

[52b]

evc

[53a] Ay ışığının artışı ve azalışı hakkında:

Ay koyu bir cisimdir. Güneş ile aynı hizada olması sebebiyle aydınlanır.

Ayna gibi Güneş’in ışınlarını aksettirir. Çünkü Ay küre şeklindedir. Hacim 5 itibariyle, Güneş’ten daha küçük; mertebe olarak ise daha aşağıdadır. Onun

Güneş’e bakan bir yarısı aydınlık; diğer yarısı ise karanlıktır. İctimâ zamanında aydınlık yarısı yukarıda ve karanlık yarısı, Ay’a bakana doğru olur. Bu durumda Ay, ışıklar içinde gizlidir. Ve buna “muhâk” denir. Ay, ictimâ- dan on iki derece meyledince, takribî olarak aydınlık yarısından bir miktar 10 görünür. O şekil hilâlîdir. Ay, Güneş’ten uzaklaştıkça [53b] ışığı artar. İstikbâle ulaşınca, parlak yarısı tamamen görünür. Ve bu duruma “Bedr” denir. Git gide ışığı azalır, şekildeki gibi:

[54a] Burada görüldüğü gibi Ay, terbî’e ulaşınca, aydınlık ve karanlık arasındaki dâirenin yarısı düz bir çizgi gibi görünür ve Ay’ı ikiye böler.

15 Eğer istikbâl iki ukdeden birinin dolayında olursa zemin, Güneş’in ve Ay’ın arasına girerek Ay’ın ışık almasına engel olur; bu durumda zeminin gölgesi mahrûtî ve karanlıktır. Zeminin gölgesi Ay’ın yüzü üzerine düşerse,

Ay ışıksız olan kendi aslî rengiyle görünür. Buna da “husûf” denir. Husûf, arzın gölgesinin Ay’ın yüzü üzerinde vukû bulmasına göre farklı şekillerde ortaya çıkar. [54b] Ay, arzın gölgesinden çıkmaya başlayınca yavaş yavaş aydınlanmaya başlar. Bil ki husûf daima olmaz. Husûfun olması bir- 5 kaç şarta bağlıdır. Bu şartlar uzun açıklamalarda yazılıp çizilmiştir. Daima husûfun başlaması doğudan olur. Şekilde gösterildiği gibi:

Ay

Eğer ictimâ zamanında Ay yüzü, Ay’a bakan kişiyle Güneş’in diski arasına girerse, Ay’a bakan kişi Güneş’in [55a] siyah olduğunu zanneder, hâlbuki bu durum mâhın yüzünün karanlığıdır, Güneş’in değil. Buna, “küsûf” denir. Şekildeki gibi:

Küsûf, zamanına ve görünüşüne göre farklılıklar gösterir. [55b] Küsûf ve incilâ daima batıdan olur. Bazen küsûf bir yerde olur, bir yerde olmaz; bazen de gözlenmez.

O hâlde bundan anla ki felek-i Kamer’in altında öteki unsurları çevreleyen ateş unsuru vardır. Ve ona “felek-i esîr” denir. Bazıları da demişlerdir ki felek-i Kamer’in altındaki unsurların üstünde müstakil bir felek vardır. Bu doğru değildir. Meşşaiyyun ve sonraki âlimlerin çoğuna göre, ateş unsuru diğer unsurları çevreleyici müstakil bir unsurdur. Onun muhaddebinin sathı, felek-i Kamer’in muka’arına teğettir. Onun muka’arının sathı, hava unsurunun muhaddebinin sathına teğettir. Ebü’r-Reyhân, Ebü’l-îshâk gibi Îşrâkîlere göre, küre-i esîr müstakil bir küre değildir, feleğin hareketi [56a] yardımıyla havadan yaratılmıştır. Onun muhaddebinin sathı, felek-i Ka- mer’in muka’arına teğettir ve müstedirdir. Onun hava unsuruna teğet olan muka’arı mahrûtî şeklindedir ve felek-i Kamer’in hareketi yönünde hareket eder. Şekildeki gibi:

Hava unsuru; Meşşâî ve Îşrâkîlere göre, muhaddebi ya müstedir ya da ehlileci (karahelilemsi)dir. Onun muka’arı toprak ve suyun etkisi sebebiyle engebelidir. Ve tabakaları vardır. Tabakaları hakkında iki görüş bildirilmiştir:

Birinci görüş; bu görüştekiler hava unsurunun dört tabakası olduğuna itibar etmişlerdir:

îlk tabaka, dumanların dağıldığı kuru kaynaşık hava tabakasıdır. Parlak ve kuyruklu yıldızların meydana geldiği yerdir. [56b] Bazısı bu tabakanın hareketli olduğunu söyler.

îkinci tabaka, yıldızların meydana geldiği mahal olan hevâ-yi gâlib tabakasıdır.

Üçüncü tabaka, buharların karışımından olan hevâ-yi zemherîr tabakasıdır. Bulutların ve yıldırımların meydana geldiği yerdir.

5 Dördüncü tabaka, su ve toprak unsuruna bitişik olan koyu hava tabakasıdır. Şekilde olduğu gibi:

îkinci görüş; bazı zekâ sahiplerinin tâbi olduğu görüştür. Bunlar havanın iki tabakası olduğuna itibar etmişlerdir.

10 Birinci tabaka, ışığın ve karanlığın olmadığı buharlardan oluşmuş gâyet şeffaf olan katışıksız ince hava tabakasıdır.

îkinci tabaka, buharların karışık durumda bulunduğu katışık koyu hava tabakasıdır. [57a] Buharların irtifâı 51 mildir. Bu, güneşin irtifâın- dan anlaşılır. Ve bu tabakaya “küre-i leyl ve nehâr” denir. Bu şekilde 15 görüldüğü gibi:

Bu tabakada karanlık ve aydınlık vardır.

Su unsurunun muhaddebi ve mukaarının sathı müstedirdir. Ancak tamamen müstedir değildir. Sanki onun bir parçası kesilip toprakla doldurularak tek bir küre hâline getirilmiş bir küre gibidir. Her iki sathı da engebelidir. Su kürenin her bir cüzü, merkezi esas almak üzere, [57b] en yukardan en aşağıya doğru akışkanlık özelliğine sahip bir cisimdir. Her nerede bir parça su varsa o, merkezi âlemin merkezi olan su kürenin sathından bir parçadır. Merkeze daha yakın olan dâirenin tümsekliği daha fazladır. Bundan anlaşılır ki kuyunun dibindeki testi minarenin üstündeki testiden daha fazla su çeker. Minarenin, kuyunun ve testinin şekli her iki yerde bu şekilde olduğu gibidir:

Toprak unsuru; su unsurunun altındadır. [58a] Ama üzerinde bulunan engebeler sebebiyle, düzgün dâire şeklinde değildir. Onun bir bölümü keşfedilmiştir ve bu keşfedilmiş yerde “Allah’ın inâyetiyle” canlılar vardır. Onun üç tabaka olduğu kabul edilir:

5 Birinci tabaka, mâdenlerin kaynağı ve canlıların yaşadığı tabaka-i mahlûttur.

İkinci tabaka, tabaka-i tıyniyyedir.

Üçüncü tabaka, merkezi kuşatan tabaka-i sarfedir. Şekildeki gibi:

10 Yerin küreselliğiyle ilgili birkaç ilginç görüş vardır. Örneğin, bütün yeryüzünün gezilmesi mümkün olsaydı bu durumda yerin küreselliğini ispat edecek üç kişiyi düşünelim: Bunlardan birisi batıya; diğeri doğuya gitsin, öteki de olduğu yerde sabit kalsın. [58b] Batıya giden doğu yönünden, doğuya giden de batı yönünden aynı vakitte mukim kişinin

15 yanında olurlar. Bu üç kişinin bir araya gelme vaktinde elbette ki farklılık olacaktır. Örneğin, mukim için gün cuma iken doğuya giden için cumartesi, batıya giden için ise perşembe olur.

Âlimlerden bazısı, rub’-ı meskûnun inkişafını şöyle açıklar: Güneş’in evc’i (günberisi) kuzey yönünde; Güneş’in hazîz’i (günötesi) güney yönündedir. Bu sebeple, Güneş’in harareti güney kısmında daha fazla olur. Ve bu bölgedeki harâret, rutubet ortaya çıkarır. Demek oluyor ki su güney tarafına meyletmiş ve kuzey tarafı ortaya çıkmıştır. Kuzeydeki bir parçanın mâmur olması, bu bölgenin tamamının mâmur olduğu anlamına gelmez. Belki burada imaret yerleri vardır ve buna “rub’-ı meskûn” denilmektedir. Ama diğer parçaların durumunun [59a] araştırılması gerekir.

Bil ki muaddilü’n-nehârın sathının, zeminin sathını merkezden ikiye ayırdığını farz ettik. Böylece zemin sathında bir dâire oluşur ki buna “hatt-ı istivâ” denir. Yunanlılara göre imaret yerlerinin başlangıcı, boylamasına batı yönündendir. Bu ilimlerin erbabı kimseler, hatt-ı istivâ paralelinde mâmû- reyi, batıdan doğuya doğru yedi kısma taksim etmişlerdir:

Birinci iklim: Genel kanıya göre birinci iklimin başlangıcı, gündüz için uzunluğunun 12 saat 45 dakika; arz-ı beled olarak 12 derece 2 salise olduğu bölgedir.

îkinci iklim: İkinci iklimin başlangıcı, gündüzün uzunluğunun 13 saat 15 dakika; [59b] arz-ı beled olarak 24 derece 20 dakika olduğu bölgedir.

Üçüncü iklim: Üçüncü iklimin başlangıcı, gündüzün uzunluğunun 13 saat 45 dakikaya ulaştığı; arz-ı beled olarak 27,5 derece olduğu bölgedir.

Dördüncü iklim: Dördüncü iklimin başlangıcı, gündüzün uzunluğunun 14 saat 15 dakika; arz-ı beled olarak 33 derece 37 dakika olduğu bölgedir.

Beşinci iklim: Beşinci iklimin başlangıcı, gündüzün uzunluğunun 14 saat 45 dakika; arz-ı beled olarak 39 derece 6 dakika eksik olduğu bölgedir.

Altıncı iklim: Altıncı iklimin başlangıcı, gündüzün uzunluğunun 15 saat 15 dakika; arz-ı beled olarak 43 derece 23 dakika olduğu bölgedir.

Yedinci iklim: Yedinci iklimin başlangıcı, gündüzün uzunluğunun 15 saat 45 dakika; [60a] arz-ı beled olarak 47 derce 5 dakika olduğu bölgedir.

Mâmûrenin tûlü, 180 derece, 4000 fersah; arzı 66 derece, yaklaşık olarak da 1466 fersahtır. Bu yedi iklim şu şekilde taksim edilmiştir: Bu yedi iklimlik rub’-ı meskûn’dan bir mâmûrenin yeri belirlenmek istenirse, hatt-ı istivâya paralel yedi farazî dâire daha alınır. İklimlerden tûl ve arz olarak söz 5 edildi. Bu hususta çok şey söylenmiş; uzun açıklamalarda şerhedilmiştir.

Yedi iklimin şekli şöyledir:

[61b]

Birinci iklimde: Meşhur ülkeler; Sûdan, Berber, Zenc, Habeş ve Yemen 10 ülkesinin büyük bölümü, Çin sınırına kadar olan Hind Adaları.

İkinci İklimde: [61a] Mağrib ülkelerinden bazısı, Allah’ın şereflendirdiği Mekke, Peygamberimiz’in (sav) şehri Medine gibi Arap ülkelerin çoğu, Hind-Sind, Çin ülkelerinin büyük bölümü.

Üçüncü İklimde: Hind ve Çin ülkelerinden bazısı, Kirman, Fars, İsfahân, Basra, Kûfe, Bağdât, Dımeşk, İskenderiye ve Okyanusa kadar olan bölge.

Dördüncü İklimde: Hıtâ, Hoten, Keşmir Dağları, Bedahşân, Kâbil, Belh, Herât, Merv, Tûs, Nişâbûr, Gîlân, Esterâbâd, Kum, Hemedân, Kazvin, Simnân, Azerbâycân, Mûsul, Halep, Antâkya, Şâm Denizi, Kıbrıs Adası, Mağrib bölgesi, [61b Firenk beldeleri gibi.

Beşinci İklimde: Endülüs, Bursa ve Ankara gibi Rûm beldeleri, Ermenistan, Hazar Denizi, Harezm, Şirvân, Semerkand, Hucend civarı ve Kâşgar.

Altıncı İklimde: Konstantiniyye ve diğerleri gibi Rum beldelerinin çoğu, Rus ülkesi, Türkistan’ın çoğu, Karakurum, Bâbü’l-ebvâb, Hazar Denizi’nin bir kısmı.

Yedinci İklimde: Bulgar, Doğu Türkistan, Yecüc Mecüc beldeleri . Ve bu bölgede dağlarda vahşiler gibi yaşayan Türkler vardır.

Yedinci iklimin bitiş noktası, günün 16 saat 15 dakika olduğu yerdir. Hatt-ı istivânın yukarısı ve yedinci iklimin aşağısı iklimden sayılmamıştır. [62a] Ama Batlamyûs’un coğrafya kitabında günün 23 saat olduğu yere kadar imaret yerlerinin olduğu söylenmiştir. Bu bölgede yaşayanlar vahşi gibidir. Mâmûrenin sonu bu bölgededir. Hatt-ı istivânın yukarısında, Zenc ve Habeş civarında imâret olduğu söylenmiştir.

Bil ki dördüncü iklim ve ona bitişik olan üçüncü ve beşinci iklimde imâret daha fazladır. Ve bu iklimlerin halkı, yaradılış ve ahlâk itibarıyla en mutedil insanlardır, ama diğer kalan dört iklimin halkı fiziken ve ah- lâken bu üç iklimin halkına göre daha noksandır. “İlim nimet ve mülk sahibi Allah’ın indindedir.”

DÖRDÜNCÜ BÂB ÎLM-Î NÜCÛM HAKKINDA

[62b] “Allah (cc) seni her iki dünyada da mutlu etsin.” Bil ki dinî ilimler müstesna, ilm-i nücûmdan daha yüce bir ilim yoktur. Âlemin fazîletli ve seçkin kimselerinin nezdinde, bu ilimin itibarı yüksektir; sultan ve melikler, bu ilme gereksinim duymaktadırlar.

Yıldızların kırânları, küsufların ve yıldızların diğer hâllerinin tesiri nedeniyle; âlem-i kevn ü fesadda olaylar, zelzeleler, tufanlar, savaşlar, kıtlık, veba ve benzeri durumlar vuku bulmaktadır. Eğer bir kimse bu ilmi öğrenir, bu hâlleri anlar ve bu ilme riayet ederse ümit edilir ki afetlerden selâmete çıkar. Takvim bilgisinde kullanılacak kadarını bu bâbda özetle nakledeceğiz.

[63a] Hesab-ı cümel’de her harfin sayı değerini ve nasıl yazıldığını bilmek gerekir. Şöyle ki mesela birden altmışa kadar basit ve bileşik sa-

Bundan daha fazlası gerekli değildir ve sayının olmadığı yerde mertebeyi korumak için sıfır rakamına karşılık gelen  > konulur. Takvimde yedi günün rakamları şu şekilde yazılır:

[63b] îlk sayfanın ilk cetvelinde; J j         I pazar gününden başlanır.

Aynı sayfanın ikinci cetvelinde; rakamla Arap takvimine göre tarih yazılır. Her ayın günlerinin sayısı ya otuz ya da yirmi dokuzdur. Ayın ilk gününe “gurre”; otuzuncu gününe “selh” denir. Yeni ay başlayınca, üst tarafta gurrenin hizasına yeni ayın ismi yazılır. Arap aylarının isimleri şunlardır:

[64a] Bazen Zi’l-hicce ayının sonuna bir gün ilave edilir ve o güne “kebîse” denir. Bu tarihin (Arap takviminin) başlangıcı olarak Peygam- berimiz’in (sav) hicreti kabul edilir.

5 Aynı sayfanın üçüncü cetvelinde; Rûmî tarih rakamla yazılır ve bu

cetveldeki ayların isimleri, günlerin sayısı şöyledir:

[64b] Dördüncü cetvel; Pars tarihine göredir. Buna,“eski tarih” de denir. Her ay otuz gün çeker. Âbân ya da isfendârend aylarının sonuna beş gün eklenir. Buna, “hamse-i müşterika” denir. Bazen de bu beş güne altı gün olması için bir gün daha ilave edilir. Yeni aya girilince, yukarıdaki ilk günün karşısına yeni ayın ismi yazılır. Bu takvimin aylarının isimleri şöyledir:

Bu hususta söylenmiş meşhur bir rubâî:

[65a] Bir ayda yedi gün uğursuz sayılır Sıkıntıya düşme diye, sakın kendini

Üç, beş, on bir, on altı

Yirmi bir, yirmi dört, yirmi beş günleri

Bu meşhur rubâîde bahsi geçen bilgiler Pars tarihine aittir.

Beşinci cetvel; Celâlî takvime göre düzenlenir. Bu takvime “Melikî” de denir. Bu takvimin aylarının isimleri, Fars takviminin aylarının isimleriyle aynıdır. Yılın sonuna beş gün eklenir, her dört ya da beş yılda bir kebîsenin altı gün olması için bir gün daha ilave edilir. Güneş’in Hamel’e girdiği günün ortası yılın ilk günü kabul edilir. Diğer aylar da bu başlangıca göre tertip edilir. [65b] Takvim yaprakları, Celâlî takviminin aylarıyla uyumludur. Ve yılın ilk gününe “nevrûz” denir.

Her sayfanın başına bir ayın ismi yazılır. Tarihler cetvelinden sonra, aynı sayfada yedi yıldızın her günkü gün ortasındaki yerlerini bilmek amacıyla önceki cetvellerden daha geniş bu yedi eşit cetvele çizilir ve o günün karşısına bir kutucuk içerisinde rakamlardan birincisi burç; ikincisi derece; üçüncüsü dakika olmak üzere üç rakam yazılır. Burçların isimleri ve rakamları şöyle gösterilir:

[66a] Her bir burç otuz derece, her derece de altmış dakikadır. Demek oluyor ki bir yıldız 7 derece 12 dakikayla sünbülede iken bu şekilde yazılır:   ve  J.Takvimde kevkebi gösteren rakam, kevkebin isminin son harfidir. Derecelerin sayısı 29’dan; dakikaların sayısı da 59’dan fazla olamaz.

Zikredilen bu yedi cetvelde, kevâkibin hâlleri bu şekilde kaydedilmiştir: Kevâkibin feleklerinin sıralaması, Güneş ile başlar, sonra sırasıyla Ay ve hamse-i mütehayyire gelir. Eğer kevâkibin derece ve dakikalarında artma varsa buna “müstakîm”; azalma varsa “râci’”; artma ya da azalma yoksa “mukîm” denir.

Güneş; devrini bir yılda tamamlar. [66b] Burçları bu tertibe göre ka- teder.

Bir kısmını 31, 31, 32, 31, 31 ve 31 günlük aylarda kateder,

Kalanı da 30, 30, 29, 29, 30 ve 30 günlük vakitsiz aylardır.

Ay; tahminen bir devrini 27 günde tamamlar ve bir burcu katediş süresi iki günden fazla, üç günden de azdır.

Zuhal; devrini otuz yılda tamamlar ve bir burcu da tahminen 2 buçuk yılda kateder.

Müşterî; devrini 12 yılda tamamlar ve bir burcu da tahminen bir yılda kateder.

Mirrîh; devrini 22 ayda tamamlar ve bir burcu katediş süresi bir aydan fazla, iki aydan azdır.

Zühre; devrini bir yılda tamamlar ve bir burcu da tahminen 27 günde kateder.

Utârid; devrini bir yılda tamamlar ve [67a] bir burcu da tahminen 16 günde kateder. Bu beş gezegen, bazen müstakim, bazen râci’ bazen de mukim durumda olurlar.

Sabit yıldızlar; devrini 24 bin yılda tamamlar ve bir burcu da 2 bin yılda kat eder.

O hâlde bilmek gerekir ki Ay’ın ve Güneş’in yörüngesi iki yerde karşılıklı kesişir. Bunlara “ukdeteyn” denir. Mâhın yörüngesinin yarısı güney yönünde; Güneş’in yörüngesinin yarısı ise kuzey yönündedir. Müneccimler, mâhın kuzey yönünde geçtiği o ukdeye “re’s”; karşısındaki ukdeye de “ze- neb” derler. Mâhın Güneş yörüngesinden beş derece olan gâyet-i bu’duna [67b] ’ “arz-ı mâh”; Ay takvimine de “tûl-i mâh” denir. Ay’ın re’s ve zenebi- nin seyri, râci yıldızlar gibi zıt yöndedir ve devrlerini 19 yılda tamamlayıp bir burcu 19 ayda katederler.

Bu yedi kevâkibin cetvelinden sonra, Cevzeher cetveli çizilir ve oraya re’sin durumu yazılır. Re’se göre zenebin durumu bilindiğinden zenebin durumu yazılmaz. Bazen ayrı bir cetvelde Ay takviminin kenarına; Ay’ın güneyde ya da kuzeyde olması, yükselişi ya da alçalması, büyümesi ya da küçülmesi durumu yazılır. Ay ve Güneş yörüngelerinin kesişme ve karşı karşıya gelme durumu şekilde görüldüğü gibidir.

[68a]

O hâlde bundan anlaşılır ki bir gün yirmi dört saat ve her saat altmış dakikadır. Re’s cetvelinden sonra, ayrı bir cetvelde her günün karşısına o 5 günün saati ve dakikaları yazılır. Sayı yirmi dörtten az olunca kalan sayı, gecenin saat ve dakikaları kabul edilir.

Güneş’in Cedy’den Seretan’a kadarki tahvilinde günler uzar, geceler kısalır; Güneş’in diğer altı burçtaki tahvilinde bunun aksi gerçekleşir.

Güneş, hamel ve [68b] mîzânda olduğu vakitte, gece gündüz eşit olur.

10 Buna “Saât-ı müstevi” denir.

Saât-i muavvecde ise gün ve gece on iki saattir ve saat sayısında farklılıklar olur.

Kevkeblerin Nazarları Hakkında

İki kevkebin aynı burçta, aynı derecede ve aynı dakikada bir araya gel- 15 mesine “kırân” ya da “mukârene” denir.

Bu durumun Güneş ve Ay arasında meydana gelmesine “ictimâ” denir.

Bu durumun Güneş ve hamse-i mütehayyireden biri arasında meydana gelmesine “o yıldızın yakınlaşması” denir.

Eğer o iki kevkebden biri öbürüyle üçte birlik dilimde olur ve en yakındaki feleğin altıda biri kadarı - 60 derece açı - vuku bulursa buna “tesdîs” denir.

[69a] O iki kevkebden birinin, rub’-i feleğin ortasında vuku bulacak şekilde diğerinin dördüncüsünde meydana gelmesine “terbî” denir.

5 O iki kevkebden birinin, sülüs-i felek ortada olacak şekilde diğerinin

beşincisinde meydana gelmesine “teslîs” denir.

O iki kevkebden birinin, nısf-ı felek her iki yönden ortada olacak şekilde diğerinin yedincisinde meydana gelmesine “mukâbele” denir.

Neyyireyn’in (Güneş ve Ay) mukâbelesine “istikbâl” denir. İster sağ ta- 10 raftan, ister sol taraftan olsun nazarların tamamı, aşağıdaki cetvelden kolaylıkla anlaşılır. “el-Hayy ve el-Ferd olan Allah’a (tam anlamıyla) dayanmakla.” [69b]

Bu nazarlara göre teslis, bütünüyle dostluk; tesdis, yarım dostluk; mukâbele, bütünüyle düşmanlık; terbî, yarım düşmanlıktır. Dostluk nazarı, uğurlu yıldızlarla iyi, uğursuz yıldızlarla ortadadır; düşmanlık nazarı, uğurlu yıldızlarla ortada, uğursuz yıldızlarla kötüdür.

[70a] Bir kevkeb birinci [evde] olur, ikinci kevkeb de ya ikinci ya altıncı ya on ikinci ya da sekizinci [evde] olursa bakılmaz. Kevkebin görüş alanına yönelmesine “muttasıl”; görüş alanından çıkmasına “munsarif”; ric’at sebebiyle görünmemesine “intikâs” denir. Kamer’in dışındaki kevkeblerin nazarları tahvillerle, ayların isimleriyle, kevkeblerin ortaya çıkış yerleriyle sağdaki sayfanın kenarına yazılır.

Nazar hakkında mâlumat sahibi olduğuna göre, tenazûrun da zamânî ve matlaî olmak üzere iki çeşit olduğunu bil.

Zamânî, Güneş olduğu zaman günün saatlerinin eşit olduğu iki yerde, iki kevkebin bulunmasıdır.

Matlaî, Güneş’in aynı anda doğduğu iki yerde [70b] iki yıldızın olmasıdır. Bu iki dâireden anlaşıldığı gibi:

Tenâzur da nazarların ittisallerinin ortasına yazılır ve hepsine “ittisâlât-ı küllî” denir. Sol taraftaki sayfaya kamerin hâlleri yazılır. Yedi cetvelden ilkine, yedi günün ismi; ikincisine, kamerin intikalâtı; üçüncüsüne, rakamla burçlar; bu üç cetvelden sonraki altı cetvele, kamerin altı kevkeble nazarları saat ve dakikalar belirtilerek yazılır ve gece veya gündüz belirlenir. Eğer bir sonraki günde nazar olmazsa, o günün [71a] hizası boş kalır. Nazarların rakamları bu şekildedir: Kamer re’sle:  , kamer zeneble:  j, şerefte:  , kamer hübûtta:  , neyyire:  , tenâzur: J?, tahte’ş-şuâ:  , tarikâ: aî, keydle: üj, istikbâl: J, ictimâ:  , ihtirâk: J, tahvil: Jj, nehâr: j, leyl: J.

Nazarların cetvellerinden sonra, ayrı bir cetvelde Ay’ın bir günlük yaklaşık katettiği mesafelerinden ibaret olan menzilleri yazılır.

Zirâ

Men’a

. Hek’a

Deberân

Süreyyâ

Butayn

Şeretayn D

Semâk

Avvâ

Sarfe

Zehre

Cebhe

Tarfe

Nesre [

Belde

Neâyim

Şûle

Kalb

İklîl

Zebânâ

--        - ı

Gafir

   Reş  

Muahhar

Mukaddem

Ahbiyye

Suûd

■ I _LI ırı_ı«j Beli’

Zâbih İl

Bu on iki burcun varaklarından önce, yılın tâli’ durumundan ibaret olan 5 zâyiçe çizilir. Tâli’, ikinciden on ikinciye kadar olan burçlar ve her kevkebin yeri, [71b] saadet oku, gayb oku gibi oklar oraya kaydedilir. Bundan önceki sayfada Türkler’in yılına ait zâyiçe çizilir ve buraya da onların hükümleri yazılır. Türk takvimindeki hayvanların isimleri şunlardır:

Say bakalım fare, inek, kaplan ve tavşan

10        Bu dördünden sonra gelir balina ve yılan

Sonrasında at ve koyun girer hesaba

Maymun, tavuk, köpek ve domuzla sonlanan

Bundan önceki birkaç sayfada, mevsimlerin hükmlerinin ahvali; içtima- lar ve kıranlar kaydedilir. Bundan önce de enbiyanın, evliyanın, halifelerin, 15 hükümdarların tarihleri yazılır.

Takvim ilmi hususunda birkaç usul kullanılır. Konunun tafsilatı uzun süreceğinden birkaç cetvel örneğiyle kısaca açıklık getirildi.

[72a]

On iki burçtaki yıldızların hallerinin cetveli

Şeref noktaları

Dereceler

Evc noktaları

Dereceler

Hazîz noktaları

Dereceler

Evler

Felaketler

Hamel

Güneş

Zuhal

Boş

Utârid

Mirrîh

Zühre

Sevr

Ay

Boş

Boş

Boş

Zühre

Mirrîh

Cevzâ

Re’s

Zeneb

Güneş

Zühre

Zuhal

Utârid

Müşterî

Seretân

Müşterî

Mirrîh

Boş

Boş

Ay

Zühal

Esed

Boş

Boş

Mirrîh

Boş

Güneş

Zuhal

Sünbüle

Utârid

Zühre

Müşterî

Boş

Utârid

Müşterî

Mîzân

Boş

Güneş

Utârid

Boş

Zühre

Mirrîh

Akreb

Boş

Ay

Boş

Boş

Mirrîh

Zühre

Kavs

Zeneb

Re’s

Zuhal

Güneş

Zühre

Müşterî

Utârid

Cedy

Mirrîh

Müşterî

Boş

Boş

Zuhal

Ay

Delv

Boş

Boş

Boş

Mirrîh

Zuhal

Güneş

Hût

Zühre

Utârid

Boş

Müşterî

Müşterî

Utârid

[72b]

Yedi yıldızın mensubatı

Yıldızlar

Zuhal

Müşterî

Mirrîh

Güneş (âfitâb)

Zühre

Utârid

Ay (kamer)

Farsça isimleri

Keyvân

Bercîs

Behrâm

Mihr

Nâhîd

Tîr

Mâh

Halk tabakaları

Reisler

Kadılar

Silah ehli

Melikler

Hakanlar

Keyler

Avam

Erkek ve dişileri

Erkek

Erkek

Erkek

Dişi

Mümtezic

Dişi

iklimleri

Birinci

İkinci

Üçüncü

Dördüncü

Beşinci

Altıncı

Yedinci

Felekleri

Yedinci

Altıncı

Beşinci

Dördüncü

Üçüncü

İkinci

Birinci

Renkleri

Siyah

Yeşil

Kırmızı

Sarı

Beyaz

Mavi

Nîli

Saadet ve uğursuzlukları

Büyük uğursuzluk

Büyük saadet

Küçük uğursuzluk

Saadet

Küçük saadet

Mümtezic

Saadet

Ferahlıkları

12

11

6

9

5

Tâlî (1)

3

Sıkıntıları

6

5

12

3

11

7

9

Yıldızların fiilleri

Gurbetlik, fakirlik ve yalnızlık

Gurbet, yalan, kin, hile ve fitne

Hükümet etme ve talih elde etme hırsı

Tembellik, tebessüm, istihza ve tatlı dillilik

Edeb, ilim ve her bir işte şöhret

Beden sağğı, bolluk ve kadınların evlenmesi

[73a]

Yıldızların mensubat cetvelinin devamı

Yıldızlar

Zuhal

Müşterî

Mirrîh

Güneş

Zühre

Utârid

Ay

Gündüzleri

Cumartesi

Perşembe

Salı

Pazar

Cuma

Çarşamba

Pazartesi

Geceleri

Çarşamba

Pazartesi

Cumartesi

Perşembe

Salı

Pazar

Cuma

Cirimleri

9

9

8

11

7

7

12

Gecelik ve gündüzlük

Gündüz

Gündüz

Gece

Gündüz

Gece

Mümtezic

Gece

Amelleri

Yaşlılık

Orta yaşlılık

Gençlik

Ömrün ortası

Tazelik

Küçüklük

Çocukluk

Cevher

Kurşun

Kalay

Demir

Altın

İnci

Firuze

Billur

Buhurlar

Laden

Öd

Günlük otu

Anber

Misk

Çakşır otu

Kafur

Haller

Uyku

Giyme

İş

Yeme

Cima

Kelam

İçme

Madenler

Mürdesenk ve zaç (karaboya)

Markazit taşı, tutiya (sürme taşı) ve kükürt

Mıknatıs

Lacivert taşı, ayna, zırnık

Sürme

Kehribar taşı, civa

Kristal

[73b] Bu ilimden öğrenilecek şeylerden biri, tâli’-i evtâddır. Tâli’-i evtâd, mayilü’l-evtâd ve zâyilü’l-evtâd gibi o vakitte doğudan doğan o burç ve dereceye denir.

5 Daha iyi anlaşılması için konuyu manzum olarak aktardık.

[74a] Birinci ev okudur insanın talihiyle ilgili bekâ oku İkincisi mal ve borç oku

Üçüncü ok kız ve erkek kardeşe ait

Dördüncüsü mal mülk, soy sop, cetler oku

10        Beşinci ok erkek ve kız evlatların

Altıncısı mal, köleler ve cariyeler oku

Yedincisi evlilik ve düşmanlık için

Sekizincisi ölüm, kıtlık, veba oku

Dokuzuncusu hadis, sefer, ilim ve haber

Onuncusu ticaret, melikler, vezirler oku

On birinci ev dostlar ve beklenti evi

[74b] Allah korusun bunlar hem dert hem de derman oku

On ikincisi, kişinin akıbetinin oku

Düşmanlıklara rağmen hayır olsun insanın sonu

Doğu ufkundan doğan burçların yedincisi batıda batar. Bu durum, her vakitte böyledir. Her burcun kaç saatte ve kaç dakikada doğduğu aşağıdaki beyitten anlaşılır:

Burcun doğuşunu ve saatini detaylıca söylerim

Hamel ve Hût 1 saat 20 dakika; Sevr ve Delv 1 saat 30 dakika;

Cevzâ ve Cedy 2 saat; Kavs ve Seretân 2 saat 20 dakika; Esed ve

Akrep 2 saat 20 dakika; Sünbüle ve Mîzân 2 saat 30 dakika.

Kevâkib-i nehârînin gündüz yer üstünde, gece yer altında; kevâkib-i leylînin de bu durumun aksi olmasına “hayyiz” denir. Kevâkib-i müzekke- rin müzekker yerde ve müzekker evde; kevâkib-i müennesin de müennes yerde ve [75a] müennes evde kuvvetleri vardır. Kevâkib hattında ise güçlü, değilse zayıftır.

Saatlerin seçilmesinde riayet edilmesi gereken birkaç kural vardır:

  1. Ay’ın durumu, bulunduğu burç, o işin mensub olduğu kevkeb, zamanın tâli’i ve bulunduğu burç;
  1. Hanenin durumunun salâhı; uğursuzluktan kurtulup saadetin etkisinde olması.
  1. Kevkebin durumunun salâhı; kevkebin şeref gibi kendine ait bir kuvveti olması; zirveye yönelmesi, Kuzeye yükselişi, doğrusallığı; ferahlıkta ya da hayyizde olması, sevgi nazarıyla bahtiyarlığa nazır olması.
  1. Kevkebin durumunun fesadı; kevkebin hubûtu, hazîzi, rucû’u, ihtirâ- kı ve öteki şeyler gibi kevkebin salâhı için anlatılanların tersi.

Saatlerin seçilmesi açısından kamer hangi burçta ise o burca göre [75b] hangi işin yapılması, hangi işin de yapılmaması gerektiğine dair manzum:

Söz söylemeye yardımcı olan

O üstad hekim Nasîr ne güzel söylemiş

Yani, Nasîrü’l-mille ve’d-din Allâme Tûsî (Allah Teâlâ ona rahmet etsin) [buyurur:]

Ay’ın Seçilme Zamanları

[Hamel]

Lemyezel Allah’ın her daim gücüyle

Hameldeki Mirrîh evine Ay’ın bütünüyle girince

İyidir hem sefer etmek hem de hükümdar ziyareti

İpek giymek ve okla avlamak işi

Yeni bir işe koyulmak avlanmak gerçi iyi sayılsa da

Kötüdür bina dikmek ve bir şey ekmek tarlaya

[76a] Sevr

Ay Sevr burcundayken iyidir nikâh kıymak

Bahçeye tohum ekmek ve dosta mektup yazmak

Daha iyisi hanımlarla muhabbet ve güzel koku sürünmek

Kavgadan kaçınıp eğlenmeye bakmak

Gerçi iyiyse de ortaklık ve Çinli yasemin kokulu kadın ticareti Kötüdür kan aldırmak ve yine hamama gidilmesi

Cevzâ

Ay’ın cirmi cevzâya düşünce

Ticaret vay aman ne iyi yapılır Hıtâ Türkleriyle!

Hem kitap okumak hem de kâtibin yanına gitmek

[76b] Hem mektup yazmak hem de ok atmak

Yeni elbise yakışır, sefer de hem yaraşır

Lakin tırnak kesmek, kan aldırmak, hacamat ise hatadır

Seretân

İyi olur Ay’ın seretâna geçişi

Yeni elbise giymek, sefer etmek bu zamanda iyi

Hem de nasıl iyi gelir müshil ilacı

Hele bir de mektup yazmak hepsinden daha iyi olanı

Yaraşır hamama gitmek saç kazıtmak ama

İyi olmaz kan aldırmak, evlenmek, dikmek bina

Esed

[77a] Ceylan sekişli Ay esed burcuna geçtiğinde

İyi olur anlaşma yapmak korkusuzca atılmak bir işe

Kan aldırmak, ateşle uğraşmak ve şahlardan hacet dilemek

Taç sahiplerince tahtı süslemek

Hıtâ Türkleriyle ticaret yaraşır ama

Yeni bir şey giymek ve sefer etmek hata

Sünbüle

Ay esedden sünbüleye geçtiğinde

Olmak gerek çöl yolunda kafileyle

Yeni şey biçmek yararlı ancak iki şey bundan daha iyi

Aydınların ilim talimi ve halkın ekip biçmesi

[77b] Ne hoş olur servi boylu güzelleri satın alma

Kötüdür kuyumculuk yapmak, hacamat tedavisi ve anlaşma

Mîzân

Bir buçuk gün iyi geçer Ay’ın mîzâna geçince

Hem sefer etmek hem nikâh kıymak hem de mücevher almak çekincesiz

Yeni elbiseler giyinmek, hele bir de

Mey kadehinden içmek cana can katan ney ve ceng sesiyle

Ancak Ay on yedi derece ukdeden geçince

Hiç şüphesiz kişi zahmet çeker yapacağı işte

Akreb

Ay akrebe geçtiğinde iyi olur baştan sona

[78a] İlaç içmek ve yemeği yutmadan çıkarma

Hem yaralar sarılabilir hem de macunlar yapılabilir

Hem hamama gitmek hem de düşmana saldırmak iyi gelir

Atın tırnağını kesmekten sakınmak gerek ama

Diğer işleri yapmak asla getirmez fayda

Kavs

Ay kavse geçtiğinde iyidir yapmak dört işi

İlk ikisi talim ve evlenme, hacamat ve avlamak ise son ikisi

Mahcup olmaz mücevher ve hayvan alan kişi

Hele yeni bir şey giymek, kadıya gidip yaptırmak tescili

Borç vermek, saç kazıtmak, tohum ekmek kötü olur

[78b] Müshil içen kişi şüphesiz kendi düşmanı olur

Cedy

Ay cedyye geçtiğinde uygun olur su yolu açılırsa

Yeni elbise giymek yaraşır, ava çıkmak ise daha fazla

Sihirden ve büyüden sığınmak gerek Allah’a

Hele utâritin mâha baktığı zamanda

Hile ve düzen yapanlara kast etmek iyi

Şahları ziyaret etmek, anlaşma ve hacamat yapmak ise tehlikeli

Delv

Ay geçince delve, canla başla çalışılmalı

Kazanç sağlamak için uzlaşmaya varılmalı

[79a] Kişinin talihi yaver giderse iyi

Hintli köle alınması, yahut ağaç dikmesi

Kaleler ve burçlar yapmak olsa da iyi

Nakl etmek, kan aldırmak, evlenmek ve bakire kadın almak iyi değil

Hût

Ay hûta geçince hayret etme, iyi değil yapılması

El ve ayak tırnaklarının kesilmesi ve kan aldırılması

Fakat eşrafı ziyaret etmek iyi olur bu zamanda

Sen bu yaşlı feleğin palanını örttüğünde (öldüğünde)

Hem külah, hem cübbe, hem kemer hem de gömlek gibi Bağışla bana üzerindeki bu dört şeyi

[79b] Yine O Hazret (Tûsî), Ay’ın mevzisi hususunda buyurmuştur:

İki kat say Ay’dan ne geçtiyse

Onun üzerine de beş ekle

Beşer beşer git Güneş’in mevzisinden

Bu yolla bir burcun ve mâhın yerini öğren

Beşten az çıkarsa sayı

Altıya tamamla ve derece say bunu1

Her Ayın Gurresini Belirlemek Hususunda:

Hz. Alî-yi Murtazâ’dan (Allah Teâlâ vechini mükerrem kılsın) nakledilir ki bir kişi onun yanına geldi ve şöyle dedi:

-Ben bedeviyim. Ayların gurresini kimi zaman bilemiyorum. [80a] Her mâhın gurresini bilmem için bunun kurallarını bana öğretmeni istiyorum.

Şah buyurdu:

-Kendi adını ve annenin adını söyle bakalım.

Bedevi:

-Benim adım Bevdâ ve annemin adı Hecze.

Şah buyurdu:

-Bu iki isimdeki harfler, senin gurreyi bilmende belirleyicidir. Bil ki her ayın bir harfi, her yılın da bir harfi vardır. Şöyle ki;

Muharrem, j; sefer,  ; rebîü’l-evvel,  ; rebîü’l-âhir,  ; cemâdî- yü’l-evvel, j; cemâdîyü’l-âhir, I; receb,  ; şâban, A ramazan,  ; şevvâl, j; zi’l-kâde, I; zi’l-hicce; £.

Yılların harfleri: Birincisi,  ; ikincisi, j; üçüncüsü, A; dördüncüsü; I; beşincisi,  ; altıncısı,  ; yedincisi, j; sekizincisi,   şeklindedir.

Devre tamam olunca saymaya tekrar baştan başlanır. O ayın harfiyle yılın harfi toplanır ve buna altı eklenip daha sonra çıkan sonuç yedişer yedişer gruplandırılır. Eğer bir kalırsa pazar, iki kalırsa pazartesi ve buna kıyasla diğer günler hesap edilir. Eğer senenin harfi şüpheli olursa, hicrî 1 Müellifin metinde Tûsî’ye işaret etmiş olduğu bu şiire işaret eden başka kayıtlara ulaşılamamıştır. Bu şiir

için ayrıca bkz. http://heyghogh.mihanblog.com/postZ4 (Çevrimiçi) 17 Şubat 2018. tarihe bir sayı ilave edilir. [80b] Zira bu kuralın konulması hicretten bir yıl önce olmuştur. Bu sekizerli değerlendirmeden sonra bir kalırsa, senenin harfi  ; iki kalırsa j; üç kalırsa  . Bu değerlendirmeye göre sekiz kalırsa,   olur.

5 İmâm Ca‘fer-i Sâdık’tan (Allah Teâlâ ondan razı olsun) nakledilir ki bir kimse önceki Ramazan ayının ilk gününden eminse, o günden itibaren saymaya başlayarak beşinci günü, girilen ramazanın ilk günü kabul eder.

Eğer rûmî ayın başının hangi gün olduğu bilinmek istenirse, önceki 10 eylülün son gününün sayısı, istenilen ayın sayısıyla toplanır. Çıkan sayı yedi olursa, cumartesi, değilse de yedi kabul edilir. Eğer bir kalırsa pazar, iki kalırsa salı ve buna kıyasla diğer günler tespit edilir. Ayların harfleri bu şekildedir: Teşrîn-i evvel, teşrîn-i sânî... Tamamında I £ j I   J harfleriyle eşleştirilir. Önce teşrîn-i evvelden başlanır.

BEŞİNCİ BÂB İLM-İ HESÂB HAKKINDA

[81a] Bil ki ilm-i hesâb, riyâzî ilimlerin en yücesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “ve senelerin adedini ve hesabını bilmeniz için”1 Âlimler ilm-i hesâba son derece itibar eder ve der ki: “O, asâ parçalarından daha fazla fayda sağladı.”  Çocuklara diğer ilimlerden ziyade, hesâb öğretilir ve ilm-i hesâba “ilimlerin anası” denir. îlm-i hesâba vâkıf olduktan sonra, oldukça kolay bir şekilde ilm-i ilâhînin mükemmelliğine ulaşılabili- nir ve ma’kûlât-ı mücerred daha çabuk idrak edilebilir.

Bilinmesi gerekir ki sayı basamakları; birler, onlar ve yüzler olmak üzere üçtür. Bundan sonraki basamaklar da bu üç basamaktan birinin binlere ilavesiyle olur. Şöyle ki: Birler basamağına karşılık gelen binler, onlar basamağına karşılık gelen on binler şeklindedir ve gerisi buna kıyas edilir.

Sayı ya ferd (tek) ya da zevcdir (çifttir).

Ferd; ya [81b] ferd-i evveldir, 3 ve 5 gibi. Ya da ferd-i mürekkebdir 9 ve 15 gibi.

Zevc; ya zevcü’l-ferddir, 6 ve 10 gibi. Ya da zevcü’l-zevcdir, 8 ve 16 gibi.

O hâlde bil ki sayı, ya tam ya nâkıs ya da zâyid olarak adlandırılır:

Tam sayı: Küsurunun cem’i kendisine eşit olan sayıdır. 6 ve 28 gibi.

Nâkıs sayı: Küsurunun cem’i, kendisinden az olan sayıdır. 8 ve 10 gibi.

Zâyid sayı: Nâkıs sayının tersi olan sayıdır. 12 ve 16 gibi.

Birden başlayarak istediğin kadar sayının ardışık sayı toplamasını yapabilmen sayının özelliklerindendir. Toplama işlemi yapmadan sonuca ulaşmak istersen, toplanan ardışık sayıların sonuncusuna 1 ilave edip sayının yarısıyla darbedilir, istenilen sonuç çıkar. Örneğin; 1’den 9’a kadar olan sayıları toplamak için 10 sayısı, 4,5 ile çarpılıp istenilen sayı olan 45 sayısı elde edilmiş olur. 1’den 10’a kadar sayıları toplamak için 11 sayısı, 5 sayısıyla çarpılır, istenilen sayı ortaya çıkar. îzlenilen bu yol, [82a] zevc ve ferd sayıları kapsar.

Tek sayılar için izlenilen diğer yol; aded-i ferd, ikiye bölündüğünde mutlaka küsur çıkar, küsur tamamlanıp asıl sayıyla çarpılırsa istenilen sonuç elde edilir. Örneğin; 11 tek sayısı tansîf edildiğinde sonuç 5,5 çıkar, küsur tamamlanınca 6 olur, 6 asıl sayıyla çarpıldığında istenilen sonuç olan 5        66 elde edilir. îlm-i arismatîkîde bu şekilde sonuç elde etmeye “kemâl-i

zuhurî denir.

Kemâl-i zuhUrînin başka bir usUlü daha vardır. Buna da “kemâl-i devri” denir. Bu da şu şekildedir: Birden başlayarak hangi sayının kemâl-i devri isteniyorsa o sayıya kadar rakamlar toplanır, sonra o sayıdan geriye 10 doğru bire kadar olan sayılar toplama ilave edilir. Bu şekilde sayının kemâl-i devri elde edilir. îşlem yapılmadan sayının kemâl-i devrî’ne ulaşılmak istenirse, her sayı kendisiyle darb edilir ve bu şekilde de sayının kemâl-i devrî elde edilir.

Bil ki darb (çarpma) çarpan sayının oranıyla diğer çarpanın oranın- 10 dan elde edilen sayıdır [82b] Her sayının kendisiyle çarpımının sonucuna “murabba” ve “meczUr”(kareli sayı) denir. MeczUr, musattah olur. 4 x 4; 5 x 5 gibi. Bu şekilde:

Ve bunlar, birbirleriyle birleşmelerinden dört dik açı oluşan dört düz eşit çizgiyle sınırlıdır. Bu dört çizgiden her birine “dıl” (köşe) denir. Sağ tarafta çizgilerin başladığı kenardan karşı kenara kadar olan çizgi “mu- rabbanın arzı” kabul edilir. Yukarıya doğru karşıdaki kenara kadar olan 5 çizgiye “murabbanın tûlü” denir. Sayı kendinden başka bir sayıyla çarpılırsa murabba-ı mustatîl ya da arîz olur, meczûr (kare) olmaz. Çünkü meczûr, kenarların eşitliğidir. Murabba-ı mustatîl örneği:

Diğer bir murabba-ı arîz örneği:

10

Demek oluyor ki murabbanın kendisiyle ya da başka bir sayıyla darbının sonucuna “mücessem” (üç boyutlu) denir.

[83a] Zira mücessem; bir şeyin boyunun, eninin ve derinliğinin olmasıdır. Buna örnek olarak, 5 ile 5 darb edilirse 25 olur, tekrar 5 ile darb edilince 125 olur. Buna “mücessem” ve “müka’ab” denir. Gerçi bütün cisimlerin boyu, eni ve derinliği vardır ama müka’abın boyu, eni, derinliği; altı sathı;

5 on iki kenarı; sekiz zâviye-i kâimesi; yirmi dört tane zâviye-i musattahası vardır. O hâlde, eni ve boyu eşit; derinliği az olursa buna “lebnî”; boy ve en bakımından eşit ve derinlik bakımından fazla olursa da buna da “perî” denir. Çünkü kuyu gibi derinliği fazladır.

O hâlde darb (çarpma) çarpan sayının oranıyla diğer çarpanın oranın- 10 dan elde edilen bir birime karşılık gelen sayıdır. On çeşittir, aşağıdaki gibi:

[83b]

[83b] Çarpmanın yolu: Sonuca kolay ulaşmak için onlar, yüzler ve bin-

15 ler ukûdunu birler basamağına aktarıp birbiriyle çarparız. Birler basamağını birler basamağıyla çarpmak istediğimizde şayet her iki taraf da beşten az olursa bu sayının küçüklüğü ve basitliği sebebiyle kaide ve kurala gerek kalmaz. Aksi takdirde beşten fazla olursa bu kural uygulanmalıdır:

Daima birlerle birlerin çarpımından elde edileni üste getir

10’u at ve 10 de, her fazlalığa

Her bir taraftan bak kaç tane 10 var

Birbirleriyle çarparsan olur tamam

[84a] Şayet her iki taraf da mürekkeb sayıysa 24 ve 25 gibi, her iki mertebe için dört çarpma işlemine ihtiyaç vardır. Önce 4, 5 ile çarpılır, sonuç 20 olur, ondan sonra 20’nin 20 ile çarpımından çıkan sonuç 400 olur, daha sonra her iki tarafın birler basamağını diğer tarafın onlar basamağıyla çarparız, iki çarpmanın sonucu 180 çıkar, bu iki basamaklı dört çarpmanın sonucunun toplamı 600 olur.

Şayet sayılardan biri müfred diğeri mürekkeb ise iki çarpma işlemi yapılır. Eğer mürekkeb taraftan biri iki basamaklı olursa 23 gibi, diğeri de 225 gibi üç basamaklı olursa burada altı çarpma işlemi vardır, sonuç 5175 çıkar. Eğer çarpılan her iki sayı üç basamaktan oluşuyorsa 9 çarpma yapmak gerekir.

Bazıları çarpmadaki en iyi kısa yolun, nisbet olduğunu söylemişlerdir. Örneğin, 80’i 25 ile çarpmak istersen; 25, 100’ün çeyreği olduğundan 80’nin de [84b] çeyreği alınır ki bu 20’dir. 20’nin her birini 100 kabul edersek (yani 20 tane 100) sonucu elde ederiz. Küsurları çarpmak da uzun süreceğinden aynı şekilde kısaltırız.

Bölme işlemini açıklamaya başlıyoruz: Bölme, bir sayının bir sayıdaki bölenlerinden bir payı olan üçüncü bir sayıyı aramaktan ibarettir. Birinciye “maksum” (bölünen); ikinciye “maksûmün aleyh” (bölen); bölme işleminden çıkan sayıya da “hâric-i kısmet” (bölümden kalan) denir.

Bir sayıyı bir sayıya bölmek istediğimizde, öyle bir sayı ararız ki o sayıyı maksûmün aleyhle çarptığımızda ya maksûma eşit ya da mak- sûmdan az olsun. O sayı, hâric-i kısmetdir. Eğer az olursa, onu mak- sûmdan çıkarır, kalanı aklımızda tutarız. Sonra aynı şekilde başka bir sayı ararız. Eğer maksûma eşit olursa ne âlâ, değilse başka bir sayı ararız, [85a] bu sayıyla bölme işlemi ya kalansız ya da kalanlı olur. Eğer kalan maksûmün aleyhden daha azsa, o maksûmün aleyhi ve hepsini toplarız, istenilen budur. Örneğin 950’yi 44’e bölmek istediğimizde söylemiş olduğumuz gibi bir sayı aradık ve 2’yi bulduk, 2’yi 44 ile çarptık 88 oldu. Bunu maksûmdan çıkardık 70 kaldı. Tekrar başka bir sayı aradık, 1’den daha büyük sayı bulamadık. 1’i 44 ile çarptık kalan sayı 44’e bölünmedi. 1’i 44 ile çarptık yine 44 oldu. 44’ü 70’den çıkardık 26 kaldı, 26 maksûmün aleyhden az olduğundan 26’yı maksûmün aleyhe oranladık 11 cüzden yarım ve 1 cüzle eksiksiz oldu. Hepsini topladık 11 cüzden 21,5 ve 1 cüz oldu.

Çarpma, bölme ve diğer hesâbî işlemler uzun süreceğinden aktaramıyoruz, ama ilm-i arismatîkî vesilesiyle sayıların bazı özelliklerinden bahsedelim:

Murabbalara isim koyma yolu: Murabbanın kutrunun iki katı [85b] ismin sayısına eklenir, daha sonra o şeklin murabbası kutra ilave edilmiş o ismin sayısına göre düzenlenir, kalan sayı murabbanın vefkine taksim edilir, birinci kısımdan bir çıkarılıp başa koyulur ve işlem tamamlanır.

Murabbanın istihrac (yorumlanma) yolu: Murabbanın kenarlarından biri, kendi değeriyle çarpılıp çıkan sayıya bir eklenir ve yeniden kenarın yarı değeriyle çarpılır, elde edilen sayı, o şeklin murabbası olur.

3x3 (Üçlü) Murabba: Bil ki murabbaların ilkidir. Bunun yöntemi de şöyledir:

îki at, kale ve vezir

Vezir, kale ve iki at

Bu misal üzere, 3x3 murabba sekiz çeşit tanzim edilebilir. Farz edebilim, eğer küsur meydana gelirse ve bu küsur da 1 olursa, yedinciye; [86a] 2 olursa, dördüncüye ilave edilmelidir. 3x3 murabbanın özellikleri çoktur: Mahpusluktan kurtulmak, sırların ifşa olması, hayızdan kurtulma, doğumun hızlanması bu murabbanın bilinen özelliklerindendir. Özellikle ay saatinde hazırlanır, misk ve zaferanla yazılıp suya konulursa bu sudan içen kişinin hafızası güçlü olur.

4x4 (Dörtlü) Murabba: Bu murabba iki devir tamamladıktan sonra onun boyuna çizgileri aynı, enine çizgilerinin birincisi, üçüncüsüyle; ikincisi, dördüncüsüyle aynı olan murabbadır. Dörtlü murabba şekli:

Velilik makamındaki dinin şerefi efendimiz Ali el-Yezdî hazretleri (Allah Teâlâ ona rahmet etsin) murabbalardaki sayıların yerleştirilmesini bu rubâî- de şöyle dile getirmiştir:

Eğer senin arzun dörlü murabba ise

[86b] Viranlık ve talih çok etkilidir bu işte

Fil evinde her birini siyaha koy

Ondan azalt yolunda gitsin işlerin de

4x4 murabbanın tanziminde çok fazla usuller vardır. Mesela farz edelim ki devir tamamlandıktan sonra küsur çıkarsa, küsura bakarız. Ve bu küsur bir olursa on üçüncüye, iki olursa dokuzuncuya; üç olursa beşinciye ilave edilmelidir. Eğer bu şekilde sonuca varılmazsa son çare olarak, on üçüncü evden maksadın hâsıl olmasını istersen küsur bir ise bir, iki ise iki, üç ise üç ilave edilir. Bunun özellikleri çoktur. Bunu düzenlenmesi için en uygun vakit, Güneş’in şerefte, mâhın ya şerefte ya da neyyirede olduğu vakittir.

Bazı üstad kimseler buyurmuşlardır ki: Zayıflık için, Allah’ın el-Azîz ve el-Azîm ismi; [87a] üzüntü için, Allah’ın el-Latîf ve el-Vâsi ismi; âcizlik için, Allah’ın el-Kâdir ve el-Kahhâr ismi; ahmaklık için, Allah’ın el-Alîm ve el-Muhsî ismi; hastalık için, Allah’ın el-Şafî ve el-Muafî ismi; fakirlik için, Allah’ın el-Ganî ve el-Mugnî ismi; şaşkınlık için, Allah’ın el-Hâdî ve el-Reşîd ismi; âcizlik ve açlık için, Allah’ın el-Samed ve el-Mukît ismi.

Bazıları da gönlün ferahlaması, rızkın genişlemesi ve dünya işlerinin üstesinden gelebilmek için “Allah, göklerin ve yerin nûrudur.”1 âyetini muhakkak sonlarına koyarlarlar. Fetih için “Muhakkak biz fetih verdik”  nus- ret için “Geldiği zaman” yazarlar.

4x4 murabbanın en önemli özellikleri; kitapların arkasına, hazinelerin kapısına ya da kâğıt üzerine yazılıp elbiselerin arasına koyulursa, hırsızlık ve diğer musibetlerden korunulur. Eğer Güneş’in hûtda mâhın seretânda olduğu zamanda yüzüğe nakşedilirse, makam ve mertebenin artmasını ve insanların nezdinde değer kazanmayı sağlar.

[87b] Eğer kişi çiçek hastalığına yakalandığında bu murabbayı taşırsa, hastalık ya hiç uğramaz uğrarsa da otuz dört günden fazla sürmez. Daima felaketlerden korunmuş olur. Savaşta sağ kalır, hasımlıklarda zafer onun olur.

5x5 (Beşli) Murabba: Zühre ya da şemsin şerefte olduğu zaman yazıldığında onu taşıyan kişi, insanların değer verdiği kişilerden olur. İnsanların gözünde ve gönlünde heybetli olur. Vebadan korunur. Eğer bu murabba gemiye asılırsa, bilhassa Muktedir ismi murabbaya yazılıysa, gemi çarçabuk emniyetle karaya ulaşır. Beşli murabba şekli:

6x6 (Altılı) Murabba: Bu murabbanın özellikleri çoktur. Muhabbette ve aşkta etkisinin büyük olması, [88a] bu murabbanın en bilinen öze- liklerindendir. Zuhal, şerefte olduğu zaman yazılır ve zuhal kendi evinde olduğunda binanın temeline koyulursa, bina yıllarca sağlam kalır, sahibi için de kutlu ve mübarek olur. Her kim bu evde oturursa mutlu bir ömür sürer. Eğer el-Hayy ve el-Kayyum ismi, Güneş’in doğuş zamanında abdestli bir şekilde kıbleye karşı yazılırsa, bu murabbayı taşıyan erkekse, insanlar arasında ünlü ve bilgili bir kişi olur. Rızık kapısı ona açılır. el-Kettânî Allah ona rahmet etsin, şöyle dedi: “Resulullah’ı (sav) rüyamda gördüm ve ona dedim ki Ey Allah’ın resulü kalbimin ölmemesi için Allah’a dua et! Bunun üzerine Allah’ın resulü şöyle dedi, “Her gün kırk kere yâ Hayyü yâ Kayyûmü lâ ilâhe illâ ente de ki Hz. Îsâ ölüleri bununla diriltmişti.”

7x7 (Yedili) Murabba: Bu murabba son derece mübarek bir şekildir. [88b] Özellikle zührenin şeref vaktinde yazılmışsa, bunu üzerinde taşıyan çeşitli afetlerden korunur. Her kimin gözü murabbayı taşıyana ilişirse, onu taşıyanı sever, özellikle bal ve zaferanla yazılıp suda yıkanır ve bu çocuklara içirilirse, çocuklar duyduklarını öğrenirler. Özellikle Ay seretânda iken yazılıp utâritin sünbülenin 15 derece olduğu zamanda yıkanmalıdır.

Bu yüce ilmin namı, bir bâbın ilavesinde anlatılabilecekten çok daha yücedir. Önemine işaret etmesi bakımından bu kadarı yeterlidir.

Aşinalık mahallesinden olan kişi

Bilir sermayemizin nereden geldiğini

Eğer bir kimse bu fenden istifade etmek isterse, Künhul-Murad a ve seçkilerine müracat etsin.

ALTINCI BÂB ÎLM-Î KIYAFET HAKKINDA

[89a] “Allah (cc) seni her iki dünyada mutlu etsin.” Bil ki kıyafet, aklî ve naklî delillere göre üstünlüğü kesin olan yüce bir ilim ve latif bir bilgidir. Hz. Risâlet sallallâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur: “İhtiyaçlarınızı güzel yüzlü insanlardan talep edin!” Yine buyurmuştur ki: “Ümmetimin uzun boylularında bereket, ümmetimin orta boylularından hikmet ve ümmetimin kısa boylularında fitne vardır.” Zikredilen ilimde bilgi sahibi olmak sultanlara ve emirlere yaraşır. Bundan dolayı bu risâlede, ilm-i firâset hakkında bir bâbın oluşturulması uygun görüldü.

Her uzvun hangi sıfatın delili olduğuna dair; insanın uzuvlarının şekli ve şemâili hakkında:

Büyük baş: Himmetin yüceliğine delâlet eder.

Küçük baş: Aklın kıt olmasına delâlet eder.

Sert saç: Cesarete [89b] delâlet eder.

Yumuşak saç: Korkaklığa delâlet eder.

Mûtedil saç: Davranışlarda ölçülü olmaya delâlet eder.

Gür saç: Kötü yaradılışlı olmaya delâlet eder.

Sırtta kılın çok olması: Şehvete delâlet eder.

Kıllı omuz: Yiğitliğe ve mertliğe delâlet eder.

Kıllı göğüs ve göbek: Makbul değildir.

Az saç: Zihin açıklığına delâlet eder.

Ateş kırmızısı beniz: Kanın çokluğuna; çabuk hiddetlenme ve davranışlarında aşırı taşkın olmaya delâlet eder.

Hastalığa bağlı olmayan sarı beniz: Kalbin kötülüğüne delâlet eder.

Kırmızı ve beyaz beniz: Yaradılışın mûtedil olmasına delâlet eder.

Esmer beniz: Zeki olmaya delâlet eder.

Saf kırmızı beniz: Hayâya delâlet eder.

Siyaha ya da sarıya çalan yeşil beniz: Kötü huya delâlet eder.

Derin çizgi ve damarların görülmediği açık alın: Geçimsizliğe delâlet eder.

Oldukça dar olan alın: Tembelliğe ve cahilliğe delâlet eder.

Geniş alın: Tembelliğe [90a] delâlet eder.

Mûtedil alın: İnsanlarla bir arada yaşamada ve onlarla iyi geçinmede ölçülü olmaya delâlet eder.

Çok kırışık alın: Gevezeliğe delâlet eder.

Burna doğru kırışık olan alın: Mahzun yaradılışlı olmaya delâlet eder.

Şakaklara doğru kırışık olan alın: Akıllılığa delâlet eder.

Gür kaş: Üzüntüye delâlet eder.

Uzun kaş: Dalkavukluk ve kibre delâlet eder.

Ayrık kaş: Şen şakrak olmaya delâlet eder.

Buruna doğru ince olan kaş: Fitneciliğe ve düşmanlığa delâlet eder.

Burna doğru düşük ve şakağa doğru kalkık olan kaş: Aptallığa delâlet eder.

İnce kaş: Neşeye delâlet eder.

Mûtedil kaş: Sinir ve öfke hâlinde ölçülü davranmaya delâlet eder.

Büyük göz: Tembelliğe delâlet eder.

Küçük göz: Hafifmeşrep olmaya delâlet eder.

Mûtedil göz: [90b] Vefaya ve vicdana delâlet eder.

Çukur göz: Hileye ve hasede delâlet eder.

Patlak göz: Utanmazlığa, cahilliğe ve çirkefliğe delâlet eder.

Süratlice göz kırpmak: Hileye delâlet eder.

Aralıklı göz kırpmak: Aptallığa ve anlayış kıtlığına delâlet eder.

Koyu siyah olan göz: Tutkulu olmaya delâlet eder.

Koyu mavi olan göz: Hayânın azlığına delâlet eder.

Açık mavi olan göz: Âşıklık hâline delâlet eder.

Çok koyu olmayan siyah renkli göz: Akla delâlet eder.

Masum bakan ve içinde neşe ve sevinç zâhir olan (içi gülen) göz: Uzun ömre delâlet eder.

Lacivert, küçük ve fıldır fıldır göz: Utanmazlığa, hile ve hasede, şehvet düşkünlüğüne delâlet eder.

Kırmızı göz: Kabadayılık ve cesarete delâlet eder.

Sarıya çalan lacivert göz: Kötülüğe delâlet eder. [91a]

Çukurunun etrafında noktaların bulunduğu göz: îçten pazarlıklı olmaya delâlet eder. Eğer bu noktalar mor renkte ise daha kötüdür.

Çukurunun etrafı halkalı olan göz: Hasede ve hileye delâlet eder.

İnek gözüne benzeyen göz: Ahmaklığa delâlet eder.

Çukuru sarı renkli göz: Katil olmaya ve kan dökücülüğe delâlet eder.

Şehla göz: En güzel gözdür.

Sarıya çalan firuze gibi yeşil göz: Yerilmiş vasıflara delâlet eder. Eğer gözün maviliğinin ve yeşilliğinin yanı sıra, beyaz ve kırmızı noktalar da varsa, bu gözün sahibi insanların en hilecisi ve en kötüsüdür.

Pörtlek küçük göz: Cahillik ve şehvet düşkünlüğüne delâlet eder.

Fıldır fıldır büyük göz: îyi değildir.

Şaşı göz: İnatçılığa delâlet eder.

Aver göz (Tek gözlü): Uğursuzdur.

Bütün uzuvlar övülmüş vasıflara sahip olsa da bilmek gerekir ki kıyafet ilminde göz, büyük bir öneme sahiptir. [91b] Gözün işaret ettiği vasıflar çoktur. Göz kötü olduğu zaman, bütün uzuvlar iyi olsa da hiçbir işe yaramaz.

İnce uzun burun: Aklın hafifliğine delâlet eder.

Yassı burun: Şehvete delâlet eder.

Enli burun: Kıskançlığa ve öfkeye delâlet eder.

Mûtedil burun: Bâtınî duyuların sıhhatine delâlet eder.

Geniş ağız: Cesarete delâlet eder.

Dar ağız: Korkaklığa delâlet eder.

Kalın dudak: Huyun kötülüğüne ve ahmaklığa delâlet eder.

İnce dudak: Anlama ve kavrama yeteneğine sahip olmaya delâlet eder.

Kırmızı dudak: Son derece iyidir.

Beyaz (pembe) dudak: Yumuşak başlıdır.

Aralıklı küçük diş: İyi vasıflara delâlet eder.

Büyük ve uzun diş: Kötülüğe ve fitneye delâlet eder.

Mûtedil diş: Doğruluğa delâlet eder.

Eğri ve düzensiz diş: Hileciliğe delâlet eder.

İnce çene: [92a] Hafif ve yarım akla delâlet eder.

Enli geniş çene: Kibre delâlet eder.

Mûtedil çene: Akla ve ağırbaşlılığa delâlet eder.

Köse sakal: Kıvrak zekâya delâlet eder.

Değirmi sakal: Ağırbaşlı ve saygın olmaya delâlet eder.

Uzun sakal: Aklın azlığına delâlet eder.

Dar sakal: Anlayış ve idrak sahibi olmaya delâlet eder.

Kaba sakal: Kötü huylu olmaya delâlet eder.

Kıvırcık sakal: Makbuldür.

Büyük yüz: Tembelliğe delâlet eder.

Etli surat: Huyun kötülüğüne delâlet eder.

Zayıf surat: Yapılacak işlerde temkinli olmaya ve ihtimam göstermeye delâlet eder.

Çok yuvarlak yüz: Cahilliğe delâlet eder.

Çok uzun yüz: Tembelliğe delâlet eder.

Çok küçük yüz: Alçaklığa ve hafifliğe delâlet eder.

Mûtedil yüz: Sözü edilen işlerin tamamında beğenilen özelliklere ve övülmüş işlere delâlet eder. [92b]

Güleç yüz: Güzel huya, düzgün yaradılışlı olmaya ve mizacın mûtedil olmasına delâlet eder.

Asık ve ağlamaklı yüz: Güleç yüzün tersidir.

Çevresinde şişlik olan yüz: Gazaba delâlet eder.

Büyük kulak: Uzun ömre delâlet eder.

Küçük kulak: Cimriliğe delâlet eder.

Orta büyüklükte kulak: İyiliğe delâlet eder.

Ayyaş görünümlü tip: Gaflete delâlet eder.

Heybetli görünümlü tip (Geniş yapılı): Öfke ve gazap sahibi olmaya delâlet eder.

Mahcup görünümlü tip: Utanma duygusuna ve hayâya delâlet eder.

Uzun boy: Erdemli olmaya ve sadeliğe delâlet eder. Ancak gafildir.

Mûtedil boy: Bâtınî vasıflarda hikmet, akıllılık, zekilik ve itidalli olmaya delâlet eder.

Kısa boy: Kindarlığa, fitneciliğe ve düşmanlığa delâlet eder.

Gür ses: Cesarete delâlet eder.

İnce ses: Korkaklığa delâlet eder. [93a]

Mûtedil berrak ses: Beğenilmiş huylara delâlet eder.

Genizden ses: Kibre delâlet eder.

Hızlı konuşma: Çabuk kavramaya delâlet eder.

Uzun nefesli soluma: Yüce himmetli olmaya delâlet eder.

Kısa nefesli soluma: Cimriliğe ve haysiyetsizliğe delâlet eder.

Kalın ses: Oburluğa delâlet eder.

Hoş ses: Aklın ve hayânın azlığına delâlet eder.

Yumuşak kulak: Latif yaradılışa ve algının kuvvetli olmasına delâlet eder.

Sert kulak: Bedenin güçlü olduğuna, kötü yaradılışa ve idrakın zayıflığına delâlet eder.

Çok gülme: Gaflete delâlet eder.

Yüksek kahkaha: Utanmazlığa delâlet eder.

Tebessüm: Hayâya ve güzel yaradılışa delâlet eder.

Ağır konuşup yavaş hareket etme: Geç kavramaya, aptallığa ve tembelliğe delâlet eder.

Kısa boyun: Hileci ve düzenbaz olmaya delâlet eder.

İnce uzun boyun: [93b] Korkaklığa ve aptallığa delâlet eder.

Kalın boyun: Aptallığa ve gazaba delâlet eder.

Mûtedil boyun: (kısalık ve uzunluk; kalınlık ve incelik bakımından) son derece beğenilmiştir.

Küçük karın: Akla, anlayışa ve iyi nefse delâlet eder.

Büyük karın: Gaflete, şehvetperestliğe ve oburluğa delâlet eder.

Dar böğür: Zayıflığa (zayıf kişiliğe) delâlet eder.

Geniş sırt: Bedenî güce, kibre ve gazaba delâlet eder.

Eğik sırt (Kambur): Kötü ve çirkin yaradılışa delâlet eder.

Dik sırt: İyi huya delâlet eder.

Dar omuz: Aklın kıtlığına delâlet eder.

Geniş omuz: Tembelliğe delâlet eder.

Mûtedil omuz: Aklın olgunluğuna delâlet eder.

Uzun baldır ve pazu: Kibre ve mevki düşkünlüğüne delâlet eder.

Kısa baldır ve pazu: Kötülüğe delâlet eder.

Mûtedil baldır ve pazu: Cesarete ve cömertliğe delâlet eder.

Uzun parmak: [94a] Kıvrak zekâya ve hünerli olmaya delâlet eder.

Kısa parmak: Uzun parmağın aksi duruma delâlet eder.

Mûtedil parmak: Makbul olandır.

Yumuşak avuç: Akıl olgunluğuna, kıvrak zekâya ve huy güzelliğine delâlet eder.

Parlak beyaz tırnak: Son derce makbuldür.

Kusurlu tırnak (ister tırnağın olmaması; ister lekeli olması sebebiyle): Hiçbir şekilde makbul değildir.

Bundan böyle, bu fenne ait meselelerin bütün kitaplarda olduğunu bil. Bir büyüğün tevriyeli bir ifadeyle şöyle dediğini duydum:

“Dokuz haslet dokuz kişide bulunur: Habislik, sarışınlarda; inatçılık, şaşılarda; uğursuzluk, körlerde; gaflet, uzun boylularda; zerafet, kısa boylularda; kıvrak zekâ, köselerde; aptallık, şişmanlarda; çeviklik, zayıflarda; kibir, topallarda bulunur.” Mümkün mertebe, [94b] kıyafet ilmine göre yüzü güzel olanların yüzüne bakmak; bunun aksinden de sakınmak gerekir, özellikle her yeni günün başlangıcında. Söylenildiği gibi:

Her sabah böylesi bir güzeli gören

O talihli göze ne mutlu!1

Sûreti güzel olanların huyları ve iyi vasıfları çoktur. Kıyafet ilmine göre sûreti iyi olmayan kimselerin sohbetinden sakınmak gerekir. Mecbur kalın- 5 sa bile, kendilerine müracaat edilmemelidir.

Onun kötü huyundan incinme diye

Gitme asık suratlının yanına hacet dilemeye

Gönül derdinden dem vurmak istersen biriyle

Git lutfuyla sana nimetler bahşedecek kişiye 

YEDİNCİ BÂB ŞİİR SANATLARI HAKKINDA

[95a] Şiir ilmi, güzel söz söyleme kuvvetinin ortaya çıkmasında en faziletli servettir. Zira onun esası ilâhi yardım ve nazari kuvvet olmaksızın kesbi olarak elde edilebilecek bir şey değildir. Bu, insanın cevherindeki ezeli inâ- yet vesilesiyledir. Bu fennin kurallarına ait temel esasları bilmek, en büyük meselelerden ve en önemli faziletlerdendir. Çünkü bunun hakkında bilgi, Kur’âni nazmın icazının (belâgattaki kemâlinin) idrak sebebidir. Kelâmda (ifadede) buna riayet etmek fesâhatın ve belâgatın güzelliklerindendir. Ancak mânayı bozacak şekilde mübalağada bulunmamak gerekir.

Şairin söz sanatı yapması iyi olur kararında

Mânanın olgunluğuna noksan getirmemek kaydıyla

Saf bir hayal olur mâna güzelinin yüzündeki ben

[95b] Ben, ne kadar az ise güzellik o kadar çok olur yanakta

Bu kaideye uymak gerekir. “Vedûd olan Allah’ın yardımıyla.”

Şiir: Lugatta bilmek; ıstılahta ise manzum söz anlamındadır.

Nazım: Lugatta birleştirmek anlamındadır; ıstılahta ise arûz ilminde zikredilen bahirlerden biriyle uygun olan terkipten ibarettir.

Nesir: Lugatta dağıtmak anlamındadır; ıstılahta ise şiir bahirlerinden hiçbiriyle uygunluk göstermeyen terkipten ibarettir.

Kâfiye: Lugatta “kafâ” (kafa-arka) kelimesinden türemiştir; ıstılahta ise Halil’e göre; kelimenin son harfinden önceki ilk sakin (cezimli harfle), o cezimli harften önceki harekeli harften ibarettir. Örneğin, dlh!  (sultân) kelimesinde, d harfinden harekeli T’ya kadar kâfiyedir.

Revî: Lugatta, ya [96a] suya kandırmak olan “reyy” kökünden ya da devenin yükünü bağlayan ip anlamındaki “rivâ” kökündendir; ıstılahta ise kâfiyenin dayandığı harfe denir. dLhl  kelimesindeki “d” gibi. Bazı kimseler kâfiyenin son harfinden önce gelen ve sakin olan harfe “revi”der. Elbette o harfin iâdesi (yinelenmesi) gerekir. Sultân kâfiyesindeki “I” harfi gibi.

Lüzûm-i mâ lâ-yelzem: Revî harfinden önce, her beyitte kâfiye yapmak için getirilmesi gerekli olmayan harfin getirilmesidir. jk y “bustân” ve dk:M “âstân” kelimlerindeki ki “tâ” nın tekrarına “lüzûm-i mâ lâ-yelzem” denir. Zira bu kâfiyede dk T “âsmân” ve dkı T “âstân” daha doğru olurdu.

Redif: Lugat anlamı, takip etmek-izlemek anlamına gelen “redf” kökünden gelir; ıstılahta ise her beyitte kâfiyeden sonra tekrar edilen kelimeye denir. Örneğin, Şemseddin Muhammed Hâfız’ın aşağıdaki beytindeki   “me-pürs” (sorma) lafzındaki gibi:

[96b] Çektiğim aşk derdini sorma

Tattığım ayrılık zehrini sorma1

Seci: Lugat anlamı güvercin ötüşüdür. Istılah anlamı ise, nesirde nazımdaki kâfiyenin karşılığıdır.

Tarsî: Lugatta mücevher kakmaktır. Istılahta ise ikinci mısranın bütün lafızlarının vezin ve kâfiye bakımından birinci mısradaki gibi olmasıdır. Üstattan böyle öğrendim. Örnek beyit:

Menekşe gibi kıvrımlı senin misk kokulu saçının perçemi

Gönlü hoş eden gülüşün yırtıyor goncanın perdesini 

Hakîka: Fiilin fail mânasında olması, yani asıl anlamında kullanılmasıdır. Istılahta ise mevzuun leh’de (özne) gerçek anlamında kullanılan lafza denir. Örneğin, “güneş” denir, güneşin kuvvetli ışığı kastedilir.

Mecâz: Cevâz kelimesinden ism-i mekândır. [97a] Yani, asıl anlamının dışındadır. Istılahta ise, kendi mevzu lehinin dışında kullanılan kelimeye denir. Örneğin “güneş” denildiği zaman, sevgilinin güneş gibi yüzü kastedilir. Bu beyitte söylenildiği gibi, örnek beyit:

Ey kudretli ve güneş yüzlü üzme beni

Bir başkasıyla oturupta ateşe atma beni

Teşbîh: Lugatta benzetmek anlamındadır. Istılahta ise dört unsuru vardır: “Müşebbeh”(benzeyen), “müşebbehün bih” (kendisine benzetilen), “edât-ı teşbîh” (teşbîh edatı), “vech-i şebeh” (benzetme yönü). Bunların içinden, müşebbeh ve müşebbehün bih açıktır. Edât-ı teşbîh, teşbîhe delâlet eden kelimelerdir. Bu edatlar “gibi” anlamında, Arapçada, “ke”, “ke’ene”, ve “misl”; Farsçada, “hemçü” ve “mânend” lafzıdır. Vech-i şebeh, müşebbehin ve mü- şebbehün bihin [97b] ortak oldukları mânadan ibarettir. “Zeyd aslan gibidir” örneğinde, benzetme yönü, cesarettir. Teşbîhin şartı, kendisine benzetilenin, benzetme yönüyle benzeyenden güçlü olmasıdır. Farsça şiir örneği:

Utanmış parlaklığından gül gibi, yanağın

Parçalamış gonca gibi, binlerce can elbisesini

İstiare: Lugatta ödünç istemek anlamındadır. Istılahta ise, bir şeyi bir şeye benzetmekten ibarettir. Müşebbeh ve edât-ı müşebbeh zikredilmez. Örnek beyit:

Güneşin utandığı o ay sensin

Goncanın gizlendiği o gül sensin

Burada müşebbehe, “müsteârün leh”; müşebbehün bihe, “müsteârün minh” ve “müsteâr” denir. [98a] İstiâre ve mecaz arasındaki fark, mecazî ve hakiki mâna arasındaki ilgidir. Eğer benzetme yönüyle bir ilgi varsa buna “istiâre”, eğer benzetme yönü dışında bir ilgi varsa buna da “mecâz-ı mürsel” denir. O hâlde mecâz, istiâre ve mecâz-ı mürsel olmak üzere iki kısımdır.

Kinâye: Lugatta üstü kapalı sözdür. Istılahta ise bir lafız söylenip onun gerçek mânasının lüzumunun kastedilmesidir. Örneğin, “Zeyd mütebes- simdir” denildiğinde, mütebessim olmayı gerekli kılan iyi huyluluk kastedilir. Mecaz ve kinaye arasındaki fark şudur: Mecâzda gerçek mânayı da kastetmek gerekmez. Aksine, hakiki mânanın kastedilmediği bir karinenin delâleti gerekir. Kinayede ise gerçek mâna da kastedilebilir.

İstiâretün bi’l-kinâye: Söz söyleyenin kendi görüşüne göre bir şeyi, bir şeye [98b] benzetmesidir. Teşbîhi gözeterek müşebbehün bihin özelliklerinden birini, müşebbehle açıklar ve müşebbehün bihi açıklamaz. Örnek beyit:

Tûr dağında senin tevhîd erin olan o güneş dedi: “Erini” (göster kendini)

Gördü hüsn ü cemâlinin tecellisinden bir zerreyi

Burada “güneş”, müşebbeh; “Mûsâ aleyhisselâm” da müşebbehün bih- dir. “Erini” de onun özellikleri arasındadır. “Erini”nin zikri gizli teşbîh karinesidir. Buna “isteâretün bi’l-kinâye” denir.

İstiâretü’l-tahayyüliyye: Bu, isteâretün bil-kinâyeyi gerekli yapar. Zira isteâretün bi’l-kinâyenin olduğu yerde, zorunlu olarak teşbîh karinesi vardır. Müşebbehe göre o karinenin ispatına “İstiâretü’t-tahayyüliyye” denir. O hâlde, zikredilen örnekte “erini”nin ispatında, “er” güneş için istiâretü’l-ta- hayyüliyye olur. Örnek beyit:

[99a] Ey hicran! Merhametsizlik edip de sevgilinin iki yanağından

uzağa götürme beni

Hak etmişim ölmeyi belki, bari inletme beni

Îhâm: Baid (uzak) ve karib (yakın) iki anlamı içeren bir kelime zikredilerek, gizli karine yoluyla uzak anlam kastedilir. Örnek beyit:

Senin kahır oklarından Kaf dağı delik deşik oldu lam (zırh) gibi Seni düşünmenin şevkiyle ayn (güneş) bile simsiyah oldu nun (balık) gibi1

Bu beyitte şairin kastettiği uzak anlamdır. Bu da îhâmdır. Arapça şiir

10        Sevgilinin kıvırcık saçına vâsıl olmaz âşığın saçı 

Tecnîs: Telaffuzda birbiriyle uyumlu iki harfin bir araya gelmesidir. Yedi kısma ayrılır: “Tecnîs-i tâm”, “tecnîs-i nâkıs”, “tecnîs-i zâid”, “tecnîs-i mü- rekkeb”, “tecnîs-i hat”, “tecnîs-i mutarraf”, “tecnîs-i mükerrer”.

Tecnîs-i tâm: Yazılışta ve söyleyişte birbirine benzeyen ancak mâna ba- 15 kımından farklı olan iki kelimeden oluşur. Farsça bir örnek beyit:

Ey Hatâ güzellerinin çerağı

Hata olur senin yüzünden uzak kalınması

Tecnîs-i nâkıs: Harfleri aynı, [100a] harekeleri farklı iki lafızla oluşturulur. Örnek bir beyit:

Türkü (güzeli) terk etmem için boynumu testereye vursalar

Boynumdan geçerim de asla türkü terk etmem1

Tecnîs-i zâid: Birbirine benzer iki lafız bir araya getirilir. Bu lafızlardan biri diğerinden bir harf veya iki harf fazla olur. O fazlalık ya kelimenin başında olur, “mâl” ve “kemâl” gibi. Ya ortasında olur, “cân” ve “cânân” gibi. Ya da sonunda olur, “mâh” ve “mâhî” gibi. Sondaki kelimedeki harf fazlalığına “müzeyyel” (sondan eklemeli) de denir.

Tecnîs-i mürekkeb: Harflerin sayısı ve yazılışı bakımından aynı olan biri müfred diğeri mürekkeb olan iki lafzın bir araya getirilmesidir. Örnek beyit:

Ey her nefesimde sinemde ateşi artan

[100b] Bir an dahi vazgeçmez hasta gönül seni anmaktan

Tecnîs-i hat: Yazıda, birbirine benzer iki lafzın bir araya getirilmesidir. Bu mısra örneğinde olduğu gibi:

Nazlı yârin gözünün gazabına uğrayan nice âşık ölmüş

Tecnîs-i mutarraf: Son harfleri farklı olan birbirine benzer iki lafzın bir araya getirilmesidir. Örneğin, “câm” ve “cân” gibi.

Tecnîs-i mükerrer: Mısraların sonunda birbiriyle yan yana olacak şekilde iki kelimenin bir araya getirilmesidir. Örnek beyit:

Ayı kıskandırır yanağın dedik de dedik

Şekere benzer ağzın dedik de dedik 

Kalp: Bir lafzın harfleri ters çevrildiğinde diğer lafız gibi olacağı şekilde iki lafzın bir araya getirilmesidir. “Kalb-i küll”, [101a] “kalb-i ba’z”, “mak- lûb-i mücennâh”, “mukalleb-i müstevî” diye kısımlara ayrılır.

Kalb-i küll: Kelimenin harflerinin tamamı ters çevrildiğinde başka bir kelime oluşur. Örneğin, “hûr” ve “rûh”ve bu mısra örneğindeki gibi:

Sevgili senin düşüncen doğru, adaletin de sevgi üzerine kurulu

Kalb-i ba’z: Kelimenin harflerinden bazısının ters çevrilmesiyle, başka bir kelimenin oluşmasıdır.

Örneğin, J  “şeker” ve 3-&) “reşk” gibi.

Kalb-i mücennâh: Harf bakımından biri diğerin tersi olan iki lafızdan birinin mısra başına; diğerinin mısra sonuna getirilmesidir. Bu iki söz, o mısranın iki kanadı gibi olduğundan o iki lafza “mücennâh” denir. Örnek mısra:

Senin elinin cömertliği yanında maden ne ki!

Dirhem saçan seninle maden nasıl yarışır ki!

[101b] Maklûb-i müstevî: İster baştan okunsun ister sondan, mısraın aynı kelimelerden oluşmasıdır. Örnek:

Natanz’danım Natanz’danım Natanz’danım Natanz’dan

İştikak: Harfleri birbirine yakın olan iki kelimeden oluşur. Örneğin;  •j “zemîn” ve öl»j “zemân”; â&  “mekîn” ve d  “mekân” gibi.

Reddü’l-acüz ale’s-sadr: Nesirde, cinaslı iki lafızdan birinin karinenin başına ve diğerinin de karinenin sonuna getirilmesidir. Nazımda ise, kelimelerden birinin beyit sonunda; diğer kelimenin de ya beyitteki sadr; ya arûzda, ya beytin sadr ve arûz arasında ya da ibtidâda getirilmesidir. Sözü kısa tutulması ve anlaşılması için örneklerle açıklayalım. Örnek beyit:

Gönül yandı gam ateşiyle sinede kaldı peykân

Hem senin okunun hatırası hem de hatırası gönlün

 [102a] Mahmur hâlde gelirse yanıma gümüş tenli, servi boylu, bir an

Bil ki devlet ağacım meyve verir o zaman

->ııH»ıı->ı—

Akşam gelirsen, sen güzellik şahikasının güneşi, yanıma

Hiç kuşku yok ki sultan olur bu rimmeşrep köle Şam’ a

Küfrü ya senin dilinden işitmeyi arzu eder Câmî;

Ya da sövenden senin dilinle

: H»; ;—;

Lale yanaklıların hayalini kurar Câmî

Ki haşre kadar onun toprağında lale ve gül çıksın

: H»; ;—

Ey güzelliğin servinâzı, ne hoş yürürsün salınarak!

Âşıkların için senin nazın her an olur yüz niyaz1

Senin lutuf ve cömertlik namının makamıdır bâd-ı sabâ

[102b] Bahar bulutu olur hamal, ihsanlarını taşımaya

Leff ü neşir: Birkaç kelimenin zikredilmesi ve daha sonra bu kelimelerle ilgili özelliklerin bir araya getirilmesidir. Müretteb ve gayr-ı müretteb olarak ikiye ayrılır. Örnek:

Senin zülfün gece, yüzün kuşluk vakti doğan güneş

Ve’l-leyli ve’d-duha’dır bana gece gündüz zikrimde

Gönül gam menzili rüzgârı, baş ise ayağının toprağı

Gönül bundan şeref-yâb, baş sevinç ve neşe içinde 

Aks: İbarenin başını sona, sonunu başa getirmektir. Örneğin; “Sâ- dâtü’l-âdât, âdâtü’s-sâdât” (Âdetlerin efendileri, efendilerin âdetleri) gibi.

Tard ve aks: İkinci mısrasını oluşturmak için birinci mısrasının başını, ikinci mısrasının sonuna; birinci mısrasının sonunu, ikinci mısrasının başına getirmektir. Örnek beyit:

[103a] Aşığını öldürme suçsuz ve günahsız yere

Suçsuz ve günahsız yere aşığını öldürme

Mütezâd: Zıt anlamlı kelimelerin bir arada zikredilmesidir. Örnek beyit:

Gönül arzusunu meyvelendiren dostluk ağacını ek

Nice cefalar veren düşmanlık fidanını kökünden sök1

Mürââtü’n-nazîr: Uygun anlamlı kelimelerin bir arada zikredilmesidir. Örnek beyit:

Ey beyaz yüzlü, siyah gözlü, lale benizli!

Zamanın anası doğurmamış senin gibi güzeli! 

Tensîku’s-sıfât: Art arda sıralanan sıfatlarlarla bir şeyi nitelemektir. Örnek:

“O” ne yücedir! Hayrete düşer başkaları onun zâtı hakkında

Yetmez akıl O’nun künh u kemâlini idraka

[103b] Mekândan münezzeh Kahhâr, bağışlayıcı Gaffar

Ordusuz Sultan, Deyyân “O” tek başına

Tecâhül-i ârif: Şairin bilinen bir şeyi, bilmezlikten gelecek şekilde ifade etmesidir. Örnek beyit:

Senin mübarek avucunda ki kına mı yoksa;

Ayaklar altına aldığın aşığının kanı mı?

İğrâk: Kelimelerin anlam bakımından aşırı mübalağalı olmasıdır. Örnek beyit:

Dün gece Ferhad’ı ve onun ağlayıp inlediğini hatırladım

Öylesine inledim ki taş bile feryat etti

Hüsn-i ta‘lîl: Bir şeyin sebebibin zikredilmesidir. O şeydeki güzelliğin tamamına ait olan bir yönle zikredilmesidir. Örnek:

Benim keman kaşlı sevgilim gönlü avlamaya geldiğinde [104a] Ürkek ahunun gözü karardı onun okunun etkisiyle

Avgahta yayından çıkan her okun

Ahuya isabetinde, acısı tesir etti benim gönlüme

Suâl ve cevâp: Şiir sanatlarındandır.

Ağzın ve dudağının beni mutlu ederler mi diye sordum

Gözüyle cevap verdi: “Her ne söylersen onu yaparlar”1

İktibas: Kur’ân’dan ya da hadisten olduğuna dair hiçbir işarette bulunmadan nazımda ve nesirde Kur’ânda ve hadiste mevcut olan sözün zikredilmesidir. Örnek beyit:

Ey dergâhının gölgesi devletin yüzüne din beni olan sen!

İşte Adn cenneti oraya girin ebediyyen 

Tazmin: Başkasının şiirinden bir veya daha fazla mısrayı kendi şiirinin arasına [104b] almaktır. Eğer bu şiir bilinen bir şiirse, kime ait olduğuna işaret etmek gerekmez; aksi hâlde işaret etmek gerekir. Örnek:

Binlerce yeşil çadır gibi görünür çimenlik goncadan sebep

Sabah vaktinde çadır kurar bulutlar gül bahçesine

Hargâhdan bârgâha gelen hükümdar gibi

Halvet sarayından çıkar gül, geçer huzura kabul meclisine

Şiirin son her iki mısraı Zahîr’e aittir. Bilindiği için işaret etmeye gerek yoktur.

Cem‘: Şairin iki ya da daha fazla kelimeye ortak anlam vermesidir. Örnek:

Senin dudağından kan damlıyor, benim gözümden

Senin kâhkülün perişan, benim yüreğim

[105a] Feleğin takdiri, senin lutfun, benim iştiyakım

Her üçü de sonsuz ve sınırsız

Siyâkatü’l-â’dâd: Birkaç kelimenin birbiri ardına getirilmesi ya da bir şeyin sayısının art arda zikredilmesidir. Örnek beyit:

Ey boyu, kaşı, zülfü ve yüzü güzel olan sen!

Gönül ehlinin dilinde gezen ismin, kalplerin sevgilisidir

Ey sevgili! Attığın on oktan canıma değen bir, iki, üç, dört, beş, altı Öldürdü benim gibi her an bir, iki, üç, dört, beş, altı1

Musammat: Bir beyit dört dizeye bölünür, matlaı varsa her dizede kâfiye gözetilir. Matlaı yoksa diğer üç dizede kâfiyeye bakılır. Örnek beyit:

Kabul ediyorsun huzuruna herkesi, ölüyorum ben delice kıskanmaktan seni

[105b] Bir kez olur herkesin can vermesi, defalarca ölür biçare Câmî

Musammatın diğer çeşidi de dört dizenin bu yolla tatbik edilmesidir:

Sual etti o yağmacı güzel benden

Bu hâlin ne, gelmez oldun bizim yanımıza neden

Cevap verdim ve dedim: “Gelemem”

Ne vakit seni görsem, vefasız ve hercaisin sen

Gönül bağladığım sevgili sen idin dünyada

Yeminim topraktı senin ayağının altında

Söküp attım seni gönlümden yüzlerce cevr ü cefayla

Ne vakit seni görsem vefasız ve hercaisin sen

Raktâ: Beytin harflerinin birinin noktalı; diğerinin ise noktasız olmasıdır. Örnek beyit:

[106a] Senin tabiatının hoş kokusunun tesirinden

Yaydı çiçek bahçesinin kokusunu sabâ rüzgârı

Gayr-i menkût: Bir beytin kelimelerine ait harflerin tamamının noktasız olmasıdır. Örnek:

Âlemde toza bulanmış bir karınca olsam bile

Mesut ülkenin mülkünün maliki olsam bile

Sadr-ı muallânın soyundan gelsem bile

Hz. Muhammed’in kapısının meddâhıyım ben

Hayfa: Şiirde bir kelimeyi noktalı; bir kelimeyi noktasız oluşturmaktır. Eğer bütün harfler noktalı olursa buna, “menkût” denir.

Muvassal: Bir beyiti başından sonuna kadar bitişik yazılabilir. Örnek beyit:

5        Ay kıymetini yitirdi onun yüzünün güzelliği karşısında

[106b] Gül çemende gizlendi onun menekşe renkli hattının karşısında

Mukatta: Beytin kelimelerindeki harflerden hiçbirinin birbirine bitişik yazılmamasıdır.

Bazı fasih söz söyleyenler, yenilikler ortaya koymuştur. Birkaç örnek:

10 Rubâî

Ey şah yok sana denk olan bir benzerin Bütün huriler esir, yüzünün karşısında senin

Mahmur iki gözünden döndüm sarhoşa

15        Ne mümkün bu sarhoşluktan kurtulmam benim

[107a] Yine Bir Rubâî

İki gözüm buğulandı yüzünün firakından Yanımda gözyaşımdan havuz var saçının gamından

5        Mahmurum ben senin o câdû nergis gözünden

Gelince niçin beni def ediyorsun sokağından

İstifham: Nefy (olumsuz) ve ispat (olumlu) durumunun ihtimalli getirilmesidir. Örnek beyit:

Toprağı kimyayla altına çevirenler bakışlarıyla

10        Bize de bir göz ucuyla bakmazlar mı?

[107b] Kıta

Rubâî [108a]

İki âlemin yakutudur benim yakutum

5        O güzelin lâl dudağı benim yakutum

Senin dudağın yakutunun hasretinden kan içer rakip Söyle içmeye devam etsin o kan benim kûtum

Rubâî

Gâliye gibi uzun saçlı dilber

10        Yanağına düşen saçları altında yüzü sanki kamer

Onun yüzünde, benim gönlümdeki dudak sanki şeker

Dilber sanki kamer, dudağın sanki şeker, yürek sanki hacer

SEKİZİNCİ BÂB İLM-İ MUAMMA HAKKINDA

[108b] Ey ismi her tılsımın hâzinesi olan sen

Kâni olur bir isimle herkes senden

Hem isim sensin hem de müsemmâ olan

Âciz kalır akıl bu muammadan

Ey şöhret peşinden giden kişi “Allah sana hazinelerden haber versin ve sırları sana açsın” Bil ki muamma doğru yaradılışın ölçüsü, aydınlık zihnin terazisidir. Her kimin bu savaşta idrak oku amaçladığı hedefe denk geliyorsa bu, yaradılışının doğruluğunun ve zihninin selâmetinin dâvasını güderse mümkündür. Bu vasıtayla sırlardan sonuç çıkarmayı ve remizleri anlamaya kadir olacağı bir melekeyi bulmaya devamlılık ve maharet gösterirse [109a] Allah’ın mucizevî kelâmındaki ve ehl-i zâhirin gözüne kapalı nice incelikler, bu yetiyi kazanan kişinin nazarında zâhir olur ve sair işlerde iyi tedbirler düşünebilir. Bundan dolayı, erbâb-ı işâret ve ashâb-ı besâret (görüş sahipleri) bu fenne çok meyl gösterip bedi/nadirattan eserler ortaya koymuştur. Özellikle âyetlerin hakikatinin hizmetçisi, esmâ ve sıfatların aynası, bu sermayeye değer kazandıran, bu sanatları derleyen hususen dinin şerefi Ali-yi Yezdî hazretleri (Allah Teâlâ onun sırrını kutsasın) ve velilik sıfatıyla sıfatlanmış, hidâyete ermiş, bilgi erbabının önderi, görüş sahiplerinin temsilcisi, Mevlana Abdurrahman-ı Cami hazretleri “Allah ömrünü bereketli kılsın” ve diğer zekâ ve fazîlet sahipleri ve öteki ülkelerdeki kemâl erbabı kişiler, [109b] bu fazîlet sebebiyle ün bulmuşlar ve söz meclislerinde ve mahfillerinde bu ilmin inceliklerinden söz etmişlerdir.

Muamma: Yeteneği güçlü kişilerin ve sağlam zihinlilerin beğenisi olan muamma rumuz ve ima yoluyla, isimlerden bir isme delâlet eden ölçülü sözdür. Muammayı yazan kişinin birincisi, “Madde-i isim”; ikincisi, “tekmîl-i sûret”olan iki işi tahsil etmesi gerekir. Demek oluyor ki muammaya ait ameller üçtür: Tahsil-i maddeye özgü olan “a’mâl-i tahsilî”, tekmil-i sûrete ait olan “a’mâl-i tekmilî.” Ya da âm diye adlandırılan ve diğer ikisinin hiçbir özelliğine sahip olmayan ya da diğer ameller üzerine kolaylık getiren “a’mâl-i teshîlî”dir. Bu bâbda her üç a’mâl de açıklanacaktır: “el- Hayy ve el-Vedûd olan Allah’a tevekkülle.”

AMÂL-İ TAHSİLİ

[110a] A’mâl-i tahsilî sekiz kısma ayrılır: “Tansîs ve tahsîs”, “tesmiy- ye”, “telmîh”, “teradüf ve iştirak”, “kinâye”, “tashîf”, “istiâre ve teşbîh”, amâl-ihesâbî .

Tansîs ve tahsîs: Bazı harflerle açıklamaktır. Ve onun belirlenmesi de bir yönle olur. “Erşed” isminde olduğu gibi:

Aşk derdinden yüzlerce müşkül peyda olsa da her an

Gönülden uzak olsa da olmaz uzak âşıktan

Tesmiyye: Nazımdaki harflerin isimlerinden bir ismi onun müsemma- sının bir harfini kastederek yahut onun ismini doğrudan ya da dolaylı kastederek dercetmek mümkündür. “Alâ” isminde olduğu gibi:

Güneş bile parıldamaz yüzünün parlak aksinden

Nerede biter sümbül misk kokulu zülfünün elinden

[110b] Telmîh: Herkes tarafından bilinen bir yerde yazılmış bir ya da daha fazla söze işaret etmektir.

Müneccimlerin izlediği takvim rakamları (tarihler) bu türdendir. “Alî” isminde olduğu gibi:

Ay ve güneş hayretten parmak ısırırlar

Peri yüzlü sevgilimizin yanağı göründüğünde

Teradüf ve iştirak: ‘“Teradüf”, iki kelimenin bir mânaya karşılık gelmesidir. “îştirâk” ise bunun tersidir. O hâlde eğer şiirde bir lafız kullanılır ve mâna yoluyla başka bir lafız kastedilir ise bazen lafzın iştirâki vasıtasıyla bir mâna ile başka bir mâna kastedilirse bu iştiraktir. “Âyan” isminde olduğu gibi:

Menzili benim gözüm olan servi

Giremem ben onun gönlünden içeri

[111a] Teradüf yoluyla, “esad” isminde olduğu gibi:

Güneş parladığında aşkın nûrları içinde

Güzellerin güneş(mihr) gibi yüzü, süs olur onun evinde

Kinâye: Ya bir lafız zikredilerek mevzuun lehin kastedildiği mefhum vasıtasıyla başka bir lafız kastedilir ve zikredilen lafız bizzat onun karşılığıyla açıklanmaz; ya da mâna vasıta olmaksızın bir lafız zikredilerek telmih ve tesmiye yoluyla başka bir lafız kastedilir. “Hüsrev” örneğinde olduğu gibi:

5        Taç arayan ve maksadına hâsıl olanın daima

Nam yüzünden sonsuz bir korku dolaşır etrafında

Tashîf: Nokta, hareke ve sükûnun konulup kaldırılmasıyla yazının şeklinin değişmesidir. “Ömer” isminde olduğu gibi:

[111b] Huzur bulmaz gönlüm senin beninden uzakta

10        Nasıl da perişan olur kuş dâne bulamadığında

İstiâre ve teşbîh: Halk arasında herkesçe bilinen benzerlikler sebebiyle bir ya da daha fazla harfin kastedilmesiyle bir lafzın zikredilmesi; ya da zihnin birinciden ikinciye kolaylıkla intikal etmesi açık olur. “Yusuf” isminde olduğu gibi:

15        O şeker ağızlıyı öpmek istediğimde

Ağzımı yaklaştırdım, çekti ağzını benden

Amel-i hesâbî: Şiirde bilinen yönlerden bir yönle bir sayıya delâlet eden lafzı kullanmaktır. “Muhammed” isminde olduğu gibi:

Kanlı gönlüme ok atınca sevgilin gözü

20        Gam sardı kederli gönlümü

[112a] Bu misal hesâbî muhteriattandır. “Nûr” isminde olduğu gibi:

Yanağını ve benini açık beyan görmek isterim

Ne zaman kadar yaşayacağım âlemde hayalinle senin

Ümit eliyle siyah zülfüne asıldım

25        Ola ki bir gece mah cemâlini göreyim

Hüseyin” ismindeki muamma da bu kabildedir:

Bâd-ı sabâ hazırlayınca amberi eteğinde gülün

Dedim ki durma devam et yayılsın senin kokun

A’MÂL-İ TEKMÎLÎ: Amâl-i tekmili üç kısma ayrılır: “Telif”, “iskât”, “kalp”.

Telîf: Farklı yerde, toplanmış olan farklı konulardaki kelimelerin bir araya getirilmesine işarettir. “Edhem” isminde olduğu gibi:

[112b] Bağda gördüğüm gönlü yaralı bir bülbülle

Dertleştik hiç durmadan birlikte

İskât: İtibar derecesine göre bir lafızdan bazı parçaları atmaktır. Burada üç şeye dikkat edilir: “menkusun minhü” “menkûs”, “hâsıl”.

“Hasan” ismindeki gibi:

Madem değil bu mihnet köşesi ebedi

Bir gün yükselir buradan neşeli sesler belki

Kalp: Lafza ait harflerinin yer değiştirmesine işaret eder. Eğer bütün harfler bir düzene göre ters çevrilirse buna “kalb-i kül”; aksi takdirde ise buna “kalb-i baz” denir. “Besâti” ismindeki örnekte olduğu gibi:

Benim kanım üzerinde oynayan feleğin kötü zarı

[113a] Benim ters dönmüş bahtımdan ve talihsizliğimden kaynaklı

A’MÂL-İ TESHÎLÎ: Amâl-i teshili dört kısma ayrılır: “İntikâd”, “tahlil”, “tebdil” ve “terkib”.

İntikâd: Bir nazmın içine sokulan harflerden bir ya da daha çok harfin tespitidir. Örneğin “Dâvûd” isminde olduğu gibi:

Ben ve gönül seni sevmekle meşguldü

Can da sana aşırı müptela oldu

Bağın kenarında dikili servi

Sonunda gönül feryadla seni arzuladı

Tahlîl: Bir lafzın her biri müstakil anlamlara gelen çeşitli parçalara ayrılması, ya da o cüzün başka parçalarla birleştirilmesi ve yeni bir kelime oluşturmasıdır. “Yârî” isminde olduğu gibi:

[113b] Bir gün sevgilimin yüzünü gördüm ayan beyan

Şükretmediğim için buna, yaşadım hicran

Tebdîl: Kelimelere bazı harfleri ekleyip bazı harfleri çıkartma yönüyle, harflerin bazısını bazısına dönüştürmektir. Öyle ki bir ibarede tashif edatı olmasa bile, kast edilen kelimenin yerine geçen ibarenin ne olduğu anlaşılır. “Muhammed” isminde olduğu gibi:

Sen gel de kafir dinli güzelin yolunun toprağı ol

Bu keçenin sınırsız mihnetine bürün de derviş ol

Terkîb: Bir şiirin mânası yönünden, müfred hâlde olan iki ya da daha fazla lafzı muamma anlamına göre birleştirmektir. “Serrâc” örneğinde olduğu gibi:

Canım bir yudum içti elest kadehinden

İhrama büründü geçip kendinden

[114a] Gönül yangınıyla Kâbe’yi tavaf ettiğimde

Gördüm sarhoş bir hacı şarabın şevkinden

Bu bâbda birkaç şey özetle yazıldı. Eğer bir kimse bu konudan istifade etmek isterse, Hulel’e, müntahabına ve hilyesine başvurabilir.

Rubâî

Ey gönül şiirden ve muammadan geç

Müsemmâyı kavra esmâdan geç

Ne zamana değin gönlünün hevesiyle nam peşinde gezeceksin

Kurtul bundan müsemmânın gayrısından geç

Kalem dizgini, duaya yöneldi: Hakk Teâlâ, Hz. Samediyet’in konusunu talep edenlerin gönüllerinin fezasını, safâ ve ruh nûrlarıyla münevver kılsın. Ehadiyet bargâhının yolunun sâliklerinin gönül bahçelerini, Rabbânî lu- tufların sırlarının tecellisiyle süslesin. Bu risâlenin yazımı ve telifi, hicretin        894 senesin Zi’l-kâde ayının on dördünde, Allah’ın lutfuyla ve keremiyle

tamamlandı. “Elhamdülillahi alâ külli hâl” (Her hâlimiz için Allah’a hamd olsun).

KAYNAKÇA

Aclûnî, îsmâil b. Muhammed. Kefül-Hafâ ve Müzîlü’l-ilbâs amme’ -tehere mine’l-Ehâdîs ‘alâ Elsineti’n-Nâs. Suriye: Mektebetü’l-İlmi’l-Hadis, 2001, c. 1.

Adıvar, Abdülhak Adnan. Osmanlı Türklerinde ilim. Haz. Aykut Kazancıgil, Sevim Tekeli. 4. Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1987.

Akpınar, Cemil. “Fethullah eş-Şirvânî”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1995, c. 12, s.463-466.

Aksoy, Hasan. “Celîlî, Hâmidîzâde”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1993, c. 7, s. 269-270.

Almaz, Hasan. Şükrullâh b. Şihâbeddîn Ahmed b. Zeyneddîn Zekî Behcetut- Tevârîh (İnceleme-Metin-Tercüme). Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2004.

Argunşah, Mustafa. “II. Murad Devrinin (1421-1451) Ünlü Hekimi Muhammed b. Mahmûd Şirvânî ve Türkçe Eserleri”. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (1990). sy. 4, s. 483.

Argunşah, Mustafa. Muhammed b. Mahmûd Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî (İnceleme-Metin-Dizin), Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1988.

Âşıkpaşazâde, Derviş Ahmed. Tevârîh-i Âl-i Osmân. İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1332/1914.

Atalay, Mehmet. “Zahîr-i Fâryâbî”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2013, c. 44, s. 87-88.

Ateş, Ahmed. Farsça Gramer. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1970.

Ateş, Süleyman. “Cüneyd-i Bağdâdî”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1993, c. 8, s. 119-121.

Aydın, Cengiz ve Aydın, Gülseren. “Batlamyus”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992, c. 5, s. 196-199.

Aydın, Mustafa. “Şirvan”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2010, c. 39, s. 204-206.

Aykut, Ayhan. “Ansiklopedi”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1991, c. 3, s. 217-227.

Bağdatlı, İsmâil Paşa. Hediyyetü’l-Ârifin Esmâü’l-Müellifin veÂsârü’l- Musannifin. Haz. Nail Bayraktar. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1990, c. 2.

Bayrak, M. Orhan. Osmanlı Tarihi Yazarları. İstanbul: Osmanlı Yayınevi, 1982.

Bilgin, Orhan. “Fahreddîn-i Irâkî”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1995, c. 12, s. 84-86.

Bursalı Mehmet Tahir. Osmanlı Müellifleri. Ankara: Bizim Büro Basımevi, 2000, c. 1.

Ceyhan, Adem. Bedr-i Dilşâd’ın Murâd-nâmesi. Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1994.

Çelebi, Kâtib. Keşf-el-Zunun. Haz. Şerefettin Yaltkaya, Kilisli Rıfat Bilge. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1971, c. 2.

Çiçekler, Mustafa. “Sa‘dî-i Şîrâzî”. DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2008, c. 35, s. 405-407.

Dihhüdâ, Ali Ekber. Lügatnâme-i Dihhüdâ. Haz. Muhammed Muîn; Seyyid Ca’fer Şehîdî. 2. Baskı. Tahran: Tahran Üniversitesi Yayın Kurumu, 1377, c. 9.

Diyarbekirli Said Paşa. Mesel Kitabı, Nuhbetul-Emsâl. Haz. Uğur Boran. 1. Baskı. İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2017.

el-Bağdâdî, Abdülkâhir. et-Tekmile, Süleymaniye Kütüphanesi Laleli Kitaplığı 2708, vr. 1b-98a.

el-Câmî. Hilye-i Hulel fi’l-Mu‘ammâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Kitaplığı 4481.

el-Câmî. Risâle-i Kavâid-iMuammâ. Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi Kitaplığı 4224, vr. 6a-12a.

el-Câmî. Risale-i Muammâ-yı Kebîr. Süleymaniye Kütüphanesi, Ragıp Paşa Kitaplığı 1190, vr. 869a-883a.

el-Câmî. Risâle-iMuammâ-yı Mutavassıt. Süleymaniye Kütüphanesi, Ragıp Paşa Kitaplığı 1190, vr. 106a-112a.

el-Yezdî, Şerefüddin Ali b. Abdullah. Hulel-i Mutarraz der Fenn-i Muamma vü Lugaz. Süleymaniye Kütüphanesi, Kadızade Mehmed Kitaplığı 381.

el-Yezdî, Şerefüddin Ali b. Abdullah. Müntehab-ı Hulel-i Mutarraz der Fenn-i Muamma ve Lugaz. Süleymaniye Kütüphanesi, Beşir Ağa Koleksiyonu 163.

es-Sûfî, Abdurrahman. el-Kevâkibü’s-Sâbite. Süleymaniye Kütüphanesi, Veliyüddin Efendi Kitaplığı 2278.

et-Tûsî, Nasîrüddin Muhammed b. Muhammed b. Hasan. Ihtiyârât-ı Şuhûr be-I‘tibâr-i Seyr-i Kamer, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Kitaplığı 4858.

Fığlalı, Ethem Ruhi. “Abdülkâhir el-Bağdâdî”. DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1988, c. 1, s. 245-247.

Gazzâlî, İmam. Ihyâ’ü ‘Ulûmi’d-Dîn. Çev. Ahmet Serdaroğlu. İstanbul: Bedir Yayınları, 2002.

Gelibolulu Mustafa Âli Efendi. Kitâbut-Târîh-iKünhul-Ahbâr. Haz. Ahmed Uğur, Çuhadar Mustafa, Gül Ahmed, vd. Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1997, c. 1.

Günay Kut, Nimet Bayraktar. Yazma Eserlerde Vakıf Mühürleri. Ankara: Kültür Ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1984.

Hammer, J. Von. Osmanlı Tarihi. Haz. İlhan Bahar. İstanbul: Kamer Yayınları, 2015.

Hoca Sadettin Efendi. Tâcü’t-Tevârîh. Haz. İsmet Parmaksız. 4. Baskı.

Ankara: Kültür Bakanlığı Sistem Ofset, 1999.

Irâkî, Fahreddîn. Külliyyât-ı Şeyh Fahreddîn Ibrâhîm-i Hemedânî Mütehallas be-Irâkî. Haz. Sâid-i Nefisi. 4. baskı. Tahran: Senâî Kitabevi Yayınları, 1335.

İbnü’l-Arabî, Muhyiddin. Fütûhât-ı Mekkiyye. Haz. Ekrem Demirli. İstanbul, Litera Yayıncılık, 2008, c. 8.

Kanar, Mehmet. “Nizâmî-i Gencevî”. DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2007, c. 33, s. 183-185.

Karaismailoğlu, Adnan. “Selmân-ı Sâvecî”. DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2009, c. 36, s. 446-447.

Karaismailoğlu, Adnan. “Şebüsterî”. DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2010, c. 38, s. 400-401.

Kaya, Mahmut. “Aristo”. DIA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1991, c. 3, s. 375-378.

Kaya, Mahmut. “İşrâkkiyye”. DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2009, c. 23, s. 435-438.

Kılıç, Mahmud Erol. “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye”. DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1996, c. 13, s. 251-258.

Kılıç, Mahmud Erol. “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”. DIA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1999, c. 20, s. 493-516.

Kurban, Ferhat. Şirvani Mahmud Sultaniye (Giriş-Metin-Sözlük), Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1990.

Kurtuluş, Rıza. “Emir Hüsrev-i Dihlevî”. DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1995, c. 11, s. 135-137.

Kurtuluş, Rıza. “Keşfü’l-Esrâr”. DIA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2002, c. 25, s. 319.

Müntehab-ı Künhul-Murad fi Vefkü’l-Adad, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Koleksiyonu 2801, t.y., vr.111-164

Nefisî, Sa‘id. Târîh-i Nazm u Nesr-i Fârsî. Tahran: İntişârât-i Furûgî, 1363, c.

1.

Okumuş, Necdet. “Şirvânî, Muhammed b. Mahmûd”, DlA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2010, c. 39, s. 206-208.

Okumuş, Necdet. Muhammed Bin Mahmûd Şirvânî’nin (XV. yy) Göz Hastalıklarına Ait “Mürşid” Adlı Eseri (İnceleme-Metin-Sözlük-İndeks). Doktora Tezi, Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 1998.

Okumuş, Ömer. “Câmî, Abdurrahman”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1993, c. 7, s. 94-99.

Öngören, Reşat. “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2004, c. 29, s. 441-448.

Örs, Derya. “Vatvât, Reşîdüddin”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2012, c. 42, s. 573-574.

Rıhtım, Mehmet. “Yahyâ-yı Şirvânî”, DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1995, c. 43, s. 264-266.

Sahîh-i Müslim Muhtasarı. Çev. Hanifi Akın. İstanbul: Polen Yayınları, c. 3.

Sahîhu’l-Buhârî. Haz. eş-Şeyh Kâsım eş-Şemmâ’î er-Rıfâ’î. Beyrut: Şeriketü Dâri’l-Erkâm b. Ebi’l-Erkâm, t.y., c. 1.

Sami, Şemseddin. Kâmûsü’l-A‘lâm. İstanbul: Mihrân Matbaası, 1894, c. 4.

Savi, Saime İnal. “Senâî”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2009, c. 36, s. 502-503..

Sevgi, Ahmet. “Efdalüddîn-i Kâşânî”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1994, c. 10, s. 453-455.

Süren, Arzu. Şükrullâh-ı Şirvânî nin Nahlistân Adlı Eserinin Metni ve Metin İncelemesi. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006.

Süreyyâ, Mehmed. Sicill-i Osmânî. Haz. Nuri Akbayar, Ali Seyit Kahraman. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996.

Sürgün, Mustafa. İstanbul Şeyh Vefâ Camii Haziresi (Mezar Taşları Tipolojisi Üzerine Bir Deneme). Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2006.

Şahinoğlu, M. Nazif. “Attâr, Ferîdüddin”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1991, c. 4, s. 95-98.

Şakaik-ı Numaniyye ve Zeyilleri. Çev. Mecdî Mehmed Efendi. Haz.

Abdülkadir Özcan. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1989, c.1.

Şevki, Osman. Beşbuçuk Asırlık Türk Tebabeti Tarihi. İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1341/1920.

Şîrâzî, Sa‘dî. Külliyyât-ı Sadî. Haz. Muhammed-i Sadrî. 3. baskı. Tahran: Nâmek Yayıncılık, 1384.

Şîrâzî, Sadreddîn Muhammed b. İbrahim. el Mebde’ vel-Meâd. 1. baskı. Tahran: İran Hikmet ve Felsefe Encümeni Yayınları, 1354.

Şîrîn-i Mağribî, Muhammed. Dîvân-ı Şîrîn-i Mağribî, Haz. Bernad Lewis, Tahran Üniversitesi, Mcgill Üniversitesi, Kanada, 1372.

Şirinov, Agil. “Tûsî, Nasîrüddin”. DİA. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2012, c. 41, s. 437-442.

Terbiyet, Muhammed Ali. Dânişmendân-ı Âzerbâycân. Haz. Gulâmrızâ-yi

Tabâtabâ’î Mecîd. Tahran: Sâzmân-ı Çap u întişârât, 1377.

Tomar, Cengiz. “Sehâvî, Şemseddin”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı,

  1. c. 36, s. 313-316.

Topuzoğlu, Tevfik Rüştü. “Halîl b. Ahmed”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1997, c. 15, s. 309-312.

Tosun, Necdet. “Şîrîn-i Mağribî”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı,

  1. c. 39, s. 192-193:

Turgut, Ali. “Nizâmeddin en-Nîsâbûrî”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2007, c. 33, s. 181-182.

Tümer, Günay. “Bîrûnî”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992, c. 6, s. 206-215.

Uludağ, Süleyman. “Bâyezîd-i Bistâmî”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992, c. 5, s. 238-241.

Uludağ, Süleyman. “Gazzâlî (Tasavvuf! Görüşleri)”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1996, c. 13, s. 515-518.

Uludağ, Süleyman. “Hallâc-ı Mansûr”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1997, c. 15, s. 377-381.

Uzunçarşılı, îsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi, 4. baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983, c. 2.

Yaşaroğlu, M. Kâmil. “Molla Gürânî”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2005, c. 30, s. 248-250.

Yazıcı, Tahsin. “Belâgat”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992, c. 5, s. 383-384.

Yazıcı, Tahsin. “Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1994, c. 10, s. 220-222.

Yazıcı, Tahsin. “Hâfız-ı Şîrâzî”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı,1997, c. 15, s. 103-106.

Yazıcı, Tahsin-Uludağ, Süleyman. “Herevî, Hâce Abdullah”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1998, c. 17, s. 222-226.

Yıldız, Sara Nur. “Şükrullâh”. DİA. îstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2010, c. 39, s. 257.

https://erfaniran.wordpress.com/2012/06/01/24 (Çevrimiçi) 4 Ekim 2017.

http://daneshnameh.roshd.ir/mavara/mavara-index.

TERİMLER KAYNAKÇASI

Suad el-Hakim, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005.

Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ed. Zafer Erginli, çev. Zafer Erginli, Yavuz Köktaş, vd., İstanbul: Kalem Yayınevi, 2006.

Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 2. Baskı, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005.

Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 5. Baskı, İstanbul: Ağaç Kitapevi Yayınları, 2009.

Ali İbn Muhammed, Terimler Sözlüğü: Fıkıh, Hadis, Tefsir, Felsefe,

Kelam, Hendese, Mantık, Tasavvuf, Edebiyat, Tarih, Lugat, Tecvid, Terimlerinin Tarifleri ve Açıklamaları, İstanbul: Bahar Yayınları, 1997.

DİA, C. 44, İstanbul, İSAM: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırma Merkezi.

Kubbealtı Lugatı, (Çevrimiçi) http://lugatim.com/, 29 Aralık 2017

Ali Çetin, “Klasik Mantıkta Kullanılan Kavramlar —Şemsiyye Örneği”,

Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 12(1), 2012, s. 101-124.

Mantık Problemleri (Mesâil-i Mantıkiyye), Latinize eden ve sadeleştiren:

Kamil Kömürcü, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Dergisi, 2014, c. 18, sy. 1, s. 299-314.

İsmail Dervişoğlu, İrfan Güngör, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Marifetnamesi, İstanbul: İlk Harf Yayınevi, 2011.

“Fârâbî”, Diyanet İlmî Dergisi, c. 52, sy.1, Ankara: Diyanet İşleri

Başkanlığı Süreli Yayınlar ve Kütüphaneler Daire Başkanlığı, 2016.

Şafak Ural, Temel Mantık, 3. Baskı, İstanbul: Çantay Kitapevi, 2011.

İbn Sînâ, KitâbuŞ-Şifâ: Mantığa Giriş, çev. Ömer Türker, İstanbul, Litera Yayıncılık, 2013.

Ahmed Cevdet Paşa, Mi’yâr-ı Sedât (Klasik Mantık), haz. Hasan Tahsin Feyizli, Ankara: Fecr Yayınevi, 1998.

Farâbî, İhsâ’ül-Ulûm (İlimlerin Sayımı), çev. Ahmet Ateş, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1990.

Yavuz Unat, “Türk Astronomi Tarihi Literatürü”, Türkiye Arastırmaları Literatür Dergisi, İstanbul: Bilim ve Sanat Vakfı, 2004, c. 2, sy. 4, s. 103-133.

Esra Karabacak, “Ahmed-i Dâ’î’nin Risâle-i Sî Fasl Adlı Eseri Üzerine Bir İnceleme”, Turkish Studies -International Periodical Forîhe Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic, Volume 8/9 Summer, Ankara: 2013, s. 279-288.

Ortaçağ İslâm Dünyası’nda Bilim ve Teknik Makaleler, ed. Yavuz Unat, Ankara: Lotus Yayınevi, 2008.

Yavuz Unat, “Eski Astronomi Metinlerinde Karşılaşılan Astronomi Terimlerine İlişkin Bir Sözlük Denemesi”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, sy. 11, Ankara: 2000-2001, s. 633-696.

Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, haz. Ekmeleddin İhsanoğlu, Ramazan Şeşen, M. Serdar Bekar, vd., İstanbul: IRCICA, 1997.

Ali Nihad Tarlan, Divan Edebiyatında Muamma, İstanbul: Burhaneddin Matbaası, 1936.

M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, 9. Baskı, İstanbul: Gökkubbe Yayınları, 2011.

İhsan Fazlıoğlu, “İrşâdu’t-Tullâb ilâ İlmi’l-Hisâb”, Dîvân İlmî Araştırmalar, sy. 13, 2002/2, s. 315-340.

İhsan Fazlıoğlu, “İthâf’tan Enmüzec’e Fâtih’ten Önce Osmanlı Ülkesi’nde Matematik Bilimler”, ed. Tevfik Yücedoğru, vd., Uluslararası Molla Fenârî Sempozyumu (4-6 Aralık), Bursa: Bursa Kültür A.Ş., 2010, s. 131-163.

İhsan Fazlıoğlu, “Altın-Orda Ülkesi’nde ilk Matematik Kitabı: Hesap Biliminde Şaheser [Et-Tuhfe Fî İlmi’l-Hisâb]”, Teoman Duralıya Armağan [Bir Felsefe-Bilim Çağrısı], ed. Çakmak C., İstanbul: Dergah Yayınları, 2008, s. 224-259.

İhsan Fazlıoğlu, “Osmanlı Klasik Muhasebe Matematik Eserleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 2003, c.1, s. 345-367.

Fatma Büyükkarcı Yılmaz, “Kamer, Burçlar ve Menzillerle İlişkisi Hakkında İki Risale”, Turkish Studies InternationalPeriodical for the Languages, Literature and History of Turkish and Turkic, 2014, s. 131-143.

TERİMLER SÖZLÜĞÜ

A

Âb: Ağustos

Âbân: İran’ın güneş yılı takvimine göre sekizinci ay: 22 Ekim-21 Kasım

Aded-i ferd: Tek sayıla

Aded-i zevc: Çift sayılar

Âhâd: Birler

Ahadiyet: Allah’ın varlığı

Ahkâm: Yıldızlardan ve muhtelif alametlerden çıkarılan anlamlar ve varılan sonuçlar

Akl: İnsana has meleke

Akreb: Akrep burcu

Âlem:

Âlem-i emr: Bkz. Âlem-i gayb

Âlem-i ervah: Ulvî ruhlar âlemi

Âlem-i gayb: Görünen maddî âlemden başka âlemler

Âlem-i kevn u fesad: Bir taraftan var olan diğer taraftan yok olan âlem

Âlem-i kuds: İlâhî mânalar âlemi

Âlem-i melekût: Görünmeyen âlem

Âlem-i mülk: Cisimler âlemi

Âlem-i süflî: Dünya-alçak âlem

Âlem-i şehâdet: Görünen maddî âlem

Âlem-i ulvî: Maddi âlemin üzerinde yüce âlem

Âlim: Allah’ın isimlerinden biri

Âam: Bir kullanımda sözlük anlamına uygun olarak bütün fertleri istisnasız bir şekilde kapsayan lafız/

Araz: Kendi kendine var olmayıp görünmesi için bir asla, bir cevhere muhtaç olan şey/ Araz-ı âm: ilintiler-nitelikler-

Gerçekliği bir şeyin ötesinde genellik ifade eden şey

A‘mâl-i hesâb: Ebced hesabı

Amûd: Diğer bir hatla 90 derece açı yaparak birleşen hat/dikey

Anâsır-ı eflâk: Felekleri meydana getiren unsurlar

Anâsır-ı erba’a: İlkçağ Yunan, Ortaçağ İslâm ve Hıristiyan felsefesinde tabii varlıkların ilkesi sayılan dört madde; “su, hava, ateş, toprak”

Ârif: Mânevî tecrübeyle mârifet ve hakikat mertebesine ulaşan sûfî

Arîz: Çokgen

Arûz: Birinci mısranın son kelimesi

Arz: Enlem

Arz: Yeryüzü, dünya

Arz-ı beled: Enlem bölgesi

Arz-ı kevkeb: Yıldız enlemi

Arz-ı mâh: Ay enlemi

Arz-ı murabba: Dörtgenin eni

Aşerât: Onlar basamağı

Âşır u vetedü’s-semâ: Onuncu ev

Avâm: İnanç ve ibadetleri genellikle taklide dayanan, dinin şekil ve merasimlerinin ötesine geçemeyenler için kullanılan bir tasavvuf terimi

Âzar: Güneş yılı esasına dayanan takvimde mart ayının diğer adı

B

Bu’d-ı evsat: Ortalama apoje

Bu’d-i kevkeb: Yıldız uzanımı

Bâbü’l-ebvâb: Derbend olarak meşhur Dağıstan’da Hazar Denizi’nin kuzeybatı sahilinde tarihî bir şehir ve liman

Baid: Uzak

Bedr: Dolunay

Benâtü’n-na’ş -ı suğrâ: Küçükayı denen yıldız kümesi

Berber: Kuzey Afrika

Burc: Burçlar kuşağında yer alan on iki takım yıldızından her biri

C

Câmi’: Kıyasa gidebilmek için asıl ile fer‘ arasında bulunması gereken müşterek illet

Cânân: Tasavvufta yaratıcı olan “Allah”

Cedy: Oğlak burcu

Celâl: Allah’ın kahr ve gazabına delâlet eden isim ve sıfatları için kullanılan bir tasavvuf terimi

Cem’: Toplama işlemi

Cemâdîyü’l-evvel: Bkz. Cemâziyelevvel/ Hicrî yılın beşinci ayı

Cemâdîyü’s-sânî: Bkz. Cemâziyelâhir/ Hicrî yılın altıncı ayı

Cemâl: Allah’ın lutuf ve rızâsına delâlet eden isim ve sıfatlarını ve O’nun mutlak güzelliğini ifade etmek için kullanılan bir tasavvuf terimi

Cennetü’l-me’vâ: Cennet katlarından biri

Cevher: Yaratılmış şeylerin hakikati olan ve Allah’ın ilminde ezelden mevcut bulunan sûretler

Cevzâ: İkizler burcu

Cevzeher: Ay’ın yörüngesiyle tutulma düzlemi ara kesiti

Ceyb: Bir dik üçgende bir dar açının karşısındaki dik kenarın hipotenüse oranının adı ve değeri, sinüs

Cezbe: Allah’ın kulu kendine çekip yaklaştırması

Cilvegâh: (Arapça-Farsça) Tecellî ve zuhur yeri

Cins: Cins-i karîb: Yakın cins/ Cins-i baîd: Uzak cins

Cismanî: Bedenle ilişkili, bedene ait Cudeyy: Kuzey yıldızı

Cüz: Bir bütünü meydana getiren kısımlardan her biri

Cüz’î: Bir varlık türünün yalnız bir veya birkaç ferdine ait olan durum, nitelik, kavram anlamında kullanılan felsefe ve mantık terimi

Cüz-i hakikî: Gerçek tür-tikel/ Düşünüldüğünde kendisinde ortaklığa bir engel bulunan kavram

D

Dâire: Merkez kabul edilen bir noktadan aynı uzaklıktaki noktaların meydana getirdiği, bir çemberin içinde kalan düzlem parçası

Dâire-i arz: Enlem dairesi

Dâire-i azîme: Büyük daire-meridyen

Dâire-i evvelü’s —semâvât: Birinci azimut dairesi

Dâire-i irtifâ: Yükseklik dairesi

Dâire-i mârre be-aktâb-ı erba’a:

Kutuplardan geçen “Büyük” daire

Dâire-i maşrık u mağrib: Doğu ve Batı dairesi

Dâire-i meyl: Dik açılık dairesi

Dâire-i nısf ü’n-nehâr: Meridyen dairesi

Dâire-i seğire: Küçük daire

Dâire-i ufk: Ufuk dairesi

Dâire-i vasatü’s-semâü’r-rûyet:

Görünür gök “ortası” dairesi

Dâirevî: Daire biçiminde

Darb: Çarpma işlemi/ Mantıkda, mod

Dâva: Önerme

Def: Senedin yok edilmesi

Delv: Kova burcu

Devâir-i izam: Büyük daireler

Devâir-i sigar: Küçük daireler

Devâyir-i mürtesem: İzdüşüm daireleri

Devir: İslâm kozmolojisinde gök cisimlerinin her dönüşüne verilen ad/ Eksen hareketi

Dıl: Kenar

Dıl-ı zâviye: Açının kenarı

Do nokta-i semt: İki azimut noktası

Do nokte-i ‘itidal: İki ılım noktası

E

Ealî tedvîr: En yüksek/ Bkz. felek-i tedvîr

Ecram-ı esîrî: Atmosferik gök cisimleri

Edat-ı teşbîh: Teşbîh edatı

Emmâre bkz. Nefs-i emmâre: Nefsin yedi mertebesinden en alt derecesi

Emr: Terim

Ensâf-ı aktâr: Yarı çaplar

Erbâb-ı işâret: Söz ile ifade edilemeyen mâna ve ilimle ilgili kimseler

Esâfil tedvîr: En alçak/ Bkz. felek-i tedvîr

Esed: Arslan burcu

Evc: Gün öte

Evc-i âfitâb: Günöte

Eyâr: Mayıs

F

Fâil: Bir fiilin ifade ettiği işi yapan veya bildirdiği durumu yüklenen kimse veya şey

Farz-ı ayn: İslâm dininde her mükellef müslüman tarafından bizzat yapılması gerekenler

Fasl: Mantıkta beş külü adıyla bilinen genel kavramlardan biri/ Ayrım

Fasl-ı karîb: Yakın ayrım/ Fasl-ı baîd: Uzak ayrım

Fazîlet: İnsanın iyilik yapmasını ve kötülükten uzak durmasını sağlayan ruhî yetenekler için kullanılan bir ahlâk terimi

Felah: Dünya ve ahiret mutluluğu

Felek: Ortaçağ İslâm kozmolojisinde yıldızları taşıdığına ve hareket ettirdiğine inanılan şeffaf gök küre; gezegenlerin yörüngesi / Eflâk: Felekler

Felek’ül-mümessil: Ortak merkezli küre

Felek-i atlas: Bütün felekleri

çevrelediğine ve içinde hiçbir yıldız bulunmadığına inanılan mevhum dokuzuncu gök, arş

Felek-i âzam: Büyük felek

Felek-i cevzeher: Cevzeher küresi

Felek-i esir: Gaz küresi

Felek-i hâmil: Taşıyıcı küre

Felek-i hâric-i merkez: Dışmerkezli küre

Felek-i kamer: Birinci gök katı

Felek-i mâil: Eğimli küre

Felek-i merîh: Mars

Felek-i müşteri: Jüpiter

Felek-i nühüm: Dokuzuncu felek

Felek-i sevâbit: Sabit yıldızlar küresi

Felek-i tedvîr: Episikl

Felek-i utârid: Merkül

Felek-i zuhal: Satürn

Felek-i zühre: Venüs

Felekü’l-eflâk: Felekler feleği, bkz.

Felek-i atlas

Felekü’l-hâricü’l-merkez: Dış merkezli felek

Fenâ ve bekâ: Fenâ, nefsin sıfatının yok olması, meydana gelen hâle engel olma ve bundan rahatlık duyma gibi hâllerini ortadan kalkmasıdır. Bekâ ise kulun bu fenâ hâlinde kalmasıdır.

Fer’: İkincil

Ferd. Tek

Ferd-i evvel: Asal olan tek sayı

Ferd-i mürekkeb: Bileşik tek sayı

Ferkadan: Küçükayı burcundaki parlak iki yıldızın her ikisi/ Ferkad: Kutup yıldızı

Fesad: Kötülük

Fevkü’l-arz: Yer üstü

Feyz: Allah tarafından kula lutfedilen ve ilham yoluyla kalbe gelen şey

Fısk u fücur: Hak yoldan çıkıp her türlü günahı işlemeyi huy hâline getirme

Fukahâ: Fıkıh âlimleri

G

Galebe: Sâlikin üzerinde bulunduğu hâlin kendisini hükmü altına alması mânasında tasavvuf terimi

Gârib u sâbi’: Batış noktası

Gâyet-i b’ud: Uzanım, yerden gezegene ve güneşe çizilen iki doğru arasındaki açı

Gayr-i tam: Gerekli her şeyi kendisinde barındırmayan

Gazab: Acı veren kötü bir davranışın kişinin ruhunda uyandırdığı kızgınlık, intikam duygusu ve cezalandırma isteği anlamında ahlâk terim

Gurre: Kamerî ayların birinci günü

H

Had: Bir kavramın özünü tanıtan ve başka kavramlardan farkını belirleyen tanımlama işlemi için kullanılan mantık terimi

Hadd-i asgar: Küçük terim

Hadd-i ekber: Büyük terim

Hadd-i evsat: Orta terim

Hadd-i nâkıs: Öze ait eksik tanım

Hadd-i tam: Tam özsel tanım

Hâdî: Doğru yolu gösteren, hidâyet eden kimse

Hafi: Gizli olan

Hakikat: Çeşitli anlamlarda kullanılan felsefe ve tasavvuf terimi

Halvet ve uzlet: Halvet, kulun Allah’ın huzurunda onunla hâlleşmesi, manen sohbet etmesi durumu; Uzlet, görünürde halkın içinde olduğu hâlde kalben onlardan ayrı olma durumu

Hamel: Koç burcu

Hamliyyet: Yüklemli önermeler

Hamse-i mütehayyire: Beş gezegen,

Mars, Satürn, Jüpiter, Venüs, Merkür

Harâret-i âfitâb: Güneş’in sıcaklığı

Hareket-i sânî: İkinci hareket

Hâric-i kısmet: Bölüm

Has: Özgü-Tek bir gerçekliğe tahsis edilmiş olan şey/ Hassa: Özgü’lük

Hat: Çizgi

Hatt-ı istivâ: Ekvator dairesi

Hatt-ı münhanî: Eğri çizgi

Hatt-ı müstakim: Doğru çizgi

Hatt-ı müstedir: Yuvarlak çizgi

Havas: Özel bilgiler ve özel hâllere sahip velîler anlamında bir tasavvuf terimi

Hayâ: Kulun kusurlarından dolayı Allah’tan utanması, kulluk görevlerini Cenâb-ı Hakk’a layık görmemesi ve Allah’ın sevgisini kaybetmekten doğan korku ile kötülüklerden kaçınması hâli

Hayyiz: Bkz. Hayyiz-i husul: olma sahası

Hazîz: Günberi

Hazîz-i âfitâb: Günberi

Hesâb-ı cümel: Ebced hesabı

Hevâ: Nefsânî arzu ve eğilimleri ifade eden bir ahlâk ve tasavvuf terimi

Hevâ-yi gâlib: Güçlü hava

Hevâ-yi kesif: Yoğun hava

Hevâ-yi kesif-i mahlûta: Karışık yoğun hava

Hevâ-yi latif-i hâlis: Saf latif hava

Hevâ-yi mümtezic-i yabis: Karışık hava

Hevâ-yi zemherir: Soğuk hava

Heyet-i hâsıla: Netice durumu

Hilâlî: Ay’ın yarım daireden daha küçük görünüşü

Himmet: Velîlerde var olduğu kabul edilen olağan üstü irade gücü

Hubûd: Gezegenin ekliptik üzerinde en tesirsiz olduğu nokta

Husûf: Ay tutulması

Hût: Balık burcu

Hutût-ı mütevâziye: Paralel çizgiler

Hüccet: Bir hükmün doğruluğunu kanıtlamak ve muarıza karşı galip gelmek amacıyla ileri sürülen delil

Hükemâ: Filozoflar

Hüküm: Kelâm, mantık ve fıkıh ilimlerinde kullanılan bir terim

İbtidâ: Aruz vezninde ikinci mısranın ilk kelimesi

Îcab: Bir hükümde yüklemle özne arasındaki bağın olumlu olması, olumlama

İctimâ: Kavuşum

İctimâ’ât: Kavuşumlar

İftirakî: Ayırıcı

İhâta: Bir şeyin etrafını çevirme, çevreleme, kuşatma, sarma

İhtirâk: Bir gezegenin güneşe yakınlaşması, güneşle aynı burçta bulunması

İhtiyârât: Yıldızlardan, bir işin şu günde veya bu günde yapılacağına ya da yapılamayacağına dair çıkarılan ve takvimlerde bu isimle gösterilen hükümler

İktirânî kübrâ: Kesin büyük önerme

İlham: Feyiz yoluyla insanın kalbine ulaştırılan bilgi

İlm-i arismatîkî: Aritmetik ilmi

İlm-i ezelî/Ezelî ilim: Allah’ın her şeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi

İlm-i firâset: Bir insanın ahlâkını, yeteneğini yüzünden anlama ilmi

İlm-i hesâb: Sayıların çeşitli matematik işlemlerindeki kullanımını konu alan ilim

İlm-i heyet (İlm-i felek): İslâm bilim tarihinde astronomi karşılığında kullanılan terim

İlm-i ilâhî: Allah Teâlâ’nın ezelî ilmi

İlm-i kıyafet: İnsanların yüzünden ve vücut yapısından ahlâk ve karakterini anlama marifeti

İlm-i münâzara: Gerçeğin ortaya çıkarılması için yapılan tartışmaların esaslarını inceleyen bilimin adı

İlm-i nazar: Felsefe ve kelâm gibi disiplinlerin nazarî (teorik) araştırmalarla meşgul olduğu ilim

İlm-i nücûm: Bkz. İlm-i felek: İslâm bilim tarihinde astronomi karşılığında kullanılan terim

İmârât: İmarlar /bkz. İmar

İnâyet: Allah’ın kâinat hakkındaki küllî bilgisi ve takdiri anlamında felsefe terimi.

İncilâ: Aydınlanma

İnfisâl: Ayrık/ Selb-i infisâl: Olumsuz ayrık

İnhitât: Alçaklık

İnkılâbeyn: İki dönence

İnkılâb-i sayfî: Yaz dönencesi

İnkılâb-i şetevî: Kış dönencesi

İntikalât-ı Kamer: Ay geçişleri

İntikâs: Ters dönme

İnzâr: Bir şeyin sonucundaki tehlikeye dikkat çekmek, korkulu bir şeyden sakındırmak için uyarmak

İrfan: Allah’ın gizli sırlarına ve eşyanın hakikatine tefekkür, keşif ve ilham yoluyla vâkıf olma, tevhit ilmini zevk edinme

İrtifâ: Yükseklik

İsfendârend: On ikinci ay: Şubat-Mart

İsmet: Peygamberlerin günahtan korunmuş olduğunu ifade eden terim

İspat: Olumluluk

İstidlal: Bir veya birden çok önermeden başka bir önerme çıkarma, akıl yürütme anlamında mantık terimi

İstihrac: Yıldızlardan anlam çıkarma, fal bakma, bazı belirtilerden ileriye dair mânalar çıkarma

İstikbâl: Karşılama konumu-karşı konum

İstikbâl: Karşıma, dünya aralarında olmak şartıyla iki gök cisminin bir doğru üzerinde bulunmaları

İstikrâ: Tikel önermelerden tümel bir sonuca ulaşılmasını sağlayan akıl yürütme yöntemi

İstilzam: Gerektirme

İşrâkî: Bilginin sezgi, keşif ve ilham yoluyla elde edileceği görüşünü

benimseyen kimse

İşrâkiyun: İşrakîliği benimseyenler, İşrâkîler

İtidâl-i harîfî: Sonbahar ılımı

İtidâl-i rebî’î: İlkbahar ılımı

İtminan: Gönül huzuruna kavuşma, rahatlama

İttifâkiyye: Rastlantı bildiren

İttisâl: Birleşme/Selb-i ittisâl: Olumsuz birleşme

İttisâlât: Birleşme

İttisâlât-ı küllî: Tam birleşme: Ay’ın dışındaki gezegenlerin birleşmesi

K

Kâmil: İlim, fazîlet ve hüner sahibi, manevî meziyetleri bakımından belli bir olgunluğa erişmiş (kimse)

Kânûn-i evvel: Aralık ayı

Kânûn-i sânî: Ocak ayı

Karib: Yakın

Karîne: Mecazda gerçek anlamın kastedilmesine engel olan ve bir sözden neyin kastedildiğini gösteren ipucu

Kavl-i şârih: Öze ait tanım-açıklayıcı söz

Kavs: Bir çemberin bir kısmı, daire parçası, yay

Kavs: Yay burcu

Kavs-i akreb: Akrep yayı

Kaziyye: Önerme/Kazâyâ: Önermeler Kebîse: Bkz.Sene-i kebîse: Artık yıl

Kemâlât: Sahip olunan manevî hasletler

Kemiyet: Ölçülebilen, azalıp çoğalabilen büyüklük, nicelik; klasik felsefe ve mantıkta on kategoriden biri

Kesb: İhtiyarî fiillerin meydana gelişinde kulun etkisini ifade eden terim

Kesbî: Sonradan kazanılan veya edinilen, doğuştan olmayan

Kevâkib-i leylî: Gece yıldızları

Kevâkib-i müennes: Dişil yıldızlar

Kevâkib-i müzekker: Eril yıldızlar

Kevâkib-i nehârî: Gündüz yıldızları

Kevâkib-i râci’: Alçalan yıldızlar

Kevâkib-i sâbit: Sabit yıldızlar:

Merkezlerinden ayrılmayan merih, ay ve güneş

Kevkeb: Yıldız/ Kevâkib: Yıldızlar

Kısmet: Bölme işlemi

Kıyâs: Doğru iki hükümden üçüncü bir hüküm çıkarma

Kıyâs-ı istisnâî-yi ittisali: Kesintisiz bitişik seçmeli kıyas

Kıyâs-ı istisnâ-yi infisâlî: Kesintili ayrık seçmeli kıyas

Kıyâs-i iktirânî: Kesin kıyas

Kıyâs-i istisnâî: Seçmeli kıyas

Kurbiyet: Yakınlık

Kurs-ı âfitâb: Güneş kursu

Kût: (Arapça) Rızık-yiyecek

Kutebeyi’l-âlem: Evrenin ekseninden geçen ekvatora uzak iki noktadan her biri

Kutur: Dairenin ve daire şeklindeki cisimlerin çapı, geometrik şekil ve cisimlerde köşegen

Kübrâ: Büyük önerme

Kül: Bütün

Küllî: Türün altındaki fertleri ifade eden lafız ve bu lafzın gösterdiği varlık anlamında felsefe ve mantık terimi./Tümel-Düşünüldüğünde kendisinde ortaklığın bulunmasını engellemeyen şey

Küllî: Türün altındaki fertleri ifade eden lafız ve bu lafzın gösterdiği varlık anlamında felsefe ve mantık terimi

Külliyât-ı hamse: Beş küllî

Kün: Allah’ın yaratma gücünü ve süratini anlatan dinî-tasavvufî terim

Künc-i zâviye: Açının köşesi

Künh: Bir şeyin özü

Küre: Bir merkeze eşit uzaklıktaki noktalardan meydana gelen bir yüzeyin çevrelediği cisim veya şekil

Küre-i arz: Yerküre

Küre-i leyl ü nehâr: Gece ve gündüz küresi

Küre-i mâ: Su küre

Küre-i müteharrik: Hareketli küre

Küre-i mütemmim: Tamamlayıcı küre

Küsûf: Güneş tutulması

Küsûr: Bölenler/ Artan, geriye kalan kısımlar

L

Lafız: Anlamların ses türünden remiz ve şekillerini ifade eden terim/

 Müfred lafız: Tekil terim/

Mürekkeb lafız: Bileşik terim

Lâyezel: Ebedî

Lâzım: Ayrılmayan ilinti

Lemyezel: Bkz. Lâyezal (Allah’ın varlığının sonsuzluğunu ifade eden sıfat)

Luzûmiyye: Mukaddemin (öncül) doğruluk değeri üzerine aralarındaki bu işlemi gerekli kılan bir bilgi nedeniyle taliyi doğrulayandır/ Muttasıla-i luzûmiyye: Gerekli bitişik şartlı önerme

M

Ma’kul: Akılla kavranabilen, düşünülür olan varlık ya da kavram anlamında felsefe terimi

Mağrib: Kuzeybatı Afrika

Mâhiyet: Bir mevcudun veya ma‘dûmun küllî kavramı, bir varlığın özü, onun kendisiyle o olduğu şey anlamında felsefe terimi

Mahkûm aleyh: Özne-konu

Mahkûm bih: Yüklem

Mahmûl: Yüklem/ Bir önermenin konusunda bulunduğuna veya bulunmadığına hükmedilen nitelik yahut anlam için kullanılan mantık terimi

Mahrûtî: Elips şeklinde

Mahsûra: Nicelik bildiren önerme

Mahsûrâ: Önermede konunun nicelik açısından belirtilmesi

Mahsûrât-ı erba’: Kıyasın dört şekli

Mahsûs: Duyuların algıladığı nesne ve nitelikleri ifade eden felsefe terimi

Mahsûsa: Özgü-özel

Makâm: Sâlikin Allah yolunda ulaştığı kalıcı mertebe, manevî rütbe

Makîs: Kıyas edilen

Makîsün aleyh: Kendisiyle kıyas edilebilir olan

Maksûm: Bölünen

Maksûmün aleyh: Bölen

Ma’kûlât-ı mücerred: Soyut bilimler/ Bkz. Bâtın ilmi

Mâlûm: Bilinen

Mâmûre: Mamur yer

Mâna: Sûret ve şekil karşılığı olarak kullanılan tasavvuf terimi/ Kendisiyle bir anlamın kastedildiği şeye ya da zihinsel form

Mânîatü’l-hulû: Olumsuzlayanın sadece yanlışta bulunduğu önerme

Mânîatü’l-cem: Olumsuzlayanın sadece doğruda bulunduğu önerme

Mârifet: Allah ve O’nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında manevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi

Mâsivâ: Allah’tan başka her şey anlamında bir tasavvuf terimi

Masnûat: Üstün yaratıcılık

Matlûb: Netice-sonuç

Mayilü’l-evtâd: Ok yönleri

Meczûr: Kare

Meçhul: Bilinmeyen

Medâr: Yörünge/Medârât: Yörüngeler

Medârât-ı arziyye: Yerin yörüngeleri

Medârât-ı yevmiyye: Günlük yörüngeler

Mefhum: Lafzın sözde zikri geçmeyen mânaya delâlet etmesi

Mefrûza-yi nukât: Farazi noktalar

Melâmî: Melâmiyye’ye, mensup kimse

Melâmiyye: Melâmet anlayışını benimseyenlerin oluşturduğu tasavvuf akımı ve tarikat

Melekî: Meleğe ait, saf, temiz, pak

Melikî: Selçuklu Sultanı Melikşâh adıyla anılan takvim

Melzûm: Gerekli şartlının mukaddemi;

“önce geleni”

Men: Delil isteme

Menâzil: Ayın yörüngesi üzerinde var kabul edilen duraklar

Merâtib-i aded: Sayı basamakları

Merkez: Bir çemberin veya bir kürenin yüzeyindeki bütün noktalara eşit uzaklıkta olan, bir küre veya çemberin tam ortasında bulunan nokta

Merkez-i âlem: Evrenin merkezi

Mertebe: Sayı değeri

Meşâyih: Şeyhler

Meşşâiyyun: Aristo felsefesini benimseyenler, Aristocular

Metle’î: Gök cisimlerinin doğuş yeri

Mevâlîd-i selâse: Hayvan-bitki ve katı maddeler

Meyl-i sânî: İkinci cüzî eğim

Meyl-i âzam: Büyük eğim

Meyl-i evvel: Birinci eğim: Felekü’l- burûc ile Dâire-i muadilü’n- nehâr arasında bu daireden olan kavs

Meyl-i küllî: En büyük eğim

Mıntıka: Kuşak, bölge

Mıntıka-i felek-i âzam: Kürelerin küresi; bütün küreleri çevreleyen küre “Atlas küresi”nin bölünmüş ya da seçilmiş alanı

Mıntıka-i felek-i hâric: Dışmerkezli kürenin mıntıkası

Mıntıka-i felekü’l-burûc: Burçlar küresi mıntıkası

Mıntıkatü’l-burûc: Burçlar mıntıkası

Mi’ât: Yüzler

Mihver: Eksen

Mirrîh: Mars

Mîzân: Terazi burcu

Mu’arref: Bilinen

Muaddilü’n-nehâr: Ekvator

Muallil ve müstedil: Cevap veren; sebep ileri süren ve delil getiren

Muâmelât: Geniş anlamıyla fıkhın ibadetler dışında kalan kısmını, dar anlamıyla daha çok mal varlığına ilişkin hükümleri ifade eden terim

Muamma: Mesaj gizleme ve çözme yöntemleriyle klasik Arap, Fars ve Türk şiirinde içine isim gizlenmiş beyit ve kıtaları ifade eden bir terim

Muâraza: İddiayı reddetme

Muarref: Bilinen

Mûcibe: Olumlu

Mûcibe-i cüz’iyye: Tikel olumlu

Mûcibe-i külliye: Tümel olumlu

Mûcibe-i muttasıla: Olumlu bitiştik

Muhaddeb: Dış bükey

Muhâk: Yeniay

Muharrem: Hicrî yılın ilk ayı

Muhît: Düzlem üzerindeki bir şekli
sınırlayan çizgi, çevre

Muhît-i dâire: Dairenin çevresi

Muhtelât: Şartlı karışık önermeler

Muka’ar: İç bükey

Mukâbele: Karşılaşma

Mukaddem: Öncül

Mukantarât-ı inhitât: Alçaklık daireleri

Mukantarât-ı irtifa: Yükseklik daireleri

Munfasılât: Ayrık şartlı önermeler

 Munfasıla-yı hakîkiyye: Gerçek ayrık şartlı önerme

Munsarif: Geri dönen

Muntasıf-ı veter: Kirişin yarı parçası

Murabba: Dörtgen

Murabbaât: Kareler

Murabba-i mustatil: Dikdörtgen

Murâkabe: Kulun, sürekli biçimde Allah’nın gözetimi altında bulunduğunun şuur ve idrakinde olması anlamında tasavvuf terimi.

Musattah: Düzgün

Musâvât: Eşitlik/İki külli önermenin iki külli açısından doğru olması

Mutlak: Hiçbir kayıtla bağlı olmayan, nispî, izafî, bağıntılı ve mukayyet olmayan

Mutmainne: Nefs-i mutmainne sözünün kısaltılmışı olarak nefsin yedi mertebesinden dördüncüsü

Muttasılât: Bitişik şartlı önermeler

Mübâyenet: Ayrılık

Mübtedâ: İsim cümlelerinde fail durumunda bulunan kelime veya kelime öbeği

Mücâhede: Benlik ve bencillikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma, uğraşma, mücadele etme

Mücessem: Üç boyutu olan, üç boyutlu cisim

Müdîr: Merkül gezegeninin yaklaşık 120 derecelerde episiklinin görünen çapının açıklamak üzere varsayılan, bu amaçla episiklin merkezini taşıyan ve merkezi evrenin merkezinden farklı olan küre

Müfîd-i yakîn: Olumlu kesinlik Müfîd-i zan: Olumlu zan

Müfred: Birleşik olmayan-basit Mühmele: Belirsiz önerme

Müka’ab: Küp

Mümeyyiz: Ayrıştıran

Münâkaza: Bkz. Nakz-i tafsîlî

Münezzeh: (Allah için) İnsanlara mahsus her türlü sıfat, zaaf ve noksanlıktan uzak olan, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmayan

Mürekkeb: Birden fazla şeyin bir araya gelmesinden meydana gelmiş, birleşik

Mürid: Tasavvuf yolunu tutmaya veya tarikata girmeye karar veren yahut bir şeyhe bağlı bulunan kişi anlamında tasavvuf terimi

Müsâvî: Eşit

Müsâvî-yi men: Men hâliyle denk Müstedir: Daire şeklinde, yuvarlak Müstevî: Düz olan düzlem, yüzey

Müşebbeh: Benzeyen

Müşebbehün bih: Kendisine benzetilen

Müşterek: Birden çok kimse veya şeyi ilgilendiren, onlara has olan, onların katılmasıyla meydana gelen, ortak

Müşterek: Ortak

Müşterî: Jüpiter

Müteahhirân: Bkz. Müteahhirûn

Mütebâyînân: Zıtlıklar

Mütesâvîyâ: Eşit olanlar

Müzeyyel: Sonradan eklenmiş

N

Nâkıs sayı: Eksik sayı

Nâkız: Karşıt

Nakz/ nakz-ı icmâlî: Delil çürütme

Nakz-i tafsîlî: Hasmın ikna olması durumu

Nasib: Pay

Nâtık: Düşünen-konuşan (Hayvân-ı nâtık: Konuşan ve düşünen hayvan, insan)

Nazar: Görünüm

Nefiy: Olumsuz

Nefsanî: Bedene ait maddi arzular

Nefs-i kudsiyye: Arınmış, temiz nefis Nev’: Mantıktaki beş tümelden ikincisi, tür/ Nev’-i izafî: Göreli tür-en az cüzü olan şey/ Nev’-i hakîkî: Gerçek tür-fertlerin türü- kendisinin cüzü olmayan şey

Nevrûz: Güneşin balık burcundan koç burcuna geçiş zamanı

Neyyireyn: Güneş ve ay

Nısf-ı felek: Feleğin ortası

Nısf-ı kutur: Yarıçap

Nisbet: İlgi, görelik/ Oran-orantı

Nisbet-i hükmiyye: Yargı ilişkisi

Nitâk: Kuşak, dilim

Nokta: İki çizginin kesiştiği yer

Nokta-i mağrib: Batı noktası

Nokta-i maşrık: Doğu noktası Noktateyn-i şimâl u cenûb: Kuzey ve

Güney noktası

Noktateyn-i i’tidâleyn: İki ılım noktası

Nusret: Allah’ın yardımı

R

Rabbânî: Rabla ilgili, Allah’a ait, ilâhî Râbıta: Bağ-nisbet

Râbi’ ve vetedü’l-arz: Dördüncü ev

Rahmanı: Allah’a ait, Allah’la ilgili Ramazan: Hicrî yılın dokuzuncu ayı Rasad: Bir gök cismini, gökyüzündeki bir olayı alet yardımıyla takip ederek inceleme işi, gözlem

Re’s: Bkz. Ukde-i re’s/ başlangıç

Rebîü’l-evvel: Birinci rebî’/Hicrî yılın üçüncü ayı

Rebîü’s-sânî: Bkz. Rebîü’l-âhir, İkinci rebî’/ Hicrî yılın dördüncü ayı

Receb: Hicrî yılın yedinci ayı

Resm-i nâkıs: İlintiye ait eksik tanım

Resm-i tam: İlintiye ait tam tanım Ric’at: Geri dönme

Riyâzet: Nefis terbiyesi anlamında bir tasavvuf terimi

Riyâzî: Matematikle ilgili

Riyâziyyât: Matematik

Rub‘-ı hatifi: Sonbahar

Rub‘-ı meskûn: Oturulan dörtte bir kısım: Eski coğrafyacılara göre dünyanın, üzerinde hayat bulunan oturulmaya elverişli karalarla kaplı kısım

Rub‘-ı rebî’î: İlkbahar

Rub‘-ı sayfî: Yaz

Rub‘-ı şetevî: Kış

Rub‘-ı felek: Dörtte bir felek-dördüncü felek

Ruhanî: Ruhla ilgili, maddî ve cismanî tarafı olmayan

Ruh-i hayvanî: Hayvan ve insan vücuduna can, his ve iradesine göre hareket etme gücü veren ruh

S

Saat-i muavvec: Eğim saati

Saat-i müsteviye: Düzlem saati-eşit saat

Sadr: Bir beyitteki birinci mısraın ilk cüzü

Sadr-ı muallâ: Peygamberimiz için kullanılan bir tabir, “Şanı yüce olanların ilki”

Sâil ve mâni: İtiraz eden veya soru soran; engelleyen

Sâlibe: Olumsuz

Salibe-i cüz’iyye: Tikel olumsuz

Sâlibe-i külliye: Tümel olumsuz

Sâlibe-i muttasıla: Olumsuz bitişik

Sâlik: Bir tarikata girmiş, bir mürşide bağlanarak manevî yolculuğa çıkmış olan kimse

Samediyet: Allah’ın samed vasfına sahip olması durumu

Sanâyi-i Şi‘riyye: Şiir sanatları

Satıh: Bir şeyin eni, boyu olan, kalınlığı olmayan yüzü, yüzey

Sefer: Arabî ayların muharremle rebîü’l- evvel arasında kalan ikincisi

Sehim: Bir yayın kirişinin ortası ile tepe noktası arasındaki mesafe

Sehmu’l-gayb: Gayb okları

Sehmu’s-sa’âde: Saadet okları

Selâh: İylik

Selb: Olumsuz kılma, menfî hâle getirme

Selh: Kamerî ayların son günü

Semt-i kevkeb: Yıldız azimutu

Semt-i mağrib: Batı azimut

Semt-i maşrık: Doğu azimut

Semtü’r-re’s: Zenit; baş ucu noktası

Semtü’l-kadem: Nadir; ayakucu noktası

Sened: İsnad

Seretân: Yengeç burcu

Server-i enbiyâ: Peygamberlerin önderi, , Hz. Muhammed

Sevr: Boğa burcu

Suğrâ: Küçük önerme

Sûret: Duyu veya akılla algılanan bir şeyi o şey yapan öz ve ilke anlamında felsefe terimi

Sutûh-ı müstevîye: Düzlemsel düzeyler

Sübût: Açık bir genel hükmün, delâlet ettiği fertlerin hepsini kapsaması

Südüs-i felek: Altıda bir felek-altıncı felek

Süflî cisismler: Ulvî cisimlere göre daha aşağıda olan cisimler

Süheyl: Güney yarım kürede yer alan büyük ve parlak bir yıldız

Sülüs-i felek: Üçte bir felek-üçüncü felek

Sünbüle: Başak burcu

Ş

Şâban: Hicrî yılın sekizinci ayı

Şartiyye-i munfasıla: Ayrık şartlı

Şartiyye-i muttasıla: Bitişik şartlı

Şems: Güneş

Şeref: Gezegenin ekliptik üzerinde en tesirli olduğu nokta

Şeriat: Allah’a erişme yolundaki dört makamdan birincisi. Diğerleri,

“tarikat, hakikat, mârifet”

Şevval, Hicrî yılın onuncu ayı

Şey: Var olan, var olması mümkün olan yahut zihinde tasavvur edilebilen varlık

Şimâl: Kuzey

T

Taalluk: Dünyaya karşı duyulan ilgi, dünyaya ait bağ

Tâat: Allah’ın emirlerine uyma, emredileni yapma

Tabaka-i mahlûta: Karışık tabaka

Tabaka-i sırfe: Saf-katışıksız tabaka

Tabaka-i tıyyniye: Çamur-“Katışıklı” tabaka

Tabîiyye: Delâletin doğal olarak sınırlanması ile gerçekleştiği bölüm

Tabîiyye: Hükmün konunun özüne geçmesi

Tahakkuk: Delille ispat

Tahallüf-i hükm: Hükme muhalefet

eden

Tahtü’l-arz: Yer altı

Tahvil: Bir durumdan başka bir duruma geçiş

Tâli’: Doğuş noktası, birinci ev/ Güneş’in günlük yörüngesinde ufuktan yükseldiği nokta

Tâlî: Lâzımın gerektirdiği şey/ Bir önermenin ikinci kısmı

Tâli’-i evtâd: Talih okları

Tam sayı: Mükemmel sayı

Tam: Gerekli her şeyi kendisinde barındıran

Tansîf: İkiye bölme

Tarih-i kadim: Eski tarih: Ferverdîn, Urdibehişt, Hurdâd, Tîr, Murdâd, Şehriyâr, Mihr, Abân, Abân, Azâr, Dili, Behmen, İsfendârmend

Tasavvur: Bir şeyin zihindeki tasarımı ve kavramı; somut ya da soyut varlıklara ait düşünce anlamında mantık ve felsefe terimi/

Tasavurât: Kavramlar

Tasdîk: En az iki tasavvur ve bunlar arasındaki ilişkiyi belirleyen bir bağlaçtan oluşan cümle için kullanılan mantık terimi/ Tasdîkât: Yargılar

Tasdîkât: Mantığın önermeler ve özellikleriyle kıyas konularını içeren bölümü/ Mebâdi-i tasdîkât: Tasdîkin ilkeleri

Tasfiye-i kalb/Kalbî tasfiye: Kalbi dünya kirlerinden arıtma

Teâmül: Bir yerde öteden beri yapılagelmekte olan, âdet ve kanun hâline gelmiş olan muamele

Temsil: Tikelden tikele giden akıl yürütme yöntemi için kullanılan mantık terimi

Tenâzur: Bakışım-simetri

Terbî: Dördün

Tesdîs: İki gezegen arasında 60 derecelik mesafenin bulunması

Teslîs: İki gezegen arasında 120 derecelik mesafenin bulunması

Teşrîn-i ahîr: Bkz. Teşrîn-i sânî: Kasım ayı, ikinci teşrin, son teşrin

Teşrîn-i evvel: Ekim ayı, birinci teşrin, ilk teşrin

Tevârih: Tarihler

Tevhîd: Allah’ın zâtında, sıfatlarında, mâbud oluşunda bir ve tek olduğunu zihin ve kalp yoluyla kabul etme

Tezkiye-i nefs/ Nefsî tezkiye: Nefsi manevî kirlerden arındırma, emmâre mertebesinden mutmainne mertebesine çıkarma

Tûl: Boylam

Tûl-i Mâh: Ay boylamı

Tûl-i murabba: Dörtgenin boyu

Ukde: Bir gezegenin yörüngesinin zodyak üstündeki iki ucundan her biri.

U

Ukdeteyn: Bir gezegenin Zodyak üzerindeki iki ucu

Ukûd: Basamaklar/ Bkz. akd

Ulemâ-yı heyet: Astronomi bilginleri- astronomlar

Ulu’l-azm: Nuh, Mûsâ, Îsâ, İbrâhim peygamberler ve Hz. Muhammed için kullanılan tabir

Ulûf: Binler basamağı

Ulvî cisimler: Süflî cisimlere göre daha yukarıda olan cisimler,

Umum husus min vechi: Eksik

girişimcilik/ Gerçekleşme olarak iki küllî tarafından küllî olumlunun kaldırılmasının bazılarında olumsuzluk ve bazılarında da olumluluk çerçevesinde doğrulanması

Umum husus mutlak: Tam girişimcilik/

Daha özel tarafın külli olumluyu doğrulaması ve daha genel olan tarafın külli olumluyu doğrulamaması

Umum ve husus: Genellik ve özellik

Utârid: Merkür

V

Vâcibü’l-vücûd: Zâtı yani kendi kendisiyle var olan, var olması için başka bir varlığa muhtaç bulunmayan “Allah”

Vâridât: Kulun kastı ve dahli olmaksızın kalbe gelen mânalar, feyizler, ilhamlar

Vaz’î: Algılayanın vaz’ yoluyla anladığı mâna

Vech-i şebeh: Benzetme yönü

Vefk: Harf, rakam, kelime, esmâ-i hüsnâ, âyet ve sûrelerin belli bir düzene göre kareler içine yazılarak bunda bâtınî mânalar arayan bir tılsım türü

Vehhâb: Allah’ın isimlerinden biri

Veter: Kiriş

Vücûd-ı âm: Genelin varlığı Vücûd-ı hâs: Özelin varlığı

Yezdân: Mecûsîlik’te tanrılara verilen unvan, İslâm sonrası dönemde tek tanrıyı ifade eden Farsça kelime

Z

Zâferân: Safran

Zâhid: Hakk’ın dışında her şeyi terk eden

Zâhir: Görünür olan

Zarûrî: Olması mecbûrî, kaçınılması imkânsız olan, mecburî, zorunlu

Zâviye-i mütesâvî: Eşit açı

Zâviye: Açı/ Zevâyâ: Açılar

Zâviye-i hadde: Dar açı

Zâviye-i kâime: Dik açı

Zâviye-i musattaha: Düzlem açıları

Zâviye-i mücesseme: Bir noktada birleşen ikiden fazla düzlemin meydana getirdiği açı

Zâviye-i münferice: Geniş açı

Zâyiçe: Yıldızların belli bir zamandaki yerlerini ve durumlarını gösteren çizelge

Zâyid sayı: Artık sayı

Zamânî: Güneş, ay ve yıldız gibi gök cisimlerinin doğuş zamanı

Zâyilü’l-evtâd: Okların yokluğu

Zemîn: Yeryüzü-dünya

Zemîn-i Mağrib: Fas

Zenc: Doğu Afrika sahilleri ve adaları ile Batı Afrika arasındaki bölge

Zeneb: Bkz. Ukde-i süflâ/ kuyruk

Zevc: Çift

Zevcü’l-ferd: Çift-tek sayı

Zevcü’l-zevc: Çift-çift sayı

Zi’l-hicce Hicrî yılın on ikinci ayı

Zi’l-kâde: Hicrî yılın on birinci ayı Zirve: En yüksek nokta

Zuhal: Satürn

Zühre: Venüs

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to