Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar

 


Hazırlayan: Marvin Harris

Kültür Bilmeceleri
Çeviren: M.Fatih Gümüş

Önsöz

Sınıfta üniversite öğrencilerini ineklerin kesilmesine ilişkin Hint tabusunun ussal bir açıklaması bulunduğuna inandırma çabalarımı henüz bitirmiştim. Akla gelebilecek her karşı çıkışı önlemiş olduğumdan hiç kuşkum yoktu. Güven dolu bir gü­lümsemeyle onlara soruları olup olmadığını sordum. Kaygılı görünen bir genç elini kaldırdı. "Peki ama Yahudilerin domuz hakkındaki tabusuna ne demeli?"

Bir kaç ay sonra gerek Yahudilerin gerekse Müslümanların domuzdan neden tiksindiklerini açıklamayı amaçlayan bir araştırmayı yapmaya başladım. Bir grup meslektaş üzerinde görüşlerimin etkisini sınama hazırlığım yaklaşık bir yılımı aldı. Konuşmamı bitirmem üzerine, Güney Amerikalı Kızıl­derililer konusunda bir uzman olan bir arkadaşım dedi ki, "Peki ama geyik eti hakkındaki Tapirape tabusuna ne demeli?"

Ve uygun bir açıklama bularak çözmeye çalıştığım bu bil­mecelerin her biri için durum böyle sürüp gitmekteydi. Öncele­ri hiç akıl sır ermez bir adet ya da yaşam biçimini açıklamayı ben bitirir bitirmez, bir başkası bir başka olguyla hemen ona karşı çıkar.

"Evet, belki Kwakiutl'lerin potlaç'ı için bu geçerlidir, ama Yanomamo'lar arasındaki savaşınasıl açıklayacaksınız?"

"Sanırım orada bir protein eksikliği söz konusu olabilir. . . " "Peki ama New Hebrides'deki kargo çılgınlıklarına ne demeli?" Yaşam biçimlerine değgin açıklamalar patates çiplerine benzer. İnsanlar torba dolusu çipi bitirinceye değin yemeyi sürdürürler.

Bu kitabın konudan konuya geçip durmasının nedenlerin­den biri işte budur. Hindistan’dan Amazon’a ve İsa'dan Carlos Castaneda'ya uzanıyoruz. Ama sıradan bir patates çipi torba­sıyla karşılaştırma yapınca arada bazı ayrımlar olduğu görü­lür. Herşeyden önce, hoşunuza giden ilk parçayı ele almanıza karşı olduğumu belirtirim. Benim büyücü kadınlara değgin açıklamam mesihlere (kurtarıcılara) değgin açıklamama daya­nır ve mesihlere değgin açıklama "büyük adamlar"a değgin açıklamaya dayanır, o da cinsiyet ayrımcılığına dayanan açıkla­maya dayanır, o da domuz sevgisine değgin açıklamaya daya­nır, o da domuzdan tiksinmeye değgin açıklamaya dayanır, o da inek sevgisine değgin açıklamaya dayanır. Dünyada yaşam inek sevgisiyle başladı demek istemiyorum, ama yaşam biçim­lerinin nedenlerini anlamak üzere yaptığım girişimde işe ora­dan başladım. Bu nedenle lütfen konulan rastgele ele alıp oku­ma sırasını bozmaym.

Bu kitaptaki bölümlerin birbirine dayanarak gelişen ve bi­rikimli bir etki yaratan bir yapı olarak görülmesi önemlidir. Aksi halde, sayısı bir düzineyi bulan çeşitli alan ve disiplinler­deki uzmanların bana kesinlikle yöneltmek isteyecekleri vuruş­ların karşısında savunmasız kalırım. Uzmanlara saygı duya­rım ve onlardan bilgilenmek isterim. Ama, çalışmanızda bir çok uzmanın hepsine birden aynı zamanda dayanmak zorunda kalırsanız onların size yükleyeceği sıkıntı sağlayacağı kazanç kadar büyük olabilir. Siz acaba Hinduizm konusundaki bir uz­mana Yeni Gine'deki domuz sevgisine ilişkin bir soru, ya da Yeni Gine konusundaki bir yetkeye Yahudilerde görülen do­muz tiksintisine ilişkin bir soru, ya da Yahudilik konusundaki bir uzmana Yeni Gine'deki mesihlere ilişkin bir soruyu hiç sor­dunuz mu? (Bütün yaşamı boyunca aynı patates çipini yemek uzmanın doğasında var.)

Benim disiplinler, anakaralar, \'e yüzyıllar arasındaki serü­veni göze almamın nedeni dünyanın disiplinler, anakaralar ve yüzyıllar arasında uzayıp gitmesidir. Doğadaki hiç bir şey oy­lumlu iki inceleme kadar birbirinden ayrımlı değildir.

Tek bir yüzyıla, oymağa, ya da kişiliğe ilişkin bilgilerini sabırla genişletip yetkinleştiren bilginlerin bireysel çalışmala­rına saygı duyarım, ama sanırım bu tür çabalar genel ve karşı­laştırmayı kapsayan sorunları daha çok yanıtlayacak biçimde yönlendirilmelidir. Bizim aşırı uzmanlaşmış bilimsel kurulula­rımızın yaşam biçimlerinin nedenlerine ilişkin tutarlı bir şey­ler söyleme konusunda açıkça görülen yetersizlikleri yaşam bi­çimi olgularındaki bir özsel kargaşadan doğmuyor. Aslında, sanırım bu durum bir olguyu bir kuramla hiç zorlamayan uz­manlara onur ödülleri verilmesinin sonucudur. Toplumsal araştırmanın oylumu ile toplumsal karışıklığın boyutu arasın­da bir süredir varolduğu görülen orantılı bağıntının anlamı an­cak şu olabilir: Bütün o araştırmaların tüm toplumsal işlevi in­sanların kendi toplumsal yaşamının nedenlerini anlamalarına engel olmaktır.

Kurumsal bilginin büyük bilginleri şunu ısrarla belirtirler ki bu karışıklık ortamının nedeni yapılan araştırmaların azlı­ğıdır. Çok geçmeden onbin yeni alan gezisi hakkında ayakları havada bir seminer düzenlenir. Ama eğer bu bilginler kendi bil­dikleri yolda giderlerse, öğreneceğimiz bilgi, daha çok değil, daha az olacaktır. Uzmanlıklar arasındaki boşluğu doldurmayı ve varolan bilgiyi kuramsal olarak tutarlı çizgilerle örgütlemeyi amaçlayan bir stratejiyi kullanmaksızın yapılacak yeni araştır­malar yaşam biçimlerinin daha iyi anlaşılmasına yol açmaya­caktır. Eğer biz içtenlikle kasıtsız açıklamalar yapmayı istiyor­sak, doğanın ve kültürün o bitip tükenmez olguları arasında nereye bakacağımıza ilişkin hiç olmazsa kabaca bir görüşe sa­hip olmamız gerekir. Umarım ki bir gün yaptığım çalışmaların böyle bir stratejinin geliştirilmesine nereye bakılacağını gös­termeye katkı sağlamış bulunduğu anlaşılacaktır.

Giriş

Bu kitap görünüşte usdışı ve açıklanamaz yaşam biçim­lerinin nedenlerine ilişkindir. Bu gizemli adetlerin bazıları he­nüz yazıya geçmemiş ya da "ilkel" topluluklarda görülür örne­ğin, Amerikanın övüngen Kızılderili şefleri ne denli zengin ol­duklarını göstermek için mal varlıklarını yakıp yokederler. Başka örneklere gelişmekte olan toplumlarda rastlanır; bunlar­dan benim seçerek ele aldığım Hindular ölümcül bir açlık çe­kerlerken bile sığır eti yemeyi reddederler. Daha başka örnek­ler ise mesihlerle ve büyücü cadılarla ilgilidir ki bunlar bizim kendi uygarlığımızın temel görüşünün ayrılmaz birer parçasıdırlar. Görüşümü açıklamak için, çözümü olanaksız bilmeceler gibi görünen acayip ve tartışmalı örnek olayları özellikle seçtim.

Bizimki öyle bir çağ ki kendisinin aşırı dozda bir akıl gü­cünün kurbanı olduğu savında bulunur. İnsanm yaşam biçim­lerindeki değişmeleri bilimin ve akim açıklayamayacağını gös­termek üzere bilginler kin dolu bir ruhla harıl harıl çalışmakla meşguldürler. Ve bundan sonraki bölümlerde incelenmiş olan bilmecelerin çözümsüz oldukları görüşünü dayatmak artık moda olmuştur. Yaşam biçiminin bilmecelerine ilişkin olup günümüzde etkisini sürdüren bu düşünüşün ortamı "Patterns ofCuliure" (Kültür Modelleri) adlı kitabında ağırlıklı olarak Ruth Benedict tarafından hazırlanmıştır. Kwakiutl, Dobuan, ve Zuni topluluklarının kültürleri arasındaki çarpıcı ayrımları açıkla­mak amacıyla Benedict kaynağını Digger Kızılderililerine dayandırdığr bir söylenceye sarılmıştır. Söylence şöyle: "Tanrı her bir halka bir kase verdi, kilden bir kase, ve onlar bu kase­den yaşamlarını içtiler. . . Hepsi paylarına düşen suyu aklilar ama kaseleri farklıydı. " O zamandan beri pek çok insan için bu söylencenin anlamı şudur: Kwakiutl'lerın evlerini neden yak­tıklarını ancak Tanrı bilir. Hinduların sığır eti yemekten neden sakındıklarının, ya da Yahudilerin ve Müslümanların domuz­dan neden tiksindiklerinin, ya da bazı insanların mesihlere ina­nırlarken başka bazılarının neden cadılara inandıklarının açık­lanması yine aynı biçimdedir. Bu düşüncenin uzun vadeli kılgısal etkisi başka türden açıklamaları arama cesaretini kırıcı yönde olnıaktadır. Her şeyden önce şu açıktır: Eğer bir bul­macanın bir yanıtı bulunduğuna inanmazsanız o yanıtı asla bulamazsınız.

Değişik kültür modellerini açıklamak için biz insan ya­şamının hepten rastlantısal ya da düzensiz olmadığını kabul ederek işe başlamalıyız. Eğer bunu kabul etmezsek, hiç sırrına erilmez bir adet ya da kurumla karşılaşıldığında hemen pes etme eğilimi dayanılmaz hale gelir. Yıllar sonra bulduğum ger­çek şudur: Başkalarının savma görettümüyle anlaşılmaz olan yaşam biçimlerinin aslında kesin ve kolay anlaşılır nedenleri. yardı. Bu nedenlerin böylesine uzun bir süre gözardı edilmesi­nin temel gerekçesi herkesin "yanıtı yalnızca Tanrı bilir” inanı­rına bağlanmış olmasıydı.

Bir çok adet ve kurumların böylesine gizemli görünmeleri­nin bir başka nedeni kültürel olayların gerçekçi ve özdeksel açıklamalarından çok bunların özenle "tinselleştirilmiş" açıkla­malarına değer vermeyi bize öğretmekte olmasıdır. Ben özellik­le belirtirim ki bu kitapta incelenen bilmecelerin her birinin çö­zümü pratik yaşam koşullarının daha iyi anlaşılmasında bulu­nur. Ben şunu göstereceğim: daha yakından incelendiklerinde en acayip görünen inanç ve uygulamalar bile sonuç olarak sıra­dan, basmakalıp, "kaba" denilebilecek koşullara, gereksinimle­re ve etkinliklere dayanmaktadır. Benim basmakalıp ya da ba­yağı bir çözümle anlatmak istediğim o çözümün toprağa bas­ması ve kararlılıktan, seksten, enerjiden, rüzgardan, yağmur­dan, ve elle tutulabilir ve beylik öteki olaylardan oluşmasıdır.

Bu demek değildir ki sunulacak çözümler her bakımdan yalın ya da açık seçiktirler. Tam tersine. İnsansal olaylardaki el­verlşli özdeksel etkenleri bulup ortava koymak her zaman için güç bir görevdir. Kılgısal yaşam bir çok değişik giysilerle kılık­tan kılığa girer. İ ler bir yaşam biçimi dikkati mantıksız ya da doğaüstü koşullara çeken söylence ve masallara sarılmış ola­rak gelir. Bu sargılar insanlara bir toplumsal kimlik ve bir top­lumsal erek duygusu verirler ama toplumsal yaşamın çıplak gerçeklerini gizlerler. Kültürün bu dünya ile ilgili nedenlerine değgin aldatmalar sıradan bilincin üzerine kat kat yayılmış kurşun levhaları gibi ağırlıkla çökerler. Bu bunaltıcı yükten kurtulmak, onun içyüzünü görmek, ya da onu ortadan kaldır­mak asla kolay bir iş değildir.

Bilincin değişik, olağanüstü durumlarını yaşamaya istekli bir çağda biz olağan ruh halimizin önceden ne ölçüde gizemle şaşırtılmış bir bilince yaşamın pratik olgularından şaşıla­cak biçimde soyutlanmış bir bilince dönüştüğünü görmezlik­ten gelme eğilimindeyiz. Bu neden böyle oluyor?

Her şeyden önce, bilgisizlik vardır. İnsanların büyük ço­ğunluğu onca yaşam biçiminin seçeneklerinden ancak küçük bir bölümünün ayrımına varırlar. Söylence ve masaldan olgun bilince doğru yükselmek için geçmişin ve günümüzün kültür­lerinin tümünü kapsayan karşılaştırmalar yapmamız gerekir. Sonra korku var. Yaşlanma ve ölüm gibi olaylara karşı etkili tek savunma düzme bilinçle sağlanır. Ve son olarak çatışma var. Olağan toplumsal yaşam içinde, bazı kişiler başkalarını her zaman denetler ya da sömürürler. Bu eşitsizlikler yaşlılık ve ölüm kadar gizlenmiş, anlaşılmaz hale sokulmuş, ve yalan­la örtülmüştür.

Bilgisizlik, korku, ve çatışma, günlük bilincin temel öğe­leridir. Bu öğelerden yararlanarak, sanat ve politika öyle toplu düşler yaratır ki bunlar insanların hangi toplumsal konumda bulunduklarını anlamalarına engel olur. Bu nedenle, günlük bilinç kendini açıklayamaz. O kendi varlığını, bu varlığı açık­layan olguları yadsımak üzere getirilmiş bir yeteneğe borçlu­dur. Biz düş görenlerin düşlerini açıklamalarını beklemeyiz; aynı görüşle, bir yaşam biçimine katılanların kendi yaşam bi­çimlerini açıklamalarını da beklemeyiz.

Bazı antropologlar ve tarihçiler karşı görüştedirler. Onlar bir olaya katılanların olayı açıklamalarının reddedilemez bir gerçeği, dile getirdiğini kanıtlamaya çalışırlar. Onların uyarıla­rına göre insan bilinci asla bir "nesne" olarak ele alınmamalıdır ve tizık ya da kimya araştırmasına elverişli olan bir bilimsel sistem yaşam biçimlerinin incelenmesine uygulandığında bek­leneni vermez. Hatta modern "karşı kültür"ün kimi peygamber­leri yakın tarihin haksızlık ve yıkımlarından aşırı "nesnelleştirme'yi sorumlu tutarlar. Bunlardan birinin savma göre nesnel bilinç her zaman "moral duyarlık"ın yok olmasına yol açar ve sonuçta bilimsel bilgiye yönelik araştırma ilk günahla* özdeş­tir.

Bundan daha saçma bir şey olamaz. Bütün tarih ve tarih­öncesi dönem boyunca insanların insansal olayları "nesnelleştirme'ye çalışma düşüncesine ulaşmalarından çok önce, dün­yada açlık, savaş, cinsel ayrım, işkence, ve sömürü görülmüş ve görülmektedir.

İleri teknolojinin yan etkilerinden dolayı düş kırıklığına uğrayan bazı kimselerin düşüncesine göre bilim "çağımızın egemen yaşam biçimidir". Bu görüş bizim doğa bilgimiz konu­sunda doğru olabilir, ama kültür bilgimiz konusunda çok yan­lıştır. Yaşam biçimlerine gelince, bu alanda bilgi ilk günah ola­maz çünkü biz hala bilgisizliğin ilk hali içinde bulunuyoruz.

Ama karşı kültürün savlarının tartışılmasının sürdürül­mesini son bölüme değin ertelemek isterim. Önce bir dizi önem­li yaşam biçimi bilmecesine nasıl bilimsel bir açıklama getirile­bileceğini göstereceğim. Belirli olgu ve koşullara dayandırıl­mayan, kuramları tartışmakla kazanılacak pek az şey var. Yal­nız bir konuda beni hoşgörmenizi dilerim. Lütfen unutmayın ki her bilim adamı gibi ben de kesin çözümleri değil olası ve makul çözümleri sunacağımı umuyorum. Ancak kusurlu olsa­lar da, olası çözümlerin Benedict'in Digger Kızılderilileri söylencesindekine benzer kesin çözümsüzlüklere yeğlenmesi gerekir. Her bilim adamı gibi ben de, bilimsel kanıt olma stan­dartlarını daha iyi uygulamaları koşuluyla ve açıklamaları böyle yaptıkları sürece, başka açıklamaları memnunlukla kar­şılarım. Ve işte artık bilmecelerin peşine düşelim.

'Adım ve Havva'nın işledikleri suç yüzünden bütün insanlara kalıtımla geçen va da doğuştan gelen günah, (çıv)

Ana İnek

Ben her ne zaman yaşam biçimleriyle ilgili kılgısal ve dün­yasal faktörlerin etkisine ilişkin tartışmalara girsem, birisi mut­laka diyecektir ki, "Peki ama Hindistan’daki aç köylülerin ye­meyi reddettikleri o ineklere ne demeli?" Büyük besili bir ineğin yanıbaşmda yırtık pırtık giysileri içinde açlıkla boğu­şan bir çiftçi tablosu Batılı gözlemcilere güven yenileyen bir gi­zem duygusu verir. Bu durum bilgince söylenmiş ve herkesçe benimsenen sayısız anıştırmalara, o Doğuya özgü sırrına eril­mez düşünce yapısı olan insanların nasıl davranmaları gerekti­ğine ilişkin en köklü inancımızı doğrulamış olur. Bir ölçüde "her zaman bir İngiltere olacaktır" sözü gibi Hindistan'da tin­sel değerlerin yaşamın kendisinden daha üstün olduğunu bil­mek avutucu olmaktadır. Aynı zamanda bu bizde üzüntü yara­tıyor. Bizlerden böylesine farklı insanları bir gün anlaya­cağımızı acaba umut edebilir miyiz? İnek hakkındaki Hindu sevgisi için işe yarar bir açıklama bulunabileceği düşüncesi Ba­tıkları Hinduların kendisinden daha çok rahatsız ediyor. Kut­sal inek onu başkaca nasıl anabilirim?bizim çok sevilen kut­sal ineklerimizden biridir.

Hindular ineklere büyük saygı duyarlar çünkü inekler can­lı olan her şeyin simgesidirler, Hıristiyanlar için Tanrı'nın ana­sı Meryem ne demekse Hindular için yaşamın anası olan inek de aynı şeydir. Bu nedenle bir Hindu için bir ineği öldürmek­ten daha büyük bir dinsel saygısızlık yoktur. Hatta insan ya­şamının yok edilmesi, ineği öldürmenin çağrıştırdığı simgesel anlamı, o korkunç kirletme anlamını içermez.

Bir çok uzmana göre, ineğe tapınma Hindistan'ın açlık ve yoksulluğunun bir numaralı nedenidir. Batı eğitimi görmüş kimi tarım uzmanları, ineğin öldürülmesine karşı çıkan tabu­nun yüz milyon "yararsız" hayvanı yaşamda tuttuğunu söyler­ler. Onların savına göre ineğe tapılması tarımın verimini azaltır çünkü o yararsız hayvanlar ne süt ne de et vermedikleri gibi bir de ürün veren topraklar ve eldeki besinler için yararlı hayvanla­ra ve açlık çeken insanlara rakip olurlar. Ford Foundation tara­fından desteklenen 1959 tarihli bir araştırmada Hindistan'ın sı­ğırlarının olasılıkla yarısı kadarına besin sağlama açısmdan yararsız gözüyle bakılabileceği sonucuna varılmıştır. Ve Pennsylvania Üniversitesinden bir iktisatçı 1971'de Hindistan'da otuz milyon verimsiz inek bulunduğunu bildirmiştir.

Açıkça görünen şudur ki gereksinim fazlası, yararsız ve ekonomiye yük olan hayvanların sayısı çok büyüktür ve bu durum usdışı Hindu öğretilerinin doğrudan bir sonucudur. Delhi, Kalküta, Madras, Bombay ve öteki Hindistan kentlerine yolları düşen turistler ortalıkta başıboş dolaşan sığırların ser­bestliği karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Hayvanlar caddeler boyunca gelişigüzel dolaşırlar, pazar yerindeki ahırların dışın­da otlaklar, özel bahçelere girerler, dışkılarını hep kaldırımlar üzerine boşaltırlar ve kalabalık kavşakların orta yerinde geviş getirmek için durarak trafiği altüst ederler. Kırsal kesimde anayolların banketlerinde toplanırlar ve zamanlarının çoğunu demiryolları güzergahı boyunca rasgele dolaşarak harcarlar. ' .

İnek sevgisi yaşamı bir çok yönden etkiler. Devlet daireleri yaşlanmış inekler için bakımevleri açarlar ve buralarda hayvan sahipleri artık süt vermeyen ve gücü tükenmiş hayvanlarını ücretsiz olarak barındırırlar. Madras'ta polisler, başıboş gezen sığırlardan hastalanmış olanları toplar ve onları karakol yakı­nındaki küçük otlaklarda sağlıklarına kavuşuncaya değin otla­tıp gözetir. Çiftçiler ineklere ailelerinin üyeleri gözüyle bakarlar, onları yapraktan çelmikler ve püsküllerle süslerler, hastalandık­larında onlar için dua ederler, ve yeni bir buzağının doğumunu kutlamak için komşularını ve rahibi çağırırlar. Hindistan'ın her yanında, Hindular duvarlarına büyük, besili, beyaz inek vücut­lu, mücevherler içindeki genç güzel kadınların resimlerinden oluşan takvimler asarlar. Bu yarı kadın yarı zebu* tanrıçaların her birinin meme başlarından süt fışkırdığı görülür.

Güzel insan yüzü dışında, bu resimlerdeki inekler gerçek yaşamda görülen tipik ineğe pek az benzerler. Yılın büyük bö­lümünde o ineklerin kemikleri en göze çarpan özellikleridir. Her bir meme başından süt fışkırması şöyle dursun, o sıska yaratıklar bir tek buzağıyı olgunluk çağına yetiştirmeyi güçlük­le başarırlar. Zebu ineğinin tipik hörgüçtü türünün verdiği bü­tün sütün yıllık ortalaması 250 kilonun altındadır. Sıradan bir Amerikan mandırasında sığırların süt verimi 2500 kilonun üze­rindedir, oysa şampiyon sütçüler için verimin 10.000 kilo olma­sı seyrek değildir. Ama bu karşılaştırma öykünün tümünü an­latmıyor. Hindistan'ın zebu ineklerinin yaklaşık yarısı hiç süt vermezler bir tek damla bile.

İşin daha da kötüsü, inek sevgisi insan sevgisini özendir­mez. Müslümanlar domuz etini reddettikleri ama sığır etini ye­dikleri için, çok sayıda Hindu onların inek katilleri olduklarını ^üşünürler. Hindistan alt kıtasının Hindistan ve Pakistan ola­rak bölünmesinden önce, Müslümanların inekleri öldürmeleri­ni engellemeyi amaçlayan kanlı toplu ayaklanmalar her yıl başgösteren olaylar haline geldi. Eski inek ayaklanmalarının anıları örneğin Bihar'da 1917'de içinde otuz kişinin öldüğü ye 170 Müslüman köyünün son çivisine varıncaya dek yağma­landığı ayaklanma Hindistan ile Pakistan arasındaki ilişkileri bozmayı sürdürmektedir.

Ayaklanmayı üzüntüyle karşılamakla birlikte, Mohandas K. Gandhi inek sevgisinin ateşli bir savunucusu oldu ve inek öldürmenin tümüyle yasaklanmasını istedi. Hindistan anayasa-

_ ’Zebıı: Hörgüçtü Hint Öküzü, (ç.n.) sı hazırlandığında, kapsamına alınan inek hakları bildirgesi inek öldürmenin her çeşidini yasadışı kılmayı pek göze alama­dı. Bazı eyalet devletleri o zamandan beri inek öldürmeyi tü­müyle yasaklamışlar, ama bazıları ayrıklıklara izin vermeyi sürdürmüşlerdir. İnek sorunu yalnız Hindularla Müslüman top­luluğun arta kalanları arasında değil, ama iktidardaki Kongre Partisi ile inek severlerin aşırı Hindu hizipleri arasında da ayaklanma ve karışıklıkların bellibaşlı bir nedeni olarak dur­maktadır. 7 Kasım 1966 günü, kadife çiçeklerinden çelenklerle süslenmiş ve vücutlarına inek gübresi külü sürünmüş halde şarkılar söyleyen çıplak görüntülü din adamlarının önderli­ğinde 120,000 kişilik başıbozuk bir kalabalık, Hindistan Parla­mento Binasının önünde inek kesimine karşı gösteri yaptılar. Bunun ardından çıkan ayaklanmada sekiz kişi öldü ve kırksekiz kişi de yaralandı. Bu olayı Tüm Partiler İnek Koruma Kam­panyası Komitesi başkanı Muni Shustril Kum'ar'ın önderli­ğinde, din adamları arasında ulus çapında tutulan bir oruç dalgası izledi.

Tarım ve hayvan yetiştirmeye ilişkin çağcıl sanayi teknik­lerini iyi bilen Batılı gözlemcilere göre, inek sevgisi anlamsız­dır, hatta bir intihar niteliğindedir. Verimlilik uzmanı bu yarar­sız hayvanların hepsini ele geçirip onları hak ettikleri bir yaz­gıya doğru sürmek özlemi içindedir. Ne var ki inek sevgisinin suçlanmasında birtakım tutarsızlıklar vardır. Ben kutsal inek için acaba işe yarar bir açıklama bulunabilir mi diye düşün­meye başladığımda ilginç bir hükümet raporuyla karşılaştım. Rapora göre Hindistan’da pek çok inek bulunduğu halde pek az sayıda öküz vardı. Ortalıkta bu denli çok sayıda inek bulun­masına karşın, bir öküz kıtlığı nasıl olabilirdi? Öküzler ve er­kek su sığırları Hindistan'ın tarlalarını sürmekte kullanılan çe­kim hayvanlarının başlıca kaynağıdır. Alanı on acre[1] ya da da­ha az olan her bir çiftlik için bir çift öküz ya da su sığırı yeterli sayılır. Bir parça aritmetik bilgisi şunu gösterir ki, toprağın sürülmgsi ele alındığında, gerçekte hayvanların fazlalığı değil kıt­lığı sözkonusudur. Hindistan'da 60 milyon çiftlik, ama yalnızca 80 milyon çekim hayvanı bulunur. Eğer her bir çiftliğe düşen kota iki öküz ya da iki su sığırı ise, çiftliklerde 120 milyon çekim hayvanı bulunması gerekir yani, gerçekte varolandan 40 mil­yon fazlası.

Hayvan kıtlığı pek o kadar kötü olmayabilir çünkü çiftçiler komşularından öküzleri kiralayabilir ya da ödünç alabilirler. Ama tarla süren hayvanların ortaklaşa kullanımının çoğu kez uygulanamaz olduğu görülür. Tarlanın sürülmesi muson yağ­murlarıyla eşgüdümlü olmalıdır, ve bir çiftliğin toprağı sürül­düğü sırada, başka bir toprağın sürülmesi için en uygun olan zaman çoktan geçmiş olabilir. Ayrıca, toprağm sürülmesi bit­tikten sonra, bir çiftçi bütün kırsal Hindistan'da yük taşıma işi­nin temel aracı olan öküz arabasını çekmek için kendi bir çift öküzüne hala gereksinim duyar. Büyük olasılıkla, çiftliklerin, çiftlik hayvanlarının, sabanların ve öküz arabalarının özel mül­kiyette olması Hindistan tarımının verimini düşürmektedir, ama çok geçmeden anladım ki bu durum inek sevgisinden kay­naklanmış değildir.

Yük hayvanlarının kıtlığı Hindistanın köylü ailelerinin büyük çoğunluğunun üzerinde etkisini sürdüren korkunç bir tehdittir. Bir öküz hastalandığında, yoksul çiftçi, çiftliğini yi­tirme tehlikesi içindedir. Eğer yedek öküzü yoksa tefeci faiziyle borçlanmak zorunda kalacaktır. Gerçek halde milyonlarca köy­lü ailesi mal varlıklarının ya tümünü ya da bir bölümünü yitir­mişler ve bu tür borçların bir sonucu olarak ya ortakçı ya da gündelikçi olmuşlardır. Her yıl yoksul çiftçilerin yüzbinlercesi, sonunda, işsiz ve evsiz barksız insanlarla zaten dolup taşan kentlere göç etmektedirler.

Hasta ya da ölmüş öküzünün yerine yenisini koyamayan Hindistan çiftçisi, bozulmuş traktörünü ne yenileyebilen ne de onarabilen bir Amerikan çiftçisiyle aynı durumdadır. Ama şu önemli ayrım vardır: Traktörler fabrikalarda yapılırlar, ama öküzleri yapan ineklerdir. Bir ineğe sahip olan bir çiftçi öküzleri yapan bir fabrikaya sahiptir. İnek sevgisi ister olsun ister olma­sın, bu durum onun ineğini mezbahaya satmakta pek hevesli ol­maması için geçerli bir nedendir. Hindistan çiftçilerinin yılda yalnızca 250 kilo süt veren ineklere katlanmaya neden istekli olabileceklerini insan böylece anlamaya başlıyor. Eğer zebu ine­ğinin temel işlevi erkek çekim hayvanları doğurmak ise, temel işlevi süt üretmek olan özel Amerikan mandıra hayvanlarıyla onu karşılaştırmanın hiçbir anlamı yoktur. Bununla birlikte, zebu ineklerince üretilen süt bir çok yoksul ailelerin besin gerek­sinimlerini karşılamakta önemli bir rol oynamaktadır. Küçük miktarlardaki süt ürünleri bile öldürücü açlığın sınırında yaşa­mını sürdürmeye zorlanan insanların sağlığını iyileştirebilir.

Hindistan çiftçileri aslında süt elde etmek için bir hayvana sahip olmak istediklerinde, süt verme süreleri daha uzun olan ve tereyağı için zebu sığırlarından daha üstün kaliteli süt üre­ten dişi su sığırına yönelirler. Erkek su sığırları ayrıca sular al­tındaki çeltik tarlalarını  sürmekte üstündürler. Ama öküzler daha çevik ve beceriklidirler ve kuru tarla çiftçiliğinde ve taşı­ma işlerinde öncelikle kullanılırlar. Hepsinden önemlisi, zebu türü hayvanlar olağanüstü güçlüdürler ve Hindistan'ın çeşitli bölgelerini zaman zaman büyük sıkıntıya sokan uzun süreli ku­raklıklara dayanablirler.

Tarım insan ve doğa ilişkileriyle ilgili uçsuz bucaksız bir sistemin bir parçasıdır. Bu "ekosistem”in birbirinden ayrı parça­ları hakkında Amerikan tarım işletmesinin yönetimine ilişkin deyimlerle yargıya varmak çok acayip izlenimlere yolaçar. Hin­distan'ın ekosisteminde sığırlar, sanayileşmiş, yüksek enerji toplumlarmdan gözlemcilerin kolaylıkla gözden kaçırdıkları ya da küçümsedikleri durumlarda önemli yer tutarlar. Amerika Birle­şik Devletlerinde, kimyasal maddeler tarım gübresinin temel kaynağı olarak nerdeyse tümüyle hayvan gübresinin yerini al­mış bulunmaktadır. Amerikalı çiftçiler toprağı katırlar ya da atlarla değil de traktörlerle sürmeye başlayınca doğal gübre kullanmaya son verdiler. Traktörler gübreden çok zehir yaydık­ları için, geniş çapta makinalı tarıma bağlanılması, hemen he­men zorunlu olarak kimyasal gübrelere bağlanma anlamına ge­lir. Ve dünyanın her yanında buğun gerçekten uçsuz bucaksız bir entegre petrokimya-traktör-kamyon sanayi kompleksi geliş­miştir; orada tarım makinaları, motorlu araçlar, petrol ürünleri ve benzin, kimyasal maddeler ve böcek ilaçları üretilir ve bun­lar yüksek verimli üretim tekniklerine destek olur.

Sonucu iyi ya da kötü, Hindistan çiftçilerinin büyük çoğun­luğu böyle bir komplekse katılamazlar, bunun nedeni onların ineklerine tapınmaları değil, traktör satın alma gücünden yok­sun olmalarıdır. Öteki azgelişmiş ülkeler gibi, Hindistan da ne sanayileşmiş ulusların tesisleriyle yarışabilen fabrikalar kura­bilir ne de büyük miktarlardaki sanayi ürünleri dışalımının bedelini ödeyebilir. Hayvanlardan ve gübreden ayrılıp traktör­lere ve petrokimya ürünlerine yönelmek inanılmaz boyutta ana­mal yatırımları yapmayı gerektirir. Üstelik, ucuz hayvanların yerine pahalı makinaların kullanılmasının kaçınılmaz sonucu olarak, bir yandan geçimini tarımdan sağlayabilen insanların sayısı azalır, bir yandan da zorlamayla buna uygun biçimde orta boy çiftliğin oylumunda artış olur. Biz Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük çaplı tarım işletmelerindeki gelişmenin küçük aile çiftliğinin gerçekten yıkılması anlamına geldiğini bi­liyoruz. Amerika Birleşik Devletlerinde yaklaşık yüz yıl önce ailelerin yüzde 60'ının çiftliklerde yaşamasına karşılık, halen bu oran yüzde 5'in altındadır. Eğer tarım işletmeleri Hindis­tan'da da benzer doğrultuda gelişecek olsaydı, yerinden yur­dundan edilmiş ikiyüzelli milyon köylü için iş ve konut sağla­mak gerekirdi.

Hindistanın kentlerindeki işsizlik ve konutsuzluktan kay­naklanan acılar zaten dayanılmaz boyutlarda olduğu için, kent­sel nüfusa eklenen her kitlesel artış ancak benzeri görülmemiş karışıklık ve yıkımlara yol açabilir.

Bu seçeneği göz önünde tutunca, düşük enerjili, küçük öl­çekli, hayvana dayalı dizgeleri anlamak kolaylaşıyor. Daha önce gösterdiğim gibi, inekler ve öküzler, traktörlerin ve traktör fabrikalarının yerini tutan düşük enerjili araçlardır. Onların bir petro kimva sanayiinin işlevlerini verine getirmekle oldukları da ciddi ve alınmalıdır. Hindistanın sığırları iıer yıl yaklaşık 700 milyon ton miktarında kullanılabilir gübre bırakırlar. Bu toplamın aşağı yukarı yarısı tarımda gübre olarak kullanılır, geri kalanın büyük çoğunluğu ise yemek pişirmek için gerekli ısıyı sağlamak üzere yakılır. Hintli ev kadınının yemek pişir­mekte kulllandığı başlıca yakıt olan bu gübreden elde edilen yıllık ısı miktarı, 27 milyon ton gazyağının, 35 milyon ton kö­mürün, ya da 68 milyon ton kömürün verdiği ısıya eşdeğerde­dir. Hindistan'ın ancak küçük miktarlarda petrol ve kömür re­zervlerine sahip olması ve eskiden beri geniş çaplı ormansız­laşmanın kurbanı olması nedeniyle, anılan yakıtların hiçbirinin gerçekte inek dışkısının yerini ala bileceği düşünülemez. Mut­fakta dışkı gübre kullanılması düşüncesi sıradan Amerikalıya çekici gelmeyebilir, ama Hintli kadınlar ona üstün bir mutfak yakıtı gözüyle bakarlar çünkü d günlük ev işlerine çok iyi uyar­lanır. Hint yemeklerinin büyük çoğunluğu ghee olarak bilinen arıtılmış tereyağı ile hazırlanır ve bu iş için ısı kaynağı olarak inek dışkısı yeğlenir çünkü yemeği kavurmayan temiz, yavaş ısıtan, uzun süren bir alevle yanar. Bu durum Hintli ev kadını­nın yemeklerini pişirmeye başlayınca saatler boyu yemeklerin başında beklemeyip çocuklarıyla ilgilenmesine, tarla işlerinde yardımcı olmasına ya da ufak tefek ev işlerini yürütmesine ola­nak sağlar. Amerikalı ev kadınları benzer bir sonucu son model fırınların pahalı becerileriyle elektronik kontrolları kapsayan karmaşık bir düzenekle elde ederler.

İnek dışkısının en azından önemli bir işlevi daha vardır. Su ile karıştırılıp hamur haline getirilince evde döşeme malze­mesi olarak kullanılır. Bir toprak taban üzerine sürülüp düz bir düzey halinde sertleşmeye bırakıldığında tozlanmayı önler ve jüpürgeyle çok iyi temizlenir.

Sığırların bıraktıkları dışkıların yararlı pek çok özellikleri olduğu için her bir parçası özenle toplanır. Köyün çocuklarına ailenin çevrede dolaşan ineğini izleme ve onun günlük petro-kimya ürünlerini eve getirme görevi verilir. Kentlerde, çöpçü kastları başıboş hayvanlarca bırakılan dışkılar üzerinde kur­dukları bir tekelden yararlanırlar ve ev kadınlarına dışkı sata­rak geçimlerini sağlarlar.

Tarım işletmesi açısından bakınca, süt vermeyen ve kısır olan bir inek ekonomik bir beladır. Ama köylü açısından bakın­ca, süt vermeyen ve kısır olan o aynı inek tefecilere karşı elde kalan son umutsuz savunma aracıdır. Elverişli bir muson yağ­murunun en bitkin hayvanı bile eski gücüne kavuşturabilme ye ineğin semirme, yavrulama ve süt yermeğe yeniden başlama şansı daima vardır. Çiftçinin duaları bunun içindir; bazen de duaları kabul edilir. Bu arada hayvanın dışkılaması sürüp gi­der, İşte böylece insan sıska yaşlı çirkin bir ineğin kendi sahibi­nin gözüne hala neden güzel göründüğünü yavaş yavaş anla­maya başlar.           ,

Zebu sığırlarının vücutları küçüktür, sırtlarında enerji de­polayan hörgüçleri vardır, ve hastalanınca kendilerini toparla­ma güçleri büyüktür.

Bu nitelikler Hindistan'ın özel koşullarına uygun düşmek­tedir. Bu yerli hayvan türleri çok az besin ya da suyla uzun süre yaşayabilme gücündedirler ve tropikal iklimlerdeki öbür hay­van türlerine musallat olan hastalıklara karşı yüksek bir direnç gösterirler. Zebu öküzleri nefes alıp vermeye devam ettikleri sürece işte kullanılırlar. Vaktiyle Johns Hopkins Üniversitesi’nde çalışmış bir veteriner olan Stuart Odend'hal, ölümlerin­den bir kaç saat öncesine değin normal olarak çalışan ama ya­şamsal organları ağır biçimde hasara uğramış bulunan Hint sığırları üzerinde alan otopsileri yapmıştır. Kendilerini onarma güçlerinin muazzam olması nedeniyle, bu hayvanlar canlı ol­dukları sürece artık hiç "işe yaramaz" diye asla öyle kolayca gözden çıkarılmazlar.

Ama ergeç, bir hayvanın hastalıktan iyileşme umutlarının , hepten yok olduğu ve hatta dışkı çıkarmasının son bulduğu bir gün mutlaka gelir. Ve Hindu çiftçi besin için onu kesmeyi ya da mezbahaya satmayı hala reddeder. Bu durum inek kesimi ve sığır eti tüketimi üzerindeki dinsel tabuların dışında bir açıkla­ması bulunmayan zararlı bir ekonomik uygulamanın yadsına­maz bir kanıtı değil midir ?

İnek sevgisinin inek kesimine ve sığır eti yenmesine karşı direnmeleri için insanları seferber ettiğini kimse yadsıyamaz. Ama ben inek kesimi ve sığır eti yenmesine ilişkin tabuların zo­runlu olarak insanın yaşamı sürdürmesi ve gönenci üzerinde olumsuz bir etki yapacağı görüşüne katılmıyorum. Bir çiftçi yaşlı ya da işi bitmiş hayvanlarını keserek ya da satarak belki fazladan bir kaç rupi daha kazanabilir ya da ailesinin beslenme­sini sınırlı bir süre için iyileştirebilir. Ama onun hayvanını mezbahaya satmayı ya da kendi sofrası için kesmeyi reddetme­si uzun vadede yararlı sonuçlar doğurabilir. Çevrebilimsel çö­zümlemenin yerleşmiş bir ilkesine göre canlı varlıklardan olu­şan topluluklar ortalama koşullara değil uç koşullara uyarlanırlar. Hindistan'da bunu örnekleyen durum muson yağ­murlarının sık görülen aksamasıdır. İnek kesimine ve sığır eti yenmesini yasaklayan tabuların ekonomik anlamını değerlen­dirmek için, dönemsel kuraklıklar ve kıtlık bağlamında bu ta­buların ne anlama geldiğini irdelememiz gerekir.

İnek kesimi ve sığır eti yenmesi üzerindeki tabu, doğal se­çilmenin bir sonucu olduğu kadar, zebu türü hayvanların vü­cutlarının küçük ve kendilerini onarma güçlerinin çok büyük olmasının da sonucudur. Kuraklıklıklar ve kıtlıklar sırasında, çiftçilerin hayvanlarını kesme ya da satma eğilimleri yeğin olur. Bu eğilime boyun eğenler, kuraklık dönemini ölmeden aşsalar bile, aslında kesinlikle ölümlerini hazırlarlar, çünkü yağmurlar başladığında tarlalarını sürme gücünden yoksun kalırlar. Ko­nunun önemini daha da çok vurgulamak isterim: Kıtlığın bas­kısı altında sığırların kitlesel boyutta yokedilmesinin toplumun gönenci için oluşturacağı tehlike, çiftçi bireylerin normal du­rumlarda kendi hayvanlarının yararlılığı konusunda yapacak­ları her türlü olası hesap yanlışının yaratacağı tehlikeden çok daha büyüktür. İnek kesimiyle ortaya çıkan o korkunç saygısız­lığa uğramışlık duygusunun köklerinin yaşamı sürdürmenin günlük gereksinimleriyle uzun vadeli koşulları arasındaki o dayanılmaz çelişkiyle beslenmesi olası görünüyor. Dinsel sim­geleri ve kutsal öğretileriyle inek sevgisi çiftçiyi yalnızca kısa vadede "ussal" hesaplara karşı korumaktadır. Batılı uzmanlara göre "Hintli çiftçi ineğini yemektense açlıktan ölmeyi yeğler. " Aynı tür uzmanlar "anlaşılmaz Doğu aklı" hakkında konuş­mayı severler ve şöyle düşünürler: "Asyalı kitlelere göre ya­şam pek o kadar değerli değildir." Bilmezler ki çiftçi açlıktan ölmektense ineğini yemeği yeğleyecektir, ama eğer ineğini yerse açlıktan ölecektir.

Kutsal yasaların ve inek sevgisinin desteğine karşın, kıtlı­ğın baskısı altında sığır eti yeme isteği bazan dayanılmaz hale gelir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Bengal'de kuraklıklardan ve Japonların Burma'yı işgal etmelerinden kaynaklanan büyük bir kıtlık yaşandı, jneklerin ve çekim hayvanlarının yokedilmesi 1944 yazında öylesine tehlikeli boyutlara vardı ki İngilizler ,inek koruma yasalarını zorla uygulamak üzere askeri birlikler kullanmak zorunda kaldılar. 1967'de The New York Times'm ha­beri şöyle:

Kuraklık çeken Bihar bölgesinde ölümcül açlıkla karşı kar­şıya gelen Hindular, Hindu dininde kutsal olsalar da inekle­ri kesip etini yiyorlar.

Gözlemcilerin verdiği bilgiye .göre, "halkın yoksulluğu akıl almaz boyuttaydı."

İyi zamanlarda kesinlikle yararsız olan birtakım hayvanla­rın yaşlılık çağma değin yaşamayı sürdürmesi, kötü zaman­larda yararlı hayvanların kıyıma uğramalarına karşı korunma­ları için ödenmesi gereken fiyatın bir parçasıdır. Ama ben hay­van kesiminin yasaklanması ve sığır eti tabusu nedeniyle uğra­nılan kaybın gerçekte ne kadar olduğunu merak ediyorum. Ba­tılı tarım işletmeciliği görüşü açısından, Hindistan'ın bir et pa­ketleme endüstrisine sahip olmaması usdışı görünen bir du­rumdur. Ama Hindistan gibi bir ülkede böyle bir sanayi için varolan gerçek potansiyel çok sınırlıdır. Sığır eti üretimindeki büyük bir artış, inek sevgisinden dolayı değil ama termodina­mik yasaları nedeniyle bütün ekosistemi zorlayacaktır. Herhan­gi bir besin zincirinde, araya yeni hayvan halkalarının girmesi, besin üretiminin verimliliğinde büyük bir düşüşe vol açar. Bir hayvanın yediklerinin kalori değeri onun vücudunun kalorise! değerinden daima çok daha fazladır. Bunun anlamı şudur: Bit­kisel besin bir insan topluluğu tarafından doğrudan doğruya tüketildiğinde kişi basına düşen kalori miktarı o besin evcil­leştirilmiş hayvanların beslenmesinde kullanıldığı zamankin­den daha büyüktür.

Amerika Birleşik Devletlerinde sığır eti tüketiminin yük­sek düzeyde olması nedeniyle, ekim alanlarının dörtte üçü in­sanları değil de hayvanları beslemek için kullanılır. Hindistanda kişi başına alman kalorinin günlük gereksinimin en alt düzeyinin zaten altında olması nedeniyle ekim alanlarını et üretimine özgülemek ancak besin fiyatlarının daha da yüksel­mesine ve yoksul ailelerin yaşam standartlarının daha da bo­zulmasına yol açar. İnek sevgisine ister inansınlar ister inanma­sınlar, Hintlilerin yüzde 10'undan fazlasının beslenmelerinde sığır etine önemli bir yer verebileceklerinden ben kuşkuluyum.

Mezbahalara yaşlı ve işe yaramaz hayvanların daha fazla sayıda gönderilmesinin bunları en çok gereksinen insanlar için beslensel kazançlar sağlayacağından da kuşku duyarım. Bu hayvanların büyük çoğunluğu, mezbahaya gönderilmeseler bile, şu ya da bu biçimde yenmektedir, çünkü ^Hindistan'ın her yanında bulunan alt kastların üyeleri ölü sığırları yeme hakkı­na sahiptirler. Nasıl olsa, her yıl yirmi milyon sığır ölür, ve onJarın etinin büyük bir bölümü hayvan leşi yiyen "paryalar" tara­fından tüketilir.

Hindistan'da bir çok yıllar çalışmış bir antropolog olan dostum Dr. Joan Mencher varolan mezbahaların Hindu olma­yan orta sınıf kentlilere hizmet verdiğini belirtir. Bildirdiğine göre "paryalar besinlerini başka yollardan elde ederler. Eğer köyde bir irfek açlıktan ölürse bu parya için iyidir, ama hayvan Müslümanlara ya da Hıristiyanlara satılmak üzere kentin bir mezbahasına satılmışsa bu kötüdür." Dr. Mencher'i bilgilendi­renler önce Hinduların sığır eti yediklerini yadsımışlar, ama "üst kasf'tan Amerikalıların bifteği sevdiklerini öğrendikleri za­man sığır etinden yapılmış Hint yemeğini lezzetli bulduklarını itiraf etmişlerdir.

Tartışmakta olduğum başka her konu gibi, paryaların et tüketimi de kılgısal koşullara çok iyi uyarlanmıştır. Et yiyen kastlar aynı zamanda deri işleyen kastlar olmaya yönelirler, çünkü ölmüş sığırların derilerini işleme hakkına sahiptirler. Böylece inek sevgisine karşın, Hindistan dev bir deri işleme en­düstrisine sahip olmayı başarmıştır. Ölümlerinde bile, görü­nüşte yararsız olan hayvanlardan insansal amaçlar için yararla­nılması sürüp gitmektedir.

Ben sığırların çekim, yakıt, gübre, süt, döşeme kaplama, ve deri alanlarında yararlı oldukları konusunda haklı olabili­rim, ama gene de bütün o kompleksin çevresel ve ekonomik an­lamı hakkında yanlış bir yargıya varabilirim. Her şey Hindis­tan'ın dev nüfusunun gereksinmelerini karşılayacak alternatif yolların doğal kaynaklar ve insan gücü olarak maliyetinin ne olacağına bağlıdır. Bu maliyetler geniş ölçüde sığırların ne ye­dikleriyle belirlenir. Bir çok uzman şunu kabul ediyor ki insan­larla inekler toprak ve besin ürünleri uğrunda ölümcül bir ya­rışmada kilitlenmişlerdir. Eğer Hindistan çiftçileri Amerikan tarım işletmesi modelini izlemiş ve hayvanlarını besin ürünle­riyle beslemiş olsalardı bu doğru olabilirdi. Ama kutsal inek hakkındaki aykırı gerçek şudur ki o süprüntü yiyen yorulmak nedir bilmez bir yaratıktır. Ortalama ineğin tükettiği besinin ancak önemsiz bir parçası otlaklardan ve inek için saklanmış besin ürünlerinden gelir.

Bu durum ortalıkta dolaşan ve trafiği karıştıran ineklere ilişkin bütün o ardı arkası gelmez raporlardan açıkça anlaşıl­mış olmalıdır. Pazar yerlerinde, çimenler üzerinde, karayolları ve demiryolları çevresinde, ve tepelerin çorak yamaçları üze­rinde bu hayvanlar ne yaparlar? Onlar insanlarca doğrudan tüketilemeyen çayır otlarmm, anızların, ve süprüntülerin her bir parçasını yiyerek bunları süte ve öteki yararlı ürünlere dönüş­türmenin dışında ne yaparlar? Dr. Odend'hal Batı Bengal'deki sığırlar konusunda yaptığı araştırmasında ortaya koymuştur ki insansal besin ürünlerinin yenmeye elverişsiz artıkları, özel­likle pirinç sapları, buğday kepeği, ve pirinç kabukları, sığırla­rın diyetindeki temel öğeyi oluştururlar. Ford Vakfı, varolan besin miktarına göre sığırların yarısının fazla olduğu kestirimini yapmıştır ki bu sığırların yarısının yem ürünlerini kullan­madan bile yaşamda kalmayı başardıkları anlamına gelir. Ama bu eksik bir değerledirmedir. Sığırların yedikleri olasılıkla in­sanların yemelerine elverişli ürünlerin yüzde 20'sinden daha az bir miktardan ibarettir; bunun büyük bir bölümü süt vermeyen ve kısır olan ineklere değil de iş gören öküzlere ve su sığırları­na yedirilir. Odend'hal, kendi araştırma alanında sığırlarla in­sanlar arasında toprak ya da besin sağlanması konusunda bir yarışma olmadığını buldu: "Aslında, sığırlar insanlar için doğ­rudan yararı pek az olan öğeleri hemen yarar sağlayan ürünlere dönüştürürler'. "

İnek sevgisinin böylesine sıklıkla yanlış anlaşılmasının ne­deni varsıllar ve yoksullar için ayrı anlamlar taşımasıdır. Yok­sul çiftçiler onu .çöplerden yararlanma izni olarak kullanırlar, oysa varsıllar bunâ hırsızlık diyerek direnirler. Yoksul çiftçiye göre, inek kutsal bir dilencidir; varsıl çiftçiye göre hırsızdır. Za­man zaman inekler birinin otlaklarına ya da ekili tarlalarına da­larlar. Mal sahipleri suç duyurusunda bulunurlar, ama yoksul çiftçiler hayvanlarını geri almak için cahilliklerini ileri sürerler ve inek sevgisine bel bağlarlar. Eğer bir çekişme varsa, bu in­san ile insan ya da kast ile kast arasındadır, insan ile hayvan arasmda değil.

Kent ineklerinin de sahipleri vardır ki bunlar inekleri gün­düzleri otlamaları için salıverirler ve geceleri de sütlerini sağ­mak için geri getirirler. Dr. Mencher bir ara Madras'ta ortasınıftan bir mahallede yaşadığı sırada komşularının yerleşim alanına dalan "başıboş" ineklerden hep yakındıklarını anlatır. Gerçekte başıboş ineklerin sahipleri bir dükkanın üzerindeki bir odada yaşayan ve komşularına kapı kapı dolaşıp süt satan insanlardır. Yaşlı hayvan yurtlarına ve polisin inek ağıllarına gelince. btırıkır bir kent ortamında inek bulundurmanın riskini azaltma isini çok iyi yürütürler. Artık süt vcnneyen bir ineğin sahibi, polis ineği ele geçirip bir barınağa götürünceye değin, otlasın diye onu ortalığa salma kararını verebilir. İnek kendini toparlayınca, sahibi küçük bir para cezası öder ve hayvanı çok alışık olduğu çevreye bırakır. Benzer bir ilkeye göre işletilen yaşlı hayvan bakım yurtları, kent ineklerine aksi halde yarar­lanamayacakları hükümet destekli ucuz otlaklar sağlarlar.

Bu arada belirtelim ki, kentlerde süt satın almanın yeğle­nen biçimi ineği eve getirtip orada sağdırtmaktır. Genellikle ev halkının su ya da idrarla karışmış bir süt değil temiz süt aldı­ğından emin olabilmesinin tek yolu budur.

Bu düzenlemeler konusunda en inanılmaz görünen yargı bunların israfçı, ekonomiye aykırı Hindu uygulamalarının ka­nıtı diye yorumlanmakta olmasıdır, oysa gerçekte bunlar tasar­ruf ve tarımda Batılı "Protestan" standartlarını çok aşan bir tu­tumluluk düzeyini yansıtırlar. İnek sevgisiyle ineğin gerçekten son süt damlasını çekip almaktaki acımasız kararlılık pekala bağdaşabilir. İneği kapı kapı dolaştıran adam içi doldurulmuş ^buzağı derisinden oluşturduğu bir yapma buzağıyı görevini yapmağa kandırmak üzere ineğin yanına koyar. Bu sonuç yer­mezse, inek sahibi phooka'ya baş vurabilir, yani içi boş bir bo­ruyla ineğin döl yatağına hava verir, ya da dooın dev'e baş vu­rabilir, yani hayvanın kuyruğunu döl yolu boşluğuna sokar. Gandhi ineklere Hindistan'da dünyanın her hangi bir yerindekinden daha zalimce davranıldığma inanıyordu. "Son damla sütünü de almak için onu nasıl da sömürüyoruz, "diye üzülür­dü. "Bir deri bir kemik kalıncaya dek onu nasıl da aç bırakıyo­ruz, buzağılara ne kadar kötü davranıyoruz, kendi süt payla­rından onları nasıl da yoksun bırakıyoruz, öküzlere ne kadar zalimce davranıyoruz, onları nasıl iğdiş ediyoruz, onları nasıl dövüyoruz, onları nasıl aşırı yüklüyoruz. "

İnek sevgisinin varsıl ve yoksul için değişik anlamlar ta­şıdığını hiç kimse Gandhi'den daha iyi anlamış değildir. Ona göre inek Hindistan'ı içtenlikle ulus olmaya doğru devinime geciren savasın en önemli odak noktasıydı. Küçük ölçekli tanın işletmesi, elle çalıştırılan bir çıkrıkta pamuk ipliği yapımı, yere bağdaş kurup oturma, bir peştemal kuşanılması, etyemezlik, yaşama saygı, ve şiddete hiç başvurmama hep inek sevgisiyle birlikte düşünülür. Köylü kitleleri, kent yoksulları, ve parya­lar arasında bulduğu o sevgi dolu çok geniş desteği Gandhi sözü geçen temalara borçludur. Onun kendi halkını sanayileş­menin yıkımlarına karşı koruma yolu buydu.

"Gereksinim fazlası" hayvanları yokederek Hindistan tarı­mını daha verimli kılmak isteyen ekonomistler varsıl ve yoksul­lar için ahiııısa'mn* içerdiği oransız etkileri bilmiyorlar. Örne­ğin, Profesör Alan Heston sığırların yerine başkaları kolayca konulamayan yaşamsal işler yaptıklarını kabul eder. Ama onun yaptığı öneriye göre eğer inek sayısında 30 milyon kadar bir azalma olursa aynı işlevler daha verimli olarak yürütülebi­lecektir. Bu rakamın dayandığı varsayıma göre gerekli özen gösterildiğinde halen var olan öküz sayısının yerine yenilerini koymak için 100 erkek hayvan başına yalnızca 40 inek yeterli olacaktır. Bu formüle göre, yetişkin erkek sığır sayısı 72 mil­yon olunca gereken doğurgan inek sayısı 24 milyon olmalıdır. Gerçek halde, 54 milyon inek vardır. Heston bu 54 milyondan 24 milyonu çıkarmca, yok edilecek 30 milyon "yararsız" hayvan sayısına ulaşıyor. Böylece bu "yararsız" hayvanların tüket­mekte oldukları kuru ot, saman ve besin ürünleri geriye kalan hayvanlar arasında paylaşılacak ve bu hayvanlar daha sağlıklı hale gelerek ürettikleri süt ve gübre miktarını eski düzeyde tut­mayı ya da önceki düzeylerin üzerine çıkarmayı başarabilecek­lerdir. Ama kimlerin inekleri feda edilecektir? Toplam sığırların yaklaşık yüzde 43’ü çiftliklerin en yoksul olan yüzde 62'sinde bulunmaktadır. İki buçuk ya da daha az dönümlük topraktan oluşan bu çiftlikler otlak ya da çayırlık alanların ancak yüzde 5'ine sahiptirler. Başka deyişle, süt vermez, kısır, ve güçsüz halleri geçici olan hayvanların büyük çoğunluğuna sahip bulunan insanlar en küçük ve en yoksul çiftliklerde yaşamaktadır­lar. Öyle ki, ekonomistler 30 milyon inekten kurtulmaktan söz ederlerken, aslında onlar zengin ailelere değil, yoksul ailelere ait olan 30 milyon inekten kurtulmaktan söz ederler. Ama yok­sul ailelerin büyük çoğunluğunun yalnızca bir ineği vardır, o halde bu tasarrufun özet olarak anlamı pek öyle 30 milyon inek­ten kurtulmak değil de 150 milyon insandan onları toprakla­rından koparıp kentlere doğru göçe zorlayarak kurtulmaktır.

İnek katliamının ateşli yandaşları öğütlerini anlaşılır bir yanlışa dayandırırlar. Onların çıkardığı sonuca göre çiftçiler hayvanlarını öldürmeyi reddettikleri için, ve öldürmeye karşı dinsel bir tabunun varlığı nedeniyle, ineklerin öküzlere oranı­nın yüksek olmasmın başlıca sorumlusu anılan tabudur. Onla­rın yanlışı gözlemlenen oranın kendisinde gizlidir: 100 öküze karşı 70 inek. Eğer çiftçilerin ekonomik yönden yararsız inekle­ri öldürmelerini önleyen etken inek sevgisi ise, nasıl oluyor da ineklerin sayısı öküzlerden yüzde 30 oranında daha az oluyor? Madem ki doğan dişi hayvan sayısı yaklaşık olarak erkek hay­van sayısı kadardır, o halde erkeklere göre dişilerin daha çok ölmesinin bir nedeni olmalıdır. Bu bilmecenin çözümü şöyledir: Her ne kadar hiç bir Hindu çiftçi bir dişi buzağıyı ya da güçten düşmüş bir ineği bir sopa ya da bıçakla bile bile öldür­mezse de, kendi anlayışına göre gerçekten yararsız hale geldik­lerinde onlardan kurtulabilir ve gerçekten de kurtulur. Doğru­dan öldürme dışında çeşitli yöntemler uygulanır. Örneğin, istenmeyen buzağıları "öldürmek" için onların boyunlarma üç­gen biçiminde ağaçtan bir boyunduruk takılır öyle ki buzağılar süt emmeğe çabaladıkları sırada boyunduruk ineğin memesine çarpınca öldürücü çifteyi yerler. Daha yaşlı hayvanlar sadece kısa iplerle bağlanırlar ve açlıktan ölüme terk edilirler eğer hayvan zaten zayıf ve hastalıklı ise ölümü uzun sürmez. Niha­yet, sayısı bilinmeyen güçten düşmüş inekler Müslüman ve Hıristiyan aracılar eliyle gizlice satılırlar ve sonunda kendilerini mezbahada bulurlar.

Eğer biz gözlem konusu yapılmış ineklerin öküzlere oranlarını açıklamak istiyorsak, o zaman inek sevgisini değil, yağ­muru, rüzgarı, suyu, ve toprağı kullanma modellerini incele­mek zorundayız. Bunun kanıtı Hindistan'ın çeşitli bölgele­rindeki tarımsal dizgenin çeşitli öğelerinin göreli önemine göre ineklerin öküzlere oranının değişmekte olmasıdır. En önemli değişken pirinç üretimine ayrılan sulama suyunun miktarıdır. Her nerede geniş, sulak çeltik tarlaları varsa oralarda yeğlenen çekim hayvanı genellikle su sığırı olur, ve o zaman bir süt kay­nağı olarak da zebu ineğinin yerini dişi su sığırı alır. Eriyen Himalaya karlarının ve Muson yağmurlarının yarattığı Kutsal Ganj Irmağı'nı içeren o uçsuz bucaksız Kuzey Hindistan ovala­rında, ineklerin öküzlere oranının 100'e karşı 47'ye dek düş­mesinin nedeni işte budur. Seçkin Hintli iktisatçı K. N. Raj’ın belirttiği gibi, Ganj Vadisi'nde içinde yıl boyunca sürekli çeltik üretimi yapılan yörelerde inek-öküz oranları en uygun kuram­sal noktaya yaklaşmıştır. Bu durum çok daha dikkate değer çünkü söz konusu bölge Ganj Vadisi Hindu dininin kalbidir ve en kutsal tapmaklar orada bulunur.

Öküzlere göre ineklerin yüksek oranda olmasının başlıca sorumlusunun din olduğu yolundaki kuramın yanlışlığı Hin­du Hindistan ile Müslüman Batı Pakistan arasındaki bir karşı­laştırmayla da ispatlanır. İnek sevgisi, sığır kesimi ve sığır eti yeme tabularmm reddedilmesine karşın, Batı Pakistan'ın bütü­nünde her 100 erkek hayvana karşı 60 inek bulunur ki bu oran Hindistan'ın yoğunlukla Hindu olan Uttar Pradeş eyaletinin or­talamasından oldukça yüksektir. Uttar Pradeşjte su sığırının ve sulama kanaljnm önemi açısından seçilen bölgeler Batı Pakis­tan'ın çevresel yönden benzer bölgeleriyle karşılaştırıldığında, dişi sığırların erkek sığırlara oranlarının hemen hemen aynı ol­dukları ortaya çıkmaktadır.

Ben sığır sevgisinin sığırların eşey oranı ya da tarımsal dizgenin öteki yönleri üzerinde hiç bir etkisi olmadığmı mı söylemek istiyorum? Hayır. Ben şunu söylemek istiyorum: İnek sevgisi karmaşık, güzelce eklemlenmiş özdeksel ve kültürel bir düzen içinde yer alan etkin bir öğedir. İnek sevgisi, jsrafa ya da tembelliğe hemen hiç yer vermeyen düşük enerjili, bir ekosi'stemde yaşamı dirençle sürdürmek için insanların gizli yetene­ğini seferber eder. İnek sevgisi, süt vermezliği ya da kısırlığı geçici ama gene de yararlı hayvanları koruyarak; pahalı ener­jiye dayalı sığır eti endüstisinin gelişimini önleyerek; kamu top­raklarında ya da emlak sahibinin zararına semiren sığırları ko­ruyarak; kuraklık ve kıtlıklar sırasında sığırların kendilerini to­parlama gizilgücünü sürdürerek, insanların duruma uyarlanma esnekliğine olumlu katkıda bulunur. Herhangi bir doğal ya da yapay bir dizgede olduğu gibi burada da, anılan karmaşık et­kileşimlerle ilgili bazı kaymalar, sürtüşmeler, ya da israflar olur. Yarım milyar insan, hayvan, arazi, işgücü, siyâsal ekono­mi, toprak ve iklim, hepsi sürecin içinde yer alır. Hayvan katli­amının ateşli yandaşlarının savına göre ineklerin gelişigüzel çoğalmalarına izin verilmesi ve sonra onların bakımsız ve aç bı­rakılarak sayıca azaltılması İsrafil ve verimsiz olur. Bunun doğ­ru olduğundan kuşkulanmıyorum, ama yalnızca sınırlı ve gö­rece önemsiz bir anlamda. Bir tarım mühendisinin bilinmeyen bir sayıdaki çok yararsız hayvanlardan kurtularak sağlayabilece­ği tasarruflar, inek sevgisinin kutsal bir görev olmaktan çıkması halinde, özellikle de kuraklık ve kıtlıklar sırasında, marjinal köylülerin karşılaşacağı müthiş kayıplarla karşılaştırılmalıdır.

Bütün insan eylemlerinin etkili biçimde seferber edilmesi psikolojik yönden insanı zorlayan inanç ve öğretilere dayandığı için, biz ekonomik sistemlerin daima optimum verimlilik nokta­larının altında ve üstünde dalgalanmasını beklemek zorunda­yız. Ama bütün sistemin bilincini kötüleyerek daha iyi çalıştırı­labileceği varsayımı bönlüktür ve tehlikelidir. Varolan sistem içinde esaslı gelişmeler Hindistan'ın insan nüfusunu dengele­mekle, ve daha çok sayıda insana daha hakça bir ilkeye göre, daha çok toprak, su, öküz; ve su sığırı sağlamakla gerçekleştiri­lebilir. Bunun karşı seçeneği varolan sistemi yıkmak ve onun yerine baştanbaşa yeni bir demografik, teknolojik, siyasalekonomik, ve ideolojik ilişkiler düzenini tümüyle yeni bir ekosistemi yerleştirmektir. Hinduizm kuşkusuz tutucu bir güçdüstriyel ve tarımsal bir işletme kompleksini koymakta "geliş­tirme" uzmanlarının ve "moderleştirme" görevlilerinin işlerini daha da güçleştirir. Ama eğer siz bir yüksek enerjili bir endüst­riyel ve tarımsal işletme kompleksinin şimdi varolan sistem­den mutlaka daha "rasyonel" ve daha "verimli" olacağını sanı­yorsanız, yanılıyorsunuz.

Enerji maliyetleri ve enerji ürünlerine ilişkin araştırmalar gösteriyor ki beklentilerin aksine, Hindistan kendi sığırlarını Amerika Birleşik Devletlerinden daha verimli kullanıyor. Batı Bengal'in Singur bölgesinde, Dr. Odend'hal'in ortaya koyduğu­na göre, bir yılda üretilen yararlı kalori toplamının aynı dönem­de tüketilen toplam kaloriye bölünmesiyle belirlenen toplam enerji verimliliği yüzde 17 olmuştur. Bu oran Batı bölgesinde yetiştirilen Amerikan sığırlarının yüzde 4'ün altında kalan top­lam enerji verimliliğiyle karşılaştırılmaya değer. Odend'hal'in dediği gibi, Hindistan sığır kompleksinin oldukça yüksek olan verimliliği özellikle hayvanların verimliliğinden değil ama in­sanların ürünleri titiz kullanmalarından ileri gelmektedir: "Köy­lüler son derece yararcıdırlar, bu nedenle hiç bir şey israf edil­mez. "

Savurganlık geleneksel köylü ekonomilerinden çok mo­dern tarım işletmelerinin bir özelliğidir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde otomatik hale getirilmiş yeni toplu sığır eti üretimi sisteminde, sığırların gübresi kullanılmadığı gibi ayrıca bu gübrelerin hem geniş araziler üzerindeki suları kirlet­melerine hem de yakınlardaki göl ve akarsuları pisletmelerine izin verilir.

Sanayileşmiş ulusların yararlandığı yaşam standardının daha üstün olması üretim verimliliğinin daha büyük olmasının bir sonucu değil, ama kişi başına düşen enerji miktarındaki yaygın artışın muazzam olmasının bir sonucudur. 1970'de Ame­rika Birleşik Devletleri insan başına oniki ton kömüre eşdeğer enerji tüketmiştir, oysa Hindistan için bu rakam insan başına bir tonun beşte biridir. Enerjinin harcanma biçiminin Amerika Birleşik Devletleri'nde kişi başına yol açtığı enerji savurganlı­ğı Hindistan’dakindcn çok daha fazladır. Otomobiller ve uçak­lar öküz arabalarından daha hızlıdırlar, ama enerjiyi daha ve­rimli kullanmazlar. Gerçekte, Amerika Birleşik Devletlerinde bir tek günde trafik sıkışıklığı sırasında yararsız ısı ve duman halinde yokolup giden kalori miktarı Hindistan'ın bütün inek­lerinin bütün bir yıl boyunca israf ettikleri kaloriden daha fazla­dır. Duran arabaların yeryüzünün milyonlarca yılda biriktirdi­ği o yeri doldurulmaz petrol rezervlerini yakıp yok ettiğini düşündüğümüzde karşılaştırma sonucunun daha da olumsuz olduğu görülür. Eğer siz gerçekten kutsal bir inek görmek is­tiyorsanız, dışarı çıkıp kendi arabanıza bakın.

Domuz Sevenler ve Domuzdan Tiksinenler

Açıkça usdışı olan besin alışkanlıklarının örneklerini her­kes bilir. Çinliler köpek etini severler ama inek sütünden hiç hoşlanmazlar; biz inek sütünü severiz ama köpekleri yemeyiz; Brezilya'daki bazı kabileler karıncaları lezzetli bulurlar ama geyik etinden hoşlanmazlar. Ve dünyanın her yerinde bu böyle sürüp gider.

Domuz bilmecesi kanımca inek anadan sonra izlenecek uy­gun bir konudur. Bu bilmece aynı hayvanı bazı insanlar sever­lerken, bazılarının ondan neden nefret ettiklerinin açıklanması için çağrıda bulunur.

Bilmecenin yarısını yani domuzdan tiksinenler bölümünü Yahudiler, Müslümanlar, ve Hıristiyanlar iyi bilirler. Jiski İbranilerin tanrısı domuzu, tadılır ya da dokunulursa kirleten pis bir hayvan olarak lanetlemek üzere anlattığı konudan ayrıldı (bir kez Tekvin Kitabı'nda[2] ve yine Levililer’de* anılır). Aşağı yukarı 1500?yıl sonra, Allah Kendi peygamberi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'e müslümanların için domuzun aynı durumda kalacağını söyledi. Milyonlarca Yahudi ve yüz milyonlarca Müslüman do­muzu iğrenç bir nesne olarak görür, oysa domuz başka her hangibir hayvandan daha verimli biçimde tahıl tanelerini ve kök yumruları üstün kaliteli yağ ve proteinlere dönüştürür.

Fanatik domuzseverlerin gelenekleri daha az bilinir. Dün­yanın domuzsevenler merkezi Yeni Gine'de ve Güney Pasifik Melanezya[3] adalarında bulunur. Bu bölgenin, köyde yaşayan bahçıvan kabilelerine göre, domuzlar, evlenme ve cenaze tören­leri gibi önemli bütün olaylarda, atalara kurban edilerek yenme­si gereken kutsal hayvanlardır. Bir çok kabilelerde, savaş aç­mak ve barış yapmak için domuz kurban edilmelidir. Kabile üyelerinin inancına göre onların ölmüş ataları şiddetle domuz eti isterler. Gerek yaşayanların gerekse ölmüşlerin domuz etine duydukları açlık öyle dayanılmaz bir yoğunluktadır ki zaman zaman çok büyük şölenler düzenlenir ve bir kabilenin hemen .hemen bütün domuzları derhal yenir. Üst üste günler boyunca, köylüler ve konukları tıka basa büyük miktarlarda domuz eti yerler, midelerinde daha fazla yer açmak için de hazmedeme­diklerini çıkarırlar. Her şey sona erince, domuz sürüsünün bo­yutu öylesine küçülür ki sürüyü yeniden oluşturmak için yıllar­ca canla başla çalışmak gerekir. Bu gerçekleştirilince de bir başka oburluk cümbüşü için hemen hazırlıklar yapılır. Ve gö­rünen kötü yönetimin yinelenen tuhaf olaylar dizisi böylece sürüp gider.

Domuzdan tiksinen Yahudi ve Müslümanların sorunuyla başlayacağım. Acaba neden Yehova ve Allah gibi yüce tanrılar insanlığın büyük bölümünce lezzetle yenen zararsız ve hatta gülünç görünüşlü bir hayvanı lanetleme zahmetine girmekte­dirler? Incil'in ve Kuran'ın domuzları mahkum etmelerini be­nimseyen bilginler bir takım açıklamalarda bulunmaktadırlar. Rönesans'tan öncekilerinin en yaygın olanına göre domuz tam anlamıyla pis bir hayvandır ötekilerden daha pistir çünkü kendi idrarı içinde debelenir ve dışkı yer. Ama fiziksel kirlili­ğin dinsel tiksintiye bağlanması tutarsızlıklara yol açar. Kapalı bir yerde tutulan inekler de kendi idrar ve dışkıları içinde çev­reye pislik sıçratarak dolanırlar. Ayrıca aç inekler insan dışkısı­nı hoşlanarak yerler. Köpekler ve piliçler aynı şeyi yaparlar ama hiç kimsenin midesi bulanmaz, ve eskilerinde bilmesi ge­rektiği gibi temiz ahırlarda yetiştirilmiş olan domuzlar temiz­likle titiz evlerde bile sevilerek beslenirler. Nihayet, eğer biz "temizlik"in bütünüyle estetik standartlarına başvurursak şu kor­kunç tutarsızlığı, Incil'in çekirgeleri "temiz" olarak sınıflan­dırdığını görürüz. Estetik yönden böceklerin domuzlardan daha yararlı oldukları savı, inananların davasını güçlendirme­yecektir.

Yahudi hahamlar Rönesans'ın başlangıcında bu tutarsız­lıkları doğrulamışlardır. Biz Yahudilerin ve Müslümanların domuz etini reddetmeleri konusunda yapılan ilk doğalcı açıkla­mayı, onikinci yüzyılda Mısır'da, Kahire'de, Salahaddini Eyyubi'nin saray hekimliğini yapan Moses Maimuni'ye borçluyuz. Maimuni'nin dediğine göre Tanrı domuz eti üzerindeki yasağı bir halk sağlığı önlemi olarak düşünmüştü. Haham domuz eti "vücut üzerinde kötü ve zararlı bir etki yapar" diye yazdı. Maimuni bu düşüncesinin sağmsal nedenleri konusunda pek öyle açıklayıcı değildi, ama o imparatorun hekimiydi, ve onun ver­diği yargı büyük saygıyla karşılanırdı.

Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında, trişinozun az pişiril­miş domuz eti yemekten kaynaklandığının bulgulanması, Mai­muni'nin bilgeliğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlandı. Re­form yanlısı Yahudiler İncil kurallarının akılcı nedenlere da­yanmasına sevindiler ve domuz eti üzerindeki tabuyu hemen reddettiler. Eğer iyi pişirilirse, domuz eti halk sağlığı için bir tehdit değildir, ve bundan dolayı da onun tüketimi Tanrı'ya başkaldırma sayılamaz. Bu durum daha köktendinci hahamları bütün doğalcı geleneğe yönelik bir karşı saldırıya geçmek için kışkırttı. Eğer Yehova yalnızca Kendi halkının sağlığını koru­mayı istemiş olsaydı, halkma hiç domuz eti yememelerini değil sadece iyi pişirilmiş domuz eti yemelerini buyururdu. İrdele­meye göre, açıkçası Yehova'nın aklında başka bir şey vardı sırf fiziksel gönençten daha önemli bir şey.

Maimuni’nin açıklaması bu tanrıbilimsel tutarsızlığın ya­nında bir de içerdiği sağmsal (tıbbi) ve salgmbilimsel çelişki­lerle de değerini yitirir. Domuz insana hastalık bulaştıran bir taşıyıcıdır, doğru ama Müslümanlar ve Yahudilerce bol bol tü­ketilen öteki evcil hayvanlar da öyledir. Örneğin, az pişirilmiş sığır eti parazitlerin, özellikle de şeritlerin bir kaynağıdır, öyle ki bunlar insanm bağırsakları içinde beş-altı metrelik bir uzun­luğa erişebilirler, ciddi kansızlıklara yol açar, ve öteki bulaşıcı hastalıklara karşı direnci azaltırlar. Sığırlar, keçiler, ve koyun­lar da azgelişmiş ülkelerde ateş, titreme, terleme, halsizlik, acı, ve ağrılarla seyreden bakteri kökenli yaygın bir hastalık olan malta hummasını (brucellosis) bulaştıran hayvanlardır. Hasta­lığın en tehlikeli biçimi, keçiler ve koyunlardan geçen Brucello­sis melitensis'dir. Onun belirtileri uyuşukluk, sinirlilik, ve yan­lışlıkla psikonevroza benzetilen zihinsel bunalımdır. Nihayet, domuzlardan değil, ama sığırlar, koyunlar, keçiler, atlar, ve ka­tırlardan geçen bir şarbon'hastalığı vardır. Öldürücü sonuçları seyrek olan, ve mikrop almış bireylerde hastalık belirtileri bile göstermeyen trişinozdan farklı olarak, şarbon çoğu kez vücut çıbanlarıyla başlayıp hızla ilerler ve kan zehirlenmesi nede­niyle ölümle sonuçlanır. Geçmişte Avrupa ve Asya'yı kasıp ka­vurmuş olan büyük şarbon salgınları 1881'de Louis Pasteur tarafından şarbon aşısı geliştirilinceye değin kontrol altına alınmış değildi.

Yehova'nın şarbon taşıyıcı evcil hayvanlarla ilişkiye giril­mesini yasaklamakta başarısız kalması Maimunî'nin açıklama­sına darbe vurmuştur, çünkü hayvanlardaki bu hastalık ile in­san arasındaki ilişki boyunca biliniyordu. Çıkış Kitabı'nda[4] betimlendiği üzere, Mısırlılara karşı gönderilen belalardan biri, hayvan şarbonunun belirtileriyle bir insan hastalığı arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koyar :

... ve insanda ve hayvanda irin çıkaran çıbanlar oluştu. Ve sihirbazlar çıbanlar nedeniyle Musa'nın önünde tutunamadı­lar, çünkü sihirbazlarda ve bütün Mısırlılarda çıbanlar vardı.

Bu çelişkiler karşısında, Yahudi ve Müslüman tanrıbilimcilerin büyük bölümü domuzdan tiksinmenin doğalcı bir teme­lini aramaktan vazgeçtiler. Son zamanlarda yandaş kazanan açıkça gizemci bir tutuma göre, beslenme tabularına uymakla sağlanan kayra (inayet) Yehova'nın tam olarak neyi düşündü­ğünün bilinmemesine ve bilinmek istenmesine dayanır.

Modern antropoloji bilginleri de benzer bir çıkmazın için­dedir. Örneğin, bütün yanılgılarına karşın, Moses Maimuni The Golden Bough'm {Altın Dal) ünlü yazarı Sir James Frazer'den daha açıklayıcı olmuştur. Frazer'in açıkça bildirdiğine göre do­muzlar, "başlangıçta, pis denen bütün o hayvanlar" gibi "kutsal­dılar; onların yenmemesinin nedeni başlangıçta tanrısal olma­larıydı." Bu düşüncenin hiç bir yardımı olmaz, çünkü koyun­lar, keçiler, ve inekler de bir zamanlar Orta Doğu'da tapılan hayvanlardı, ama gene de bunların etleri bölgedeki tüm etnik ve dinsel gruplarca çok beğeniliyodu. Özellikle de inek, ki onun altın buzağısına Sina Dağı'nın eteklerinde tapılırdı, Frazer'in mantığına göre İbraniler için domuzdan daha pis olmalıydı.

Başka bilginlerce ileri sürüldüğüne göre domuzlar, bir za­manlar, Incil'de ve Kuran'da tabu konusu yapılan öteki hayvan­larla birlikte, değişik kabilelerin totem simgeleriydiler. Tarihin uzak bir geçmişinde bu böyle olmuş olabilir, ama biz eğer bu olasılığı kabul edersek, o zaman bizim sığırlar, koyunlar, ve ke­çiler gibi "temiz" hayvanların da totem olarak hizmet etmiş ola­bileceklerini de kabul etmemiz gerekir. Totem konusunda yazı­lan bir çok yazıda belirtilenin tersine, totemler genellikle bir besin kaynağı olarak değerlendirilen hayvanlar değildirler. Avusturalya ve Afrika'da bulunan ilkel klanlar arasındaki en ünlü totemler kara kargalar ve ispinozlar gibi görece yararsız kuşlar, ya da tatarcıklar, karıncalar, ve sivrisinekler gibi böcek­ler, ya da hatta bulutlar ve kayalar gibi cansız nesnelerdir. Üste­lik, totem değerli bir hayvan olduğu zaman bile, onunla ilgisi bulunan insanların onu yemelerini engelleyen değişmez bir ku­ral da yoktur. Yeğlenebilecek bunca yol varken, domuzun bir totem olduğunu söylemek hiç bir şeyi açıklamaz. İnsan pekala şunu da söyleyebilir: "Domuz tabulaştırıldı çünkü tabulaştırıldı."

Ben Maimuni'nin yaklaşımını yeğlerim. Hiç olmazsa bu haham tabuyu açıkça dünyasal ve kılgısal (pratik) güçlerin iş­leyişini içeren doğal bir sağlık ve hastalık bağlamı içine yerleş­tirerek anlamaya çalışmıştır. Buradaki tek güçlük onun do­muzdan tiksinmenin geçerli koşullarına ilişkin görüşünün bir hekimin vücut patolojisine olan ilgisinin tipik darlığına dayan­masıdır.

Domuz bilmecesinin çözümü bizden kamu sağlığıyla ilgili çok daha geniş bir tanımı, hayvanların, bitkilerin, ve insanların elverişli doğal ve külltürel topluluklar içinde birlikte yaşamala­rını sağlayacak temel süreçleri içeren bir tanımlamayı kabul et­memizi ister. İncil'in ve Kuranın domuzu mahkum etmesinin nedeni sanırım domuz çiftliklerinin Orta Doğu'da ki temel kül­türel ve doğal ekosistemlerin bütünlüğüne yönelik bir tehdit oluşturmasıdır.

Önce, tarihin ilk İbranilerinin İ. Ö. ikibin yılının başların­da, Hz. İbrahim'in çocuklarının Mezopotamya ve Mısır'ın ır­mak vadileri arasındaki engebeli, seyrek nüfuslu çorak'.topraklardaki yaşama kültürel yönden uyarlanmış olduklarını göz önünde tutalım. İ. Ö. onüçüncü yüzyılda Filistin’de Ürdün Vadisi’ni fethe başlamalarına değin, İbraniler, yaşamları hemen tamamiyle koyun, keçi, ve sığır sürülerine bağlı göçebe çoban­lardı. Bütün çoban toplulukları gibi onlar da vahaları ve büyük ırmakları ellerinde tutan yerleşik çiftçilerle yakın ilişkilerini sürdürüüyorlardı. Zaman zaman bu ilişkiler daha yerleşik ve tarımsal bir yaşam biçimine doğru olgunlaşıyordu. İbrahim'in Mezopotamya’daki torunlarının, Yusuf'un Mısır'daki yandaş­larının, ve İshak'ın Batı Necef'deki yandaşlarının anılan du­rumda oldukları anlaşılıyor. Ama Kral Davud'un ve Kral Sü­leyman'ın yönetimleri altında kent ve köy yaşamının doruk­larda olduğu sırada bile, koyun, keçi, ve sığır sürülerinin güdülmesi çok önemli bir ekonomik etkinlik olarak sürüp gidiyor­du.

Çiftçiliğin ve çobanlığın bu tam anlamıyla karma modeli içinde, domuz etine karşı konan tanrısal yasak sağlam bir eko­lojik strateji getirmiştir. Göçebe İsrailliler kendi çorak yurtların­da domuz yetiştiremezlerdi, öte yandan yarı yerleşik ve köylü çiftçi toplulukları için, domuz bir katkı olmaktan çok bir tehlike oluşturuyordu.

Bunun temel nedeni şudur: Yeryüzünün çobansal göçebe­liğe uygun düşen alanları çok çoraklıktan dolayı sulu tarıma hiç elverişli olmayan .ve kolaylıkla da sulanamayan ormansız kırlıklar ve tepelerdir. Bu tür yerlere en iyi uyarlanan evcil hay­vanlar geviş getirenler sığırlar, koyunlar, ve keçilerdir. Geviş getirenlerin midelerinden önce gelen bölümde yer alan torbala­rı vardır ki bunlar o hayvanların başlıca selülozdan oluşan ot­ları,7, yaprakları, ve öbür besinleri bütün öteki hayvanlardan daha kolayca hazmetmelerini sağlarlar.

Ama, domuz aslında ormanları ve gölgeli ırmak kıyılarını arayan bir yaratıktır. Her ne k.dar o her şeyi yerse de, onun en sevdiği besin selülozu az olan besinler kabuklu yemişler, rneyvalar, yumru kökler, ve özellikle de tahıl taneleridir ki bu onu insanın doğrudan doğruya rakibi haline getirir. O yalnızca çayır otuyla yaşayamaz, ve dünyanın hiç bir yerinde tam anla­mıyla göçebe olan çobanlar önemli sayıda domuz yetiştirmez­ler. Domuzun başka bir sakıncası da uygun bir süt kaynağı ol­maması ve uzun mesafeler boyunca güdülmesinin herkesçe bilinen güçlüğüdür.

Hepsinden önemlisi, termodinamik açıdan domuz, Necefin, Ürdün Vadisi'nin, ve Incil'in ve Kuran'ın yayıldığı öteki toprakların sıcak, kuru iklimine uyarlanamaz. Sığırlar, keçiler, ve koyunlarla karşılaştırıldığında, domuzun vücut ısısını dü­zenleme dizgesi yetersizdir. "Domuz gibi terlemek" deyimine karşın, son zamanlarda ispatlanmış bulunmaktadır ki domuz­lar hiç terleyemezler. Bütün memelilerin en çok terleyeni olan insanlar, vücut yüzeyinin her metre karesinden bir saat içinde vücut sıvısının 1000 gram kadarını buharlaştırarak kendilerini serinletirler. Domuzun metrekare başına buharlaştırabileceği sıvı miktarı en çok 30 gramdır. Koyunların bile derilerinden bu­harlaştırdıkları vücut sıvısı miktarı domuzlarınkinden iki kat fazladır. Ayrıca, koyunların avantajı sahip oldukları kaim be­yaz yünün hem güneş ışınlarını yansıtması, hem de havanın ısısı vücut ısısının üzerine çıktığında yalıtımı sağlamasıdır. İn­giltere'de, Cambridge'de Tarımsal Araştırma Konseyi Hayvan Fizyolojisi Enstitüsü'nden L. E. Mount'a göre yetişkin domuzlar eğer havanın ısısı 32°C'nin üzerinde iken doğrudan doğruya güneş ışığına maruz kalırlarsa ölürler. Ürdün Vadisinde, hava ısıları hemen hemen her yaz 35°C'yi bulur, ve bütün yıl boyun­ca güneş ışığı yoğundur.

Koruyucu kıllar m eksikliğini ve terleme yeteneksizliğini te­lafi etmek üzere, domuz derisini dışardaki nemle serinletmelidir. Bunun için taze, temiz çamur içinde yuvarlanmayı yeğler, ama eğer hiç bir şey bulamazsa kendi derisini kendi idrar ve dışkılarıyla ıslatır. Ahırlara kapatılan domuzlar, 29°C'nin altın­da, dışkılarını uyuyup beslendikleri yerlerin uzağına çıkarır­lar, oysa _29°Cnin üzerinde ahırın her yanma dışkılarını ge­lişigüzel bırakırlar. Isı ne denli yükselirse onlar da o denli ,''pis"leşirler. O halde domuzun dinsel kirliliğini gerçek fiziksel kirliliğe dayandıran kuramda bir doğruluk payı vardır. Ancak her yerde kirli olmak domuzun doğasında var olan bir şey de­ğildir; tersine domuzun kendi dışkısının serinletici etkisine en yüksek düzeyde bağımlı kalmasına yol açan etken Orta Doğu'nun doğal yaşam ortamının sıcak ve çorak olmasıdır.

Koyunlar ve keçiler Orta Doğu'da, belki İ.Ö. 9000 yılların­da evcilleştirilen ilk hayvanlardır. Domuzlar aynı bölgede aşa­ğı yukarı 2000 yıl kadar sonra evcilleştirilmişlerdir. Tarih önce­si ilk köy çiftliklerinde arkeologlarca yürütülen kemik sayımla­rından anlaşıldığına göre evcilleştirilmiş domuz hemen daima köy direyinin (faunasının) görece küçük bir parçasını oluştur­muştur ve bu da besin hayvanı kalıntılarının ancak yüzde 5'i dolayındadır. Kendisine gölgelik yer ve çamur yatağı bulunma­sı gereken, sütü sağılamayan, ve insanla aynı besini yiyen bir yaratığın kalıntı payının böyle olması beklenir.

Sığır eti üzerindeki Hindu yasağı örneğinde belirttiğim gi­bi, sanayi öncesi koşullarda, başlıca eti için yetiştirilen her hayvarı bir lükstür. Bu genelleme aslında et için sürülerinden sey­rek olarak yararlanan sanayi öncesi çobanları için de geçerlidir.

Orta Doğunun eski karma çiftçi ve çoban toplulukları, ev­cil hayvanlarım aslında süt, peynir, deri, gübre kaynağı olarak ve toprak sürmekte değerlendirirlerdi. Keçiler, koyunlar, ve sı­ğırlar anılan hizmetleri bol bol verirler ve ayrıca zaman zaman da biraz yağsız et sağlarlardı. Bu yüzden, ta başlangıcından beri, özlü, yumuşak, ve yağlı olma nitelikleri nedeniyle beğeni­len domuz eti lüks bir besin sayılmış olmalıdır.

İ. Ö. 7000 ile 2000 yılları arasında domuz eti daha da lüks bir nesne haline geldi. Bu dönem boyunca Orta Doğu'nun insan nüfusunda altmış kat bir artış oldu. Özellikle geniş koyun ve keçi sürülerinin verdiği sürekli zararların bir sonucu olarak or­taya çıkan orman azalması nüfus artışlarına eşlik etti. Domuz yetiştirmenin doğal koşullan olan, gölge ve su, gittikçe daha da azaldı, ve hatta domuz eti ekolojik ve ekonomik bakımdan gitgide daha lüks bir nesne haline geldi.

.Sığır eti yeme tabusu örneğinde olduğu gibi, dayanılmaz istek ne denli büyük olursa, tanrısal müdahale gereği de o denli büyük olur. Aradaki bu ilişki tanrıların yakın akrabalar arası cinsel ilişki ve zina gibi ayartıcı cinsel eğilimlerle savaşmaya jher zaman böylesine ilgi göstermelerinin nedenini açıklamakta genellikle uygun bir araç olarak kabul edilmiştir. Burada ben bu bağlantıyı yalnızca baştan çıkaran bir besine uyguluyorum. Orta Doğu domuz yetiştirmek için yanlış bir yerdir, ama do­muz eti de hep zevk veren özlü bir besindir. İnsanlar bu tür gü­nah çağrılarına karşı kendi başlarına direnmekte hep güçlük çekerler. İşte bu nedenle Yehova'nın domuzların besin olarak pis olmakla kalmayıp onlara dokunmanın bile pislik olduğunu söylediği bilinir. Allah'ın da aynı nedenle aynı mesajı yineledi­ği biliniyor: Büyük sayılarda domuz yetiştirmeye çalışmak ekolojik uyarlanmaya aykırıdır. Küçük çaplı üretim ise yalnızca günaha çağrının etkisini arttıracaktır. O halde, domuz eti tüke­timini hepten yasaklamak, ve keçi, koyun, ve sığır yetiştir­mekte yoğunlaşmak daha uygundur. Domuzlar lezzetlidir ama onları yetiştirmek ve onları serin tutmak çok pahalıdır.

Geriye kalan bir çok soru var, özellikle örneğin Incil'de ya­saklanan öteki yaratıklardan her biri akbabalar, yırtıcı kuşlar, yılanlar, salyongozlar, kabuklu deniz hayvanları, pulsuz balık­lar, ve benzerleri acaba neden aynı tanrısal tabunun kapsamı­na girdiler. Ve Yahudiler ve Müslümanlar, artık Orta Doğu'da yaşıyor olmasalar bile değişen ölçülerdeki kesinlik ve çaba­larla eski besin yasalarına uymayı neden sürdürüyorlar? Bana öyle geliyor ki yasaklanan kuş ve hayvanların büyük bölümü genel olarak açıkça iki kategoriden birine giriyor. Bazıları, örne­ğin balık kartalları, akbabalar, ve yırtıcı kuşlar, potansiyel an­lamda bile önemli besin kaynakları değildirler. Ötekilerin, örne­ğin kabuklu deniz hayvanlarının karma çoban-çiftçi topluluk­ları için geçerli olmadıkları apaçıktır. Bu tabulaştırılmış yara­tıklar kategorilerinin hiç biri benim yanıtlamaya koyulduğum türden bir sorunun yani besbelli garip ve israfçı bir tabunun açıklanmasına yönelik bir sorunun sorulmasma yol açmaz. Bir insanın akşam yemeği için akbabaları avlamağa zaman harcamamasınm, ya da yarım kabuklu bir tabak midye için çöllerde elli mil yürümemesinin her halde us dışı hiç bir yanı yoktur.

Dinsel yaptırımlara bağlanmış bütün beslenme biçimleri­nin ekolojik açıklamalarının bulunduğu savını reddetmenin şimdi tam sırasıdır. Tabuların toplumsal işlevleri de vardır, ör­neğin bunlar insanların kendilerini özel bir topluluk olarak gör~melerine yardım eder. Bu işlev kendi anayurtları Orta Doğu' nun dışında yaşayan Müslümanlar ve Yahudiler tarafından bes­lenme kurallarına gösterilen çağcıl uyumla iyi bir biçimde ye­rine getirilmektedir. Bu tutuma yöneltilecek soru, yerleri kolay­ca doldurulamayan kimi besinlerden yoksun bırakılarak Yahudilerin ve Müslümanların günlük ve dünyasal gönençlerinin böylece önemli ölçüde azalıp azalmayacağı sorusudur. Sanırım sorunun yanıtı hemen daima olumsuzdur. Ama ayartıcı çağrı­nın bir başka çeşidine, her şeyi açıklama çağrısına, direnmem için bana izin verin. Sanırım bilmecenin öteki yarısına, domuz sevenlere dönersek domuzdan tiksinenler hakkında edineceği­miz bilgi daha çok olacaktır.

Domuz sevgisi Müslümanların ve Yahudilerin domuzlara yükledikleri tanrısal hakaretin anlamlı bir karşıtıdır. Bu duru­ma yalnızca domu? çti yemeğine yönelik tad alma coşkusuyla varılmış değildir. Avrupa-Amerika ve Çin geleneklerini de içe­ren mutfak geleneklerinde domuz eti ve yağı saygı görür. Do­muz sevgisi başka bir şeydir. O insanla domuz arasındaki tam bir yakınlık halidir. Domuzların varlığı Müslümanların ve Yahudilerin insansal durumlarını tehdit eder, buna karşılık, do­muz sevgisi bulunan çevrede insan domuzların eşliği olmadan gerçekten insan olamaz.

Domuz sevgisi domuzları ailenin birer üyesi gibi yetiştir­meyi içerir, onların yanında uykuya yatılır, onlarla konuşulur, onlar sıvazlanır ve sevgiyle okşanır, isimleriyle çağrılır, boyun­larına tasma takılarak tarlalara götürülür, onlar hastalanınca ya da yaralandıklarında gözyaşı dökülür, ve aile sofrasından seçi­len yiyeceklerle beslenirler. Ama Hinduların inek sevgisinden farklı olarak, domuz sevgisi zorunlu durumda domuz kurban etmeyi ve özel günlerde domuz eti yenmesini de içerir. Hayva­nın törensel amaçla kesilmesi ve yapılan kutsal şölen nede­niyle, domuz sevgisinin insanla hayvan arasında sağladığı dostluk olanağı Hindu çiftçi ile ineği arasındakine göre daha geniştir. Domuz sevgisinin vardığı doruk noktası domuzun kendisini yiyen insanın vücuduna et olarak ve ataların ruhuna da ruh olarak katılmasıdır.

Domuz sevgisi ölmüş babanızın mezar yerinde sevilen dişi bir domuzun öldürülünceye değin dövülmesiyle ve hemen orada kazılıp yapılan bir toprak fırında kızartılması yoluyla babanızı onurlandırıyor. Domuz sevgisi kayınbiraderinizin ağ­zını onu vefalı ve mutlu kılmak amacıyla avuçlar dolusu so­ğuk, yumuşak etli tuzlanmış yağ ile tıkabasa dolduruyor. Hep­sinden önemlisi, domuz sevgisi bir kuşak boyunca bir ya da iki kez düzenlenen büyük domuz şölenidir; ataların domuz eti öz­lemini gidermek, toplu sağlığı korumak, ve gelecek savaşlarda­ki utkuyu güven altına almak amacıyla yetişkin domuzların büvük çoğunluğu kesilir ve oburca yenip yutulur.

Michigan Üniversitesinden Profesör Rappaport Yeni Gi­ne'nin Bismarck Dağlarının ıssız bölgelerinde yaşayan bir kabi­leler grubu olan ve domuz seven Maring'lerle domuzlar arasındaki ilişki hakkında ayrıntılı bir inceleme yapmıştır. Rappa­port Piys for the Ancestors: Ritııal in tlıe Ecolgy of a Nem Gııinea People (Atalar için Domuzlar: Bir Yeni Gine Halkının Ekolojisinde Dinsel Tören) adlı yapıtında domuz sevgisinin bazı temel insan sorunlarının çözümüne nasıl katkıda bulunduğunu betimler.

Her yöresel Maring altgrubu ya da klanı ortalama her on jki yılda bir domuz şöleni düzenler. Çeşitli hazırlıkları, küçük çaplı kurban etmeleri, ve son kitlesel öldürmeyi kapsayan bü­tün £Ölen aşağı yukarı bir yıl sürer ve Maring dilinde kaiko ola­rak bilinir. Kendi kaiko'sunun sona ermesinin hemen ardından iki ya da üç ay içinde, klan düşman klanlarla silahlı çatışmaya girişir, bu da bir çok zayiata ve olasılıkla toprak yitimine ya da kazanmama yol açar. Savaş sırasında yeniden domuzlar kurban edilir, ve gerek utku elde edenler gerekse yenilenler kısa za­manda görürler ki kendi atalarına yaranmalarını sağlayacak ye­tişkin domuzların hepsinden yoksun kalmışlardır. Çatışma birden kesilir, ve savaşçılar rıımbim olarak bilinen küçük ağaç­lar dikmek üzere kutsal yerlere topluca giderler. Klan üyesi her yetişkin erkek, toprağa dikildiği sırada rıımbim fidanını elle­riyle tutarak bu dinsel törene katılır.

Savaş büyücüsü atalara seslenir, onlara ellerinde domuz kalmadığını ve yaşıyor olmaktan dolayı minnettar olduklarını açıklar. O artık savaşın sona erdiği ve toprak üzerinde rumbim fidanları varoldukça düşmanlıkların yeniden başlatılmayacağı konusunda atalara söz verir. Artık bundan böyle yaşayanların düşünce ve çabaları domuz yetiştirmeğe yönelir; savaşçıların rıımbim fidanlarını sökmeyi ve savaş alanına dönmeyi düşün­meleri ancak atalara gereğince teşekkür etmeyi sağlayacak güç­lü bir kaiko için yeterli sayıda bir, domuz sürüsü yetiştirilince gerçekleşir.

Tsembaga adlı bir klanı ayrıntılı bir biçimde inceleyerek, Rappaport şunu göstermeyi başarmıştır ki bütünüyle bir çev­rim biribiri ardından gelen kaiko, savaş, rmııbım fidanlarının dikilmesi, ateşkes, yeni bir .domuz sürüsünün yetiştirilmesi, nıııılnııı fidanlarının sökülmesi, ve yeni bir faüto'dan oluşan çev­rimçılgına dönmüş bulunan domuz çiftçilerinin sergiledikleri bir psikodramadan ibaret değildir. Bu çevrimin her parçası, kendi kendini düzenleyen bir ekosistem olan bir kompleksle bütünleşmiştir. Bu kompleks Tsembaga'nın insan ve hayvan nüfusunun oylum ve dağılımını eldeki kaynaklara ve üretim olanaklarına göre etkili bir biçimde ayarlar.

Maring'lerin domuz sevgisinin açıklanmasını sağlayacak en önemli soru şudur: Atalara gereğince teşekkür etmeleri için yeterli sayıda domuza ne zaman sahip olduklarına nasıl karar verirler? Maring'lerin kendileri uygun bir kaiko düzenlemek için aradan kaç yıl geçmesi gerektiğini ya da kaç domuza gerek duyulduğunu söyleyebilecek durumda değildiler. Belli bir in­san ve hayvan sayısı üzerinde karar kılmaları hemen hemen ola­naksızdır çünkü Maring'lerde takvim yoktur ve dilleri üçten büyük rakamları anlatacak sözcüklerden yoksundur.

Rappaport tarafından gözlemlenen 1963 tarihli kaiko baş­ladığında Tsembaga'nın 169 domuzu ve aşağı yukarı 200 üyesi vardı. Bu rakamların günlük çalışma düzeni ve yerleşim mo­delleri açısından anlamı çevrimin uzunluğunu verecek anahtarı sağlamasıdır.

Yerelması, kulkas, ve tatlı patates üretilmesi gibi domuz yetiştirilmesi görevi de aslında Maring kadınlarının işgücüne dayanır. Domuz yavruları insan yavrularının yanısıra bahçe­lere götürülürler. Memeden kesildikden sonra, sahibeleri onlara köpekler gibi arkadan koşmalarını öğretir. Domuzlar dört ya da beş aylıkken sahibeleri onları artık ya da düşük nitelikli tat­lı patates ya da yerelmalanndan oluşan günlük yiyeceklerini yemek üzere geceleyin geri getirtinceye değin ormanda beslen­meleri için serbest bırakılırlar. Her bir kadın kendi domuzları büyüyüp sayıları arttıkça onların akşam yiyeceklerini sağla­mak için daha çok çalışmak zorunda kalır.

Rappaport'un gözlemlerine göre rıııııbiııı fidanları toprakta kaldığı sürece Tsembaga kadınları daha sonraki kaiko'yu düş­mandan daha önce düzenlemek üzere "yeter" sayıda domuza sahip olmak amacıyla bahçelerinin boyutunu büyütmek, daha çok tatlı patates ve yerelması ekmek, ve daha çok domuzu ola­bildiği kadar çabuk yetiştirmek bir hayli baskı altında kalıp zorlanırlar. Aşağı yukarı 61 kilo ağırlığında olan yetişkin do­muz ortalama yetişkin bir daha ağır çeker ve, günlük yiyeceği­ni kendi bulmasına karşın bir domuzun, bir kadına yüklediği çaba aşağı yukarı yetişkin bir insanı beslemek için gerektirdiği çaba kadardır. 1963'te rumbinı fidanlarının sökülmesi sırasında, Tsembaga'nın daha hırslı kadınları, kendileri ve aileleri için yaptıkları bahçıvanlık işlerine, yemek pişirmeye, çocuk bakı­mına, çocukları taşımaya, ve torba, önlük ve peştamal gibi ev eşyası yapımına ek olmak üzere ayrıca altı tane 61 kiloluk hay­vanın bakımını da üstleniyorlardı. Rappaport'un yaptığı hesa­ba göre yalnızca altı domuzun bakımı bile sağlıklı, iyi beslen­miş bir Maring kadınının harcayabileceği toplam günlük ener­jinin yarısından fazlasmı alıp götürür.

Domuz nüfusundaki artışa normal olarak insan nüfusun­daki artış da eşlik etmekte ve bu durum özellikle önceki savaşdan utkuyla çıkmış olan gruplarda görülmektedir. Domuzlar ve insanlar Bismarck Dağları'nın yamaçlarını kaplayan tropikal ormandan ağaçların kesilmesi ve yangınlarla açılan bahçeler­den beslenmek zorundadırlar. Öteki tropikal bölgelerdeki ben­zer bahçıvanlık dizgelerinde olduğu gibi, Maring bahçelerinin verimliliği ağaçların yanmasından arta kalan küllerden toprağa geçen azota dayanır. Bu bahçelerde iki ya da üç yıldan fazla art arda ekim yapılamaz, çünkü ağaçlar bir kez yok olunca, yeğin yağmurlar azotu ve öteki toprak ürünlerini hızla silip süpürür. Tek çare başka bir alan seçerek oradaki orman parçasını yak­maktır. Bir on yıl kadar sonra, eski bahçeler yeter miktarda ikin­cil ürünlerle kaplanır; yeniden yakılabilen bu bahçelerde yeni­den ekim yapılabilir. Bu eski bahçe alanları yeğlenir çünkü el değmemiş ormanlara göre buraları açıp temizlemek daha ko­laydır. Ama rıımbim ateşkesi boyunca domuz ve insan nüfusla­rının artışı birden hızlandığı için, eski bahçe alanlarının olgun­laşması gecikir ve el değmemiş topraklarda yeni bahçeler ya­pılması gerekir. Bir çok bakir orman alanı hazır bulunmakla birlikte, yeni bahçe alanları herkesin üzerine fazladan bir yük yükler ve Maring'lerin kendilerini ve domuzlarını beslemekte harcadıkları işgücünün olağan verimlilik oranım düşürür.

Gprevleri yeni bahçeler açıp onları yakmak olan adamlar bakir ağaçların daha kaim ve daha yüksek olmaları nedeniyle daha çok çalışmak zorunda kalırlar. Ama en çok acı çekenler kadınlar olur, çünkü yeni bahçeler köyün merkezinden ister istemez daha uzak mesafede kurulurlar. Kadınlar domuzlarını ve ailelerini beslemek için yalnızca daha büyük bahçeleri işle­mek zorunda kalmazlar, ama aynı zamanda çalışmaya gider­lerken zamanlarının gittikçe daha çoğunu sırf yürüyüşte harca­mak, ve yavru domuzları ve bebekleri bahçeden eve, evden bahçeye, ayrıca, hasat edilmiş yerelmaları ve patateslerden olu­şan ağır yükleri bahçeden evlerine taşırlarken enerjilerinin git­tikçe daha çoğunu da tüketmek zorunda kalırlar.

Bir başka baskı kaynağı da kendi kendilerine beslenmeleri için başı boş bırakılan yetişkin domuzların yiyip bitirmelerine karşı bahçeleri korumanın gerektirdiği artan çabalardan doğ­maktadır. Her bahçe domuzları dışarıda tutmak üzere daya­nıklı bir çitle çevrilmelidir. Ne var ki, 68 kiloluk aç bir dişi do­muz korkunç bir düşmandır. Domuz sürüsü büyüdükçe çitlerin kırılması ve bahçelerin saldırıya uğraması daha sık görü­lür. Eğer öfkeli bir bahçıvan tarafından yakalanırsa, suç işleyen domuz öldürülebilir. Bu tatsız olaylar komşuları karşı karşıya getirir ve genel hoşnutsuzluk duygusunu arttırır. Rappaport' un gösterdiği gibi, domuzlardan doğan olaylar ister istemez do­muzların kendilerinden daha hızlı artarlar.

Bu tür olaylardan kaçınmak ve bahçelerine daha yakın ol­mak için, Maring'ler evlerini birbirinden uzak olmak üzere daha geniş bie alana taşırlar. Bu dağılma düşmanlıkların yine­lenmesi halinde grupun güvenliğini azaltır. Bundan dolayı her­kes daha sinirli olur. Kadınlar çok çalışmaktan yakınmaya baş­larlar. Önemsiz konularda kocalarıyla çekişirler ve çocuklarını azarlarlar. Çok geçmeden erkekler acaba "yeterli domuz" var mı diye düşünmeye başlarlar. Gidip runıbinı fidanlarının ne kadar büyüdüklerini kontrol ederler. Kadınlar daha yüksek sesle ya­kınırlar, ve sonunda erkekler, nerdeyse oybirliğiyle ve domuz­ları saymaksızın, kaiko'ya başlama zamanının gelmiş olduğu konusunda anlaşırlar.

Tsembaga'lar, kaiko yılı olan 1963 boyunca, domuzlarının sayıca dörtte üçünü ve ağırlıkça sekizde yedisini öldürmüşler­dir. Bu etlerin çoğu akrabalara ve yıl boyu süren şenliklere ka­tılmağa çağırılmış bulunan askersel bağlaşıklara dağıtılmış­tır. 7 ve 8 Kasım 1963'de yapılan doruksal ayinlerde, 96 domuz kesilmiş ve bunların etleri ve yağları doğrudan ya da dolaylı olarak yaklaşık iki ya da üç bin kişiye dağıtılmıştır. Tsemba­ga'lar domuz etleri ve yağların aşağı yukarı 1135 kilosunu ya da her bir erkek, kadın, ve çocuk başına 5.5 kilosunu kendile­rine ayırmışlar ve bunları art arda beş gün içinde kontrolsuz bir oburlukla tüketmişlerdir.

Maring'ler bağlaşıklarını daha önceki yardımlarından do­layı ödüllendirmek ve gelecek çatışmalarda da onların bağlılık­larını korumaya çalışmak üzere kaiko'yu bilinçli biçimde bir fır­sat olarak kullanırlar. Bağlaşıklara gelince onlar da kaiko'ya katılma çağrısını kabul ederler çünkü bu onlara çağrı sahipleri­nin sürekli bir desteği haketmek için yeterince gönençli ve güç­lü olup olmadıklarını görme olanağı verir; kuşkusuz, bağlaşık­lar da domuz eti açlığı içindedirler.

Konuklar en güzelinden giyinip kuşanırlar. Boncuk ve de­niz kabuğundan yapılmış kolyeler, baldırlarının çevresine de­niz kabuğundan çorap bağları, orkide liflerinden kuşaklar, ke­narı keseli hayvan kürküyle kaplı mor çizgili peştemallar, kalçalarında yastıkla üstleri örtülmüş yığın yığın akordiyon bi­çimli yapraklar takınırlar. Kartal ve papağan tüylerinden yapıl­mış taçlar başlarını çevreler, bunlar orkide sapları, yeşil böcek­ler ve deniz kabuklarıyla süslenir, ve tepelerinde içi doldurul­muş bir cennet kuşu buJunur. Herkes özgün bir tasarımla yüzü­nü boyamaya saatler harcar, ve herkes en güzel cennet kuşu tüyünü burnundan geçirilmiş biçimde ve sevilen bir diskle ya da altın kenarlı ayça biçimli bir deniz kabuğuyla birlikte takınır. Ziyaretçiler ve ev sahipleri özel olarak yapılmış dans alanında uzun bir süre dans ederek biribirlerine gösteriş yaparlar, böylece bir yandan kadın seyircilerle aşk bağlantıları ve erkek sa­vaşçılarla da askersel bağlantılar kurmak için ortam hazırlarlar.

1963'de Rappaport'un tanık olduğu büyük toplu domuz kesimini izleyen ayinlere katılmak üzere sayısı bini aşkın insan Tsembaga dans alanına doluştu. Dans alanlarına bitişik üç cepheli bir tören binasının penceresinin arkasına tuzlanmış do­muz yağı içeren özel ödül paketleri tepeleme yığıldı.

Rappaport'un sözcükleriyle:

"Birkaç adam yapının tepesine tırmandılar ve oradan onur­landırılmış kimselerin isimlerini ve klanlarını büyük toplu­luğa birer birer açıkladılar. İsmi söylendiğinde, onurlandırıl­mış olan her adam baltasını sallayıp bağırarak . . . pen­cereye doğru saldırıya geçti. Onu destekleyenler, savaş na­raları atarak, davullar çalarak, silahlarını sallayarak onu ya­kından izlediler. Pencerede onurlandırılmış adamın ağzı Tsembaga’lar tarafından tuzlanmış yağlı yumuşak etle tıka basa dolduruldu. Sonra Tsembaga’lar son savaşta kendile­rine yardıma gelmiş ve onurlandırılmış adama kendi yan­daşları için tuzlanmış yumuşak etleri içeren bir paketi pen­cereden verdiler. Ağzından sarkan yağlı yumuşak etiyle batur adam şimdi geri çekildi, hemen ardındaki destekçileri bağırarak, şarkı söyleyerek, davullarını çalarak, dans ede­rek onu izlediler. Onurlanmış bir ismi hemen bir başka onurlanmış isim izledi, ve pencereye doğru saldırıya geçen gruplar zaman zaman oradan çekilenlerle karman çorman oldular".

Maring'lerin temel teknolojik ve çevresel koşullarıyla belir­lenen sınırlar içinde, bütün bunların kılgısal bir açıklaması var­dır. Herşeyden önce, beslenmelerinde genel olarak etin pek az yer alması nedeniyle domuz etine olan büyük özlem Maring ya­şamının tamamıyla ussal bir özelliğidir. Onlar başlıca ürünleri olan sebzeleri ara sıra kurbağalar, fareler, ve avladıkları üç beş keseli hayvanla destekleyebilirlerse de, evcilleştirilmiş domuz yüksek kaliteli hayvansal yağ ve protein gereğini karşılayabile­cek en iyi kaynaktır. Bu durum Maring'lerin ağır bir protein ye­tersizliği çektikleri anlamına gelmez. Tersine, yerelmaları, tatlı patatesler, kulkas, ve öteki bitkisel ürünlerle beslenmeleri do­yum veren bol çeşitli proteinler sağlar ama bunlar en az beslen­me standartlarını fazla aşan değerde değildirler. Ama, protein­lerin domuzlardan almması başka bir şeydir. Genellikle hay­vansal protein bitkisel proteinden çok daha güçlüdür ve metabolizma yönünden daha etkilidir, bundan ötürü beslenme­leri bitkisel ürünlerle sınırlanmış (peynir, süt, yumurta, ya da balıkdan yoksun) insan toplulukları için et her zaman dayanıl­maz bir özlem olmuştur.

Üstelik, Maring'lerin domuz yetiştirmeleri, bir noktaya ka­dar ekolojik açıdan yerindedir. Isı ve nem idealdir. Domuzlar dağ yamaçlarınm nemli, gölgeli çevresinde iyi gelişirler ve be­sinlerinin büyük bölümünü orman toprağı üzerinde serbestçe dolaşarak elde ederler. Bu koşullar altında domuz etinin tama­mıyla yasaklanması Orta Doğunun çözüm yolu usa ve eko­nomiye en aykırı bir uygulama olur.

Öte yandan, domuz nüfusunun sınırsız artışı insanla do­muz arasında ancak yarışmaya yol açabilir. Eğer bu artış aşı­rıya varırsa, domuz çiftçiliği kadınların yükünü taşınmaz hale getirir ve Maring'lere yaşayabimeleri için dayanak olan bahçe­lerin varlığını tehlikeye sokar. Domuz nüfusu arttıkça, Maring kadınları gittikçe daha çok çalışmak zorunda kalırlar. Sonunda bir de bakarlar ki insanları değil domuzları beslemek için çalış­maktadırlar. Bakir topraklar kullanıma açıldıkça, bütün tarım­sal dizgenin verimliliği düşer. İşte kaiko bu sırada ortaya çıkar, burada ataların rolü domuz yetiştirmede gösterilecek çabayı en güçlü biçimde desteklemek, aynı zamanda domuzların kadınla­rı ve bahçeleri mahvetmelerini önlemektir. İtiraf etmeli ki onla­rın görevi Yehova'nın ya da Allah'mkinden daha güçtür, çünkü bütünsel bir tabuyu uygulamak kısmi olanı uygulamaktan her zaman daha kolaydır. Bununla birlikte, ataların mutluluğunu sürdürmek için, bir kniko’nun bir an önce yapılmasının gerekli olduğuna ilişkin inanç Maring'leri artık asalaklaşan hayvanlar­dan büyük ölçüde kurtarır ve domuz nüfusunun "fazlasının zararlı olmasının" önlenmesine yardım eder.

Eğer atalar böylesine akıllıysalar, onlar neden sadece her bir Maring kadınının yetiştirebileceği domuzların sayısına bir jsınır koymuyorlar? Domuz nüfusunun kıtlık ve bolluk ınları arasında gidip gelmesine izin vermektense domuzları değiş­mez bir sayıda tutmak daha uygun değil midir?

Eğer her bir Maring klanının nüfus artışı sıfır olsa, düş­manları olmasa, tamamıyla değişik bir tarım yapışma, güçlü yöneticilere, ve yazılı yasalara sahip olsa kısacası, Maring'ler Maring olmasalardı, sözü edilen seçenek yeğlenebilirdi. Hiç kimse, hatta atalar bile, hangi sayıdaki domuz için "fazlasının zararlı olacağını" önceden göremez. Domuz nüfusunun artık yük olmaya başladığı sayı her hangi bir değişmezler takımına değil, ama tersine yıldan yıla değişiklik gösteren bir değişken­ler takımına bağlıdır. Bu sayı bütün bölgede ve her bir klanda ne kadar insan bulunduğuna, bunların fiziksel ve tinsel güçle­rine, topraklarının büyüklüğüne, ellerindeki yedek orman alanı miktarına, komşu topraklardaki düşman grupların durumuna ve niyetlerine bağlıdır. Tsembaga'nın ataları sadece "senin dört domuzun olacak, daha fazlası değil" diyemezler, çünkü şu klanların, yani, Kundugai, Dimbagai, Yimgagai, Tuğuma, Aundagai, Kauwasi, Monambant'ın ve bütün ötekilerin atalarının bu sayıya rıza göstermelerini güvence altına almanın bir yolu yoktur. Bütün bu gruplar yeryüzü kaynaklarındaki bir paya yö­nelik olan kendi savlarını geçerli kılmak için bir savaşıma gi­rerler. Bu savlar savaşla ve savaş tehdidiyle yoklanır ve mi­henge vurulur. Ataların domuzlara yönelik o doymak bilmez iştahı Maring'ler tarafından yapılan bu silahlı yoklama ve mi­henge vurmanın bir sonucudur.

Ataları memnun etmek üzere, yalnızca elden geldiği kadar çok besin üretmek için değil, ama bu besini bir domuz sürüsü biçiminde arttırmak için en büyük çaba harcanmalıdır. Bu çaba, çevrimsel domuz fazlalıklarıyla sonuçlansa bile, grubun yaşa­yabilme ve toprağını savunma yeteneğini yükseltir.

Bunu değişik yollardan başarır. Öncelikle, ataların büyük domuz iştahından kaynaklanan ek çaba rııtııbinı ateşkesi boyun­ca bütün grubun protein alım düzeyini yükseltir, bu da nüfu­sun daha uzun boylu, daha sağlıklı, ve daha güçlü olmasına yol açar. Ayrıca, atalar kaiko'yu ateşkes'in sonuna getirmek sure­tiyle, toplumsal gerilimin en yoğun olduğu dönemde gruplararası çatışmanın başlamasının hemen öncesindeki aylar içinde kitlesel dozlarda yüksek nitelikli yağ ve proteinlerin tüketil­mesini güvence altına alırlar. Sonunda, Maring klanları. besin fazlasını beslensel yönden değerli domuz eti halinde büyük miktarlarda saklayarak, savaşın gene çıkmasının hemen önce­sinde, bağlaşıkları (müttefikleri) kendilerine çekip ödüllendir­meyi başarırlar.

Tsembaga'lar ve komşuları domuz yetiştirmekteki başa­rıyla askersel güç arasındaki ilişkinin bilincindedirler. Kaiko sı­rasında kesilen domuzların sayısı konuklara şölen düzenleyen­lerin sağlığını, enerjisini, ve kararlılığını değerlendirme konu­sunda tam bir dayanak sağlar. Domuzları çoğaltmayı becere­meyen bir grup kendi toprağım iyi savunamayacak, ve güçlü bağlaşıkları kendine çekemeyecektir. Kaiko sırasında atalara ye­terince domuz eti verilmemesi halinde savaş alanı üzerinde ası­lı durup korku salan yenilgi önsezisi hiç de usdışı bir sezi de­ğildir. Rappaport bence, haklı olarak vurgular ki bir grubun elindeki domuz fazlasının boyutu, derin ekolojik anlamıyla, o grubun üretsel ve askersel gücünü gerçekten ortaya koyar ve top­rağa yönelik savlarını ya geçerli ya da geçersiz kılar. Başka deyişle, konuya insan ekolojisi açısından bakın ca, bütün dizge bitkilerin, hayvanların, ve insanların bölgede verimli bir biçim­de dağılmasına yol açar.

Kuşkum yoktur ki şimdi bir çok okuyucu domuz sevgisi­nin uyarlanmaya elverişsiz ve fazlasıyla verimsiz olduğunu vurgulamak isteyecektir çünkü o sevgi savaşların dönemsel ola­rak ortaya çıkışlarına göre ayarlanmıştır. Eğer savaş usdışıysa, o zaman kaiko da öyledir. Gene, her şeyi bir çırpıda açıkla­manın dayanılmaz çekiciliğine direnmeme izin veriniz. Gelecek bölümde Maring savaşının dünyasal nedenlerini tartışacağım. Ama şimdilik, şunu belirtmek isterim ki savaşın nedeni do­muz sevgisi değildir. Asla bir domuz bile görmemiş olan mil­yonlarca insan düşmana savaş açarlar; sonra domuzdan tiksin­menin (eskiden ve çağımızda) Orta Doğu'da gruplararası ilişkilerde barışseverliği ayrımsanabilir ölçüde arttırdığı da gö­rülmüş değildir. İnsanlık tarihinde ve tarihöncesinde savaşın yaygınlığı gözönüne alındığında, geniş ateşkes dönemlerini sürdürmek için Yeni Gine "yabanılları" tarafından bulunan o akıl dolu dizgeyi biz ancak şaşkınlıkla karşılayabiliriz. Sonuç olarak, komşusunun toprağında rıımbim fidanları bulunduğu sürece, Tsembaga'lar kendilerine saldırılmasından kaygı duy­mak zorunda kalmazlar. Daha fazlası değil, ama belki bu kada­rı, topraklarına rıımbim fidanları yerine füzeler yerleştirmiş bu­lunan uluslar hakkında da söylenebilir.

İlkel Savaş

Maring'ler gibi dağınık ilkel kabileler tarafından açılan sa­vaşlar insansal yaşam biçimlerinin temelindeki sağduyu konu­sunda kuşkular yaratmaktadır. Çağdaş ulus-devletler savaşa gittiklerinde çoğu kez olayın gerçek nedeni üzerinde epey kafa yorarız, ama içinden seçim yapacağımız makul alternatif açık­lamaların eksikliğini çekmemiz seyrek olur.

Tarih kitapları savaşçıların tecim yolları, doğal kaynaklar, ucuz işgücü, ya da kitlesel pazarlar üzerinde egemenlik kur­mak için yürüttükleri savaşların ayrıntılarıyla tıklım tıklım doludur. Modem devletlerin savaşları yürekler acısıdır, ama sırrına erilmez değildir. Günümüzdeki nükleer yumuşamanın temelinde yatan bu ayrım, savaşların kazanç ve kayıplardan oluşan bir çeşit ussal dengeyi içerdiği varsayımına dayanır. Eğer Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği bir nük­leer saldırıyla sağlayabilecekleri olası kazançtan daha çoğunu açıkça yitireceklerse, o zaman hiç biri sorunlarının çözümü ama­cıyla bir savaşı başlatmayacaktır. Ama bu sistemin bir nükleer savaşı önlemesi ancak eğer savaşlar genellikle pratik ve dünya­sal koşullara bağlanmışlarsa beklenebilir. Eğer savaşlar usdışı ve akıl sır ermez nedenlerle yapılırsa o zaman kendi kendini yoketme olasılığı savaşı önlemeğe yetmeyecektir. Eğer savaş­ların belli başlı nedeni, bazılarının sandıkları gibi, insanın "sa­vaşçı", içgüdüsel olarak "saldırgan" olması, şaka için, şan için, öç almak için, ya da sırf kandan ve yeğin heyecandan çok hoş­landığı için öldüren bir hayvan olması ise, o zaman şu füzeleri fırlatın gitsin.

Günümüzün ilkel savaşla ilgili açıklamalarında usdışı ve giz,emli etkenler ağır basar. Savaşın, savaşa katılanlar için ha­zırladığı ölümcül sonuçlar nedeniyle, savaşçıların neden sa­vaştıklarını bildiklerinden kuşkuya düşmek biraz kendini bil­mezlik olur. Ama inekler, domuzlar, savaşlar, ya da cadılar, bizim bilmecelerimizin yanıtları savaşa katılanların bilinç ala­nına uzanmaz. Savaşçıların kendileri savaşlarının dizgeyi et­kileyen neden ve sonuçlarını  nadiren kavrarlar. Onlar savaşı düşmanlıkların patlak vermesinden hemen önce yaşanan kişi­sel duygu ve güdüleri betimleyerek açıklama eğilimine girerler. Bir kelle avcılığı seferine çıkmak üzere olan bir Jıvaro düşma­nın ruhunu ele geçirme fırsatını memnunlukla karşılar; Crow savaşçısı korkusuzluğunu kanıtlamak için düşmanın ölü bede­nine dokunmağa can atar; öteki savaşçılar öç alma düşüncesin­den, daha başkaları insan eti yeme olasılığından esinlenirler.

Bu yabancıl özlemler yeterince gerçektirler, ama bunlar sa­vaşların nedenleri değil sonuçlarıdır. Bunlar şiddet için insan gizilgücünü seferber ederler ve savaşçı davranışın örgütlenme­sine yardımcı olurlar. İlkel savaşın, inek sevgisi ya da domuz tiksintisi gibi, pratik bir temeli vardır. İlkel topluluklar savaşa giderler çünkü onlar belli sorunlara ilişkin alternatif çözüm­lerden çekilen acıların ve erken gelen ölümlerin azalmasmı içe­ren alternatif çözümlerden, yoksundurlar.

Öteki bir çok ilkel gruplar gibi, Maring'ler de savaşa git­melerini şiddet eylemlerin öcünü alma gereğiyle açıklarlar. Rappaport tarafından saptanan her örnek olayda, önceleri dost olan klanlar özel şiddet eylemlerinin ardından birbirleriyle sa­vaşa başlamışlardır. En sık saptanan kışkırtmalar kadınların kaçırılması, ırza geçme, bir bahçede bir domuzun vurulması, ürünlerin çalınması, izinsiz avlanma, ve büyücülüğün neden ol­duğu ölüm ya da hastalıktır.

Bir keresinde iki Maring klanının girişmiş bulunduğu sa­vaşta ölümler olmuş ve taraflar düşmanlıkları sürdürme güdü­sünün eksikliğini hiç duymamışlardı. Savaş alanındaki her ölü üzerinde kurbanın akrabaları kara kara düşünüp durmuşlar ve düşmandan bir kişiyi öldürmek suretiyle skoru eşitleyinceye değin asla tatmin olmamışlardır. Savaşın her raundu daha son­raki için yeterli güdüyü sağlamış, ve Maring savaşçıları çoğu kez düşman grupun belirli üyelerini, örneğin, on yıl önce bir babanın ya da bir erkek kardeşin ölümünden sorumlu bulunan­ları, öldürmek için savaşa ateşli bir istekle gitmişlerdir.

Maring'lerin savaşa nasıl hazırlandıklarına ilişkin öykü­nün bir bölümünü artık anlatmış bulunuyorum. Kutsal rıımbim fidanlarını söktükden sonra, savaşçı klanlar büyük domuz şen­liklerini düzenleyerek orada yeni bağlaşıklar kazanma girişi­minde bulunurlar ve daha önceki dost gruplarla ilişkileri sağ­lamlaştırırlar. Kaiko gürültülü bir iştir, çeşitli aşamaları aylar­ca sürer, bu nedenle sinsi bir saldırı yapılması olanağı yoktur. Gerçekte, Maring'ler kaiko’larmın zenginliğiyle düşmanlarının morallerini bozacaklarını umarlar. Her iki yan ilk çatışmaların çok öncesinden savaş hazırlığı yaparlar. Aracılar yoluyla, sava­şanlar arasındaki bir sınır bölgesinde bulunan ormansız bir alan elverişli bir savaş yeri olarak kabul edilir. Her iki yan, sı­rayla, bu alanın çalılıklardan temizlenmesi işine katılır, ve üze­rinde anlaşmaya varılan bir günde çatışma başlar.

Savaş alanına gitmeden önce, savaşçılar ateşin yanında diz çöküp oturan, hıçkırıklarla ağlayarak atalarla konuşan sa­vaş büyücülerinin çevresinde bir daire biçiminde toplanırlar. Büyücüler alevlerin içine uzun yeşil bambuları yerleştirirler. Yüksek ısı bambuları yakıp patlatınca savaşçılar ayaklarını yere vurarak Ooooooo diye haykırırlar, ve tek sıra halinde savaş alanına doğru devinirler, yol boyunca hoplayıp şarkı söylerler. Karşıt güçler birbirlerinin ok menzili içinde alanın karşıt uçla­rında dizilirler. Adam boyundaki ağaç kalkanlarını yere diker­ler, siper alırlar, ve düşmana tehdit ve hakaretler -savururlar. Ara sıra bir savaşçı düşmanlarını alaya almak için kalkanının ardından öne atılır, sonra kendisine sağanak gibi oklar yağınca birden geri çekilir. Çatışmanın bu aşamasında kayıplar azdır, ve her iki kamptaki bağlaşıklar ağır bir yaralanma olur olmaz savaşı durdurmağa çalışırlar. Eğer her iki yan da öç almayı sürdürmekte direnirse, savaş tırmanır. Savaşçılar alana balta­lar ve sivri uçlu mızraklar getirirler, ve karşıt saflar birbirlerine daha da yaklaşırlar. Artık iki yandan her biri ölümcül sonuçlar verecek kararlı bir tutumla ötekine saldırabilir.

Birisi ölür ölmez ateşkes yapılır. Bütün savaşçılar, cenaze ayinlerini yürütmek ya da atalarını yüceltmek üzere birkaç gün evde kalırlar. Ama her iki yan eğer eşit güçte kalmışlarsa, çok geçmeden savaş alanına dönerler. Çatışma uzayıp gittikçe, bağlaşıklar bundan usanırlar ve kendi köylerine geri dönmeye can atarlar. Eğer bir grupta geri çekilenler ötekindekinden daha çok olursa, daha güçlü olan yan daha zayıf olana saldırmaya ve onu savaş alanından sürüp atmaya girişebilir. Daha güçsüz olan klan taşınır mallarını toplayıp bağlaşıklarının köylerine doğru kaçar. Daha güçlü olan klanlar, utkuyu öngörerek, gece­leyin düşman köyüne çullanmak, onu ateşe verip bulabildikleri herkesi öldürmek suretiyle eldeki avantajı iyice kullanmayı dü­şünebilirler.

Bir bozgun meydana geldiğinde, fatihler düşmanın peşine düşmezler ama bunun yerine çabalarını geride kalan düşman­ları öldürmekte, binaları yakmakta, ürünleri yoketmekte, ve do­muzları kaçırmakta yoğunlaştırırlar. Maring'ler arasında yapıl­dığı bilinen yirmidokuz savaşın ondokuzu bir grubun ötekini bozguna uğratmasıyla sonuçlanmıştır. Bir bozgunun hemen ar­dından, zafer kazanan grup kendi köyüne döner, kalan domuz­larını kurban eder, ve yeni rumbim fidanlarını diker, böylece ateşkes dönemini başlatır. Düşmanın topraklarını hemen işgal etmez.

Bir çok insanm öldürüldüğü kesin bir bozgun, yenilen bir grupun eski toprağına hiç dönmemesine yol açabilir. Savaşı yi­tirenlerin soyundan gelenler bağlaşıklarının ve kendilerini ka­bul edenlerin soyundan olanlarla birleşirlerken, grubun toprak­ları da fatihler ve onların bağlaşıkları tarafından ele geçirilir. Ara sıra da, yenilen grup sınır topraklarını kendilerinden sığın­ma dilediği bağlaşıklarına bırakır. Bismarck Sıradağları bölge­sinde savaşların sonucunu araştırmış olan Profesör Andrew Vayda'ya göre, yenilmiş olan bir grup kesin bir bozguna uğra­tılmış olsun ya da olmasın, yeni yerleşimini düşman sınırları­nın çok daha uzağında kurması olasıdır.

Maring'ler arasındaki çatışma ve topraksal ayarlamaların kabaca "nüfus baskısı" denilen olayın sonucu olup olmadığı so­rusu büyük ilgi toplamaktadır, Eğer biz "nüfus baskısı" ile bir grubun en az kalori gereksinmelerini karşılamaktaki mutlak ye­tersizliğini kastediyorsak, o zaman Maring'lerde nüfus baskısı­nın varlığından söz edemeyiz. Tsembaga’lar 1963'te kendi do­muz şenliklerini düzenlediklerinde insan nüfusu 200, domuz nüfusu da 169 idi. Rappaport’un yaptığı hesaba göre Tsembaga'lar kendi bölgelerinde orman örtüsüne kalıcı bir zarar ver­meksizin ve doğal yaşam alanlarının değerini azaltmaksızın ek olarak 84 kişiyi (ya da 84 yetişkin domuzu) beslemeye yetecek miktarda kullanılmamış ormanlık araziye sahip bulunuyorlar­dı. Ama ben nüfus baskısının gerçek beslensel yetersizliklerin görülmeye başlanması ya da çevreye verilen onarılmaz zarar­ların gerçek bir başlangıcı olarak tanımlanmasına karşıyım. Bence, nüfus baskısı bir topluluk kalori ya da protein yetersizli­ği noktasına doğru gitmeğe başlar başlamaz, ya da çevresinin yaşamı besleyen olanaklarını ergeç mutlaka azaltıp yokedecek bir hızla çoğalıp tüketmeye başlar başlamaz belirir.

Beslenme düzeyinde yetersizliklerin ve bozulmanın ortaya çıkmağa başladığı durumdaki nüfus boyutu çevrecilerin doğal ortamın "taşıma gücü" diye niteledikleri üst sınırdır. Maring'ler gibi, ilkel toplumların büyük çoğunluğu nüfus artışını durdu­ran ve anılan taşıma gücünün bir hayli altına düşüren kurum­sal düzeneklere sahiptir. Bu buluş büyük bir şaşkınlığa yol aç­mış bulunmaktadır. Belli insan gruplarının, taşıma gücünün aşılmasından dolayı ayrımsanabilecek kadar olumsuz sonuç­ların ortaya çıkmasından önce, nüfusu, üretimi, ve tüketimi azaltmaları nedeniyle, bazı uzmanlar nüfus baskısının bu azalt­maların nedeni olamayacağı sayındadırlar. Ama biz kazandaki güvenlik supabının doğa] olarak kazanın kendisini yoketmesini önlemek üzere oraya konduğuna hükmetmek için supab bozu­lunca kazanın patladığını görmek zorunda değiliz.

Termostatların, güvenlik supablarının, ve şalterlerin kültü­rel eşdeğerleri olan bu korunma yollarının kabile yaşamının bir parçası haline nasıl geldikleri konusunda da öyle büyük bir gizem yoktur. Öteki evrimsel yeniliklere uyarlanmada olduğu gibi, çoğalmayı durduran kurumlan bulan ya da kabul eden gruplar toprağın taşıma gücünün sınırını körcesine zorlayan gruplardan daha bağdaşık olarak ayakta kalırlar. İlkel savaş ne kapristen doğar ne de içgüdüseldir; o sadece insan toplulukları doğal yaşam ortamına göre çevresel bir denge durumunda tut­mayı destekleyen düzeneklerden biridir.

Çoğumuz savaşı bir savunma aracı olarak değil ama sağ­lıklı çevresel ilişkilere önüne geçilemez ve usdışı davranışlar­dan gelen bir tehdit olarak görmeyi yeğleriz. Benim çoğu arka­daşlarım savaş her türlü sorunu çözen ussal bir araçtır deme­nin günah olduğunu düşünürler. Oysa kanımca benim ilkel savaşın çevresel bir uyarlanma olduğu yolundaki açıklamam çağcıl savaşı sona erdirme umutlarına ilişkin bir iyimserlik için günümüzde geçerli olan saldırgan içgüdü kuramlarından daha tutarlı gerekçeler sağlamaktadır. Daha önce de dediğim gibi, eğer savaşlar insan doğasının öldürücü içgüdülerinden kayjıaklanıyora, onları önleme konusunda bizim yapabileceğimiz jfazla bir şey yoktur. Öte yandan, eğer savaşlar pratik koşullar ve ilişkilerden kaynaklanıyorsa, o zaman biz o koşul ve ilişki­nleri değiştirerek savaş tehdidini azaltabiliriz.

Ben savaş yanlısı olarak yaftalanmak istemem, o nedenle aşağıdaki yadsımayı yapmama izin verin: Ben çağcıl savaşla­rın çevresel uyarlanmayı sağladığını değil, savaşın ilkel toplu­luklar arasında çevresel uyarlanmayı sağlayan bir yaşam biçi­mi olduğunu söylüyorum. Eldeki nükleer silahlarla, savaş artık karşılıklı toptan yoketme noktasına değin tırmanabilir. Böylece biz türümüzün evriminde öyle bir aşamaya varmış bulunuyo­ruz ki artık uyarlanmadaki gelecek büyük ilerleme ya nükleer silahların ortadan kaldırılması ya da savaşın kendisinin orta­dan kaldırılması olmalıdır.

Maring savaşının dizgeyi düzenleyen ya da dizgeyi sür­düren işlevleri değişik birkaç kanıt dizisinden anlaşılabilir. Her şeyden önce, biz şunu biliyoruz ki savaş üretimin ve tü­ketimin çok arttığı, domuz ve insan nüfuslarının önceki sava­şın sonunda düştüğü düzeyden çıkıp yeniden yükseldiği bir noktada başgöstermektedir. Domuz kesme şenliği ve onu iz­leyen çatışmalar her çevrimde çakışmazlar. Bazı klan grupları düşman komşuların çok hızlı gelişmesinin bir sonucu olarak önceki en üst düzeylerin altındaki düzeylerde toprak savlarını geçerli kılmağa çalışırlar. Başka klanlar yerel topraklarının taşıma gücü eşiğini gerçekten aşıncaya değin domuz şenlikle­rini erteleyebilirler. Ancak, önemli olan husus, savaşın şu ya da bu klanın nüfusu üzerindeki düzenleyici etkileri değil, ama bir bütün olarak Maring bölgesinin nüfusu üzerindeki etkileridir.

İlkel savaş düzenleyici etkilerini öncelikle savaştaki ölüm­ler yoluyla gerçekleştirmez. Öldürmenin sanayileştirilmiş bi­çimlerini uygulayan uluslarda bile, savaş ölümleri nüfus artış oranını büyük ölçüde etkilemez. Yirminci yüzyılda on milyon­ları bulan savaş yitikleri yukarı doğru amansız bir çıkış yapan nüfus artış eğrisinde önemsiz bir duraksama olarak ortaya çı­kıyor. Rusya örneğini alalım: Birinci Dünya Savaşı ile Bolşevik Devrimi sırasındaki çatışmaların ve genel açlığın en yoğun ol­duğu dönemde, öngörülen barış zamanı nüfusu ile savaş za­manının gerçek nüfusu arasındaki bağlılaşımda (korelasyon) yanılma oranı yalnızca yüzde birkaç puandan ibarettir. Çatış­maların sona ermesinden bir on yıl sonra, Rus nüfusu kayıpla-* rım tam olarak kapatmış ve eğer savaş ve devrim hiç olmamış olsaydı nüfus artış eğrisinde nerede yer alacak idiyse yine aynı yere varmıştır. Bir başka örnek: Vietnam'da, kara ve hava sa­vaşlarının olağanüstü yoğunluğuna karşın, nüfus 1960'h yıllar boyunca düzenli biçimde artmıştır.

Michigan Üniversitesinden Frank Livingstone İkinci Dün­ya Savaşı gibi yıkımlara gönderide bulunarak gayet açıkça

şöyle demektedir: "Biz bu toplu öldürmelerin bir kuşak içinde yaklaşık bir kez başgösterdiğini düşünürsek bunların nüfus artışı ya da boyutu üzerinde hiç etkili olmayacağı sonucuna va­rılması kaçınılmaz görünmektedir. "Bunun bir nedeni, ortalama kadının son derece doğurgan olması ve çocuk doğurabileceği yirmi beş ila otuz beş yıl içinde kolaylıkla sekiz ya da dokuz çocuk doğurabilmesidir. İkinci Dünya Savaşı'nda, savaştan kaynaklanan ölümlerin sayısı nüfusun yüzde 10'unun altında kalmış, ve her kadın başına düşen doğumların sayısındaki kü­çük bir artış bu açığı birkaç yıl içinde kolayca kapatabilmiştir. (Çocuk ölüm oranlarındaki bir düşme ve ölüm oranındaki ge­nel bir düşme de buna destek olmuştur.)

Maring'ler arasındaki savaş ölümlerinin gerçek oranlarını ben size söyleyemem. Ama Yanomamo'lar arasında, Brezilya ve Venezüella arasındaki smırda yerleşik olan ve dünyanın en sasvaşçı ilkel gruplarından bili olmakla ün salmış bulunan bir kabile içinde, yetişkinlerin yaklaşık yüzde 15'i bir savaş sonu­cu ölmektedirler. Yanomamo'lar hakkında gelecek bölümde söyleyeceğim daha bir çok şey var.

Nüfus kontrolünün bir aracı olarak savaşın etki payını dü­şüren en önemli neden dünyanın her yerinde asıl savaşçıları ve savaş alanlarındaki çatışmaların başlıca kurbanlarını erkek­lerin oluşturmasıdır. Örneğin, Yanomamo'lar arasında, çarpış­malarda ölen yetişkin kadınların oranı ancak yüzde 7 iken, bu oran yetişkin erkekler için yüzde 33'tür. Andrew Vayda'ya göre, Maring'lerin uğradığı en kanlı bozgunun sonucundaki yi­tiklerin sayısı yenilgiye uğramış bir klanın üç yüz kişilik bir nüfusu içinde ondört erkek, altı kadın, ve üç çocuktur. Çarpış­malardaki erkek ölümlerinin Tsembaga'lar gibi grupların üreme gizilgüçleri üzerindeki etkisi hemen hemen yok sayılabi­lir. Tek bir büyük çarpışmada yetişkin erkeklerin yüzde 75'i bile öldürülmüş olsa, yaşamda kalan kadınlar bu açığı bir tek kuşak içinde kolaylıkla kapatabilirler.

İlkel toplumların büyük çoğunluğu gibi, Maring'ler ve Ya­nomamo'lar da çok karılı toplumlardır, yani bir çok erkeklerin birkaç karıları vardır. Bütün kadınlar çocuk doğurabilecek du­ruma gelir gelmez evlenirler ve yaşamlarının üretkenliği süre­since evli kalırlar. Herhangi normal bir erkek insan genellikle doğurgan dört ya da beş kadını gebe bırakabilir. Bir Maring er­keği ölünce, dul kadını kendi aile çevrelerine eklemeyi bekle­yen bir çok erkek kardeşler ve yeğenler vardır. Geçim sorunu açısından bile, erkeklerin büyük çoğunluğu tamamıyla gerek­sizdir, ve savaşta ölmeleri onların dul eşleri ve çocukları için «hiç de öyle aşılmaz güçlükler yaratmaz. Önceki bölümde belirt­tiğim gibi, Maring'ler arasında asıl bahçıvanlık ve domuz yetiş­tiriciliği işlerini yapanlar zaten kadınlardır. Bu durum bütün dünyadaki 'kes ve yak' geçim dizgeleri için de geçerlidir. Erkek­ler orman örtüsünü yakmak suretiyle bahçeciliğe katkıda bulu­nurlar, ama kadınlar bu ağır işi kendi başlarına yetkin biçimde başaracak güçtedirler. İlkel toplumların büyük çoğunluğunda, her ne zaman ağır yükler taşınacak olsa yakılacak odun ve tatlı patatesle dolu sepetler gibi kendilerine elverişli "yük hay­vanları" olarak bakılanlar, erkekler değil, kadınlardır. Maring erkeklerinin geçime yaptıkları katkmm en düşük düzeyde kal­dığı dikkate alınırsa, nüfusun kadın yüzdesi ne denli yüksek olursa, besin üretimindeki genel verimlilik de o denli yüksek olur. Besin söz konusu olunca, Maring erkekleri domuzlara ben­zerler: .Onlar ürettiklerinden çok daha fazlasını tüketirler. Eğer kadınlar ve çocuklar çabalarını erkekler üzerinde değil de do­muz yetiştirme işinde yoğunlaştırsalardı daha iyi beslenirler­di.

O halde Maring savaşmın çevreye uyarlanma açısından önemi savaş ölümlerinin nüfus artışı üzerindeki kaba etkisin­den ibaret olamaz. Tersine, sanırım savaş Maring ekosistemini oldukça dolaylı ve az bilinen iki sonucuyla korumaktadır. Bun­lardan biri savaşın bir sonucu olarak, bazı yerel grupların en verimli bahçe alanlarını besleme güçlerinin altındaki bir nokta­da terk etmeye zorlanmalarıdır. İkincisi, savaş kız çocuğu ölüm oranını arttırır, ve böylece savaştaki erkek ölümlerinin demog­rafik açıdan önemsiz olmasına karşın, savaş bölgesel nüfus ar­tışını düzenlemekte etkili bir rol oynar.

Önce, en verimli bahçe alanlarının terk edilmesini açıkla­mak isterim. Bir savaş bozgunundan sonra yıllar boyunca, ne yenenler ne de yenilgiye uğrayanlar, yenik grubun en iyi, ortayükseltili, yedek ormanlıklarından ibaret olan en önemli bahçe­lik arazileri kullanmazlar. Bu terketme olayı, geçici de olsa, böl­genin taşıma gücünü sürdürmesine destek olur. Kundegai'ler Tsembaga'ları yendiklerinde bahçeleri harap ettiler, meyva ağa­cı korularını yokettiler, mezarlıkları ve domuz fırınlarını kirlet­tiler, evleri yaktılar, bulabildikleri yetişkin domuzların hepsini kestiler, ve bütün domuz yavrularını kendi köylerine götürdü­ler. Rappaport’un dediği gibi, yapılan talanlar ganimet elde et­mekten çok, Tsembaga'ların kendi topraklarına dönmelerini güç­leştirme amacına yönelikti. Kundegai'ler Tsembaga'nın ata ruh­larının öç almasından korktukları için, kendi topraklarına dön­düler. Onlar orada bazı sihirli savaş taşlarını kutsal bir sığına­ğa file torbalar içinde astılar. Kundegai'ler gelecek domuz şenliğinde kendi atalarına şükranlarını sunabilinceye kadar bu taşları aşağı indirmediler. Taşlar yukarıda kaldıkları sürece, Kundegai'ler Tsembaga'ların ata ruhlarından korkmaktaydılar ve Tsembaga toprakları üzerinde bahçeler kurmaktan ve avlan­maktan kaçındılar. Durum öyle öldü ki, sonunda terk edilmiş toprakları Tsembaga'ların kendileri yeniden işgal ettiler. Dedi­ğim gibi, başka savaşlarda yenenler ya da onların bağlaşıkları en sonunda bozgunlarla geçici olarak boş bırakılan toprakları kullanmışlardır. Ama ne olursa olsun, bir bozgunun hemen gö­rülen etkisi yoğun olarak' işlenmiş orman bölümlerinin nadasa bırakılması ve önceden kullanılmamış olan toprakların sava­şı yitirenin arazisinin sınır topraklarının ekime açılmasıdır.

Yeni Gine’nin dağlık yörelerinde, öteki bütün tropikal or­man bölgelerinde olduğu gibi, aynı alanın ardı ardına yakılıp kesilmesi ormanın kendini yenileme güçlerini tehlikeye sokar. Birbirini izleyen yakmalar arasmdaki zaman aralığı eğer çok kısa olursa, toprak kuruyup sertleşir ve ağaçlar kendi kendileri­ni tohumlayıp yeniden gelişemezler. Bahçe alanlarını çayırlar kaplar, ve doğal yaşam ortamının zengin ve birincil ormam'bütünüyle adım adım yarıntılarla parçalanmış ve aşınmış otlak­lara dönüşür kı buraları artık geleneksel türdeki tarım için kul­lanılamaz. Dünyanın her yanındaki milyonlarca acre'lık otlak­ların bu zincirleme oluşumun ürünü oldukları bilinmektedir.

Maring'ler arasında, ormanın yokedilmesi görece küçük çapta olmuştur. 1953'de Tsembaga'ları bozguna uğratan grup olan Kundegai’ier gibi geniş ve saldırgan grupların bölgele­rinde yer yer bazı otlaklar ve değeri azalmış ikincil orman par­çaları bulunur. Ama ormanı kaldırabileceğinden daha fazla sayıda domuz ve insanı beslemeye zorlayan çabaların yaşamı yok eden sonuçları, Yeni Gine'nin dağlık yörelerinin yakınında­ki bir çok bölgede açıkça görülür. Örneğin, Ulusal Sağlık Enstitüleri'rıden Dr. Arthur Sorenson tarafından yakınlarda Güney Fore hakkında yapılan bir araştırma göstermiştir ki Foreliler Central Range’in dörtyüz mil karelik bir alanı üzerindeki büyük ormanlarına geniş çaplı onarılmaz zararlar vermişlerdir. Bakir ormanların daha derinliklerinde yerleşme deviniminin ardın­dan, bahçe ve küçük köy alanlarının yerini Kunai'nin sık otlarıalmıştır. Parçalanmış ormanın genel durumu, yıllar boyu bah­çecilik yapılmış olan bölgelerde görülebilir. Sanırım ayinlerle zamanlanmış savaş çevrimi, rıımbim barışı, ve domuz kesimi Maring'lerin doğal yaşam ortamını benzer bir yıkıma karşı korumakta yardımcı olmuştur.

Törensel çevrim sırasında meydana gelen bütün o acayip olaylar arasında rumbim fidanlarının dikilmesi, domuz kesi­mi, sihirli savaş taşlarının bir yere asılması, ve savaşın kendisi yalın bir zamanlama konusu üzerimde her şeyden daha şa­şırtıcı bir etki yapmıştır. Maring bölgesinde, bahçelerin otlağa dönüşme tehlikesi olmadan yakılıp yeniden ekilebilir duruma gelmelerinden önce en az on ila oniki yıl aralıksız olarak nadasa bırakılmaları gerekir. Domuz şenlikleri de bir kuşak içinde yaklaşık iki kez ya da her on ila oniki yılda bir yapılır. Bu sırf bir rastlantı olamaz. O halde sanırım sonunda artık şu soruyu yanıtlayabiliriz "Maring'ler atalarına şükranlarını sunmak için  yeter sayıda domuza ne zaman sahip olurlar?" Yanıt: "Onlar bozguna uğramış olan grubun eski bahçe alanlarında yeniden orman yetiştiği zaman yeter sayıda domuza sahip olurlar."

Maring'ler, 'kes ve yak' yolunu izleyen öteki insanlar gibi, "ormanı yiyerek" -ağaçları yakıp küllerine ekin ekmek sure­tiyle yaşarlar. Ayinsel çevrim ve törenselleşmiş savaş onları çok fazla ormanı çok hızlı yemekten alıkoyan Bozguna uğrayan grup bahçeler için en uygun fiziksel özelliklere sahip topraklar­dan çekilir. Bu durum anılan insanların ve domuzlarının ürün­leri çok fazla sömürdükleri için tehlikeli duruma düşürdükleri topraklarda orman örtüsünün yeniden gelişmesine olanak sağ­lar. Bozguna uğramış bulunanlar, bağlaşıkları arasındaki geçi­ci barınmaları sırasında topraklarının bazı bölümlerini, ama düşmanlarından uzakta büyük ormanda verimsizleşmem iş alanlardaki bazı toprakları kullanmak üzere geri dönebilirler. Eğer, bağlaşıklarının yardımıyla, çok fazla domuz yetiştirmeyi ve eski güçlerini kazanmayı başarırlarsa, kendi topraklarını ye­niden ele geçirmeğe ve oraları bir kez daha tam üretim sürecine katmağa çalışırlar. Savaş ve barış, güçlülük ve güçsüzlük, çok domuz ve az domuz, merkez bahçeleri ve çevre bahçeleri biçi­mindeki düzünsel (ritmik) oluşum, komşu klanların hepsindeki benzer devinimleri akla getirir. Her ne kadar kazananlar düşmanın topraklarını hemen işgal etmeyi pek düşünmezlerse de, bozguna uğramış düşmanın sınırına savaştan öncekine göre daha yakın olan bahçeleri ekerler. En önemlisi, onların do­muz nüfusunda çok ciddi bir azalma olmuş, böylece toprağın taşıma gücünün eşiğine doğru yaklaşan ilerlemenin hızında hiç olmazsa bir yavaşlama sağlanmıştır. Domuz nüfusu mak­simuma yaklaştığı zaman, kazananlar sihirli savaş taslarını aşağı indirirler, rıunbim fidanlarını sökerler, ve işgal edilme­miş ve yeniden geliştirilmiş olan toprağa girmek için hazırlık yaparlareğer eski düşmanları hala çalışamayacak kadar za­yıfsa bunu barışçı yollarla, yok eğer eski düşmanları kendi yerlerine dönmüşlerse bunu hınçla yaparlar.

İnsanların, domuzların, bahçelerin, ve ormanların birleşik düzünsel (ritmik) yaşamlarında domuzların dünyanın başka yerlerindeki domuzlukla bağdaşmaz nitelikte görülen törensel bir kutsallığa neden sahip olduklarını pekala anlayabiliriz. Ye­tişkin bir domuz yetişkin bir insan kadar orman yediği için, birbirini izleyen her düzünsel olgunun doruğunda domuz kesi­mi insan kesimini azaltır. Ataların domuz özlemi çekmelerinde şaşılacak bir şey yoktur; aksi takdirde onlar kendi oğullarını ve kızlarını "yemek" zorunda kalacaklardı!

Bir sorun daha var. Tsembaga’lar 1953 bozgununda toprak­larından olunca,yedi değişik yerel topluluğa sığınmak istedi­ler. Bazı durumlarda, onların birlikte yaşamak için yanlarına gittikleri klanlar Tsembaga’ların yenilgisinden önce vesonraki savaşlardan dolayı gelen yeni "sığınmacılar"ı da kabul etmiş bulunuyorlardı. Bu nedenle, görünen odur ki, bozgun grupları­nın topraklarına yönelik çevresel tehlike sadece bir yerden baş­ka bir yere kaymış, ve çok geçmeden sığınmacılar evsahiplerinin ormanlarını yiyip bitirmeğe başlamışlardır. O halde insan­ların sırf yerlerinden edilmeleri nüfusun çevreyi bozmasını ön­lemeğe yeterli değildir. Nüfustaki gerçek artışı sınırlamanın da bir yolu olmalıdır. Bu durum bizi az önce belirttiğim ilkel sava­şın ikinci sonucuna götürür.

İlkel toplamların büyük çoğunluğunda, savaş nüfus kont­rolünün etkili bir aracıdır çünkü gruplar arasında sık sık başgösteren çetin çatışmalar kız çocukların değil erkek çocukların yetiştirilmesini özendirir. Yetişkin erkeklerin sayısı ne denli çok olursa, el silahlarına bağımlı bir grupun çatışma alanına sürebileceği askersel güç de o denli güçlü olur ve grupun kom­şularından gelen baskıya karşı toprağını koruma olasılığı da o denli artar. Amerikan Doğa Tarihi Müzesinden William T. Divale tarafından 600’ü aşkın ilkel topluluk üzerinde yapılan demografik bir araştırmaya göre, (yaklaşık 15 yaşına kadar olan) gençlik ve çocukluk döneminde erkek çocukların kız ço­cuklar üzerinde sayıca olağanüstü dengesizlik gösteren tutarlı bir üstünlüğü vardır. Erkek çocukların kız çocuklara oranı or­talama 150:100'dür, ama bazı gruplarda erkeklerin sayısı kız­ların iki katına bile çıkmaktadır. Tsembaga Tarda erkek çocuk­ların kızlara oranı 150:100 ortalamasına yakındır. Ama, Divale'in araştırmasında yetişkin çağ gruplarına baktığımızda er­keklerle kadınlar arasındaki ortalama oran bire yaklaşır ki bu durum olgun erkeklerin, ölüm oranının olgun kadınlarmkinden daha yüksek olduğunu gösterir.

Savaş kayıpları yetişkin erkekler arasındaki ölüm oranı­nın daha yüksek olmasının en geçerli nedenidir. Maring'ler ara­sında, erkek savaş kayıpları kadın kayıplarını 10:1 oranında aşmaktadır. Ama genç ve çocuk yaş kategorilerindeki bu ters yönlü durumu nasıl açıklamalı?

Divale'in yanıtı şöyle: Bir çok ilkel gruplar açıkça kız ço­cuklarını öldürme yolunu izliyorlar. Kız çocuklarını ya bo­ğuyorlar ya da kolayından çalılıklar arasına atıp ilgisiz kalıyor­lar. Ama çocuk öldürmenin daha sıklıkla yapılanı gizli olandır, ve genellikle insanlar bunu yaptıklarını yadsırlar tıpkı Hindu çiftçilerin kendi ineklerini öldürdüklerini yadsımaları gibi. Hin­distan'da sığırlar arasmdaki dengesiz eşey (cinsiyet) oranı gibi, insanlarda kız ve erkek çocuk ölümü oranları arasmdaki ayrım genellikle bebeğin yaşamına yapılan dolaysız saldırının değil, ama savsama yoluyla onun bakımsız bırakılmasının sonucu­dur. Çocuklarının beslenme ya da korunma amacıyla ağlamala­rına bir ananın gösterdiği duyarlılıkdaki küçük bir ayrım bile insanların eşey oranlarmdaki bütün dengesizliği toplam olarak açıklayabilir.

Kız çocuklarının öldürülmesi adetinin ve erkek çocuklara gösterilen ayrıcalı davranışın açıklanması ancak son derece güç­lü bir kültürel erkler dizgesiyle sağlanabilir. Kesin bir biyolojik) anlayışla bakılırsa, kadınlar erkeklerden daha değerlidirler. Er­keklerin büyük çoğunluğu üreme açısından gereksizdirler, çünkü bir erkek yüzlerce kadını gebe bırakabilmektedir. Yalnızca kadınlar çocuk doğurabilirler ve (biberonları ve ana sütü yerine sütümsü yapay mamaları bulunmayan toplumlarda) bebekleri yalnızca kadınlar emzirebilirler. Eğer bebeklere karşı herhangi bir cinsel ayrımcılık söz konusu olacaksa, insan burada erkek bebeklerin kurban edilmelerini öngörür. Ama bunun tersi ol­muştur. Eğer biz kadınların fiziksel ve zihinsel yönden erkekle­rin herhangi bir yardımı olmadan üretimin ve geçimin bütün temel görevlerini yürütebilecek güçte olduklarını kabul edersek anılan paradoksun anlaşılması daha da güçleşir. Kadınlar er­keklerin yapabilecekleri her işi yapabilirler, ne var ki kaba gü­cün gerekli olduğu yerlerde belki bunu biraz verim düşüklüğü ile başarırlar. Onlar eğer kendilerine öğretilir ya da öğrenmele­rine izin verilirse, yaylar ve oklarla avlanabilirler, balık tutabi­lirler, tuzak kurabilirler, ve ağaç kesebilirler. Dünyanın her ya­nında onlar bahçelerde ve tarlalarda ağır yükler taşıyabilirler ve taşırlar, tarım çalışması yapabilirler ve yaparlar. Maring'ler gibi 'kes ve yak’ yöntemiyle çalışan bahçe tarımcıları arasında, asıl besin üreticileri kadınlardır. Buşmanlar gibi avcı grupları’ arasında bile, grupun beslenme gereksinimlerinin üçte ikisin­den fazlası kadın işgücü tarafından sağlanır. Aybaşı hali ve gebeliğe bağlı sıkıntılara gelince, kadınların kurtuluşunun çağ­cıl önderleri işlerin ve üretim etkinliklerinin büyük bölümünde çalışma programlarında yapılacak küçük değişikliklerle bu "sorunlaf'ın kolaylıkla ortadan kaldırılabileceğini belirtirlerken çok doğru söylüyorlar. Cinsel bir işbölümü için ileri sürülen bi­yolojik temel çok saçmadır. Bir grup içindeki bütün kadınlar aynı zamanda aynı gebelik aşamasında bulunmadıkları sürece avlanma, ya da sürü gütme gibi erkeklerin doğal ayrıcalığı olarak düşünülen ekonomik işlevler yalnızca kadınlar tarafın­dan pek güzel yürütülebilir.

Eşeyin kendisinden başka, erkek özelliğini çok zorunlu kıJan bir insan etkinliği el silahlarını gerektiren silahlı çatışma­dır. Ortalama olarak, erkekler kadınlardan daha uzun boylu, daha cüsseli, ve daha adalelidirler. Erkekler ayrıca mızrağı daha uzağa fırlatırlar, yayı daha bir güçlü çekerler, daha büyük' bir sopa kullanırlar. Erkekler saldırıda düşmana doğru ve ye-" nilgide ondan uzaklaşırken daha hızlı koşarlar. Bazı kadın özgürlüğü önderlerinin düşündükleri gibi kadınların da el si­lahlarıyla çarpışmak üzere eğitilebileceklerinin vurguyla belir­tilmesi gerçeği değiştirmez. Eğer her hangi bir ilkel grup asker uzmanlar olarak erkeklen değil de kadınlan eğitmeğe kalkmış­sa büyük bir yanlış yapmıştır. Böyle bir grup kesinlikle intihar etmiş olur çünkü bu konuda dünyanın hiç bir köşesinden ina­nılır tek bir örnek olay duyulmuş değildir.

Savaş bir topluluğun yaşamı sürdürme beklentisine erkek­ler ve kadınların yaptıkları katkının göreli değerini tersine çevi­rir. Savaşa hazır yetişkin erkek sayısını en çok artırmayı özen­dirmek suretiyle, savaş ilkel toplumları kadınların yetiştiril­mesini sınırlamaya zorlar. İşte çatışmanın kendisi değil ama bu olgu savaşı nüfus artışını denetlemenin etkili bir aracı ha­line getirir. Her Maring'in bildiği gibi, çatışma alanma çok sayı­da erkek göndererek onları orada tutmak suretiyle kendi ken­dilerine en çok yardım edenlere atalar da yardım ederler. Bu nedenle benim eğilimim daha çok şu görüşten yanadır ki or­manı korumak üzere, Maring'leri kadınlar yerine domuzlar ve erkekler yetiştirmeye yönlendirmesi ataların akıllı bir "oyun" udur.

İlkel savaşa yol açan pratik koşulları araştırmayı sürdü­rürken, benim hala göğüslemek zorunda olduğum soru, yerel grubun nüfusunu toprağın taşıma gücünün altında tutmak için neden daha az yeğin araçların kullanılmadığı sorusudur. Örne­ğin, eğer Tsembaga'lar sadece bir doğum kontrol tekniğiyle nü­fuslarını sınırlamış olsalardı bu onlar için ve aynı biçimde çev­re ortamları için daha iyi olmaz mıydı? Yanıt olumsuzdur, çünkü prezervatifin onsekizinci yüzyılda bulunmasından önce gebeliği önlemekte güvenli, görece zevk veren, ve etkili aletler hiç bir yerde kullanılmıyordu. Önceleri, çocuk öldürmenin dı­şında, nüfusu sınırlamanın en etkili "barışçıl" aracı çocuk dü­şürmeydi. Bir çok ilkel topluluklar zehirli karışımlar içmek suretiyle çocuk düşürme yollarını bilirler. Başka bazı topluluk­lar gebe anneye karnının çevresini kumaştan bir kemerle sıkıca sarmasını öğretirler. Yapılan başka her şey eğer sonuç vermez­se, sırtüstü yatan bir annenin karnı üzerine onun bir arkadaşı bütün gücüyle atlar. Bu yöntemler bir hayli etkilidirler, ama

bunların oğulcuğu öldürme sıklığına çok yakın bir oranda anne olacak kadını öldürme gibi sevimsiz bir yan etkisi vardır.

Gebeliği önlemenin ya da düşük yapmanın güvenli ve et­kili araçlarından yoksun olmalarından dolayı, ilkel topluluklar kurumsallaşmış bulunan nüfus kontrol araçlarını henüz yaşa­makta olan bireyler üzerinde odaklaştırmak zorunda kalırlar. Bu çabaların matıksal kurbanları çocuklardır bunlar ne denli küçük olurlarsa o denli iyi olur çünkü bir kez, direnemezler; İkincisi, onlara yapılan toplumsal ve özdeksel yatırım daha az­dır; ve üçüncüsü, bebeklerle olan duygusal bağları kesmek ye­tişkinler arasındakiler! kesmekten daha kolaydır.

Benim bu uslamlamamı ahlaka aykırı ya da "uygarlık dışı" bulan herkes^onsekizinci yüzyıl İngiltere'si üzerine yazılanları okumalıdır. Cinle sarhoş olmuş onbinlerce anne bebeklerini düzenli olarak Thames ırmağına attılar ya da onları çiçek has­talığı kurbanı olanların giysileriyle sarmaladılar, çöp varilleri­nin içine bıraktılar, sarhoşluğun şaşkınlıkları içinde onları çiğneyip ezdiler, ve başka biçimlerde bebeklerinin yaşamlarını ^dolaysız ya da dolaylı araçlarla kısaltmanın bir yolunu buldu­lar. Kendi zamanımıza gelince, ancak kendi erdemliliğimize keçi inadıyla bağlanmamızın inanılmaz bir kerteye varmasıdır ki, doğan her 1000 bebeğin ilk yıl içindeki ölüm oranının 250 ol­masının yaygın olduğu azgelişmiş uluslarda çocuk öldürme suçlarının hala evrensel bir boyutta işlendiğini kabul etmekten bizi alıkoymaktadır.

Maring'ler kötü bir durumdan gebeliği etkili biçimde ön­lemenin ve güvenli biçimde erken düşük yapmanın geliştiril­mesinden önce insanlığın çektiği evrensel boyutlu sıkıntıdan sıyrılmak için elden geleni yaparlar. Erkek çocuğu’ölümlerine •göre kız çocuğu ölümlerinin, daha yüksek oranda olmasını ya özendirirler ya da hoş görürler. Eğer kız bebeklere karşı ayrımcılık yapılmasaydı, bir çok erkek bebekler nüfus kontrolü ge­reksinmesi nedeniyle kurban edilirlerdi. Erkeklerin en çok sayı­da yetiştirilmesini özendiren savaş, erkek çocukların yaşamı .sürdürme oranının kız çocuklarınkinden daha yüksek olması72

nın nedenidir. Ya da özet olarak, savaş ilkel toplamların kız ev­latlar yetiştirmeyi göze alamadıkları zaman erkek evlatlar ye­tiştirmek için ödedikleri bedeldir.

İlkel savaşın incelenmesiyle varılan sonuca göre savaş, özel teknolojik, demografik, ve çevresel koşullarla bağlantıları içinde grubun duruma uyarlanma stratejisinin bir parçası ol­maktadır. İnsanlık tarihinde silahlı çatışmanın neden böylesine yaygın olduğunu anlamak için öldürücü imgesel içgüdülerden ya da sırrına erilmez veya kaprisli güçlerden yardım dilemek zorunda değiliz. Durum böyle olunca, insanlık savaştan sağ­layabileceği olası kazançtan daha çoğunu yitireceği için, bizim gruplararası çatışmaları çözmekte savaşın yerini başka bir araçın alacağı yolundaki umudumuz çok güçlüdür.

Yabanıl Erkek

Kız çocuklarının öldürülmesi erkek egemenliğinin açık be­lirtilerinden birisidir. Sanırım erkek egemenliğinin öteki belirti­lerinin köklerinin de silahlı çatışmanın ivedi pratik gereksin­melerine dayandığı gösterilebilir.

İnsanların cinsel hiyerarşilerini açıklamak üzere biz gene değişmez içgüdüleri vurgulayan kuramlarla yaşam biçimleri­nin değişken pratik ve dünyasal koşullara göre uyarlanabilirliğini vurgulayan kuramlar arasında bir seçim yapmak zorun­dayız. Benim eğilimim kadın özgürlüğü savunucularının "ana­tomi yazgı değildir" görüşünden yanadır ki bunun anlamı do­ğuştan gelen cinsel ayrımların ailesel, ekonomik, ve siyasal alanlarda erkeklerle kadınlar arasında^ayricalıkların ve iktidar­ların eşitsiz dağılımını açıklayamayacağı yolundadır. Kadın özgürlüğü savunucuları erbezlerine değil de yumurtalıklara sa­hip olunmasının zorunlu olarak değişik türde yaşam deneyle­rine yol açacağmı yadsıyor değildirler. Onlar, erkeklerin ve ka­dınların doğasında öyle bir şey vardır ki bu erkeklerin kadın­lara göre cinsel, ekonomik, ve siyasal ayrıcalıklardan daha bü­yük ölçüde yararlanmalarını kendiliğinden belirler, görüşünü yadsırlar.

Çocuk doğurmanın ve buna ilişkin özelliklerin dışında, toplumsal rollerin eşey ilkesine göre belirlenmesi erkeklerle ka­dınlar arasındaki biyolojik ayrımlardan otomatik olarak doğan bir sonuç değildir. Yalnızca insanın anatomi ve biyolojisine iliş­kin olguları bilmekle kadınların ikincil eşey oldukları yargısına varılamaz. Bu böyledir çünkü hayvanlar aleminde insan türü kalıtsal anatomik donanımı ile geçim ve savunma araçları ara­sında uygunluk bulunmayan tek türdür. Biz insanlar en büyük dişlere, en keskin pençelere, en zehirli sokuşa, ya da en kalın deriye sahip olduğumuz için değil, ama dişlerin, pençelerin, sokmaların ve derilerin işlevlerini sırf anatomik olan herhangi bir düzenekden daha etkili biçimde yerine getiren öldürücü alet ve silahlarla kendimizi donatmayı bildiğimiz için en tehlikeli bir türüz. Bizim biyolojik uyarlanmamızın asıl yolu anatomi de­ğil, kültürdür. Benim erkeklerin sırf daha uzun boylu ve daha iri yapılı olmaları nedeniyle kadınlara egemen olmalarını bek­lemem, sığırların ya da atların insan türünü yönetmelerini bek­lememi aşan bir beklenti değildir hayvanların ortalama bir kocaya göre ağırlık farkı kocanın karışma göre ağırlık farkın­dan otuz kat fazladır, Jnsan toplumlarmda, cinsel egemenlik daha iri olan ya da doğuştan öne çıkan cins tarafından değil, ama tersine savunma ve saldırı teknolojisini denetleyen cins ta­rafından kurulur.

Eğer benim bilgim yalnızca erkeklerin ve kadınların anato­misi ve kültürel yeteneklerine ilişkin bilgiyle sınırlı kalsaydı, savunma ve saldırı teknolojisi üzerinde denetimi daha büyük olasılıkla erkeklerin değil de kadınların ele geçireceklerini, ve eğer bir cins öteki üzerinde egemen olacaksa, erkekler üzerinde kadınların egemen olacağını öngörürdüm. Her ne kadar ben, özellikle de elle kullanılan silahlarla ilişkili olarak fiziksel iki biçimlilikden erkeklerin boy, ağırlık ve gücünün daha büyük .ol­ması çok etkilenirsem de, kadınların elinde bulunan ama er­keklerin ele geçiremeyecekleri bir şey bebeklerin doğumu, bakımı, ve beslenmeleri üzerinde kadınların sahip oldukları de­netim beni daha da derinden etkilemektedir. Başka deyişle, çocuk odası kadınların kontrolü altındadır, ve çocuk odasını kontrol ettikleri için de kendilerini tehlikeye sokacak bir yaşam biçimini potansiyel olarak değiştirebilecek güçtedirler. Erkek­lere karsı kadınların çok lehinde bir cinsellik oranı yaratmak üzere seçici bir savsama yapmaları onların ellerindedir. Ayrıca küçük erkek çocukları saldırgan değil edilgen davrandıkların­da ödüllendirmek suretiyle "erkeksi" erkeklerin gelişmesini sa­bote etme gücü de kadının elindedir. Ben kadınların çabalarını erkekler yetiştirmekte değil de dayanışmacı ve saldırgan ka­dınlar yetiştirmekte yoğunlaştırmalarını beklerdim. Bundan başka (ıer kuşak içinde az sayıda kalan erkeklerin utangaç, yu­muşak başlı, çok çalışkan, ve kendilerine lütfedilen cinsel iliş­kiler için de minnettar olmalarını beklerdim. Benim öngörümde kadınlar yerel grupların başkanlığını tekellerine alırlar, do­ğaüstü güçlerle olan şamanca ilişkilerden sorumlu bulunurlar­dı, ve Tanrı'ya (dişi anlamında) she denirdi. Son olarak, benim öngörümde çokkocalılık birkaç erkeğin cinsel ve ekonomik iş­lerini bir kadınm denetlemesi ideal ve en saygın evlilik biçimi olurdu.

Kadın egemenliği altmdaki bu tür toplumsal dizgeler ger­çekte ondokuzuncu yüzyılda yaşamış bulunan çeşitli kuramcı­lar tarafından insanlığın ilk durumu diye postulat (koyut) ko­nusu yapılmışlardır. Örneğin, görüşlerini Amerikalı antropo­log Lewis Henry Morgan'dan almış bulunan Friedrich Engels şuna inanmıştır ki çağcıl toplumlar bir anaerkil dönemden geç­mişler ve bu sırada soy yalnızca kadın soyunun doğrultusunda değerlendirilmiş ve kadınlar siyasal yönden erkeklere egemen olmuşlardır. Günümüzün bir çok çağcıl kadın özgürlüğü savu­nucuları bu söylenceye ve onun devam ettiğine inanmayı sür­dürmektedirler. Güya, ikincil erkekler bir araya gelmişler ve soya hükmeden kadınları iktidardan devirip silahlarını almış­lar, ve o zamandan beri de kadın cinsini sömürüp aşağılamak için komplo kurmaktaymışlar. Bu tür bir çözümlemeyi benim­seyen bazı kadınlar, erkek ve kadınların iktidar ve otoriteleri arasındaki dengenin ancak iki cins arasında yapılacak bir çeşit gerilla savaşma eşdeğerdeki bir askersel karşı komployla dü­zeltilebileceği görüşündedirler.

Bu kuramda yanlış bir şey var: Şimdiye değin hiç bir kim­se gerçek anaerkilliği temsil eden bir tek örnek olayı bile belge­leyebilmiş değildir. Amazonlara ilişkin eski söylenceler bir yana, böyle bir evre hakkındaki tek kanıt dünya toplumlarının aşağı yukarı yüzde 10 ila 15'inin akrabalık ve soy ilişkisini doğrudan doğruya kadınlara bağlamasıdır. Ama soyun kadına göre belirlenmesi ana egemenliği olmayıp soy akrabalığının anaya bağlanması demektir. Her ne kadar ana soyundan akraba gruplarında kadınların konumu oldukça iyi sayılırsa da, bura­da ana egemenliğinin temel özellikleri yoktur. Ekonomik, sivil, ve dinsel yaşama egemen olanlar kadınlar değil erkeklerdir, ve birkaç eşe aynı zamanda sahip olma ayrıcalığından yaralanan­lar da gene kadınlar değil erkeklerdir. Aile içinde baba asıl oto­rite kaynağı değildir, ama ana da bu otoriteye sahip değildir. Ana soyundan ailelerde otorite sahibi olan bir başka erkektir: bu ananın erkek kardeşidir (ya da ananın anasının erkek karde­şi veya ananın anasının kızkardeşinin oğludur.)

Savaşın yaygınlığı anaerkillik kehanetine dayanak olduğu öne sürülen mantığı yokediyor. Kuramsal olarak, kadınlar ken­dileri tarafından yetiştirilip toplumsallaştırılan erkeklere diren­me ve hatta onlara boyun eğdirme gücüne sahiptirler, ama bir başka köy ya da kabilede yetiştirilen erkekler değişik bir mey­dan okuma sergilerler. Her hangi bir nedenle erkekler gruplararası çatışmanın yükünü taşımaya başlar başlamaz, kadınlar kendi saldırgan erkeklerini çok sayıda yetiştirmekten başka bir seçenek bulamazlar.

Erkek egemenliği "pozitif geribesleme"yi, ya da adlandırıldığı üzere "sapmanın büyütülmesı'ni gösteren bir örnek olay­dır bu kendi sinyallerini toplayıp onları sonra daha da büyü­ten hoparlör sistemlerinin yaydığı cızırtılarla kafaların şişme­sine yol açan bir süreçtir. Erkekler ne denli saldırgan olurlarsa, savaşların sayısı o denli büyük olur, böyle erkeklere olan ge­reksinme de o denli artar. Gene, erkekler ne denli saldırgan olurlarsa, cinsel yönden onlar o denli saldırgan olurlar, kadınlar o denli çok sömürülürler, ve çokkarıhlık bir erkeğin birkaç eşe sahip olması olayı o denli artar. Bu kez de çok karılılık ka­dın kıtlığını yoğunlaştırır, genç erkekler arasındaki düş kırık­lığını çoğaltır, ve savaşa vönelme güdüsünü arttırır. Gelişme­ler dayanılmaz bir doruğa çıkar; kadınlar aşağılanırlar ve be­bek yaşındayken öldürülürler, bu ise yeniden saldırgan erkek­ler yetiştirmeleri amacıyla erkeklerin yeni eşler ele geçirmek üzere savaşa gitmelerini zorunlu kılar.

Erkek şovenizmi ile savaş arasındaki ilişkiyi anlamanın en iyi yolu kadın cinsini hor gören ilkel askersel özel bir grupun yaşam biçimlerini incelemektir. Bu amaçla Brezilya Venezüel­la sınırında yaşayan Amerikalı Kızılderili kabilelerden yakla­şık 10.000 nüfuslu bir grup olan Yanomamo'ları seçtim. Pennsylvania Devlet Üniversitesi'nden, Yanomamo'ları inceleyen başlıca etnograf olan Napoleon Chagnon onları "saldırgan insan­lar" olarak sınıflandırmaktadır. Onlarla ilişkiye girmiş bulunan bütün gözlemciler onların dünyadaki en saldırgan, en savaşçı, ve en erkek yanlısı toplumlar olduğunu kabul ederler.

Tipik bir Yanomamo erkeği olgunluk yaşma vardığında sayısız kavgaların, düelloların, ve askersel akınların bıraktığı yaralar ve yara izleriyle kaplı bulunur. Yanomamo erkekleri kadınları çok hor görmekle birlikte, gerçek ya da imgesel zina olaylarından dolayı ve eşler sağlama vaadlerinin tutulmamasından ötürü her zaman gürültülü kavgalara girişirler. Yano­mamo kadınları da yara bere izleriyle örtülüdürler, bunların büyük çoğunluğu kadınların ayartıcılarla, ırz düşmanlarıyla, ve kocalarla yaptıkları kavgaların sonucudur. Hiç bir Yanoma­mo kadını tipik düzeyde öfkeli olan, uyuşturucu kullanan Yanomamo'lu savaşçı kocanın yabanıl vasiliğinden kurtulamaz. Bütün Yanomamo erkekleri eşlerine fiziksel olarak kötü davra­nırlar. Kocalardan nazik olanları eşlerini sadece dövüp sakat bırakırlar; yabanıl olanları ise yaralayıp öldürürler.

Kocanın karısını korkutmasının en çok yeğlenen yolu ka­dının delinmiş kulak memelerinden geçirilmiş biçimde taktığı bambu çubuklarını hızla çekmekdir. Öfkelenmiş bir koca bu çekmeyi öylesine güçlü biçimde yapabilir ki kulak memesi yırtı­lıp açılır. Chagnon tarlada bulunduğu sırada, karısının zina yapmış olduğundan kuşkulanan bir erkek daha da ileri gitmiş karisinin her iki kulağını da kesip koparmıştır. Yakın bir köyde, başka bir koca bir palayla karısının kolundan kocaman bir et parçası kesmiştir. Adamlar karılarının kendilerine ve ko­nuklarına hizmet etmelerini ve bütün istekleri derhal ve itiraz­sız karşılamalarını beklerler. Eğer bir kadın isteğe yeterince ça­buk boyun eğmezse, kocası onu bir odunla dövebilir, palasıyla ona saldırabilir, ya da alevli bir odunla onun kolunu yakabilir. Eğer bir koca gerçekten öfkeliyse karısının baldırına ya da kal­çasına dikenli bir ok fırlatabilir. Chagnon'un kayda geçirdiği bir olayda, ok yolunu şaşırıp kadının midesine girmiş ve ölü­müne ramak kalmıştır. Paruriwa adında bir adam kendisini memnun etmekte karısı çok yavaş davrandığı için öfkeden ku­durmuş, eline geçirdiği bir baltayı ona doğru kaldırmış. Kadın birden başını eğip çığlık atarak ka ;mıştır. Paruriwa'nın fırlat­tığı balta onun başı üzerinden vızlayıp geçmiştir. O zaman adam palasıyla onun ardından gitmiş ve köy başkanınm mü­dahalesine fırsat kalmadan kadının elini ortasından yarıp aç­mıştır.

Ayrıca ortada hiç bir kışkırtma olmadan da kadınlara kar­şı şiddetin uygulandığı bir çok olay olmuştur. Chagnon'un düşüncesine göre bu davranış bir ölçüde erkeklerin öldürücü saldırı yapabileceklerini birbirlerine ispatlama gereksinmesiyle bağlantılıdır. Eğer herkesin önünde karısını sopayla döverse bu erkeklik "imajı'nı destekler. Kadınlar da sadece uygun gü­nah keçileri olarak kullanılırlar. Erkek kardeşine duyduğu öf­kenin acısını gerçekten çıkarmak için bir adam kendi karısını vurdu; yaşamsal önemde olmayan bir yerine nişan aldı, ama atılan ok yolunu şaşırdı ve kadını öldürdü.

Kocalarından kaçan kadınlar erkek akrabalarından ancak sınırlı bir destek bekleyebilir. Evliliklerin büyük çoğunluğu kızkardeşlerini değiş tokuş etmeyi kabul eden’erkekler arasında anlaşmaya bağlanır. Bir adamın kayınbiraderi onu en yakın ve en önemli akrabası olarak gözetir. Bu adamlar, birbirlerinin bu­run deliklerine sanrılayıcı toz üfleyerek, ve aynı hamakta bir­likte yatarak, bir arada uzun saatlar geçirirler. Chagnon tarafın­dan kaydedilen bir olayda, kocasından kaçan bir kadının erkek kardeşi öylesine öfkelenmiştir ki kocasıyla kurup yararlandığı dostluk ilişkisini bozması nedeniyle kızkardeşini baltasıyla ya­ralamıştır.

Yanomamo erkek egemenliğinin önemli bir yönü erkekle­rin sanrılayın ilaçlar kullanımında sahip oldukları tekeldir. Bu ilaçları almak suretiyle (bunların en yaygını bir cengel asmasın­dan elde edilen ebeue'dir), erkekler kadınların deneyemedikleri doğaüstü imgeler edinirler. Bu imgeler erkeklere şaman olma­larını, şeytanları ziyaret etmelerini, ve kötülük saçan güçleri denetlemelerini sağlar. Ayrıca burundan ebene çekilmesi adam­ların en ağır acıları duymaz hale gelmelerine, düellolar ve akın­lar sırasında korkularını bastırmalarına yardımcı olur. Az son­ra betimleyeceğim göğüs dövme ve odunla kafaya vurma yarışmaları sırasında sergilendiği gibi acı karşısında açıkça gö­rülen bağışıklık olasılıkla ilaçların ağrı kesen yan etkilerinden ileri gelmektedir. "Uyuşturucu etkisindeki” erkekler bayılma­larının ya da bilinç yitimine uğramalarının öncesinde korkunç bir görünüm ortaya koyarlar. Burunlarından yeşil sümük dam­lar, acayip hırıltılarla gürültü çıkarırlar, dört ayak üzerinde gibi yürürler, ve görünmez şeytanlarla konuşmalar yaparlar.

Yanomamo'lar, Yahudi-Hıristiyan geleneklerinde olduğu gibi, söylencel kökenleriyle erkek şovenizmini doğrularlar. On­lara göre, dünyanm başlangıcında ayın kanından oluşmuş sal­dırgan erkekler vardı. Bu ilk adamlar arasında adı Kanaborama olan birinin bacakları gebe kaldı. Kanaborama'nın sol bacağın­dan kadınlar meydana geldiler ve sağ bacağından da kadınsı erkekler ikili kavgalarda isteksizlik ve çarpışmalarda korkak­lık gösteren Yanomamo’lar doğdular.

Erkek egemenliği altında bulunan öteki kültürler gibi, Ya­nomamo'lar da aybaşı kanının kötü ve tehlikeli olduğunu dü­şünürler. Onlar ilk adetini gören bir kızı özel olarak bambudan yapılmış bir kafesin içine kilitlerler ve onu orada besinsiz yaşa­maya zorlarlar. Daha sonra, her aybaşı döneminde inzivaya çe­kilmeli ve evin karanlık bir yerinde yalnız başına çömelip otur­malıdır.

Yanomamo kadınları çocukluklarından itibaren hep zulüm görürler. Bir kız kendisine vuran küçük erkek kardeşine vurur­sa kendisi cezalandırılır. Oysa, herhangi bir kimseye vuran kü­çük erkek çocuklar asla cezalandırılmazlar. Yanomamo'lu baba­lar dört yaşındaki öfkeli oğulları tarafından suratları tokat­landığında keyiflenip kahkaha atarlar.

Etnograf Chagnon'un Yanomamo'nun eşey rollerine iliş­kin betimlemesinin bir parça kendi erkeksi yan tutmasını yan­sıttığını düşündüm. Neyse ki, Yanomamo'lar bir kadın tarafın­dan da incelenmişlerdir. Chicago Üniversitesinden Profesör Judith Shapiro da Yanomamo kadınlarının aslında edilgin bir rolde bulunduklarını vurgular. Onun bildirdiğine göre evlilik söz konusu olunca, erkekler kesinlikle değiş tokuş edenler, ka­dınlarsa değiş tokuş edilenlerdir. Yanomamo dilindeki evlilik deyimini "bir şeyi zorla sürükleme" ve boşanmayı da "bir şeyi fırlatıp atma" olarak çevirmiştir. Kızların sekiz ya da dokuz yaş­larında artık kocalarına hizmet vermeğe başladıklarını; onların yanıbaşlarında uyuduklarını, onların peşinden ayrılmadıkları­nı, ve yemeklerini hazırladıklarını anlatır. Bir adam sekiz ya­şındaki geliniyle bile cinsel ilişkiye girişebilir. Dr. Shapiro’nun tanık olduğu ürküntü veren sahnelerde küçük kızlar atanmış kocalarından uzaklaştırılmaları için akrabalarma yalvarırlar. Olayın birinde, isteksiz gelinin kendi akrabaları tarafından bir yana, kocasının akrabaları tarafından öbür yana çekilirken kol­ları yuvalarından çıkarıldı.

Chagnon’un belirttiğine göre Yanomamo kadınları kocaları tarafından hırpalanmayı beklerler ve eş olma statülerini kocala­rından yedikleri küçük çaplı dayakların sıklığıyla ölçerler. Bir gün o bir raslantı sonucu iki genç kadının kendi kafa derilerin­deki yara izleri konusunda yaptıkları tartışmayı izledi. Onlar­dan biri bir başkasının kocasının karısının kafasına böylesihe sıklıkla vurduğuna göre onu gerçekten çok beğeniyor olmalıdır diyordu. Dr. Shapiro kendisiyle ilgili olarak kendisinin yarasız beresiz olmasının Yanomamo kadınlarına bir kaygı kaynağı gibi göründüğünden söz eder. Onların "kendileriyle birlikte bu­lunduğum adamların benimle gerçekten yeterince ilgilenmedik­lerine" karar verdiklerini söyler. Biz Yanomamo kadınlarının dövülmeyi istedikleri sonucunu çıkaramayız, ama onların dö­vülmeyi beklediklerini söyleyebiliriz. Onlar için kocaların daha az gaddar oldukları bir dünyayı imgelemek güçtür.

Yanomamo’nun erkek şovenliği sendromunun kendine öz­gü yoğunluğunu en iyi gösteren olay, dayanma güçlerinin son sınırına dek birbirini hırpalamaya çalışan iki adamı gerektiren düellolardır. Göğüs dövüşü bu karşılıklı cezalandırmanın çok benimsenen biçimidir.

Bağıran, dövüşen bir erkekler kalabalığı, kırmızı ve siyah desenlerle boyanmış vücutlar, saçlarına yapıştırılmış beyaz tüyler, yukarıya karınlarına doğru iple bağlanmış olarak teşhir edilen penisler düşünün. Erkekler yaylar ve oklarla, baltalarla, sopalarla, ve palalarla, takırtı ve çatırtılı sesler çıkararak birbir­lerini tehdit ederler. Bir Yanomamo köyünün orta yerinde, ko­nukları ağırlayanlar ve konuklar olmak üzere ikiye ayrılmış durumda toplanmış bulunan adamlar, gerilerde daire biçimin­deki kocaman komünal yapının saçakları altında bekleşen karı­ları ve çocukları tarafından kaygıyla izlenirler. Ağırlayanlar ko­nukları bahçelerden hırsızlık yapmakla suçlarlar. Konuklar kendilerini ağırlayanların cimri olduklarını  ve en iyi besinleri kendilerine sakladıklarını bağıra bağıra anlatırlar. Konuklara veda armağanları daha önce verilmiş bulunduğuna göre, acaba onlar evlerine neden dönmüyorlar? Ağırlayanlar artık konuk­lardan kurtulmak üzere onları bir göğüs dövüşü düellosuna çağırırlar.

Ağırlayan köyden bir savaşçı köy alanının ortasına doğru ilerler. O bacaklarını  yana açar, ellerini gerisinde tutar, ve göğ­sünü karşı grupa doğru kabartır. İkinci bir adam konuklar ara­sından ileri fırlar ve arenaya girer. O düşmanını sakince süzer ve onu duruş değiştirmeye zorlar. Hedef olan kişinin sol kolu­nu başının üzerinde duracak biç;mde büker, yeni duruşu de­ğerlendirir, ve son bir düzeltme yapar. Düşmanın gereken du­rumu alması üzerine, konuk tam kol mesafesinde durur, sert­leştirilmiş toprak zemin üzerinde açtığı yere ayağını sıkıca yerleştirir, mesafeyi ayarlayıp dengesini denetlemek için ardı ardına sanki vuracakmış gibi davranır. Sonra, bir beyzbol atıcı­sı gibi geriye doğru eğilerek, bütün gücünü ve ağırlığını sıkıl­mış yumruğunda toplar ve hedef aldığı kişinin göğsüne me­mesi ile omuzu arasındaki bir yere vurur. Darbeyi yiyen adam güçlükle kalkıp sendeleyerek yürür, dizleri bükülür, başı titrer, ama ses çıkarmaz ve yüzü anlamsızdır. Onun yandaşları yır­tınarak çığlık atarlar, "Bir kez daha !" Sahne yinelenir. Darbe so­nucu göğüs adalesi adamakıllı şişmiş olan ilk adam gene ilk konumuna girer. Düşmanı onun duruşunu düzeltir, mesafeyi ayarlar, geriye eğilir, ve aynı yere ikinci bir darbeyi indirir. Dar­beyi alan adam dizleri bükülerek yere yıkılır. Saldırgan utku belirterek kollarını başının üzerinde sallar, ve kurbanın çevre­sinde dans eder, azgınca hırıltılarıyla gürültüler çıkarır ve öyle­sine hızlı devinir ki ayakları kalkan tozda nerdeyse görünmez olur, öte yandan onun çığlıklar atan yandaşları ağaç silahlarıy­la toptan takırtı sesleri çıkarırlar ve çömelmiş durumdan kal­kıp hoplayıp zıplamağa başlarlar. Yıkılan adamın arkadaşları daha çok ceza alması için onu kışkırtırlar. O aldığı her darbe­nin bir karşılığını verebilecektir. O ne denli çok darbe alırsa, o denli çok darbe vurabilecek ve sonunda düşmanmı kötürüm etme ya da pes ettirme olasılığı da o denli artacaktır. Aldığı iki yeni darbeden sonra ilk adamın göğsü şişmiş ve kızarmıştır. Yandaşlarının çılgınca homurtuları arasında, artık dayanama­yacağı işaretini verir, düşmanının hakkı neyse alması için sal­dırıyı durdurmasını ister.

Betimlediğim bu özel sahne Napoleon Chagnon'un görgü tanıklığına dayanır. Öteki bir çok göğüs dövüşü düelloları gibi, bu da bir grubun ötekine üstün gelmeğe başladığı andan itibaren şiddetin tırmanmasına yol açmışdır. Ağırlayan gru­bun kullanabileceği başka göğüsler kalmamıştır ama barış gö­rüşmelerine başlamağa isteksizdirler. Bu nedenle konukları bir başka tür düello için çağırıp onlara meydan okumuşlardır: Yandan tokatlama. Bu kıpırdamadan ayakta dururken sizin düşmanınızın kaburgalarınızın hemen altına açık elle vurma­nız demektir. Bu bölgeye indirilen darbeler bir insanın diyafra­mını felce uğratır, ve kurban nefesi kesilerek bilinçsizce yere yı­kılır. Bu özel olayda, yerlerde tozlar içinde yüzükoyun yatan en sevilen arkadaşların bu görünümü çok geçmeden her iki tarafı deliye çevirmiş, ve her iki yanda adamlar zehirli bambu uçla­rıyla oklarını donatmaya başlamışlardır. Hava kararıyordu, kadınlar ve çocuklar bağırtılarla ağlayışa geçmişlerdi. Sonra onlar kendilerine koruyucu bir perde oluşturan adamların ar­kasına koştular. Soluk soluğa kalmış ağırlayıcılar ve konuklar alanm orta yerinde karşı karşıya geldiler. Chagnon bir sıra ok­çunun arkasından olayı izliyordu. Yoğun bir rahatlama duygu­su içinde, konukların alev alev yanan çıralı meşaleleri birden kaparak köyden yavaş yavaş uzaklaştıklarını ve ormanın ka­ranlığına daldıklarını gördü.

Kimi zaman göğüs dövüşü düellolarının tırmanışında bir ara aşama bulunur. Hasımlar yumruklarında taşlar tutarlar ve bunlarla yaptıkları vuruşların karşıtlarında açtığı yaralardan kanlar saçılır. Ağırlayan grubun ve bağlaşıklarının birbirlerini eğlendirmelerinin bir başka yolu bir çeşit pala düelloları dü­zenlemeleridir. Karşıt çiftler bıçağın yassı yüzüyle sırayla bir­birlerine vururlar. Hafif bir kayma bile ciddi bir yaralanmaya ve başka yeğin çatışmalara yol açar.

Daha sonraki en yüksek şiddet düzeyi sopa dövüşüdür. Birisine özel bir kin besleyen bir adam hasmına meydan okur ve iki buçuk-üç metre uzunluğunda bir bilardo sopası biçimin­deki bir sırıkla kafasına vurması için çağrı yapar. Meydan okuyan adam kendi sırığını yere saplar, ona dayanır, ve başmı eğer. Onun hasmı kendi sırığını ince ucundan tutar, ağır olan tarafıyla sunulan kafanın üzerine kemik parçalayan bir güçle vurur. Bu darbeye dayanabilmiş olan adam hasmına hemen aynı biçimde vurma hakkını elde eder.

Chagnon'un yazdığma göre tipik Yanomamo kafası uzun çirkin yara izleriyle kaplıdır. Eski zamanların PrusyalIları gibi, Yanomamo'lar da düelloların bıraktığı bu izlerden övünç du­yarlar. Yara izlerini görünür halde tutmak için başlarının tepe­sini traş ederler ve her yara izi açıkça ortaya çıksın diye traş edilen alanı kırmızı boya maddeleriyle boyarlar. Eğer bir Yano­mamo erkeği kırk yaşını bulursa, başında birbirini çaprazlama kesen yirmi kadar geniş yara izi görülebilir. Yukarıdan bakılın­ca, diyor Chagnon, bir eski sırık düellocusunun başı "bir yol haritasına benzer."

Aynı köyün erkekleri arasındaki Düellolar komşu köyler­den erkeklerle yapılanlar kadar yaygındır. Hatta yakın akraba­lar bile anlaşmazlıklarını çözmek için silahlı çatışmaya sıklıkla başvururlar. Chagnon en azından bir baba ile oğlu arasındaki bir çatışmayı gözlemlemiştir. Genç adam babasmın olgunlaş­sınlar diye yükseğe astığı muzları yemişti. Hırsızlık anlaşılın­ca, baba öfkelendi, evinin çatı kirişleri arasından bir sırığı çe­kip aldı, ve onu oğlunun kafasında parçaladı. Oğulun kendisi de bir sırık ele geçirdi ve babasına saldırdı. Bir anda, köydeki herkes yanlardan birini tutarak bir başkasına saldırıya geçti. Kavga genelleşince, amaç yozlaştı, sonuçta bir çoklarının par­makları ezildi, omuzları ve kafatasları yara bere içinde kaldı. Her hangi bir düello sırasında kavgayı izleyenler çok fazla kan aktığını görür görmez böyle kavgaların çıkması olasıdır.

Yanomamo'lar kavgalarda toptan ölüme değin tırmanma­yan bir üst çatışma biçimini de bilirler mızrak kavgası. Onlar iki metre uzunluğunda soyulmuş körpe dallardan mızraklar yaparlar, onları kırmızı ve siyah desenlerle süslerler, ve uzun uçlarını keskinleştirirler. Bu silahlar ciddi yaralar açabilirler ama ölümcül sonuçlar doğurmakta oldukça yetersiz kalırlar.

Savaş Yanomamo'ların yaşam biçimini anlatan temel olay­dır. Yanomamo'lar, Maring'lerden farklı olarak, güvenli her hangi bir ateşkes düzenleme olanağından yoksun görünürler. Onlar komşu köylerle bir dizi bağlaşıma girerler, ama gruplararası ilişkiler sonu gelmez güvensizliklerin, kötü niyetli söylen­tilerin, ve ustaca hazırlanmış hainliklerin etkisiyle bozulur. Ben bağlaşıkların şölenlerinde birbirlerine ne tür eğlenceler sun­duklarına ilişkin bilgileri daha önce verdim. Bu olayların dost­lukları güçlendirmesi beklenir, ama bağlaşıkların en iyileri bile her bir grubun bağlaşıma katkısının değerine ilişkin hiç bir kuşku bırakmamak için yabanıl ve saldırgan bir biçimde davra­nır. Bir sözde dostluk şöleni sırasında sürüp giden kasıntılı yü­rüyüşler, böbürlenmeler, ve cinsel gösterilerden dolayı, son ko­nuk evine dönünceye değin sonucun ne olacağı kestirilemez. Şölene katılanların hepsi de gayet iyi bilirler ki bazı çok ünlü olaylarda ya konuk ağırlayan köyler konuklarını öldürme kas­tıyla planlar hazırlamışlar ya da konuklar, böyle bir olasılığı sezinleyerek, ağırlayanları öldürmeyi planlamışlardır. 1950’de az önce betimlediğim göğüs dövüşü düellosunda evsahipliği yapan köyün bir çok insanları ünlü bir hıyanet şöleninin kurba­nı oldular. Onlar yeni bir bağlaşım kurmak amacıyla köylerin­den kalkıp iki günlük yürüyüş mesafesindeki bir köye gitmiş­lerdi. Evsahipleri sanki her şey yolundaymış gibi onların dans etmelerini sağladılar. Daha sonra konuklar dinlenmek üzere eve girdiler, ve baltalarla ve sopalarla saldırıya uğradılar. Oniki adam öldürüldü. Canını kurtaranlar köyden kaçarlarken or­manda saklanmış olan bir grubun yeniden saldırısına uğradı­lar. Başka bir çok adam öldürüldü ve yaralandı.

Yanomamo'lar hainlik konusunda hep kaygılıdırlar; onlar insanlar ve kaynaklarla ilgili bir takım ortak çıkarlar nedeniyle değil de askersel varlığın iniş çıkışlarındaki son duruma göre bağlaşımlar kurarlar. Eğer bir köy ağır bir askersel yenilgiye uğrarsa, sıklıkla saldırıya, hatta eski bağlaşıklarının saldırısına uğrayabilir. Çatışmada bir çok erkeğini yitirmiş olan bir köyün en büyük umudu bağlaşıklarıyla birlikte yaşamasıdır. Ama hiç bir grup duygusal nedenlerle sığınma hakkı tanımaz. Geçici ol­arak sağlanan besin ve güvenlik karşılığında, bağlaşıklar yeni­len grubun kadınlarını armağan olarak alırlar.

Tuzaklar, hıyanet şölenleri, ve şafakta yapılan gizli akınlar bunlar Yanomamo savaşının özgün yöntemleridir. Onlar bir kez böbürlenme aşamasını geçtiler mi, artık onların ereği ken­dileri hiç bir kayıp vermeden olabildiğince çok sayıda düşman erkeği öldürüp düşman kadınları tutsak almaktır. Bir akın sıra­sında, Yanomamo savaşçıları geceleyin düşmana gizlice yakla­şırlar, ışık yakmazlar, ıslak cangılm karanlığında titreyerek şafağı beklerler. Aşırı cesurca bir eylemde, bir savaşçı düş­man köyüne sızabilir ve hamakta uykuda olan birini öldürebi­lir. Başkaca, akıncılar ırmaktan su taşımak için kadınlarıyla birlike ortaya çıkan erkekleri öldürmekle yetinirler. Eğer düş­man tetikte ise ve yalnızca büyük gruplar halinde dolaşıyorsa, o zaman akıncı grup köyü gelişi güzel bir biçimde ok yağmu­runa tutar ve sonra sonuçları öğrenmeyi beklemeden evlerine doğru kaçarak çekilir. Chagnon o bölgede bulunduğu sırada, bir köy onbeş ay içinde yirmibeş kez akma uğradı. Chag­non'un bu koşullar altında yaşamı sürdürme yeteneği çok dikkate değer bir etnograf olarak onun bu beceri ve cesurlu­ğuna büyük hayranlık duyulur.

Yanomamo’lar neden böylesine çok dövüşüyorlar? Profe­sör Chagnon'un kendisi de doyurucu nedenler sunmuş değil­dir. Aslında o Yanomamo'ların ileri sürdükleri açıklamayı be­nimser. Onların dediklerine göre düelloların, akınların, ve öteki şiddet olaylarının büyük bölümünün dayandığı neden kadın­larla ilgili anlaşmazlıklardır. Kesinlikle kadın kıtlığı söz konu­sudur. Erkeklerin dörtte birinin çarpışmalarda ölmelerine kar­şın, erkeklerin sayıca kadınları geçme oranı 120'ye 100’dür. Durumu daha da kötüleştiren olgu, yabanıllıkta özel bir ün sa­hibi olan şeflerin ve başkalarının aynı anda dört ya da beş ka­rıyla evlenmeleridir. Genelde, erkeklerin yaklaşık yüzde 25’inin iki ya da daha çok karısı vardır. Babalar ya teveccühlerini ka­zanmak ya da kendi evliliklerinin karşılığını ödemek üzere kendi küçük kızlarını kıdemli saygın kişilere yavukladıkları için, köyün cinsel yönden gelişmiş bütün kadınları evlidirler.

Bu durum bir çok genç erkeği zina dışında karşı cinsten doyum sağlamanın her kaynağından yoksun bırakır. Yabanıl­laşacak genç erkekler küstürülmüş ya da yıldırılmış evli ka­dınlarla akşamları randevulaşırlar. Ertesi sabah, bir çok insan­lar dışkı ve idrarlarını boşaltmak için köyü terk ettiklerinde, cangılın örtüsü altında buluşurlar.

Yanomamo'da bir koca karılarından birini erkek kardeşleri ve arkadaşlarıyla memnunlukla paylaşır. Ama karı ödünç verme yoluyla kadın elde eden erkekler kendilerini kocaya kar­şı borçlu duruma sokarlar ve borçlarını ona ya hizmet ederek ya da savaşta tutsak ettikleri kadınlarla öderler. Ünlü olmak is­teyen bir genç adam kendisini bağımlılık altına sokmamalıdır; bunun yerine köyün evli kadınlarını baştan çıkarmayı ve onla­rı gizli ilişkilere zorlamayı yeğler. Yanomamo kızları daha ay­başı görme çağma bile girmeden yavuklandıkları için, bütün genç Yanomamo erkekleri komşularının karılarına eylemli ola­rak göz dikerler. Yanomamo'lu kocaların bir randevuyu ortaya çıkardıklarında çok öfkelenmelerinin nedeni, pek öyle cinsel kıskançlıktan dolayı değil ama zina işleyen erkeğin kocanın kaybını armağanlar ve hizmetlerle karşılaması zorunluğudur.

Düşman köylerine yapılan akınlar sırasında kadınların tutsak edilmesi Yanomamo savaşının başlıca amaçlarından bi­ridir. Başarı kazanan bir akıncı grubun savaşçıları kovalanma­dıklarını anlar anlamaz zor kullanıp tutsak kadınlarla toplu cin­sel ilişkiye girerler. Akıncılar köylerine ulaştıklarında, kadınla­rı evde kalmış olan adamlara verirler ve ardından da bunlar kadınlarla toplu cinsel ilişkiye girerler. Daha sonra çekişe çe­kişe yapılan çetin pazarlık ve tartışmaların ardından, savaşçı­lar tutsakları belli savaşçılara karı olarak atarlar.

Yanomamo topraklarından gelen en korkunç öykülerden biri, daha on yaşındayken bir Yanomamo akıncı grubu tarafın­dan yakalanan Brezilyalı bir kadının, Helena Valero'nun anlat­tığı öyküdür. Yakalanmasından kısa bir süre sonra onu yaka­layan adamlar kendi aralarında dövüşmeye başladılar. Bir grup ötekini bozguna uğrattı, başlarını kayalara çarparak bü­tün küçük çocukları öldürdü, ve sağ kalan kadınları evlerine doğru yürüttüler. Helena Valero çocukluk ve gençlik yıllarının büyük bölümünü yeniden yakalanmcaya değin bir grup akıncı­nın elinden kaçmakla, sonra yeniden kaçmakla, ormanda kendi­sini izleyenlerden gizlenmekle, ve tekrar yakalanıp değişik koçalara verilmekle geçirdi. Ucu zehirli oklarla iki kez yaralandı ve sonunda Orinoco Irmağı üzerindeki bir misyoner yurduna kaçmayı başarmcaya değin birkaç çocuk doğurdu.

Kadın kıtlığı, çocukların yavuklanmaları, zina, çok karılı­lık, ve kadınların tutsak alınması bütün bunlar cinselliğin Ya­nomamo savaşının nedenine işaret eder gibidir. Ne var ki ben burada bu kuramın açıklayamadığı can sıkıcı, çetin bir olguyu buluyorum: kadın kıtlığı yapay olarak yaratılıyor. Yanomamo'lar yalnızca seçtikleri savsama yollarıyla değil ama belirli cinayet eylemleri yoluyla da kız bebeklerin büyük bir oranını düzenli bir biçimde öldürüp yokederler.

Erkekler doğan ilk çocuklarının erkek olmasını isterler. Ka­dınlar bir erkek çocuk verebilinceye değin kendi kız çocuklarını öldürürler. Daha sonra, her iki cinsten çocuklar öldürülebilir. Yanomamo kadınları bebeklerini bitki saplarıyla boğarak, bebe­ğin boğazı üzerine konan bir sopanın iki ucuna bastırarak, be­beğin başını bir ağaca çarparak, ya da bebeği bir cangıl'ın top­rağına kendi başma bırakarak öldürürler. Çocuk öldürmenin ve daha iyicil biçimleriyle cinsel seçmenin açık sonucu çocuklar arasındaki cinsellik oranının 154 erkeğe karşı 100 kız çocuk ol­masıdır. Kendilerine bir eş edinmek için erkeklerin katlanmak zorunda kaldıkları güçlükler dikkate alındığında her halde on­ları bütün zevk ve çabalarının gerçek kaynağını yoketmeğe sevk eden çok büyük bir gücün cinsellikten başka ve ondan daha üstün bir gücün varolduğunu kabul etmek gerekiyor.

Yanomamo topraklarındaki çocuk öldürmenin ve savaşın insana şaşkınlık veren özelliği nüfus baskısı yokluğunun açık­ça görülmesi ve göründüğü kadarıyla kaynakların çok bol ol­masıdır. Yanomamo'lar başlıca besinsel kalori kaynaklarını kendi orman bahçelerinde yetişen plantain'lerden[5] ve muz ağaçlarından sağlarlar. Maring'ler gibi, onlar da bu bahçeleri yapmak için ormanı yakma gereğini duyarlar. Ama muzlar ve plantain'ler Hint yerelmasına ve tatlı patatese benzemezler. On­lar birim işgücü girdisine karşılık art arda bir çok yıllar bol ürünler veren kalımlı bitkilerdir. Yanomamo'lar dünyanın en büyük tropikal ormanının ortasında yaşadıkları için, ormanı çok küçük çapta yakmaları "ağaçları yemek" tehlikesini pek ya­ratmaz. Tipik bir Yanomamo köyünde ancak 100 ila 200 kişi bu­lunur ki bu nüfus başka yere göç zorunda kalmaksızın yakın­lardaki bahçeliklerde yeterince muz ve plantain'i kolaylıkla yetiştirir. Ne var ki Yanomamo köyleri sürekli devinim halinde­dirler, bölünürler ve 'kes ve yak' yöntemini uygulayan öteki Amazon ormanı insanlarından çok daha büyük bir hızla bahçe­lerini değiştirirler.

Chagnon'a göre onlar bu denli sıklıkla bölünüp devinirler çünkü kadınlar yüzünden dövüşürler ve sürgit savaş halinde­dirler. Kanımca, bu denli sıklıkla devindikleri içindir ki kadın­lar yüzünden dövüşürler ve sürgit savaş halindedirler, demek gerçeğe daha yakın olur. Yanomamo'lar tipik 'kes ve yak'çılık yapan bahçe tarımcıları değildirler. Onların ataları göçebe avcı­lar ve toplayıcılardır ki onlar büyük ırmakların uzağında kü­çük dağınık öbekler halinde yaşarlar ve onların başlıca geçim­lik besin kaynaklarını yabanıl orman ürünleri oluşturur. Şundan emin olabiliriz ki onlar ancak yakın denebilecek za­manlarda başlıca besinleri olarak muzlar ve plantain'lerden ya­rarlanmaya başladılar, çünkü bu bitkiler Yeni Dünya'ya Porte­kizliler ve İspanyollar tarafından getirildi. Yakın zamanlara değin, Amazon'daki Amerikalı Kızılderili toplulukların başlıca merkezleri büyük ırmaklar ve onların kolları boyunca kuruldu­lar. Yanomamo'lar gibi kabileler, ülkenin iç kesimlerinde yaşa­dılar ve büyük sürekli köylere ve kendilerini çok devingen kı­lan kanolara sahip bulunan ırmak insanlarının gözünden uzak kalmayı başardılar. Büyük Kızılderili ırmak köylerinin sonun­cuları ondokuzuncu yüzyılın bitimine doğru kauçuk ticaretinin ve göçmen Brezilyalı ve Venezüellahların yayılmalarının bir so­nucu olmak üzere yıkıldılar. Amazon'un geniş alanlarında ya­şamı sürdürebilen Kızılderililer yalnızca "yaya" Kızılderililer oldular ki bunların göçebe yaşam biçimi onları beyaz adamm toplarından ve hastalıklarından korudu.

Günümüze değin Yanomamo'lar kendi yakın geçmişlerin­deki "yaya" Kızılderili yaşam biçimlerinin çok açık işaretlerini sergilemişlerdir. Şimdi başlıca yerleşim alanları Orinoco ve Mavaca ırmaklarının kıyılarında ya da yakınlarında bulunmak­la birlikte, kano yapmayı ya da kürek kullanmayı bilmezler. Anılan sular genellikle balık ve öteki su hayvanları bakımından zengin olmakla birlikte, nerdeyse hiç balık tutmazlar. Plantain yemeği en iyi kaynatılarak hazırlandığı halde, onlar yemek pi­şirme kapları yapma bilgisinden yoksundurlar. Ve nihayet taş balta yapmayı da bilmezler, oysa şimdi plantain bahçeleri yap­ma işinde çelik baltalara bağımlıdırlar.

Yakın Yanomamo tarihinin biraz kurgusal bir öyküsünü anlatmak isterim. Venezüella ile Brezilya arasındaki uzak dağ­larda yaşayan göçebe Yanomamo'lar muz ve plantain bahçele­riyle deneme yapmaya başladılar. Bu ürünler kişi başına dü­şen besin kalorileri miktarında büyük bir artış sağladılar. Bu­nun sonucunda, Yanomamo'nun nüfusu da artmaya başladı bugün onlar bütün Amazon havzasındaki en kalabalık Kızıl­derili gruplarından birisidirler. Ama plantain ve muzların dik­kati çeken bir eksikliği vardır: herkesçe bilindiği gibi protein­lerden yoksundurlar. Geçmişte, Yanomamo'lar, göçebe avcılar olarak, protein gereksinmelerini orman hayvanlarım yiyerek kolayca karşılamışlardı, o hayvanlar arasında tapir, geyik, gö­bekli domuz, karıncayiyenler, armadillo'lar, maymunlar, pakalar, aguti’ler, timsahlar, kertenkeleler, yılanlar, ve su kap­lumbağaları bulunurdu. İnsan nüfusunun yoğunluğunu güçlü bahçe ürünlerinin arttırması üzerine, bu hayvanlar hiç görülme­miş bir yoğunlukta avlandılar. Bilindiği gibi, orman hayvanları yoğun avcılığın etkisiyle ya kolaylıkla yok olurlar ya da uzakla­ra sürülürler. İlişki öncesi zamanlarda yoğun nüfuslu Amazon kabileleri ırmaksal alanlarının balıklarından yararlanarak ben­zer bir sonuçtan kurtuldular. Oysa, Yanomamo'lar bunu başa­ramadılar.

Amazon uzmanları Jane ve Eric Ross'un düşüncelerine göre Yanomamo köyleri arasındaki sürekli bölünmeyi ve kav­gaları kösnül taşkınlıklar değil, protein kıtlıkları açıklamakta­dır. Bu görüşe katılıyorum. Yanomamo'lular "ormanı yemiş­ler" ağaçlarını değil, ama hayvanlarını yemişler ve bundan dolayı artan savaş, hainlik, ve çocuk katilliği , ve barbar bir seks yaşamı biçiminde ortaya çıkan sonuçların acısını çekiyor­lar.

Yanomamo'ların açlık hakkında iki sözcükleri var birisi boş bir mideyi belirtir, oysa öteki şiddetle et isteyen dolu bir mideyi belirtir. Ete duyulan açlık Yanomamo şarkı ve şiirinin değişmez bir temasıdır, ve et Yanomamo şöleninin odak nok­tasıdır. Helena Valero'nun tutsaklık öyküsünde, bir Yanomamo'lu kadının bir erkeği sindirebildiği ender yollardan biri onun bir avcı olarak beceriksizliğinden yakınmasıdır. Avcılar avdan elleri boş dönmemek için köylerinden gittikçe daha uzaklara uzanmak zorundadırlar. Önemli sayıda büyük hay­vanlarla geri dönmek için on ila oniki gün süren av seferleri ya­pılmasına gerek vardır. Chagnon'un kendisi av seferine katılanları bile beslemeye yetecek miktarda et elde etmeksizin içinde "on yıllarca avlanma yapılmamış" bir bölgede beş gün süren bir av seferine katıldığından söz eder. Bir tipik Yanomamo köyü en yakın komşusundan bir günlük yürüyüş mesafesin­den daha yakın olduğu için, büyük seferlerde ister istemez kendilerinkinden başka köylerce kullanılan avlanma alanlarının -içinden defalarca geçilir. Bu köyler aynı kıt kaynak için reka­bete girerler, ve kıt olan bu kaynak kadınlar değil ama protein kaynağıdır.

Yabanıl erkek bilmecesi için ben bu çözüm yolunu yeğle­rim çünkü bu Yanomamo kadınlarının erkek bebeklerden daha çok kız bebekleri öldürmek suretiyle kendilerinin sömürülmelerine aktif olarak neden katkıda bulunduklarını  pratik olarak açıklar. Yanomamo erkeklerinin oğulları kızlara yeğledikleri doğrudur. Erkek çocuklar yetiştirmediği için kocasını düşkırıklığına uğratan bir kadın kuşkusuz onun gözünden düşer ve daha çok dayak yeme riskine girer. Ama kanımca Yanomamo kadınları, eğer kendi çıkarlarına uygun olsaydı, erkeklere karşı kadınları kayırmak üzere cinsellik oranını tersine çevirebilirler­di. Kadınlar köyden uzakta ormanda doğum yaparlar, orada başka hiç kimse bulunmaz. Bu demektir ki onlar ilk oğullarının doğumundan sonra çocuk öldürdüler diye bir cezaya çarpılma­dan erkek çocukları seçip yokedebilirler. Ayrıca, onlar kocaları tarafından durumun anlaşılması ya da öç alınması riski olmak­sızın bütün erkek çocuklarını bakımsız bırakarak öldürme yo­lunu uygulamak için sayısız olanaklara sahiptirler.

Ben kadınların Yanomamo'ların çocuk odalarında cinsellik oranları üzerindeki egemen denetimlerini nasıl yürütebildikle­rinin en azından iyi bir örneğini açıklayabilirim. Chagnon'un dediğine göre bir gün o "tombul, iyi beslenmiş genç bir anne"nin bir bebek tarafından kolaylıkla yenebilecek bir yemek (olasılıkla plantain lapası) yediğini gördü. Kadının yanındaki "bir deri bir kemik kalmış, kir pas içinde, ve nerdeyse açlıktan ölecek" iki yaşındaki oğlu bu lapadan bir parça almak için ona uzanıp duruyordu. Chagnon anneye bebeğini neden beslemedi­ğini sordu, ve anne bebeğin bir süre önce kötü bir ishale tutul­duğunu ve emzirmeyi kestiğini anlattı. Bundan dolayı, annenin sütü çekilmiş ve bebek sütsüz kalmıştı. Annenin dediğine göre, başka besinler de yararsızdı, çünkü "bebek o değişik be­sinleri yemesini bilmiyordu." Sonra Chagnon "kadının yemeği­ni çocuğuyla paylaşmasını” ısrarla istedi. "Bebek yemeği yutarcasına yedi," böylece Chagnon "kadının bebeği aç bırakarak yavaş yavaş ölmeye terk ettiği" sonucuna vardı.

Erkek çocuklardan çok kız çocuklarının öldürülüp bakım­sız bırakılmasının kılgısal nedeni sadece erkeklerin kadınları böyle davranmaya zorlamaları olamaz. Az önce verdiğim örne­ğin de gösterdiği gibi, bu konuda erkeklerin isteklerinden kur­tulup onları aşmanın pek çok yolları vardır. Daha doğrusu, Ya­nomamo kadınlarının çocuk bakımı uygulamalarının gerçek nedeni kız çocuklarından daha çok erkek çocukları yetiştirme­lerinin kendi çıkarlarına daha uygun olmasıdır. Bu ilginin kök­leri doğal yaşam çevrelerini kullanmak için yeteneklerine göre zaten çok fazla Yanomamo insanı bulunması olgusuna dayanır. Erkeklerin kadınlara oranının daha yüksek olması kişi başına proteinin daha çok olması (çünkü avcılar erkektirler) ve nüfus artışının da daha düşük olması anlamına gelir. Bunun bir anla­mı da daha çok savaşmaktır, ama Maring’ler için olduğu gibi, Yanomamo'lar için de savaş onların kız çocuk yetiştiremedikleri hallerde erkek çocuk yetiştirmek için ödedikleri bir bedel­dir. Ne var ki, Yanomamo'lar bu ayrıcalık için çok daha ağır bir bedel öderler, çünkü onlar doğal yaşam çevrelerinin nüfus taşı­ma kapasitesini zaten düşürmüş bulunmaktadırlar.

Erkekten yana cinsel ayrımcılık konusunda savaşm rolünü doğrulayan kimi kadın özgürlüğü savunucuları gene de şunü vurgularlar ki kadınlar bir erkek komplosunun kurbanıdırlar çünkü silahlarla öldürme yolları yalnızca erkeklere öğretilir. Onlar savaşçı becerilerinin kadınlara da neden öğretilmediğini öğrenmek isterler. İçinde erkeklerin ve kadınların birlikte yay ve sopalar kullandıkları bir Yanomamo köyü, içinde kadınların gölgelerde koyun sürüsü gibi yazgılarını bekledikleri bir köy­den daha korkunç bir savaş gücü olmaz mı? Gaddarlık çabası neden erkekler üzerinde yoğunlaştırılmalı? Saldırganlık tek­nolojisinin kullanılması neden hem erkeklere hem kadınlara öğretilmesin? Bunlar önemli sorulardır. Sanırım sorun erkek ya da kadın olsun insanları bayağı ve zalim olmak üzere ye­tiştirmekle ilgilidir. Benim anladığıma göre, toplumlar iki kla­sik stratejiyi kullanarak insanları acımasız hale getiriyorlar. Bunlardan biri en acımasız kişilere besin, konfor, ve bedensel sağlığın ödüller olarak verilmesi suretiyle acımasızlığı özendirmekdir. Öteki de en acımasız kişilere en büyük cinsel ödül ve ayrıcalıkların tanınmasıdır. Bu iki stratejiden İkincisi daha etki­lidir çünkü besin, konfor, ve bedensel sağlıktan yoksun kalın­ması askersel yönden ters etkiler doğurur. Yanomamo'lar yük­sek düzeyde güdülenmiş öldürücüleri gereksinirler, ama onlar eğer toplumda kurtarıcı işlevleri yerine getireceklerse güçlü ve sağlıklı olmalıdırlar. Zalim kişiler yetiştirmekte kullanılan en iyi güçlendirici sekstir çünkü cinsellikten yoksun kalmması dövüşme yeteneğini azaltmaz tersine arttırır.

Benim gçrüşüm Sigmund Freud, Konrad Lorenz, ve Robert Ardrey gibi bizim kendi kabile şovenlerimizin imgesinde geli­şen sözdebilime çok karşıdır. Bu konuda yerleşmiş olan genel kanıya göre erkekler doğuştan daha saldırgan ve yırtıcıdırlar çünkü erkeğin seks rolü doğuştan saldırganlığı içeren bir rol­dür. Ama cinsellik ile saldırganlık arasındaki bağlantı çocuk ka­tilliği ile savaş arasındaki bağlantı kadar yapaydır. Seks saldır­gan enerjinin ve yabanıl davranışın bir kaynağıdır çünkü cinsel ödüllere yalnızca erkeklerin şoven toplumsal dizgeleri el koya­rak onları saldırgan erkeklere verirler ve saldırgan olmayan, uy­sal erkekleri onlardan yoksun bırakırlar.

Açıkçası, aynı türden yabanıllığın kadınlara yüklenememesi için ben bir neden görmüyorum. Kadınm içgüdüsel olarak uysal, sevecen, ana olduğu söyle içesi doğrudan doğruya içgü­düsel olarak yabanıl olan erkeklerle ilgili erkek şoven mitolojisi tarafından öne sürülen bir yankıdır. Eğer "erilleştirilmiş" yaba­nıl kadınlara erkeklerle cinsel ilişkiye girme olanağı verilseydi, o zaman biz kadınların doğuştan saldırgan ve zalim oldukları­na herkesi inandırmakta hiç güçlük çekmezdik.

Eğer cinsellik enerji yüklemekte ve saldırgan davranışı de­netlemekte kullanılacaksa, o zaman bundan şu sonuç çıkar ki her iki cins aynı anda aynı kertede zalimleştirilemez. Biri ya da öteki baskın olacak biçimde yetiştirilmelidir. Her ikisi de bas­kın olamaz. Her iki cinsi de zalimleştirmek cinsler arasmda ger­çek bir savaşa davetiye çıkarmak olur. Yanomamo'lar arasında bunun anlamı savaş alanındaki yiğitliklerinin bir ödülü olarak birbirlerinin üzerinde denetim kurmak için erkeklerle kadınla­rın silahlı çatışmaya girmeleridir. Başka deyişle, cinselliği yi­ğitliğin bir ödülü haline getirmek için, cinslerden birine korkak­lığın öğretilmesi gerekir.

Bu düşünceler kadın özgürlüğü savunucularının "Anato­mi yazgı değildir" paradigmasını benim biraz düzeltmeme yol açtı. İnsan anatomisi belli koşullar altında yazgıdır. Savaşın nü­fus kontrolunda önemli bir araç olduğu, ve savaş teknolojisinin aslında ilkel el silahlarından ibaret bulunduğu tarihlerde, ister istemez erkeklerin şoven yaşam biçimleri egemendi. Günümü­zün dünyasında bu koşullardan hiç birinin geçerli olmaması öl­çüsünde, kadın özgürlüğü savunucuları erkeklerin yaşam bi­çimlerindeki gerilemeyi öngörmekte haklıdırlar. Eklemek isterim ki bu gerilemenin hızı ve cinsel eşitlik yolundaki son başarı beklentileri geleneksel polis ve asker güçlerinin ortadan kaldırılmasında daha ileri gidilmesine bağlıdır. Umalım ki bu sonuç fiziksel güce dayanmayan savaş taktiklerini yetkinleştir­menin bir sonucu olarak değil de polis ve asker personele olan gereksinmeyi ortadan kaldırmanın bir sonucu olarak gerçekle­şir. Eğer cinsel devrimin net sonucu gürz mangalarmm başın­daki ya da nükleer kumanda yerlerindeki kadınlar için güvenli bir konum ise o zaman bizim vardığımız yer Yanomamo'ların pek az önünde olur.

Potlaç

Dünya etnografi müzesinde sergilenen yaşam biçimlerin­den en çok şaşkınlık veren bazıları "prestij kazanma çabası" ola­rak bilinen garip bir özlemin izlerini taşırlar. Bazı insanlar nasıl beğenilme özlemi içinde görünürlerse başkaları da etin özlemi­ni çekerler. İnsanı şaşırtan şey insanların beğenilme özlemini çekmeleri değil, ama görünürde zaman zaman bu özlemin çok güçlenmesiyle birlikte, başkaları nasıl toprak ya da protein ya da seks için çekişirlerse, onların da prestij için birbirleriyle çe­kişmeye başlamalarıdır. Bazan bu yarışma öylesine yabanılla­şır ki artık kendisi bir amaç haline gelmiş görünür. O zaman bu yarışma özdeksel (maddi) değerlere ilişkin ussal hesapla­malardan tamamıyla kopmuş, hatta onlara doğrudan doğruya karşıt bulunan, bir saplantı görünümü sergiler.

Vance Packard Amerika Birleşik Devletleri’ni statü pe­şinde yarışanlardan kurulu bir ulus diye betimlediğinde çok uygun bir niteleme yapmıştır. Bir çok Amerikalının sırf birbir­lerini derinden etkilemek amacıyla bütün yaşamlarını toplum­sal piramidin daha yukarısına tırmanmak için harcamakta ol­duğu görünüyor. Biz gerçek zenginliğin kendisine değil de, genellikle kromdan yapılmış değersiz süs eşyasından ve külfet yükleyici ya da yararsız nesnelerden oluşan zenginliğimize in­sanların hayranlık duymalarını sağlamak için çalışmaya galiba daha çok ilgi duyuyoruz. Thorstein Veblen'in çalışmak zorun­da olmayan bir sınıfın üyesi sanılmanın dolaylı coşkusu diye betimlediği bir durumu elde etmek için insanların bu denli çaba harcamaları şaşırtıcıdır. Veblen'in şu iğneleyici deyişleri "gösterişçi tüketim" ve "gösterişçi savurganlık", otomotiv, ay­gıt, ve giyim endüstrisinde o hiç sonu gelmeyen kozmetik deği­şikliklerin ardındaki "komşularıyla aşık atmak" için duyulan garip ölçüde yoğun bir istem duygusunu gereği gibi iletmekte­dir.

Bu yüzyılın başlarında, antropologlar bazı ilkel kabilelerin çağcıl tüketim ekonomilerinin en savurganının bile erişemeye­ceği bir kertede gösterişçi tüketime ve gösterişçi savurganlığa kapılmış bulunduklarını ortaya koyduklarında şaşkınlık içinde kaldılar. Beğenilmek amacıyla çok büyük şölenler dü­zenleyerek birbirleriyle rekabete girişen tutkulu, statü açlığı çeken insanlarla karşılaşıldı. Rakip şölencilerin birbirleri hakkındaki yargıları sağladıkları yiyecek miktarına bağlıydı, ve bir şölen ancak eğer konuklar kendilerinden geçinceye değin tıkabasa yiyebilmişlerse, çalılıklar arasına güçlükle giderek ora­da parmaklarını boğazlarına sokup kustuktan sonra şölene geri dönüp yemeyi sürdürebilmişlerse o zaman başarılı sayılırdı.

Statü arayışının en garip örneği vaktiyle Güney Alas­ka'nın, British Columbia'mn[6], ve Washington'un kıyı bölgele­rinde yaşamış bulunan Amerikan Kızılderilileri arasında or­taya çıkarılmıştır. Buralarda statü arayıcıları gösterişçi tüke­timin ve gösterişçi savurganlığın potlaç olarak bilinen ve çılgın­lığa vardığı görülen bir biçimini uygulamışlardır. Potlaç'm amacı rakibinkinden daha çok zenginlik sergilemek ya da raki­bin yokettiği zenginlikten daha çoğunu yoketmektir. Eğer pot­laç veren kişi güçlü bir şefse, o yiyecekleri, giysileri, ve parayı yoketmek suretiyle rakiplerini utandırma ve yandaşlarının hayranlığını kazanma girişiminde bulunabilir. Hatta bazen prestij arayışı içinde kendi evini bile yakıp yokedebilir.

Potlaç, Vancouver Adası'nın yerli sakinleri olan Kwakiutl'lar arasmda potlaç'm nasıl işlediğini Patterns of Culture (Kültür Modelleri) adlı kitabında betimleyen Ruth Benedict ta­rafından tanıtıldı. Benedict'in düşüncesine göre potlaç genellik­le Kwakiutl kültürünün megalomanyak bir yaşam biçiminin bir parçası olmuştur. Potlaç ondan içmek için Tanrı'nın kendi­lerine vermiş olduğu bir "kap"dır. O zamandan beri potlaç, kül­türlerin sırrına erilmez güçlerin ve zihinsel dengesini hepten yi­tirmiş kişilerin yaratıları olduğu yolundaki inancın bir anıtı olarak görülmektedir. Değişik birçok alanm uzmanları P -tterns of Cııltııre'ı okudukdan sonra prestij dürtüsünün yaşam biçim­lerini kılgısal ve dünyasal etkenlerle açıklama girişimlerini al­tüst ettiği sonucuna vardılar.

Ben burada göstermek isterim ki Kwakiutl'da potlaç man­yakça kaprislerin değil, ama ekonomik ve çevresel koşulların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu koşulların yokluğunda, çok beğenilme gereksinmesi ve prestij dürtüsü kendilerini baştan­başa değişik yaşam biçimi pratikleri içinde ortaya koyarlar. Gösterişçi tüketimin yerini gösterişsiz tüketim alır, gösterişçi savurganlık yasaklanmıştır, ve birbirleriyle yarışan statü ara­yıcıları yoktur.

Kwakiutl’lar sedir ve köknar ağaçlarından oluşan yağmur ormanlarının ortasında kıyıya yakın yerlerde kurulmuş bulu­nan evleri ağaçtan yapılmış köylerde yaşarlardı. Onlar içinde adalar bulunan deniz geçitleri ve Vancouver'in fiyordları bo­yunca ağaç kütükleri oyularak yapılmış kocaman kayıklarla balık avlarlar ve avcılık yaparlardı. Tecimenleri kendilerine çekmeyi çok istedikleri için, bizim yanlışlıkla "totem direkleri" diye isimlendirdiğimiz yontulmuş ağaç gövdelerini kıyılara dikmek suretiyle köylerini göze çarpar hale getirmişlerdir. Bu direkler üzerindeki oymalar köy başkanlarmm kendilerine ait olduğunu savladıkları atadan kalma unvanları simgelerlerdi.

Bir Kwakiutl şefi kendi yandaşlarından ve komşu şefler­den elde ettiği saygı miktarından hiç bir zaman memnun kal­mazdı. Statüsü hakkmda güvenden hep yoksundu. Hakkında savda bulunduğu aile unvanlarının atalarına ait olduğu yete­rince doğruydu, Ama soylarını aynı atalara bağlayabilen ve bir şef olarak tanınmak üzere onunla yarışma hakkına sahip olan başkaları da vardı. Bu nedenle her şef şeflik savlarını gerek­çeye dayandırarak geçerli kılma yükümlülüğünü duyuyordu. Bunu yapmanın kurallarla saptanmış yolu potlaçlar düzenle­mekti. Her potlaç ağırlayan bir şef ve onun yandaşları tarafın­dan bir konuk şefe ve onun yandaşlarına verilirdi. Potlaç'ın amacı ağırlayan şefin şeflik statüsünü gerçekten hakettiğini ve onun konuk şeften daha yüce olduğunu göstermek idi. Bunu ispatlamak için, ağırlayan şef rakip olan şefe ve yandaşlarına bol miktarda değerli armağanlar verirdi. Konuklar aldıklarını küçümserler ve kendi şeflerinin daha değerli armağanlardan daha da bol miktarlarda geri vermek suretiyle önceki şeften daha büyük bir şef olduğunu ispat edeceği bir karşı potlaç dü­zenleyeceklerine yemin ederlerdi.

Potlaç hazırlıkları taze ve kuru balığın, balık yağının, yu­muşak meyvalarm, hayvan derilerinin, battaniyelerin, ve öteki değerli eşyanın biriktirilmesini gerektirirdi. Belirlenen günde, konuklar kanolarla ağırlayan köye varırlar ve şefin evine gider­lerdi. Onlar orada tıka basa som balığı ve yabani yumuşak meyvalardan yerlerken bir yandan da kunduz tanrıları ve şim­şek kuşu[7] maskeleri takmış olan dansçılar onları eğlendirirlerdi.

Ağırlayan şef ve yandaşları dağıtılacak zenginliği düzgün istifler halinde dizerlerdi. Ağırlayan şef bir aşağı bir yukarı zıplaya zıplaya dolaşarak kendilerine vereceği armağanların bol­luğuyla böbürlenirken ziyaretçiler onun yüzüne asık suratlarla dik dik bakarlardı. O bahkyağı kutularını, yumuşak meyvalarla dolu sepetleri, ve istiflenmiş battaniyeleri birer birer sayar­ken, rakiplerinin yoksulluğunu alaylı biçimde anlatırdı. Sonun­da konuklar armağanlarını yüklenerek köylerine geri döner­lerdi. İçlerine zehir gibi işleyen bu olgu üzerine, konuk şef ve yandaşları bunun acısını çıkaracaklarına yemin ederlerdi. Bu da ancak rakiplerini karşıt bir potlaca çağırmakla ve onları on­ların dağıttıklarından bile daha büyük miktarlardaki değerli ar­mağanları kabule mecbur etmekle sağlanabilirdi. Bütün Kwakiutl köylerinin bir tek birim olması nedeniyle, potlaç olayı karşıt yönlerde devinen ardı arkası kesilmez bir prestij ve de­ğerler akışını özendirirdi.

Tutkulu bir şefin ve yandaşlarının değişik birkaç köyde birden potlaç rakipleri bulunurdu, Mal varlığını sayma uzman­ları skoru eşitlemek için her bir köyde neler yapılması gerekti­ğini dikkatle hesaplarlardı. Bir şef bir yerdeki rakiplerinin üste­sinden gelmeyi başarsa da, onun bir başka yerde karşılaşmak zorunda kalacağı basımları bulunurdu.

Potlaç sırasında, ağırlayıcı şef şu türden sözler söylerdi: "Büyük olan tek ağaç benim. Mal sayıcınızı getirin. Dağıtılacak malları o boş ye~e saymaya çalışacaktır." Sonra şefin yandaşla­rı şu uyarıyla konuklarının sessiz kalmalarını isterdi: "Kabile­ler, siz hiç gürültü yapmayın yoksa şefimizden, üzerinize sar­kan dağdan bir zenginlik kayşası (heyelan) yaratırız." Kimi potlaçlarda battaniyeler ve öteki değerli mallar dağıtılmazdı ama yok edilirlerdi. Başarılı potlaç şefleri kimi zamap "yağ şö­lenleri" düzenlemeyi kararlaştırırlardı ve o şölenlerde kandilbalığından elde edilmiş ve kutulara konmuş yağlar evin orta yerindeki ateşin üzerine dökülürdü. Alevler kükreyip yükse­lirken, yağın çıkardığı koyu duman odayı doldururdu. Konuk­lar kayıtsızca oturdukları ya da hatta havanın soğukluğundan yakmdıkları sırada zenginliği yokeden bağıra çağıra şöyle atıp tutardı, "Yeryüzünde bütün dünyada çağrılı kabileler için bu dumanı yılın başından sonuna dek tüttüren tek kişi yalnız be­nim, yalnız benim." Kimi yağ şölenlerinde alevler çatıdaki ka­lasları tutuştururdu ve bütün ev bir potlaç için sunulup yakılır­dı ki bu olay konukların en büyük utancı duymalarına ve ağırlama yapanların da çok sevinmelerine yol açardı.

Ruth Benedict'e göre, potlaç düzenlemenin nedeni Kwakiutl şeflerinin saplantıya dönüşmüş statü açlığı idi. Onun yazdığına göre, "Başka külltürlerin standartları açısından de­ğerlendirildiğinde tınılan şeflerin sözleri yüzsüzce yapılmış bir megalomani” idi. "Bütün Kwakiutl girişimlerinin ereği kendi­lerinin rakiplerinden üstün olduklarını göstermek idi." Yazara göre, Kuzeybatı Pasifik'in yerli ekonomik dizgesi bütünüyle "bu saplantının hizmetine yönelik idi."

Ben Benedict’in yanıldığı kanısındayım. Kwakiutl'm eko­nomik dizgesi statü rekabetinin hizmetine yönelmiş değildi; tersine, statü rekabeti ekonomik dizgenin hizmetine yönelmişti.

Dağıtılan Kwakiutl armağanlarının temel maddelerinin hepsi, yokedici yönleri bir yana, yeryüzünün değişik yerlerine geniş biçimde dağılmış ilkel toplumlarda vardır. Kurucu özüne değin çözümlendiğinde görülür ki, potlaç rekabetçi bir şölendir ve henüz tam anlamıyla bir yönetici sınıfa sahip bu­lunmayan topluluklar arasında zenginliğin üretilip dağıtılması­nı sağlamak amacıyla kurulmuş hemen hemen genelgeçer bir düzenektir.

Melanezya ve Yeni Gine, düzenlenen yarışçı şölenleri gö­rece özgünlüğü bozulmamış koşullar altında incelemek için en iyi olanağı sağlamaktadır. Bütün bu bölge içinde şu büyük adamlar denilen kişiler vardır ki bunlar üstün statülerini her bi­rinin kendi yaşamı boyunca desteklemiş olduğu çok sayıdaki şölenlere borçludurlar. Her şölenin öncesinde mutlaka gözü yükseklerde olan bir büyük adamın gerekli zenginliği biriktir­mek amacıyla harcadığı yoğun çabalar vardır.

Solomon adalarının Kaoka dilini konuşan insanları arasın­da, örneğin, statü açlığı çeken birey meslek yaşamına daha büyük tatlı patates bahçeleri yapmaları için karısını ve çocukla­rını çalıştırmakla başlar. AvustralyalI antropolog lan Hogbin tarafından betimlendiği üzere, Kaoka'lar bir büyük adam olmak istediklerinde erkek akrabalarının ve arkadaşlarının balık avla­makta kendisine yardım etmelerini sağlar. Daha sonra o dostla­rından yetişkin dişi domuzlar ister ve domuz sürüsünün sayı­sını arttırır. Hayvanlar yavruladıkça, komşuları arasında onla­rı çoğaltarak besler. Çok geçmeden onun akraba ve arkadaşları genç adamın başarılı olacağını kabul ederler. Onlar gencin ge­niş bahçelerini ve büyük domuz sürüsünü görürler ve gelecek şölenin unutulmaz bir şölen olması için kendi çabalarını da iki katma çıkarırlar. Genç artık bir büyük adam olduğunda onlar kendisine yardım etmiş olduklarını genç adayın anımsamasını isterler. Nihayet, onlar hep bir araya gelirler ve olağanüstü gü­zel bir ev yaparlar. Adamlar son bir balık seferine çıkarlar. Ka­dınlar tatlı patatesleri devşirirler ve yakacak odun, muz yap­rakları, ve hindistancevizleri toplarlar. Konuklar (potlaç olayın­daki gibi) gelirlerken, zenginlikler düzgün istifler halinde dizilir ve herkesin onları sayıp hayranlık duyması için sergilenir.

Atana adındaki bir genç adamın verdiği şölen gününde, Hogbin şu kalemleri saydı: 114 kilo kurutulmuş balık, 3000 tat­lı patates ve hindistancevizi keki, 11 büyük kap dolusu puding, ve 8 domuz. Bütün bunlar Atana tarafından örgütlenen fazla ça­lışmanın doğrudan sonucuydu. Ama bazı konukların kendileri de, önemli bir fırsatı önceden değerlendirerek, dağıtım şöle­nine kendi armağanlarım da getirdiler. Onların katkılarıyla ço­ğalarak zenginlik toplamı 136.2 kilo balık, 5000 kek, 19 kap puding ve 13 domuz oldu. Atana bu zenginliği 257 parçaya böl­dü, kendisine yardım etmiş olan ya da armağanlar getirmiş bu­lunan her kişiye bir parça dağıttı, bazılarını ötekilerden daha çok ödüllendirdi. "Atana'nın kendisi için yalnızca artıklar kal­dı", diyor Hogbin. Guadalcanal'daki statü arayıcıları için bu ola­ğandır, onlar hep derler ki: "Şölen düzenleyen kemikleri ve bayat kekleri toplar; et ve yağ başkalarına gider."

Büyük adamın şölen verme günleri, potlaç şeflerininkiler gibi, hiç bitmek bilmez. Sıradan bir statü içine düşme tehlike­sinden dolayı, her büyük adam gelecek şölen için planlar ve ha­zırlıklar yapma yükümlülüğü altındadır. Her köy ve camia için bir kaç büyük adam bulunması nedeniyle, bu planlar ve hazır­lıklar çoğu kez akraba ve komşuların bağlılıkları konusunda bir takım karmaşık ve yarışçı manevralara yol açarlar. Büyük adamlar daha çok çalışırlar, daha çok kaygılanırlar, ve herkesden daha az tüketirler. Onların tek ödülü prestijdir.

Büyük adam bir işçi-girişimci olarak betimlenebilir Rus­ların "Stakhanovite" dedikleri bu adam üretim düzeyini yük­selterek topluma önemli hizmetler sunar. Büyük adamın statü açlığının bir sonucu olmak üzere, daha çok sayıda insan daha çok çalışır ve besini ve öteki değerli maddeleri daha çok üretir.

Geçim araçlarından herkesin eşitçe yararlandığı koşullar altında, yarışçı şölen olayı savaş ve ürün kıtlıkları gibi buna­lımlarda işgücünün üretkenlikte güven payı bırakmayan dü­zeylere düşmesini önleyici yönde pratik işlevini yerine getirir. Ayrıca, bağımsız köyleri ortak bir ekonomik çerçeve içinde bir­leştirebilecek resmi siyasal kurumlar bulunmadığı için, yarışçı şölen olayı geniş bir ekonomik beklentiler sistemi yaratır. Bu durum herhangi bir köyün örgütleyebileceğinden daha geniş toplulukların üretim çabalarını birleştirmede etkili olur. Niha­yet, büyük adamlarca düzenlenen yarışçı şölen olayı, deniz kıyısı, tuzlu su gölü, ya da yüksek yerlerdeki doğal yaşam yer­leri gibi değişik mikroçevreleri dolduran bir dizi köyler ara­sında üretkenlikte görülen yıllık dalgalanmaları otomatik ola­rak eşitleyici bir işlevde bulunur. Otomatik olarak, her hangi bir yılın en büyük şölenlerini düzenleyenler üretime en elveriş­li yağmur, ısı, ve rutubet koşullarından yararlanmış bulunan köyler olacaktır.

Bütün bunlar Kwakiutl'a uygun düşen noktalardır. Kwakiutl şefleri Melanezyalı büyük adamlara benzerlerdi şu farkla ki onlar daha zengin bir çevrede çok daha üretken bir teknolojik envanterle çalışırlardı. Büyük adamlar gibi, onlar da erkekleri ve kadınları kendi köylerine çekmek için birbirleriyle çekişirlerdi. En çok varlık sağlayanlar ve en büyük potlaçları verenler şeflerin en büyüğü olurlardı. Şefin yandaşları dolaylı yoldan onun prestijini paylaşırlar ve daha yüksek onurlar elde etmesi için ona yardımcı olurlardı. Şefler "totem direklerf'nin yapılma­sını sağlarlardı. Bu direkler aslında orada büyük işleri yaptıra­bilen ve yandaşlarını kıtlıktan ve hastalıktan koruyabilen çok güçlü bir şefi bulunan bir köyün varlığını, yükseklikleri ve çar­pıcı desenleriyle çevreye duyuran heybetli reklamlardı. Direk­ler üzerine oyulmuş hayvan sorguçları üzerinde kalıtsal açıdan hak savında bulunmakla, şefler gerçekte kendilerinin büyük miktarda besin ve konfor sağlayan kişiler olduklarını anlatır­lardı. Potlaç basımlarına onları yüceltmelerini ya da susmaları­nı söylemenin bir yoluydu.

Potlaç atıhmının açıkça yarışçı olmasına karşın, yerliler yönünden besinin ve öteki değerli malların üretkenliği yüksek merkezlerden daha az üretken köylere aktarılması işlevini gö­rüyordu. Bunu daha da güçlü biçimde ortaya koymalıyım: Ya­rışçı atılım nedeniyle, bu tür aktarımlar sigortalıydı.

Balık göçlerinde, yabanıl meyva ve sebze hasatlarında ön­ceden kestirilemeyen dalgalanmalardan dolayı, köylerarası pot­laç olayı bir bütün olarak bölgesel nüfus yönünden yararlıydı. Balıklar yakm ırmaklara yumurta bıraktıklarında ve yakın çev­rede meyvalar olgunlaştıkları zaman, geçen yılın konukları ar­tık bu yılın ağırlayıcıları olurlardı. Potlaç, yerliler bakımından, her yıl varsıllar verdiler ve yoksullar aldılar anlamına gelirdi. Bir yoksulun karnını doyurması için yapması gereken bütün iş rakip şefin büyük bir adam olduğunu kabul etmekten ibaretti.

Potlaç'ın kılgısal temeli Ruth Benedict'in gözünden acaba neden kaçtı? Antropologlar Kuzeybatı Pasifik'in yerli topluluk­ları Rus, İngiliz, Kanadalı, ve Amerikalı tecimen ve göçmenlerle tecimsel ve ücret-işgücü'ne dayalı ilişkilere girmelerinden an­cak uzun zaman sonradır ki potlaç olayını araştırmaya başladı­lar. Bu temas yerli halkın büyük bir bölümünü yokeden çiçek hastalığı salgınlarına ve öteki Avrupa hastalıklarına yol açtı. Örneğin, Kwakiutl'm nüfusu 1836'daki 23.000'den 1886'daki 2000 sayısına düştü. Nüfusun azalması otomatik olarak işgücü rekabetini yoğunlaştırdı. Aynı zamanda, Avrupalılarca ödenen ücretler daha önce hiç görülmemiş miktarlardaki zenginlikleri potlaç ağının içine pompaladı. Kwakiutl’lar, Hudson’s Bay Company’den hayvan derileri karşılığında binlerce battaniye aldılar. Büyük potlaçlarda bu battaniyeler dağıtılacak en önem­li kalem olarak yiyecek maddelerinin yerini aldılar. Nüfusu aza­lan halk tüketebileceğinden daha fazla miktarda battaniyelere ve öteki değerli mallara sahip oldu. Ama işgücü yetersizliğin­den dolayı yandaşlar toplama gereksinmesi her zamankinden daha büyüktü. Bu nedenle potlaç şefleri beyhude bir çabayla görkemli varlık gösterilerinin insanları boşalmış köylere geri döndüreceği umuduyla malların yokedilmesini buyurdular. Ama bunlar ölen bir kültürün yeni bir siyasal ve ekonomik ko­şullar sistemine uyarlanma çabasının pratikleriydi; bunların eski yerlilerin potlacma benzerliği çok azdı.

Katılanlarca düşünülen, anlatılan, ve tasarlanan yarışçı şölen olayı özdeksel baskı ve olanaklara bir çeşit uyarlanma ola­rak görülen yarışçı şölen olayından çok farklıdır. Toplumsal düş sürecinde katılmacıların yaşambiçimi bilincinde yarış­çı şölen büyük adamın ya da potlaç şefinin prestij için duydu­ğu doymak bilmez açlığın ortaya konmasıdır. Ama bu kitapta izlenen bakış açısına göre, prestije duyulan o doymak bilmez açlık yarışçı şölenin açığa vurulmasıdır. Her toplum beğe­nilme gereksinmesinden yararlanır, ama her toplum prestiji ya­rışçı şölendeki başarıya bağlamaz.

Bir prestij kaynağı olarak doğru anlaşılması için yarışçı şölenin evrimci bir perspektif içinde görülmesi gerekir. Atana gibi büyük adamlar ya da Kwakiutl şefleri yeniden paylaşım olarak bilinen bir ekonomik değişim biçimini uygularlar. Başka deyişle, onlar bir çok bireyin üretken çabasının sonuçlarını biraraya getirirler ve sonra toplanan malları değişik miktarlarda değişik bir takım insanlara yeniden dağıtırlar. Dediğim gibi, Kaoka'lıların yeniden paylaştıran büyük adamı daha çok çalı­şır, daha çok sıkıntı çeker, ve köydeki başka herkesten daha az tüketir. Yeniden paylaştıran Kwakiutl şefi böyle davranmaz. Büyük potlaç şefleri önemli bir potlaç için girişim ve yönetim işlerini yürütürler, ama ara sıra yapılan balık avlama ya da de­niz aslanı seferi bir yana bırakılırsa, en ağır işleri yandaşlarına bırakırlar. En büyük potlaç şefleri hatta bazı savaş tutsaklarını kendileri için köle olarak çalıştırırlar. Kwakiutl şefleri, tüketim ayrıcalıkları bakımından, Kaoka formülünü tersine çevirmeye başlamışlar ve "et ve yağ"m bir bölümünü kendileri için sak­layıp "kemiklerin ve bayat keklerin" büyük bölümünü yandaş­larına bırakmışlardır.

Atana’dan, bu yoksullaşmış işçi-girişimci büyük adam­dan başlayıp evrim çizgisi boyunca yarı kalıtsal Kwakiutl şef­lerine değin gelince, sonunda kalıtsal krallarca yönetilen devlet yapılı toplamlara varırız ki bu krallar belli başlı bir sanayi ya da tarım işi yapmadıkları gibi varolan herşeyin en çoğunu ve en iyisini de kendileri için alıkoyarlar. İmparatorluk düzeyinde ise, tanrısal hakka dayalı yüce hükümdarlar çarpıcı saraylar, tapmaklar, ve büyük anıtlar yaptırarak prestijlerini sürdürürler ve bütün meydan okumalara karşı kalıtsal ayrıcalıklara sahip olma haklarını potlaç yoluyla değil silahların gücüyle dayatır­lar. Geçmişe doğru yönelince, krallardan potlaç şeflerine, bü­yük adamlara, bireylerce yapılan her türlü yarışçı gösterilerin ve çarpıcı tüketimin hiç bulunmadığı, ve büyüklüğüyle övünecek kadar aptal olan herkesin büyücülükle suçlandığı ve taşlanarak öldürüldüğü eşitlikçi yaşam biçimlerine değin uzanabiliriz.

Antropologların incelemelerine yetişebilecek kadar uzun süre yaşamış bulunan gerçekten eşitlikçi toplamlarda, yarışçı şölen biçimindeki yeniden paylaşım olayı yoktur. Bunun ye­rine, karşılıklılık olarak bilinen değiştokuş biçimi yaygındır. Karşılıklılık iki birey arasında meydana gelen ekonomik bir de­ğiştokuş için kullanılan teknik bir terimdir ve bu değişimde yanlardan hiçbiri karşılık olarak neyi, ne zaman beklediğini ke­sinlikle belirtmez. Yüzeysel olarak, karşılıklı değişimler sıra­dan değişimlere hiç benzemezler. Bir yanın beklentisi ve öteki yanın yükümlülüğü belirtilmeden kalır. Bir taraf hayli uzun bir süre verenin direnmesi olmaksızın ve kendisi de bir kaygı duy­madan öteki taraftan almayı sürdürebilir. Bununla birlikte iş­lem tam bir bağış olarak irdelenemez. Saklı bir geri ödeme bek­lentisi vardır ve iki birey arasmdaki denge farkı ortalamayı çok fazla aşmışsa, veren taraf olasılıkla yakınmalara ve dediko­duya başlayacaktır. Alıcının beden ve akıl sağlığından kaygı duyulacak ve durumda düzelme olmazsa, insanlar alıcının kötü ruhların eline düştüğüne ya da onun büyücülük yaptığına ina­nılacaktır. Eşitlikçi toplumlarda, karşılıklılık kurallarını sürek­li olarak çiğneyen bireyler belki de gerçekten ruh hastasıdırlar ve kendi camialarına karşı bir tehdit oluştururlar.

Biz yakın dostlarımız ve akrabalarımızla mal ve hizmetleri nasıl değiş tokuş ettiğimizi düşünmek suretiyle karşılıklı değiştokuşların ne olduğuna ilişkin bir fikir edinebiliriz. Örne­ğin, erkek kardeşler birbirleri için yaptıkları her şeyin kesin para değerini hesaplayacak değillerdir. Onlar birbirlerinin göm­leklerini ya da plaklarını ödünç almaktan çekinmezler ve birbir­lerinden yardım dilemekte ikircikli olmaları gerekmez. Kardeş­lik ve arkadaşlıkta tarafların kabul ettikleri ilkeye göre eğer biri aldığından daha çok vermek zorunda kalırsa, bu aralarındaki sıkı ilişkiyi bozmayacaktır. Eğer bir arkadaş bir dostunu ye­meğe çağırırsa, bu yemek karşılıksız bırakılsa bile, bir ikinci ya da üçüncü bir çağrıyı yapmak ya da kabul etmekte ikircikli ol­manın gereği yoktur. Ancak bu tür davranışın da bir sınırı var­dır, çünkü bir süre sonra karşılıksız armağan veren sömürüldüğü kuşkusunu duymağa başlar. Başka deyişle, herkes cömert olarak tanınmaktan hoşlanır, ama hiçkimse yolunacak bir kaz yerine konmak istemez. Bu durum Noel'de alışveriş lis­telerini hazırlarken eski karşılıklılık ilkesini uygulamaya giriş­tiğimizde kerndimizi içine attığımız çıkmazın tam bir benzeri­dir. Armağan ne çok ucuz ne de çok pahalı olacaktır; ve yine de bizim hesaplarımız rastlantısaldır, bu nedenle de fiyat etiketini kaldırırız.

Ama karşılıklılığı gerçekten eylem içinde görmek için para sahibi olmayan ve hiçbir şeyin alınıp saklamadığı eşitlikçi bir ülkede yaşamalısınız. Karşılıklılıkla ilgili her şey birinin öte­kine olan borcunun kesin sayımına ve hesaplanmasına karşı­dır. Aslında, bütün amaç herhangi bir kimsenin gerçekten her­hangi bir şeyi borçlu olduğunu yadsımaktır. Bir yaşam biçimi­nin karşılıklılığa mı yoksa başka bir ilkeye mi dayandığı in­sanların teşekkür edip etmediklerinden anlaşılabilir. Gerçekten eşitlikçi olan toplumlarda, özdeksel malların ya da hizmetlerin kabul edilmesi karşılığında açıkça minnettar olunması kabalık­tır. Örneğin, orta Malaya'nın Semai'leri arasında, bir avcının ar­kadaşlarına tam anlamıyla eşit parçalar halinde dağıttığı et için hiç kimse asla minnettarlık göstermez. Semailer arasında yaşamış olan Robert Denton'un ortaya koyduğuna göre bir şey karşılığında sizin teşekkür etmeniz büyük kabalıktır çünkü ya size verilmiş olan et parçasının büyüklüğünü hesaplamaktası­nız ya da avcının başarı ve cömertliğinden dolayı şaşkınlık içindesiniz demektir.

Kaoka’nın büyük adamı tarafından ortaya konan çarpıcı sergilemeye, ve potlaç şeflerinin böbürlenmelerle dolu atıp tut­malarına, ve bizim kendi gösterişçi statü simgelerimize karşıt bir tutum gösteren Semai’lerin yaşam biçimi içinde en başarılı olanlar bunu en az göstermek zorundadırlar. Onların yaşam bi­çimleri içinde, rekabetçi bir yeniden paylaşımla ya da her hangi bir gösterişçi tüketim veya gösterişçi israf yoluyla statü arayışı gerçekten düşünülemez. Eşitlikçi topluluklar kendilerine cö­mertçe davramldığı ya da bir kimsenin bir başkasından daha iyi olduğunu düşündüğü yolunda edindikleri en küçük bir iz­lenimden tiksinir ve ürkerler.

Toronto Üniversitesi'nden Profesör Richard Lee eşitlikçi avcılar ve toplayıcılar arasındaki karşılıklı değiş tokuşun anla­mına ilişkin insanı eğlendiren bir öykü anlatır. Yılın büyük bö­lümünde, Lee Kalahari Çölü çevresindeki Buşman’ları[8] izleye­rek onların neler yediklerini gözlemlemektedir. Buşman’lar iş­birliğine çok yatkındırlar ve Lee onlara minnettarlığını göster­mek ister, ancak elinde onlara normal diyetlerini ve etkinlik modellerini bozmaksızın verebileceği hiç bir şey yoktur. Noel yaklaşırken Lee, Buşman’ların bazen tecim yoluyla et aldıkları köylerin yakınındaki çölün sınırında olasılıkla kamp kuracakla­rını öğrenir. Bir Noel armağanı olarak onlara bir öküz vermek niyetiyle, cipiyle bir köyden ötekine gidip çevreyi dolaşarak sa­tın alabileceği en büyük öküzü bulmağa çalışır. Sonunda Lee, Uzak bir köyde, kalın bir yağ tabakasıyla kaplı inanılmaz bü­yüklükte bir hayvan bulur. Bir çok ilkel topluluklar gibi, Buşman'lar de yağlı etin özlemini çekerler, çünkü onların avlama yoluyla ele geçirdikleri hayvanlar genellikle yağsız ve sıskadır­lar. Lee kampa dönerken, Buşman dostlarını bir kenara çekerek onlara teker teker yaşamında gördüğü en büyük öküzü satın almış olduğunu ve onu Noel'de onlara kestireceğini söyler.

İyi haberi duyan ilk adam açıkça telaşa kapılır. Lee'ye, öküzü nerede satın aldığını, ne renk olduğunu, ve boynuzları­nın büyüklüğünü sorar ve sonra başını sallar. "Ben o öküzü bi­liyorum", der. "Tuhaf şey, o hayvan bir deri bir kemiktir! Böylesine değersiz bir hayvanı siz her halde sarhoşken satın almış olmalısınız !" Lee arkadaşının hangi hayvandan bahsettiğini gerçekten bilmediğinden emin olarak, başka bir kaç Buşman’a konuyu güvenle açar, ama hep aynı şaşkın tepkiyle karşılaşır: "Siz o beş para etmez hayvanı mı satın aldınız? Elbette onu ye­riz", herkes diyecek ki, "ama o karnımızı doyurmaz. Yeriz, ama eve yatmağa boş midelerle gideriz." Noel geldiğinde ve nihayet öküz kesilince, kaim bir yağ tabakasıyla kaplı olduğu ortaya çı­kan hayvan büyük bir zevkle yutulurcasına yenir. Ortada herkes için yeterinden fazla et ve yağ vardır. Lee yine arkadaş­larına yönelir ve onlardan ısrarla bir açıklama ister. Durumu kabul eden bir avcı şöyle der, "Evet, biz elbette öküzün nasıl bir hayvan olduğunu gerçekten biliyorduk." "Ama genç bir adam çok etli bir hayvanı öldürünce kendisini bir şef ya da büyük adam sanmağa başlar ve geriye kalan bizleri kendisinin hizmet­çileri ya da kendisinden aşağı kimseler olarak görür. Biz bunu kabul edemeyiz" diye devam etti. "Biz böbürlenen birini red­dederiz, çünkü bir gün onun gururu birini öldürmesine neden olur. Bu nedenle biz her zaman onun hayvan etinin işe yara­maz olduğunu söyleriz. Böylece onu sakinleştirir ve yumuşakbaşlı yaparız."

Eskimolar övüngen ve cömert davranan armağan vericilere ilişkin korkularını şu atasözüyle belirtmişlerdir: "Armağanlar köleler yaratır, tıpkı kırbaçların köpekler yaratması gibi." Ve yaşanan olaylar da tam anlamıyla böyle olmuştur. Evrimsel perspektif içinde, armağan vericiler önce kendi fazla çalışma­larının ürünü olan armağanlar vermişler; çok geçmeden insan­lar armağanlara karşılık vermek ve armağan vericilerin kendi­lerine daha çok armağanlar vermelerini sağlamak için daha çok çalışmak zorunda kalmışlar; en sonunda armağan vericiler çok güçlenmişler, ve artık karşılıklılık kurallarına uymak gereğini duymamışlardır. Sonra onlar insanları vergi ödemeğe ve am­barlarında ve saraylarında bulunanların yeniden dağıtımını gerçekleştirmeden halkı kendileri için çalışmağa zorlamışlar­dır. Kuşkusuz, çeşitli çağcıl büyük adamların ve politikacıla­rın kabul ettikleri gibi, eğer siz sürekli kırbaçlama yerine ken­dilerine ara sıra büyük bir şölen verirseniz "köleleri" kendiniz için çalıştırmanız hala daha kolaydır.

Eskimolar, Buşman'lar, ve Semai'ler armağan dağıtmanın tehlikelerini anladıkları halde, ötekiler acaba neden armağan dağıtıcıların gelişmelerine izin verdiler? Sonra çalışmalarıyla onur kazanmalarını sağlayan kendi insanlarına ters düşüp on­ları köleleştirebilme uğrunda büyük adamların öylesine ken­dilerini yitirmelerine niçin olanak sağlandı? Sanırım, bir kez daha, her şeyi birden açıklamanın eşiğinde bulunuyorum. Ama izninizle bir kaç düşüncemi açıklamak isterim.

Karşılıklılık grubun yaşamı sürdürmesini olumsuz yönde etkileyecek olan yoğun ek üretim çabası uyarımının yapıldığı koşullara önceden uyarlanmayı gösteren bir ekonomik değiş tokuş biçimidir. Bu koşullara Eskimolar, Semai'ler, ve Buş­man'lar gibi bazı avcı ve toplayıcılar arasında rastlanır ve bun­ların yaşamı sürdürmeleri tamamıyla doğal bitki ve hayvan topluluklarınm kendi yaşam alanlarındaki canlılık durumları­na bağlıdır. Eğer avcılar kararlı bir yabayla birdenbire daha çok hayvan yakalamaya ve daha çok bitki toplamaya girişirlerse, o zaman onlar bölgelerindeki av hayvanları miktarında kapatıl­maz bir eksilme tehlikesi yaratırlar.

Örneğin, Lee'nin ortaya koyduğuna göre, onun Buşman'ları geçimleri için haftada ancak on ila onbeş saat çalışır­lar. Bu buluş sanayi toplumunun en bayağı söylencelerinden birini yani bizim bu gün her zamankinden daha çok serbest zamana sahip olduğumuz yolundaki söylenceyi etkili biçimde yıkıyor. İlkel avcılar ve toplayıcılar tek bir işçi sendikasından bile yararlanmaksızın bizden daha az çalışırlar, çünkü onla­rın çevre sistemleri haftalar ve aylar boyu süren yoğun ek çalış­maları kaldıramaz. Buşman'lar arasında, kendilerine büyük bir şölen vaadiyle dost ve akrabaları daha çok çalıştırmak için ko­şuşturan 'Stakhanovite' kişilikler olsa bunlar o toplum için ke­sin bir tehdit oluştururlardı. Eğer hırslı bir Buşman büyük adam yandaşlarını bir ay boyuhca Kaoka'lar gibi çalıştırmış olsa, milllerce uzanan çevresindeki her av hayvanını ya öldürür ya da kaçırır ve yılın bitiminden önce halkını açlıktan öldürür­dü. Bu nedenle Buşman'lar arasında egemen olan yeniden pay­laşım değil karşılıklılıktır, ve en büyük prestiji başarılarıyla hiç övünmeyen ve öldürdüğü bir hayvanı bölüp dağıtırken bir armağan sunuyor izlenimi vermekten kaçman sakin duran gü­venilir avcı kazanır.

Yarışçı şölen ve yeniden paylaşımın öteki biçimleri, çevre­nin taşıma gücüne kapatılmaz bir zarar vermeksizin çalışma­nın süre ve yoğunluğunu arttırma olanağı bulunduğunda, kar­şılıklılığa başlangıçta duyulan güveni ortadan kaldırmıştır. Tipik olarak bu doğal besin kaynaklarının yerini evcilleştiril­miş bitki ve hayvanlar alınca olanaklı hale gelmiştir. Ekim işinde ve evcilleştirilmiş türler yetiştirmekte siz ne denli çok çalışırsanız, üretebileceğiniz besin de o denli çok olur. Burada tek güçlük insanların genellikle yapmak zorunda kaldıkları ça­lışmadan daha fazlasını yapmaktan kaçınmalarıdır. Yeniden paylaşım bu soruna getirilen bir çözüm olmuştur. Yeniden paylaşım olayı insanların prestij açlığı çeken, üstün çaba har­cayan üreticilerle karşılıklı bir dengeyi kurup sürdürmek için daha çok çalıştıkları sırada ortaya çıkmaya başlamıştır. Karşı­lıklı değiş tokuşlar dengeden uzaklaştıkça bunlar armağanlar halini almışlardır; ve armağanlar yığıldıkça, armağan verenler prestijle ve karşı armağanlarla ödüllendirilmişlerdir. Çok geç­meden yeniden paylaşım, karşılıklılığı gölgede bırakmış ve en yüksek prestiji kendilerini en çok övenler, düzenbaz yapılı armağan vericiler ele geçirmişler, bunlar herkesi kandırmış, utandırmış, ve sonunda herkesi Buşman'ların düşleyebilecek­lerinden de daha çok çalışmak zorunda bırakmışlardır.

Kwakiutl örneğinin gösterdiği gibi, yarışçı şölenlerin ve yeniden paylaşımın gelişmesine elverişli koşullar bazen ta­rımcı olmayan nüfuslar arasında da ortaya çıkmıştır. Kuzeyba­tı Pasifik'in kıyı insanları arasında, som balığının, öteki göçmen balıkların, ve memeli deniz hayvanlarının yıllık avlanma mik­tarları tarımsal hasatlarda görülen çevresel denge olayının ben­zerinin yaşanmasına yol açmıştır. Som balığı ya da kandil balı­ğı öylesine boldur ki insanlar daha çok çalıştıklarında daha çok balığı her zaman avlayabilirler. Kaldı ki, avlanma yerlilerin dal­dırma ağlarıyla yapıldığı sürece, balık yumurtaları sürüsünü etkileyecek ve gelecek yılın ürününü azaltacak miktarda balık asla avlanamaz.

Bir an için karşılıklı ve yeniden paylaşımcı prestij sistem­lerinin dışına çıkıp düşünürsek belli başlı her siyasal ve eko­nomik sistemin prestiji özel bir tarzda kullandığını kestirebili­riz. Örneğin, Batı Avrupa'da kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, zenginliğin yarışçı yoldan kazanılması bir kez daha büyük adam statüsüne sahip olmanın temel ölçütü haline geldi. Ancak bu olayda, büyük adamlar birbirlerinin zenginliğini ele geçirmeğe çalıştılar, ve en yüksek prestij ve gücü en büyük ser­veti biriktirip onu korumayı beceren birey kazandı. Kapitaliz­min ilk yıllarında, en yüksek prestije en zengin olan ama en tu­tumlu biçimde yaşayanlar sahip oldular. Bunların servetleri daha güvenli duruma geldikten sonra, kapitalist sınıfın üst ke­simi rakiplerini derinden etkilemek amacıyla büyük ölçekli gös­terişçi tüketime ve gösterişçi israfa yöneldiler. Görkemli konut­lar inşa < ettiler, pek süslü özel giysiler giydiler, kendilerini kocaman mücevherlerle süslediler, yoksul kitlelerden sözederken onları hakir gördüler. Bu arada, orta ve aşağı sınıflar en yüksek prestiji en çok çalışanlara, en az harcayanlara, ve göste­rişçi tüketimin ve gösterişçi israfın her biçimine ağırbaşlılıkla karşı koyanlara verdiler. Ama sanayideki kapasitenin gelişme­si tüketici pazarını doyurmaya başladıkça, orta ve aşağı sınıf­lar tutumlu davranışlarından uzaklaşmak zorunda kaldılar. Reklam ve kitle iletişim araçları orta ve aşağı sınıfları tasarruf­tan vazgeçip satın almağa, tüketmeye, israf etmeye, yoketmeye, ya da başka yollarla giderek daha büyük miktarlardaki mal ve hizmetleri gözden çıkarmaya yönlendirmek üzere güçlerini bir­leştirdiler. Ve böylece orta sınıf statüsü peşinde koşanlar ara­sında artık en yüksek prestij en büyük ve en göze çarpan tüke­ticinin olmaktadır.

Ama bu arada zenginler, servetlerini yeniden paylaşmayı amaçlayan yeni vergi sistemlerinin tehdidiyle karşı karşıya kaldılar. Görkemli biçimde yapılan gösterişçi tüketim tehlikeli hale geldi, böylece en yüksek prestij artık bir kez daha en var­lıklı olana ama bunu en az gösterene verildi. Varlıklı sınıfın en prestijli üyelerinin artık zenginlikleriyle övünmeyi bırakmaları üzerine, orta sınıfa gösterişçi tüketim yaptıran baskı da bir miktar azaldı. Bana kalırsa, son zamanlarda orta sınıftan genç­lerin yırtık cinler giymeleri ve açıkça yapılan tüketimciliği red­detmeleri sözde kültürel bir devrimle değil de daha çok varlıklı sınıf tarafından yerleştirilen eğilimleri öykünmelerinden iba­rettir.

Son bir nokta. Gösterdiğim gibi, karşılıklılığın yerini yarış­çı statü arayışının alması daha geniş insan topluluklarına belli bir bölgede yaşamlarını sürdürüp gelişme olanağı sağladı. Daha çok sayıda insanı aslında aynı düzeyde kalan özdeksel karşılıkla ya da hatta Eskimoların ya da Buşman'ların yarar­landığından bile daha düşük karşılıkla beslemek amacıyla in­sanların aldatılıp güzel sözlerle kandırılmasını sağlayan bütün bir süreç'in ussallığı pekala sorguya çekilebilir. Benim böyle bir meydan okuyuşa verildiğini gördüğüm tek yanıt şöyledir: Bir çok ilkel toplumlar üretsel çabalarını genişletmeyi reddettiler ve nüfuslarının yoğunluğunun artmasını önlediler özellikle şu nedenle ki onlar "işgücü tasarrufu sağlayan" yeni teknolojilerin gerçekte kendilerini daha çok çalışmaya zorlayacağı ve aynı za­manda yaşam standartlarında bir kayba uğrayacakları anlamı­na geldiğini önceden görmüşlerdi. Ama birbirlerinden ne denli uzakta yerleşmiş olurlarsa olsunlar bu ilkel toplulukla­rın yazgısı bunların her hangi biri ötelerdeki yeniden paylaşı­mın ve sınıfların tam katmanlaşmasının eşiğini aştığı anda hemen belli oldu. Karşılıklılık tipi avcıların ve toplayıcıların hemen hemen hepsi yokedildiler ya da üretimi ve nüfusu alabil­diğine artırmış olan ve yönetici sınıflarca örgütlenmiş bulunan daha büyük ve daha güçlü toplumlarca uzak bölgelere sürül­düler. Gerçekte, bu yer değiştirme sorunu özünde daha büyük, daha yoğun, ve daha iyi örgütlenmiş toplumların silahlı çatış­mada basit avcıları ve toplayıcıları yenilgiye uğratma yetene­ğine bağlıydı. Bu sorun 'ya çok çalış ya da yok ol' sorunuydu.

Hayalet Kargo

Şu sırada size hayalet kargodan söz etmeyi yeğlemiş bulu­nuyorum çünkü bu yeniden paylaşımsal türde bir değiştokuşla ve büyük adam dizgesiyle doğrudan doğruya ilgili bir konu­dur. Aradaki ilgiyi hemen göremeyebilirsiniz. Ama zaten hayalet kargoya ilişkin hiç bir şey kolay anlaşılmaz.

Sahne Yeni Gine dağlarının yükseklerinde bir cangılda kü­çük toprak uçak pisti. Yakın bir yerde bambu çatılı hangarlar, bir telsiz kulübesi, ve bambudan yapılmış bir işaret kulesi. Yerde dallardan ve yapraklardan yapılmış bir uçak. Uçak pisti günün yirmidört saatinde görev yapan burun takılarıyla süs­lenmiş ve deniz kabuklarından kol bantları olan yerlilerden bir grupla donatılmış. Geceleri bir işaret feneri olarak hizmet gör­mek üzere canlı tutulan bir meydan ateşi yakılmakta. Onlar önemli bir uçak filosunun gelmesini beklemekteler: Konserve besinlerle, giysilerle, el radyolarıyla kol saatleriyle, ve motosik­letlerle yüklü kargo uçakları. Uçaklar yaşama geri dönmüş bu­lunan atalar tarafından kullanılacaklar. Ama bu gecikme ne­den? Adamın biri telsiz kulübesine gider ve teneke kutudan mikrofona buyruklar verir. İplerden ve sarılgan bitkilerden ya­pılmış bir anten üzerinden mesaj gönderilir: "Beni duyuyor musun? Roger, tamam." Zaman zaman onlar bir jetin gökte bı­raktığı izi gözlerler; ara sıra uzak motorların sesini duyarlar. Atalar yukarıdadırlar! Onları arıyorlar. Ama aşağıda kentler­deki beyazlar da mesaj gönderiyorlar. Atalar şaşırmış durumdalar. Yanlış havaalanına iniyorlar.

Ölü ataları ve kargoyu getirecek gemileri ya da uçakları bekleyiş uzun bir zaman önce başladı. En eski inançlarda kıyı insanları büyük bir kanoyu gözlerlerdi. Daha sonraları, yelken­lileri gözlediler. 19.19'da inanç önderleri çevrende buhar gemile­rinden çıkan dumanın izlerini aradılar. İkinci Dünya Sava­şından sonra, ataların LST’lerden, asker taşıyan uçaklardan, ve Kurtarıcı bombardıman uçaklarından çıkıp gelmeleri bek'endi. Şimdi onlar uçaklardan da daha yükseklere havalanan "uçan evler'in içinde geliyorlar.

Kargonun kendisi de modernleşmiş bulunuyor. İlk gün­lerde, hayalet kargosunun büyük çoğunluğunu kibritler, çelik aletler, ve patiska topları oluşturuyordu. Daha sonra, kargoda pirinç çuvalları, ayakkabılar, et ve sardalye konserveleri, tüfek­ler, bıçaklar, cephane ve tütün yer aldı. Son zamanlarda, haya­let donanmaları otomobiller, radyolar, ve motosikletler taşı­maktadırlar. Bazı Batı Irian'lı kargo peygamberleri vapurların bütünüyle fabrikaları ve çelik haddehanelerini getirip boşalta­caklarını öngörmektedirler.

Tam bir kargo envanteri yanıltıcı olur. Yerliler yaşamların­da kesin bir yükselmeyi beklemektedirler. Hayalet gemileri ve uçakları tümüyle yeni bir yaşamın başlangıcını getireceklerdir. Ölüler ve yaşayanlar yeniden birleşecekler, beyaz adam kovu­lacak ya da buyruk altına alınacak, ağır ve bunaltıcı işler orta­dan kaldırılacak; hiç bir şey eksik olmayacaktır. Başka deyişle, kargonun gelişi yeryüzünde cennetin başlangıcını gösterecek­tir. Bu imgeleme sanayi ürünlerinin sırf o garip ünlülüğünden dolayı bin yıllık barış ve mutluluk dönemine ilişkin Batılı be­timlemelerden farklıdır. Jet uçakları ve atalar; motosikletler ve tansıklar (mucizeler); radyolar ve hayaletler. Bizim kendi gele­neklerimiz bizi kurtuluşa, yeniden doğuşa, ölümsüzlüğe hazır­lıyor ama uçaklarla, arabalarla, ve radyolarla mı? Bizim için hayalet gemileri yok. Böyle şeylerin nereden geldiğini biliyo­ruz. Ya da biliyor muyuz?

Misyonerler ve devlet yöneticileri yerlilere derler ki sanayi düzeninin simgesel bolluk kaynağından zenginlik ırmaklarının akması çok çalışmanın ve makinelerin eseridir. Ama kargo peygamberleri başka kuramlara bağlanmışlardır. Onlar vur­guyla belirtirler ki sanayi çağının özdeksel zenginliği uzak bir yerde insanın eliyle değil ama doğaüstü araçlarla yaratılmıştır. Misyonerler, tecimenler, ve hükümet adamları kendilerine bu zenginlikten uçakla ya da gemiyle gönderilen payları nasıl ele geçireceklerini bilirler onlar "kargonun sırn"na sahiptirler. Yerli kargo peygamberleri bu sırra ermek ve kargoyu yandaş­la rmm ellerine teslim etmek için yeteneklerini zorlamışlardır.

Kargo hakkındaki kuramlar sürekli değişen koşullara ya­nıt vermek üzere evrim geçirirler. İkinci Dünya Savaşından önce, ataların derileri beyazdı; daha sonra onlar Japonlara ben­zetildiler; ama siyah Amerikalı askerler Japonları sürüp attıkla­rında, atalar siyah derili olarak betimlendiler.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kargo kuramı genellikle Amerikalıların üzerinde yoğunlaştı. New Hebrides'de halk John Frum adındaki bir erin Amerika Kralı olduğuna karar ver­di. Onun yalvaçları Amerikalı Kurtarıcı bombardıman uçakları­nın bir süt ve dondurma kargosuyla ineceği bir havaalanı yaptı­lar. Pasifik adası savaş alanlarında bulunan kalıntılar John Frum'un orada bulunduğunu gösteriyor. Bir grubun inanışına göre, yenlerinde çavuş rütbesi şeritleri ve sağlık birliği kızılhaçı bulunan bir Amerikan ordusu asker ceketi, kargoyla birlikte geri döneceği vaadinde bulunduğu sırada John Frum tarafın­dan giyilmiş bulunuyordu. Sağlık birliğinin küçük boyda kızılhaçları, her biri düzenli bir parmaklıkla çevrilmiş olarak, bütün Tanna adası üzerinde dikilmiş bulunuyor. 1970'te kendisiyle görüşülen bir John Frum köyü başkanı demiştir ki "insanlar 2000 yıldır Isa'nın geri dönmesini beklemektedir, o halde biz daha bir süre John Frum'u bekleyebiliriz."

1968 yılında, Bismarck Takımadalarında bulunan New Hanover adasındaki bir yalvaç, kargo sırrının yalnızca Ameri­kan Başkanı tarafından bilindiğini açıkladı. Yerel vergileri öde­meyi reddeden mezhep üyeleri L.yndon Johnson'ı "satın almak" ve eğer sırrı söylerse kendisini New Hanover Kralı yapmak üzere 75.000 dolar biriktirdiler.

1962'de Amerikan Hava Kuvvetleri Yeni Gine'de, Wewak yakınlarında Turu Tepesi'nin üzerinde betondan yapılmış bü­yük bir yer belirleme işareti yerleştirdiler. Orada yalvaç Yaliwan Mathias, Amerikalıların ataları olduklarına ve kargonun o işaretin altında bulunduğuna iyice inanmıştı. Mayıs 1971'de, transistörlü radyolarından yayılan pop müziğinin eşliğinde yaptıkları bir gece duasının ardından, o ve yandaşları işaretin altmı kazdılar. Kargo bulunmadı. Onun 21.500 dolar katkıda bulunmuş olan yandaşları inançlarını yitirmediler.

Kargo inançlarını ilkel zihinlerin saçmalıkları olarak red­detmek kolaydır: Yalvaç önderler biraderlerinin açgözlülüğü­nü, bilgisizliğini, ve saflığını sömüren usta dolandırıcılardır, ya da onlar, eğer içtenlikli iseler, kargoya ilişkin çılgınca düşün­celerini kendini hipnoz etme ve kitle histerisi yoluyla yayan psikopatlardır. Eğer sanayi zenginliğinin nasıl meydana geldiği ve nasıl dağıtıldığı konusunda esrarlı hiç bir nokta bulunmasaydı bu kuram inandırıcı olurdu. Ama aslına bakarsanız, ne­den bazı ülkelerin yoksul ve bazılarının da varsıl olduklarını  açıklamak kolay olmadığı gibi, çağcıl uluslar arasında zenginli­ğin dağılımında neden böylesine keskin ayrımlar bulunduğu­nu söylemek de kolay değildir. Benim düşüncem odur ki ger­çekten bir kargo sırrı vardır, ve yerliler onu çözmeğe uğraş­makta haklıdırlar.

Kargonun sırrını anlamak için, özel bir olay üzerinde yo­ğunlaşmamız gerekir. Ben Avusturalya Yeni Gine'sinin kuzey kıyısının Madang bölgesinin mezheplerini, Peter Lawrence'ın Kargoya Elverişli Yol (Road Belong Cargo) adlı kitabında betim­lediği mezhepleri seçtim.

Ondokuzuncu yüzyılda Madang kıyılarını gidip gören ilk AvrupalIlardan biri Miklouho-Maclay adında bir Rus bulucu olmuştur. Gemi karaya yanaşır yanaşmaz, onun adamları ar­mağan ollarak çelik balatalar, top top kumaşlar, ve başka de­ğerli malları dağıtmağa başladılar. Yerliler beyaz adamların atalan olduğuna karar verdiler. Avrupalılar yerlilerin bir beyaz adamın ölümüne tanık olmalarını kesin olarak önlemek sure­tiyle bu görüntüyü planlı bir biçimde yarattılar cesetleri giz­lice denizde yok ediyorlar ve eksilen adamların cennete geri döndüklerini açıklıyorlardı.

1884'de Almanya Madang'da ilk sömürge yönetimini kur­du. Kısa zaman sonra Lutherci misyonerler oraya gittiler, ama yerlileri Hıristiyanlığa çekmeyi başaramadılar. Bir misyon gru­bu onüç yıl uğraştı ama bir tek yerliyi vaftiz edemedi. Din de­ğiştirmeleri için yerlilere rüşvet olarak çelik aletler ve yiyecek verilmesi zorunlu oldu. Ve artık büyük adam kavramının tam yerinde bir kavram olduğunu söylememin nedenini anlayabilir­siniz. Son bölümde betimlenen yerli büyük adamlar gibi, deniz aşırı yerlerden gelen büyük adamlar da ancak sık sık armağan­lar dağıttıkları ölçüde inanılır ve meşru olurlardı. Onların geri dönmüş atalar ya da tanrılar olmaları önemli değildi, yeter ki o tanrı benzeri büyük adamlar sıradan insanlardan daha çok ar­mağan dağıtmakla yükümlü olsunlardı. Söylenen dinsel şarkı­lar ve gelecekteki kurtuluş için yapılan vaadler yerlilerin ilgile­rini canlı tutmağa yetmiyordu. Onlar kargoyu istiyor ve bekliyorlardı başka deyişle deniz aşırı ülkelerden gemiyle getirilip de misyonerlerin ve arkadaşlarının aldıkları her şeyi istiyorlardı.

Gördüğümüz gibi, büyük adamlar zenginliklerini yeniden paylaştırmalıdırlar? Yerlilerin inanışlarına göre bir cimri bü­yük adamdan daha kötü bir şey yoktur. Misyonerler zenginlik­leri açıkça saklıyorlar "eti ve yağı" kendileri için alıkoyup "ke­mikleri ve bayat kekleri" dağıtıyorlardı. Misyon merkezlerinde, yol ekiplerinde, ve tarlalarda yerliler büyük bir şölenin özlemi içinde alabildiğine çalışıyorlardı. Kargo neden gelmiyordu? 1904’te yerliler bütün cimri büyük adamları öldürmeyi planla­dılar, ama otoriteler suikastı öğrendiler ve elebaşları idam etti­ler. Arkasından sıkıyönetim geldi.

Bu yenilgiden sonra, yerli aydınlar kargonun kökeni konu­sunda yeni kuramlar geliştirmeğe başladılar. Kargoyu yapan­lar, Avrupalil’af değil, yerli atalardı. Ama AvrupalIlar yerlilerin kendi paylarını almalarına engel oluyorlardı. 1912'de ikinci bir silahlı ayaklanma planlandı. O sırada Birinci Dünya Savaşı ge­lip çattı. Alman büyük adamlar kaçtılar ve Avusturalyalı büyük adamlar başa geçtiler.

Yerliler yaptıkları toplantılarda artık yeni bir silahlı diren­menin yararsız olduğunu kabul ettiler. Hiç kuşku yok ki mis­yonerler kargo sırrını biliyorlardı. O halde yapılacak tek şey sırrı onlardan öğrenmekti. Yerliler akın akın kiliselere ve mis­yon okullarına gittiler ve işbirliği yaparak coşkulu hıristiyanlar oldular. Onlar aşağıdaki öyküyü dikkatle dinlediler: Başlangıç­ta Tanrı, yerli mitolojideki adıyla Anüs, gökyüzünü ve yeryüzü­nü yarattı. Anüs, Adem ve Havva'ya kargoyla dolu bir cennet verdi: Bütün konserve etleri, çelik aletleri, çuvallar dolusu pirin­ci, ve kibritleri kullanabilirlerdi. Adem ve Havva cinselliği keş­fedince Anüs kargoyu onlardan aldı ve tufanı gönderdi. Anüs, ağaçtan büyük bir gemi yapmasını Nuh'a öğretti ve onu ge­miye kaptan yaptı. Sam ve Yafet babaları Nuh'un buyruğuna uydular. Ama Ham aptaldı ve babasma karşı geldi. Nuh kar­goyu ondan aldı ve onu Yeni Gine'ye gönderdi. Anüs, yıllarca bigisizlik ve karanlık içinde yaşamış bulunan Ham'ın çocukla­rına acıdı ve Ham'm yanlışını düzeltmeleri için misyonerler gönderdi ve dedi ki: "Siz onun çocuk ve torunlarını yeniden be­nim yoluma getirmelisiniz. Onlar yeniden beni izlediklerinde, tıpkı beyaz adamlara şimdi yolladığım gibi onlara da kargo yollayacağım."

Yöneticiler ve misyonlar kiliseye devamın yükselişinden ve yeni hıristiyan-olanların saygılı ağırbaşlılığından cesaret al­dılar. Hıristiyanlığa ilişkin yerli yorumun kendilerininkinden hangi ölçüde ayrıldığını pek az sayıda beyaz biliyordu. Vaaz­lar, Almanca, İngilizce, ve ilk yerli dillerin bir karışımından olu­şan Pidgince veriliyordu. Misyonerler yerlilerin "ve Tanrı Nuh'u kutsadı" deyimini "ve Tanrı Nuh'a kargo verdi" biçi­minde anladıklarını biliyorlardı. Ve onlar biliyorlardı ki Matta'dan alıntıyla "Sen önce Tanrı krallığını, ve onun dürüstlüğü­nü ara; ve bütün bu şeyler sana katılacaktır," vaazını verdikle­rinde, yerlilere göre bu sözler "İyi Hıristiyanlar kargoyla ödül­lendirileceklerdir" anlamına geliyordu. Ama onlar şunu da bi­liyorlardı ki eğer Hıristiyanca itaate karşılık sunulacak ödüller tamamıyla ruhsal ve öbür dünyasal anlamda olacaksa, yerliler ya onlara inanmayacaklar ya da ilgilerini kesip başka birinin ki­lisesine gideceklerdi. Akılllı yerliye göre, mesaj yüksek sesli ve açıktı: İsa ve atalar inananlara kargo vereceklerdi; putatapanlar yalnızca kargo almamakla kalmayacaklar, ama aynı zamanda Cehennemde yanacaklardı. Böylece (bindokuzyüz) yirmilerde yerli önderler Hıristiyanlık ödevlerini sabırla yerine getirdiler ilahiler söylediler, saat başına birkaç sent karşılığında çalıştı­lar, adam başı vergilerini ödediler, çok karılı olmayı bıraktılar, ve beyaz patronlara saygı gösterdiler. Ama otuzlarda sabırları tükenmeye başladı. Eğer çok çalışmak kargoyu getiriyor idiyse, onu çoktan elde etmiş olmalıydılar. Onlar beyaz efendi­leri için sayısız gemi ve uçakların yüklerini boşaltmışlar, ama hiç bir yerli deniz aşırı ülkelerden bir tek paket bile almamış­lardı.

Kateşistler (ilmihal öğretmenleri) ve misyon hizmetlileri çok öfkeliydiler. Onlar kendileriyle Avrupalı büyük adamlar ara­sındaki esaslı servet farklarını doğrudan yaşayarak gözlemle­mişlerdi. Ve onlar yeni Hıristiyanlar kazanma ve iyi Hıristiyanlar olma yolunda harcanan bütün çabaların sonuçta bu ayrım­ları azaltmakta açıkça başarısız kaldıklarını da gözlemlediler. Ünlü bir Lutherci papaz, Rolland Hanselmann, 1933'te bir Pazar günü kilisesine girdiğinde bütün yerli yardımcılarının çektikle­ri bir halatla geçiti kapatarak onun arkasında dikildiklerini gör­dü. Onlar kendisine bir dilekçe okudular: "Kargo sırrını biz neden öğrenmiyoruz? Hıristiyanlık biz siyah insanlara işe ya­rar bir yardımda bulunmuyor. Beyaz adamlar kargo sırrını sak­lıyorlar. " Başka suçlamalar da yapıldı: Incil'in çevirisi ya rast­lantıyla ya da bile bile gerektiği gibi yapılmadı sansür edildi; ilk sayfası kayboldu; Tanrı'nın gerçek adı gizlendi.

Yerliler misyonları boykot ettiler ve kargo sırrma yeni bir çözüm getirdiler. İsa kargoyu AvrupalIlara verdi. O artık onu yerlilere vermek istiyordu. Ama Yahudiler ve misyonerler kar­goyu kendileri için alıkoymak üzere dolap çevirmişlerdi. Yahudiler İsa'yı yakalamışlar ve onu Avusturalya’da, Sydney'in içinde ya da yukarısında bir yerde tutsak olarak tutuyorlardı. Ama çok geçmeden İsa kurtulacak ve kargo gelmeye başlaya­caktı. En yoksullar en çoğa sahip olacaklardı ("mazlumlar miras alacaklar"). Halk çalışmayı bıraktı, domuzlarını kesti, bahçele­rini yaktı, ve mezarlıklarda toplandı.

Bu olaylar İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla aynı za­mana rastladı. Başlangıçta, yerliler bu savaşı anlamakta hiç bir güçlük çekmediler. Avustalyahlar Almanları sürüp atmışlardı ve şimdi de Almanlar Avusturalyalıları sürüp atacaklardı. An­cak bu kez Almanlar Alman askerleri biçiminde gizlenmiş ata­lar olacaklardı. Hükümet Alman propagandasını yaydıkları için mezhep önderlerini hapse attı. Ama konan haber yasağına karşın, çok geçmeden yerliler Avusturalya yönetiminin Yeni Gine'den, Almanlar tarafından değil, Japonlar tarafından sürü­lüp atılma tehlikesi içinde bulunduğunu anlamağa başladılar.

Kargo yalvaçları bu ürkütücü yeni gelişmeden bir anlam çıkarmağa uğraştılar. Tagarab adındaki bir mezhep önderi misyonerlerin ta başından beri kendilerini aldatmış oldukları­nı bildirdi. İsa önemsiz bir tanrıydı. Gerçek Tanrı kargo tan­rısı Kilibob diye bilinen yerli bir ilahtı. Misyonerler yerlileri Anus'a dua ettirmişlerdi. Ama Anüs, Kilibob'un babası olan sıradan birisiydi, Kilibob ise İsa'nın babasıydı. Kilibob hainlik­lerinden dolayı beyazları cezalandırmak üzereydi. Onunla bir­likte atalar bir gemi dolusu toplarla, cephaneyle, ve öteki askersel gereçlerle yola koyulmuşlardı. Onlar karaya çıktıkla­rında Japon askerleri gibi görünmüşlerdi. Avusturalyalılar sü­rülüp atılacaklardı ve herkes kargoya sahip olacaktı. Hazır bu­lunmak için, herkes olağan işlerini bırakmalı, domuz ve tavuklarını kesmeli, ve kargo için depolar yapmağa başlama­lıydı.

Japonlar sonunda 1942 Aralık'mda Madang'ı ele geçirdikle­rinde, yerliler onları kurtarıcılar diye selamladılar. Her ne ka­dar Japonlar kargo getirmemiş idiyseler de, yalvaçlar onların gelişini kargo kehanetlerinin en azından bir bölümünün .yerine getirilmesi olarak yorumluyorlardı. Japonlar onların yanlışını düzeltmeğe girişmediler. Onlar yerlilere savaş hala sürmekte olduğu için kargonun geçici olarak geciktiği izlenimini verdiler. Onlara göre savaş bittikten sonra, Madang Japonya'nın Büyük Doğu Asya Ortak Gönenç Bölgesinin bir parçası olacaktı. Ge­leceğin iyi yaşamında herkesin payı olacaktı. Bu arada yapıla­cak işler vardı; Avusturalyalıları ve onların bağlaşıkları olan Amerikalıları yenilgiye uğratmak için yerlilerin yardım etmele­ri gerekirdi. Yerliler gemilerin ve uçakların boşaltılması için yardıma koştular; hamallık yaptılar, ve armağan olarak taze sebzeler getirdiler. Düşürülen Amerikan pilotları çalılıklar ara­sında kendilerine gösterilen düşmanlık karşısmda acı bir şaş­kınlık yaşadılar. Onlar yere iner inmez boyalı kabile adamları tarafından sarıldılar, elleri ve ayakları bağlandı, sırıklara asıldı­lar, ve hızlı adımlarla en yakın Japon subayına götürüldüler. Ja­ponlar Samurai kılıçları vererek ve yerel polis gücünde kendile­rini subay yaparak kargo yalvaçlarını ödüllendirdiler.

Ama savaşın gelgitleri çok geçmeden bu kısa rahatlık döne­mini sona erdirdi. Avusturalyalılar ve Amerikalılar üstünlüğü ele geçirdiler ve Japonların ikmal yollarını kestiler. Japonlar, askerse] durumları kötüleştiği için, besin ya da hizmet karşılı­ğında ödeme yapmayı durdurdular. Tagarab, Samurai kılıcını takarak protestoda bulununca, öldürüldü. Şu "atalar" yerlilerin bahçelerini, hindistan cevizi ağaçlarını, muz ve şeker kamışı tarlalarını soyup soğana çevirdiler. Her bir tavuğu ve domuzu çaldılar. Bütün bunlar tükenince köpeklere saldırıp onları yedi­ler. Ve köpekler de tükenince, yerlileri avlayıp onları da yediler.

Avusturalyalılar 1944 Nisanında Madang'ı geri aldıkların­da yerlileri küskün ve işbirliğine yanaşmaz durumda buldular. Japonların pek aktif olmadıkları birkaç bölgede, kargo yalvaçla­rı hala Japonların daha da kalabalık sayıda geri dönecekleri ke­hanetinde bulunuyorlardı. Avusturalyalılar nüfusun geri kalan bölümünün sadakatini kazanmak için savaş sonrası dönemdeki "gelişme"den söz etmeğe başladılar. Yerli önderlere geleceğin barışında, siyahların ve beyazların bir arada uyum içinde ya­şayacakları anlatıldı. Herkes uygun evlere, elektriğe, motorlu araçlara, gemilere, iyi giysilere, ve bol yiyeceğe kavuşacaktı.

Bu tarihlerde, yerli önderlerin dünyaya en bağlı ve zeki olanları misyonerlerin son kertede yalancı olduklarına artık kani olmuşlardı. Şimdi yaşam akışını anlatacağım yalvaç Yali özellikle bu konuda olağanüstü sertti. Yali savaş sırasında Avusturalyalılara sadık kalmış ve Avusturalya ordusunda baş­çavuşluk rütbesiyle ödüllendirilmişti. O Avusturalya'ya götü­rüldü ve kendisinden inanmasını istedikleri kargo sırrının ne olduğu gösterildi: Şeker fabrikaları, bira fabrikaları, bir uçak onarım atölyesi, ve liman antrepoları. Yali üretim sürecinin belli yönlerini artık kendi gözleriyle görebilmekle kalmıyor, o araba­larla ortalıkta dolaşan ve büyük evlerde yaşayanlardan hiç kimsenin yapımevlerinde ve bira fabrikalarında çalışmadığını da görebiliyordu. O erkeklerin ve kadınların örgütlü gruplar içinde çalıştıklarını görebiliyor, ama kendi çalışma güçlerinin örgütlenmesine dayanak olan temel ilkeleri kavrayamıyordu. Onun görmüş olduğu hiç bir şey sel gibi akıp gelen zenginli­ğin bir tek damlasmm bile kendi yerli ahbaplarının yuvasına neden ulaşmadığını açıklamağa yardım etmiyordu.

Yali'yi en çok etkileyenler yollar, ışıklar, ve yüksek binalar değil, ama Queensland Müzesi ve Brisbane Hayvanat Bahçesi'ydi. Müzenin yerli Yeni Gine sanat yapıtlarıyla dolu olduğu­nu görünce şaşkma dönmüştü. Hatta sergilerden birinde eski zamanların büyük erinlik ayinlerinde takılan kendi halkının oyma işi tören maskesi bile bulunuyordu bu maske misyoner­lerin "şeytan ürünleri" dedikleri şeyin ta kendisiydi. Şimdi, vit­rin arkasmda dikkatle korunmuş bulunan bu maskeye, nere­deyse duyulmayacak kadar yavaş konuşan, beyaz cüppeli pa­pazlar ve sürekli bir akış halinde bulunan iyi giyimli ziyaretçi­ler tapıyorlardı. Müzede ayrıca cam mahfazalar da vardı ki bunların içinde bazı garip çeşitlilikler gösteren hayvan kemik­leri özenle korunmaktaydı. Sydney'e varınca, Yali zevk için bes­lenen köpek ve kedilerin sayısına özellikle dikkat etti.

Yali ancak savaş sonrasında, Avusturalya Yeni Gine’sinin başkenti, Port Moresby’de bir hükümet konferansını izlerken, misyonerlerin yerlilere söylemiş oldukları yalanların boyutunu kavradı. Konferans sırasında Yali'ye çok kısa kuyruklu ya da kuyruksuz ve kuyruklu maymunların insanlara gittikçe daha çok benzeyerek evrimleşmelerini sergileyen bir kitap gösterildi. Nihayet gerçek kafasına dank etmişti: Misyonerler demişlerdi ki Adem ve Havva insanın atalarıydılar, ama gerçekte beyazlar kendi atalarının maymunlar, köpekler, kediler, ve öteki hay­vanlar olduklarına inanıyorlardı. Yerlilerin inançları misyoner­ler onları totemlerini terketmeleri için kandırmcaya değin işte tam anlamıyla böyleydi.

Daha sonraları, yaşadığı deneyimleri yalvaç Gurek ile tar­tışırken, benimsediği düşünceye göre Queensland Müzesi aslmda Roma idi ve misyonerler kargo sırrını kontrol edebil­mek için Yeni Gine tanrılarını ve söylencelerini oraya taşımış­lardı. Eğer eski tanrılar ve tanrıçalar Yeni Gine'ye geri cezbedilebilirse, orada yeni bir gönenç dönemi başlayacaktı. Ama öncelikle onlar Hıristiyanlığı terk etmek ve kendi pagan tören­lerini canlandırmak zorundaydılar.

Yali misyonerlerin ikiyüzlülüğünden dolayı müthiş öfke­lenmişti. Tanrıya ya da İsa'ya önem veren kargo inanışlarmınbütün izlerini ortadan kaldırmak üzere Avusturalyalı memurla­ra yardım etmek için istekli ve sabırsızdı. Yali'nin savaş hizme­ti, Brisbane ve Sydney'i yakından tanıması, ve bilinen inançlara etkileyici bir dille şiddetle karşı çıkması nedeniyle, Madang'ın bölge yöneticisi Yali'nin kargoya inanmadığı sonucuna vardı. Yali'den hükümetçe düzenlenen kitle mitinglerinde konuşması istendi. O Hıristiyan kargo inançlarını coşkulu bir dille alaya aldı ve halk çok çalışmadıkça ve yasalara uymadıkça kargonun asla gelmeyeceğine herkesi inandırdı.

Yali'nin Avusturalyalı yöneticilerle işbirliği yapmağa is­tekli olmasının bir başka nedeni de onun savaş sırasında ordu-

da iken kendisine yapılan vaatlere olan inancını henüz yitirme­miş bulunmasıydı. Yali 1943'te Brisbane'de bir askere alma subaymca söylenen şu sözlere çok üstün bir değer veriyordu: "Geç­mişte, siz yerliler hep geri bırakıldınız, ama şimdi eğer savaşı kazanmamız ve Japonlardan kurtulmamız için bize yardım ederseniz, biz Avrupalılar da size yardım edeceğiz. Galvanizli demir çatıları, kalaslardan yapılmış duvarları olan, elektrikle aydınlatılmış evlere, ve motorlu araçlara, kayıklara, iyi giysi­lere, ve iyi besine sahip olmanız için size yardım edeceğiz. Sa­vaştan sonraki yaşam sizin için çok başka olacak."

Binlerce insan Yali'nin eski kargo yolu inancına şiddetle karşı çıkan konuşmalarını dinlemeğe geliyordu. Bir platformla ve hoparlörlerle donatılmış, ve memnunlukla gülümseyen me­murlar ve beyaz işadamlarıyla sevrilmiş bulunan Yali görevine iyice sarılmış bulunuyordu. Eski kargo inançlarını o ne denli çok suçlarsa, yerliler de onun , yani Yali'nin, gerçek kargo sırrı­nı bildiğini söylemekte olduğuna o denli çok inanıyorlardı. Yali gerçek kargo sırrını biliyordu. Bu yorum hükümet içinde Yali'yi ”yönlendirenler"in kulağına erişince, onlar Yali'den kendisinin geri dönmüş bir ata olmadığını ve kargo sırrını da bilmediğini açıklayan yeni söylevler vermesini istediler. Bu resmi yalanla­maların sonucunda yerliler Yali'nin doğaüstü güçlere sahip ol­duğuna ve kargoyu getireceğine iyice inandılar.

Yali, öteki sadık yerli sözcülerle birlikte Fort Moresby'ye çağrıldığında, Madang'daki yandaşları onun kargo gemilerin­den oluşan kocaman bir filonun başında geri döneceğine ina­nıyorlardı. Yali'nin kendisi de bazı önemli ayrıcalıkların kendi­sine tanınmak üzere olduğuna inanmış olabilir. O doğruca sorumlu yöneticiye gitti ve ona Brisbane'deki subayın vaat et­miş bulunduğu ödülü yerlilerin ne zaman alacağını sordu. On­lar herkesin üzerinde konuşmakta olduğu bina gereçlerini ve makinaları ne zaman elde edeceklerdi? Yali'ye verilen resmi ya­nıta ilişkin bilgi Profesör Lawrence'in (Road Belong Cargo) Kar­goya Elverişli Yol adlı kitabındadır:

Verilmiş olduğu öne sürülen yanıta göre, yönetim, kuşku­suz, yerli birliklerin Japon birliklerine karşı yaptıkları hiz­metler için minnettardı ve halka, gerçekten, esaslı bir ödül verecekti. Avusturalya Hükümeti ekonomi, eğitim, siyasal gelişme, savaş zararlarının karşılanması alanlarına, ve he­kimlik, hijyen ve sağlık hizmetlerini geliştirme projelerine çok büyük paralar akıtıyordu. Bu elbette yavaş işleyen bir süreçti, ama en sonunda halk yönetimin harcadığı çabaların sonuçlarını değerlendirecekti. Ama Yali'nin tasarımladığı türde bir ödül büyük oylumlu bir kargonun karşılıksız dağıtılması hiç de sözkonusu değildi. Subay özür diliyor­du, ama bu sorumsuzca davranan Avrupalı subayların dü­şüncesizce yaptıkları bir savaş zamanı propagandasından başka bir şey değildi.

Yerlilerin elektriğe ne zaman kavuşabileceklerine ilişkin sorularını yöneticiler bedelini ödeme gücüne erişir erişmez, daha önce değil, elektriğe kavuşacakları biçiminde yanıtladı­lar. Yali'nin içi öfke ve nefretle doldu. Hükümet c^e misyonerler kadar kötü yalanlar söylemişti.

Port Moresby'den dönmesinden hemen sonra, Yali kargo yalvaçı Gurek ile gizli bir bağlaşmaya girdi. Yali'nin koruması altında, Gurek'in yaydığı mesaja göre, kargonun asıl kaynağı, Hıristiyan ilahları değil, Yeni Gine ilahlarıydı. Yerliler zengin­liğe ve mutluluğa ulaşmak için Hıristiyanlığı terk etmeli ve kendi pagan törelerine dönmeliydiler. Gerek geleneksel ayinler ve el sanatları gerekse domuz tarımı ve avcılık yeniden yaşam­da yerini almalıydı. Erkekliğe kabul törenleri yapılacaktı. Ayrı­ca, küçük masalar kurulacak, bunlar pamuklu örtüyle örtülecek ve çiçeklerle dolu şişelerle süslenecekti. Bu tapınaklarda (Avusturalya ailelerinde göze çarpan evsel görüntülerden esin­lenerek), sunulan yiyecekler ve tütün pagan ilahları ve ataları kendilerine kargo göndermeye ikna edecekti. Atalar onlara tü­fekler, cephane, askersel donatı, atlar ve inekler getirecekti. Yali bundan böyle kral olarak anılacak, ve Yali’nin doğumgünü olan Perşembe, yerlilerin Sabbat'ı olarak Pazar'ın yerini alacaktı. Gu­rek Yali'nin tansıklar (mucizeler) yaratacağını, ve tükürerek ya da lanetleyerek insanları öldürebileceğini anlatıyordu.

Yali'nin kendisi de Yali tapınmacılarını bastırması için sık sık gezici karakol işiyle görevlendirildi. O rakip yalvaçları ez­mek ve kendisine bağlı "şef yandaşı delikanlılardan köylerin derinliklerine dek yayılmış bir ağ oluşturmak için bu fırsatları kullandı. Para ve hapis cezaları koydu, işçi topladı, ve kendi polis gücünü sürdürdü. Gizli bir yeniden paylaşım dizgesiyle kendi örgütüne para desteği sağladı. Gerçek bir büyük adam olma vaadinde bulundu.

Misyonerler Yali'den kurtulmak için yöneticileri hep kış­kırttılar, ama onlar yerlilerin gittikçe artan küstah tutumlarının arkasında gerçekten de Yali'nin bulunduğunu ispatlamakta ye­tersiz kaldılar. Hatta ortada bir kargo inancının varolduğunu ispatlamak bile güç oluyordu, çünkü Yali mezhebi üyelerinin hepsine kargo inancı taşımadıklarına yemin etmeleri buyruğu verilmişti. Yerlilere denilmişti ki eğer kargo etkinliklerini açık­lamağa kalkışırlarsa, AvrupalIlar Yeni Gine tanrılarını kendile­ri için bir kez daha çalacaklardı. Eğer yerlilere masa ve çiçekler hakkında soru sorulursa onlar yalnızca AvrupalIların yaptıkla­rı gibi evlerini güzelleştirmeyi umdukları yanıtını vereceklerdi. Yali karışıklık çıkarmakla suçlandığında, bunu protesto ederek kendisinin resmen açıkladığı inançlara köylerde ters düşen aşı­rı kimselerle hiç bir ilişkisi bulunmadığını bildirdi.

Avusturalya hükümeti çok geçmeden açık bir isyan olarak gördüğü bir olayla karşılaştı. 1950'de Yali tutuklandı ve adam kaçırmayı kışkırtma ve başkalarını özgürlükten yoksun etme savlarıyla yargılandı. Hüküm giydi ve altı yıl hapisle cezalandı­rıldı. Buna karşın, Yali'nin siyasal mesleği sona ermedi. Hatta o hapisteyken bile, Yali mezhebi üyeleri, onun bir ticaret ve savaş gemileri filosunun başında utkuyla geri dönüşünü bekleyerek, çevreni sürekli gözlüyorlardı. Altmışlı yıllar sırasında Yeni Gine'nin yerli halklarına nihayet bir takım siyasal ve ekonomik ayrıcalıklar tanındı. Yali'nin yandaşları okul yapımındaki yük­selme oranı, yasama meclislerinin yerli adaylara açılması, ücret­lerin artması, alkollü içkilerin tüketimine konan yasağın kaldı­rılması gibi başarıları ona bağladı.

Hapisten çıkmasından sonra, Yali kargo sırrının Yeni Gine ondan neden pay alamayacaklarına ilişkin açıklamalarını be­nimseme isteği de o denli azalıyordu. Bu durum AvrupalIların nasıl olup da böylesine zengin olduklarını kavradığı anlamına gelmez. Tersine, kendisinden alman son habere göre, o Avrupa­lIların genelevler inşa etmek suretiyle zenginleşmiş oldukları yolundaki kuram üzerinde çalışıyordu. Ama Yali AvrupalIla­rın standart açıklaması olan "çok çalışma"yı, planlı bir aldatma­ca olarak anlayıp reddedecek kadar sağduyuya her zaman sa­hipti. Avrupah büyük adamların kendi yerli prototiplerinden farklı olarak hemen hemen hiç çalışmadıklarını herkes göre­bilirdi.

Yali'nin kozmos hakkmdaki anlayışı pek öyle yabanılın akima özgü bir tekel değildi. Güney Denizlerinde, öteki sö­mürge bölgelerinde olduğu gibi, Hıristiyan misyonlar yerlilere eğitim vermekte gerçekten kesin denebilecek hak ve yetkilerden yararlanıyorlardı. Bu misyonlar siyasal çözümlemenin entellektüel araçlarını  yaymakla ilgilenmiyorlardı; onlar Avrupanm ka­pitalizm kuramma ilşkin bilgileri vermedikleri gibi, sömürgesel ekonomi politikasıyla ilgili bir çözümlemeye de girişmediler. Bunların yerine onlar yaratılış, peygamberler ve kehanetler, melekler, bir mesih, tansıksal kurtuluş, yeniden diriliş, ve ölü­lerin ve canlıların süt ve baldan oluşan bir ülkede yeniden bir­leşecekleri sonsuz bir krallık hakkında dersler verdiler.

Kaçınılmaz bir biçimde, bu kavramlar birçoğu ilk yerli inanç dizgesindeki temalara neredeyse tıpı tıpına benziyordu zdrunlu olarak kolonyal sömürüye karşı kitlesel direnmenin ilk kez açıklandığı deyim halini aldılar. "Misyon Hıristiyanlığı" ayaklanmanm dölyatağı oldu. Her türlü açık uyarı eylemini, grevleri, sendikaları, ya da siyasal partileri ezmek suretiyle, aslında AvrupalIlar kargo utkusunu kendileri için güvence altı­na aldılar. Misyonerlerin, kargo ancak çok çalışan insanlara verilir, dediklerinde yalan söylediklerini anlamak oldukça ko­laydı. Kavranması güç olan olgu Avusturalyalıların ve Ameri­kalıların yararlandıkları zenginlikle yerlilerin çalışması arasın­da kesin bir bağlantının varolmasıydı. Yerli işgücünün ucuzluğtt olmasaydı ve yerlilerin toprakları kamulaştırılmasaydı, sö­mürgeci güçler böyleşine zengin olamazlardı. O halde, bir bakı­ma, yerlilerin, satın alamasalar bile, sanayileşmiş ulusların ürünleri üzerinde hakları vardı. Onların bunu anlatma yöntemi kargo idi. Ve, sanırım, kargonun gerçek sırrı budur.

Mesihler

Eminim kargo tapınmalarıyla ilk Hıristiyan inançları ara­sındaki benzerlikleri farketmişsinizdir. Nasıra'lı İsa kötülerin mahvolacağını, yoksullar için adaleti, sefaletin ve acıların son bulacağını, ölülerle yeniden birleşileceğini, ve bütün bir yeni tanrısal kırallığı önceden haber verdi. Yali de böyle yaptı. Aca­ba kendi yaşam biçimlerimizin kökenini belirleyen koşulları anlamakta hayalet kargonun sırrı bize yardımcı olabilir mi?

Arada bazı önemli farklar var gibi görünüyor. Kargo tapın­maları özel bir siyasal kurulu düzeni yıkmaya ve yeryüzünde yeri açıkça belli bir krallığın kurulmasına adanmıştır. Yerliler ölülerin Yeni Gine'de konuşlandırılmış polislere ve askersel birliklere karşı savaş silahları taşıyan üniformalı askerler biçi­minde yaşama dönmelerini beklemişlerdir. Nasıra'lı İsa her­hangi bir siyasal dizgeyi yıkmakla ilgili değildi; o politikanm üzerindeydi, çünkü onun krallığı "bu dünyanın krallığı değil­di". İlk Hıristiyanlar kötülere karşı "savaşlar"dan söz ettikle­rinde, onların "kılıçları", "ateşleri", ve "utkuları" yalnızca do­ğaüstü ruhsal olaylar için düşünülmüş yeryüzüne bağlı mecazlardan ibaretti. Hemen hemen herkesin İsa tapınmasının aslında ne olduğuna ilişkin inancı en azından böyledir.

Böylesine öteki dünya için düşünülmüş, böylesine barışa, sevgiye, ve özgeciliğe adanmış bir yaşam biçiminin herhangi bir asal anlamıyla açıkça özdeksel koşulların bir ürünü olabil­mesi olanaksız görünür. Ama, bütün ötekiler gibi, bu bilmece­nin çözümü de halkların ve ulusların kılgısal yaşamlarında bu­lunur.

Gerçekte iki bilmecenin irdelenmesi gerekiyor. Hıristiyan­lık ilk önce Filistin'de yaşayan Yahudiler arasında ortaya çıktı. Mesih adlı bir kurtarıcının insan görünümündeki bir tanrının gelişine olan inanç İsa zamanındaki Yahudiliğin önemli bir özelliğiydi. İsa'nın, hemen hemen tümü Yahudi olan, ilk yan­daşları İsa'nın bu kurtarıcı olduğuna inanıyorlardı. (İngilizce "Christ", Yahudilerin Yunanca konuşurlarken beklenen kurtarı­cılarından söz ederlerken kullandıkları fcrystos'dan türetilmiş­tir.) Ben başlangıçtaki Hıristiyan yaşam biçimi bilmecesini çöz­mek için, önce bir mesihe olan Yahudi inancının temelini açıklamak zorundayım.

Bütün eski insan toplulukları çağcıl olanların da büyük çoğunluğu gibi tanrısal yardım olmaksızın savaşların kazanılamayacağma inanırlardı. Bir imparatorluğa sahip olmak, ya da yalnızca bağımsız bir devlet olarak varlığı sürdürmek için, ataların, meleklerin, ya da tanrıların kendileriyle işbirliği yap­mayı istedikleri savaşçılara gerek vardı.

İlk ve en büyük Yahudi imparatorluğunun kurucusu, Davud, Yahudi Tanrısı Yehova ile tanrısal bir ortaklık içinde oldu­ğu savındaydı. Halk Davud'a mesih diyordu (İbranice: mashia), ki onlar bu terimi papazlar, koruyucular, Davud’un önceli Saul, ve Davud'un oğlu Süleyman için de kullanırlardı. Bu nedenle mesih kökeninde belki de büyük kutsallığı ve tanrısal gücü içe­ren herhangi bir kişi ya da şey anlamına geliyordu. Davud'a ayrıca Yağla Kutsanmış Biri, Yehova’yla işbirliği içinde, Yehova'nın yönetimindeki yeryüzü toprakları üzerinde hüküm sür­meğe yetkili kılınmış biri de deniyordu.

Davud, Elhanan ben Yesse olarak doğdu. "Büyük komu­tan" anlamına gelen Davud adı ona savaş alanındaki utkularını kutlamak üzere verilmişti. Onun yoksul başlangıçlardan çıkıp iktidara yükselmesi ona ideal Yahudi askersel-mesihsel yaşamı için esin temeli yaşam planı hazırladı. O Beytülahim'de doğdu ve gençliğini bir çoban olarak geçirdi. Daha sonra, Gü­ney Filistin çölünde bir gerilla hareketinin yasadışı önderi oldu. O bir mağarada karargahını kurdu ve Golyat’a karşı savaşta örneklendiği üzere güya başedilmez üstünlüklere karşı utku­larını kazandı.

Yahudi papazları Yehova'nın Davud ile bir anlaşma yap­mış olduğunu ısrarla söylediler. Yehova'nın yapmış olduğu vaade göre Davud'un soyu hiç son bulmayacaktı. Ama gerçekte Davud'un imparatorluğu onun ölümünden kısa bir süre sonra parçalanmaya başladı. Nebukhadnetzar İ. Ö. 586'da Kudüs'ü ele geçirdiği ve çok sayıda Yahudiyi Babil'e sürdüğü zaman im­paratorluk geçici bir süre için ortadan kalktı. Sonraları Yahudi devleti şu ya da bu egemen güce bağımlı olarak yeniden teh­likeli bir yolda yaşamını sürdürmeğe başladı.

Yehova Musa'ya şöyle dedi: "Sen bir çok uluslar üzerinde egemen olacaksın ama onlar şenin üzerinde egemen olmayacak­lar." Ancak Yehova'nın vaat ettiği toprak dünyanın fethine kal­kışmayı olanaklı kılacak bir yer değildi. Her şeyden önce bura­sı geniş bir askersel geçiş yoluydu bu ana koridor boyunca Asya'nın, Afrika'nın, ve Avrupa'nın fetihçi orduları Mısır’a doğ­ru ve oradan hareketle birbirlerini kovalıyorlardı. Her hangi bir yerli fetihçi gelişmenin Filistin'de kök salabilmesinden önce, bu bölge şu ya da bu yönde geçişler yapan ordu denilen milyon ayaklı bir canavarın altında kalıp ezilmişti. Mısırlılar, Asurlular, Babilliler, Persler, Yunanlılar, ve Romalılar kutsal topraklar içinde ileri geri saldırıya geçiyor, yerlerini daha sonra gelecek­lere bırakmadan önce genellikle aynı yeri iki kez yakıp yıkıyor­lardı.

Bu deneyimler Yehova'nın kutsal kitaplarının ve onun geç­miş rahipliğinin güvenilirliği üzerinde oldukça ağır bir kaygı yaratıyordu. Acaba Yehova neden o denli çok sayıda ulusun büyük olmalarına izin vermişken cennet için seçilmiş olan ken­di halkı sık sık yenilgiye uğramış ve köleleştirilmişti? Yehova neden Davud'a vermiş olduğu sözü tutmamıştı? Bu konu Ya­hudi kutsal adamları ve yalvaçlarının anlamını kavramağa hep çalıştıkları büyük sır idi.

Onların yanıtı şöyle: Yehova Davud'a yaptığı vaadi tutma­mıştı çünkü Yahudiler Yehova'ya verdikleri kendi sözlerini tut­muş değillerdi. Halk kutsal yasaları çiğnemiş ve iffetsiz ayinler yapmıştı. Onlar günah işlemişlerdi; suçluydular; kendi yıkım­larına neden olmuşlardı. Ama Yehova bağışlayıcı bir tanrıydı ve eğer Yahudiler, cezalı olsalar bile, kendisinin Tek Gerçek Tanrı olduğuna inanmalarını sürdürürlerse o yaptığı vaadi gene de tutardı. Yapmış olduklarının ayrımına varmak, piş­manlık duymak ve bağışlanmayı dilemek suretiyle, insanlar günahlarınm kefaretini ödeyebilirdi ve o zaman Yehova sözleş­meyi yeniden yürürlüğe koyar, onları kurtarır, günahtan arın­dırır, ve onları her zamankinden daha büyük yapardı. Kefaret tam olarak ödendiğinde yalnızca Yehova bildiği bir anda gi­zemli bir biçimde, halkının öcü alınacaktı. Yehova, düşman ulusları yok etmek için, Davud gibi başka bir asker prensi, mesihi, yağlanıp kutsanmış birini gönderecekti. Büyük savaşlar yapılacaktı; orduların çarpışmasıyla ve kentlerin düşmesiyle bütün yeryüzü altüst olacaktı. Bu bir dünyanın sonu ve başka bir dünyanın başlangıcı olacaktı, çünkü Yehova insanın daha önce hiç görmediği kadar büyük bir ödülü kendilerine vermeyi akima koymasaydı Yahudileri bekletmez ve onlara acı çektirmezdi. Ve işte böylece Eski Ahit (Tevrat) kurtarıcı yalvaçların İşaya, Yeremya, Hezekiel, Mika, Zekarya, ve ötekilerin vaadleriyle dolup taşar, hepsi de askersel-mesihsel bir yaşam biçi­minin kabul edilmesini dayatır ya da yaptırıma bağlar.

İşaya, David'in tahtında sonsuza değin hüküm sürecek bir "olağanüstü danışmandan, büyük Tanrıdan, Ölümsüz Baba­dan, Barış Prensi"nden söz eder. Bu kurtarıcı Asurluları "so­kakların çamuru gibi" ayaklar altma alıp çiğneyecek; Babil'i içinde baykuşların, satyr'lerin[9], ve öteki "kasvetli yaratıklar"ın barındığı ıssız bir kente dönüştürecek; Moab'ın halkmı "kel ve sakalsız" hale getirecek "Şam'ı bir enkaz yığınına dönüştüre­cek", ve Mısır'da iç savaşı kışkırtacak, "herkes komşusuyla bo­zuşacak, kentler ve krallıklar birbirine düşecek. "

Yeremya, Yehova'yı şöyle konuşturur: "O günlerde ve o zamanda, ben Doğruluk Dalı'nın büyüyüp Davud'a değin uzanmasını sağlayacağım; ve o ülkede Yargı'yı ve Doğruluk'u uygulayacak." Ve sonra Mısırlıları "kılıç yokedecek" "ve onların kanıyla o doyup sarhoş olacak." Filistinliler "ağlayacaklar ve ülkenin bütün sakinleri inleyecekler." Moab'dan "sürekli bir ağ­lama yükselecek." Ammon "ıssız bir yığın" halini alacak "ve onun kız evlatları ateşte yakılacak.” Edom bir "harabe" olacak. Şam'da "genç adamlar onun caddelerinde mahvolacaklar." Hazor "ejderhalar için bir yerleşim yeri" olacak. Elam "kılıçtan geçirilecek" ve Babil'e gelince: "Ona karşı en uzak sınırdan gel, onun ambarlarını aç; onu yığın yığın at savur ve onu tamamıy­la yoket: Ondan geriye hiç bir şey kalmasın."

Filistin’in Suriyeli Yunanlılar tarafından yönetildiği sırada, İ. Ö. 165 yılı dolayında yazılmış olan, Daniel'in Kitabı da bü­yük bir Yahudi imparatorluğuna öncülük eden, yağlanıp kut­sanmış biri, Prens, tarafından sağlanacak askersel-mesihsel bir kurtuluştan söz eder:" Ben geceleyin imgeler gördüm, ve İnsa­nın Oğlunun göklerin bulutlarıyla gelişini seyrettim... ve ona egemenlik, ve onur, ve bir krallık verildi, artık bütün halklar, uluslar ve dilller ona hizmet edecekler... bir ölümsüz egemen­lik... (bir) krallık ki yıkılmayacak."

Bu kin dolu kehanetler konusunda insanların büyük ço­ğunluğunun kavrayamadığı nokta bunların gerçek yaşamın asker-mesihlerinin önderliği altında yürütülmüş olan gerçek kurtuluş savaşlarıyla bağlantılı olmalarıdır. Bu savaşlarda halkın da desteği vardı çünkü bunlar Yahudi devletinin bağım­sızlığını yeniden sağlamayı amaçlamakla kalmıyor, ama aynı zamanda yabancı yönetimin dayanılmaz ölçüde ağırlaştırdığı ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırma vaadini de içeriyordu.

Kargo gibi, kin güden mesih inancının doğuşu ve sürekli olarak yeniden yaratılması da siyasal ve ekonomik koloniciliğin sömürücü dizgesini devirme savaşımından kaynaklanıyordu. Yerliler Yahudiler askerlik yönünden ancak böyle bir durum­da fatihlere daha çok benziyorlardı, ve onlar "atalar"ın kendi im­paratorluklarına sahip olmuş bulundukları uzak bir zamanı anımsayan okumuş asker-yalvaçların yönetimi altındaydılar.

Eğer Romanın hükümdarlığı döneminde, baskın olan bir yaşam biçiminden söz edilebilirse, işte bu kin dolu asker-mesihin yaşam biçimiydi. Davud'un Golyat'a karşı kazandığı utku örneğinden ve Yehova'nın askersel-mesihsel kurtuluş vaadin­den esinlenmiş bulunan, Yahudi gerillaları Romalı yöneticilere ve Roma ordusuna karşı uzun süren bir savaş açmışlardı. Ba­rışçı mesih inancı İsa'nın ve yandaşlarının yaşam biçimi gerilla savaşınm içinde ve hem de Filistin'in başkaldırma ey­leminin asıl merkezleri olan bölgelerinde gelişti ki bu görü­nüşte kurtuluşçu güçlerin taktik ve stratejilerine tam anlamıyla karşıt olan bir olguydu.

Hıristiyan İncirleri İsa'nın Yahudi kurtuluş savaşıyla olan ilişkisini yorumlamadıkları gibi onun sözünü bile etmezler. Siz eğer yalnızca İncil'lere dayanırsanız, İsa'nın yaşamının büyük bir bölümünü tarihin en yabanıl ayaklanmalarından birinin tam ortasında geçirmiş olduğunu asla bilemezsiniz. İncil'in okuyucularına daha da az açıklanan bir olgu İsa'nın idam edil­mesinden çok sonraları bu savaşımın tırmanmayı sürdürmesi­dir. İ.S. 68 yılında Yahudilerin çok kapsamlı bir ayaklanmayı sürdürmüş olduğunu ve bunun denetim altına alınmasından önce geleceğin iki Roma imparatorunun komutası altında altı Roma lejyonunun işe karışması gerektiğini siz asla kestiremez­diniz. Ve İsa'nın kendisinin Yahudi ihtilalcilerin askerselmesihsel bilinçliliğini yoketme yolundaki Roma girişiminin bir kurbanı olarak ölmesinden en az kuşku duyan siz olurdunuz.

Bir Roma kolonisi olarak Filistin sömürgesel kötü yöneti­min klasik, siyasal ve ekonomik bütün belirtilerini sergiliyordu. Yüksek memuriyetleri ya da dinsel konumları dolduranlar kuk­lalar ya da çanak yalayıcılardı. Yüksek rahipler, zengin toprak sahipleri, ve tecimenler Doğuya özgü bir görkem içinde ya­şıyorlardı, ama nüfusun büyük bölümünü topraksız, yabancılaşnuş köylüler, düşük ücretli ya da işsiz zanaatçılar, hizmet­liler, ve köleler oluşturuyordu. Ülke çok ağır vergilerin, yöne­tim yolsuzluklarının, keyfi haraç almaların, askere alıp zorla ça­lıştırmanın, ve gemi azıya almış bir enflasyonun ağırlığı altında inlemekteydi. Kendi yerlerinde oturmayan toprak sahip­leri Kudüs’te tantana içinde yaşarlarken bunların kiracıları Romalıların tarımsal üretime yükledikleri yüzde 25'lik bir ver­giye ek olarak bir de geriye kalanın yüzde 22'sini tapmaklara ödüyorlardı. Galile'li köylülerin Kudüs soylularına olan nefret­leri çok çarpıcıydı ve bu duygu açıkça karşılıklıydı. Talmud'un[10] yorumlarında, gerçek Yahudilere kız evlatlarını "top­rak adamları" diye adlandırılan Galileli köylülerle evlendir­memeleri öğütlenir, "çünkü onlar kirli hayvanlardır." Haham Eleazar, alaycı bir ağızla hayvanların öldürülemediği zaman­larda, hem de yılın en kutsal gününde bu tipleri hayvan gibi kesip parçalamayı öğütlemiştir; ve Haham Joahanan demiştir ki, "sıradan bir kişi bir balık gibi parça parça doğranabilir, ” öte yandan Haham Eleazar demiştir ki, "Sıradan bir kişinin bir bil­gine düşmanlığı puta tapanların İsraillilere olan düşmanlığın­dan bile daha yoğundur."

Askersel-mesihsel ideal için halkın gösterdiği coşku Yahu­di ulusçuların yabancı kuklaların yerini aldıklarını görme yo­lundaki bir tutkunun ötesine ulaşmıştır. Galileliler Davud'un krallığının yeniden kurulduğunu görmek istediler çünkü yal­vaçlar mesihin ekonomik ve toplumsal sömürüye son verip kötü papazları, mülk sahiplerini, ve kralları cezalandıracaklarını söylediler. Bu tema Hanok'un Kitabı'nda şöyle açıklanmıştır:

"Siz zenginler, lanet olsun size, çünkü siz zenginliklerinize güvendiniz ve sizden zenginlikleriniz koparılıp alınacak................................................................................................

Lanet olsun size ki komşunuza kötülükle karşılık verirsi­niz, siz yaptıklarınıza göre karşılık bulacaksınız. Lanet ol­sun size, siz yalancı tanıklar.... Ama siz acı çekenler, korku­nuz olmasın, sizin payınız şifa olacak."

Yehova krallığının diyalaktiği insanın deneyimini bütü­nüyle kucaklıyordu. Kargo örneğinde olduğu gibi, dünyasal ve kutsal temel öğeler bölünemezlerdi; "bu dünyalık" ve ahiretlik temalar birbirinden ayrılamazdı. Politika, din, ve ekonomi birleşip kaynaşmıştı; gökyüzü ve yeryüzü birbirinden ayırt edile­mezdi, doğa Tanrı'yla evlenmişti. Yeni evrende, yaşam baştan başa farklı olacaktı; her şey altüst olacaktı. Yahudiler hükme­decek ve Romalılar hizmet edeceklerdi. Yoksullar zengin ola­cak, kötüler cezalandırılacak, hastalar şifa bulacaklar, ve ölüler yaşama döneceklerdi.

Yahudiler Büyük Herodes'in Roma Senatosu tarafmdan kukla kral olarak görülmesinden kısa bir süre önce Roma'ya karşı savaşlarını başlattılar. Başlangıçta, gerillalar Romalılar ve Yahudi yönetici sınıfı tarafmdan doğrudan doğruya haydut sayıldılar (Yunanca: lestai). Ama bu haydutlar hırsızlıklar nede­niyle değil yerlerinde bulunmayan mülk sahiplerine ve Romalı vergi toplayıcılara karşı yürüttükleri eylemlerden dolayı suçla­nıyorlardı. Gerilla savaşçılarına uygulanan öteki terim "aşırıcılar" idi bu onların Yahudi yasası ve Yehova sözleşmesinin ye­rine getirilmesi için gösterdikleri büyük çaba anlamına geliyordu.

Terimlerin hiç biri tek başına bu eylemcilerin yaptıkları işin anlamını gereğince iletmez. Onların yiğitçe serüvenleriyle dünyalarının günlük bağlamı arasında bir ilişki kurulması an­cak onların aşırıcı haydutlar gerillalar olarak kabul edilme­leriyle sağlanabilir. Aşırıcı haydut-gerillalar bir mesihin yardı­mıyla sonunda Roma İmparatorluğünu çökerteceklerine inanı­yorlardı. Onların inancı bir ruh hali değildi; bu bezdirmeyi, kışkırtmayı, hırsızlığı, öldürmeyi, terörizmi, ve ölümle sonuç­lanan yiğitlikleri içeren ihtilalci bir uygulamaydı. Bunların bazı­ları kentsel gerilla taktiklerinde uzmanlaşmışlardı ve onlara "hançer adamlar" deniyordu (Latince: sicarii); geriye kalanları kırlarda, mağaralarda ve dağlarda saklanarak, besin ve güven­lik yönünden köylülere dayanarak yaşıyorlardı.

İ.S. birinci yüzyıl boyunca Filistin'deki siyasal ve askersel olaylarla ilgili herhangi bir betimlemenin eski dünyanın büyük tarihçilerinden biri olan Flavius Josephus'un yazılarına geniş ölçüde dayanılarak yapılması gerekir. Şimdi tartışacağım konu­lara yabancı olabileceğinizi düşünerek bu kaynağın güvenilirli­ği konusunda biraz bilgi vermek isterim. Josephus ilk Hıris­tiyan Incil'leri yazarlarının bir çağdaşıydı. Onun iki kitabı, Ya­hudi Savaşı ve Yahudilerin İlk Çağları, bilginlerin gözünde birinci yüzyıl Filistin'inin tarihi bakımından İncillerin kendilerinden daha az önemli değildirler. Biz Josephus'un kim olduğu ve ki­taplarını nasıl yazdığı konusunda kesin bilgilere sahibiz Incil'­lerin yazarları hakkında böyle bilgilerden yoksunuz. Josephus, İ.S. 37 yılında Yasef ben Mathias adıyla, yukarı sınıftan bir Ya­hudi ailesinin çocuğu olarak doğdu. İ.S. 68 yılında, daha otuz bir yaşındayken, Galile valisi ve Roma’ya karşı verilen savaşta Yahudi kurtuluş ordusunda bir general oldu. Jotapata kuşat­masında yandaşları yok edildikten sonra, Josephus teslim oldu ve Romalı general Vespasianus'un, ve Vespasianus'un oğlu Titus'un önüne getirildi. Bunun üzerine Josephus Yahudilerin bek­lemekte oldukları mesihin Vespasianus olduğunu ve hem Vespasianus'um hem de Titus'un geleceğin Roma İmparatorları olacaklarını açıkladı.

Vespasianus İ.S. 69 yılında gerçekten de İmparator oldu, ve Josephus kehanetinin bir ödülü olarak Roma'ya götürüldü ve yeni imparatorun saray çevresind*alındı. Ona Roma yurttaşlığı, imparatorluk sarayında bir daire, ve Romalıların Filistin'de sa­vaş ganimeti olarak ele geçirdikleri çiftliklerin gelirinden ya­şam boyu emeklilik maaşı verildi.

Josephus yaşamının geri kalan bölümünü Yahudilerin Ro­malılara karşı neden baş kaldırmış olduklarını ve kendisinin neden Romalıların safına geçmiş bulunduğunu açıklayan kitap­lar yazmakla geçirdi. Roma’da Romalı okurlar için yazması nedeniyle imparatoru da kapsayan okurların çoğu betimlenen olayların canlı tanıkları idiler Josephus tarihin belli başlı olay­larını uydurmuş olamazdı. Farkedilmiş bulunan çarpıtmalar açıkça Josephus'un kendisinin bir hain olarak damgalanmaktan kaçınma isteğiyle bağlantılıdır ve bunlar asıl öykünün inanılır olmasına zarar vermeksizin kolayca dışlanabilir.

Josephus'un anlattığı öykülerin ortaya koyduğuna göre ge­rilla eylemciliği ve Yahudilerin askersel-mesihsel bilinçliliği bir­birini etkileyen dalgalar halinde yükselip alçalmıştır. Ülkenin tozlu, güneşten kavrulmuş uzak yöreleri ortalıkta dolanıp du­ran kutsal adamlarla, garip giyimli kahinlerle doluydu ve bun­lar kinayeler ve meseller kullanarak konuşurlar ve dünya ege­menliği için yapılacak savaş hakkında kehanetlerde bulunur­lardı. Başarılı gerilla önderleri bu hep yenilenen mesihsel spe­külasyonların ışığında ve gölgesinde gelişen söylentiler yayı­yorlardı. Sürekli bir karizmatik önderler dizisi mesihlik savında bulunmak için tarihin göz kamaştıran aydınlığına doğru iler­liyordu; bunlardan en az ikisi Roma imparatorluğunun temelini gerçekten sarsan ayaklanmaları hızlandırdı.

Büyük Herodes önce Romalı patronlarının dikkatini çekti çünkü kuzey Galile'de bütün bir bölgeyi denetimi altına alan bir eşkiya şefine karşı yeğin bir kampanyaya girişmişti. Josephus'a göre, Herodes, adı Hezekiah olan bu eşkiya şefini tuza­ğa düşürdü ve onu hemen orada öldürdü. Ama biz Hezekiah'm sıradan bir hırsız değil de bir gerilla önderi olduğunu çünkü Kudüs'te haydutdan yana olanların Herodes'i cinayetten yargılayacak kadar güçlü olduklarını biliyoruz. Burada Julius Caesar'm bir yeğeni araya girdi, Herodes'in bırakılmasını sağ­ladı, ve onun salık vermesi İ. Ö. 39 yılında Herodes'in Yahudi­lerin Kralı olarak atanmasına yol açtı.

Herodes Filistin üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmak için yeni haydutlarla çatışmak zorunda kaldı. Josephus'un açık­ladığına göre "haydutlar ülkenin büyük bir parçasını istila etti­ler, böylece hakkın bir savaşın yapabileceği kadar acı çekmesine neden oldular." Bu yüzden Herodes "mağaralardaki haydutlara karşı sefere çıktı." İçeride tuzağa düşünce, sonunda haydutlar aileleriyle bir araya geldiler, ve teslim olmayı reddettiler. Yaşlı bir haydut erişilmez bir mağaranın ağzında durdu ve He­rodes'in gözleri önünde karısını ve yedi çocuğundan her birini öldürdü "ve Herodes'e alaylı bir tavırla baktı" sonra da kendisi­ni ölüme attı. Kendisini "mağaraların ve mağara sakinlerinin efendisi" sayan Herodes, Samara'ya yöneldi. Ama onun ayrılma­sıyla "Galiledeki bilinen bozguncular" üzerindeki tüm baskılar kalkınca onlar derhal Ptolemaios adındaki Romalı bir generali öldürdüler ve "ülkeyi sistemli biçimde harap ettiler, bataklıklar­da ve öteki erişilmez yerlerde kendilerine barınaklar yaptılar."

İ.Ö. 4 yılında Herodes'in ölümü üzerine ülkenin uzak böl­gelerinde ayaklanmalar oldu. Hezekiah'ın oğlu, Galileli Yahuda, krallığın bir silah deposunu ele geçirdi. Aynı sırada Ürdün içlerinde Peraea'da, Simun adlı bir köle "Eriha’daki sarayı ve bir çok görkemli sayfiye evlerini yaktı." Üçüncü bir asi, Athrongaeus adlı eski bir çoban, "kralllığını ilan etti" belki de bu, o yan­daşları tarafmdan mesih olarak kabul edildi, demenin Josephus'a özgü bir yoluydu. Romalılar Athrongaeus’u ve dört erkek kardeşini, birer birer öldürmelerine değin bu haydutlar "bütün Yahuda'yı haydutluklarıyla bezdirmeyi" başardılar. Suriyenin Romalı valisi Varus, düzeni sağladı. O, 2000 "elebaşı"yı ele geçirdi ve hepsini çarmıha gerdirdi. Bu olay İsa'nın doğdu­ğu yıl içinde meydana geldi.

Çok geçmeden Galileli Yahuda asıl gerilla güçlerinin önde­ri olarak ortaya çıktı. Josephus onun "krallık peşinde" olduğu­nu söyler ve zaman zaman onu "çok akıllı bir haham" olarak niteler. l.S. 6 yılında Romalılar bir nüfus sayımı yapmağa çalış­tılar. Yahuda yurttaşlarını buna direnmeleri için uyardı çünkü nüfus sayımı "tam bir köleliğe" yol açacaktı. Josephus ona şunu söyletir "Yahudilerin Yehova'dan başka kralları yoktur." Bu ne­denle "vergiler Romalılara ödenmemelidir" ve "Yehova kendi davalarma inananlara mutlaka yardım edecektir." Yehova'nın bildirdiğine göre Roma'ya boyun eğmeğe hazırlananlara düş­man işlemi yapıldı: Sığırları ellerinden almdı ve evleri ateşe verildi.

Galileli Yahuda'nın yaşammm nasıl ve ne zaman son bul­duğuna ilişkin bir bilgi günümüze hiç ulaşmadı. Yalnızca şunu biliyoruz ki oğulları savaşmayı sürdürdüler. Bunlardan ikisi çarmıha gerildiler, ve bir başkası 68-73 ihtilalinin başlan­gıcında mesihlik savında bulundu. O savaştaki son direniş ey­lemi, Masada kalesinin intiharla savunulması, gene Galileli Yahuda'nın soyundan birisi tarafından yönetildi.

îsa mesihlik öğretilerini eylemli biçimde vaaz etmeğe İ.S. 28 yılı dolayında başladı. O sırada yalnız Galile'de değil, ama Yahuda ve Kudüs'te de bir "gerçek savaş" yapılıyordu. İsa inan­cı, İsa'nın ölüm buyruğunu veren Romalı vali, Pontius Pilatus'un göğüslemek zorunda kaldığı ayaklanma durumlarının en genişi olmadığı gibi en tehlikeli olanı da değildi. Örneğin, Josephus, Pilatus'un Kudüs'teki putlarla ilgili tabuyu çiğnediği zaman kendilerine taşradan büyük bir kalabalığın katıldığı kentin öfkeli ayaktakımının görüntüsünü betimler. Daha sonra, Pilatus bir su kemerinin yapılması amacıyla tapmak fonlarının kötüye kullanılmasını protesto eden öfkeli başka bir ayaktakı­mı tarafından sarılmıştır. Incil'lerden öğrendiğimize göre İsa'nın kendisi de tapmağa yapılan bir saldırıyı yönetmiş, ve çete önderi Barabbas ve birkaç adamının tam o sırada hapiste bulunmaları nedeniyle, İsa’nın yargılanmasından kısa bir süre önce bir çeşit ayaklanma meydana gelmiştir.

İsa'nın öldürülmesinden sonra, Romalılar Filistin'in kırlık alanlarını "haydutlar"dan temizleme çalışmasını sürdürdüler. Josephus, adı Tholomaios olan bir başka büyük haydut şefinin İ. S. 44 yılında yakalandığını bildirir. Bundan kısa bir süre son­ra, çölde Theudas adında mesihsel bir tip ortaya çıktı. Onun yandaşları evlerini ve varlıklarını terk ettiler ve Ürdün Irmağı'nın kıyılarında toplandılar. Bazıları Theudas'ın tıpkı Yeşu için yapıldığı gibi suları ayırma niyetinde olduğunu söylerler; başkaları da bu mesihin öteki yoldan, batıya doğru, Kudüs'e doğru gideceğinden söz ederler. Önemi yok Romalı Vali Cuspius Fadus süvarileri gönderdi; onlar Theudas'ın başını kestiler ve yandaşlarını da kılıçtan geçirdiler.

İ. S. 50 yılında Fısıh Bayramı şöleni sırasında Romalı bir asker tüniğini kaldırdı ve hacılardan ve tapmakta tapınanlardan oluşan bir kalabalığa doğru yellendi. "Öfkelerini daha az tutabilen genç adamlar ve doğallıkla halkın gürültücü takımı birden dövüşe atıldılar," diye yazıyor Josephus. Romanın ağır piyadesi göreve çağrıldı, bunun yarattığı büyük panik içinde, Josephus'a göre, 30000 insan ayaklar altında ezilerek öldü (bazı­ları belki de kasdettiği 3000 idi diyorlar.) İsa'nın tapmağa yaptı­ğı saldırı tarih olarak İ. S. 33 yılının Fısıh Haccı'na rastlamıştı. Göreceğimiz gibi, durumları İ. S. 50 yılının paniğinde ölenlere benzeyen ayak takımı hacıların tepkisinden duyulan kaygı Ya­hudilerin ve Roma makamlarının İsa'yı tutuklamak için gece karanlığına dek beklemelerine neden oldu.

İ. S. 52 yılında, nerdeyse yirmi yıl boyunca dağlarda kal­mış bulunan bir "ihtilalci hayduf'un, Eleazar ben Deinaios'un önderliğinde bir genel ayaklanmaya çok yakın bir olay gelişti. Vali Cumanus, "Eleazar’m yandaşlarını yakaladı, daha fazlası­nı da öldürdü." Ama karışıklık yayıldı "ve bütün ülke üzerinde yağmalar sürüp gitti ve daha atılgan ruhlu olanlar ayaklandı­lar." Suriyeli Legate araya girdi, onsekiz partizanın kafasını kes­ti, ve Cumanus tarafından yakalanmış bulunan tutsakların hepsini çarmıha gerdi. Sonunda ayaklanma yeni bir vali, Felix tarafmdan bastırıldı ve Felix Eleazar’ı yakaladı ve onu belki de halkın gözü önünde boğazlanmak üzere Roma’ya gönder­di. "Onun çarmıha gerdiği haydutlar," "ve onlarla işbirliği yap­maları nedeniyle yakalayıp cezalandırdığı yöre sakinleri sayıla­mayacak kadar çoktu" diyor Josephus.

Kudüs'te, silahlarını  giysilerinin içinde gizleyen hançerli adamların yaptıkları suikastlar artık yaygınlaşmıştı. Onların en ünlü kurbanlarından biri Yüksek Papaz Yonaton idi. Bütün bu kan dökmelerin ortasında, askersel-mesihsel yarışmacılar tekrar tekrar ortaya çıkıyorlardı. Josephus mesih önderlerin bir bölümüne gönderme yaparak onları şöyle niteliyor:

eylemde daha az cani ama niyette daha kötü olan bu hainle­rin verdikleri zarar katillerin dolandırıcıların ve yalancı­ların verdikleri zarar kadar büyüktür. Onlar esin savıyla, ayak takımını çılgınca eylemlere özendirerek, ve Tanrının yaklaşan özgürlüğün imlerini kendilerine göstereceği ba­hanesiyle onları yabanıl toprakların içlerine sürükleyerek devrimci değişiklikler meydana getirmeyi planladılar.

Felix bu yağmacılığı bir ayaklanmanın ilk aşaması olarak yorumladı ve Roma süvarilerine o ayak takımının paramparça edilmesi buyruğun verdi.

Daha sonra bir Mısırlı Yahudi "sahte peygamber" ortaya çıktı. Sayısı birkaç bini bulan "aldatılmış insanları" bir araya getirdi, onları çöle doğru götürdü, sonra döndü Kudüs'e saldır­maya kalkıştı böylece, Romalılar bunu gerekli buldularsa, bü­tün bu tür insanların siyasal yönden tehlikeli olduklarmm doğ­rulanmasını sağladı. Josephus İ.S. 55 yılında Filistin'deki durumun görünüşünü şöyle betimler:

"Din dolandırıcıları ve haydut şefler pek çok insanı ayak­lanmaya zorladılar. Küçük gruplara ayrılarak ülkenin her yanı­na yayıldılar, varsılların evlerini talan ettiler, evde bulunan in­sanları öldürdüler, ve kudurmuş çılgınlıkları Yahudiye’nin her bir köşesine girinceye değin, köyleri ateşe verdiler. Savaş gün­den güne daha yabanılca alevlendi.

İ. S. 66 yılında her yerde haydutlar vardı; bunların ajanlarıtapınak rahipliğine dek girmişler ve Yüksek Papaz Ananias'ın oğlu olan Eleazar'ı bir bağlaşma yapmağa zorlamışlardı. Eleazar bir çeşit bağımsızlık bildirgesi yayımladı: Saltanatını sür­düren Neron'un sağlığı uğruna her gün hayvanlar kurban edil­mesi önlendi. Kudüs’ün sokaklarında Roma yandaşı ve Roma karşıtı gruplar çatışmaya başladılar: bir yanda Eleazar'ın yö­nettiği hançerli adamlar, özgürleştirilmiş köleler ve Kudüs'ün ayak takımı; öte yanda yüksek papazlar, Herodesçi soylular ve Romanın krallık muhafızları.

Bu sırada, ülkenin içlerinde, Galileli Yahuda'nın yaşayan son oğlu, Manahem, bir saldırıyla Masada kalesini zaptetti, si­lah deposundan ele geçirdiği Roma silahlarıyla haydutlarını donattı, ve Kudüs'ün üzerine yürüdü. Karmakarışık bir alanın içine dalan Manahem ayaklanmanın komutasını ele aldı "bir kral gibi" diyor Josephus. O Roma kıtalarını sürüp attı, tapmak alanını kontrol altına aldı, ve Yüksek Papaz Ananias'ı öldürdü. Manahem sonra krallık giysilerini giyinip kuşandı, ve silahlı haydutlardan oluşan maiyetinin eşliğinde, tapınağın kutsal ye­rine girmeğe hazırlandı. Ama Eleazar, herhalde babasının öcü­nü almak üzere korteji pusuya düşürdü. Manahem kaçtı ama yakalandı ve "uzun işkenceler sonunda öldürüldü."

Yahudiler dövüşmeyi sürdürdüler, gerçek mesihin gelece­ğine artık kani oldular. Romalılar birkaç yenilgiye uğradıktan sonra, Neron, Briton’lara karşı yapılan seferlerin deneyimli komutanı, en iyi generali Vespasianus'a başvurdu. Romalılar 65.000 askerle ve askersel araçların ve kuşatma gereçlerinin en ileri biçimleriyle saldırarak yavaş yavaş küçük kentlerin dene­timini yeniden ele geçirdiler.

İ. S. 68 yılında Neron'un ölümü üzerine Vespasianus yeğle­nen imparator adayı olarak ortaya çıktı. Gereksinebileceği tüm adamları ve donatıları sağlanmış bulunan, Vespasianus'un oğlu Titus savaşı bitirdi. Fanatik direnmeye karşın, Î.S. 70 yı­lında Titus Kudüs'e girdi, tapmağı ateşe verdi, ve görünürdeki her şeyi yağmaladı ve yaktı.

Kudüs kuşatmasının Yahudilerin bir milyonun üzerinde kayıp vermelerine yol açmış bulunmasmı dikkatle irdeleyen Josephus mesih kahinlerini acı bir dille suçlamıştır. Aslında korkunç imler ortaya çıkmıştı sunak üzerindeki parlak ışık­lar, bir ineğin bir kuzu doğurması, silahlı savaş arabaları ve alayların güneş batarken gökyüzünde hızla ilerlemeleri ama haydutlar ve onların iğrenç yalvaçları bu felaket imlerini gö­remediler. Bu "dolandırıcılar ve sahte haberciler halkı kandıra­rak insanların gelecekte tansıksal kurtuluşa erişeceklerine inan­dırmışlardı."

Kudüs'ün düşmesinden sonra bile, haydutlar Yehova'nın kendilerini terk etmiş olduğuna hala inanamıyorlardı. Yeni bir kahramanca çaba yeni bir kanlı özveri ardından Yehova so­nunda gerçekten yağlanıp kutsanmış birini göndermeye karar verecekti. Daha önce belirttiğim gibi, son özveri 1. S. 73 yılında Masada kalesinde ortaya konmuştu. Hezekiah'ın ve Galileli Yahuda'nın soyundan gelen, Eleazar adındaki bir haydut, geriye kalan erkek, kadın, ve çocuklardan oluşan 960 kişilik gücüne Romalılara teslim olmaktansa birbirlerini öldürmelerini şid­detle tenbih etmişti.

Özet olarak: Josephus î. Ö. 40 yılı ile 1. S. 73 yılları arasın­da, İsa ya da Vaftizci Yahya, yaşamış en az beş Yahudi askermesihten söz eder. Bunlar Athrongaeus; Theudas; Felix tarafın­dan idam edilen adsız "hain"; Mısırlı Yahudi "sahte peygam­ber"; ve Manahem. Ama Josephus sık sık öteki mesihlere ya da mesih peygamberlere gönderme yapar ve bunları adlandırma ya da betimleme zahmetine girmez. Ayrıca, bana öyle geliyor ki Galileli Yahuda, Manahem, ve Eleazar kanalıyla Hezekiah'm soyundan gelen bağnaz haydut-gerillalar kuşağındakilerin hepsi yandaşlarının çoğu tarafından büyük olasılıkla mesih ya da mesih-peygamber olarak kabul edilmiştir. Başka deyişle, İsa'nın zamanında, bugün Güney Denizleri'nde ne kadar çok kargo peygamberi varsa, Filistin'de de o kadar çok mesih bulu­nuyordu.

Masada'nın düşmesi Yahudi askersel-mesihsel yaşam bi­çiminin pek öyle sonu oldu denemez. Sömürgeciliğin ve yok­sulluğun ivedi kılgısal gereksinimlerinin etkisiyle hep yeniden yaratılan ihtilalci dürtü, Masada'dan altmış yıl sonra, hatta daha şaşkınlık verici bir dram içinde, yeniden ortaya çıktı. 132 yılında, Bar Koçva "Bir Yıldızın Oğlu" 200.000 kişilik bir gücü örgütledi ve üç yıl kadar süren bir bağımsız Yahudi dev­leti kurdu. Bar Koçva’nın kazandığı tansıksal utkular nede­niyle, Kudüs'ün Başhahamı Akiba onu mesih olarak selamladı. Halk Bar Koçva'yı bir aslana binmiş durumda gördüğünü nak­lediyordu. Romalılar Hannibal'dan bu yana böylesine yiğit bir askersel düşmanla karşılaşmamışlardı; o ön saflarda ve en tehlikeli noktalarda çarpışıyordu. Bar Koçva’nın vurulup öldü­rülmesinden önce bütün bir Roma lejyonu yok olmuştu. Roma­lılar 1000 köyü yerle bir ettiler, 500.000 insanı öldürdüler, ve daha binlercesini köle olarak gemilerle dış ülkelere yolladılar. Daha sonra yürekleri acıyla dolu Yahudi bilgin kuşaklan ken­dilerini aldatıp yurtlarını yitirmelerine neden olan Bar Koçva'dan "yalanın oğlu” diye söz ettiler.

Tarih gösteriyor ki Yahudi askersel-mesihsel yaşam biçimi uyarlanmayla ilgili bir başarısızlıktı. O Davud'un krallığını ye­niden kurmayı başaramadı; tersine, Yahudi devletinin toprak bütünlüğünün tamamıyla yitirilmesine yol açtı. Sonraki binsekizyüz yıl boyunca Yahudiler yaşadıkları her yerde ikincil bir azınlık oldular. Acaba bu askersel mesihçiliğin kapris dolu, uy­gulanmaz, hatta manyakça bir yaşambiçimi olduğu anlamına mı geliyor? Josephus’un ve daha sonraları Bar Koçva’yı suçla­mış olanların düşündükleri gibi, Yahudilerin boş mesihsel amaçların kandırıcı etkisi altında Romanın yenilmez gücüne saldırdıkları için anayurtlarını yitirdiği yolundaki görüşe biz de mi katılacağız? Sanmıyorum.

Roma'ya karşı yapılan Yahudi ihtilaline, Yahudilerin as­kersel mesihçiliği değil, Roma sömürgeciliğinin eşitsizlikleri neden olmuştur. Biz sırf zafer kazandıkları için Romalıların daha "pratik” ya da "gerçekçi" olduklarına karar veremeyiz. Her iki yan da savaşa pratik ve dünyasal nedenlerle girişti. Bir an için George Washington’un Amerikan Devrim Savaşinı yitir­miş olduğunu varsayalım. O zaman biz Kuzey Amerika Ordu­sunun "özgürlük" denilen boş umutlar adına sunulmuş usdışı bir yaşam biçimi bilincinin kurbanı olduğu sonucuna varmayı ister miyiz?

Doğada olduğu gibi, külltürde de, seçici güçlerin ürünü olan dizgeler (sistemler), kusurlu ya da usdışı olduklarından dolayı değil, ama daha iyi uyarlanmış ve daha güçlü olan öteki dizgelerle karşılaştıkları için, yaşamlarını sürdürmekte sık sık başarısızlığa uğrarlar. Sanırım şunu göstermiş bulunuyorum ki kin dolu mesih inancı, kargo inancı gibi, uygulamada bir sö­mürge savaşının ivedi gereksinimlerine uyarlanmıştır. Bir or­duyu yetiştirip eğitmek için gerekli resmi bir örgütün yoklu­ğunda , kitlesel direnmeyi seferber etmenin bir aracı olarak bu son kerte yararlı olmuştur. Onların başlangıçtaki yenilgi olası­lıkları öylesine büyüktü ki hiç bir çabanın tarihin şimdi açık­ladığından farklı herhangi bir sonuca asla götüremeyeceği açıklanamadıkça ben Roma karşıtı haydutların aldatılmış olduklarina karar veremem. Ama Roma karşıtı haydutların kendi boz­gunlarını önceden görebileceklerini ispatlamanın bir yolu yok­tur. Tarih Roma İmparatorluğunun sözü edilen yenilmezliği konusunda Galileli Yahuda'nın haklı ve Kayserlerin haksız ol­duklarını eşit kesinlikle açıklar. Roma İmparatorluğu en so­nunda yıkıldı, ama onu yıkan insanlar Yahudiler gibi sömürge insanlarıydılar, ve bunların sayıları, donatımları, ve askersel becerileri Romalılarınkilere göre olağanüstü yetersizdi.

En azından tanıma göre, ihtilal şu anlama gelir ki sömürü­len bir nüfus zalimlerini devirmek için büyük güçlüklere karşı tehlikeli önlemler almalıdır. Sınıfların, ırkların, ve ulusların genel olarak böyle bir üstünlüğe karşı meydan okumayı kabul etmelerinin nedeni onların usdışı ideolojilerle kandırılmış ol­maları değil, ama seçeneklerin giderek büyük riskleri göze al­dıracak kadar iğrenç olmalarıdır. Ben inanıyorum ki Yahudile­rin Roma'ya baş kaldırmalarının nedeni budur. Ve Yahudi askersel-mesihsel bilinç durumunun îsa'nın zamanında büyük bir yayılmayı yaşamış olmasının nedeni de budur.

Kinle dolu mesih inancının Roma sömürgeciliğine karşı verilen gerçek savaşa kök salması ölçüsünde, barışçıl mesih inancı da açıkça gizemli bir paradoks kılığına bürünmüştür. Hı­ristiyanlığın barışçı mesihi Roma'ya karşı savaşın 180 yıllık yörüngesindeki en olasılık dışı bir anda geldi. Isa inancı asker­sel-mesihsel bilincin hala hızlandığı, genişlediği, Yehova'nın yargılamasının lekesiz coşkunluğuna doğru yükseldiği bir sı­rada gelişmiştir. Onun zamanlamasının tam anlamıyla yanlış olduğu görülüyor. İ.S. 30 yılında Roma karşıtı haydut ihtilalci dürtüye yönelik belli başlı bir engelle henüz karşılaşılmamıştır. Tapmak zarar görmüş değildir ve yıllık büyük hacların sah­nesi olmuştur. Galileli Yahuda'nın oğulları sağdır. Masada’nın terörü daha düşgücünün ötesindedir. Yahudiler askerselmesihsel düşün Manahem'i ve Bâr Koçva'yı yağlayıp kutsamış olmasından bunca yıllar önce barışçıl bir mesihin özlemini ne­den çekmiş olsunlar? Roma'nın gücü Yehova'nın kutsal kalka­nında önemli bir çentik açmamışken neden Filistin Romalı derebeylerine teslim edilsin? Eski Ahit, Roma İmparatorluğu’nu hala iki kez sarsabilme gücüne sahipken neden yeni bir ahit ya­pılsın?

Barış Prensinin Gizi

Batı uygarlığının düşlediği eser aslında öteki halkların düşlediği eserlerden farklı değildir. Onun gizlerinin içine gir­mek için gerekli olan sadece pratik koşullara ilişkin bilgidir.

Önümüzdeki olayda, içinden seçim yapılabilecek elverişli yeğlemelerin sayısı çok azdır. Eğer İsa'nın papazlık süresinin tarihlendirilmesinde yanlışlık olsaydı eğer İsa'nın Kudüs'ün düşmesinden sonrasına değin Yahudi yoldaşlarını Romalıları sevmeğe Zorlamaya başlamamış bulunduğu ortaya konabilseydi bu çok uygun olurdu. Ama Galileli Yahuda'nın vergi isya­nı ya da Pontius Pilatus'un valiliği gibi olayların geleneksel kronolojisinde yapılan kırk yıllık bir yanlış inanılır şey değil­dir.

Biz her ne kadar İsa'nın ne zaman konuştuğu konusunda yanılgı içinde olmayabilirsek de, onun ne konuştuğu konusun­da yanılgı içinde bulunduğumuzu varsaymak için pek çok ne­den vardır. Önceki bölümün sonunda ileri sürülen sorulara ve­rilecek yalın bir pratik çözüm şudur: İsa yaygın olarak inanıldı­ğı kadar barışçıl değildi, ve onun gerçek öğretileri Yahudi askersel mesihçiliğinden temelli bir kopmayı göstermiyordu. Güçlü bir Roma karşıtı, haydut yanlısı olma eğilimi her halde onun ilk papazlık yıllarını bütünüyle kaplıyordu. Onun Yahudi mesih geleneğiyle bağlantısının tam anlamıyla kesilmesi ancak Kudüs'ün düşmesinden sonra, Romanın utkusuna bir uyarlan­ma yanıtı olmak üzere Roma'da ve impararorluğun öteki kent­lerinde yaşayan Yahudi Hıristiyanlar tarafından İsa'nın öğreti­lerinden ilk siyasal-askersel öğelerin çıkarılması sırasında ger­çekleşmiştir. Barışçıl mesihçiliğin paradokslarıyla pratik insan işlerinin yürütülmesi arasmdaki bağlantıyı kurmak için benim, hiç olmazsa kısaca, kullanacağım tema budur.

İsa'nın ilk öğretileriyle askersel-mesihsel gelenek arasında­ki bağın sürekliliğini anımsa'tan olay İsa ile Vaftizci Yahya ara­sında varolan yakın ilişkidir. Hayvan derileri giyinen ve çekir­gelerden ve yabanıl baldan başka hiç bir şey yemeyen Vaftizci Yahya'nın, Josephus'un değindiği kutsal adamlar türüne açıkça benzerlik gösterir ki o bunları Ürdün Vadisi'nin çorak toprakla­rında dolanıp duran, köylüleri ve köleleri kışkırtan ve Romalı­larla onların yanaşmalarının başlarına dert açan kişiler olarak betimler.

Dört İncil'in dördü de Vaftizci Yahya'nın İsa'nın ilk muştu­cusu olduğunu kabul eder. Onun misyonu İşaya'nın görevini yerine getirmek, ıssız çöle Yehova'nın ahitinin anılarıyla yan­kılanan mağaralarla dolu ve haydut yatağı uzak topraklara gitmek ve haykırmak idi: "Tanrının yollarını hazırlayın; onun yollarını düz edin." (Günahkârlığınızdan pişmanlık duyun, su­çunuzu kabul edin, böylece hiç olmazsa vaadedilen imparator­lukla ödüllendirilebilirsiniz.) Yahya suçunu itiraf eden ve gere­ğince tövbe eden Yahudileri simgesel biçimde günahlarından arındırmak için onları bir ırmakta ya da kaynakta yıkayarak "vaftiz etti.” Incil'lere göre, İsa, Vaftizci'nin en ünlü tövbecisiydi. Ürdün Irmağı’nda yıkanması üzerine İsa yaşamının en kritik aşamasına başladı bu çarmıhta ölümüne yol açan aktif vaiz­lik dönemiydi.

Vaftizci Yahya'nın meslek yaşamı önceki bölümde betimle­nen çöl kahinleri modelinin bir örneğidir. Onun çevresindeki kalabalıklar çok fazla büyüyünce Roma kamu düzeninin en ya­kındaki koruyucusu tarafmdan tutuklandı. Bu kişi Vaftizci'nin en aktif olduğu Ürdün doğusundaki Filistin'in bir bölümünü yöneten kukla kral Herodes Antipas idi. Onun etkinliklerine kamu düzenine yönelik bir tehdit olarak bakılması nedeniyle Vaftizci Yahya'nın tutuklanabileceği yolunda İncirlerde hiçbir anıştırma yoktur. Siyasal-askerseJ boyuttan hiçbir iz yoktur. Tersine bize anlatılana göre Vaftizci Yahya'nın tutuklanması Herodes’in erkek kardeşlerinden birinin dul eşi Herodias ile evlenmesini eleştirmesinden kaynaklanmıştır. Öykü Vaftizci Yahya'nın idam edilmesini her hangi bir siyasal gerekçeye değil ama Herodias'ın öç alma tutkusuna bağlayarak sürer. Herodias kızı Salome'yi Kral Herodes için dans ettirir. Kral dans gösteri­sinden öylesine hoşlanır ki dansçıya ne isterse vereceğini vaat eder. Sgılome bir tepsi üzerinde Vaftizci Yahya'nın başını istedi­ğini açıklar, ve Herodes de kabul eder. Herodes'in vicdan aza­bından yıkıldığı söylenir, tıpkı daha sonra Pontius Pilatus'un İsa'nın idam edilmesinden dolayı vicdan azabından yıkılması gibi. Vaftizci Yahya'nın tutuklanmasından önce çölde kalaba­lıklara söylediklerini irdeleyince, siyasal ilişkilerin yokluğu ve Herodes'e atfedilen vicdan azabı yorumu çok yersiz görünür. Yahya'nın vaaz söylettikleri tam anlamıyla askersel-mesihsel bir tehdit idi:

"Benden daha güçlü biri gelecek O ruhla ve ateşle sizi vaftiz edecek: kabukları tanelerinden ayırıp savuran* elindeki yelpazesiyle o harman yerini baştan başa temizleyecek ve buğ­dayı ambarında toplayacak; ama söndürülmez bir ateşle ka­bukları yakacaktır."

Herodes Antipas çöl kahinleriyle düzen karşıtı haydutlar arasındaki bağlantı karşısında kayıtsız mıydı? Saltanatı kırküç yıl sürecek olan ve haydut öldürücü zalim Büyük Herodes'in oğlu olan bir kral Vaftizci Yahya gibi insanların çölde geniş ka­labalıkları kendine çekmesine izin vermenin doğuracağı sonuç­lara ilgisiz kalamazdı. Ve düzen karşıtı haydut sorunuyla iliş­kisi olmayan bir mesihe sahip bulunan bir kahin böylesine geniş kalabalıkları kendine nasıl çekebilirdi?

Vaftizci'nin askersel-mesihçi gelenekteki yeri Ölü Deniz Yazmalarının bulgulanması sonucunda açıklığa kavuşturul-

" Kutsal kitaba göre iyileri kötülerden ayıran, (ç.n.) muş bulunmaktadır. Bu belgeler Yahya'nın İsa'yı vaftiz ettiği bölgede, Kumran adlı Hıristiyanlık öncesi eski bir topluluğun bıraktığı kalıntıların yakınındaki bir mağarada bulunmuştur. Kumran'ın kendisi de, Vaftizci Yahya gibi, varlığını "çöldeki yolu temizlemeğe" adamış -dinsel bir komün idi. Komünün zengin ve eskiden bilinmeyen kutsal yazınına göre, Yahudilerin tarihi, içinde Roma İmparatorluğu'nun kendi yıkımıyla karşıla­şacağı bir Armageddon'a[11] doğru ilerliyordu. Roma'nın yerine başkenti Kudüs olan, Davud'un Evi'nin (soyunun) bir kolun­dan gelen ve yeryüzünde her hangi bir Kayser'den daha güçlü bir asker-mesihin hükümdarlığı altında yeni bir imparatorluk kurulacaktı. 'İsrail'in yağlanıp kutsanmış", yenilmez generali, başkomutanınm önderliği altında, "Aydınlığın Oğulları" Ya­hudiler "Karanlığın Oğulları" Romalılara karşı savaşa girişe­ceklerdi. Bu bir yoketme savaşı olacaktı. Yahudilerin yirmisekiz bin savaşçısı ve savaş arabalı altı bin savaşçısı Romalıları vuracaktı. Onlar "tümüyle yok edilinceye değin... sonsuz bir süre için imha amacıyla kökünü kazımak için düşmanı izleye­ceklerdir." Utku güvence altındadır çünkü "sen eskiden beri açıklamakta olduğun gibi; Yakup'tan gelen bir yıldız parlaya­cak, İsrail'den bir asa yükselecek" (Sayılar Kitabı'nda olup daha sonra Bar Koçva'ya uygulanan kehanet.) İsrail utku kazanacaktı "çünkü geçmişte olduğu gibi, senin yağlanıp kutsanmış adam­larının aracılığıyla sen büyük kötülüğü biçilmiş bir hububat tarlasında alev alev yanan bir meşale gibi yakıp yokettin... çün­kü sen eskiden beri açıklamaktasın ki düşman... insansız bir kılıcın vuruşuyla yıkılacak, ve insansız bir kılıç onu yokedecek."

Kumran'lılar savaş buyruğunu son ayrıntısına dek yerine getirmişlerdi. Bir utku şarkısı bile hazırlamışlardı:

Haydi kalk, Sen Ey Yiğit Kişi!

Tutsaklarını al götür, Ey şanlı Adam!

Kendi yağmanı yap, Ey cesur Kişi!

Düşmanlarının ensesine Sen elini koy

Ve Sen ayağını koy öldürülmüşler yığınının üzerine!

Vur Senin düşmanların olan uluslara Ve Senin kılıcın yok etsin suçluları! Toprağı şanla doldur Ve Kendi kalıtını nimetle!

Senin otlaklarında bir çok sığırlar olsun,

Saraylarında gümüş ve altın ve değerli taşlar!

Ey Zion, sevincin büyük olsun!

Sevinç haykırışları arasında ortaya çık, Ey Kudüs! Gösterin kendinizi, Ey Yahuda'nın bütün kentleri! Açın kapılarınızı sonsuza değin, Ulusların zenginlikleri içeri girsin!

Ve Krallar hizmet etsinler sana

Ve bütün zalimler önünde eğilsin senin

Ve yalasınlar tozunu ayaklarının!

Kumran'lıların Kutsanmış Kişi için bir öncü gibi hareket etmek üzere misyonerler gönderdiklerini biliyoruz. Vaftizci Yahya gibi, bu misyonerlerin de çekirge ve yaban balı yedikleri ve hayvan derileri giyindikleri söylenir. Vaftizci Yahya gibi, onların görevi de İsrail'in çocuklarına tövbe ettirmektir. Onların da vaftiz uyguladıkları ispat edilemez, ama Kumran'm içinde arkeologlar geniş ayinsel yıkanma düzenleri ortaya çıkarmış­lardır. Yahya'nın ayinsel vaftizi pekala komünün hamamların­daki daha kapsamlı yıkanmaların ve temizlik ayinlerinin kısal­tılmış bir biçimi olarak benimsenmiş olabilir ve bu ayinler şu ya da bu biçimde üzün zamandır Yahudilerin ruhsal temizliğe ilişkin düşüncelerinin bir parçasını oluşturmuşlardır.

Sanırım burada özellikle vurgulanması gereken nokta Jose­phus ya da Hıristiyan Incil’lerinin yazarları gibi yazarların ya­zılarında bu yazınm varlığı ima bile edilmemiştir. Yazmaların yokluğu halinde biz bu militan kutsal adamların neyin peşinde oldukları hakkmda kesin olarak hiç bir şey bilmeyecektik, çün­kü Kumran İ.S. 68'de Romalılar tarafmdan yokedildi. Komün­cüler "Karanlığın Oğulları"nın komüne saldırıp onu yoketmesinden önce kutsal kitaplarını küplere koydular ve onları yakınlardaki mağaraların içinde sakladılar. İki bin yıl boyunca İliç el sürülmeden kaldıkları için varlıkları unutulmuş bulunan bu yazmalar şimdi îsa zamanının hemen öncesini, bu zamanı, ve bundan sonraki kısa süreyi kapsayan dönemdeki Musevilik­le ilgili bilgilerin büyük elyazması kaynaklarından birini oluş­turmaktadır.

Kumran yazmaları Incil'lerde anlatılan biçimiyle Vaftizci Yahya'nın öğretilerini Yahudi askersel-mesihsel geleneğin ana akımından ayırmayı son derece güçleştirmektedir. Roma'yla yapılan uzun ve kanlı gerilla savaşının ortamında ele alınınca, Vaftizci'nin "söndürülmez ateşte yanan kabuklar" mecazının, Kumran'lıların bir "biçilmiş hububat tarlasında alev alev yanan meşale"ye ilişkin kehanete ters düşebileceği düşüncesi akla uygun olamaz. Ben Vaftizci Yahya'nın aklındakileri söylemek niyetinde değilim, ama onun davranışının değerlendirilmesine esas olması gereken dünya bağlamı henüz doğmamış bulunan bir dinin bağlamı olamaz. Ben onun anlatılan söz ve eylemlerini ancak şu bağlam içinde düşünebilirim: Dalga dalga kabaran toz toprak içindeki ayaktakımı köylü yığınları, gerillalar, vergi kaçakçıları, ve hırsızlar, Herodesçi zalimler için, kukla papazlar için, küstah Roma valileri, ve kutsal yerlerde yellenen putperest askerler için duyulan sönmez bir kinle yanan, gırtlağına dek so­runlara gömülmüş Ürdün.

Vaftizci'nin yakalanmasmdan hemen sonra belki de He­rodes Antipas'ın hapishanesinde yargılanmayı hala beklediği sırada İsa tıpı tıpına aynı türden insanlar arasında ve aynı türden tehlikeli koşullar altında vaaz ediyordu. Yaşam biçi­mindeki benzerlik öylesine büyüktü ki İsa'nın ilk havarilerin­den, en az ikisi Andreas ve Simun Petrus kardeşler Vaftiz­ci'nin eski yandaşlarıydılar. Daha sonra Herodes Antipas, îsa ile Vaftizci arasındaki farkı o denli önemsiz bulmuştur ki onun şöyle dediği söylenir, "O Yahya'dır, kafasını kestiğim Yahya; o ölüyken dirilmiştir." Başlangıçta İsa vaazlarının büyük bölü­münü ülkenin uzak yörelerinde veriyor, tansıklar yaratarak ge­niş kalabalıkları kendine çekiyordu. Her halde o (önlem yönün­den) her zaman polislerin yalnızca bir adım önünde bulunuyordu. Gerek Vaftizci Yahya gerekse Josephus'un üze­rinde durduğu mesih habercileri gibi, İsa da ya tutuklanmasıyla ya da korkunç bir ayaklanmayla sonuçlanacak bir çatışma yolu­na girmiş bulunuyordu.

İsa'nın büyüyen popülerliğinin mantığı onu tehlikesi git­tikçe artan kahramanlıklara doğru götürüyordu. Çok geçme­den, o ve havarileri, Kudüs'ü, geleceğin Kutsal Yahudi İmparatorluğu'nun vaat edilmiş başkentini misyonlaştırmağa koyul­dular. Zekarya Kitabının mesihsel simgeciliğini bile bile kullana­rak, dağ geçitlerini bir eşek üzerinde (ya da belki de bir midilli üzerinde) geçti. Pazar Okulu öğretmenlerinin savına göre İsa böyle davrandı çünkü bu "putperestlerle barışı konuşmak" ni­yetini belirtiyordu. Bu yorum Zekarya'daki başka her şeyin çok güçlü bir askersel-mesihsel anlamı olduğunu gözden uzak tu­tuyor. Çünkü Zekarya mesihinin ortaya çıkmasından sonra, al­çakgönüllü ve bir eşeğe binmiş olan, Zion'un oğulları (düşma­nı) "yok edecek ve boyun eğdirecekler"... ve "güçlü adamlar olup savaşta düşmanlarını sokaklardaki çamur gibi ayaklar al­tına alıp çiğneyecekler... çünkü Tanrı onlarla birliktedir ve atla­ra binenler bozguna uğrayacaklar."

Eşek üzerindeki alçakgönüllü kişi barışçıl bir mesih değil­di. O küçük bir ulusun mesihiydi ve onun açıkça zararsız olan savaş prensi, Davud'un soyundan gelen biriydi ve o da düşma­nın atlılarını ve arabalı savaşçılarını bozguna uğratıp boyun­duruk altına almak için güçsüzlüğün içinden yükseldi. Putpe­restler barışa sahip olacaklardı ama bu uzun zamandır beklenen Kutsal Yahudi İmparatorluğunun barışı olacaktı. Yo­lun kenarına dizilen kalabalıkların olup bitenleri anlamaları en azından böyle olmuştur, çünkü İsa geçerken, onlar şöyle bağır­dılar: "Tanrıya şükür! Tanrı adına gelen o kutsaldır! Gelen Baba­mız Davud'un Krallığı kutlu olsun!"

İsa ve onun havarileri kente girdikten sonra onların yaptık­larında da barışçıl anlamda göze çarpacak hiç bir şey yoktu. Kudüsü istila etmek için gün olarak Fısıh Bayramı başlangıcı­nın hemen öncesini seçmek suretiyle onlar kırlık kesimden ve Akdeniz’in her köşesinden gelen binlerce yortu hacısının sağ­ladığı korumayla kendilerini güvence altına almışlardı. Düzen karşıtı haydutlar, köylüler, işçiler, dilenciler ve potansiyel ola­rak tehlikeli olan öteki grupların hepsi aynı anda kente akıyor­lardı. Gün boyunca îsa çevresinde gürültülü ve vecde gelmiş kalabalıklar olmaksızın hiç bir yere gitmiyordu. Hava kararınca gizlice dostlarının evlerine gidiyor, nerede bulunduğunu ha­varilerinin kendisine en yakın bulduklarının dışında herkesten saklıyordu.

îsa ve havarileri kendilerini başlangıçtaki askersel-mesihsel hareketin üyelerinden ayırt edecek hiç bir şey yapmadılar. Hatta onlar en azından bir yeğin (şiddetli) çatışmayı da kış­kırttılar. Onlar büyük tapınağın avlusuna hücum ettiler ve ya­bancı hacıların kurbanlık hayvan satm alabilmeleri için para de­ğiştiren ruhsatlı işadamlarına kaba güç kullanarak saldırdılar. İsa'nın kendisi bile bu olay sırasında bir kamçı kullandı.

Incil'ler Yüksek Papaz Kayafa'nın İsa'yı tutuklamak için na­sıl "dolap çevirdiğini" anlatır. Kayafa sarraflara karşı yapılan yeğin saldırıya tanık olduğu için, İsa'yı hapse atmanın meşru­luğu konusunda hiç bir kuşku duyamazdı. Kayafa’nın düşü­nüp tasarlamak zorunda olduğu şey İsa'nın mesih olduğunu düşünen bütün bir halkı kışkırtmaksızın onu nasıl tutuklamak gerektiği sorunuydu. Ateşli silahların ve gözyaşartıcı gazların bilinmediği ve halkın yenilmez bir öndere sahip olduğuna inandığı o günlerde ayaktakımı kalabalıklar son derece tehlike­liydiler. Bu nedenle Kayafa polise İsa'nın yakalanması buyru­ğunu, "halk bir kargaşa çıkarır korkusuyla, şölen gününde de­ğil" de başka bir gün verdi.

İsa'yı çevreleyen kalabalığın elbette şiddet karşıtı bir ya­şam biçimini benimsemeğe vakti olmamıştı. Onun en yakın havarileri bile açıkçası "öbür yanağını çevirmeğe" hazırlıklı de­ğillerdi. Onlardan en az ikisinin sahip oldukları lakaplar onların militan eylemcilerle bağlantılı olduklarını akla getiriyordu. Biri Simun idi, ona "Zealot" (Aşırı Partizan), ve öteki Yahuda idi, ona da "İskariyot" denirdi. Josephus tarafmdan bıçak kulla-

nan, adam öldüren hançerli adamlar anlamında kullanılan sicarii ile İskariyot arasında gizemli bir benzerlik vardır. Ve bazı Eski Latince elyazmalarında Yahuda aslında Zelotes olarak ad­landırılır.

Öteki iki havarinin savaşçı anlamlı takma adları vardı Yakup ve Yuhanna, Zebedi'nin oğulları. Onlara "Boanerces" de­niyordu, Markos’un Arami dilinden yaptığı çeviriye göre bu "Gök Gürlemesinin Oğulları" anlamına geliyordu ve buna "ya­banıllar, öfkeliler" anlamı da verilebiliyordu. Zebedi'nin oğulla­rı bu unvanlarını hak etmişlerdi. Incil'in öyküsünün bir yerinde onlar halkın Isa’yı iyi karşılamamış olmaları nedeniyle Samaritan köyünü baştan başa yok etmek isterler.

Ayrıca Incil'lerde belirtildiğine göre havarilerin bazıları kı­lıç taşıyorlardı ve tutuklamaya direnmeye hazırdılar. Tutuk­lanmasının hemen öncesinde, İsa şöyle dedi, "Kimin kılıcı yok­sa o, giysisini satsın ve bir tane alsın." Bu söz havarileri ona iki kılıç göstermeğe sevk etti böylece onlar kendi aralarından en az ikisinin silahlanmayı alışkanlık haline getirmekle kalma­yıp... hançerli adamlar gibi, kılıçlarını giysilerinin altında sakla­dıklarını belirttiler.

Dört Incil’in dördü de İsa'nın yakalandığı anda havarilerin silahlı direnmeye kalkıştıkları olgusunu anlatır. Fısıh Bayramı akşam yemeğinden sonra, İsa ve onun iç çevresi içinde geceyi geçirmeye hazırlandıkları Getsemani'deki bahçeye gizlice kaçtı­lar. Yahuda İskariyot'un yönetiminde, Yüksek Papaz ve adam­ları onların üzerine birdenbire saldırdıkları sırada İsa dua edi­yor ve ötekiler de uyuyorlardı. Havariler kılıçlarını çektiler ve yapılan kısa bir çatışma sırasında tapmağın polislerinden biri kulağını yitirdi. Polisler İsa'yı yakalar yakalamaz, havariler ça­tışmayı bıraktılar ve geceleyin kaçtılar. Matta'ya göre, İsa hava­rilerinden birine kılıcını kınına koymasını söyledi, bu havari­nin yerine getirdiği ama işitmeğe hiç de hazırlıklı olmadığı bir buyruktu, o nedenle hemen kaçtı.

İncil'in öyküsünde, Yahuda'ya verilen bedel Herodias'ın Vaftizci Yahya'yı ihbar etmesine benzer. Eğer Yahuda gerçek­ten Ze/oft’.s aşırı partizan haydut olsaydı o İsa'ya bir takım taktik ya da stratejik nedenlerle ihanet etmiş olabilirdi, ama bu­nu sırf para için asla yapmazdı. (Bir kurama göre İsa yeterince militan değildi.) Yahuda'nın dürtüsünü tam bir açgözlülük say­makla, İncil'ler Josephus'un ve Romalıların aşırı partizan-haydutların tümü için otomatik olarak kullandıkları çarpıtma çeşi­dini yalnızca yinelemiş olabilirler. Ama aşırı partizan-haydutlar para almadan da öldürmeye hazırdılar bu en azından önceki bölümde betimlenen olaylardan anlaşılmış olmalıdır.

Havarilerin hepsi acaba neden kaçtılar, ve gece sona erme­den Simun Petrus acaba neden İsa'yı üç kez reddetti? Çünkü onlar Yahudiler olarak atalarının yaşam biçimi bilincini Kayafa ile paylaşıyorlar ve mesihin harikalar yaratan yenilmez bir asker prens olduğunu düşünüyorlardı.

Bütün bunlar bizi şu sonuca götürüyor: Jesus'un ve onun en yakın havarilerinin paylaştıkları yaşam biçimi bilinci barış­çıl bir mesihin yaşam biçiminin bilinci değildi. İnciller İsa'nın siyasal şiddet eylemleri yapacak bir yaradılışta olduğunu açık­ça reddetme niyetinde olmakla birlikte, Vaftizci Yahya ile İsa'yı askersel-mesihsel geleneğe bağlayan ve onları gerilla savaşıyla ilişki içinde gösteren çelişkili olay ve sözlerden oluşan gizli bir eğilimi adeta sürdürürler. Bunun nedeni ilk İncil yazıldığı sıra­da görgü tanıkları ve havarilere yakın kaynaklar tarafından İsa'ya atfedilen barış karşıtı olay ve sözlerin müminler arasın­da yaygın olarak bilinmiş olmasıdır. İncillerin yazarları İsa'ya tapmayla ilgili yaşam biçimi bilincinde dengeyi barışçıl bir mesih'ten yana düzeltmişler, ama askersel-mesihsel geleneğin sürekliliğini gösteren izleri tamamıyla silememişlerdir. Incil'­lerin bu konudaki belirsizliğini en iyi bir biçimde göstermek üzere İsa'nın en barışçıl sözlerini bir sütunda ve bunların bek­lenmedik yadsınmalarını bir başka sütunda gösterelim:

Barıştırıcılar kutsaldırlar.                  Yeryüzüne selâmet getirmeğe gel-

(Matta 5: 9) dim sanmayın; ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeğe geldim.

(Matta 10: 34))

Metin Kutusu: Senin sağ yanağına kim vurur¬sa, ona sol yanağını da çevir.
(Matta 5: 39)
Kılıç tutanların hepsi kılıçla helak olacaklardır.
(Matta 26: 52)
Düşmanlarınızı sevin; sizden nefret edenlere iyilik edin.
(Luka 6: 27) Metin Kutusu: Dünyaya selâmet getirmeğe mi gel-dim sanıyorsunuz? Hayır, fakat daha doğrusu ayrılık getirmeğe gel-dim.
(Luka 12:51) Kimin kılıcı yoksa o esvabını satsın ve bi r kılıç satın alsın.
(Luka: 22:36)
Ve o küçük iplerden kamçı yapıp hepsini tapmaktan kovdu
... ve sarrafların paralarını döktü ve masalarını devirdi.
(Yuhanna2:15)

Bu noktada Yahudilerin Romalılara vergi ödemeleri gere­kip gerekmediği kendisine sorulduğunda İsa'nın söylediklerine geleneksel olarak açıkça yanlış anlam verildiğini de belirtme­liyim: "Sezar'ınkini Sezai’a ve Tanrı'nınkini Tanrı'ya verin." Ga­lileli Yahuda'nın vergi isyanına katılmış bulunan Galileli ler için bunun ancak bir tek anlamı olabilirdi o da, "Ödemeyin." Çünkü Galileli Yahuda Filistin'deki her şeyin Tanrı'ya ait oldu­ğunu söylemişti. Ama Incil'lerin yazarları ve onların okuyucu­ları büyük bir olasılıkla Galileli Yahuda hakkında hiç bir şey bilmiyorlardı, bu nedenle de onlar Isa'nın çok kışkırtıcı olan yanıtını yanlış bir varsayımla Roma yönetimine karşı gerçek­ten uzlaşmacı bir tutumu gösteren bir yanıt olarak kabul ettiler.

Romalılar ve onların Yahudi yanaşmaları kendisini tutuk­ladıktan sonra, İsa'ya sanki o gerçek ya da tasarlanmış bir askersel-mesihsel ayaklanmanın önderiymiş gibi davranmayı sürdürdüler. Yahudi yüksek mahkemesi onu dine aykırı ve yanlış kehanetlerde bulunmaktan yargıladı. O derhal suçlu bu­lundu ve dünyasal işlerden dolayı ikinci kez yargılanmak üzere Pontius Pilatus'a teslim edildi. Bunun nedeni bellidir. Kargoyla ilgili bölümde gösterdiğim gibi, sömürgesel bağlam­lardaki mesihler asla yalnızca dinsel bir suçtan değil, her zaman siyasal-dinsel bir suçtan dolayı suçlu görülürler. Romalılar İsa'nın yerlilerin dinsel yasalarını çiğnemiş olmasıyla ilgilen­miyorlar, ama onun sömürgesel yönetimi yıkma tehdidine ya­şamsal bir önem veriyorlardı.

İsa'nın çaresiz kaldığı gösterildikten sonra kalabalığın bu­nu nasıl karşılayacağı hakkında Kayafa'nın düşündüğü öngö­rüler çok geçmeden aynen gerçekleşmişti. Pilatus mahkum ol­muş adamı açıkça herkesin önünde sergiledi ve kalabalıktan tek bir protesto sesi yükselmedi. Hatta Pilatus eğer halk İsa'yı geri isterse onu özgür bırakmayı önerecek kadar da ileri gitti. İncil'lerin savma göre Pilatus’un böyle bir öneride bulunması­nın nedeni İsa'nın suçsuz olduğuna kendisinin de inanmasıydı. Ama Pilatus, anımsayacaksınız, düzenbaz, zalim, sert tutumlu bir asker olup Kudüs'ün ayak takımıyla başı hep dertteydi. Josephus'a göre, günün birinde Pilatı^s binlerce insanı kandırıp Kudüs stadyumuna doldurdu, onları askerlerle kuşattı, ve on­ları başlarını  kesmekle tehdit etti. Bir başka olayda onun adam­ları zırhları üzerine sivil giysiler giyerek kalabalığın içine ka­rıştılar ve verilen bir işaret üzerine gördükleri herkesi sopalar­la dayaktan geçirdiler. Pilatus, ayaktakımı kalabalığın kendi­sine daha dün tapmış ve korumuş olduğu İsa'yı onlara göste­rirken, aslında yerlileri kendi aptallıklarına dayanıp derinden etkilemek için askersel-mesihsel geleneğin yararlandığı o sarsıl­maz mantığı kullanıyordu. Onların sözüm ona tanrısal kurtarı­cıları, Kutsal Yahudi İmparatorluğu’nun Kralı, orada üçbeş Ro­malı askerin karşısmda tam bir çaresizlik içinde duruyordu. Kalabalık pekala İsa'nın bir din dolandırıcısı olarak öldürülme­si istemiyle karşılık vermiş olabilir, ama Pilatus dinsel şarla­tanların çarmıha gerilmesi olayına ilgi duymuyordu. Romalıla­ra göre, İsa sadece bir başka bozguncuydu ve başıbozuk takımmı ayaklandıran bütün öteki haydutların ve çölden süzü­lüp gelen ihtilalcilerin karşılaştıkları acı sonu aynen hakediyordu.

Manchester Üniversitesi Teknoloji Fakültesi'nin eski bir de­kanı, S.G.F. Brandon, İsa'nın tek başına çarmıha gerilmediğini bize anımsatıyor; İncil'lerin anlattıklarına göre hüküm giymiş öteki iki suçlu da İsa'nın yazgısını paylaşmıştır. İsa'nın arka­daşları hangi suçtan dolayı ölüme gönderilmişlerdi? Incil'lerin İngilizce metinlerinde bu iki kişiden "hırsızlar" diye söz edili­yor. Ama orijinal Yunan elyazmasmın onlar için kullandığı lestai terimi, Josephus'un aşırı partizan haydutlara yollama yap­mak istediğinde kullandığı terimin tamamıyla aynıdır. Brandon’un inancma göre biz bu "haydutlar"ın gerçekte kimler oldukları konusunda daha da kesin olabiliriz. Markos'un belirt­tiğine göre îsa'nın yargılanması sırasında, Kudüs hapishanesi "başkaldırmış bulunan" bir takım tutukluları da barındırıyor­du. Eğer İsa'nın arkadaşları bu isyancıların arasından seçildilerse, Golgota'nın o korkunç sahnesi bir bütünlük kazanır ki aksi halde bu bütünlük oluşmazdı: Ortada sözde mesih olan Yahudilerin Kralı, her iki yanında da iki aşırı partizan haydut bu sahne başkaldıran yerlilere yasaları öğretmeğe kararlı sö­mürge görevlilerinin anlayışı hakkında bildiğimiz herşeyle bağdaşan bir sahnedir.

Dört Incil'in dördünün de üzerinde birleştiği üzüntü veren görüntü şöyle: Çarmıhta acı çeken İsa ve ortalıkta görünmeyen havariler. Havariler bir mesihin kendisinin çarmıha gerilmesine izin vereceğine inanamazlardı. Onlar henüz İsa inancının öç alı­cı değil de barışçıl bir kurtarıcının inancı olduğu konusunda en küçük bir bilgiye sahip değillerdi. Brandon'un belirttiği gibi, gerçekte, Markos’un Incil'inin dramatik bir anlam kazanması­nın nedeni havarilerin kendi mesihlerinin düşmanlarını neden' yoketmeyeceğini ve niçin kendisini ölümden kurtarmayacağını kavrayamamış olmalarıdır.

Ancak İsa'nın cesedinin mezardan yokolmasından sonradır ki onun mesih gücünden yoksun olduğu açıkça anlaşılabilmiş­tir. Bazı havariler mesihliğin bilinen ölçüsünün utkunun İsa için geçerli bir ölçü olmadığını anlamalarını sağlayan görüş­lere sahip olmağa başladılar. Bu görüşlerinden esinlenerek, on­lar önemli ama hepten öncelsiz olmayan bir adımı atarak İsa'nın ölümünün onun başka bir sahte mesih olduğunu ispat­lamadığını; tersine, bunun Tanrı'nın Yahudilere ahide layık ol­duklarını göstermek için vermiş olduğu bir başka doruksal ola­nak olduğunu ispatladığını kanıtlamağa çalıştılar. İsa eğer in­sanlar kendisinden kuşku duydukları için tövbe ederler ve Tanrı'dan bağışlanmalarını dilerlerse geri dönecekti.

İsa'nın ölümünün taşıdığı anlamın bu yeni yorumunun onun mesihliğinin askeri ve siyasal öneminin derhal reddedil­mesine yol açtığını kabul etmek için bir neden yoktur. İsa'nın çarmıha gerilmesiyle Kudüs'ün düşmesi arasmdaki dönemde yeryüzüne döneceğini bekleyen Yahudilerin büyük çoğunluğu­nun Roma'yı devirip Kudüs'ü Kutsal Yahudi İmparatorluğu'nun başkenti yapmasını hala bekledikleri yolunda Profesör Brandon tarafından inandırıcı biçimde irdelenip tartışılan gö­rüşü destekleyen bir çok kanıtlar vardır. Luka'nın İsa'nın öldü­rülmesinden sonra olup bitenlerle ilgili öyküsü olan, Resullerin İşleri kitabının başlangıcında ele alman İsa'nın dönüşünün siyasal anlamı havarilerin düşüncelerindeki en önemli konuyu oluşturur. Onların dirilen İsa'ya yönelttikleri ilk soru şöyle: "İsa, İsrail'e şimdi sen Krallığı geri verecek misin?" Bir başka Yeni Ahit kaynağı olan, Vahiy Kitabı'nda, İsa bir beyaz at üze­rinde çok taçlı bir binici olarak betimlenir ki o hükümler verir ve savaş yapar, onun "alevli bir ateş" gibi gözleri vardır, o "baş­tanbaşa kanlı" bir giysi giyer, ve ulusları "bir demir asa" ile yö­netir, ve o yeryüzüne "Her Şeye Kadir Tanrı'nın gazabmm şiddetiyle şarap teknesini ayaklarıyla çiğnemek için" döner.

Ayrıca Ölü Deniz Yazmalarından elde edilmiş olan bir kanıt da bu noktayı doğrular. Ölüyken dirilip dönen mesihle il­gili düşüncenin öncelsiz olmadığını biraz önce söyledim. Ölü Deniz Yazmaları düşmanları tarafmdan öldürülen ama mesih görevini yerine getirmek için dönen bir "dürüstlük öğretmeni"nden söz eder. Kumran'lılar gibi, ilk Yahudi Hıristiyanları da kendi "dürüstlük öğretmenleri"ni bekledikleri sırada kendileri­ni bir komün halinde örgütlemişlerdir.

Resullerin İşleri'nde şöyle der:

"Bütün inananlar bir araya geldiler ve her şeye ortaklaşa sa­hip oldular, ve kişisel eşyalarını ve mallarını sattılar, ve onlan aralarında, herkesin gereksinmesine göre dağıttılar... Onların arasında yoksul olan hiç kimse yoktu, çünkü top­rakları ya da evleri olanlar onları sattılar, ve satılan şeylerin bedellerini getirip havarilerin ayaklarının dibine bıraktılar."

Ölü Deniz Yazmalarının kentlerde aynen komünist ilkele­rine göre örgütlenecek tövbeli Yahu dilerden oluşmuş topluluk­lar kurmayı öngören buyrukları içermesi çok ilginçtir. Bu du­rum Kumran militanlarmm ve Yahudi Hıristiyanların ya ben­zer koşullara benzer biçimlerde yanıt verdiklerini ya da aslmda bunların aynı ve tek bir askersel-mesihsel hareketin değişik görünüşleri ya da kolları olduklarını gösteren yeni bir kanıttır.

Bu bölümün başlangıcında gösterdiğim gibi, İsa'nın barış­çıl mesih imgesi büyük bir olasılıkla Kudüs'ün düşmesinin son­rasına değin geliştirilmiş değildi. Barışçıl mesihçilik inancınm temeli, İsa'nın ölümünden ilk Incil'in yazılmasına değin geçen süre içinde Pavlos tarafından atıldı. Ama İsa'yı kendileri için her şeyden önce bir Yahudi askersel-mesihsel kurtarıcı olarak görenler İ.S. 68 yılı çatışmasına yol açan yaygın gerilla eylemi dönemi boyunca harekete egemen oldular. İçinde İncillerin tam anlamıyla barışçıl ve evrensel bir mesihi betimleyen İncil­lerin yazıldığı eylemsel ortam Roma'ya karşı yürütülen ba­şarısız Yahudi savaşının sonucuydu. Yahudi mesihçi ihtilalci­leri henüz yenilgiye uğratmış olan generaller Vespasian ve Titus Roma İmparatorluğu'nun yeni hükümdarları oldukla­rında artık tam anlamıyla barışçıl bir mesih pratik bir zorunluk halini aldı. O yenilginin öncesinde, Kudüs'deki Yahudi Hıristiyanlar için Museviliğe sadık kalmak pratik bir zorunluk ol­muştu. O yenilginin sonrasmda, Kudüs’deki Yahudi Hıristiyanlar artık İmparatorluğun öbür parçalarındaki Hıristiyan toplulukları, özellikle de Roma'da Vespasianus ve Titus’un hoşgörüsüyle yaşayan Hıristiyanları kendi yönetimleri altında tutamazlardı. Başarısız mesih savaşmın sonucunda, Hıris­tiyanların inançlarının Roma İmparatorluğu'nu yıkacak bir mesihe olan Yahudi inancından doğmuş olduğunu yadsımak pra­tik açıdan ivedi bir zorunluk halini aldı.

Kudüs komünü Resullerin İşlerinde "sütunlar" diye anı­lan, Yakub, Petrus ve Yuhanna'dan oluşan bir üçlü grup tara­fından yönetildi. Bunların arasmdan, Pavlus tarafından kimliği "Efendinin Erkek Kardeşi" (kesin soy bağlantısı bilinmiyor) ola­rak belirtilen, Yakub, çok geçmeden seçkin bir kiş olarak ortaya çıktı. Bu Pavlus’un İsa hareketinin Yahudi askersel-mesihsel kö­kenlerini gizleme girişimine karşı yapılan sayaşı yürüten ki­şiydi.

Her ne kadar Kudüs İ.S. 70 yılma değin Hıristiyanlığın merkezi olarak kaldıysa da, yeni inanç kısa zamanda Filistin'in ötelerine Roma İmparatorluğu’nun belli başlı her bir kent ve kasabasında bulunan tecimenlerin, zanaatçıların, ve bilginlerin oluşturduğu toplulukların birçoğuna yayıldı. Denizaşırı ülke­lerdeki Yahudiler İsa'ya ilişkin bilgileri gezip gördükleri yaban­cı havralardan aldılar. Bu misyonerlerin en önemlisi olan Pav­lus, doğum adıyla Tarsuslu Saul, Yunanca konuşan bir Yahudi olup babası kendisi ve ailesi için Roma yurttaşlığını elde etmiş bulunan bir kişiydi. Pavlus’un vurgulamasına göre kendisi vahiyin verdiği yetkiyle İsa'nın bir havarisi olmuştu ve Kudüs'deki ilk havarilerle doğrudan hiç bir ilişkiye girmiş değil­di. Î.S. 49 ile 57 yılları arasında, Galatyalılara yazdığı mektu­bunda Pavlus, Arabistan'da ve Şam'da üç yıl boyunca misyo­nerlik yapmış olduğunu ve ilk havarilerden hiç biriyle asla gö­rüşmemiş bulunduğunu söylüyordı*»-^Gktubun açıkladığına göre kendisi o sırada kısa bir süre için Simun Petrus'u ziyaret etmiş ve, "Efendinin Erkek Kardeşi" Yakub ile görüşmüştür.

Sonraki onbeş yıl boyunca gene yollara düşen Pavlus kent­leri bir bir dolaştı. Onun din değiştirttiği ilk kişiler hemen he­men hep Yahudiler di.

Bunun böyle olması zorunluydu çünkü Pavlus’un İsa'nın sürdürdüğünü savladığı peygamberlik soyuna en çok aşina olanlar Yahudilerdi. Eğer Pavlus hahamlarla çalışmamış olsay­dı, İbranice konuşmamış olsaydı, ve kendisini bir Yahudi say­mamış olsaydı bile, o Roma İmparatorluğu'nun doğu kesimi­nin her yanma dağılmış bulunan Yahudilerin İsa inancının çağrısına uymaları olasılığı en yüksek insanlar olduklarını gene de anlayacaktı. Yahudiler İmparatorluk içinde yerlerinden edilmiş kişilerin en geniş gruplarından biri olmakla kalmıyor­lar, aynı zamanda onlar en etkili gruplar arasında yer alıyorlar ve öteki etnik gruplara tanınmayan bir çok ayrıcalıklardan da yararlanıyorlardı. Pavlus Filistin'in dışında üç ila altı milyon Yahudiyi Yakub'un Filistin içinde gerçekleştirdiğinin iki ka­tından fazlasını ve bir kent ya da kasabada yaşayan yabancı Yahudilerin hemen hemen hepsini hıristiyanlaştırmıştı.

Pavlus her ne zaman denizaşırı bir Yahudi cemaatince reddedildiyse Yahudi olmayanlar arasından yandaş kazanmak için özel bir çaba gösterdi. Ama aslında bu yenilik değildi. Koz­mopolit ortamlardaki uzun deneyimlerinin bir sonucu olarak Yahudilerin yararlandıkları toplumsal ve ekonomik avantajla­rın çekici olmasmdan dolayı, din değiştirmede hep Museviliğe yönelik düzenli bir akım vardı. Buyruklara uymaları ve sünnet olmaları koşuluyla din değiştiren erkekler memnunlukla Ya­hudi kabul ediliyorlardı. Pavlus'un dine yandaş sağlamasında­ki en büyük yenilik onun verdiği mesihsel mesaj değil, ama onun Yahudi olmayanları sünnet olmağa ya da Yahudi olarak kaydolmaya zorlamaksızın Yahudi Hıristiyanlar olarak vaftiz etmeğe istekli olmasıydı.

Resullerin İşleri'ndeki açıklamaya göre Pavlus uzun bir ara­dan sonra Kudüs'e döndü, ve Yakub'dan da Kudüs'ün büyükle­rinden de kendisinin Yahudi olmayanları Hıristiyanlığa kazan­dırma yolundaki çabalarına karışmamalarını ısrarla istedi. Yakub’un verdiği karara göre Yahudi olmayanlar sünnet olmak zorunda bırakılmaksızın Hıristiyan olabilirlerdi, yeter ki putpe­restliği, zinayı, ve boğularak öldürülmüş hayvan etini ya da kanlı eti yemeyi reddetsinler. Ama Yakub ve Kudüs'ün komün üyeleri sünnet olmamış Hıristiyanların Yahudi Hıristiyanlardan aşağı olduklarını vurguladılar. Pavlus Antakya'da Simun Petrus kendisini ziyaret ettiği zaman, bütün Hıristiyanların bir­likte yemek yediklerini anlatır. Ama Yakub tarafmdan gönderi­len bir araştırma komisyonunun gelmesi üzerine, Simun Petrus, "onların Sünnetten oldukları ko ’kusuyla" yani, Yahudi Hıristiyan komisyon üyelerinin Yakub'a haber verecekleri kor­kusuyla, sünnetsiz Hıristiyanlarla yediği yemeğe derhal son verdi.

Kutsal Yahudi İmparatorluğunda İsrail'in çocuklarına öz­gülenecek ayrıcalıklı rolü küçümsemek, denizaşırı yerlerden kendisine verilen destek nedeniyle, Pavluş için avantajlıydı. Gene İsa'nın mesihsel misyonundaki dünyaya ilişkin askersel ve siyasal öğelerin önemini küçümsemek de onun lehineydi. Ama onun tüm Hıristiyanları kapsayan yenilikleri asla üstesin­den gelemeyeceği stratejik bir sorun yarattı. Kaçınılmaz bir bi­çimde bu onu Yakub'la ve Kudüs Komünü üyeleriyle derin bir çatışmaya götürdü, çünkü Kudüs Hıristiyanlarının yaşamları­nı sürdürmeleri onların içtenlikli Yahudi yurtseverler olarak saygınlıklarını koruyabilmelerine bağlıydı. Roma'ya karşı kızı­şan savaş içinde yer alan hizipler arasında yaşayabilmek için, Yakub'un Kudüs tapmağında tapmmayı sürdürmesi ve yan­daşlarının da Yahudi yasalarına bağlılık görüntüsünü koruma­ları zorunluydu. Onların Yehova ahitine olan imanları, İsa'nın yeryüzüne yakında döneceğine olan inançlarıyla azalmış değil artmıştı.

Pavlus yabancı kentlerdeki Yahudiler! Museviliğin yasala­rına karşı gelmeğe kışkırtmakla ve Yahudi ile Yahudi olmaya­na sanki bunlar arasında bir ayrım yokmuş gibi sanki gelecek mesihsel kurtuluşun nimetlerine Yahudi ile Yahudi olmayan eşitçe sahip olacaklarmış gibi davranmakla suçlandı. Eğer İsa inancının bu tür yorumu Kudüs'e yayılırsa, Yakub ve yandaş­ları mahvolurlardı. Brandon’un sözcükleriyle, "Yahudi bakış açısına göre, böyle bir anlatım dinsel bir hakaret olmakla kal­maz, sonunda bu hem ırkı hem de dini etkileyecek, en dehşet verici türden bir din değiştirmeye varırdı."

İsa'nın anlatılan eylem ve sözlerinin günümüze ulaşmış kanıtları arasında Pavlus'un denizaşırı komünlerde Yahudi ile Yahudi olmayan arasındaki farkı ortadan kaldırma girişimini doğrulayan bir desteğe rastlanmıyor. Örneğin, Markos'a göre Incil'de, Suriyeli bir Yunan kadın İsa'nın ayaklarına kapanır ve ona kızını saran şeytanları kovması için yalvarır. Isa reddeder: "Önce çocuklar doyurulsun: Çünkü çocukların ekmeğini alıp onu köpeklere vermek doğru değildir." Suriyeli Yunan kadın şöyle deyip karşı çıkar: "Masanın altındaki köpekler çocukla­rın ekmek kırıntılarını yerler, " bunun üzerine İsa yumuşar ve kadının kızını iyileştirir. Buradaki "çocuklar" ancak "İsrail'in Çocukları" anlamına gelebilir ve "köpekler" ancak Yahudi ol­mayanlar, özellikle de Suriyeli Yunanlılar gibi düşmanlar anla­mına gelebilir. Bu türden olayların ve sözlerin Markos'ta ve öte­ki Incil'lerde korunmuş olmalarının, ve oralardan öbür öç alıcı ve ırkçı söylem ve eylemlerin tümüyle çıkarılamamış olmaları­nın nedeni hep aynıdır. Incil'lerin dayandıkları canlı sözlü gele­nekler vardı. Yakub, Petrus ve Yuhanna gibi pek çok görgü ta­nıkları, askersel-mesihsel ve ırkçı temaların gerçekliğini ısrarla belirten görgü tanıkları hala aktif durumdaydılar. Kaldı ki, Markos doğuştan Yahudiydi ve bu nedenle de Kudüs ana "kili­sesi" tarafından geçmişte vurgulanmış bulunan etnik üstünlük­lerle ilgili biraz çelişik olan duygulardan büyük bir olasılıkla tam anlamıyla asla kurtulmuş değildi.

Kudüs komününü korumak için Yakub Hıristiyanlığın Ya­hudilik yönünden anlamını yaşatma talimatıyla rakip misyo­nerler gönderdi; onlar Pavlus’un güven mektuplarını reddede­rek onun yandaşlarını  tehlikeye atmaktan geri kalmadılar. Pavlus bu saldırılar karşısında tutunamıyordu çünkü o bir gö­rüntü hali dışında İsa'yı asla görmemiş olduğunu kabul etti. Üstelik, onun yabancı havraların desteğine olan gereksinmesi de sürüyordu. Bu nedenle Pavlus, İ.S. 59 yılında, kötü önsezi­lere ve kahince uyarılmalara karşın, Kudüs'e dönmeye ve ken­disini suçlayanlarla konuyu açıkça görüşmeye karar verdi.

Pavlus suçlanan bir kişinin bir yargıç önüne gelmesi gibi Yakub'un önüne çıktı. Yakub Kudüs'te İsa'ya inanan binlerce Yahudi bulunduğunu, ancak hepsinin "yasanın coşkulu yan­daşları" olduğunu belireterek Pavlus'a uyardı. Sonra Pavlus'a kendisinin sadık bir Yahudi ve kendisine yöneltilen suçlamalann da asılsız olduğunu kanıtlamasını "doğru yolda yürüdü­ğünü ve yasaya uyduğunu" kanıtlamasını emretti. Pavlus'tan Kudüs tapınağında yedi gün boyunca dinsel arınma ayinlerinden geçmeyi kabul etmesini istedi. Pavlus şu istemlerin gerçekliğini kabul etti: (1) Yakub, Efendinin Erkek Kardeşi, Hı­ristiyanlık dünyasının en büyük önderiydi; (2) Yakub ve Yahu­di Hıristiyanlar tapmakta hala tapınıyorlardı onların "kilise"leri ayrı değildi; (3) Yahudi Hıristiyanlar İsa'nın Kudüs'ü Kutsal Yahudi İmparatorluğu’nun merkezi yapmak suretiyle Davud'un ahidini yerine getirmek için yeryüzüne döneceğine inanıyorlardı; (4) İsa'ya ve Yehova'ya inanan bütün tövbeliler günahlarından kurtulacaklardı, ama Yahudi Hıristiyanlar geri kalan ötekilerden daha çok kurtulacaklardı.

Pavlus'un Yahudi ulusal ülküsüne bağlılığını yeniden ka­nıtlama girişimine birdenbire son verildi, kuşkusuz bu kal­leşçe yapıldı. Asya'dan gelen bir hacılar grubu onu tanıdı, bir ayaktakımını kışkırttı, onu tapmaktan sürükleyerek çıkarttılar, ve onu öldüresiye dövmeye başladılar. Bu olayda ancak Roma­lı muhafız komutanının zamanında araya girmesi Pavlus'u ölümden kurtardı. Yüksek papazlarca yargılandığında o gene ölümden kıl payı kurtuldu. Ona karşı yeni suikastlar düzenlen­di, ama sonunda o Roma yurttaşlığına sığınarak ve kendisinin Yahudilerce değil Romalılarca yargılanmasını dileyerek Filis­tin'den çıkıp kurtulmayı başardı. O Roma'ya götürüldü ve ev hapsinde tutuldu, ama daha sonra onun başına ne geldiği kesin olarak bilinmiyor. Büyük bir olasılıkla onun başma gelmiş olan olay onun davasmdan ötürü İ.S. 64 yılında öldürülmüş olması­dır; bu sırada İmparator Neron Roma'daki çok büyük bir yangı­nın suçunu düşmanlarına göre saray mm yakmındaki gece­konduları temizlemek üzere yangını kendisi çıkartmıştı Yahudiler arasında ortaya çıkmış olup üyeleri "insanlığın düş­manları" olan amaca uygun kana susamış yeni bir mezhebe yüklemeğe karar verdi.

Pavlus için vakit artık çok geçtir, Filistin'de kapsamlı bir savaşın patlak vermesi onun yarıda kesilmiş misyonunun siya­sal bağlamım kesin olarak değiştirmiştir. İ.S. 70 yılında Ku­düs'teki Yahudi Hıristiyan ana "kilise" denizaşırı cemaatler üzerinde artık söz sahibi değildir. Kudüs'ün düşmesinden son­ra bir anlamda yaşamayı sürdürmüş olduğu söylenebilirse de, o önemli bir güç olmaktan çıkmıştır. 68-73 yıllarının uzayıp giden ihtilali denizaşırı Yahudilerle Romalılar arasındaki ilişki­leri tam anlamıyla bozmuştur. Ayrıca, bu ihtilal Yahudilerin yenilgisinden sorumlu olan kişileri imparatorluğun denetimi altına attı. İ.S. 71 yılında Vespasian ve oğlu Titus Roma’daki Titus Takı anısına göz kamaştıran utkusal bir geçit töreni dü­zenlediler ve bu tören sırasında caddelerde Yahudi tutsaklar ve ganimetler yürütülürlerken Kudüs'ün son partizan haydut ko­mutanı, Simun ben Gioras, Forum'da boğularak öldürüldü. Bundan sonra Vespasianus imparatorluktaki Yahudilere karşı sert davrandı, onların özgürlüklerini sınırladı ve tapmak ver­gilerini Saturnus'un hâzinesine aktardı. İ. S. birinci yüzyılın ge­riye kalan süresi boyunca, Yahudi karşıtlığı Roma yaşamının ve edebiyatın yerleşmiş bir özelliği haline geldi; bu olguya için için yanan bir meydan okumayla, isyanla, ve İ.S. 135 yılında Bar Koçva'nın ikinci Armageddon'una (ölüm kalım savaşma) yol açan bilinçaltmdan dışavuran yoğun duygularla karşı çıkıldı.

İsa'nın katilleri için bir ceza olmak üzere Kudüs'teki tapma­ğın yıkılmasına Markos'un yaptığı vurgulamadan, Brandon'un çıkardığı sonuca göre bu İncil ilkönce yazılan ve ötekilere ör­nek olan İncil Roma'da Kudüs'ün düşmesinden sonra yazıldı. Brandon'un dediği gibi, büyük bir olasılıkla o İ.S. 71 yılında kutlanan büyük utkuya doğrudan verilen bir yanıt biçiminde yazıldı.

Barışçıl bir mesih inancının yayılmasına elverişli koşullar artık tam anlamıyla hazırdı. Yahudi Hıristiyanlar kendilerinin olan mesihin savaş çıkarmış olan ve karışıklık yaratmayı sür­dürmüş bulunan partizan haydut mesihlerden farklı oldukları konusunda Romalıları ikna etmek için Yahudi olmayan din de­ğiştirmişlerle artık kolaylıkla birleşebilirlerdi: Hıristiyanlar, Yahudilerden farklı olarak, dünyasal tutkuları bulunmayan, za­rarsız, barışçı kimselerdi. Hıristiyan Tanrı Krallığı bu dünyay­la ilgili değildi; Hıristiyan kurtuluşu mezarın ötesindeki son­suz yaşamda bulunuyordu; Hıristiyan mesihi bütün insanlığa sonsuz yaşamı getirmek için ölmüştü; onun öğretisi Romalılar için değil, yalnız Yahudiler için bir tehdit oluşturuyordu. Ro malılar İsa'nın ölümündeki her suçtan bağışlanmışlardı; ölü­mü önleyemecek kadar yardımsız kalan Pontius Pilatus'un ya­nında onu öldürmüş olanlar yalnızca Yahudilerdi.

Barışçıl mesihin sırrı savaş meydanlarında ve yeryüzündeki iki Armageddon'un sonucunda bulunuyordu. Bildiğimiz gibi eğer savaşın seyri "Karanlığın Oğulları"nın aleyhine olsay­dı barışçıl mesih inancı gelişmeyecekti.

Bütün doğu Akdenize dağılmış bulunan kentli Yahudiler bu yeni dini kabul etmiş bulunanların sayıca olmasa bile, et­kileme yönünden kesinlikle başlıca kaynağı olmayı sürdür­düler. Söylencenin tersine, İmparatorluğun nüfusunun büyük bölümünü oluşturan geniş köylü ve köle kitleleri arasında Hı­ristiyanlık hiç bir ilerleme yapmadı. Tarihçi Salo W. Baronun gösterdiği gibi, Latince "köylü" anlamına gelen pagamıs sözcü­ğü, Hıristiyanlar için "putperestin bir eşanlamlısı oldu. Hıris­tiyanlık yerinden edilmiş etnik kentlilerin sarıldığı bir din oldu. "Yahudilerin nüfusun üçte birini ve daha çoğunu oluştur­duğu kentlerde, Museviliğin, sözün gelişi, bu yeni çeşidi, bü­yük utkuyla ilerledi."

Roma'nın Yahudi olarak kalan Yahudiler üzerindeki zulmü Hıristiyanlığı kabul eden Yahudilere yaptığı zulümden çok da­ha fazla oldu. İmparatorluğun Hıristiyanlara olan gücüyle uy­guladığı zulmün çağı Neron ile değil, ama çok daha sonra İ.S. 150 yılından sonra başladı. Hıristiyan kiliseleri, o tarihlerde, kent merkezlerinde yoğunlaştıkları, Romalı yüksek smıfa sız­mış bulundukları, yararlı toplumsal gönenç programları uygu­ladıkları, ve becerikli yöneticilerce işletilen parasal yönden ba­ğımsız uluslararası bir kuruluş meydana getirdikleri için, Roma'nın kurulu düzenini bir kez daha zorlayan siyasal bir teh­dit oluşturmuşlardı. Onlar "devlet içinde devlet" olmuşlardı.

En sonunda Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu'nun dini olarak orada yerleşmesine yol açan dünyasal olaylar zincirini sonuna dek izlemekten kaçınmak zorundayım. Ama şu kadarı söylenmelidir: İmparator Konstantinos o çok önemli girişimde bulunduğu zaman, Hıristiyanlık artık barışçıl mesihin inancı olmaktan çıkmıştı. Kontantinos'un din değiştirmesi İ.S. 311 yı­lında Alpler'de küçük bir orduyu yönettiği sırada gerçekleşti. Yorgun argın bir halde Roma'ya yaklaşırken o güneşin yukarı­sında duran bir haç görüntüsü farketti, ve haçın üzerinde şu sözcükleri gördü İN HOC SIGNO VINCES "Bu İşaretle Sen Yeneceksin." İsa Konstantinos'a göründü ve ona askersel sanca­ğını haçla donatması buyruğunu verdi. Bu yeni garip bayrak altında, Konstantinos'un askerleri kesin bir utku kazanmayı ba­şardılar. Onlar İmparatorluğu yeniden kazandılar ye böylece sayısı bilinmeyen milyonlarca Hıristiyan askerinin ve sonuna dek onlara düşman olanların ölüleri üzerinde barışçıl mesih haçının sorumlu yönetimini güvence altına aldılar.

Süpürgeler ve Sabbatlar

Nasıl büyük adamlar mesihlerin eylemsel önemini anla­makta bize yardımcı oldularsa, artık mesihler hakkında öğren­diğimiz bilgilerle de biz cadıların eylemsel önemini daha iyi an­layabileceğiz. Ama bir kez daha sizi uyarmalıyım ki kurulan ilişki apaçık olmayacaktır. Aradaki bağlantının kurulabilmesi için hazırlayıcı nitelikteki bazı konuların irdelenmesi gerekir.

Yapılan kestirime göre onbeşinci ve onyedinci yüzyıllar arasında Avrupa'da beşyüz bin kişi cadılıktan hüküm giymiş ve yakılarak öldürülmüştür. Bunların suçları: Şeytan'la yapılan anlaşma; süpürge sopalarına binilerek yapılan uzun mesafeli geziler; dinsel tatil günlerinde yasadışı toplantı düzenleme; Şeytan'a tapma; Şeytan’ın kuyruk altının öpülmesi; incit­ti uslarla, yani buz gibi soğuk penislerle donatılmış erkek şey­tanlarla cinsel ilişki; succubuslarla, yani kadın şeytanlarla cin­sel ilişki.

Bunlara daha dünyasal başka suçlamalar da çoğu kez ek­lenmiştir: Komşunun ineğinin öldürülmesi; dolu fırtınaları es­tirilmesi; ürünlerin yok edilmesi; bebeklerin çalınması ve yen­mesi. Ama birçok cadının öldürülmesine yol açan suç onların bir sabbat toplantısına katılmak için havada uçmalarından baş­ka bir suç değildir.

İki ayrı cadı bilmecesini birbirinden ayırmak isterim. Birin­cisi herhangi bir insan cadıların süpürgeye binip havada uçtuk­larına neden inanmak gerektiği sorunudur. Ve sonra da geniş ölçüde ayrı olan şu sorun var: Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllar­da böyle bir kanının neden bu denli yaygın biçimde benimsen­miş olduğudur. Sanırım her iki bilmece için de kılgısal ve dün­yasal çözümler bulunabilin Önce, cadıların sabbat'lara neden ve nasıl uçtuklarının açıklanması üzerinde iyice duralım.

Çok sayıda "itiraflar"m varlığına karşın, kendilerinin cadı olduklarını ileri süren kadınların öyküleri hakkında bilinenler gerçekten çok azdır. Bazı tarihçiler ileri sürmektedirler ki bütün bu acayip karmaşa Şeytanla anlaşma, süpürgeye binip uçma ve sabbat yakılan cadıların değil onları yakanların uydurmasıydı. Ama göreceğimiz gibi, yargılanma öncesinde suçlanan­ların hiç değilse bazılarında cadı oldukları duygusu vardı ve onlar havada uçtuklarına ve şeytanlarla ilişki kurduklarına hararetle inanıyorlardı.

"İtiraflar”la ilgili sorun bunların genellikle suçlanan cadıya işkence yapılırken elde edilmiş olmasıydı, Cadı Şeytanla bir anlaşma yapmış olduğunu ve bir sabbat'a uçarak gitmiş bu­lunduğunu itiraf edinceye değin işkence düzenli biçimde uygu­lanırdı. Cadı toplantıda hazır bulunan öbür insanların adlarını bildirinceye değin işkenceye devam edilirdi. Eğer bir cadı yap­tığı bir itiraftan dönmeye kalkarsa ilk itirafını doğrulayıncaya değin ona işkence giderek daha yoğun biçimde uygulanırdı. Bu durum cadılıkla suçlanan bir kişiyi şöyle bir seçim karşı­sında bırakırdı: Ya direğe bağlanıp yakılarak ölmek ya da ardı ardına işkence odalarına gönderilmek. İnsanların büyük ço­ğunluğu yakılmayı yeğlerdi. İşbirlikçi tutumlarına karşılık bir ödül olmak üzere, tövbe eden cadılar idam ateşinin yakılmasın­dan önce boğularak öldürülmeyi sabırsızlıkla bekleyebilirlerdi.

Avrupa büyücülüğünün tarihçisi, Charles Henry Lea tara­fından belgelenen yüzlerce olay arasından tipik bir davayı be­timlemek isterim. Olay 1601'de Offenburg'da, daha sonra Batı Almanya olan bölgedeki bir kentte geçmiştir. İki serseri kadın işkence altında cadı olduklarını itiraf ettiler. Sabbat'ta görmüş oldukları öteki insanları açıklamaları için sıkıştınldıklarında fırıncının karısının adını verdiler: Else Gwinner. Else Gwinner 31 Ekim 1601 günü sorgu yargıçlarının önüne getirildi, ve ora­da cadılıkla ilgili her savı cesurca reddetti. Gereksiz acılardan kendini kurtarması için uyarıldı, ama o reddinde direndi. Elleri arkasından bağlandı ve bileklerine bağlanan bir iple vücudu yerden yukarıya kaldırıldı bu askı diye bilinen bir sistemdir. Kadın çığlık atmağa başladı, itiraf edeceğini söyledi, ve yere bırakılması için yalvardı. Yere bırakıldığında bütün söylediği şuydu: "Tanrım onları bağışla, çünkü onlar ne yaptıklarını bil­miyorlar. " Yeniden işkence yapıldı ama bu onun bilincini yitir­mesine yol açtı. Kadın hapishaneye götürüldü ve 7 Kasım günü askı üzerinde vücuduna bağlanan ağırlıklar gittikçe arttırıla­rak üç kez yukarı kaldırılıp asılmak suretiyle gene işkence yapıldı. Üçüncü kaldırılışında çığlık atarak dayanamayacağını söyledi. Kadın yere bırakıldı, ve "bir şeytanın aşkı"ndan zevk almış olduğunu itiraf etti. Sorgu yargıçları tatmin olmadılar ve daha çok bilgi almak istediler. En büyük ağırlıkları bağlayarak kadını yeniden kaldırıp astılar ve onu doğruyu söylemeğe zor­ladılar. Yere indirilince, Else "itiraflarının acıdan kurtulmak için söylediği yalanlar olduğunu" ve "aslında kendisinin masum ol­duğunu" ısrarla söyledi. Bu arada sorgu yargıçları Else'nin kızı Agathe'yi tutukladılar. Agathe'yi bir hücreye kapattılar ve öyle­sine dövdüler ki sonunda kız hem kendisinin hem de annesinin cadı olduklarını ve ekmek fiyatmı yükseltmek için ürün kayıp­larına neden olduklarını  itiraf etti. Else ve Agathe bir araya geti­rildiklerinde kız itiraflarında annesini ilgilendiren bölümü geri aldı. Ama Agathe sorgu yargıçlarıyla yalnız kalır kalmaz itirafı­nı yeniden doğruladı ve kendisinin annesiyle bir kez daha yüzyüze getirilmemesi için yalvardı.

Else bir başka hapishaneye götürüldü ve orada başpar­maklarına işkence uygulandı. İşkenceye her ara verişlerinde masum olduğunu yeniden vurguladı. Sonunda bir şeytan aşığı olduğunu ama başka hiç bir şeyi olmadığını kabul etti. Onun bütün suçlamaları bir kez daha reddetmesinden sonra 11 Ara­lıkta işkence yeniden başlatıldı. Bu kez bayıldı. Yüzüne soğuk su boşaltıldı, ve çığlıklar atarak serbest bırakılması için yalvar­dı. "Ama işkenceye ara verilir verilmez itirafını geri aldı." En sonunda şeytan aşığının iki uçuş yaparak kendisini sabbat'a (cadı toplantısına) götürdüğünü itiraf etti. Sorgu yargıçları onun bu sabbat'larda görmüş olduğu kimseleri öğrenmek iste­diler. Else iki kişinin' adını verdi Frau Spies ve Frau Wess. Daha sonra başka isimler vermeyi vaat etti. Ama 13 Aralık'ta, Agathe'den elde ettiği yeni kanıtları onun önüne getiren bir pa­pazın çabalarına karşın, itirafını geri aldı. 15 Aralık günü sorgucular ona "doğruyu söyleyinceye değin acımasızca ya da şef­kat göstermeden işkenceyi sürdüreceklerini" söylediler. Bitkin haldeydi, ama masum olduğunu ısrarla belirtti. Önceki itirafını yineledi ama Frau Spies ve Frau Weyss'i sabbat'ta görmüş oldu­ğu konusunda yanıldığını vurguyla ileri sürdü: "Orada öyle bir kalabalık ve karmaşa vardı ki insanların kimliğini belirleme gerçekten güçtü, çünkü hazır bulunanların hepsi yüzlerini elle­rinden geldiğince örtmüşlerdi." Yeniden işkenceyle korkutulmasına karşın, itirafını son bir yeminle doğrulamayı reddetti. Else Gwinner 21 Aralık 1601 günü yakılarak öldürüldü.

Cadı avcıları, askıya, vücut organlarını germeye, ve baş­parmakları aletle ezmeye ek olarak, keskin uçları alttan ateşle kızdırılan iskemleler, iğneli ayakkabılar, iğneli kemerler, kızdı­rılmış demirler, kızdırılmış kerpetenler, aç bırakıp öldürme, ve uykusuz bırakma gibi işkence araçları da kullandılar. Cadı çılgınlığı yıllarının çağdaşı olan bir eleştirmen, Johann Matthâus Meyfarth, eğer o işkence odalarında olup bitenleri gör­müş olmanın anılarını aklından çıkarahilseydi bunun karşılı­ğında bir servet verebileceğini yazmıştır:

Zor kullanarak parçalanmış kol ve bacaklar, kafadan fırla­mış gözler, bacaklardan koparılmış ayaklar, eklemlerden burkulup çıkarılmış tandonlar, yerlerinden çıkarılmış kü­rek kemikleri, vücudun derininde şişmiş toplar damarlar, çekip çıkarılmış yüzeysel damarlar, baş aşağı ayaklar yu­karı durumdayken yere atılan asılmış kurbanlar gördüm. Cellatın kurbanı kırbaçladığını, falaka sopasıyla öldüresiye dövdüğünü, aletle işkence yaptığını, aşırı ağırlıklarla ezdi­ğini,' iğneler sapladığını, çepeçevre iplerle bağlayıp kükürt­le yaktığını, üzerine erimiş yağ döküp meşaleyle yaktığını gördüm. Kısacası, irfsan vücuduna nasıl saidırıldığını kanıt­layabilirim, betimleyebilirim, bundan esefle yakınabilirim.

Cadı çılgınlığının her aşamasında, mahkemece karar veril­mesinden önce işkence altında yapılan itirafların doğrulanması gerekirdi. Bu nedenle cadılık davalarının kayıtlarında her za­man şu formül yer alır: "Falan kişi işkence altında yaptığı itira­fı özgür istenciyle doğrulamış bulunmaktadır." Ama Meyfarth'ın belirttiği gibi, bu tür itiraflar gerçek cadıları sahtelerin­den ayırma amacı bakımından bir değer taşımıyorlardı. O, kar­şılaştığımız şu formülün ne anlama geldiğini sorar: "Margaretha, yargıcın kürsüsü önünde, işkence altında itirafı kendi öz­gür istenciyle doğrulamış bulunmaktadır."

"Bunun anlamı şudur: Bitip tükenmez işkencelerden sonra kadın itirafta bulununca cellat ona şöyle der: 'Eğer yaptığın itirafları reddetmek niyetinde isen bunu bana şimdi söyle o zaman ben iyi davranırım. Eğer mahkeme önünde itirafı reddedersen, benim elime düştüğünde o ana değin seninle sadece oyun oynadığımı görürsün, çünkü sana öyle davranı­rım ki bunun karşısında bir taş bile gözyaşları döker.' Margaretha mahkeme önüne getirildiğinde ayakları zincirlidir ve elleri öylesine sıkı bağlanmıştır ki 'bağlar ellerini kanat­maktadır.' Yanında zindancı ve cellat, arkasında silahlı mu­hafızlar dururlar, ttirafm'okunmasmdan sonra cellat ona iti­rafı kabul edip etmediğini sorar."

Tarihçi Hugh Trevor-Roper hiçbir işkence kanıtı olmadığı halde kamu yetkelerine bir çok itiraflarda bulunulduğunu ısrar­la belirtir. Ama böyle "kendiliğinden" ve "özgürce yapılmış" ka­bullenmeler bile sorgucuların ve yargıçların elleri altmda daha kurnazca yürütülen terör biçimleri bulunduğu dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Cadılığın sorgucuları arasmda yerleşmiş olan uygulama önce işkenceyle korkutmak, sbnra işkencede kullanılacak aletleri betimlemek, ve daha sonra aletlerin kendi­lerini göstermektir. Sorgulama yolunun her hangi bir yerinde itiraflar elde edilebilir. Bu korkutmaların etkileri büyük bir ola­sılıkla bugün "kendiliğinden" gibi görünen yargılama öncesi "itirafları" gölgelemiştir. Ben içtenlikli itirafların ya da "içtenlik­li" cadıların varlığını yadsıyor değilim, ama çağcıl uzmanların işkencenin kullanılmasını sanki bu cadılık soruşturmalarının önemsiz bir yönüymüş gibi ele almaları bana çok yanlış bir davranış olarak görünüyor. Sorgucular, itirafta bulunmuş olan cadılar başka kuşkulu kişilerin isimlerini verinceye değin asla tatmin olmamışlardır; bu cadıların kendileri ile sonradan dü­zenli olarak sorguya çekilip işkenceden geçirilmişlerdir.

Meyfarth'm sözünü ettiği bir davada kendisine üç gün bo­yunca işkence yapılmış olan yaşlı bir kadının sorgucuya ihbar ettiği adama yaptığı itiraf şöyle: "Sabbat’ta sizi asla görmedim, ama işkenceye son verilmesi için birini suçlamak zorundaydım. Aklıma siz geldiniz çünkü ben hapishaneye götürüldüğüm sı­rada siz bana rastladınız ve benim öyle bir şey yaptığıma hiç inanmadığınızı söylediniz. Bağışlayın, ama gene işkence yapı­lırsa, sizi gene suçlayacağım." Kadın organları gerine işkence­sine yeniden götürüldü ve orada ilk öyküsünü doğruladı. Sabbat'a uçtuklarına gerçekten inanmış olan insanların sayısı ne olursa olsun, işkencenin yapılmaması halinde, cadı çılgınlığı­nın nasıl bu kadar çok insanın kurban edilmesini gerektirebile­ceğini anlayamıyorum.

Hemen hemen dünyanın her toplumunda bir çeşit cadı kavramı vardır. Ama Avrupa'nın cadı çılgınlığı başka yerde patlak veren her hangi bir benzerinden daha canavarca, daha uzun süreli olmuş, ve daha çok sayıda kurbanlar üretmiştir. İl­kel toplumlarda suçu ya da suçsuzluğu belirleme girişiminin bir parçası olarak acı veren çok çetin deneyler kullanılmış ola­bilir. Ama benim bildiğim olayların hiç birinde cadılara öteki cadıların kimliğini açıklamaları için işkence yapılmış değildir.

Hatta Avrupa'da bile, işkence ancak 1480 tarihinden sonra böyle kullanılmıştır. İ. S. 1000 yılı öncesinde bir komşunun bi­rini sözde Şeytanla birlikte görmesinden dolayı hiç bir kimse öldürülmüş değildir. İnsanlar birbirlerini sihirbaz ya da cadı ol­makla ve kötülük yapmak için kullandıkları doğaüstü güçlere sahip bulunmakla suçlamışlardır. Ve havalarda geziler yapabi­len ve korkunç hızlarla büyük mesafeler alabilen bazı kadınlar hakkında çok spekülasyon yapılmıştır. Ama yetkeler (otorite­ler) yakalayıncaya değin cadıları sistemli olarak kovalama ve cinayetlerini itiraf etmeğe zorlama konusuyla hemen hemen hiç ilgilenmemişlerdir. Aslında, Katolik Kilisesi başlangıçta hava­larda uçan cadı gibi şeylerin varolmadığını ısrarla belirtmiştir. İ.S. 1000 yılında böyle uçuşların gerçekten meydana geldiğine inanılması yasaklanmışta; daha sonra, 1480'den sonra ise, bu uçuşların meydana gelmediğine inanılması yasaklanmıştır. İ.S. 1000 yılında Kilise cadıların süpürgeye binmelerini Şeytan'ın ürettiği bir imge diye savundu. Beş yüz yıl sonra, Kilise sü­pürge sopasına binme olayının yalnızca bir imge olduğu savın­da bulunanların asıl kendilerinin Şeytanla birlik olduklarını resmen ileri sürdü.

Daha önceki görüş Canon Episcopi denilen bir belgede dü­zenlenmiştir. Cadı çetelerinin geceleri uçtuklarına inanan in­sanlara gönderme yapan Canon şöyle uyarır: "Aklı imansız olan Kişi bu şeylerin ruhta değil vücutta olup bittiğini sanır." Başka deyişle, Şeytan sizi ya da başkalarını geceleri uçtuğunuza inan­dırır, ama ne siz ne de başkaları gerçekten uçuyor olamazsınız. "Gerçekten" sözcüğünün ne anlama geldiğinin ve "gerçek" söz­cüğü lün daha sonraki tanımlarından farkının kesin ölçüsü şu olmuştur: Sizin ya da düşçü arkadaşlarınızın başkalarıyla ha­vada uçtuğuna inandığınız bir kişi günah işlemiş olmakla suç­lanamaz. Başkalarının orada bulunmuş olmaları yalnızca bir düştür, ve başkaları sizin düşlerinizde yaptıklarından sorum­lu tutulamazlar. Ancak, düş gören burada kötü düşünceler taşıyordur ve bu nedenle cezalandırılmalıdır ama yakılarak de­ğil aforoz edilerek.

Canon Episcopi'nin hükümlerinin tersine çevrilmesi birkaç yüzyılı aldı, böylece cadıların kendilerini hem beden hem de ruhça havada uçurduklarını  yadsımak dinsel öğretiye karşı iş­lenmiş bir suç sayıldı. Gezi gerçeği saptandıktan sonra, itirafta bulunmuş olan her bir cadıyı sabbat'ta bulunan öteki insanlar hakkında sorguya çekmek olanağı bulunurdu. İşte bu durum­da uygulanan işkence zincirleme tepkilerin oluşmasını garanti ederdi. Atom fırınlarının gelişmiş modelinde olduğu gibi, ya­kılmış olan her bir cadı otomatik olarak iki ya da daha çok sayı­da yakılacak aday bulunmasına yol açardı. Sistemin pürüzsüz­ce işlemesini sağlamak için bulunmuş başka incelikler de vardı. İşkencecilerin ve cellatların hizmetlerine ilişkin fatura cadının ailesine ödettirilmek suretiyle harcamalar düşük dü­zeyde tutulurdu. Odun demetlerinin bedeliyle yakma olayın­dan sonra yargıçların zorla verdirdikleri ziyafetin bedeli de aynı aile tarafmdan ödenirdi. Yerel makam sahipleri arasında cadı avcılığı için büyük bir coşku oluşabiliyordu, çünkü bunlar cadılıktan hüküm giymiş her hangi bir kişinin bütün mülküne el koyma yetkisine sahip bulunuyorlardı.

Üzerinde dikkatle durulmuş bir cadı avlama sisteminin ör­nekleri daha onüçüncü yüzyılda geliştirilmiş, ama bu cadılara karşı savaşın bir parçası olarak yapılmamıştır. Kilise işkence­nin ilk önce cadılar üzerinde değil, ama bütün Avrupa'da bir­denbire ortaya çıkan ve Roma'nın (onda birlik) aşar vergisi ve kutsal ayinler üzerinde kurduğu tekeli kırma tehdidinde bulu­nan yasadışı dinsel örgütlerin üyeleri üzerinde kullanılmasına izin vermiştir. Örneğin, onüçüncü yüzyılda, Fransa'nın güne­yinde (Cathari olarak da anılan) Albigensia'lılar Fransız soylu­larının muhalif gruplarının koruması altında açık toplantılar yapan ve kendi din adamlarına sahip bulunan bağımsız güçlü bir dinsel birlik haline gelmişlerdi. Papa, Hıristiyanlık adına güney Fransa'yı elde tutmak için bir kutsal savaş Albigensia'lılar Haçlı Seferi çağrısında bulunmak zorunda kaldı. Albigensia'lılar sonunda imha edildiler, ama Waldense'ler ve Vaudoi'lar gibi başka bir çok sapkın mezhepler onların yerlerini aldı. Bu yıkıcı hareketlerle savaşmak üzere, Kilise adım adım ilerleyerek Engizisyon mahkemesini kurdu; bu tek işlevi dinsel sapkınlığın kökünü kazımak olan askersel nitelikli özel bir ku­ruluştu. Fransa, İtalya, ve Almanya’da Engizisyonun kovuş­turmasına uğrayan dinsel sapkınlar yeraltına çekildiler, gizli hücreler oluşturdular, ve saklı toplantılar yaptılar. Papa’nın engizisyoncuları düşmanın gizli etkinlikleri yüzünden çabaları­nın sonuçsuz kaldığını görünce, sapkınları itirafa ve suç ortak­larını açıklamağa zorlamak üzere onlara işkence yapmak için izin istediler. Onüçüncü yüzyılın ortasmda Papa VI. Alexander tarafından bu yetki verildi.

Waldense'ler ve Vaudoi’lar işkenceden geçirildikleri sıra­da, cadılar Canon Episcopi'nin koruyucu hükümlerinden hala ya­rarlanıyorlardı. Cadılık bir suçtu, ama bu bir sapkınlık değildi çünkü sabbat (cadı toplantısı) imgesel bir uydurmaydı. Ama zamanın geçmesiyle, papanın engizisyon sorgucuları cadılık davaları konusunda yargı yetkisinden yoksun olmaları nede­niyle gittikçe daha daha çok kaygı duymağa başladılar. Onla­rın anlayışına göre, cadılık artık Canon Episcopi'nin uygulandı­ğı günlerde olduğu gibi değildi. Yeni ve çok daha tehlikeli bir cadı türü gelişmişti öyle bir cadı ki sabbat’lara gerçekten uçabiliyordu. Ve bu sabbat'lar tıpkı öteki sapkın mezheplerin gizli toplantıları gibiydi, ancak ayinleri daha tiksinti vericiydi. Eğer cadılar öteki sapkınlar gibi işkenceden geçirilebilirlerse, onların itirafları çok geniş gizli bir suikast örgütünün ortaya çıkmasına yol açardı. Sonunda Roma boyun eğdi. Innocent adındaki bir papa Almanya'nın her yanındaki cadıların kökünü kazımak için 1484 yılında yayımladığı bir kararnameyle engizisyoncu Heinrich Institor ve Jakob Sprenger'e Engizisyon'un bütün yetkilerini kullanma izni verdi.

Institor ve Sprenger sonraları hep cadı avcısının el kitabı olarak kullanılan Cadıların Çekici adlı yapıtlarında sunulan ka­nıtlarla Papa yı ikna ettiler. Onlar cadılardan bazılarının yalnız­ca imgesel olarak sabbat’a katıldıklarını; ama bir çoğunun oraya gerçekten vücutlarını da taşıdıklarını kabul ederler. Her iki halde de sonuç aynıdır, çünkü oraya yalnızca imgesinde uçan cadı oraya tıpkı vücudunu taşımış olan cadı kadar gü­venilir biçimde olup bitenleri görmektedir. Bir kocanın karışı­rım yatakta yanında olduğuna yemin ettiği ama başkalarının onu bir sabbat'ta gördüklerine tanıklık ettikleri davalara ge­lince, burada adamın dokunduğu kadın karısı değil, ama onun yerini alan bir şeytandır. Belki de Canon Episcopi'nin öne sür­müş bulunduğu sava göre uçuş yalnızca imgeseldi, ama cadı­ların verdikleri zarara ilişkin hiç bir şey hiç de imgesel değildi. "Onların yaptığı bütün büyücülükleri ve zararları herkes açıkça görürken.... kim bunların mantıksız ve imgesel olduklarını sav­layacak kadar ahmak olabilir?" Akla gelebilen her yıkım sığır­ların ve ürünlerin yok olması, çocukların ölümü, acılar ve ağrı­lar, sadakatsizlik ve delilik cadılardan kaynaklanmaktadır. Cadıların Çekici cadıların tanınmaları, suçlanmaları, sorguya çe­kilmeleri, işkenceden geçirilmeleri, ve cezalandırılmaları iş­lemlerinin nasıl yapılacağına ilişkin ayrıntılı bir anlatımla son bulur. Cadı avlama dizgesi artık tamamlanmış, gerek Katolikler gerekse Protestanlarca gelecek ikiyüz yıl boyunca o kahredi­ci sonuçlarıyla baştanbaşa bütün Avrupa'da uygulanmaya ha­zır duruma getirilmiş bulunmaktadır. Sistem artık hapsedilmiş ya da yakılmış bulunanların yerini doldurmak üzere yıllarca düzenli biçimde ardı arkası gelmez sayıda yeni cadı üretmeğe hazırdır.

Canon Episcopi acaba neden geçersiz kılındı? Açıklamanın en kolayı engizisyoncuların haklı olmalarıydı: Cadılar oraya süpürgeye binip gitmeseler bile gizli sabbat’larda toplanıyor­lar, ve Hıristiyanlığın güvenliği için Waldense'ler ya da öteki gizli dinsel hareketler kadar büyük bir tehlike oluşturu­yorlardı.

Süpürgeyle uçuşun pratik temeline ilişkin son bulgular bu kuramı çürütmüş bulunuyor. Toplumsal Araştırma amaçlı Yeni Okul'dan Profesör Michael Hamer Avrupalı cadıların gi­zemli merhem ve yağları kullanma alışkanlığında olduklarının çok iyi bilindiğini ortaya koymaktadır. Havada uçmak için sü­pürgeye binmeden önce, cadılar kendilerini yağlıyorlardı. Harner'in aktardığı tipik olayların biri şöyledir: Onyedinci yüzyıl İngilltere'sinde "toplantılarına taşınmalarından önce almlarını ve bileklerini Ruh'un getirdiği (çiğ kokulu) bir yağ ile yağladık­larını" itiraf etmiştir. Başka İngiliz cadıların anlattıklarına göre "yağ"m yeşilimsi bir rengi vardı ve alna bir kuş tüyüyle sürü­lürdü. İlk anlatımlarda cadının bir sopayı yağladığından söz edilir, sonra "cadı onunla koşullar ne olursa olsun dilediği za­man ve dilediği biçimde rahvan ya da dörtnala gidermiş." Gene Harner tarafından aktarılan bir onbeşinci yüzyıl kaynağında hem sırığın hem de vücudun yağlandığı anlatılır: "Onlar bir sırığı yağlarlar ve üzerine binerler... ya da kendi koltuk altlarını ve öbür kıllı yerlerini yağlarlar." Bir başka kaynak şöyle diyor: "Şeytanla anlaşma yapmış olan erkek ve kadın büyücüler ken­dilerini belli yağlarla yağlayarak ve bazı sözler söyleyerek gece­leyin uzak ülkelere giderler."

Lorraine'de çalışan bir onaltıncı yüzyıl hekimi olan Andres Laguna bir cadının çömleğinin bulunuşunu betimlemiştir: "çömlek yeşil renkli yağlı bir merAemle yarı yarıya doluydu... kendilerini bununla yağlıyorlardı: kokusu öylesine ağır ve tik­sinti vericiydi ki bu son kerte donuk renkli ve uyku verici otlar­dan, baldıranotundan, yaban yasemininden, banotu ve adamotundan oluşturulmuştu." Laguna bu yağdan bir kutu dolusu aldı ve onu Metz'deki bir cellatın karısının üzerinde bir deney yapmak üzere kullandı. Bu kadını baştan ayağa yağladı. "Kadın bir tavşan gibi açık gözleriyle (pekala haşlanmış yabani bir tavşana da benziyordu) birdenbire öyle derin bir uykuya daldı ki, onu nasıl uyandıracağımı bilemiyordum." Sonunda Laguna onu uyandırmayı başardığında, otuzaltı saat boyunca uyumuş bulunuyordu. Kadın yakındı: "Neden beni böyle uygunsuz bir zamanda uyandırdınız? Dünyanın bütün zevk ve sevinçleri be­nim çevremdeydi." Sonra, "asılmış adamların pis kokusunu yaya yaya", orada ayakta duran kocasına gülümsedi, ve ona şöyle dedi: "Alçak herif, bil ki seni boynuzladım, hem de sen­den daha genç ve senden daha iyi bir sevgiliyle."

Harner yağlı merhemlerle yapıldığı anlatılan ve cadıların kendilerini de kapsayan bu türden bir takım deneyleri bir araya topladı. Bütün denekler derin bir uykuya dalıyorlar, ve uyandınldıklannda uzun bir geziye çıkmış bulunduklarını ısrarla söylüyorlardı. Bu nedenle çağcıl tarihçiler genellikle bunu unut­ma ya da küçümseme eğilimine girmiş olsalar bile, yağlanmay­la ilgili giz cadı çılgınlığı döneminde yaşamış olan bir çok in­sanlar tarafından biliniyordu. Bu konudaki en iyi görgü tanıklı­ğını Galileo'nun meslektaşlarından biri olan ve yabanyasemini içeren bir yağlı merhemin formülünü ele geçirmiş bulunan Giambattista della Porta tarafından yapılmıştır.

Onlar vücudun bir bölümüne sürülen yağı yayarak bütün vücutlarını iyice ovuştururlar, öyle ki tenlleri pembeleşir... Böylece bir gece ayışığında şölenlere, müziğe, danslara, ve her şeyden çok diledikleri, genç erkeklerle birleşmeye götü­rüldüklerini düşlerler. İmgelemin ve imgelerin görsel etkisi o denli büyüktür ki, beyinin bellek denilen bölümü hemen hemen bu tür şeylerle doludur; ve onlar, kendi doğal eği­limleriyle, inanmaya son kerte yatkın olduklarından imge­lere öylesine sarılırlar ki artık akim kendisi de değişir ve gece gündüz başka hiç bir şey düşünemez.

Peru’nun Jivaro Kızılderilileri arasında şamanlar tarafın­dan sanrı yaratan bitkiler kullanılmasını incelemiş bulunan Harner'in kanısına göre cadıların yağlı merhemlerindeki sanrı yaratıcı etken özdek atropin idi. Atropin, adamotu, banotu, ve güzelavratotu ya da güzelhatun çiçeği gibi Avrupa bitkilerinde bulunan güçlü bir alkaloid idi. Atropinin üstün özelliği onun sağlam deri tarafından emilebilir olmasıdır, öyle ki adale ağrı­larının giderilmesi için güzelavratotundan yapılmış deri plas­terlerinde bu özellikten yararlanılır. Razı çağcıl deneyciler eski belgelerde saklanmış olan formüllere dayanarak cadıların yağlı merhemlerini yeniden oluşturmuşlardır. Almanya'da, Göttingen'de bir grup yirmidört saat süren bir uykuya daldıklarını, bu sırada düşlerinde "çılgınca geziler, delice danslar yaptıkları­nı, ve ortaçağa özgü cümbüşler türünden acayip serüvenler ya­şadıklarını" anlatmıştır. Yalnızca banotunun dumanlarını içine çekmiş bulunan bir başkası şöyle der "çılgınca duygular için­deydim öyle ki ayaklarım gittikçe hafifliyor, büyüyor ve vücu­dumdan ayrılıyorlardı... aynı zamanda sarhoş eden bir uçuş duygusunu yaşıyordum."

Günümüzün modern Halloween[12] cadıların bacakları ara­sında hala görülebilen şey neden sırık ya da süpürgedir? Harner'e göre, bu yalnızca erkeğin üreme organının simgesinden ibaret değildir:

"Sırık ya da süpürgenin kullanılması kuşkusuz Freudcu anlamda simgesel bir eylem olmaktan fazla bir şeydir, çünkü bu hem atropin içeren bitkinin duyarlı vajinal zarlara sürülme­sine yarar, hem de sanki bir ata binme duygusunu yaşatır, ki bu sabbat'a uçan cadıların tipik bir görüntüsüdür."

Eğer Harner'in açıklaması doğruysa, o zaman "gerçek" sabbat toplantılarının büyük çoğunluğu sanrı yaratıcı deneyler içermiştir. Yağlı merhem daima cadıların sabbat'a gitmelerin­den önce kullanılmış, onların oraya varmalarından sonra asla kullanılmamıştır. O halde cadıların kökünü kazımak için Engizisyon'un kullanılmasına ilişkin papalık kararının ardındaki etken, sabbat’lara gösterilen rağbetin gittikçe artması olamaz. Gerçekleşmiş olabilen olay, kuşkusuz, daha çok sayıda insan­ların "sanrı yaratıcı maddeler almağa" başlamalarıdır. Ben bu olasılığı dışlamıyorum. Ama Engizisyon cadıları ortaya çıkar­mak için asla onların ellerindeki yağlı merhemlere bakarak ka­rar vermiyordu (Cadıların Çekici bu konuda pek bir şey söyle­mez.) Bu nedenle, "gerçek" cadıların bilinen sanrı yapıcı madde kullananların büyük çoğunluğunun kimlikleri asla or­taya konmadı, ve yakılmış bulunan insanların büyük çoğunlu­ğu da asla sanrı yapıcı madde kullanmış değillerdi.

Sanrı yapıcı yağlı merhemler cadı inancının belirli özellik­lerini açıklar. İşkence bu inançların yağlı merhemleri gerçekten kullananların yörüngesinin çok ötesine yayılmasını açıklığa ka­vuşturur. Ama beşyüz bin insanın bir başkasının düşlerinde işlemiş oldukları suçlar için neden ölmek zorunda kaldığına ilişkin bilmece hala ortada duruyor.

Büyük Cadı Çılgınlığı

İnsanların büyük çoğunluğu Avrupa'da onüçüncü yüzyıl­dan onyedinci yüzyıla kadar olan zaman içinde başgösteren askersel-mesihsel ayaklanmaların Yunan ve Roma zamanların­da Filistin'de görülenler kadar yaygın oduğunu bilmezler. On­lar Protestan Reformasyonunun bir çok yönden bu mesihçi hu­zursuzluğun doruk noktası ya da yan ürünü olduğunu da bilmezler. Tıpkı Filistin'deki öncelleri gibi, Avrupa'daki mesihsel coşku patlamaları da yönetici sınıfların elindeki servet ve iktidar tekeline karşı yönlendirilmiş bulunuyordu. Benim cadı çılgınlığına ilişkin açıklamam şöyle: Bu Hıristiyan mesihçiliğinin dalgalarını kırmanın bir aracı olarak geniş ölçüde yönetici sınıflarca yaratılmış ve sürdürülmüş bir çılgınlıktır.

Cadılığın toplumsal ve ekonomik eşitsizliklere karşı yürü­tülen şiddetli mesihsel protestoların yanı sıra gittikçe artan bir önemle ortaya çıkmış olması bir rastlantı değildir. Papa Protes­tan Reformasyonundan kısa bir süre önce cadılara karşı iş­kence uygulanmasına izin vermiş, ve cadı çılgınlığı Hıristiyan birliği dönemine son veren onaltıncı ve onyedinci yüzyılların savaşları ve ihtilalleri sırasında doruk noktasına ulaşmıştır.

Feodalizmin sona ermesi ve güçlü ulusal krallıkların ortaya çıkması, Avrupalı halk kitleleri için büyük bir stres dönemi oldu. Tecimin, pazarların, ve bankacılığın gelişmesi nedeniyle toprak ve anamal sahipleri kazançları ençoklaştırma amacı gü­den girişimlerde bulunmak zorunda kaldılar. Bu da ancak feo­dal yurtluk topraklarına ve kale kasabalarına özgü küçük ölçek­li, koruyucu ama baskıcı, ilişkilere son vermekle sağlanabilirdi. Toprak mülkiyeti bölündü, sertlerin ve hizmetlilerin yerini köy­lü kiracı ve ortakçılar aldı, ve kendi kendine yeten yurtluklar peşin para ile satış yapan tarım işletmelerine dönüştü. Kırsal kesim insanları geçimlik topraklarını ve aile barınaklarını yitir­diler, ve çok sayıda yoksullaşmış köylüler akıntıya kapılmışcasma ücretli işçiler olarak iş aradıkları kasabalara sürüklendi­ler. Onbirinci yüzyıldan sonra, yaşam daha yarışmacı oldu, kişisel olmaktan çıktı, tecimselleşti geleneğin değil kazancın egemenliği altına girdi.

Yoksullaşma ve yabancılaşma arttıkça, gittikçe çoğalan sayıda insanlar İsa'nın ikinci gelişine ilişkin kehanetlerde bu­lunmağa başladılar. Onların birçoğu Kilisenin günahları ve lüksü içinde gözlerinin önüne serilen dünyanın sonunu, zengin­likle açlıkların ve belaların kutuplaşmasını, İslam'ın yayılması­nı, Avrupalı soyluların birbirine karşıt grupları arasmdaki sürekli savaşları gördüler.

Batı Avrupa mesihçiliğinin en önde gelen kuramcısı olan Fiore'li Joachim'in kurduğu kehanet sistemi tarihçi Norman Cohn tarafmdan "Marksizm’in ortaya çıkmasına değin Avru­pa'ca bilinen en güçlü sistem" olarak anılmıştır. Calabria Ma­nastırı başrahibi olan Joachim, 1190 ile 1195 arasmdaki bir ta­rihte, şimdiki ıstırap dünyasının ruhun krallığına yerini ne zaman bırakacağının nasıl hesaplanacağını ortaya koydu. Joac­him'in inanışına göre dünyanın birinci çağı Baba'nın Çağı, İkincisi Oğul'un Çağı, üçüncüsü Kutsal Ruh'un Çağı idi. Üçün­cü çağ Sabbat ya da dinlenme zamanı olacaktı, o zaman servete ya da mülke, çalışmaya, yiyeceğe ya da barınağa gereksinim olmayacaktı; varlık yalnızca ruhtan ibaret olacak ve özdeksel gereksemelerin hiç birine yer kalmayacaktı. Devlet ve Kilise gibi hiyerarşik kuruınların yerini yetkin varlıkların oluşturdu­ğu özgür bir toplum alacaktı. Joachim'in kehanetine göre Ruh'un çağı 1260 yılında başlayacaktı. Bu tarih İmparator II. Frederick'in (1194-1250) Üçüncü Çağı açacağı inancına dayalı bir takım askersel-mesihsel hareketler için bir hedef tarih halini aldı.

Frederik kendi krallığını vaftiz, evlenme, itiraf, ve öteki dinsel törenlerin yapılmasını yasaklayan bir papalık buyruğu­nun kapsamı içine sokan Papanın iktidarına karşı açıkça mey­dan okudu. Ruhaniler olarak bilinen Fransisken tarikatının fa­natik yoksulluk kanadı Frederick'i destekliyordu. Onların savı­na göre Frederick kısa zamanda İsa karşıtı olanlara karşı işle­vini yerine getirecek, Kiliseyi servetten ve lüksten temizleyecek ve ruhban sınıfını ortadan kaldıracaktı. Almanya'da, Papayı şiddetle eleştiren ve papalık yasaklarını hiçe sayarak dinsel tö­renleri yöneten ve günahları bağışlayan gezgin Joachimci vaiz­ler Frederick’i Kurtarıcı diye ilan ettiler. Svabia'da, bu vaizler­den biri, Arnold kardeş, İsa'nın 1260'da döneceğini ve Papa'nın İsa Karşıtı olduğunu ve rahiplerin de İsa Karşıtı'nın "kollarfm oluşturduğunu doğrulayacağını söylüyordu. Onların hepsi de lüks içinde yaşamakla ve yoksulları sömürüp ezmekle suçlana­caklardı. II. Frederick o zaman Roma'nın büyük servetini kamu­laştıracak ve onu yoksullara asıl gerçek Hıristiyanlara dağıta­caktı.

Frederick'in 1250'deki zamansız ölümü onun hükümdarlı­ğıyla bağlantılı fantezileri ortadan kaldırmadı. O artık bir "Uyuyan İmparator" oldu, ve 1284'de uykusundan uyanmış Frederick olduğu savmda bulunan bir adam Neuss’da çevresine adamlar topladı ama sonra dinsel sapkınlık nedeniyle yakıldı. Kurtarıcı Frederick'ler yüzyıllarca sonra hala yakılmakta idiler.

Norman Cohn onaltmcı yüzyılın başında yazılmış, Yüz Bölümlü Kitap olarak bilinen bir askersel-mesihsel belgeyi be­timler; burada Frederick'in bütün dünyayı yönetmek üzere bir beyaz atın üzerinde gelmekte olduğu kehaneti yer alır. Günde 2300 kişi olmak üzere Papa'dan başlayıp bütün rahipler yokedileceklerdir. İmparator ayrıca bütün tefecileri, fiyat belirleyen tüccarları ve vicdansız hukukçuları kılıçtan geçirecektir. Bütün zenginliklere el konacak ve bunlar yoksullara ayrılacaktır; özel mülkiyet kaldırılacak, ve herşeye ortaklaşa sahip .olunacaktır: "Bütün mülkler tek bir mülk durumuna gelecek, sonra dâ ger­çekten bir çoban ve bir ağıl varolacaktır."

Fiore'li Joachim'in kehanette bulunduğu üçüncü çağ için hazırlık olmak üzere, uçları demirli kayışlarla kendilerini döv­mekte uzmanlaşmış adamlardan oluşmuş gruplar kasabalar­da yürüyüşler yapmağa başladılar. Bir kasaba meydanına var­dıklarında, bu "kendilerini kamçılayanlar" bellerine kadar soyunurlar ve sırtları kanayıncaya değin kendilerini kamçılar­lardı. Kendilerini kamçılayanlar başlangıçta üçüncü çağ için "yolu düzleme"nin bir aracı olarak tövbeyle ilgilendiler. Ama bunların etkinlikleri, özellikle de 1260'dan sonra Almanya'da, günden güne daha yıkıcı oldu ve papaz sınıfına karşı bir tu­tum izledi. Onlar kendi dinsel tören alaylarına yalnızca katıl­mış olmanın bile insanın günahlarını bağışlatacağını savla­maya başladıklarında, Kilise tarafından dinsel sapkınlar oldukları ilan edildiği için yeraltına inmeğe zorlandılar. Kara Ölüm (Veba) Avrupa'yı kasıp kavurduğu sırada 1348'de yeryü­züne çıktılar. Kendilerini kamçılayanlar Kara Ölüm'den Yahudileri sorumlu tuttular ve Yahudi sakinleri toptan öldürmeleri için ardı ardına her kasabadaki ayaktakımını kışkırttılar. Onlar kendilerini Papa'nın ve rahipler sınıfının üstünde görerek, ken­di kanlarında günahları bağışlatma gücü bulunduğunu ve ken­dilerinin dünyayı Tanrı'nın öfkesinden kurtaran bir azizler or­dusu oluşturduklarını savlıyorlardı. Kendilerini durdurmağa çalışan papazları taşladılar, normal kilise hizmetlerine engel oldular, ve kilise mülkünü ele geçirip yoksullara dağıttılar.

Kendini kamçılama hareketi, kendisinin Tanrı-İmparator Frederick olduğu savında bulunan Konrad Schmid adlı biri tara­fından yönetilen bir mesihçi ayaklanmada doruk noktasına ulaştı. Schmid yandaşlarını kırbaçladı ve vaftizin daha yüksek bir biçimi olarak onları kendi kanlarıyla yıkadı. Yeni Gine'de kargoya inananlar, Thuringia halkının insanları da mal varlıkla­rını sattılar, çalışmayı reddettiler, ve Kıyamet Gününden sonra İmparator-Tanrı'nın en yakınında bulunacak melekler korosun­da yerlerini almaya hazırlandılar. Bu durum 1369 için düşünül-

müştü. Engizisyonun olaya enerjik bir biçimde el koyması nedeniyle, Schmid çalışmasını tamamlamaya vakit bulamadan yakıldı. Yıllar sonra, Thuringia'da hala kendini kamçılayanlar bulunup ortaya çıkarılıyordu, ve 1416'da tek bir günde üç yüz kişi yakıldı.

Huzursuzluk yaratan yabancılaşmış yoksullardan kurtul­manın bir yolu, Kudüs'ü İslam'ın elinden geri almayı amaçla­yan Kutsal Savaşlar, ya da Haçlı Seferleri için onların yardımla­rını elde etmekti. Bu Haçlı Seferlerinden bazıları geri tepti ve rahiplerle soylulara karşı gelişen mesihçi kaynaklı ihtilalci hare­ketlere dönüştü. Örneğin, Çobanların Haçlı Seferi'nde, Jacob adlı kaçak bir keşiş Meryem Ana'dan Kutsal Mezar'ı[13] kurtar­maları için bütün çobanların toplanmalarını  buyuran bir mek­tup almış olduğu savını ileri sürdü. Saman tırmıkları, el balta­ları, ve bıçaklarla silahlanmış onbinlerce yoksul insan Jacob'un peşinden hiç ayrılmıyorlar, ve bir kasabaya girdikleri sırada kendilerine özel bir karşılama yapılsın diye silahlarını havaya kaldırarak yetkileri yıldırıyorlardı. Jacob önsezilere sahipti, hastaları iyi ederdi, tüketilmesinden daha hızlı biçimde yiyecek­le donatılan tansıksal (mucizevi) şölenler verirdi, rahipleri şid­detle eleştirir, ve vaazlarını kesmeye kalkışan herkesi öldürür­dü. Onun yandaşları kasabadan kasabaya giderek rahipleri te­pelediler ya da ırmağa atıp boğdular.

Kilise ile devletin aslında tutucu ama çatışan çıkarları ara­sındaki karşılıklı etkiler ve köktenci alt sınıf ihtilalinin tehdidi Avrupa'yı gittikçe Protestan Reformasyonuna doğru yaklaştır­dı. Bu sürecin nasıl işlediği onbeşinci yüzyıl Bohemia’sının Husçuluk[14] hareketinde görülebilir.

Husçular kilise mülküne el koydular ve havarilere özgü yoksul bir yaşam sürmeleri için rahipleri zorlamağa çalıştılar. Misilleme olmak üzere, Papa ve onun bağlaşıkları şimdi Husçuluk Savaşları olarak bilinen bir dizi baskıcı seferler başlattı­lar. Şiddet yayıldıkça, yoksullaşmış kitlelerin arasından üçün­cü bir savaşçılar grubu ortaya çıktı. Bunlara Taborlular deni­yordu bu isim İsa'nın ikinci gelişini haber verdiği Zeytin Dağındaki Tabor'dan gelmektedir. Taborlulara göre, Husçuluk Savaşları dünyanın sonunun başlangıcıydı. Onlar her gerçek rahibin her bir günahlıyı izlemek, yaralamak, ve öldürmekle yükümlü olduğunu ısrarla belirten mesihçi yalvaçların önderli­ğinde, "ellerini kanla yıkamak için" savaşa atıldılar. Taborlular düşmanı yok ettikten sonra Fiore'li Joachim'in üçüncü çağı başlatmasını beklediler. Artık fiziksel acı ya da fiziksel gerek­seme var olmayacak; vergisiz, mülksüz, ya da sınıfsız bir sevgi ve barış toplumu var olacaktır. 1419'da bu Bohemyalı "özgür ruhlar'm (bir yaşam biçimi olarak bohemliği yaratanların) binlercesi Luzhnica Irmağı üzerinde Usti kasabası yakınında bir komün kurdular. Onlar geçimlerini kırsal kesimlerde çapulcu­luk yaparak, uzanabildikleri her yeri soyup talan ederek sağlı­yorlardı çünkü Tanrı Yasasının adamları olarak Tanrının düş­manlarına ait bulunan her şeyi ele geçirmekte kendilerini yetki­li görüyorlardı.

Benzer hareketler Almanya'da onbeşinci yüzyıl boyunca hep yinelenmekteydi. Örneğin, 1476'da Meryem Ana, Hans Böhm adlı bir çobana görünmüştü. Ona denmişti ki bundan böyle gelecek krallığın kurulmasına hazırlık olmak üzere yok­sullar ve aşar vergisini ve diğer vergileri ödemeyi reddedecek­lerdir. Bütün insanlar çok yakında hiçbir rütbe ayrımı yapma­dan bir arada yaşayacaklar; orman, su, otlak, balık avlama, ve avlanma alanları olanaklarından herkes eşit biçimde yararlana­cak. Hacılardan oluşan kalabalıklar "Kutsal Gençler"! görmek üzere Almanya'nın her yanından gelip Niklashausen'e doğru ilerlediler. Onlar uzun kollar halinde yürüyüşler yaptılar, bir­birlerini "erkek ve kız kardeşler" olarak selamladılar. Protestan Reformasyonunun en sohunda gerçekleştirdiği özel yapının anlaşılabilmesi kiliseyi ürküttüğü kadar laik siyasal güçleri de ürküten köktenci askersel-mesihsel seçenek bir yana atılarak sağkınamaz. Kendinden önceki bir çokları gibi, Luther de Kıyame­tin Son dünleri içinde yaşadığına, I’apa'nın îsa Karşıtı olduğu­na, ve Papalığın Tanrı Krallığının kurulmasından önce yokedilmiş olması gerektiğine inanmıştı. Ama Luther'in Tanrı Krallığı bu dünyanın krallığı olmayacaktı; ve o bu krallığı ya­ratmak için izlenecek geçerli yöntemin silahlı ayaklanma değil vaaz vermek olduğuna inanıyordu. Alman soyluları Luther'in köktenci dindarlığıyla tutucu politikasından oluşan bileşimini memnunlukla karşılıyorlardı. Şiddetli bir toplumsal kargaşa riskini arttırmaksızın Papalık yönetiminden kurtulmanın olan yolu buydu.

Başlangıçta Luther'in bir yandaşı olan Thomas Müntzer, Luther'in hareketine köktenci sesleri getirdi. Luther ve Müntzer 1525 tarihli büyük köylü ayaklanmasında karşıt yanları seçti­ler. Luther "Köylülerden Oluşan Katil, Hırsız Sürülerine Karşı" adlı kitapçığında köylüleri suçladı ve buna verdiği yanıtta Müntzer, Luther'i destekleyenlerin "başkalarının soygun yap­malarını yasaklamak için yasayı kullanan soyguncuların ta kendileri olduklarını söyledi. Müntzer'in belirttiğine göre Lut­her'in Tanrı'nın yasası dediği şey doğrudan doğruya mülkiyeti korumanın bir aygıtıydı. "Tefeciliğin ve hırsızlığın ve haydut­luğun tohumlukları bizim Lordlarımız ve Prenslerimizdir." O Luther'i "eski yollarında gitmeyi sürdürsünler diye dinsiz alçak­ların gücünü arttırmakla suçladı. Köylü ayaklanmasının Yeni Krallık'ın başlangıcı olduğuna inanmış bulunan Müntzer köy­lü ordusunun komutasını ele aldı. O kendi rolüyle Midyancılarla[15] [16] yapılan savaşta Gideon'un[17] aldığı rol arasında benzerlikler buldu, ve düşmanla karşılaşmanın arifesinde, kötü donatılmış ve talim görmemiş köylü yandaşlarına Tanrının kendisiyle ko­nuşmuş ve utku vaadinde bulunmuş olduğunu söyledi. Top mermilerini giysisinin kolunda tutarak onları kendisinin koru­yacağını söyledi. Tanrı kendi seçkin halkının mahvolmasına asla izin vermeyecekti. Daha ilk top ateşleri altında köylü safla­rı dağıldı ve kaçışları sırasında 5000 köylü kılıçtan geçirildi. Müntzer'in kendisine de işkence uygulandı ve bir süre sonra da başı kesildi.

Reformasyon'un köktenci kanadı bütün onaltıncı yüzyıl ve onyedinci yüzyılın ilk yılları boyunca tüm gücüyle varlığını sürdürdü. Anabaptist hareket olarak bilinen bu kanat en az kırk mezhebin doğmasına ve Taborlu ve Müntzer geleneğinde dü­zinelerce askersel-mesihsel ayaklanmanın baş göstermesine yol açtı, ve buna gerek Katolik gerekse Protestan hükümdarlarca bütün mülkiyet ilişkilerini değiştirmek ve Kilisenin ve devletin servetini yoksullar arasında paylaştırmak amacıyla her yerde hazır bulunan sapkınların bir suikastı olarak bakılması yaygın bir görüş oldu. Örneğin, Müntzer'in yandaşlarından biri, Hans Hut, İsa’nın serbest aşkla ve malların ortaklığı ilkesiyle Tanrı Krallığı'nın açılışını yapmak için 1528'de yeryüzüne döneceği­ni ilan etti. Anabaptist'Ier sahte rahipleri ve protestan papazları yargılayacaklardı. Krallar, soylular, ve yeryüzünün büyükleri zincire vurulacaklardı. Müntzer'in bir başka yandaşı, Melchoir Hoffman, dünyanın 1533'de son bullacağı kehanetinde bulun­du. Hoffman'ı izleyen bir fırıncı, Haarlem'li Jan Matthys, şöyle vaaz ediyordu: Doğrular kılıca sarılmalı ve yeryüzünü dinsiz­lerden temizleyerek İsa için yolu eylemle hazırlamalıdır. 1534'de Münster'de, Westphalia, Anabaptist hareketin merkezi oldu. Bütün Katolikler ve Protestanlar yerlerinden kovuldular, ve özel mülkiyet kaldırıldı. Çok geçmeden önderliği üstlenen Leydendi John kendisinin Davud'un ardılı olduğu savında bu­lundu ve Anabaptistlerin deyişiyle "Yeni Kudüs'lerinde kendisi için krallık ayrıcalıkları ve mutlak itaat istedi.

İngiltere'de onyedinci yüzyıl boyunca benzer köktenci mesihçi motifler aşağı sınıfları harekete geçirerek İngiliz İç Savaşı için gerekli enerjinin çoğunu hazırladı. Oliver Cromwell'in Yeni Model Ordu'sunda bulunan binlerce gönüllü İngiliz topraklannda "Azizler"den oluşan bir krallık kurulacağına ve İsa'nın onları yönetmek üzere yeryüzüne ineceğine inanıyorlardı. 1649'da Gerrard Winstanley'in aldığı bir görüntü ona içinde özel mülkiyetin, sınıf ayrımının, ve tüm baskı biçimlerinden hiç birinin bulunmayacağı bir "Toprak Kazıcılar" toplumu kurmak suretiyle dünyanın sonu için hazırlanmasını buyurdu. Ve 1656'da Cromwell'in eski destekçileri, Beşinci Monarşi Yanlıla­rı, onu İsa Karşıtı ilan ettiler, ve silah zoruyla bir Azizler Krallı­ğı kurmağa çalıştılar Beşinci Monarşi, İsa'nın 1000 yıl hü­küm süreceği döneme yapılan bir göndermedir.

Bütün bunların cadılıkla ne ilişkisi olabilir? Bölümün ba­şında belirttiğim gibi, cadı çılgınlığının başlamasıyla Avrupa mesihçiliğinin gelişmesi arasında yakın bir kronolojik ilişki bu­lunuyor. Avrupa üçüncü çağın kehanetleri ve mesihçi hareket­lerle alabildiğine çalkalandığı bir zamanda Institor ve Sprenger cadı avlama sistemi VIII. Innocent tarafından kabul edildi. Reformasyonun sonrasında cadı çılgınlığı doruk noktasına ulaştı gerek Luther'in gerekse Calvin'in cadılığın tehlikelerine iliş­kin inançları çok güçlüydü ve ihtilalci üçüncü çağın mesihçi öğretilerine dayalı şiddet dolu köktenci protesto hareketleri de aynı inancı taşıyordu.

Acaba mesih kaynaklı toplumsal protesto ile cadı çılgınlı­ğının birbirine koşut gelişmesini aydınlatacak pratik bir açıkla­ma var mıdır? Basmakalıp bir bakış açısına göre cadılığın ken­disi toplumsal bir protesto biçimi olmuştu. Örneğin, ortaçağ uyuşmazlıkları tarihi konusunda bir uzman olan Profesör Jeffrey Burton Russell'a göre cadılık, gizemcilik, kendilerini kam­çılayanlar, ve yaygın olan dince sapkın inanışlar, bütün bunlar hep aynı kategori içinde yer alırlar. "Bunların hepsi, şu ya da bu ölçüde, eksik görülen kurumsal bir yapıya yöneltilmiş red tepkileriydi."

Katılmıyorum. Cadı çılgınlığını toplumsal protesto olarak açıklamak için, Cadıların Çekici adlı kitapta ileri sürülen "ger­çek" görüşünü benimseme yolunda bir hayli ilerlemiş olmanız gerekir. Avrupa'nın şeytana tapmak için bir araya gelmek sure­tiyle statükoyu tehdit eden çok sayıda insanla istila edilmiş ol­duğuna inanmak zorundasınız. Ama gerçekten uçan cadılar aslında sanrı yaratıcı banotunu kullananlarsa, bunlar Taborlular ve Anabaptistlerle aynı kategoriye girmezler, nasıl ki eroin bağımlıları da Kara Panterler grubundandırlar denemez. Şura­da burada sanrılayan ya da bir komşunun ineğine bü'yü yapan üç beş kişinin varlığı, mal mülk sahibi yönetici sınıfların yaşa­mı için bir tehdit oluşturmuyordu. Cadılar büyük olasılıkla düşkırıklığına uğramış ve" mutsuz insan saflarının arasından çekilip alınıyolardı; ama bu olgu cadıları düzen yıkıcı hale ge­tirmez. Bir hareketin kurulu düzene karşı ciddi bir protesto oluşturması için, onun ya açıkça toplumsal eleştiri öğretilerini içermesi, ya da düzen için tehlikeli veya tehdit edici bir eyleme atılması gerekir. Cadılar kendi sabbat'larında ne yapmış olur­larsa olsunlar, sözgelişi oralara gitmiş olsalar bile, toplantıla­rında zamanlarını Kilise'nin lüksünü lanetleyerek, ya da özel mülkiyetin kaldırılması ve iktidar ile yönetilenler arasındaki ayrımlara son verilmesi çağrısında bulunarak geçirdiklerine iliş­kin hiç bir kanıt yoktur. Eğer bunlar yapıldıysa, yapanlar cadı­lar değil ama Waldense'ler, Taborlular, Anabaptistler, ya da öte­ki bazı köktenci siyasal-dinsel tarikatların üyeleriydiler onla­rın bir çoğu kuşkusuz mesihçi inanışlarından dolayı değil de cadılık nedeniyle yakılmışlardı.

Cadı kadın çılgınlığını anlamak için, gerek cadıların gerek­se engizisyoncuların yaşam biçimi bilincinden ayrı, ona ters düşen bir gerçek türünü belirlemekten yana olmalıyız. Profesör Russell'a göre, rahiplerin ve soyluların cadılığın tehlikeli ve yı­kıcı olduğunu düşünmeleri yeterlidir. O, "İnsanların neler olup bittiğini düşünmeleri" der, "nesnel olarak neler olduğu kadar önemli, ve çok cjaha kesindir." Ama bu kesinlikle Institor ve Sprenger'in ileri sürdüğü noktadır: Siz bir başkasının düşle­rinde yaptıklarınızdan sorumlusunuz!

Biz bazı olaylar hakkında kararımızı vermek zorunda bu­lunuyoruz. Else Gwinner Şeytanda ilişkide bulunmadı, ve ka­dın bunu yapmış olmaktan dolayı kömürleştirildiğine göre olay ilgi çekmeyen ve kuşkulu bir sonuç değildir.

Şimdiye değin ele aldığım garip görünüşlü yaşam biçim­lerinin her birinde olduğu gibi, cadı çılgınlığı ona katılmış bu­lunan insanların bilincine göre açıklanamaz. Her şey gözlemci­nin çeşitli katılmacıların fantezilerine katlanmaya ya da onlara karşı çıkmaya hazır bulunmasına bağlıdır.

Eğer cadılık Engizisyon'un vurguladığı gibi tehlikeli bir sapkınlık idiyse, Engizisyonun onu ezmekle aklını bozmuş ol­masının gizemli bir yanı yoktur. Öte yandan, eğer cadılık, ge­niş ölçüde sanrısal olmasa bile, görece zararsız bir etkinlik idiyse, özellikle de Kilise'nin kaynaklarının onbeşinci yüzyıl­da yükselen büyük askersel-mesihsel hareketin etkisiyle sınırla­rına dayandığı bir sırada onu ezmek için neden bu kadar çok çaba harcandı?

Bu soru insanların nelerin olup bittiğini düşündüklerinden farklı olarak neler olduğuna ilişkin çok önemli bir soruya yol açar. Engizisyon'un kendisini cadı sapkınlığını yoketmeğe adadığı doğru mudur? Cadı avcılarının başlıca işinin cadıların ortadan, kaldırılması olduğu yolundaki varsayım engizisyoncu­ların savlarındaki yaşam biçimi bilincine dayanır. Ama karşı varsayım yani, cadı avcılarının cadıların sayısını arttırmak ve cadıların hayal değil gerçek, her yerde hazy, ve tehlikeli olduk­ları inancını yaymak için işlerini kötüye kullandıkları yolunda­ki varsayım çok güvenilir kanıtlara dayanmaktadır. Çağcıl bil­ginler engizisyoncunun yaşam biçimi bilincini yansıtan önermeleri neden kabul ediyorlar? Bu durum bizi engizisyoncular neden cadılığı yoketmekle akıllarını bozmuşlar sorusunu değil, ama neden cadılığı yaratmak için akıllarını böylesine bozmuşlar sorusunu sormağa zorluyor. Onların ya da kurban­larının niyetleri ne olursa olsun, engizisyon sisteminin kaçınıl­maz sonucu cadılığın daha.inanılır hale getirilmesi, ve böylece cadılık suçlamalarının sayısının artması olmuştur.

Cadı avlama sistemi alabildiğine ustaca düzenlenmiş, ala­bildiğine dayanıklı, alabildiğine acımasız ve inatçıydı. Sistem ancak aynı ölçüde dayanıklı, acımasız ve inatçı çıkarlarla yaşatılabilirdi. Cadılık sisteminin ve cadı çılgınlığının cadı avcı­ları tarafından açıklanan amaçlar dışında kılgısal ve dünyasal amaçlı olarak kullanılışları da vardı. Burada ben daha önce be­timlediğim mülke el konması ve işkence ve idam için yükle­nen ücretler gibi ödemelere ve ikincil çıkarlara yollama yapı­yor değilim. Bu ödüller cadı avlama teknisyenlerinin işlerine neden canla başla sarıldıklarını açıklamaya yardım etmektedir. Ama bu gibi çıkarlar cadı avlamanm nedenlerinden biri olmak­tan çok o avlama aygıtının parçası olmuşlardır.

Kanımca cadı çılgınlığının nedenini anlamanın en iyi yolu onun tanrısal niyetlerini değil de dünyasal sonuçlarını incele­mektir. Cadı avlama sisteminin (kömür olmuş vücutlardan başka) ortaya koyduğu başlıca sonuç olarak yoksullar sonunda şuna inandılar ki onlar prenslerin ve papaların kurbanı değil cadıların ve şeytanların kurbanı idiler. Çatınız mı aktı, ineğiniz düşük mü yaptı, yulafınız mı çürüdü, şarabınız mı bozuldu, başınız mı ağrıdı, bebeğiniz mi öldü? Bunun sorumlusu bir komşuydu, sizin tarlanızın çitini yıkan, size para borcu olan, ya da sizin toprağınızı isteyen bir komşu cadıya dönüşen bir komşu. Ekmeğin fiyatı mı yükseldi, vergiler mi arttı, ücretler mi düştü, işler daha da mı azaldı? Bütün bunlar cadıların işiy­di. Her köy ve kasaba sakinlerinin üçte birini veba ve açlık mı silip süpürdü? Habis, cehennemlik cadıların cüreti hep gittikçe daha da artıyordu. Halkın hayali düşmanlarına karşı, Kilise ve devlet cüretli bir kampanya hazırlıyordu. Devlet güçleri bu be­layı defetmek için sınırsız çabalar harcıyorlardı, ve gerek zen­ginler gerekse yoksullar bu savaşta sergilenen enerji ve yiğitlik için minnettar olabilirlerdi.

Bu nedenle cadı çılgınlığının pratik anlamı şuydu: Bu çıl­gınlık son dönem ortaçağ toplumunun yaşadığı bunalımın so­rumluluğunu hem Kilise'nin hem devletin üzerinden alıp bunu insan biçimindeki imgesel şeytanlara yüklüyordu. Bu iblislerin acayip etkinlikleriyle zihni meşgul, aklı başından gitmiş, ya­bancılaşmış, yoksullaşmış kitleler, kokuşmuş rahiplerin ve açgözlü soyluların yerine gemi azıya almış Şeytan'ı suçluyor­lardı. Kilise ve devlet yalnız temize çıkmış olmakla kalmıyor­lar, ama bunlar aynı zamanda vazgeçilmez hale getiriliyorlardı. Rahipler ve soylular her yerde hazır bulunan ama izlenip or­taya çıkarılması güç olan bir düşmana karşı insanlığın büyük koruyucuları olarak ortaya çıkıyorlardı. Sonunda bu ondalık üşürü ödemenin ve vergi toplayıcıya itaat etmenin bir nedeniy­di. Öteki dünyaya değil bu dünyanın yaşamına ilişkin çok önemli hizmetler gürültü ve öfkeyle, ateş ve dumanla yürütü­lüyordu. Devlet güçlerinin yaşamı biraz daha güvenilir kılmak için neler yaptıklarını  gerçekten görebilirdiniz; cadıların cehen­neme düşerlerken attıkları çığlıkları gerçekten duyabilirdiniz.

Günah keçileri kimlerdi? H.C. Erik Midelfort'un Güneybatı Almanya'da 1562'den 1684'e uzanan dönem içinde cadılıktan do­layı uygulanan 1258 idam olayına ilişkin eşsiz araştırması ca­dıların yüzde 82'sinin kadın olduğunu göstermektedir. Herhan­gi bir yerel ayaklanmada suçlanan ilk kişiler genellikle savunmasız yaşlı kadınlar ve alt sınıftan ebeler olurdu. İlk kur­banlardan zorla yeni isimler alındıkça, her iki cinsten çocuklar ve erkekler cadılar arasında daha çok göze çarpmaya başlardı. Kitlesel idamlarla belirlenen doruğa çıkmış panik dönemi bo­yunca, hancıların, bir kaç zengin tecimenin, ve ara sıra bir yargıçın ve öğretmenin idam edildikleri olurdu. Ama alevler yüksek rütbeli ve güçlü kişilerin isimlerine dek uzandığı için, yargıçlar yapılan itiraflara inanmaz oldular ve böylece panikler sona e,rdi. Doktorların, avukatların, ve üniversite hocalarının tehdit edil­meleri seyrek olurdu. Kuşkusuz engizisyoncuların kendileri ve genellikle rahipler de çok güvenli bir konumda bulunurlardı. Eğer arada bir zavallı şaşkın bir kadın çıkıp da yakın tarihteki bir sabbat'ta piskoposu ya da prensi görmüş olduğunu söyleye­cek kadar aptallık ederse, o zaman elbette söze sığmaz işkence­leri başına sarardı. Midelfort'un soylu sınıfın üyelerine karşı ya­pılmış cadılık suçlamalarıyla ilgili olarak ancak üç örnek bulabilmesinde, ve böyle suçlanmış olanlardan hiç birinin idam edilmemiş olmasında şaşılacak fazla bir şey yoktur.

Cadı çılgınlığı "yeterince sağlam bulunmayan kurumsal bir yapının yansıması" olmanın çok ötesinde o kurumsal yapıyı savunmanın tamamlayıcı bir parçası olmuştur. Bunu görebil­menin en iyi yolu cadı çılgınlığı onun çağdaşı olan karşısavla, askersel mesihçilikle karşılaştırmaktır. Cadı çılgınlığının ve askersel mesihçi devinimlerin her ikisi de yerleşik kilise düze­nince kısmen onaylanmış bulunan yaygın dinsel temaları ken­di içlerinde birleştirmişlerdir. Bunların her ikisi de varolan ya­şam biçimi bilincine dayanmışlar, ama tamamıyla farklı sonuçlar doğurmuşlardır. Askersel-mesihçilik yoksulları ve mülklerinden yoksun bırakılanları bir araya getirmiştir. Bu on­lara toplu bir misyon duygusu verrtıiş, toplumsal mesafeyi azaltmış, onların kendilerini "erkek ve kız kardeşler" olarak al­gılamalarını sağlamıştır. Bütün bölgelerdeki insanları o sefer­ber etmiş, onların enerjilerini özel bir zamanda ve yerde topla­mış, mülksüzleşmiş ve yoksullaşmış kitlelerle toplumsal piramidin üst kesiminde yer alan insanlar arasında meydan sa­vaşlarına yol açmıştır. Öte yandan, cadı çılgınlığı, gizli kalmış bütün protesto enerjilerini dağıtmış ve parçalamıştır. O yok­sullan ve mülksüzleşmiş olanları terhis etmiş, onların top­lumsal mesafelerini arttırmış, onları karşılıklı kuşkularla dol­durmuş, komşuyla komşuyu kapıştırmış, herkesi soyutlamış, herkese korku salmış, herkesin güvensizliğini arttırmış, herke­si çaresiz bırakmış, herkesi korkutmuş, herkesin güvensizliğini çoğaltmış, herkesi umarsızlık duygusuyla doldurmuş ve yö­netici sınıflara bağımlı kılmış, herkesin öfke ve düşkırıklığı için tam anlamıyla yerel bir odak hazırlamıştır. Böyle yapmak­la o dinsel ve siyasal düzeni serveti yeniden dağıtma ve sınıfla­rı eşitleme istemleriyle karşı karşıya getirme olanağından yok­sulları hep uzaklaştırmıştı. Cadı çılgınlığı ters yönde giden köktenci bir askersel mesihçilik olmuştur. O toplumun ayrıca­lıklı ve güçlü sınıflarının sihirli fişeği idi. Sırrı buydu.

Cadıların Dönüşü

Boş inan olarak ve alay konusu acılı yıllar biçiminde bel­leklere yerleştikten sonra, saygıya değer tatlı bir heyecan kay­nağı niteliğiyle cadılık geri dönmüş bulunuyor. Geri dönen yalnız cadılık değil, astrolojiden Zen'e değin uzanan, ve derin düşünmeyi (meditasyon), Hare Krishna'yı, ve eski bir Çin sihir sistemi olan, Yi King'i de içeren doğaüstü gizle ilgili ve mistik uzmanlıkların bütün çeşitleri. Zamanın nabzını yakalayan, Modem Cultural Anthropology adlı bir ders kitabı şu açıklama­sıyla son günlerde birdenbire başarı kazandı: "İnsanın özgürlü­ğü inanma özgürlüğünü içerir."

Uzun zamandır Batı'nın bilim ve teknolojisinin gelişme­siyle çelişki içinde bulunduğu düşünülen tutum ve kuramların beklenmedik bir biçimde yeniden dirilmesi kendisine "karşı kültür" adı verilen bir yaşam biçiminin gelişmesiyle bağlantılı­dır. Hareketin olgun yalvaçlarından biri olan Theodore Roszak'a göre, karşı kültür dünyayı "nesnel bilinç masalları"ından kurtaracaktır. O "bilimsel dünya görüşünü yıkacak" ve onun yerine koyduğu yeni bir kültür içinde "akılla ilgili olmayan ye­tenekler" en yetkin biçimiyle hüküm sürecektir. Son yılların ikincil önemdeki başka bir yalvaçı olan Charles A. Reich, III. Bi­linç diye isimlendirdiği bin yıllık bir ruh haletinden söz etmek­tedir. III. Bilinç'i gerçekleştirmek demek "mantıktan, rasyonel­likten, çözümlemeden, ve ilkelerden adamakılllı kuşkulan­maktır."

Karşı kültürün yaşam biçiminde, duygular, kendiliğindenlik, imgelem iyidir; bilim, mantık, nesnellik kötüdür. Karşı kül­tür grubunun üyeleri sanki vebalı bir yerden uzaklaşırcasma "nesnellik"ten kaçmakla övünürler.

Karşı kültürün en önemli yönü bilincin tarihi denetlediği inancıdır. İnsanlar akıllarında neler olup bitiyorsa işte öyledir­ler; onları daha iyi insanlar haline getirmek için yapmak zorun­da olduğunuz tek şey onlara daha iyi düşünceler vermenizdir. Nesnel koşulların pek önemi yoktur. Bir "bilinç devrimi" sonu­cunda bütün dünya değişecektir. Cinayeti durdurmak, yoksul­luğa son vermek, kentleri güzelleştirmek, savaşı ortadan kal­dırmak, kendimizle ve doğayla barış ve uyum içinde yaşamak için yapmamız gereken tek şey III. Bilinç'e akıllarımızı açmak­tır. "Bilinç yapıdan önce gelir... Bütün tüzel varlığıyla devlet yalnızca bilince dayanır."

Karşı kültürde, bilinç devinime geçirilmiş ve kullanılma­mış olan kendi gizilgücünden haberli kılınmıştır. Karşı kültü­mün insanları düşüncelerini genişletmek için yolculuklara çı­karlar "uyuşturucuyla düşsel geziler yaparlar." Onlar "kafalarını toparlamak için" marihuana, LSD, ya da mantarlar kullanırlar. İsa, Buda, Mao Tse-tung ile "coşkuya ulaşmak" için ritm tutarlar, çarpışırlar ya da şarkılar söylerler.

Amaç bilinci açıklamak, bilinci ispatlamak, bilinci değiştir­mek, bilinci yükseltmek, bilinci genişletmek bilinci nesnelleş­tirmenin dışında her şeyi yapmaktır. III. Bilinç'in kova burcun­dan olan, sanrılanmış, uyuşturucuyla kendinden geçmiş, düşlere dalmış partizanlarına göre, sağduyu askersel-endüstriyel kompleksin bir uydurmasıdır. O herhangi bir "domuz" gibi öldürülmelidir.

Sanrı yaratan maddeler yararlıdırlar çünkü bunlar "mantık dışı" ilişkilerin "tam anlamıyla doğal" görünmelerine olanak tanırlar. Bunlar iyidirler çünkü, Reich'ın sözcükleriyle, "toplu­mun en çok ciddiye aldığı şu şeyleri gerçekdışı şeyler haline getirirler: zaman tarifeleri, rasyonel bağlantılar, rekabet, öfke, yetkinlik, otorite, özel mülkiyet, yasa, statü, devletin önceliği." Sanrı yaratan maddeler "yanlış bilinci kovan bir doğruluk seru­mudur." III. Bilinç'i kazanmış olan "bir kimse 'olguları bilmez.' Bilmesi de gerekli değildir çünkü o başkalarından gizlenmiş görünen doğruyu gene de bilir."

Görünüşe bakılırsa karşı kültür ilkel toplulukların doğal yaşamını kutluyor. Onun üyeleri boncuklar, saç bantları takı­nırlar, vücutlarını boyarlar, ve renk renk yırtık pırtık giysiler giyerler; bir kabile olmanın özlemini çekerler. Anlaşılan onlar kabile topluluklarının maddeci olmadıklarına, doğal oldukları­na, ve gizemli büyü kaynaklarıyla saygılı bir ilişki içinde bu­lunduklarına inanıyorlar.

Karşı kültür antropolojisinde, ilkel bilinç ışığa ve güce sa­hip olan ama hiç elektrik faturası ödemeyen önemli bir kişide yani şamanda somutlaşır. Şamanlara hayran olunur çünkü on­lar "alışılmamış bilinç durumları geliştirmekte" ve "evrenin gizli güçleri arasında" gezinmekte uzmandırlar. Şaman "üstün bilinç”e sahiptir. Onun "dünyanın bayağılıkları arasmda parıl­dayan ve öbür dünyanın harikalarını ve dehşetini algılayan ateşten gözleri" vardır. Roszak'a göre, şaman sanrı yapıcı ilaç­ları ve hipnotik davulları ve dans ritimlerini kullanarak, "kişili­ğin entellektüel olmayan kaynaklarıyla ilişkisini tıpkı bir bilim adamının kendisini nesnelliğe alıştırırken gösterdiği sürekli ve titiz çabalarla geliştirir."

Carlos Castaneda'nın, gizemli bir üstün bilince sahip bulu­nan Yaqui Kızılderili "bilgi adamı", halk kahramanı Don Juan hakkmda yaptığı bir değerlendirmeden karşı kültür konusun­da öğrenilecek çok şey vardır. Castaneda şaman dünyasının ayrı, olağandışı gerçekliğinin içyüzünü görmek isteyen toy bir antropoloji araştırmacısı olarak yaşadığı deneyimlerini yazar. Don Juan, Castaneda'yı bir çırak olarak kabul etmiş, ve Casta­neda da Don Juan'ın öğretilerine dayanarak bir doktora tezi yazmağa koyulmuştur. Castaneda'yı bir "bilgi adamı"na dö­nüştürmek üzere Don Juan bu masum araştırmacıyı sanrı ya­ratıcı çeşitli maddelerle tanıştırdı. Castaneda, saydam ve ışıl­dayan bir köpekle ve yüz ayaklı bir sivrisinekle karşı karşıya geldikten sonra, kendi olağan gerçekliğinin akıl hocasının ken­disini yönelttiği olağandışı gerçeklikten herhangi bir biçimde daha gerçek olduğundan kuşku duymağa başladı. Başlangıç­ta, Castaneda bir "bilgi adamı"nm dünyayı nasıl düşündüğünü ortaya koymakta kararlıydı. Ama çırak dünyanın asıl kendisi hakkında bir şeyler öğrenmekte olduğunu yavaş yavaş anla­mağa başladı.

Bir başka antropolog, Paul Riesman, New York Times gazete­sinde yaptığı bir kitap eleştirisinde, "Don Juan'ın bilgisinin ve Batılı olmayan başka kimselerin bilgisinin bir değişmez ger­çekliğe ilişkin bir düşünce oluşumundan daha fazla bir şey ol­madığını düşünmek aptallık ve savurganlıktır" görüşünü ileri sürmüştür. Castaneda'nın yaptığı açıklamaya göre Don Juan'ın öğretileri gerçekten dünyanın aslında ne olduğuna ilişkin bir şeyler söylemektedir."

Her iki yorum da yanlış. Castaneda hiç bir şeye açıklık ge­tirmiyor. Ve Don Juan’ın "ayrı gerçekliği" "Batılı topluluklara" yabancı değildir.

Castaneda'nın o pek ünlü sannsal gezisi daha önce burada tartışmasını yaptığım konuları çok fazla anımsatıyor. Don Juan ve Castaneda birkaç gün harcayarak domuz yağı ve öteki bileşenlerle karıştırılmış ı/erba del diablo'dan "şeytanotu'ndan bir macun hazırladılar. Don Juan'ın gözetimi altında, çırak ma­cunu ayaklarının tabanlarına ve yukarıya doğru bacaklarının iç yanlarına ve en çoğunu da üreme organlarına sürdü. Macunun "bir tür gaz. gibi" boğucu, keskin bir kokusu vardı. Castane­da kalkıp doğruldu ve yürümeye başladı, ama yaşadığı duy­guya göre bacakları "kauçuktandı ve uzun, son derece uzundu."

Aşağıya baktım ve altımda oturan Don Juani gördüm; bir hayli altımdaydı. Moment (devimdik) beni bir adım daha ileriye götürdü, ve bu adım öncekinden daha esnek ve uzun­du. Ve oradan ben yükseklere çıktım. Bir kez aşağıya indi­ğimi anımsıyorum; sonra her iki ayağımla kendimi yuka­rıya doğru ittim, geriye sıçradım ve artık sırtüstü kayıp gidiyordum. Üzerimde karanlık gökyüzünü gördüm, bulut­lar yanımdan geçiyorlardı. Aşağılan görebilmek için birden vücudumu sarstım. Karanlık küme halindeki dağları gür­düm. Hızım olağanüstüydü.

Başını döndürerek manevra yapmayı öğrendikten sonra, Caştaneda "daha önce hiç bilmediği bir özgürlüğü ve hızı yaşa­dı." Sonunda aşağı inmek zorunda olduğunu anladı. Vakit sa­bahtı ve çıplak haldeydi ve yola çıktığı yerden sekizyüz metre uzaktaydı. Don Juan onun deneye deneye daha iyi bir uçucu olacağı konusunda ona güvence veriyordu:

"Dilediğiniz herhangi bir yerde neler olup bittiğini görmek ya da uzaklardaki düşmanlarınıza öldürücü bir darbe indir­mek için havalara yüzlerce kilometre yükselebilirsin."

Caştaneda hocasına sordu, "Ben gerçekten uçtum mu, Don Juan?" ve şaman yanıtladı, "Bunu bana sen söyledin. Öyle değil mi?"

"O halde ben gerçekten uçmuş değilim, Don Juan. Ben yal­nızca imgelerimde, düşüncelerimde uçtum. Vücudum nere­deydi?"

Don Juan soruyu şöyle yanıtladı:

"Sen bir insanın uçtuğuna inanmıyorsun; oysa bir brujo (büyücü adam) neler olup bittiğini görmek için bir saniyede bin mil gidebilir. Çok uzaklardaki düşmanlarına darbe indi­rebilir. P-'ki o uçuyor mu yoksa uçmuyor mu ?"

Bu ses tanıdık değil mi? Öyle olmalı. Don Juan ve Castaneda burada Canon Episcopi'nin Institutor’un ve Sprenger'in Cadı­ların Çekici adlı yapıtının kendilerine özgü becerilerini değilse neyi tartışıyorlar? Büyücü kadın yalnızca düşüncesinde mi uçar yoksa vücuduyla da uçar mı? Sonunda Caştaneda eğer kendisini kalın bir zincirle bir kayaya bağlarsa acaba ne olur diye Don Juan'a sorar: Yanıtı, "Korkarım kalın zincirli kayayı alıp birlikte uçarsın."

Profesör Harner'den öğrendiğimize göre, AvrupalI büyücü kadınlar deri içine geçen alkaloid atropin içeren merhemleri ve yağları kendi vücutlarına sürdükten sonra uçarlardı. Gene Pro­fesör Harner bize şunu bildirir: Atropin bitkilerin Tatula cinsin­deki etken bir bileşendir, bu Yeni Dünya'da tatula, alıç, Ceb­rail'in borusu, delielma, ve şeytanotu olarak bilinir sonuncu bileşenin kökü Castaneda'yı havalarda uçuran türdendir. Ger­çekte, Harner'in kehanetine göre Castaneda vücuduna şeytanın esrar otunu sürmeden önce bir büyücü gibi uçacaktır:

"Yıllar önce ben, anlatıldığına göre "imgeler görmek için" midesinin üzerine Datura merhemi süren Kuzey Meksikalı Yaqui Kızılderilileri tarafından anılan merhemin kullanıl­masına yapılan bir göndermeyle karşılaştım. Ben buna meslektaşım ve arkadaşım Carlos Castaneda'nın dikkatini çektim. Kendisi Bir Yaqui şamanının buyruğu altında araş­tırma yapıyordu. Ona Yaqui'nin uçmak amacıyla merhemi kullanıp kullanmadığını ve etkilerinin ne olduğunu sor­dum."

O halde şamanm üstün bilinci artık Engizisyonun tehdidi altında bulunmayan bir dünyada kendilerine iyi gözle bakılan büyücülerin bilincidir. Daha önceleri kendini beğenmiş nesnel "Batılı insanlar"ca bilinmeyen "ayrı gerçeklik" Batı uygarlığının o denli bir parçasıdır ki daha üç yüz yıl önce "nesnelleştiriciler" büyücü kadınların uçabildiklerini reddetmeleri yüzünden di­reğe bağlanıp yakılmışlardır.

Birinci bölümde, "nesnel bilinç"in yayılması kaçınılmaz olarak "moral duyarlılık"m yitimiyle sonuçlanır yolundaki sav­dan söz ettim. Karşı kültür ve III. Bilinç kendilerini duyarlılı­ğın, acımanın, aşkın, ve insan ilişkilerindeki karşılıklı güvenin yeniden kurulmasıyla ilgili insanlaştırıcı eğilimler olarak gö­rürler. Ben bu moral tutumla büyücülüğe ve şamanlığa gösteri­len ilgiyi bağdaştırmakta güçlük çekiyorum. Örneğin, Don Juan, ancak ahlakdışı olarak nitelenebilir. O "evren'in gizli güç­leri arasında dolaşmayı" bilmiş olabilir, ama o geleneksel Batı ahlakı anlamında iyi ile kötü arasındaki farklılıktan rahatsız ol­maz. Onun öğretileri, gerçekten, "moral duyarlılık"tan yoksun­dur.

Castaneda'nın ikinci kitabındaki bir olay şamanın üstün bilincinin anlaşılmaz ahlak yapısını ötekilerin hepsinden daha iyi özetler. Castaneda, The Teachings of Don Jtıan (Don Jııan'ın Öğretileri) ile ün ve servet sağladıktan sonra, bu kitabını ver­mek üzere akıl hocasını aramağa koyuldu. Don Juan'ın ortaya çıkmasını beklerken, Castaneda bulunduğu oteldeki masalarda bırakılmış artıkları yiyerek yaşayan bir grup haşarı erkek ço­cuğu inceledi. Çocukların "akbabalar gibi" her yana atıldıkları­nı gözledikten sonra Castaneda "gerçekten karamsar" hale gel­di. Don Juan bunu duyunca şaşırdı. Öğrenmek istedi "Onlar için gerçekten üzülüyor musun?" Castaneda "evet" diye vurgu­ladı ve Don Juan ona sordu, "Neden?"

"Çünkü türdeşlerimin mutluluğuyla ilgilenirim. Onlar ço­cuk ve dünyaları çirkin ve bayağı."

Castaneda kendisinin masada bıraktığı yemek artıklarını yemelerinden dolayı çocuklar için üzüldüğünü söylemiyor. An­laşılan onun canını sıkan şey onların yaşamlarının "çirkin ve bayağı" olmasıdır. Açlık ve yoksulluktan kötü düşünceler, ya da kötü düşler doğar. Don Juan beklenen işareti almca, çöme­zinin bu gibi çocukların zihnen olgulaşamayacaklarını ve "bilgi adamları" olamayacaklarını varsaymasından dolayı onu eleş­tirmiştir:

"Sanır mısınız ki sizin çok zengin dünyanız bir bilgi adamı olmanız için size bir gün yardım edecektir?"

Castaneda başarılı bir büyücü olmakta servetinin kendi­sine yardımcı olmadığını kabul etmek zorunda kalınca, Don Juan onun açığını yakalar:

"O halde o çocuklar için nasıl olur da üzülebilirsin?... Onlar­dan herhangi biri bilgi adamı olabilir. Benim bildiğim bütün bilgi adamları sizin yemek artıklarını yediklerini ve masala­rı yaladıklarını gördüğünüz çocuklar gibiydiler."

Karşı kültürün üyelerinin bir çoğuna göre, bilimsel dünya görüşünün ahlak yönünden en yozlaşmış ürünü teknotrattır bu kendisini uzmanlık bilgisine adamış, ama onu kimin ve han­gi amaçla kullandığı konusuna kayıtsız kalmış olan acımasız, gizemli teknisyendir. İşte Don Juan tam anlamıyla böyle bir teknisyendir. Onun Castaneda'ya aktardığı bilgide ahlaksal bir ağırlık yoktur. Castaneda'nın bir "bilgi adamı" olmaktaki başlı­ca kaygısı kendisini sürekli bir yörüngeye fırlatacak bir şeyi al­maktan kaçınmasıdır. Don Juan'm olağanüstü güçlerinin nasıl uygulanacakları hakkındaki bütün ahlaksal kaygılarına karşın, Castaneda bir B-52 uçağını nasıl kullanacağını da pekala öğren­miş olabilirdi. Onun Don Juan'la olan ilişkisi ahlakça çorak bir alanda, Castaneda ve hocası "düğmeler"e basacak yerde onları yeseler bile, teknolojinin en yüksek iyilik olduğu bir alanda daha iyi anlaşılır.

Ben moral yargıların temelini yıkmaksızın nesnel bilgiyi yıkmanın gerçekten de olanaksız bulunduğu görüşündeyim. Eğer makul bir kesinlikle kimin neyi, ne zaman, nerede yaptığı­nı bilemiyorsak, kendimiz hakkında moral bir hesap çıkarmayı kolay kolay umut edemeyiz. Caniyle kurbanı, varsılla yoksulu, sömürenle sömürüleni birbirlerinden ayırt edemeyince, ya ah­lak yargılarının toptan kaldırılmasını savunmalıyız, ya da engizisyoncunun konumunu benimseyerek insanları birbirlerinin düşlerinde yaptıkları eylemlerden dolayı sorumlu tutmalıyız.

Time dergisi muhabirlerinin Carlos Castaneda hakkmda bir öykü yazmağa çalışırlarken ortaya koydukları gibi, III. Bilinç grubu en yalın insansal olayların üzerini aşılmaz bir sisle örte­bilir. Kendi inanç özgürlüğüne sığınarak, Castaneda kendi ya­şam öyküsünün geniş bölümlerini ya uydurmuş, ya düşlemiş, ya da sanrılamıştır:

Brezilya'da değil, Peru'da doğdu.

Doğum tarihi 1935 değil, 1925.

Annesi o 24 yaşındayken değil, 6 yaşındayken öldü.

Babası bir yazın profesörü değil, bir kuyumcudur .

Milano'da değil, Lima'da resim ve heykel öğrenimi gördü.

"Benden yaşamımın doğruluğunu size istatistikler vererek ispatlamamı istemek", der Castaneda, "büyücülüğü geçerli kıl­mak için bilimi kullanmağa benzer. Bilim dünyayı büyüden yoksun bırakır."

Castaneda'ya göre, Don Juan aynı durumdadır. Dünyanın en ünlü şamanı kendi çırağı tarafından bile olsa, fotoğrafının çekilmesini, sesinin banda alınmasını, ya da kendisine soru so­rulmasını istemez. Castaneda'nın dışında hiç kimse Don Juan'm kim olduğunu bilmez. Caştaneda açıkça kabul eder: "Ah, ben bir yalancıyım! Ah, yalan savurmayı ne kadar da seve­rim"; en azından Peru'lu bir dostu onu bir "büyük yalancı" ola­rak anımsar.

Don Juan diye biri varolmayabilir. Ya da belki de Castaneda bir Yaqui büyücüsüyle "fiziksel olarak" değil kendi "düşün­cesinde" karşılaşmıştır. Engizisyonun uzmanlık yetkesine göre, Don Juan'ın öğretilerinin günümüzde bile kesinlikle ger­çek anlatımlar olduğu sonucuna varılabilir. Ya da„ Caştaneda belki de gezilerini kimi zaman "imgeleminde" kimi zaman da kendi "vücuduyla" yapmıştır. Bunlar çok ilginç düşünceler ol­makla birlikte, bir insanm ahlaksal duyarlıklarına ancak düşsel bir katkıda bulunabilirler.

Karşı kültür bireysel ahlaklılığı sözde korumanın çok öte­lerine uzanan savlar ileri sürüyor. Onun avukatları üstün bilin­cin dünyayı daha dost ve daha yaşanılabilir bir yer haline geti­rebileceğini vurguluyorlar; onlar servetin dağılımını, kaynak­ların yeniden ele alınmasını, insansal olmayan bürokrasilerin ortadan kaldırılmasını, ve çağcıl teknokratik toplumların insanı insanlıktan çıkaran öteki yönlerini siyasal alanda düzeltmeyi sağlamanın gerçek yolunu nesnellikten kaçmakta buluyorlar. Güya bu kötülükler bizim statü ve çalışma hakkındaki yanlış düşüncelerimizden ileri gelmektedir. Eğer gösteriş yapma ça­basını bırakırsak, ve eğer çalışmanın kendi başına iyi bir şey olduğuna inanmayı bırakırsak, devrimci dönüşüm hiç kimse­nin zarar görmesine gerek kalmaksızın meydana gelecektir. Periler ülkesinde olduğu gibi, "hazır olduğumuz anda yeni bir seçim yapabiliriz." Kapitalizm, tüzel devlet, bilim çağı, Protes­tan ahlakı bütün bunlar bilinç tiplerini temsil ederler, ve bun­lar yeni bir bilincin seçilmesiyle değiştirilebilirler. "Yapmak zo­runda olduğumuz tek şey gözlerimizi kapamak ve herkesin bir III. Bilinç haline geldiğini imgelemektir: tüzel devlet yok olu­yor... Tüzel devletin iktidarı bir öpüşün büyücünün kötü büyü­sünü bozması kadar tansıksal biçimde sona erecektir."

Şimdiye değin pratik ve dünyasal baskıların uzağında kaliniş olan bilinç, gerçekte, politika değil de büyücülüktür. İnsan­lar ne zaman isterlerse kendi bilinçlerini değiştirebilirler. Ama genellikle bunu istemezler. Bilinç kılgısal ve dünyasal koşullara uyarlanmıştır. Bu koşulların varlığı ya da yokluğu bir şama­nın yüz ayaklı sinekleri göstermesi ve yoketmesi biçiminde imgelenemez. Benim daha önce potlaçla ilgili bölümde gösterdi­ğim gibi, prestij sistemleri dış uzaydan alman titreşimlerle yaratılmazlar. İnsanlar rekabetçi tüketicilik bilincini öğrenirler çünkü etkileri alabildiğine büyük siyasal ve ekonomik güçlerin baskısı altında bunu öğrenmek zorundadırlar. Bu güçler ancak bilincin özdeksel koşullarını değiştirerek bilinci değiştirmeyi amaçlayan pratik etkinliklerle tadil edilebilirler.

Karşı kültürün bilinç yoluyla devrim müjdesi ne yenidir ne de devrimci. Hıristiyanlık ikibin yıldır bilinç yoluyla bir devrim yapmağa çalışmaktadır. Hıristiyan bilincinin dünyayı değişti­rebilir olduğunu kim yadsır? Ne var ki Hıristiyan bilincini de­ğiştiren dünyanın kendisidir. Eğer herkes barışçıl, seven, reka­betçi olmayan bir yaşam biçimini kabul etseydi, karşı kültürden daha iyi bir şeye sahip olabilirdik Tanrı'nın Krallığı'na sahip olabilirdik. -

III. Bilinç'in imgesinde algılanan politika bedende değil, düşüncede oluşur. Politikanın bu biçiminin servete ve iktidara zaten sahip olanlar için uygun oluşunun nedeni çok açıktır. Felsefece yoksulluğun, ne de olsa, bir ruh hali olduğunu dile getirmek yoksul olmayanlar için her zaman bir rahatlama kay­nağı olmaktadır. Bu konuda, karşı kültürün yaptığı bütün iş yalnızca Hıristiyan kuramcıların geleneksel olarak dünya malı­nı aşağılamalarını biraz değişik bir biçimde ileri sürmesidir. Hiç bir şeyin zorlamayla yapılmayacağı güvencesi de gelenek­seldir ve tutucu politikanın ana akımı içinde yer alır. III. Bilinç tüzel devleti "şiddet kullanmadan, siyasal iktidarı ele geçirme­den, varolan herhangi bir halk grubunu yıkmadan" yokedecektir. Karşı kültür sermaye kazançlarına ya da yıpranma yardım­larına değil, zihinlere saldırmağa yeminlidir.

Tanıma göre, karşı kültür orta sınıfın üniversite eğitimli yabancılaşmış gençlerinin yaşam biçimidir. "Proleter devriminin küllerini korumayı sürdürenler" ve "militan siyah gençler" özellikle onların dışında kalırlar. Karşı kültürün toplumu "bir insanın evi ©larak sayabileceği bir şeye" dönüştüreceği umudu onun bir orta sınıf hareketi olması gerçeğine dayanır. Onu bu kadar önemli yapan şey "bilimi ve teknolojik değerleri kesin olarak dışlamanın toplumumuzun küçük gruplarına değil de merkez kesimine (orta sınıfa) böylesine sevimli görünme .idir. Bu bilinç politikasını yürütenler orta sınıf gençleridirler."

Bir soyut bilinç politikasma büyücülük ya da sihirin bir başka biçiminin adı değil de politika adı verilmeli mi sorusu bir yana, kuşku yaratan iki başka noktaya dikkat etmek gere­kir. Birincisi, karşı kültür teknolojik değerleri bütünüyle red­detmez; İkincisi, belli bir bilim türünün reddedilmesi olayı uy­garlığımızın tam ortasında her zaman görülmektedir.

Karşı kültür "nesnel" bilimsel araştırmanın teknolojik ürünlerini kullanmaya karşı değildir. Telefonlar, FM radyo is­tasyonları, elektronik müzik setleri, ucuz jet uçuşları, estrojen doğum kontrol hapları, ve kimyasal sanrı yapıcılar ve antidotlar III. Bilinç’in iyi yaşanması için gereklidirler.

Üstelik, yüksek sesli, yüksek kaliteli müziğe bağımlılık yü­rütülen sanatlar tarihinde özel bir popüler dilin teknolojiye en yüksek düzeyde bağımlı kalması sonucunu yaratmış bulunu­yor. Bu nedenle, en azından gizli olarak, karşı kültür fizik ve bi­yoloji bilimlerinde uzmanların varlığını kabul ediyor ki bunla­rın görevi de yaşam biçiminin teknolojik altyapısını hazırlayıp sürdürmektir.

III. Bilinç’in perspektifinde bilimin en çok nefret edilen bi­çimleri laboratuar bilimleri değil, ama laboratuar standartlarını  tarihin ve yaşam biçimlerinin araştırılmasına uygulama yolla­rını arayan bilimlerdir. Karşı kültür yaşam biçimlerinin ve tari­hin bilimsel olarak incelenmesinden vazgeçmenin anlatımıdır; sanki derinlere kök salmış bir modelden ayrılıştır. Ama şu davranış bilimcileri ve sosyal bilimciler denenler arasında bile bilginin geçerli olan biçimi karşı kültürün dediği bilgi değildir ve asla öyle olıııtımışhr. Yaşam biçimleri bilimi bu kitabın önceki bölümlerinde incelenmiş olan bilmecelerin bilimsel açıklaması olmadığı görüşünü vurgularken insan nasıl olur da yaşam bi­çimleri biliminin yüksek bir dozuna tepki gösterebilir? Yaşam biçimi olgularının incelenmesindeki geniş "nesnelleştirme" kar­şı kültürdeki toplumsal düşlere ilişkin bir söylenceden başka bir şey değildir. Yaşam biçimi olgularının açıklanmasıyla ilgi­lenen profesyonellerin çoğunluğu arasında yaygın olan bilinç neredeyse III. Bilinç'in aynıdır.

Eğer cadıların dönüşü fizik, kimya, ve biyoloji laboratuar­larının nesnel kanıtları ve ussal çözümlemeyi hor gören insan­lara yönelmesini gerektirirse, bunda korkulacak bir şey yoktur, inanç özgürlüğünün laboratuarda kullanılması üstün bilinçli deneycilerin kömürleşmiş kalıntıları yarattıkları döküntülerle birlikte süpürülüp atılmcaya değin ancak geçici bir sıkıntı yara­tır. Ne yazık ki, yaşam biçimlerine uygulanan aydınlanma düş­manlığı kendi kendini yok etmiyor. İnsanların toplumsal var­lıklarının nedenlerini anlamalarma engel olan öğretilerin toplumsal değeri büyüktür. Adaletsiz üretim ve değiş tokuş bi­çimlerinin egemenliği altındaki bir toplumda, toplumsal siste­min doğasını gizleyen ve çarpıtan yaşam biçimi incelemeleri karşı kültürün çok korktuğu mitolojik "nesnel" incelemelerden çok daha yaygındır ve onlara gösterilen itibar daha yüksektir. Yaşam biçimi araştırmalarına uygulanan aydmlanma düşman­lığında laboratuar bilimlerinin mühendislik "uygulayım"ı yok­tur. Düzenbazlar, mistikler, ve lastikli sözlerle konuşanlar dö­küntüsüyle birlikte süpürülüp atılmazlar; gerçekte, döküntü yoktur çünkü her şey her zaman olduğu gibi aynen sürüp git­mektedir.

Önceki bölümlerde gösterdiğim gibi derin bir şaşkınlık içine düşmüş olan bilinç kimi zaman bir anlaşmazlığı güçlü kit­le hareketlerine doğru yönlendirebilmektedir. Filistin'de, Avrupada, ve Melanezya'da birbiri ardından gelen mesihçilik biçim­lerinin servetin ve iktidarın daha adilce bölüşülmesini amaçla­yan büyük devrimci itici güçleri nasıl ilerlettiğini görmüş bulu­nuyoruz. Ayrıca Rönesans Kilisesinin ve devletin komünist ra­dikallerin akıllarını başlarından alıp onları şaşırtmak için cadı çılgınlığını nasıl kulllandıklarını da gördük.

Karşı kültür bunun neresine uygun düşüyor? O tutucu bir güç mü yoksa radikal bir güç müdür? Kendi düşsel çalışmasın­da, karşı kültür kendini kıyametten önceki bin yıllık barış ve kurtuluş dönüşümünün geleneğine bağlı görüyor. Theodore Roszak der ki karşı kültürün başlıca amacı "yeni bir gökyüzü­nü ve yeni bir yeryüzünü" ilan etmektir, ve onun oluşum aşamasında, III. Bilinç aykırı düşünceli gençlerden oluşan ka­labalıkları rock konserlerinde ve savaş karşıtı protestolarda bir araya getirir. Ama örgütsel gücünün doruk noktasmda bile, karşı kültür mesihçiliğin en önemli ilkelerinden yoksundur. Karizmatik önderleri yoktur ve iyi düzenlenmiş bir ahlak düze­ni görüşünden de yoksundur. III. Bilinç'te, önderlik Askeriendüstriyel kompleksin bir başka hilesidir, ve az önce belirtti­ğim gibi, iyi düzenlenmiş bir ahlaksal amaçlar dizisi Don Juan gibi şamanların ahlak dışı güreciliği ile bağdaştırılamaz.

Nesnellikten kaçış, ahlakdışı gürecilik, ve düşüncenin tam ve saltık gücünün kabul edilmesi kurtarıcıyı değil büyücüyü anlatır. III. Bilinç toplumsal işlevi aykırı düşünmenin enerjileri­ni dağıtıp parçalamak olan bir yaşam biçimi düşsel yapısının bütün klasik belirtilerine sahiptir. Bu "sen kendi şeyini yap"a verilen büyük önemden anlaşılmış olmalıdır. Eğer herkes ken­di şeyini yaparsa siz bir devrim yapamazsınız. Bir devrim yap­mak için, herkes aynı şeyi yapmalıdır.

O halde, büyücünün dönüşü mizahın yalnızca gizemli bir parçası değildir. Büyücülüğün modern canlanışıyla ortaçağın son döneminin deliliği arasında kesin benzerlikler vardır. Arala­rında elbette bir çok farklar bulunmaktadır. Modern büyücüye hayran olunurken eski büyücüden korkulur. Karşı kültürde hiç kimse büyücülere inanmak ya da inanmamaktan dolayı hiç bir kimseyi yakmayı istemez; Reich ve Roszak, Institor ve Sprenger değildirler; ve karşı kültürün her hangi bir özel dogma toplulu­ğuna iyi ki bağlantısı yoktur. Ne var ki karşı kültür ile Engizis­yon’un büyücünün uçuşu konusunda aynı tutum içinde olma­ları gerçeği aklımızdan çıkmıyor. Karşı kültürün inanma öz­gürlüğü içinde, büyücüler bir kez daha en inanılır kişilerdir. Bu inanç, bütün o şakacı masumluğuna karşın çağımızın eşitsiz­liklerinin pekiştirilmesine ya da sürüp gitmesine kesin bir kat­kıda bulunuyor. Eğitim görmüş milyonlarca genç şuna ciddi olarak inanıyorlar ki sanki bir "kötü büyü" imiş gibi tüzel dev­leti öperek savma önerisi başka her hangi bir siyasal bilinç bi­çiminden daha az etkili ya da daha az gerçekçi değildir. Bizim aşırıya kaçan modern büyücü merakımız, ortaçağdaki önceli gibi aykırı düşünme güçlerini körletip şaşkına çeviriyor. Karşı kültürün geriye kalan ötekileri gibi, bu merak da ussal bir siya­sal sorumluluk programının geliştirilmesini geciktiriyor. Ve nüfusumuzun varlıklı kesimleri arasında onun böylesine be­nimsenmesinin nedeni işte budur. Cadılar işte bu nedenle geri dönmüş bulunmaktadır.

Sondeyiş

Eğer cadılar burada ise, kurtarıcı uzaklarda olabilir mi?

Protestan Reformasyonunu önceleyen mesihçi hareketleri yirminci yüzyılın din kaynaklı olmayan çalkantılarına bağla­mak için Norman Cohn tarafmdan The Pursuit of the Millenium (Bin Yıllık Mutluluk Döneminin Peşinde) adlı kitabında bir du­rum değerlendirmesi yapılmaktadır. Musevi-Hıristiyan mesihçiliğin özel söylence ve destanlarını küçümsemelerine karşın, Lenin, Hitler, ve Mussolini gibi kişiliklerin yaşam biçimi bilinç­lerini meydana getiren kılgısal ve dünyasal koşullar Leyden’li John, Müntzer, ve hatta eklemek isterim Manahem, Bar Koçva, ve Yali gibi dinsel kurtarıcıların ortaya çıkmalarını hazırla­yan koşullara benzemektedir. Laik, ateist askeri mesihler "sınır tanımadan, sanki peygamberce bir inançla yapılmış olan son­suz barış ve mutluluk dönemi vaadini" kendi dinsel öncelle­riyle paylaşmaktadırlar. Musevi-Hıristiyan kurtarıcılar gibi, onlar da tarihi önceden buyurulmuş bir sonuca doğru götürme misyonuyla şahsen görevli olduklarını savlamaktadırlar. Hitler için bu Yahudilerin ve öteki yerleşik büyücü ve şeytanların po­liplerinden temizlenmiş Bin Yıllık Reich olacaktı; Lenin için bu Komünist Kudüs olacaktı ki onun parolası ilk Hıristiyan komü­nün parolasıydı: "Ve bütün inananlar bir aradaydılar ve her şeye ortaklaşa sahiptiler." Ya da Troçki'nin dediği gibi: "Bıra­kın bütün dinsel mezheplerin rahipleri öbür dünyadaki bir cen­neti anlatsınlar biz diyoruz ki bütün insanlar için gerçek bir cenneti biz bu dünyada yaratacağız." Yabacılaşmış, güvensiz, marjinal, sadakaya muhtaç, şaşkına dönmüş, ve büyülenmiş kitleler için laik mesih evrensel çapta bir kurtuluş ve doyum vaat ediyor. Bu yalnızca insanın günlük yaşamını iyileştirmek için bir şans olmakla kalmıyor, ama "şaşılacak derecede eşsiz bir önem taşıyan bir misyonun içine bütünüyle girmeyi de içe­riyor.

Askersel-mesihsel bilincin görkemli imgeleriyle Ölçülünce, karşı kültür ister sağda, ister solda ya da merkezde yürütülsün, siyasal savaşımın boşunalığının görece zararsız bir doğrulan­ması olarak görünmektedir. Ama III. Bilinç'e karşı kayıtsızlık gösterilmesi ancak kısa vadede ve tarihin nedensellik süreçleri­ni açıklayabilen iyi düzenlenmiş bir disiplinin yokluğu halinde uygun bir yanıt oluşturur.

"Bilimsel dünya görüşünü yıkma"nın tasarlanması tehlike­li değildir çünkü o uygarlığımızın teknolojik altyapısının her parçasını gerçekten zaten tehdit etmektedir. Karşı kültürün coş­kulu yandaşları yüksek enerjinin taşınmasına, transistörlü elektronik bilimine, ve tekstil ve besinin kitlesel üretimine bizler kadar bağımlıdırlar, üretim ve iletişimin daha ilkel biçimlerine geri dönüş için gerekli olan istenç ve bilginin her ikisinden de yoksundurlar. Herhalde, nükleer, sibernetik, ve biyofizik tekno­lojinin daha fazla ilerlemesine katkıda bulunmayı başarama­mış her hangi bir tarikat, sınıf, ya da ulustan korkmak için bir neden yoktur. Bu tür grupların yirminci yüzyılın öteki Taş Çağı topluluklarının acı yazgısını paylaşmaları kaçınılmaz ola­caktır. Onlar yaşamlarını sürdürebilirler, ama ancak tehlikeler içinde ve kendilerinden çok çok daha güçlü komşularının hoş­görüsüne sığınarak kendilerine ayrılmış arazi parçalarında, ya da turist çeken değerleri nedeniyle korumaya alınmış ko­münlerde, yaşayabilirler. Teknolojinin daha ilkel aşamalarına dönmek ya da hatta sanayi güçlerinin halen ulaştıkları yerde durmak önerisi bilim ve teknolojideki Avrupa-Amerikan ve Japon tekelini kırarak yaşamlarını iyileştirmek için her gün daha da kararlı davranan insanlığın çoğunluğuna ancak önerile­rin en gülüncü ve en aptalcası olarak görünebilir. Tek bir serseri cırcır böceğinin cıvıltısı otomatik olarak işleyen bir yüksek fırı­nın çalışmasını ne kadar etkilerse, şarkı söyleyen bir milyon Reich ve Roszak yandaşının bilim ve teknolojinin gelişip yayıl­masını etkilemesi de aşağı yukarı o kadar olur. Karşı kültürün tehlikesi başka alandadır.

III. Bilinç’in tinsel önderleri belki teknolojinin ilerlemesini durduramaz ya da yavaşlatanrazlar; ama onlar o teknolojinin eşitsizlikleri ve sömürüyü yoğunlaştırmak yerine azaltmak için nasıl kullanılacağı, teröre ve yıkıma yol açmak yerine insancıl ve yapıcı amaçlara hizmet yoluna nasıl sokulacağı konusunda halkın şaşkınlığını daha da arttırabilirler. Büyücünün dönü­şünde örneği yaşanan derin düzensizlik, ruhsal karışıklık, ve ahlakdışılık kendileriyle birlikte uygarlığımızın tarihinden ha­berli her hangi bir kişi için mesihin dönüşünün içerdiği çok ya­kın tehlikeyi getirir. Aklın, açıklığın, ve nesnelliğin hor görül­mesi üstün bilinç ve onun sersemletici inanç özgürlüğü evrensel çapta bir kurtuluşu ve günahtan arınmayı sağlamak için bir "son ve kesin savaş" uğruna yapılacak yeni bir çağrıya direnmenin entellektüel araçlarını düzenli olarak bütün bir ku­şağın elinden zorla çekip alıyor.

Uyuşturucu etkisiyle uçuşlara çıkmalar ve kendinden geç­meler sömürü ve yabancılaşmanın özdeksel temelini değiştire­mez. III. Bilinç kapitalizmin ya da emperyalizmin yapısında temel sayılan ya da sonuç yaratan hiç bir şeyi değiştirmez. Bu nedenle, önümüzdeki sorun, 'kendin yap’ türünde bir ütopya değil, ama askersel-mesihçiliğin yeni ve daha soysuz bir biçimi­dir, ki bu telepatik mesajlarla generallerini evcilleştirmeğe çalı­şan ve dünyanın gördüğü en büyük toplu servet yığışmasını yalın ayak dolanarak ve homojenleştirilmemiş yer fıstığı ezme­si yiyerek insancıl! aştırabileceğini sanan bir orta sınıfın mas­karalıklarından doğmuştur.

Bu kitabın başlangıcında dediğim gibi, inanç özgürlüğü adına uydurulan en zararlı yalan kendi yaşam biçimlerimizin nedenleri hakkında yüksek dozlu bir "nesnellik''in tehdidi altın­da bulunduğumuza ilişkin savdır. Yanomamo ve Maring gibi grupların yaşam biçimi bilimsel nesnelliğin insanlığın ilk güna­hı olduğu yolundaki varsayımın ne denli saçma olduğunu or­taya koymuştur. Yalnızca Avrupa'nın tarihinden bile açıkça an­laşılmaktadır ki masum insanların sakat bırakılması, bağırsak­larının deşilip vücudunun dört parçaya bölünmesi, işkence ale­tiyle organlarının gerilmesi, asılması, boğulması, çarmıha geril­mesi, ve yakılması modern bilim ve teknolojinin doğuşundan çok önceleri uygulanmıştır.

Sanayi toplumuna özgü haksızlık ve yabancılaşmanın bir takım özel biçimleri açıkçası doğa ve davranış bilimlerindeki ilerlemelerin ortaya koyduğu ürünlerdir. Ama çağdaş yaşamın hastalık bilimlerinin hiçbiri yaşam biçimi olgularının nedenle­rine ilişkin bilimsel nesnellikte yüksek bir doz kullanmakla suç­lanamaz. Irkçılığın temel nedenlerine ilişkin bilimsel nesnellik etnik topluluklarımızı birbirlerinin boğazına saldırtan, okul oto­büslerini devirten, ve ayrıcalıksız aileler için apartman daireleri yapılmasını engelleten bir güç değildir. Bilimsel nesnellik er­kek, kadın, ya da eşcinsel şovenliğinin nedeni değildir. Aya in­meleri ve hastaneler ve evler üzerindeki füzeleri hoşgören dengesiz önceliklerin üretilmesinin nedeni bilimsel nesnellikte yüksek bir doz kullanılması değildir. Nüfus bunalımını yarat­mış olan da yaşam biçimleri hakkmdaki bilimsel nesnellikte yüksek bir doz kullanılması değildir. Tüketim hastalığının o sonsuz kaşıntısıyla, gösterişçi tüketimle, gösterişçi israfla, bir­kaç yıl dayanıklı üretimle, statü açlığıyla, televizyon çoraklı­ğıyla, ve yarışmacı kapitalist ekonomimizin gizemli sürükleyici güçleriyle bilimsel nesnelliğin ne ilgisi var? Minerallerin, or­manların, ve toprakların yağmalanmasına, göklerde pislik de­polarının dolanmasına ve plajlarda katran topraklarının görül­mesine inanç özgürlüğü eksikliği mi yol açtı? Bütün bu olgularda rasyonel, makul, "nesnel", ya da "bilimsel" olan ney­di? Yaşam biçimlerine ilişkin nesnelliğin yüksek bir dozu üç Başkanın da ussal bir neden gösteremediği ve ayrıca durdura­madığı bir savaşı nasıl açıklar?

İnsan pekala şuna da inanabilir ki 1932'de Almanya'nın egemen yaşam biçimi nesnellik idi, Aryan'lann açık renkli sarı­şın insanları bayağıca yüceltmeleri, Sami ırkından olanların, çingenelerin, ve Slavların lanetlenmeleri, anayurta tapınma, ve Wagner şarkıları, kaz adımlarıyla yürümeler ve der Führer'in önünde Sieg-Heiling selamları, bütün bunlar Alman halkının "ussal olmayan yetenekleri"nin ve duygularmm körelmesi sonu­cunda ortaya çıkmıştır. Aynı durum Stalinizm'de Joe Amcaya tapınma, Lenin'in ölüsü önünde diz çökmeler, Kremlin entrika­ları, Sibirya'nın köle kampları, parti politikası dogmatizmi için de geçerlidir.

Kuşkusuz bizim Acayipaşk sıfır toplam oyunu (Strangelove zero-sum-play) uzmanlarımız, insan yaşamını cesetleri sayarak ve ölümü bilgisayara yükleyerek nesnelleştiren süpernesnelleştiricilerimiz var. Ama bu tür teknologlarda ve onların siyasal yandaşlarında görülen moral kusur onlarda yaşam biçi­mi farklılıklarının nedenlerine ilişkin bilimsel nesnelliğin fazla olması değil, eksik olmasıdır. Vietnam'ın yarattığı moral çö­küntü pek öyle orada ne yaptığımıza ilişkin yüksek dozlu bir nesnel bilinçten kaynaklanmadı. O çöküntü bilinci yalnızca ya­rarlı sayılan görevlerin ötesine, ulusal amaç ve politikalarımı­zın kılgısal ve genel anlamına doğru yaymakta, gösterilen ba­şarısızlıktır. Biz Vietnam'da savaşı sürdürdük çünkü bizim bi­lincimiz yurtseverlik simgeleriyle, onur düşleriyle, eğilmez gu­rurumuzla, ve imparatorluk kuruntularımızla şaşkın hale geti­rildi. Ruhsal bakımdan karşı kültürün insanları bizim ne olma­mızı istiyorlarsa aynen öyle olduk. Biz çekik gözlü şeytanların ve değersiz küçük sarı adamların tehdidi altında bulunduğu­muzu hayal ettik; Kendi olağanüstü görkemimizin kuruntula­rıyla kendi kendimizi büyüledik. Kısacası, körkütük sarhoştuk.

Karmaşıklaşmış, ırkçı merkezli, usdışı, ve öznel bilinç bi­çimlerine daha fazla göz yumulmasının her zaman karşı kar­şıya bulunduğumuz şu olgulardan önemli ölçüde farklı bir so­nuç doğurması için bir neden görmüyorum: Büyücü cadılar ve mesihler. Bize gerekli olan daha gizemli titreşimler, daha bü­yük uçuk tapınmalar, uyuşturucuyla daha soytarıca kafa bul­malar değil. Ben yaşam biçimi olgularının nedenlerini daha iyi anlamanın getireceği o bin yıllık saltanatla ilgili bir istemde bu­lunmuyorum. Ama normal bilincimizi gizemin baskısından kurtarmağa çalışmak suretiyle bizim barış, ekonomik ve siya­sal adalet yolunda başarı şansınızı artıracağımızı kabul etmek için sağlam nedenler vardır. Eğer lehimizdeki bu potansiyel de­ğişme olasılığı hep böylesine zayıf olursa, sanırım, o zaman bi­zim bilimsel nesnelliği yaşam biçimi bilmeceleri alanına yerleş­tirme işine moral bir zorunluluk diye bakmamız gerekir. Bu hiç denenmemiş olan tek çalışma yoludur.

Göndermeler ve Teşekkürler

ANA İNEK

Marvin Harris, baş., "The Cultural Ecology of India's Sacred Cattle" (Hindistan'ın Kutsal Sığırlarının Kültürel Ekolojisi). Current Anthropology 7 (1966), 51-60. s. • Ford Foundation, Report on India's Food Problem and Steps to Meet It (Hindistan'ın Be­sin Sorununa ve Onu Çözecek Önlemlere İlişkin Rapor). Yeni Delhi: Government of India, Ministry of Food and Agriculture (1955). • Mohandas K. Gandhi, How to Serve the Cow (İneğe Nasıl Hiz­met Etmeli): Ahmedabad. Navajian Publishing House (1954). • Alan Heston, baş., "An Approach to the Sacred Cow of India" (Hindistan'ın Kutsal İneğine Bir Yaklaşım). Current Anthropolo­gy 12 (1971) 191-209. s. • K.N. Raj, "Investment in Livestock in Agrarian Economies: An Analysis of Some Issues Conceming 'Sacred Cows' and 'Surplus Cattle' " (Tarım Ekonomilerinde Çiftlik Hayvanlarına Yapılan Yatırım: 'Kutsal İnekler'e 'Sığır Fazlası'na İlişkin Bazı Sorunların Bir Çözümlenmesi). Indian Economic Review 4 (1969), 1-33. s. • V.M. Dankedar, "Cow Dung Models" (İnek Gübresi Modelleri). Economic and Political Weekly (Bombay), 2 Ağustos 1969, 1267-1271. s. • C.H. Hanumantha Rao, "India's 'Surplus' Cattle" (Hindistan'ın Sığır 'Fazlası'). Eco­nomic and Political Weekly 5 (3 Ekim 1970) 1649-1651. s. • K.N. Raj, "India's Sacred Cattle: Theories and Emprical Findings." (Hindistan'ın Kutsal Sığırları: Kuramlar ve Ampirik Sonuçlar). Economic and Political Weekly 6 (27 Mart 1971), 717-722. s. • Stewart Odend'hal, "Gross Energetic Efficiency of India Cattle in Their Environement" (Hindistan Sığırlarının Kendi Ortamların­daki Toplam Enerji Verimi). Journal ofHuman Ecology 1 (1972), 127. s.

DOMUZ SEVENLER VE DOMUZDAN TİKSİNENLER

The jemish Encydopedia (Yahudi Ansiklopedisi) (1962). • James Frazer, The Golden Bough (Altın Dal). New York: Criterian Books (1959). • Mary Douglas, Purity and Danger: An Analysis of Concepts of Pollution and Taboo (Arılık ve Tehlike: Kirlenme ve Tabu Kavramları Hakkında Bir Çözümleme). New York: Praeger (1966). • Frederic Zeuner, A History of Domesticated Animals (Evcilleşti­rilmiş Hayvanların Tarihi). New York: Harper and Row (1963). • E.S. Higgs, M.R. Jarman, "The Origin of Agriculture,” (Tarımın Kökeni), Explorations in Antropology (Antropoloji Araştırmaları), yay. haz. Mortan Fried. New York: Thomas Y. Crowell (1973), 188-200. s. • R. Protsch, R. Berger, "The Earliest Radiocarbon Dates for Domesticated Animals" (Evcilleştirilmiş Hayvanlara İlişkin İlk Radyokarbon Tarihlemeleri). Science 179 (1973), 235239. s. • Charles Wayland Towne, Pigs, From Cave to Corn Belt (Mağaradan Mısır Tarlalarına Domuzlar). Norman: University of Oklahoma Press (1950). • The Climatic Physiology ofthe Pig (Dom­uzun İklimsel Fizyolojisi). Londra: Edward Arnold (1968). • The Domestication and Exploitation of Plants and Animal (Bitki ve Hay­vanların Evcilleştirilmesi ve Kullanılması), yay. haz. P.J. Ucko, G.W. Dimleby, Chicago: Aidine (1969). • Louise Sweet, "Camel Pastoralism in North Arabia and the Minimal Camping Unit" (Kuzey Arabistan'da Deve Pastoralizmi ve En Küçük Konakla­ma Birimi), Environment and Cultural Behavior (Çevre ve Kültürel Davranış) yay. haz. Andrew Vayda. Garden City, N.J.: Natural History Press (1969), 157-180. s. • Roy A. Rappaport, Pigs for the Ancestors: Ritual in the Ecology of a Nem Guinea People (Atalar İçin Domuzlar: Yeni Gine Halkının Ekolojisinide Dinsel Tören). New Haven: Yale University Press (1967) • Andrew P. Vayda, "Pig Complex" (Domuz Kompleksi) Encyclopedia of Papua and Nem Guinea. • Cherry Loman Vayda, özel yazışamalar. • Bu bölüm­deki görüşlerin bazıları ilk kez 1972 Ekim'inde ve 1973 Şubat'ında Natural History dergisinde yayımlandı.

İLKEL SAVAŞ

Morton Fried, "On Human Agression" (İnsanın Saldırganlığı Üzerine), Agression and Evolution (Saldırganlık ve Evrim) yay. haz. Charlotte M. Otten. Lexington, Mass.: Xerox College Publishing (1973), 355-362. s. • Andrew P. Vayda "Phases of War and Peace Among the Marings of New Guinea" (Yeni Gine'nin Maring'leri Arasındaki Savaş ve Barış Sürecinin Aşamaları). Oceania 42 (1971), 1-24. s.; "Hypotheses About Function of War" (Savaşın İşlevi Üzerine Varsayımlar) Nar: The Antropology of Armed Conflict and Agression (Savaş: Silahlı Çatışma ve Saldırgan­lığın Antropolojisi) yay. haz. M. Fried, M. Harris, R. Murphy. New York: Doubleday (1968), 85-91. s. • Frank B. Livingstone, "The Effects of Warfare on the Biology of the Human Species" (Savaşın İnsan Türünün Biyolojisi Üzerindeki Etkileri) a.g.y. yay. haz. Fried, Harris, Murphy, 3-15. s. • Napoleon Chagnon, Yanomamo: The Fierce People. (Yanomamo: Yabanıl İnsanlar) New York: Holt, Rinehart and Winston (1968); "Yanomamo Social Organization and Warfare” (Yanomamo’nun Toplumsal Örgütlen­mesi ve Savaş), a.g.y. yay. haz. Fried, Harris, Murphy, 109-159, s. • E. Richard Sorenson, baş., "Socio-Economic Change Among the Fore of New Guinea" (Yeni Gine’nin Fore'lerinde SosyoEkolojik Değişme). Current Anthropology 13 (1972), 349-384. s. • H.C. Brookfield, Paulo Brown, Strugglefor Land (Toprak Savaşı). Melbourne: Oxford University Press (1963) • William T. Di vale, "Systemic Population Control in the Middle and Upper Paleolithic: Inferences Based on Contemporary Hunters and Gatherers." (Orta ve Üst Paleolitik Dönemde Sistemli Nüfus Kontrolü: Çağımızın Avcı ve Toplayıcılarına Dayalı Çıkarımlar). World Archaelogy 4 (1972), 222-243. s., ve özel yazışmalar. • William Langer, "Checks on Population Growth: 1750-1850." (Nüfus Ar­tışını Durdurma Önlemleri: 1750-1850). Scientific American 226 (1972 Şubat), 94-99. s. • Population Groıoth: Anthropological Implications (Nüfus Artışı: Antropolojik Sonuçları), yay. haz. Brian Spooner. Cambridge: MIT Press (1972), özellikle 370. s. ve deva­mı. • Bu bölümdeki bazı düşünceler ilk kez 1972 Mart'ında Natura! History dergisinde yayımlandı.

YABANIL ERKEK

David Schneider, Kathleen Gough, Matrilineal Kinship (Anaerkil Akrabalık). Berkeley: University of California Press (1961). • Eleanor Burke Leacock, Introduction to Frederick Engels, The Origin of the Family, Private Property and the State (Frederick Engelse Giriş, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni). New York: In­ternational Publishers (1972), 7-67. s. • Marvin Harris, Cıılture, Man and Natııre: An Introduction to General Anthropology. (Kültür, İnsan ve Doğa: Genel. Antropolojiye Giriş) New York: Thomas Y. Crowell (1971) • lan Hogbin, The Island of Menstrııatıng Men (Adet gören Erkekler Adası). San Francisco: Chandler (1970). • Napoleon A. Chagnon, Yanomamo: The Fierce People. (Yanomamo: Yabanıl İnsanlar). New York: Holt, Rinehart and Winston (1968). • Johannes Wilbert. Survivos of Eldorado (Eldorado'da Sağ Kalan­lar. New York: Preager (1972). • Ettore Biocca, Yanomamo: The Narrative of a White Girl Kidnapped by Amazonian Indians. (Yano­mamo: Amazon Yerlileri Tarafından Kaçırılan Beyaz Bir Kızın Öykü­sü). New York: Dutton (1970). • Judith Shapiro, Sex Roles and Social Structure Among the Yanomamo Indians in North Brazil. (Kuzey Brezilya’daki Yanomamo’larda Seks Rolleri ve Toplumsal Yapı). Columbia Üniversitesi, doktora tezi (1971). • Betty J. Meggers, Amazonia: Man and Cıılture in a Counterfeit Paradise (Amazonia: Düz­mece Bir Cennete İnsan ve Kültür). Chicago: Aidine (1971) • Jane Ross, Eric Ross, yayımlanmamış incelemeler ve özel yazışma­lar • Bu bölümdeki bazı görüşler ilk kez 1972 Mayıs'ında Natural History dergisinde yayımlandı.

POTLAÇ

Thorstein Veblen, The Theory of the Leisure Class (Varsıl Sınıfın Kuramı). New York: Modern Library (1934). • Franz Boas, "The Social Organization of the Kwakiutl" (Kwakiutl'lerin Toplumsal Örgütlenmesi), American Anthropologist 22 (1920), 111-126. s. • Ruth Benedict, Patterns of Cıılture (Kültür Modelleri) New York: Mentor (1946). • Douglas Oliver, A Solomon Island Society (Bir Solonıon Adaları Toplumu). Cambridge: Harvard University Press (1955). • lan Hogbin, Guadalcanal Society: The Kııoka Speakers (Bir Guadalcanal Adası Toplumu: Kaoka Dilini Konuşanlar). New York: Holt, Rinehart, and Winston (1964); "Social Advancement in Guadalcanal" (Gııadalcanal Adasında Toplumsal İlerleme), Oceania 8 (1938). • Marshall Sahlins. "On the Sociology of Primitive Exchange" (İlkel Değiş Tokuşun Sosyolojisi Üzerine), The Relevance of Models for Social Anthropology (Sosyal Antropoloji İçin Modellerin Uygunluğu), yay. haz. Michael Banton. Londra: Association of Social Antropology Monographs 1 (1965), 139-236. s. • Andrev P. Vayda. "A Re-Examination of Northwest Coast Economic Systems" (Kuzeybatı Kıyısının Ekonomik Dizgelerinin Yeniden İncelenmesi) Transactions of the Nem York Academy of Sciences, II. Dizi, 23 (1961), 618-624. s. • Stuart Piddocke, "The Potlatch System of the Southern Kwakiutl: A New Perspective" (Güney Kwakiutl'lerin Potlaç Dizge­si: Yeni Bir Perspektif), Environment and Cultural Behavior (Çevre ve Kültürel Davranış), yay. haz. Andrew P. Vayda. Garden City, N.J.: Natural History Press (1969), 130-156. s. • ’Ronald P. Rohner and Evelyn C. Rohner, The Kwakiult: Indıans ofBritish Colombia (Kmakıutl'ler: Britanya Kolombiyası Kızılderilileri.) New York: Holt, Rinehart and Winston (1979) • Heleh Codere, Fighting mith Property: A Study of Kmakiutl Potlatches and \Narfare. (Yoksul­lukla Savaşım: Kzvakiutl Potlaçları ve Savaşı Hakkında Bir İnce­leme). Monographs of the American Etnplogical Society, 18 (1950). • Robert K. Dentan, The Semai: A Non-violent People of Malaya (Semai'ler: Şiddete Karşı Bir Malaya Halkı). New York: Holt, Rinehart and Winston (1968). • Richard Lee, "Eating Christmas in the Kalahari" (Kalahari'de Noel yemeği). Natural History, 1969 Aralık, 14. s.s. • Marshail Sahlins, Tribesmen (Kabile Üyeleri). Englewood Cliffs, NJ.: Prentice-Hall (1968). • David Damas, "Central Eskimo Systems of Food Sharing" (Yiyecek Paylaşımında Merkezi Eskimo Dizgeleri.) Etnology II (1972), 220-239. s. • Richard Lee, "Kung Bushman Subsistence: An Input-Output Analysis" a.g.y. yay. haz. P. Vayda (1969), 47-79. s. • Morton Frico. The Evolution of Political Society (Siyasal Toplumun Evrimi). New York: Random House (1967).

HAYALET KARGO

Ronald Berndt, "Reaction to Contact in the Eastern Highlands of New Guinea" (Yeni Gine'nin Yüksek Doğu Yaylalarındaki Bu­luşmaya Tepki). Oceaııin 23 (1952), 190-228, 255-274. s. • Peter Worsley, The Trunıpet Shall Soıınd: A Stııdy of "Cargo" Cults in Melanesia (Trompet Çalacak: Malenezya'daki "Kargo” Çılgınlıkları Üzerine Bir İnceleme). New York: Schocken Books (1968). • Paci­fic Islands Monthly, 1970 Haziran-1972 Nisan. • Jean Guiart, "John Frum Movement in Tana" (Tana'da John Frum Hareketi.) Oceania 22 (1971), 165-175. s. • "On a*Pasific Island, They Wait for the G.I. Who Became God" (Bir Pasifik Adasmda, Bir Tanrı olan G.I.'yı Beklerler). The Nem York Times, 12 Nisan 1970. • Palle Christiansen, The Malensian Cargo Cıılt: Millenarianisnı as a Factor in Cultural Change (Malenezya'nın Kargo Çılgınlığı: Kültü­rel Değişmede Bir Etken Olan Bin Yılık Mutluluk Dönemine İna­nış). Kopenhag: Akademish Forlag (1969). • Peter Lawrence, Road Belong Cargo (Kargoya Elverişli Yol). Manchester: Manchester University Press (1964). • Glyn Cochrane, Big Men and Cargo Cults (Büyük Adamlar ve Kargo Çılgınlıkları). Oxford: Clarendon Press (1970). • Vittorio Lanternari, The Religions of the Oppressed (Mazlumların Dinleri). New York: Knopf (1963). • EJ. Hobsbawm, Primitive Rebels (Başkaldıran İlkeller). New York: W.W. Norton (1965). • Politics in Nem Guinea. (Yeni Gine'de Politika), yay. haz. Ronald M. Berndt, Peter Lawrence. Nedlands: Universty of Western Australia Press (1971). • Millenial Dreanıs in Action (Bin Yıllık Düşler Eyleme Dönüşmekte), yay. haz. Sylvia Thrupp. Lahey: Mouton and Co. (1962).

MESİHLER

Wilson D. Wallace, Messiahs: Their Role in Civilization (Masihler: Uygarlıktaki Rolleri). Washington, D.C.: American Council on Public Affairs (1943). • The Holy Bible: Scofield Reference Bible. New York: Oxford University Press (1945) • Salo W. Baron, A Social and Religious History of the Jews (Yahudilerin Toplumsal ve Dinsel Tarihi), gözden geçirilmiş ve genişletilmiş ikinci bası, 14 cilt. New York: Columbia University Press. • The Jemish Encyclopedia. • Flavious Josephus, The Jemislı War (Yahudi Savaşı), çe­viren G. A. WiIIiamson. Baltimore: Penguin Books (1970); Jewish Antiqııities (Eski Yahudi Uygarlıkları), çeviren H. St. John Thackeray. 6 cilt. Londra: Heinemann (1926). • Morton Smith, "Zealots and Sicarii: Their Origins and Relations." Harvard Theological Reviem 64 (1971), 1-19. s. • William R. Farmer, Maccabes, Zealots and Josephus. New York: Columbia University Press (1956). • Robert Grant, A Historical Introduction to the Nem Testa­ment (Yeni Ahit'e Tarihsel Bir Giriş). New York: Harper and Row (1963). • Erich Fromm, The Dogma ofChrist and Other Essays (İsa Dogması ile Öbür Denemeler). Garden City, N.J.: Anchor paperback (1966). • Mikhail Rostovtsev, The Social and Economic History of the Roman Empire (Roma İmparatorluğıı'nun Toplumsal ve Ekonomik Tarihi), 2 cilt. Oxford: Clarendon Press (1957). • Michael E. Stone, "Judaism at the Time of Christ" (İsa Zamanında Yahudilik). Scientific American, 1973 Ocak, 80. s.

BARIŞ PRENSİNİN GİZİ

Robert M. Grant, A Historical Introduction to the Nem Testament. (Yeni Ahit'e Tarihsel Bir Giriş). New York: Harper and Row (1963); Religion in Anicent History (Eski Çağ Tarihinde Din) New York: Scribner (1969) • Rudolf Bultman, Primitive Christianity in its Contemporary Setting (Çağının Ortamında İlk Hıristiyanlık) New York: World Publishing Co. (1969) • Albert Schweitzer, The Quest of the Historical Jesus (Tarihsel İsa'nın Araştırılması). New York: Macmillan (1964). • John M. Allegro, The Treasure of the Copper Scroll. New York: Doubleday (1964) • Utku Şarkısı şu kitaptan: George R. Edwards, Jesus and the Politics of Violence (George R. Edmards’dan Utku Şarkısı, İsa ve Şiddet Politikası). New York: Harper and Row (1972). • Oscar Culimann, State in the Nem Testament (Yeni Ahit'te Devlet). New York: Harper and Row (1956); Jesus and the Revolutionaries (İsa ve Devrimciler). New York: Harper and Row (1970). • S.G.F. Brandon, Jesus and the Zealots: A Study of in Political Factor in Pirimitive Christianity. New York: Scribner (1968); The Trial of Jesus of Nazareth (Nasıra'lı İsa'nın Yargılanması). Londra: B. Batsford (1968). • Samuel Sandmel, The First Christian Century in Judaism and Christianity.

(Yaluıdilikte ve l lıristiı/aıılıkta Birinci HıristiyanYüzyılı). New York: Oxford University Press (1969). • Robert Grant, Augustus to Constantiııe: The Thrııst of the Christian Moverment iııto the Ko­man World. (Augustus'tan Konstantiııos'a: Hıristiyan Hareketinin Roma Dünyasına Girişi). New York: Harper and Row (1970).

SÜPÜRGELER VE SABBATLAR

H.R. Trevor-Roper, The European Witch Craze of the Sixteenth and Seveteenth Centuries and Other Essays (Avrupa'nın Onaltıncı ve Onyedinci Yüzyıllarının Cadı Çılgınlığı ve Öteki Denemeler). New York: Harper and Row (1969). • Henry C. Lea, Materials Toıvard a History of Nitchcraft (Bir Büyücülük Tarihi İçin Kaynaklar), üç cilt. Philadelphia: University of Pennsylvania Press (1939). • H.J. Wamer, The Albigensian Heresy (Albigensian'ların Sapkınlı­ğı). New York: Russell (1967). • Jeffrey B. Russell, Witchcraft in the Middle Ages (Ortaçağda Büyücülük) Ithaca: Cornell Press (1972). • H. Institor and J. Sprenger, Malleus Maleficarum, çevi­ren Reverend Montague Summers. Londra: Pushkin Press. • Michael Hamer, "The Role of Hallucinogenic Plants in Europe­an Witchcraft" (Avrupa Büyücülüğünde Sanrı Yapan Bitkilerin Rolü), Halhıcinogens and Shamanism (Sanrı Yapan Maddeler ve Şamanlık), yay. haz. Michael Hamer. New York: Oxford Universi­ty Press (1972), 127-150. s.; The Jivaro: People of the Sacred at er falls. (Jivaro'lar: Kutsal Çağlayanlar Bölgesinin İnsanları). New York: Doubleday (1972) • Peter Furst, Flesh of the Gods (Tanrıla­rın Bedeni) New York: Praeger (1972). • Julio C. Baroja, The World of the Witches (Cadıların Dünyası). Chicago: University of Chicago Press (1964).

BÜYÜK CADI ÇILGINLIĞI

Norman Cohn, The Pıırsuit of the Millennium. (Bin Yıllık Mutlulu­ğun Peşinde). New York: Harper Torchbooks (1961). • Gordon Leff, Heresy in the Later Middle Ages (Ortaçağın Sonlarında Sapkın­lık). 2 cilt. New York: Barners & Noble (1967). • George’H. Williams, The Radical Reformation (Köktenci Reformasyon). 2 cilt. Phi­ladelphia: The Westminster Press. (1957). • John Moorman, A Historı/ of the Franciscan Order (Fransisken Tarikatının Tarihi). Oxford: Clerandon Press (1968). • Jeffrey B. Russel, Witchcraft in the Middle Ages (Ortaçağda Büyücülük). Ithaca: Cornell Universi­ty Press (1972). • H.C. Erik Midelfort, Witch Hunting in Southwesterıı Germam/ (Güneybatı Almanya'da Cadı Avcılığı. Stanford: Stanford University Press (1972).

BÜYÜCÜNÜN DÖNÜŞÜ

Fhilip K. Bock, Modern Cultural Anthropology (Çağcıl Kültürel An­tropoloji), ikinci bası. New York: Alfred Knopf (1974). • Theodore Roszak, The Making of a Counter Culture: Reflections on the Technocratic Society and its Youthful Opposition (Teknokrasi Toplu­mu Üzerine Düşünceler ve Gençlerin Bu Topluma Karşı Çıkması). Garden City: Anchor (1969). • Charles A. Reich, The Greening of America. New York: Random House (1970). • Kenneth Keniston, Yoııng Radicals (Genç Radikaller). New York: Harcourt Brace Jovanovich (1968). • Carlos Castenada. The Teachings of Don Juan (Don Jııan’ın Öğretileri). Berkeley: Universty of California Press (1968); A Separate Reality (Ayrı Bir Gerçek) Simon and Schuster (1970); Journey to Ixtlan (Ixtlan’a Gezi). Simon and Schuster (1972). • Paul Reisman, "The Collaboration of Two Men and a Plant" (İki Adamla Bir Bitkinin İşbirliği). The New York Times, 22 Ekim 1972. • Michael Harner, "The Role of Hallucinogenic Plants in European Witchcraft" (Avrupa Büyücülüğünde Sanrı Yapan Bitkilerin Rolü) a.d.y. yay. haz. Michael Harner (1972). • "Don Juan and the Sorcerer's Apprentice" (Don Juan ve Büyücü­nün Çırağı), Time Magazine, 5 Mart 1973, 36-45. s. • , ed., The Con III Controversy: The Critics Look at the Greening of America, yay. haz. Philip Nobile. New York: Pocket Books (1971). • Mar­tin Schiff, "Neo-transcendentalism in the New Left CounterCulture: A Vision of the Future Looking Back." Comparative Stııdies in Society and History. 15 (1973), 130-142. s. • Roberta Ash, Social Movements in America. (Amerika'da Toplumsal Hare­ketler). Chicago: Markham (1972).

 



[1]Acre: 0.404 Dönüm (Hektar), (ç.n.)

[2]Iekvin (Yaratılış) Kitabı: Eski Ahit'in ilk bölümü. Levililer: Eski Ahit'in üçün­cü bölümü, (c.n.)

[3]Melanezya: Yeni Hebrid Yeni Kaledonya, Fiji v.b. adalarından oluşan Batı Pas ­ifik adaları, (ç.n.)

[4] Çıkış Kitabı: Eski Ahit'in ikinci bölümü, (ç.n.)

[5] Bir çeşit muz ağacı, (ç.n.)

[6]Kanada'nın batı kıyısında bulunan eyalet, (ç.n.)

[7] Şimşek kuşu: Kuzey Amerika'nın Kızılderili folklorunda şimşek, gökgürültüsü, ve yağmur ürettiğine inanılan büyük bir kuş. (ç.n.)

[8] Buşman (Bushman, Bushmen): Güney Afrika zenci ırkından olan kimse, (ç.n.)

[9] Yarı insan yarı keçi olan bir tanrı, (ç.n.)

[10] Talmud: Musevilerin yasa ve yorum kitabı, (ç.n.)

[11] Kutsal kitaba göre bir mahşer günü savaşı, (ç.n.)

[12] Hallovveen: 31 Ekim akşamı çocukların düzenledikleri maskeli hortlak gecesi eylencesi. (ç.n.)

[13] Kutsal Mezar: Kudüs surları dışında İsa'nın gömülü olduğu mağara, (ç.n.)

[14] Husçuluk: Yerleşik dinsel inançlara aykırı düşüncelerinden dolayı diri diri yakılan Bohemyalı din reformcusu John Huss (1373-1415) yandaşlığı, (ç.n.)

* Midyancı: İbrahim'in İsrail'i kötü yola sürüklemesiyle tanınan oğlu Midyan’m soyundan gelen, Eski Ahit'de sözü edilen Kuzey Arabistan göçebe halkından biri, (ç.n.)

[16]           Eski Ahit'in Hâkimler Kitabı'nda İsrail'in kurtarıcı kahramanı olarak tanıtılan

yargıç. Iç.n.)

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to