Hazırlayan: Marvin Harris
Kültür Bilmeceleri
Çeviren: M.Fatih Gümüş
Önsöz
Sınıfta üniversite öğrencilerini ineklerin kesilmesine
ilişkin Hint tabusunun ussal bir açıklaması bulunduğuna inandırma çabalarımı
henüz bitirmiştim. Akla gelebilecek her karşı çıkışı önlemiş olduğumdan hiç
kuşkum yoktu. Güven dolu bir gülümsemeyle onlara soruları olup olmadığını
sordum. Kaygılı görünen bir genç elini kaldırdı. "Peki ama Yahudilerin
domuz hakkındaki tabusuna ne demeli?"
Bir kaç ay sonra gerek Yahudilerin gerekse Müslümanların
domuzdan neden tiksindiklerini açıklamayı amaçlayan bir araştırmayı yapmaya
başladım. Bir grup meslektaş üzerinde görüşlerimin etkisini sınama hazırlığım
yaklaşık bir yılımı aldı. Konuşmamı bitirmem üzerine, Güney Amerikalı Kızılderililer
konusunda bir uzman olan bir arkadaşım dedi ki, "Peki ama geyik eti
hakkındaki Tapirape tabusuna ne demeli?"
Ve uygun bir açıklama bularak çözmeye çalıştığım bu bilmecelerin
her biri için durum böyle sürüp gitmekteydi. Önceleri hiç akıl sır ermez bir
adet ya da yaşam biçimini açıklamayı ben bitirir bitirmez, bir başkası bir
başka olguyla hemen ona karşı çıkar.
"Evet, belki Kwakiutl'lerin potlaç'ı için bu geçerlidir,
ama Yanomamo'lar arasındaki savaşınasıl açıklayacaksınız?"
"Sanırım orada bir protein eksikliği
söz konusu olabilir. . . " "Peki ama New Hebrides'deki kargo
çılgınlıklarına ne demeli?" Yaşam biçimlerine değgin açıklamalar patates
çiplerine benzer. İnsanlar torba dolusu çipi bitirinceye değin yemeyi
sürdürürler.
Bu kitabın konudan konuya geçip durmasının
nedenlerinden biri işte budur. Hindistan’dan Amazon’a ve İsa'dan Carlos
Castaneda'ya uzanıyoruz. Ama sıradan bir patates çipi torbasıyla karşılaştırma
yapınca arada bazı ayrımlar olduğu görülür. Herşeyden önce, hoşunuza giden ilk
parçayı ele almanıza karşı olduğumu belirtirim. Benim büyücü kadınlara değgin
açıklamam mesihlere (kurtarıcılara) değgin açıklamama dayanır ve mesihlere
değgin açıklama "büyük adamlar"a değgin açıklamaya dayanır, o da
cinsiyet ayrımcılığına dayanan açıklamaya dayanır, o da domuz sevgisine değgin
açıklamaya dayanır, o da domuzdan tiksinmeye değgin açıklamaya dayanır, o da
inek sevgisine değgin açıklamaya dayanır. Dünyada yaşam inek sevgisiyle başladı
demek istemiyorum, ama yaşam biçimlerinin nedenlerini anlamak üzere yaptığım
girişimde işe oradan başladım. Bu nedenle lütfen konulan rastgele ele alıp okuma
sırasını bozmaym.
Bu kitaptaki bölümlerin birbirine
dayanarak gelişen ve birikimli bir etki yaratan bir yapı olarak görülmesi
önemlidir. Aksi halde, sayısı bir düzineyi bulan çeşitli alan ve disiplinlerdeki
uzmanların bana kesinlikle yöneltmek isteyecekleri vuruşların karşısında
savunmasız kalırım. Uzmanlara saygı duyarım ve onlardan bilgilenmek isterim.
Ama, çalışmanızda bir çok uzmanın hepsine birden aynı zamanda dayanmak zorunda
kalırsanız onların size yükleyeceği sıkıntı sağlayacağı kazanç kadar büyük
olabilir. Siz acaba Hinduizm konusundaki bir uzmana Yeni Gine'deki domuz
sevgisine ilişkin bir soru, ya da Yeni Gine konusundaki bir yetkeye Yahudilerde
görülen domuz tiksintisine ilişkin bir soru, ya da Yahudilik konusundaki bir
uzmana Yeni Gine'deki mesihlere ilişkin bir soruyu hiç sordunuz mu? (Bütün
yaşamı boyunca aynı patates çipini yemek uzmanın doğasında var.)
Benim disiplinler, anakaralar, \'e
yüzyıllar arasındaki serüveni göze almamın nedeni dünyanın disiplinler,
anakaralar ve yüzyıllar arasında uzayıp gitmesidir. Doğadaki hiç bir şey oylumlu
iki inceleme kadar birbirinden ayrımlı değildir.
Tek bir yüzyıla, oymağa, ya da kişiliğe
ilişkin bilgilerini sabırla genişletip yetkinleştiren bilginlerin bireysel
çalışmalarına saygı duyarım, ama sanırım bu tür çabalar genel ve karşılaştırmayı
kapsayan sorunları daha çok yanıtlayacak biçimde yönlendirilmelidir. Bizim
aşırı uzmanlaşmış bilimsel kurulularımızın yaşam biçimlerinin nedenlerine
ilişkin tutarlı bir şeyler söyleme konusunda açıkça görülen yetersizlikleri
yaşam biçimi olgularındaki bir özsel kargaşadan doğmuyor. Aslında, sanırım bu
durum bir olguyu bir kuramla hiç zorlamayan uzmanlara onur ödülleri
verilmesinin sonucudur. Toplumsal araştırmanın oylumu ile toplumsal
karışıklığın boyutu arasında bir süredir varolduğu görülen orantılı bağıntının
anlamı ancak şu olabilir: Bütün o araştırmaların tüm toplumsal işlevi insanların
kendi toplumsal yaşamının nedenlerini anlamalarına engel olmaktır.
Kurumsal bilginin büyük bilginleri şunu
ısrarla belirtirler ki bu karışıklık ortamının nedeni yapılan araştırmaların
azlığıdır. Çok geçmeden onbin yeni alan gezisi hakkında ayakları havada bir
seminer düzenlenir. Ama eğer bu bilginler kendi bildikleri yolda giderlerse,
öğreneceğimiz bilgi, daha çok değil, daha az olacaktır. Uzmanlıklar arasındaki
boşluğu doldurmayı ve varolan bilgiyi kuramsal olarak tutarlı çizgilerle
örgütlemeyi amaçlayan bir stratejiyi kullanmaksızın yapılacak yeni araştırmalar
yaşam biçimlerinin daha iyi anlaşılmasına yol açmayacaktır. Eğer biz
içtenlikle kasıtsız açıklamalar yapmayı istiyorsak, doğanın ve kültürün o
bitip tükenmez olguları arasında nereye bakacağımıza ilişkin hiç olmazsa kabaca
bir görüşe sahip olmamız gerekir. Umarım ki bir gün yaptığım çalışmaların
böyle bir stratejinin geliştirilmesine nereye bakılacağını göstermeye katkı
sağlamış bulunduğu anlaşılacaktır.
Giriş
Bu kitap görünüşte usdışı ve açıklanamaz
yaşam biçimlerinin nedenlerine ilişkindir. Bu gizemli adetlerin bazıları henüz
yazıya geçmemiş ya da "ilkel" topluluklarda görülür örneğin,
Amerikanın övüngen Kızılderili şefleri ne denli zengin olduklarını göstermek
için mal varlıklarını yakıp yokederler. Başka örneklere gelişmekte olan
toplumlarda rastlanır; bunlardan benim seçerek ele aldığım Hindular ölümcül
bir açlık çekerlerken bile sığır eti yemeyi reddederler. Daha başka örnekler
ise mesihlerle ve büyücü cadılarla ilgilidir ki bunlar bizim kendi
uygarlığımızın temel görüşünün ayrılmaz birer parçasıdırlar. Görüşümü açıklamak
için, çözümü olanaksız bilmeceler gibi görünen acayip ve tartışmalı örnek
olayları özellikle seçtim.
Bizimki öyle bir çağ ki kendisinin aşırı
dozda bir akıl gücünün kurbanı olduğu savında bulunur. İnsanm yaşam biçimlerindeki
değişmeleri bilimin ve akim açıklayamayacağını göstermek üzere bilginler kin
dolu bir ruhla harıl harıl çalışmakla meşguldürler. Ve bundan sonraki
bölümlerde incelenmiş olan bilmecelerin çözümsüz oldukları görüşünü dayatmak
artık moda olmuştur. Yaşam biçiminin bilmecelerine ilişkin olup günümüzde
etkisini sürdüren bu düşünüşün ortamı "Patterns ofCuliure" (Kültür
Modelleri) adlı kitabında ağırlıklı olarak Ruth Benedict tarafından
hazırlanmıştır. Kwakiutl, Dobuan, ve Zuni topluluklarının kültürleri arasındaki
çarpıcı ayrımları açıklamak amacıyla Benedict kaynağını Digger
Kızılderililerine dayandırdığr bir söylenceye sarılmıştır. Söylence şöyle: "Tanrı
her bir halka bir kase verdi, kilden bir kase, ve onlar bu kaseden yaşamlarını
içtiler. . . Hepsi paylarına düşen suyu aklilar ama kaseleri farklıydı. "
O zamandan beri pek çok insan için bu söylencenin anlamı şudur: Kwakiutl'lerın
evlerini neden yaktıklarını ancak Tanrı bilir. Hinduların sığır eti yemekten
neden sakındıklarının, ya da Yahudilerin ve Müslümanların domuzdan neden
tiksindiklerinin, ya da bazı insanların mesihlere inanırlarken başka
bazılarının neden cadılara inandıklarının açıklanması yine aynı biçimdedir. Bu
düşüncenin uzun vadeli kılgısal etkisi başka türden açıklamaları arama
cesaretini kırıcı yönde olnıaktadır. Her şeyden önce şu açıktır: Eğer bir bulmacanın
bir yanıtı bulunduğuna inanmazsanız o yanıtı asla bulamazsınız.
Değişik kültür modellerini açıklamak için
biz insan yaşamının hepten rastlantısal ya da düzensiz olmadığını kabul ederek
işe başlamalıyız. Eğer bunu kabul etmezsek, hiç sırrına erilmez bir adet ya da
kurumla karşılaşıldığında hemen pes etme eğilimi dayanılmaz hale gelir. Yıllar
sonra bulduğum gerçek şudur: Başkalarının savma görettümüyle
anlaşılmaz olan yaşam biçimlerinin aslında kesin ve kolay anlaşılır nedenleri.
yardı. Bu nedenlerin böylesine uzun bir süre gözardı edilmesinin temel
gerekçesi herkesin "yanıtı yalnızca Tanrı bilir” inanırına bağlanmış
olmasıydı.
Bir çok adet ve kurumların böylesine
gizemli görünmelerinin bir başka nedeni kültürel olayların gerçekçi ve
özdeksel açıklamalarından çok bunların özenle "tinselleştirilmiş"
açıklamalarına değer vermeyi bize öğretmekte olmasıdır. Ben özellikle belirtirim
ki bu kitapta incelenen bilmecelerin her birinin çözümü pratik yaşam
koşullarının daha iyi anlaşılmasında bulunur. Ben şunu göstereceğim: daha
yakından incelendiklerinde en acayip görünen inanç ve uygulamalar bile sonuç
olarak sıradan, basmakalıp, "kaba" denilebilecek koşullara,
gereksinimlere ve etkinliklere dayanmaktadır. Benim basmakalıp ya da bayağı
bir çözümle anlatmak istediğim o çözümün toprağa basması ve kararlılıktan,
seksten, enerjiden, rüzgardan, yağmurdan, ve elle tutulabilir ve beylik öteki
olaylardan oluşmasıdır.
Bu demek değildir ki sunulacak çözümler
her bakımdan yalın ya da açık seçiktirler. Tam tersine. İnsansal olaylardaki elverlşli
özdeksel etkenleri bulup ortava koymak her zaman için güç bir görevdir.
Kılgısal yaşam bir çok değişik giysilerle kılıktan kılığa girer. İ ler bir
yaşam biçimi dikkati mantıksız ya da doğaüstü koşullara çeken söylence ve
masallara sarılmış olarak gelir. Bu sargılar insanlara bir toplumsal kimlik ve
bir toplumsal erek duygusu verirler ama toplumsal yaşamın çıplak gerçeklerini
gizlerler. Kültürün bu dünya ile ilgili nedenlerine değgin aldatmalar sıradan
bilincin üzerine kat kat yayılmış kurşun levhaları gibi ağırlıkla çökerler. Bu
bunaltıcı yükten kurtulmak, onun içyüzünü görmek, ya da onu ortadan kaldırmak
asla kolay bir iş değildir.
Bilincin değişik, olağanüstü durumlarını
yaşamaya istekli bir çağda biz olağan ruh halimizin önceden ne ölçüde gizemle
şaşırtılmış bir bilince yaşamın pratik olgularından şaşılacak biçimde
soyutlanmış bir bilince dönüştüğünü görmezlikten gelme eğilimindeyiz. Bu neden
böyle oluyor?
Her şeyden önce, bilgisizlik vardır.
İnsanların büyük çoğunluğu onca yaşam biçiminin seçeneklerinden ancak küçük
bir bölümünün ayrımına varırlar. Söylence ve masaldan olgun bilince doğru yükselmek
için geçmişin ve günümüzün kültürlerinin tümünü kapsayan karşılaştırmalar
yapmamız gerekir. Sonra korku var. Yaşlanma ve ölüm gibi olaylara karşı etkili
tek savunma düzme bilinçle sağlanır. Ve son olarak çatışma var. Olağan
toplumsal yaşam içinde, bazı kişiler başkalarını her zaman denetler ya da
sömürürler. Bu eşitsizlikler yaşlılık ve ölüm kadar gizlenmiş, anlaşılmaz hale
sokulmuş, ve yalanla örtülmüştür.
Bilgisizlik, korku, ve çatışma, günlük
bilincin temel öğeleridir. Bu öğelerden yararlanarak, sanat ve politika öyle
toplu düşler yaratır ki bunlar insanların hangi toplumsal konumda
bulunduklarını anlamalarına engel olur. Bu nedenle, günlük bilinç kendini
açıklayamaz. O kendi varlığını, bu varlığı açıklayan olguları yadsımak üzere
getirilmiş bir yeteneğe borçludur. Biz düş görenlerin düşlerini açıklamalarını
beklemeyiz; aynı görüşle, bir yaşam biçimine katılanların kendi yaşam biçimlerini
açıklamalarını da beklemeyiz.
Bazı antropologlar ve tarihçiler karşı
görüştedirler. Onlar bir olaya katılanların olayı açıklamalarının reddedilemez
bir gerçeği, dile getirdiğini kanıtlamaya çalışırlar. Onların uyarılarına göre
insan bilinci asla bir "nesne" olarak ele alınmamalıdır ve tizık ya
da kimya araştırmasına elverişli olan bir bilimsel sistem yaşam biçimlerinin
incelenmesine uygulandığında bekleneni vermez. Hatta modern "karşı
kültür"ün kimi peygamberleri yakın tarihin haksızlık ve yıkımlarından
aşırı "nesnelleştirme'yi sorumlu tutarlar. Bunlardan birinin savma göre
nesnel bilinç her zaman "moral duyarlık"ın yok olmasına yol açar ve
sonuçta bilimsel bilgiye yönelik araştırma ilk günahla* özdeştir.
Bundan daha saçma bir şey olamaz. Bütün tarih ve tarihöncesi
dönem boyunca insanların insansal olayları "nesnelleştirme'ye çalışma
düşüncesine ulaşmalarından çok önce, dünyada açlık, savaş, cinsel ayrım,
işkence, ve sömürü görülmüş ve görülmektedir.
İleri teknolojinin yan etkilerinden dolayı düş kırıklığına
uğrayan bazı kimselerin düşüncesine göre bilim "çağımızın egemen yaşam
biçimidir". Bu görüş bizim doğa bilgimiz konusunda doğru olabilir, ama
kültür bilgimiz konusunda çok yanlıştır. Yaşam biçimlerine gelince, bu alanda
bilgi ilk günah olamaz çünkü biz hala bilgisizliğin ilk hali içinde
bulunuyoruz.
Ama karşı kültürün savlarının tartışılmasının sürdürülmesini
son bölüme değin ertelemek isterim. Önce bir dizi önemli yaşam biçimi
bilmecesine nasıl bilimsel bir açıklama getirilebileceğini göstereceğim.
Belirli olgu ve koşullara dayandırılmayan, kuramları tartışmakla kazanılacak
pek az şey var. Yalnız bir konuda beni hoşgörmenizi dilerim. Lütfen unutmayın
ki her bilim adamı gibi ben de kesin çözümleri değil olası ve makul çözümleri
sunacağımı umuyorum. Ancak kusurlu olsalar da, olası çözümlerin Benedict'in
Digger Kızılderilileri söylencesindekine benzer kesin çözümsüzlüklere
yeğlenmesi gerekir. Her bilim adamı gibi ben de, bilimsel kanıt olma standartlarını
daha iyi uygulamaları koşuluyla ve açıklamaları böyle yaptıkları sürece, başka
açıklamaları memnunlukla karşılarım. Ve işte artık bilmecelerin peşine
düşelim.
'Adım
ve Havva'nın işledikleri suç yüzünden bütün insanlara kalıtımla geçen va da
doğuştan gelen günah, (çıv)
Ana İnek
Ben her ne zaman yaşam biçimleriyle ilgili kılgısal ve dünyasal
faktörlerin etkisine ilişkin tartışmalara girsem, birisi mutlaka diyecektir
ki, "Peki ama Hindistan’daki aç köylülerin yemeyi reddettikleri o
ineklere ne demeli?" Büyük besili bir ineğin yanıbaşmda yırtık pırtık
giysileri içinde açlıkla boğuşan bir çiftçi tablosu Batılı gözlemcilere güven
yenileyen bir gizem duygusu verir. Bu durum bilgince söylenmiş ve herkesçe
benimsenen sayısız anıştırmalara, o Doğuya özgü sırrına erilmez düşünce yapısı
olan insanların nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin en köklü inancımızı
doğrulamış olur. Bir ölçüde "her zaman bir İngiltere olacaktır" sözü
gibi Hindistan'da tinsel değerlerin yaşamın kendisinden daha üstün olduğunu
bilmek avutucu olmaktadır. Aynı zamanda bu bizde üzüntü yaratıyor. Bizlerden
böylesine farklı insanları bir gün anlayacağımızı acaba umut edebilir miyiz?
İnek hakkındaki Hindu sevgisi için işe yarar bir açıklama bulunabileceği
düşüncesi Batıkları Hinduların kendisinden daha çok rahatsız ediyor. Kutsal
inek onu başkaca nasıl anabilirim?bizim çok sevilen kutsal ineklerimizden
biridir.
Hindular ineklere büyük saygı duyarlar çünkü inekler canlı
olan her şeyin simgesidirler, Hıristiyanlar için Tanrı'nın anası Meryem ne
demekse Hindular için yaşamın anası olan inek de aynı şeydir. Bu nedenle bir
Hindu için bir ineği öldürmekten daha büyük bir dinsel saygısızlık yoktur.
Hatta insan yaşamının yok edilmesi, ineği öldürmenin çağrıştırdığı simgesel
anlamı, o korkunç kirletme anlamını içermez.
Bir çok uzmana göre, ineğe tapınma
Hindistan'ın açlık ve yoksulluğunun bir numaralı nedenidir. Batı eğitimi görmüş
kimi tarım uzmanları, ineğin öldürülmesine karşı çıkan tabunun yüz milyon
"yararsız" hayvanı yaşamda tuttuğunu söylerler. Onların savına göre
ineğe tapılması tarımın verimini azaltır çünkü o yararsız hayvanlar ne süt ne
de et vermedikleri gibi bir de ürün veren topraklar ve eldeki besinler için
yararlı hayvanlara ve açlık çeken insanlara rakip olurlar. Ford Foundation
tarafından desteklenen 1959 tarihli bir araştırmada Hindistan'ın sığırlarının
olasılıkla yarısı kadarına besin sağlama açısmdan yararsız gözüyle
bakılabileceği sonucuna varılmıştır. Ve Pennsylvania Üniversitesinden bir
iktisatçı 1971'de Hindistan'da otuz milyon verimsiz inek bulunduğunu
bildirmiştir.
Açıkça görünen şudur ki gereksinim
fazlası, yararsız ve ekonomiye yük olan hayvanların sayısı çok büyüktür ve bu
durum usdışı Hindu öğretilerinin doğrudan bir sonucudur. Delhi, Kalküta,
Madras, Bombay ve öteki Hindistan kentlerine yolları düşen turistler ortalıkta
başıboş dolaşan sığırların serbestliği karşısında şaşkına dönmüşlerdir.
Hayvanlar caddeler boyunca gelişigüzel dolaşırlar, pazar yerindeki ahırların
dışında otlaklar, özel bahçelere girerler, dışkılarını hep kaldırımlar üzerine
boşaltırlar ve kalabalık kavşakların orta yerinde geviş getirmek için durarak
trafiği altüst ederler. Kırsal kesimde anayolların banketlerinde toplanırlar ve
zamanlarının çoğunu demiryolları güzergahı boyunca rasgele dolaşarak harcarlar.
' .
İnek sevgisi yaşamı bir çok yönden
etkiler. Devlet daireleri yaşlanmış inekler için bakımevleri açarlar ve
buralarda hayvan sahipleri artık süt vermeyen ve gücü tükenmiş hayvanlarını
ücretsiz olarak barındırırlar. Madras'ta polisler, başıboş gezen sığırlardan
hastalanmış olanları toplar ve onları karakol yakınındaki küçük otlaklarda
sağlıklarına kavuşuncaya değin otlatıp gözetir. Çiftçiler ineklere ailelerinin
üyeleri gözüyle bakarlar, onları yapraktan çelmikler ve püsküllerle süslerler,
hastalandıklarında onlar için dua ederler, ve yeni bir buzağının doğumunu
kutlamak için komşularını ve rahibi çağırırlar. Hindistan'ın her yanında,
Hindular duvarlarına büyük, besili, beyaz inek vücutlu, mücevherler içindeki
genç güzel kadınların resimlerinden oluşan takvimler asarlar. Bu yarı kadın
yarı zebu* tanrıçaların her birinin meme başlarından süt fışkırdığı görülür.
Güzel insan yüzü dışında, bu resimlerdeki
inekler gerçek yaşamda görülen tipik ineğe pek az benzerler. Yılın büyük bölümünde
o ineklerin kemikleri en göze çarpan özellikleridir. Her bir meme başından süt
fışkırması şöyle dursun, o sıska yaratıklar bir tek buzağıyı olgunluk çağına
yetiştirmeyi güçlükle başarırlar. Zebu ineğinin tipik hörgüçtü türünün verdiği
bütün sütün yıllık ortalaması 250 kilonun altındadır. Sıradan bir Amerikan
mandırasında sığırların süt verimi 2500 kilonun üzerindedir, oysa şampiyon
sütçüler için verimin 10.000 kilo olması seyrek değildir. Ama bu karşılaştırma
öykünün tümünü anlatmıyor. Hindistan'ın zebu ineklerinin yaklaşık yarısı hiç
süt vermezler bir tek damla bile.
İşin daha da kötüsü, inek sevgisi insan
sevgisini özendirmez. Müslümanlar domuz etini reddettikleri ama sığır etini yedikleri
için, çok sayıda Hindu onların inek katilleri olduklarını ^üşünürler. Hindistan
alt kıtasının Hindistan ve Pakistan olarak bölünmesinden önce, Müslümanların
inekleri öldürmelerini engellemeyi amaçlayan kanlı toplu ayaklanmalar her yıl
başgösteren olaylar haline geldi. Eski inek ayaklanmalarının anıları örneğin
Bihar'da 1917'de içinde otuz kişinin öldüğü ye 170 Müslüman köyünün son
çivisine varıncaya dek yağmalandığı ayaklanma Hindistan ile Pakistan arasındaki
ilişkileri bozmayı sürdürmektedir.
Ayaklanmayı üzüntüyle karşılamakla
birlikte, Mohandas K. Gandhi inek sevgisinin ateşli bir savunucusu oldu ve inek
öldürmenin tümüyle yasaklanmasını istedi. Hindistan anayasa-
_ ’Zebıı: Hörgüçtü Hint
Öküzü, (ç.n.) sı hazırlandığında, kapsamına alınan inek hakları bildirgesi inek
öldürmenin her çeşidini yasadışı kılmayı pek göze alamadı. Bazı eyalet
devletleri o zamandan beri inek öldürmeyi tümüyle yasaklamışlar, ama bazıları
ayrıklıklara izin vermeyi sürdürmüşlerdir. İnek sorunu yalnız Hindularla
Müslüman topluluğun arta kalanları arasında değil, ama iktidardaki Kongre
Partisi ile inek severlerin aşırı Hindu hizipleri arasında da ayaklanma ve
karışıklıkların bellibaşlı bir nedeni olarak durmaktadır. 7 Kasım 1966 günü,
kadife çiçeklerinden çelenklerle süslenmiş ve vücutlarına inek gübresi külü
sürünmüş halde şarkılar söyleyen çıplak görüntülü din adamlarının önderliğinde
120,000 kişilik başıbozuk bir kalabalık, Hindistan Parlamento Binasının önünde
inek kesimine karşı gösteri yaptılar. Bunun ardından çıkan ayaklanmada sekiz
kişi öldü ve kırksekiz kişi de yaralandı. Bu olayı Tüm Partiler İnek Koruma Kampanyası
Komitesi başkanı Muni Shustril Kum'ar'ın önderliğinde, din adamları arasında
ulus çapında tutulan bir oruç dalgası izledi.
Tarım ve hayvan yetiştirmeye ilişkin çağcıl sanayi tekniklerini
iyi bilen Batılı gözlemcilere göre, inek sevgisi anlamsızdır, hatta bir
intihar niteliğindedir. Verimlilik uzmanı bu yararsız hayvanların hepsini ele
geçirip onları hak ettikleri bir yazgıya doğru sürmek özlemi içindedir. Ne var
ki inek sevgisinin suçlanmasında birtakım tutarsızlıklar vardır. Ben kutsal
inek için acaba işe yarar bir açıklama bulunabilir mi diye düşünmeye
başladığımda ilginç bir hükümet raporuyla karşılaştım. Rapora göre Hindistan’da
pek çok inek bulunduğu halde pek az sayıda öküz vardı. Ortalıkta bu denli çok
sayıda inek bulunmasına karşın, bir öküz kıtlığı nasıl olabilirdi? Öküzler ve
erkek su sığırları Hindistan'ın tarlalarını sürmekte kullanılan çekim hayvanlarının
başlıca kaynağıdır. Alanı on acre[1]
ya da daha az olan her bir çiftlik için bir çift öküz ya da su sığırı yeterli
sayılır. Bir parça aritmetik bilgisi şunu gösterir ki, toprağın sürülmgsi ele
alındığında, gerçekte hayvanların fazlalığı değil kıtlığı sözkonusudur.
Hindistan'da 60 milyon çiftlik, ama yalnızca 80 milyon çekim hayvanı bulunur.
Eğer her bir çiftliğe düşen kota iki öküz ya da iki su sığırı ise, çiftliklerde
120 milyon çekim hayvanı bulunması gerekir yani, gerçekte varolandan 40 milyon
fazlası.
Hayvan kıtlığı pek o kadar kötü
olmayabilir çünkü çiftçiler komşularından öküzleri kiralayabilir ya da ödünç
alabilirler. Ama tarla süren hayvanların ortaklaşa kullanımının çoğu kez
uygulanamaz olduğu görülür. Tarlanın sürülmesi muson yağmurlarıyla eşgüdümlü
olmalıdır, ve bir çiftliğin toprağı sürüldüğü sırada, başka bir toprağın
sürülmesi için en uygun olan zaman çoktan geçmiş olabilir. Ayrıca, toprağm
sürülmesi bittikten sonra, bir çiftçi bütün kırsal Hindistan'da yük taşıma işinin
temel aracı olan öküz arabasını çekmek için kendi bir çift öküzüne hala
gereksinim duyar. Büyük olasılıkla, çiftliklerin, çiftlik hayvanlarının,
sabanların ve öküz arabalarının özel mülkiyette olması Hindistan tarımının
verimini düşürmektedir, ama çok geçmeden anladım ki bu durum inek sevgisinden
kaynaklanmış değildir.
Yük hayvanlarının kıtlığı Hindistanın
köylü ailelerinin büyük çoğunluğunun üzerinde etkisini sürdüren korkunç bir
tehdittir. Bir öküz hastalandığında, yoksul çiftçi, çiftliğini yitirme
tehlikesi içindedir. Eğer yedek öküzü yoksa tefeci faiziyle borçlanmak zorunda
kalacaktır. Gerçek halde milyonlarca köylü ailesi mal varlıklarının ya tümünü
ya da bir bölümünü yitirmişler ve bu tür borçların bir sonucu olarak ya
ortakçı ya da gündelikçi olmuşlardır. Her yıl yoksul çiftçilerin yüzbinlercesi,
sonunda, işsiz ve evsiz barksız insanlarla zaten dolup taşan kentlere göç
etmektedirler.
Hasta ya da ölmüş öküzünün yerine yenisini
koyamayan Hindistan çiftçisi, bozulmuş traktörünü ne yenileyebilen ne de onarabilen
bir Amerikan çiftçisiyle aynı durumdadır. Ama şu önemli ayrım vardır:
Traktörler fabrikalarda yapılırlar, ama öküzleri yapan ineklerdir. Bir ineğe
sahip olan bir çiftçi öküzleri yapan bir fabrikaya sahiptir. İnek sevgisi ister
olsun ister olmasın, bu durum onun ineğini mezbahaya satmakta pek hevesli olmaması
için geçerli bir nedendir. Hindistan çiftçilerinin yılda yalnızca 250 kilo süt
veren ineklere katlanmaya neden istekli olabileceklerini insan böylece anlamaya
başlıyor. Eğer zebu ineğinin temel işlevi erkek çekim hayvanları doğurmak ise,
temel işlevi süt üretmek olan özel Amerikan mandıra hayvanlarıyla onu
karşılaştırmanın hiçbir anlamı yoktur. Bununla birlikte, zebu ineklerince
üretilen süt bir çok yoksul ailelerin besin gereksinimlerini karşılamakta
önemli bir rol oynamaktadır. Küçük miktarlardaki süt ürünleri bile öldürücü
açlığın sınırında yaşamını sürdürmeye zorlanan insanların sağlığını
iyileştirebilir.
Hindistan çiftçileri aslında süt elde
etmek için bir hayvana sahip olmak istediklerinde, süt verme süreleri daha uzun
olan ve tereyağı için zebu sığırlarından daha üstün kaliteli süt üreten dişi
su sığırına yönelirler. Erkek su sığırları ayrıca sular altındaki çeltik tarlalarını sürmekte üstündürler. Ama öküzler daha çevik
ve beceriklidirler ve kuru tarla çiftçiliğinde ve taşıma işlerinde öncelikle
kullanılırlar. Hepsinden önemlisi, zebu türü hayvanlar olağanüstü güçlüdürler
ve Hindistan'ın çeşitli bölgelerini zaman zaman büyük sıkıntıya sokan uzun
süreli kuraklıklara dayanablirler.
Tarım insan ve doğa ilişkileriyle ilgili
uçsuz bucaksız bir sistemin bir parçasıdır. Bu "ekosistem”in birbirinden
ayrı parçaları hakkında Amerikan tarım işletmesinin yönetimine ilişkin
deyimlerle yargıya varmak çok acayip izlenimlere yolaçar. Hindistan'ın ekosisteminde
sığırlar, sanayileşmiş, yüksek enerji toplumlarmdan gözlemcilerin kolaylıkla
gözden kaçırdıkları ya da küçümsedikleri durumlarda önemli yer tutarlar.
Amerika Birleşik Devletlerinde, kimyasal maddeler tarım gübresinin temel
kaynağı olarak nerdeyse tümüyle hayvan gübresinin yerini almış bulunmaktadır.
Amerikalı çiftçiler toprağı katırlar ya da atlarla değil de traktörlerle
sürmeye başlayınca doğal gübre kullanmaya son verdiler. Traktörler gübreden çok
zehir yaydıkları için, geniş çapta makinalı tarıma bağlanılması, hemen hemen
zorunlu olarak kimyasal gübrelere bağlanma anlamına gelir. Ve dünyanın her
yanında buğun gerçekten uçsuz bucaksız bir entegre petrokimya-traktör-kamyon
sanayi kompleksi gelişmiştir; orada tarım makinaları, motorlu araçlar, petrol
ürünleri ve benzin, kimyasal maddeler ve böcek ilaçları üretilir ve bunlar
yüksek verimli üretim tekniklerine destek olur.
Sonucu iyi ya da kötü, Hindistan
çiftçilerinin büyük çoğunluğu böyle bir komplekse katılamazlar, bunun nedeni
onların ineklerine tapınmaları değil, traktör satın alma gücünden yoksun
olmalarıdır. Öteki azgelişmiş ülkeler gibi, Hindistan da ne sanayileşmiş
ulusların tesisleriyle yarışabilen fabrikalar kurabilir ne de büyük
miktarlardaki sanayi ürünleri dışalımının bedelini ödeyebilir. Hayvanlardan ve
gübreden ayrılıp traktörlere ve petrokimya ürünlerine yönelmek inanılmaz
boyutta anamal yatırımları yapmayı gerektirir. Üstelik, ucuz hayvanların
yerine pahalı makinaların kullanılmasının kaçınılmaz sonucu olarak, bir yandan
geçimini tarımdan sağlayabilen insanların sayısı azalır, bir yandan da
zorlamayla buna uygun biçimde orta boy çiftliğin oylumunda artış olur. Biz
Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük çaplı tarım işletmelerindeki gelişmenin
küçük aile çiftliğinin gerçekten yıkılması anlamına geldiğini biliyoruz.
Amerika Birleşik Devletlerinde yaklaşık yüz yıl önce ailelerin yüzde 60'ının
çiftliklerde yaşamasına karşılık, halen bu oran yüzde 5'in altındadır. Eğer
tarım işletmeleri Hindistan'da da benzer doğrultuda gelişecek olsaydı,
yerinden yurdundan edilmiş ikiyüzelli milyon köylü için iş ve konut sağlamak
gerekirdi.
Hindistanın kentlerindeki işsizlik ve
konutsuzluktan kaynaklanan acılar zaten dayanılmaz boyutlarda olduğu için,
kentsel nüfusa eklenen her kitlesel artış ancak benzeri görülmemiş karışıklık
ve yıkımlara yol açabilir.
Bu seçeneği göz önünde tutunca, düşük
enerjili, küçük ölçekli, hayvana dayalı dizgeleri anlamak kolaylaşıyor. Daha
önce gösterdiğim gibi, inekler ve öküzler, traktörlerin ve traktör fabrikalarının
yerini tutan düşük enerjili araçlardır. Onların bir petro kimva sanayiinin
işlevlerini verine getirmekle oldukları da ciddi ve alınmalıdır. Hindistanın
sığırları iıer yıl yaklaşık 700 milyon ton miktarında kullanılabilir
gübre bırakırlar. Bu toplamın aşağı yukarı yarısı tarımda gübre olarak
kullanılır, geri kalanın büyük çoğunluğu ise yemek pişirmek için gerekli ısıyı
sağlamak üzere yakılır. Hintli ev kadınının yemek pişirmekte kulllandığı
başlıca yakıt olan bu gübreden elde edilen yıllık ısı miktarı, 27 milyon ton
gazyağının, 35 milyon ton kömürün, ya da 68 milyon ton kömürün verdiği ısıya
eşdeğerdedir. Hindistan'ın ancak küçük miktarlarda petrol ve kömür rezervlerine
sahip olması ve eskiden beri geniş çaplı ormansızlaşmanın kurbanı olması
nedeniyle, anılan yakıtların hiçbirinin gerçekte inek dışkısının yerini ala
bileceği düşünülemez. Mutfakta dışkı gübre kullanılması düşüncesi sıradan
Amerikalıya çekici gelmeyebilir, ama Hintli kadınlar ona üstün bir mutfak
yakıtı gözüyle bakarlar çünkü d günlük ev işlerine çok iyi uyarlanır. Hint
yemeklerinin büyük çoğunluğu ghee olarak bilinen arıtılmış tereyağı ile
hazırlanır ve bu iş için ısı kaynağı olarak inek dışkısı yeğlenir çünkü yemeği
kavurmayan temiz, yavaş ısıtan, uzun süren bir alevle yanar. Bu durum Hintli ev
kadınının yemeklerini pişirmeye başlayınca saatler boyu yemeklerin başında
beklemeyip çocuklarıyla ilgilenmesine, tarla işlerinde yardımcı olmasına ya da
ufak tefek ev işlerini yürütmesine olanak sağlar. Amerikalı ev kadınları
benzer bir sonucu son model fırınların pahalı becerileriyle elektronik
kontrolları kapsayan karmaşık bir düzenekle elde ederler.
İnek dışkısının en azından önemli bir
işlevi daha vardır. Su ile karıştırılıp hamur haline getirilince evde döşeme
malzemesi olarak kullanılır. Bir toprak taban üzerine sürülüp düz bir düzey
halinde sertleşmeye bırakıldığında tozlanmayı önler ve jüpürgeyle çok iyi
temizlenir.
Sığırların bıraktıkları dışkıların yararlı
pek çok özellikleri olduğu için her bir parçası özenle toplanır. Köyün çocuklarına
ailenin çevrede dolaşan ineğini izleme ve onun günlük petro-kimya ürünlerini
eve getirme görevi verilir. Kentlerde, çöpçü kastları başıboş hayvanlarca
bırakılan dışkılar üzerinde kurdukları bir tekelden yararlanırlar ve ev
kadınlarına dışkı satarak geçimlerini sağlarlar.
Tarım işletmesi
açısından bakınca, süt vermeyen ve kısır olan bir inek ekonomik bir beladır.
Ama köylü açısından bakınca, süt vermeyen ve kısır olan o aynı inek tefecilere
karşı elde kalan son umutsuz savunma aracıdır. Elverişli bir muson yağmurunun
en bitkin hayvanı bile eski gücüne kavuşturabilme ye ineğin semirme, yavrulama
ve süt yermeğe yeniden başlama şansı daima vardır. Çiftçinin duaları bunun
içindir; bazen de duaları kabul edilir. Bu arada hayvanın dışkılaması sürüp gider,
İşte böylece insan sıska yaşlı çirkin bir ineğin kendi sahibinin gözüne hala
neden güzel göründüğünü yavaş yavaş anlamaya başlar. ,
Zebu sığırlarının vücutları küçüktür,
sırtlarında enerji depolayan hörgüçleri vardır, ve hastalanınca kendilerini
toparlama güçleri büyüktür.
Bu nitelikler Hindistan'ın özel
koşullarına uygun düşmektedir. Bu yerli hayvan türleri çok az besin ya da
suyla uzun süre yaşayabilme gücündedirler ve tropikal iklimlerdeki öbür hayvan
türlerine musallat olan hastalıklara karşı yüksek bir direnç gösterirler. Zebu
öküzleri nefes alıp vermeye devam ettikleri sürece işte kullanılırlar. Vaktiyle
Johns Hopkins Üniversitesi’nde çalışmış bir veteriner olan Stuart Odend'hal,
ölümlerinden bir kaç saat öncesine değin normal olarak çalışan ama yaşamsal
organları ağır biçimde hasara uğramış bulunan Hint sığırları üzerinde alan
otopsileri yapmıştır. Kendilerini onarma güçlerinin muazzam olması nedeniyle,
bu hayvanlar canlı oldukları sürece artık hiç "işe yaramaz" diye
asla öyle kolayca gözden çıkarılmazlar.
Ama ergeç, bir hayvanın hastalıktan
iyileşme umutlarının , hepten yok olduğu ve hatta dışkı çıkarmasının son
bulduğu bir gün mutlaka gelir. Ve Hindu çiftçi besin için onu kesmeyi ya da
mezbahaya satmayı hala reddeder. Bu durum inek kesimi ve sığır eti tüketimi
üzerindeki dinsel tabuların dışında bir açıklaması bulunmayan zararlı bir
ekonomik uygulamanın yadsınamaz bir kanıtı değil midir ?
İnek sevgisinin inek kesimine ve sığır eti
yenmesine karşı direnmeleri için insanları seferber ettiğini kimse yadsıyamaz.
Ama ben inek kesimi ve sığır eti yenmesine ilişkin tabuların zorunlu olarak
insanın yaşamı sürdürmesi ve gönenci üzerinde olumsuz bir etki yapacağı
görüşüne katılmıyorum. Bir çiftçi yaşlı ya da işi bitmiş hayvanlarını keserek
ya da satarak belki fazladan bir kaç rupi daha kazanabilir ya da ailesinin
beslenmesini sınırlı bir süre için iyileştirebilir. Ama onun hayvanını
mezbahaya satmayı ya da kendi sofrası için kesmeyi reddetmesi uzun vadede
yararlı sonuçlar doğurabilir. Çevrebilimsel çözümlemenin yerleşmiş bir
ilkesine göre canlı varlıklardan oluşan topluluklar ortalama koşullara değil
uç koşullara uyarlanırlar. Hindistan'da bunu örnekleyen durum muson yağmurlarının
sık görülen aksamasıdır. İnek kesimine ve sığır eti yenmesini yasaklayan
tabuların ekonomik anlamını değerlendirmek için, dönemsel kuraklıklar ve
kıtlık bağlamında bu tabuların ne anlama geldiğini irdelememiz gerekir.
İnek kesimi ve sığır eti yenmesi
üzerindeki tabu, doğal seçilmenin bir sonucu olduğu kadar, zebu türü
hayvanların vücutlarının küçük ve kendilerini onarma güçlerinin çok büyük
olmasının da sonucudur. Kuraklıklıklar ve kıtlıklar sırasında, çiftçilerin
hayvanlarını kesme ya da satma eğilimleri yeğin olur. Bu eğilime boyun eğenler,
kuraklık dönemini ölmeden aşsalar bile, aslında kesinlikle ölümlerini
hazırlarlar, çünkü yağmurlar başladığında tarlalarını sürme gücünden yoksun
kalırlar. Konunun önemini daha da çok vurgulamak isterim: Kıtlığın baskısı
altında sığırların kitlesel boyutta yokedilmesinin toplumun gönenci için
oluşturacağı tehlike, çiftçi bireylerin normal durumlarda kendi hayvanlarının
yararlılığı konusunda yapacakları her türlü olası hesap yanlışının yaratacağı
tehlikeden çok daha büyüktür. İnek kesimiyle ortaya çıkan o korkunç saygısızlığa
uğramışlık duygusunun köklerinin yaşamı sürdürmenin günlük gereksinimleriyle
uzun vadeli koşulları arasındaki o dayanılmaz çelişkiyle beslenmesi olası
görünüyor. Dinsel simgeleri ve kutsal öğretileriyle inek sevgisi çiftçiyi
yalnızca kısa vadede "ussal" hesaplara karşı korumaktadır. Batılı
uzmanlara göre "Hintli çiftçi ineğini yemektense açlıktan ölmeyi yeğler.
" Aynı tür uzmanlar "anlaşılmaz Doğu aklı" hakkında konuşmayı
severler ve şöyle düşünürler: "Asyalı kitlelere göre yaşam pek o kadar
değerli değildir." Bilmezler ki çiftçi açlıktan ölmektense ineğini yemeği
yeğleyecektir, ama eğer ineğini yerse açlıktan ölecektir.
Kutsal yasaların ve inek sevgisinin
desteğine karşın, kıtlığın baskısı altında sığır eti yeme isteği bazan
dayanılmaz hale gelir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Bengal'de kuraklıklardan
ve Japonların Burma'yı işgal etmelerinden kaynaklanan büyük bir kıtlık yaşandı,
jneklerin ve çekim hayvanlarının yokedilmesi 1944 yazında öylesine tehlikeli
boyutlara vardı ki İngilizler ,inek koruma yasalarını zorla uygulamak üzere
askeri birlikler kullanmak zorunda kaldılar. 1967'de The New York Times'm
haberi şöyle:
Kuraklık çeken Bihar
bölgesinde ölümcül açlıkla karşı karşıya gelen Hindular, Hindu dininde kutsal
olsalar da inekleri kesip etini yiyorlar.
Gözlemcilerin verdiği bilgiye .göre,
"halkın yoksulluğu akıl almaz boyuttaydı."
İyi zamanlarda kesinlikle yararsız olan
birtakım hayvanların yaşlılık çağma değin yaşamayı sürdürmesi, kötü zamanlarda
yararlı hayvanların kıyıma uğramalarına karşı korunmaları için ödenmesi
gereken fiyatın bir parçasıdır. Ama ben hayvan kesiminin yasaklanması ve sığır
eti tabusu nedeniyle uğranılan kaybın gerçekte ne kadar olduğunu merak
ediyorum. Batılı tarım işletmeciliği görüşü açısından, Hindistan'ın bir et paketleme
endüstrisine sahip olmaması usdışı görünen bir durumdur. Ama Hindistan gibi
bir ülkede böyle bir sanayi için varolan gerçek potansiyel çok sınırlıdır.
Sığır eti üretimindeki büyük bir artış, inek sevgisinden dolayı değil ama
termodinamik yasaları nedeniyle bütün ekosistemi zorlayacaktır. Herhangi bir
besin zincirinde, araya yeni hayvan halkalarının girmesi, besin üretiminin
verimliliğinde büyük bir düşüşe vol açar. Bir hayvanın yediklerinin kalori
değeri onun vücudunun kalorise! değerinden daima çok daha fazladır. Bunun
anlamı şudur: Bitkisel besin bir insan topluluğu tarafından doğrudan doğruya
tüketildiğinde kişi basına düşen kalori miktarı o besin evcilleştirilmiş
hayvanların beslenmesinde kullanıldığı zamankinden daha büyüktür.
Amerika Birleşik Devletlerinde sığır eti
tüketiminin yüksek düzeyde olması nedeniyle, ekim alanlarının dörtte üçü insanları
değil de hayvanları beslemek için kullanılır. Hindistanda kişi başına alman
kalorinin günlük gereksinimin en alt düzeyinin zaten altında olması nedeniyle
ekim alanlarını et üretimine özgülemek ancak besin fiyatlarının daha da yükselmesine
ve yoksul ailelerin yaşam standartlarının daha da bozulmasına yol açar. İnek
sevgisine ister inansınlar ister inanmasınlar, Hintlilerin yüzde 10'undan
fazlasının beslenmelerinde sığır etine önemli bir yer verebileceklerinden ben
kuşkuluyum.
Mezbahalara yaşlı ve işe yaramaz
hayvanların daha fazla sayıda gönderilmesinin bunları en çok gereksinen
insanlar için beslensel kazançlar sağlayacağından da kuşku duyarım. Bu
hayvanların büyük çoğunluğu, mezbahaya gönderilmeseler bile, şu ya da bu
biçimde yenmektedir, çünkü ^Hindistan'ın her yanında bulunan alt kastların
üyeleri ölü sığırları yeme hakkına sahiptirler. Nasıl olsa, her yıl yirmi
milyon sığır ölür, ve onJarın etinin büyük bir bölümü hayvan leşi yiyen
"paryalar" tarafından tüketilir.
Hindistan'da bir çok yıllar çalışmış bir
antropolog olan dostum Dr. Joan Mencher varolan mezbahaların Hindu olmayan
orta sınıf kentlilere hizmet verdiğini belirtir. Bildirdiğine göre
"paryalar besinlerini başka yollardan elde ederler. Eğer köyde bir irfek
açlıktan ölürse bu parya için iyidir, ama hayvan Müslümanlara ya da
Hıristiyanlara satılmak üzere kentin bir mezbahasına satılmışsa bu
kötüdür." Dr. Mencher'i bilgilendirenler önce Hinduların sığır eti
yediklerini yadsımışlar, ama "üst kasf'tan Amerikalıların bifteği
sevdiklerini öğrendikleri zaman sığır etinden yapılmış Hint yemeğini lezzetli
bulduklarını itiraf etmişlerdir.
Tartışmakta olduğum başka her konu gibi,
paryaların et tüketimi de kılgısal koşullara çok iyi uyarlanmıştır. Et yiyen
kastlar aynı zamanda deri işleyen kastlar olmaya yönelirler, çünkü ölmüş
sığırların derilerini işleme hakkına sahiptirler. Böylece inek sevgisine
karşın, Hindistan dev bir deri işleme endüstrisine sahip olmayı başarmıştır.
Ölümlerinde bile, görünüşte yararsız olan hayvanlardan insansal amaçlar için
yararlanılması sürüp gitmektedir.
Ben sığırların çekim, yakıt, gübre, süt,
döşeme kaplama, ve deri alanlarında yararlı oldukları konusunda haklı olabilirim,
ama gene de bütün o kompleksin çevresel ve ekonomik anlamı hakkında yanlış bir
yargıya varabilirim. Her şey Hindistan'ın dev nüfusunun gereksinmelerini
karşılayacak alternatif yolların doğal kaynaklar ve insan gücü olarak
maliyetinin ne olacağına bağlıdır. Bu maliyetler geniş ölçüde sığırların ne yedikleriyle
belirlenir. Bir çok uzman şunu kabul ediyor ki insanlarla inekler toprak ve
besin ürünleri uğrunda ölümcül bir yarışmada kilitlenmişlerdir. Eğer Hindistan
çiftçileri Amerikan tarım işletmesi modelini izlemiş ve hayvanlarını besin
ürünleriyle beslemiş olsalardı bu doğru olabilirdi. Ama kutsal inek hakkındaki
aykırı gerçek şudur ki o süprüntü yiyen yorulmak nedir bilmez bir yaratıktır.
Ortalama ineğin tükettiği besinin ancak önemsiz bir parçası otlaklardan ve inek
için saklanmış besin ürünlerinden gelir.
Bu durum ortalıkta dolaşan ve trafiği
karıştıran ineklere ilişkin bütün o ardı arkası gelmez raporlardan açıkça
anlaşılmış olmalıdır. Pazar yerlerinde, çimenler üzerinde, karayolları ve demiryolları
çevresinde, ve tepelerin çorak yamaçları üzerinde bu hayvanlar ne yaparlar?
Onlar insanlarca doğrudan tüketilemeyen çayır otlarmm, anızların, ve
süprüntülerin her bir parçasını yiyerek bunları süte ve öteki yararlı ürünlere
dönüştürmenin dışında ne yaparlar? Dr. Odend'hal Batı Bengal'deki sığırlar
konusunda yaptığı araştırmasında ortaya koymuştur ki insansal besin ürünlerinin
yenmeye elverişsiz artıkları, özellikle pirinç sapları, buğday kepeği, ve
pirinç kabukları, sığırların diyetindeki temel öğeyi oluştururlar. Ford Vakfı,
varolan besin miktarına göre sığırların yarısının fazla olduğu kestirimini
yapmıştır ki bu sığırların yarısının yem ürünlerini kullanmadan bile yaşamda
kalmayı başardıkları anlamına gelir. Ama bu eksik bir değerledirmedir.
Sığırların yedikleri olasılıkla insanların yemelerine elverişli ürünlerin
yüzde 20'sinden daha az bir miktardan ibarettir; bunun büyük bir bölümü süt
vermeyen ve kısır olan ineklere değil de iş gören öküzlere ve su sığırlarına
yedirilir. Odend'hal, kendi araştırma alanında sığırlarla insanlar arasında
toprak ya da besin sağlanması konusunda bir yarışma olmadığını buldu:
"Aslında, sığırlar insanlar için doğrudan yararı pek az olan öğeleri
hemen yarar sağlayan ürünlere dönüştürürler'. "
İnek sevgisinin böylesine sıklıkla yanlış anlaşılmasının nedeni
varsıllar ve yoksullar için ayrı anlamlar taşımasıdır. Yoksul çiftçiler onu
.çöplerden yararlanma izni olarak kullanırlar, oysa varsıllar bunâ hırsızlık
diyerek direnirler. Yoksul çiftçiye göre, inek kutsal bir dilencidir; varsıl
çiftçiye göre hırsızdır. Zaman zaman inekler birinin otlaklarına ya da ekili
tarlalarına dalarlar. Mal sahipleri suç duyurusunda bulunurlar, ama yoksul
çiftçiler hayvanlarını geri almak için cahilliklerini ileri sürerler ve inek
sevgisine bel bağlarlar. Eğer bir çekişme varsa, bu insan ile insan ya da kast
ile kast arasındadır, insan ile hayvan arasmda değil.
Kent ineklerinin de sahipleri vardır ki bunlar inekleri gündüzleri
otlamaları için salıverirler ve geceleri de sütlerini sağmak için geri
getirirler. Dr. Mencher bir ara Madras'ta ortasınıftan bir mahallede yaşadığı
sırada komşularının yerleşim alanına dalan "başıboş" ineklerden hep
yakındıklarını anlatır. Gerçekte başıboş ineklerin sahipleri bir dükkanın
üzerindeki bir odada yaşayan ve komşularına kapı kapı dolaşıp süt satan
insanlardır. Yaşlı hayvan yurtlarına ve polisin inek ağıllarına gelince.
btırıkır bir kent ortamında inek bulundurmanın riskini azaltma isini çok iyi
yürütürler. Artık süt vcnneyen bir ineğin sahibi, polis ineği ele geçirip bir
barınağa götürünceye değin, otlasın diye onu ortalığa salma kararını verebilir.
İnek kendini toparlayınca, sahibi küçük bir para cezası öder ve hayvanı çok
alışık olduğu çevreye bırakır. Benzer bir ilkeye göre işletilen yaşlı hayvan
bakım yurtları, kent ineklerine aksi halde yararlanamayacakları hükümet
destekli ucuz otlaklar sağlarlar.
Bu arada belirtelim ki, kentlerde süt
satın almanın yeğlenen biçimi ineği eve getirtip orada sağdırtmaktır.
Genellikle ev halkının su ya da idrarla karışmış bir süt değil temiz süt aldığından
emin olabilmesinin tek yolu budur.
Bu düzenlemeler konusunda en inanılmaz
görünen yargı bunların israfçı, ekonomiye aykırı Hindu uygulamalarının kanıtı
diye yorumlanmakta olmasıdır, oysa gerçekte bunlar tasarruf ve tarımda Batılı
"Protestan" standartlarını çok aşan bir tutumluluk düzeyini
yansıtırlar. İnek sevgisiyle ineğin gerçekten son süt damlasını çekip almaktaki
acımasız kararlılık pekala bağdaşabilir. İneği kapı kapı dolaştıran adam içi
doldurulmuş ^buzağı derisinden oluşturduğu bir yapma buzağıyı görevini yapmağa
kandırmak üzere ineğin yanına koyar. Bu sonuç yermezse, inek sahibi phooka'ya
baş vurabilir, yani içi boş bir boruyla ineğin döl yatağına hava verir, ya da dooın
dev'e baş vurabilir, yani hayvanın kuyruğunu döl yolu boşluğuna sokar.
Gandhi ineklere Hindistan'da dünyanın her hangi bir yerindekinden daha zalimce
davranıldığma inanıyordu. "Son damla sütünü de almak için onu nasıl da
sömürüyoruz, "diye üzülürdü. "Bir deri bir kemik kalıncaya dek onu
nasıl da aç bırakıyoruz, buzağılara ne kadar kötü davranıyoruz, kendi süt
paylarından onları nasıl da yoksun bırakıyoruz, öküzlere ne kadar zalimce
davranıyoruz, onları nasıl iğdiş ediyoruz, onları nasıl dövüyoruz, onları nasıl
aşırı yüklüyoruz. "
İnek sevgisinin varsıl ve yoksul için
değişik anlamlar taşıdığını hiç kimse Gandhi'den daha iyi anlamış değildir.
Ona göre inek Hindistan'ı içtenlikle ulus olmaya doğru devinime geciren savasın
en önemli odak noktasıydı. Küçük ölçekli tanın işletmesi, elle çalıştırılan bir
çıkrıkta pamuk ipliği yapımı, yere bağdaş kurup oturma, bir peştemal
kuşanılması, etyemezlik, yaşama saygı, ve şiddete hiç başvurmama hep inek
sevgisiyle birlikte düşünülür. Köylü kitleleri, kent yoksulları, ve paryalar
arasında bulduğu o sevgi dolu çok geniş desteği Gandhi sözü geçen temalara
borçludur. Onun kendi halkını sanayileşmenin yıkımlarına karşı koruma yolu
buydu.
"Gereksinim fazlası" hayvanları
yokederek Hindistan tarımını daha verimli kılmak isteyen ekonomistler varsıl ve
yoksullar için ahiııısa'mn* içerdiği oransız etkileri bilmiyorlar. Örneğin,
Profesör Alan Heston sığırların yerine başkaları kolayca konulamayan yaşamsal
işler yaptıklarını kabul eder. Ama onun yaptığı öneriye göre eğer inek
sayısında 30 milyon kadar bir azalma olursa aynı işlevler daha verimli olarak
yürütülebilecektir. Bu rakamın dayandığı varsayıma göre gerekli özen
gösterildiğinde halen var olan öküz sayısının yerine yenilerini koymak için 100
erkek hayvan başına yalnızca 40 inek yeterli olacaktır. Bu formüle göre,
yetişkin erkek sığır sayısı 72 milyon olunca gereken doğurgan inek sayısı 24
milyon olmalıdır. Gerçek halde, 54 milyon inek vardır. Heston bu 54 milyondan
24 milyonu çıkarmca, yok edilecek 30 milyon "yararsız" hayvan
sayısına ulaşıyor. Böylece bu "yararsız" hayvanların tüketmekte
oldukları kuru ot, saman ve besin ürünleri geriye kalan hayvanlar arasında
paylaşılacak ve bu hayvanlar daha sağlıklı hale gelerek ürettikleri süt ve
gübre miktarını eski düzeyde tutmayı ya da önceki düzeylerin üzerine çıkarmayı
başarabileceklerdir. Ama kimlerin inekleri feda edilecektir? Toplam sığırların
yaklaşık yüzde 43’ü çiftliklerin en yoksul olan yüzde 62'sinde bulunmaktadır.
İki buçuk ya da daha az dönümlük topraktan oluşan bu çiftlikler otlak ya da çayırlık
alanların ancak yüzde 5'ine sahiptirler. Başka deyişle, süt vermez, kısır, ve
güçsüz halleri geçici olan hayvanların büyük çoğunluğuna sahip bulunan insanlar en küçük ve en yoksul çiftliklerde yaşamaktadırlar.
Öyle ki, ekonomistler 30 milyon inekten kurtulmaktan söz ederlerken, aslında
onlar zengin ailelere değil, yoksul ailelere ait olan 30 milyon inekten
kurtulmaktan söz ederler. Ama yoksul ailelerin büyük çoğunluğunun yalnızca bir
ineği vardır, o halde bu tasarrufun özet olarak anlamı pek öyle 30 milyon inekten
kurtulmak değil de 150 milyon insandan onları topraklarından koparıp kentlere
doğru göçe zorlayarak kurtulmaktır.
İnek katliamının ateşli yandaşları
öğütlerini anlaşılır bir yanlışa dayandırırlar. Onların çıkardığı sonuca göre
çiftçiler hayvanlarını öldürmeyi reddettikleri için, ve öldürmeye karşı dinsel
bir tabunun varlığı nedeniyle, ineklerin öküzlere oranının yüksek olmasmın
başlıca sorumlusu anılan tabudur. Onların yanlışı gözlemlenen oranın
kendisinde gizlidir: 100 öküze karşı 70 inek. Eğer çiftçilerin ekonomik yönden
yararsız inekleri öldürmelerini önleyen etken inek sevgisi ise, nasıl oluyor
da ineklerin sayısı öküzlerden yüzde 30 oranında daha az oluyor? Madem ki doğan
dişi hayvan sayısı yaklaşık olarak erkek hayvan sayısı kadardır, o halde
erkeklere göre dişilerin daha çok ölmesinin bir nedeni olmalıdır. Bu bilmecenin
çözümü şöyledir: Her ne kadar hiç bir Hindu çiftçi bir dişi buzağıyı ya da
güçten düşmüş bir ineği bir sopa ya da bıçakla bile bile öldürmezse de, kendi
anlayışına göre gerçekten yararsız hale geldiklerinde onlardan kurtulabilir ve
gerçekten de kurtulur. Doğrudan öldürme dışında çeşitli yöntemler uygulanır.
Örneğin, istenmeyen buzağıları "öldürmek" için onların boyunlarma üçgen
biçiminde ağaçtan bir boyunduruk takılır öyle ki buzağılar süt emmeğe
çabaladıkları sırada boyunduruk ineğin memesine çarpınca öldürücü çifteyi
yerler. Daha yaşlı hayvanlar sadece kısa iplerle bağlanırlar ve açlıktan ölüme
terk edilirler eğer hayvan zaten zayıf ve hastalıklı ise ölümü uzun sürmez.
Nihayet, sayısı bilinmeyen güçten düşmüş inekler Müslüman ve Hıristiyan
aracılar eliyle gizlice satılırlar ve sonunda kendilerini mezbahada bulurlar.
Eğer biz gözlem konusu yapılmış ineklerin
öküzlere oranlarını açıklamak istiyorsak, o zaman inek sevgisini değil, yağmuru,
rüzgarı, suyu, ve toprağı kullanma modellerini incelemek zorundayız. Bunun
kanıtı Hindistan'ın çeşitli bölgelerindeki tarımsal dizgenin çeşitli
öğelerinin göreli önemine göre ineklerin öküzlere oranının değişmekte
olmasıdır. En önemli değişken pirinç üretimine ayrılan sulama suyunun
miktarıdır. Her nerede geniş, sulak çeltik tarlaları varsa oralarda yeğlenen
çekim hayvanı genellikle su sığırı olur, ve o zaman bir süt kaynağı olarak da
zebu ineğinin yerini dişi su sığırı alır. Eriyen Himalaya karlarının ve Muson
yağmurlarının yarattığı Kutsal Ganj Irmağı'nı içeren o uçsuz bucaksız Kuzey
Hindistan ovalarında, ineklerin öküzlere oranının 100'e karşı 47'ye dek düşmesinin
nedeni işte budur. Seçkin Hintli iktisatçı K. N. Raj’ın belirttiği gibi, Ganj
Vadisi'nde içinde yıl boyunca sürekli çeltik üretimi yapılan yörelerde
inek-öküz oranları en uygun kuramsal noktaya yaklaşmıştır. Bu durum çok daha
dikkate değer çünkü söz konusu bölge Ganj Vadisi Hindu dininin kalbidir ve en
kutsal tapmaklar orada bulunur.
Öküzlere göre ineklerin yüksek oranda olmasının başlıca
sorumlusunun din olduğu yolundaki kuramın yanlışlığı Hindu Hindistan ile
Müslüman Batı Pakistan arasındaki bir karşılaştırmayla da ispatlanır. İnek
sevgisi, sığır kesimi ve sığır eti yeme tabularmm reddedilmesine karşın, Batı
Pakistan'ın bütününde her 100 erkek hayvana karşı 60 inek bulunur ki bu oran
Hindistan'ın yoğunlukla Hindu olan Uttar Pradeş eyaletinin ortalamasından
oldukça yüksektir. Uttar Pradeşjte su sığırının ve sulama kanaljnm önemi
açısından seçilen bölgeler Batı Pakistan'ın çevresel yönden benzer
bölgeleriyle karşılaştırıldığında, dişi sığırların erkek sığırlara oranlarının
hemen hemen aynı oldukları ortaya çıkmaktadır.
Ben sığır sevgisinin sığırların eşey oranı ya da tarımsal
dizgenin öteki yönleri üzerinde hiç bir etkisi olmadığmı mı söylemek istiyorum?
Hayır. Ben şunu söylemek istiyorum: İnek sevgisi karmaşık, güzelce eklemlenmiş
özdeksel ve kültürel bir düzen içinde yer alan etkin bir öğedir. İnek sevgisi,
jsrafa ya da tembelliğe hemen hiç yer vermeyen düşük enerjili, bir ekosi'stemde
yaşamı dirençle sürdürmek için insanların gizli yeteneğini seferber eder. İnek
sevgisi, süt vermezliği ya da kısırlığı geçici ama gene de yararlı hayvanları
koruyarak; pahalı enerjiye dayalı sığır eti endüstisinin gelişimini önleyerek;
kamu topraklarında ya da emlak sahibinin zararına semiren sığırları koruyarak;
kuraklık ve kıtlıklar sırasında sığırların kendilerini toparlama gizilgücünü
sürdürerek, insanların duruma uyarlanma esnekliğine olumlu katkıda bulunur.
Herhangi bir doğal ya da yapay bir dizgede olduğu gibi burada da, anılan
karmaşık etkileşimlerle ilgili bazı kaymalar, sürtüşmeler, ya da israflar
olur. Yarım milyar insan, hayvan, arazi, işgücü, siyâsal ekonomi, toprak ve
iklim, hepsi sürecin içinde yer alır. Hayvan katliamının ateşli yandaşlarının
savına göre ineklerin gelişigüzel çoğalmalarına izin verilmesi ve sonra onların
bakımsız ve aç bırakılarak sayıca azaltılması İsrafil ve verimsiz olur. Bunun
doğru olduğundan kuşkulanmıyorum, ama yalnızca sınırlı ve görece önemsiz bir
anlamda. Bir tarım mühendisinin bilinmeyen bir sayıdaki çok yararsız
hayvanlardan kurtularak sağlayabileceği tasarruflar, inek sevgisinin kutsal
bir görev olmaktan çıkması halinde, özellikle de kuraklık ve kıtlıklar
sırasında, marjinal köylülerin karşılaşacağı müthiş kayıplarla
karşılaştırılmalıdır.
Bütün insan eylemlerinin etkili biçimde seferber edilmesi
psikolojik yönden insanı zorlayan inanç ve öğretilere dayandığı için, biz
ekonomik sistemlerin daima optimum verimlilik noktalarının altında ve üstünde
dalgalanmasını beklemek zorundayız. Ama bütün sistemin bilincini kötüleyerek
daha iyi çalıştırılabileceği varsayımı bönlüktür ve tehlikelidir. Varolan
sistem içinde esaslı gelişmeler Hindistan'ın insan nüfusunu dengelemekle, ve
daha çok sayıda insana daha hakça bir ilkeye göre, daha çok toprak, su, öküz;
ve su sığırı sağlamakla gerçekleştirilebilir. Bunun karşı seçeneği varolan
sistemi yıkmak ve onun yerine baştanbaşa yeni bir demografik, teknolojik,
siyasalekonomik, ve ideolojik ilişkiler düzenini tümüyle yeni bir ekosistemi
yerleştirmektir. Hinduizm kuşkusuz tutucu bir güçdüstriyel ve tarımsal bir
işletme kompleksini koymakta "geliştirme" uzmanlarının ve
"moderleştirme" görevlilerinin işlerini daha da güçleştirir. Ama eğer
siz bir yüksek enerjili bir endüstriyel ve tarımsal işletme kompleksinin şimdi
varolan sistemden mutlaka daha "rasyonel" ve daha
"verimli" olacağını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Enerji maliyetleri ve enerji ürünlerine
ilişkin araştırmalar gösteriyor ki beklentilerin aksine, Hindistan kendi
sığırlarını Amerika Birleşik Devletlerinden daha verimli kullanıyor. Batı
Bengal'in Singur bölgesinde, Dr. Odend'hal'in ortaya koyduğuna göre, bir yılda
üretilen yararlı kalori toplamının aynı dönemde tüketilen toplam kaloriye
bölünmesiyle belirlenen toplam enerji verimliliği yüzde 17 olmuştur. Bu oran
Batı bölgesinde yetiştirilen Amerikan sığırlarının yüzde 4'ün altında kalan toplam
enerji verimliliğiyle karşılaştırılmaya değer. Odend'hal'in dediği gibi,
Hindistan sığır kompleksinin oldukça yüksek olan verimliliği özellikle
hayvanların verimliliğinden değil ama insanların ürünleri titiz
kullanmalarından ileri gelmektedir: "Köylüler son derece yararcıdırlar,
bu nedenle hiç bir şey israf edilmez. "
Savurganlık geleneksel köylü
ekonomilerinden çok modern tarım işletmelerinin bir özelliğidir. Örneğin,
Amerika Birleşik Devletleri'nde otomatik hale getirilmiş yeni toplu sığır eti
üretimi sisteminde, sığırların gübresi kullanılmadığı gibi ayrıca bu gübrelerin
hem geniş araziler üzerindeki suları kirletmelerine hem de yakınlardaki göl ve
akarsuları pisletmelerine izin verilir.
Sanayileşmiş ulusların yararlandığı yaşam
standardının daha üstün olması üretim verimliliğinin daha büyük olmasının bir
sonucu değil, ama kişi başına düşen enerji miktarındaki yaygın artışın muazzam
olmasının bir sonucudur. 1970'de Amerika Birleşik Devletleri insan başına
oniki ton kömüre eşdeğer enerji tüketmiştir, oysa Hindistan için bu rakam insan
başına bir tonun beşte biridir. Enerjinin harcanma biçiminin Amerika Birleşik
Devletleri'nde kişi başına yol açtığı enerji savurganlığı Hindistan’dakindcn
çok daha fazladır. Otomobiller ve uçaklar öküz arabalarından daha hızlıdırlar,
ama enerjiyi daha verimli kullanmazlar. Gerçekte, Amerika Birleşik
Devletlerinde bir tek günde trafik sıkışıklığı sırasında yararsız ısı ve duman
halinde yokolup giden kalori miktarı Hindistan'ın bütün ineklerinin bütün bir
yıl boyunca israf ettikleri kaloriden daha fazladır. Duran arabaların
yeryüzünün milyonlarca yılda biriktirdiği o yeri doldurulmaz petrol
rezervlerini yakıp yok ettiğini düşündüğümüzde karşılaştırma sonucunun daha da
olumsuz olduğu görülür. Eğer siz gerçekten kutsal bir inek görmek istiyorsanız,
dışarı çıkıp kendi arabanıza bakın.
Domuz
Sevenler ve Domuzdan Tiksinenler
Açıkça usdışı olan besin alışkanlıklarının
örneklerini herkes bilir. Çinliler köpek etini severler ama inek sütünden hiç
hoşlanmazlar; biz inek sütünü severiz ama köpekleri yemeyiz; Brezilya'daki bazı
kabileler karıncaları lezzetli bulurlar ama geyik etinden hoşlanmazlar. Ve
dünyanın her yerinde bu böyle sürüp gider.
Domuz bilmecesi kanımca inek anadan sonra
izlenecek uygun bir konudur. Bu bilmece aynı hayvanı bazı insanlar severlerken,
bazılarının ondan neden nefret ettiklerinin açıklanması için çağrıda bulunur.
Bilmecenin yarısını yani domuzdan
tiksinenler bölümünü Yahudiler, Müslümanlar, ve Hıristiyanlar iyi bilirler.
Jiski İbranilerin tanrısı domuzu, tadılır ya da dokunulursa kirleten pis bir
hayvan olarak lanetlemek üzere anlattığı konudan ayrıldı (bir kez Tekvin
Kitabı'nda[2]
ve yine Levililer’de* anılır). Aşağı yukarı 1500?yıl sonra, Allah Kendi
peygamberi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'e müslümanların için domuzun
aynı durumda kalacağını söyledi. Milyonlarca Yahudi ve yüz milyonlarca Müslüman
domuzu iğrenç bir nesne olarak görür, oysa domuz başka her hangibir hayvandan
daha verimli biçimde tahıl tanelerini ve kök yumruları üstün kaliteli yağ ve
proteinlere dönüştürür.
Fanatik domuzseverlerin gelenekleri daha
az bilinir. Dünyanın domuzsevenler merkezi Yeni Gine'de ve Güney Pasifik
Melanezya[3]
adalarında bulunur. Bu bölgenin, köyde yaşayan bahçıvan kabilelerine göre,
domuzlar, evlenme ve cenaze törenleri gibi önemli bütün olaylarda, atalara
kurban edilerek yenmesi gereken kutsal hayvanlardır. Bir çok kabilelerde,
savaş açmak ve barış yapmak için domuz kurban edilmelidir. Kabile üyelerinin
inancına göre onların ölmüş ataları şiddetle domuz eti isterler. Gerek
yaşayanların gerekse ölmüşlerin domuz etine duydukları açlık öyle dayanılmaz
bir yoğunluktadır ki zaman zaman çok büyük şölenler düzenlenir ve bir kabilenin
hemen .hemen bütün domuzları derhal yenir. Üst üste günler boyunca, köylüler
ve konukları tıka basa büyük miktarlarda domuz eti yerler, midelerinde daha
fazla yer açmak için de hazmedemediklerini çıkarırlar. Her şey sona erince,
domuz sürüsünün boyutu öylesine küçülür ki sürüyü yeniden oluşturmak için
yıllarca canla başla çalışmak gerekir. Bu gerçekleştirilince de bir başka
oburluk cümbüşü için hemen hazırlıklar yapılır. Ve görünen kötü yönetimin
yinelenen tuhaf olaylar dizisi böylece sürüp gider.
Domuzdan tiksinen Yahudi ve Müslümanların
sorunuyla başlayacağım. Acaba neden Yehova ve Allah gibi yüce tanrılar
insanlığın büyük bölümünce lezzetle yenen zararsız ve hatta gülünç görünüşlü
bir hayvanı lanetleme zahmetine girmektedirler? Incil'in ve Kuran'ın domuzları
mahkum etmelerini benimseyen bilginler bir takım açıklamalarda
bulunmaktadırlar. Rönesans'tan öncekilerinin en yaygın olanına göre domuz tam
anlamıyla pis bir hayvandır ötekilerden daha pistir çünkü kendi idrarı içinde
debelenir ve dışkı yer. Ama fiziksel kirliliğin dinsel tiksintiye bağlanması
tutarsızlıklara yol açar. Kapalı bir yerde tutulan inekler de kendi idrar ve
dışkıları içinde çevreye pislik sıçratarak dolanırlar. Ayrıca aç inekler insan
dışkısını hoşlanarak yerler. Köpekler ve piliçler aynı şeyi yaparlar ama hiç
kimsenin midesi bulanmaz, ve eskilerinde bilmesi gerektiği gibi temiz
ahırlarda yetiştirilmiş olan domuzlar temizlikle titiz evlerde bile sevilerek
beslenirler. Nihayet, eğer biz "temizlik"in bütünüyle estetik
standartlarına başvurursak şu korkunç tutarsızlığı, Incil'in çekirgeleri
"temiz" olarak sınıflandırdığını görürüz. Estetik yönden böceklerin
domuzlardan daha yararlı oldukları savı, inananların davasını güçlendirmeyecektir.
Yahudi hahamlar Rönesans'ın başlangıcında
bu tutarsızlıkları doğrulamışlardır. Biz Yahudilerin ve Müslümanların domuz
etini reddetmeleri konusunda yapılan ilk doğalcı açıklamayı, onikinci yüzyılda
Mısır'da, Kahire'de, Salahaddini Eyyubi'nin saray hekimliğini yapan Moses
Maimuni'ye borçluyuz. Maimuni'nin dediğine göre Tanrı domuz eti üzerindeki
yasağı bir halk sağlığı önlemi olarak düşünmüştü. Haham domuz eti "vücut
üzerinde kötü ve zararlı bir etki yapar" diye yazdı. Maimuni bu
düşüncesinin sağmsal nedenleri konusunda pek öyle açıklayıcı değildi, ama o
imparatorun hekimiydi, ve onun verdiği yargı büyük saygıyla karşılanırdı.
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında, trişinozun
az pişirilmiş domuz eti yemekten kaynaklandığının bulgulanması, Maimuni'nin
bilgeliğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlandı. Reform yanlısı Yahudiler
İncil kurallarının akılcı nedenlere dayanmasına sevindiler ve domuz eti
üzerindeki tabuyu hemen reddettiler. Eğer iyi pişirilirse, domuz eti halk
sağlığı için bir tehdit değildir, ve bundan dolayı da onun tüketimi Tanrı'ya
başkaldırma sayılamaz. Bu durum daha köktendinci hahamları bütün doğalcı
geleneğe yönelik bir karşı saldırıya geçmek için kışkırttı. Eğer Yehova
yalnızca Kendi halkının sağlığını korumayı istemiş olsaydı, halkma hiç domuz
eti yememelerini değil sadece iyi pişirilmiş domuz eti yemelerini buyururdu.
İrdelemeye göre, açıkçası Yehova'nın aklında başka bir şey vardı sırf fiziksel
gönençten daha önemli bir şey.
Maimuni’nin açıklaması bu tanrıbilimsel
tutarsızlığın yanında bir de içerdiği sağmsal (tıbbi) ve salgmbilimsel çelişkilerle
de değerini yitirir. Domuz insana hastalık bulaştıran bir taşıyıcıdır, doğru
ama Müslümanlar ve Yahudilerce bol bol tüketilen öteki evcil hayvanlar da
öyledir. Örneğin, az pişirilmiş sığır eti parazitlerin, özellikle de şeritlerin
bir kaynağıdır, öyle ki bunlar insanm bağırsakları içinde beş-altı metrelik bir
uzunluğa erişebilirler, ciddi kansızlıklara yol açar, ve öteki bulaşıcı
hastalıklara karşı direnci azaltırlar. Sığırlar, keçiler, ve koyunlar da
azgelişmiş ülkelerde ateş, titreme, terleme, halsizlik, acı, ve ağrılarla
seyreden bakteri kökenli yaygın bir hastalık olan malta hummasını (brucellosis)
bulaştıran hayvanlardır. Hastalığın en tehlikeli biçimi, keçiler ve
koyunlardan geçen Brucellosis melitensis'dir. Onun belirtileri
uyuşukluk, sinirlilik, ve yanlışlıkla psikonevroza benzetilen zihinsel
bunalımdır. Nihayet, domuzlardan değil, ama sığırlar, koyunlar, keçiler, atlar,
ve katırlardan geçen bir şarbon'hastalığı vardır. Öldürücü sonuçları seyrek
olan, ve mikrop almış bireylerde hastalık belirtileri bile göstermeyen
trişinozdan farklı olarak, şarbon çoğu kez vücut çıbanlarıyla başlayıp hızla
ilerler ve kan zehirlenmesi nedeniyle ölümle sonuçlanır. Geçmişte Avrupa ve
Asya'yı kasıp kavurmuş olan büyük şarbon salgınları 1881'de Louis Pasteur
tarafından şarbon aşısı geliştirilinceye değin kontrol altına alınmış değildi.
Yehova'nın şarbon taşıyıcı evcil hayvanlarla ilişkiye girilmesini
yasaklamakta başarısız kalması Maimunî'nin açıklamasına darbe vurmuştur, çünkü
hayvanlardaki bu hastalık ile insan arasındaki ilişki boyunca biliniyordu.
Çıkış Kitabı'nda[4]
betimlendiği üzere, Mısırlılara karşı gönderilen belalardan biri, hayvan
şarbonunun belirtileriyle bir insan hastalığı arasındaki bağlantıyı açıkça
ortaya koyar :
... ve
insanda ve hayvanda irin çıkaran çıbanlar oluştu. Ve sihirbazlar çıbanlar
nedeniyle Musa'nın önünde tutunamadılar, çünkü sihirbazlarda ve bütün
Mısırlılarda çıbanlar vardı.
Bu çelişkiler karşısında, Yahudi ve Müslüman
tanrıbilimcilerin büyük bölümü domuzdan tiksinmenin doğalcı bir temelini
aramaktan vazgeçtiler. Son zamanlarda yandaş kazanan açıkça gizemci bir tutuma
göre, beslenme tabularına uymakla sağlanan kayra (inayet) Yehova'nın tam olarak
neyi düşündüğünün bilinmemesine ve bilinmek istenmesine dayanır.
Modern antropoloji bilginleri de benzer
bir çıkmazın içindedir. Örneğin, bütün yanılgılarına karşın, Moses Maimuni The
Golden Bough'm {Altın Dal) ünlü yazarı Sir James Frazer'den daha açıklayıcı
olmuştur. Frazer'in açıkça bildirdiğine göre domuzlar, "başlangıçta, pis
denen bütün o hayvanlar" gibi "kutsaldılar; onların yenmemesinin
nedeni başlangıçta tanrısal olmalarıydı." Bu düşüncenin hiç bir yardımı
olmaz, çünkü koyunlar, keçiler, ve inekler de bir zamanlar Orta Doğu'da
tapılan hayvanlardı, ama gene de bunların etleri bölgedeki tüm etnik ve dinsel
gruplarca çok beğeniliyodu. Özellikle de inek, ki onun altın buzağısına Sina
Dağı'nın eteklerinde tapılırdı, Frazer'in mantığına göre İbraniler için
domuzdan daha pis olmalıydı.
Başka bilginlerce ileri sürüldüğüne göre
domuzlar, bir zamanlar, Incil'de ve Kuran'da tabu konusu yapılan öteki hayvanlarla
birlikte, değişik kabilelerin totem simgeleriydiler. Tarihin uzak bir
geçmişinde bu böyle olmuş olabilir, ama biz eğer bu olasılığı kabul edersek, o
zaman bizim sığırlar, koyunlar, ve keçiler gibi "temiz" hayvanların
da totem olarak hizmet etmiş olabileceklerini de kabul etmemiz gerekir. Totem
konusunda yazılan bir çok yazıda belirtilenin tersine, totemler genellikle bir
besin kaynağı olarak değerlendirilen hayvanlar değildirler. Avusturalya ve
Afrika'da bulunan ilkel klanlar arasındaki en ünlü totemler kara kargalar ve
ispinozlar gibi görece yararsız kuşlar, ya da tatarcıklar, karıncalar, ve
sivrisinekler gibi böcekler, ya da hatta bulutlar ve kayalar gibi cansız
nesnelerdir. Üstelik, totem değerli bir hayvan olduğu zaman bile, onunla
ilgisi bulunan insanların onu yemelerini engelleyen değişmez bir kural da
yoktur. Yeğlenebilecek bunca yol varken, domuzun bir totem olduğunu söylemek
hiç bir şeyi açıklamaz. İnsan pekala şunu da söyleyebilir: "Domuz
tabulaştırıldı çünkü tabulaştırıldı."
Ben Maimuni'nin yaklaşımını yeğlerim. Hiç
olmazsa bu haham tabuyu açıkça dünyasal ve kılgısal (pratik) güçlerin işleyişini
içeren doğal bir sağlık ve hastalık bağlamı içine yerleştirerek anlamaya
çalışmıştır. Buradaki tek güçlük onun domuzdan tiksinmenin geçerli koşullarına
ilişkin görüşünün bir hekimin vücut patolojisine olan ilgisinin tipik darlığına
dayanmasıdır.
Domuz bilmecesinin çözümü bizden kamu
sağlığıyla ilgili çok daha geniş bir tanımı, hayvanların, bitkilerin, ve
insanların elverişli doğal ve külltürel topluluklar içinde birlikte yaşamalarını
sağlayacak temel süreçleri içeren bir tanımlamayı kabul etmemizi ister.
İncil'in ve Kuranın domuzu mahkum etmesinin nedeni sanırım domuz çiftliklerinin
Orta Doğu'da ki temel kültürel ve doğal ekosistemlerin bütünlüğüne yönelik bir
tehdit oluşturmasıdır.
Önce, tarihin ilk İbranilerinin İ. Ö.
ikibin yılının başlarında, Hz. İbrahim'in çocuklarının Mezopotamya ve Mısır'ın
ırmak vadileri arasındaki engebeli, seyrek nüfuslu çorak'.topraklardaki yaşama
kültürel yönden uyarlanmış olduklarını göz önünde tutalım. İ. Ö. onüçüncü
yüzyılda Filistin’de Ürdün Vadisi’ni fethe başlamalarına değin, İbraniler,
yaşamları hemen tamamiyle koyun, keçi, ve sığır sürülerine bağlı göçebe çobanlardı.
Bütün çoban toplulukları gibi onlar da vahaları ve büyük ırmakları ellerinde
tutan yerleşik çiftçilerle yakın ilişkilerini sürdürüüyorlardı. Zaman zaman bu
ilişkiler daha yerleşik ve tarımsal bir yaşam biçimine doğru olgunlaşıyordu.
İbrahim'in Mezopotamya’daki torunlarının, Yusuf'un Mısır'daki yandaşlarının,
ve İshak'ın Batı Necef'deki yandaşlarının anılan durumda oldukları
anlaşılıyor. Ama Kral Davud'un ve Kral Süleyman'ın yönetimleri altında kent ve
köy yaşamının doruklarda olduğu sırada bile, koyun, keçi, ve sığır sürülerinin
güdülmesi çok önemli bir ekonomik etkinlik olarak sürüp gidiyordu.
Çiftçiliğin ve çobanlığın bu tam anlamıyla
karma modeli içinde, domuz etine karşı konan tanrısal yasak sağlam bir ekolojik
strateji getirmiştir. Göçebe İsrailliler kendi çorak yurtlarında domuz
yetiştiremezlerdi, öte yandan yarı yerleşik ve köylü çiftçi toplulukları için,
domuz bir katkı olmaktan çok bir tehlike oluşturuyordu.
Bunun temel nedeni şudur: Yeryüzünün
çobansal göçebeliğe uygun düşen alanları çok çoraklıktan dolayı sulu tarıma
hiç elverişli olmayan .ve kolaylıkla da sulanamayan ormansız kırlıklar ve
tepelerdir. Bu tür yerlere en iyi uyarlanan evcil hayvanlar geviş getirenler
sığırlar, koyunlar, ve keçilerdir. Geviş getirenlerin midelerinden önce gelen
bölümde yer alan torbaları vardır ki bunlar o hayvanların başlıca selülozdan
oluşan otları,7, yaprakları, ve öbür besinleri bütün öteki
hayvanlardan daha kolayca hazmetmelerini sağlarlar.
Ama, domuz aslında ormanları ve gölgeli
ırmak kıyılarını arayan bir yaratıktır. Her ne k.dar o her şeyi yerse de, onun
en sevdiği besin selülozu az olan besinler kabuklu yemişler, rneyvalar, yumru
kökler, ve özellikle de tahıl taneleridir ki bu onu insanın doğrudan doğruya
rakibi haline getirir. O yalnızca çayır otuyla yaşayamaz, ve dünyanın hiç bir
yerinde tam anlamıyla göçebe olan çobanlar önemli sayıda domuz yetiştirmezler.
Domuzun başka bir sakıncası da uygun bir süt kaynağı olmaması ve uzun
mesafeler boyunca güdülmesinin herkesçe bilinen güçlüğüdür.
Hepsinden önemlisi, termodinamik açıdan
domuz, Necefin, Ürdün Vadisi'nin, ve Incil'in ve Kuran'ın yayıldığı öteki
toprakların sıcak, kuru iklimine uyarlanamaz. Sığırlar, keçiler, ve koyunlarla
karşılaştırıldığında, domuzun vücut ısısını düzenleme dizgesi yetersizdir.
"Domuz gibi terlemek" deyimine karşın, son zamanlarda ispatlanmış
bulunmaktadır ki domuzlar hiç terleyemezler. Bütün memelilerin en çok
terleyeni olan insanlar, vücut yüzeyinin her metre karesinden bir saat içinde
vücut sıvısının 1000 gram kadarını buharlaştırarak kendilerini serinletirler.
Domuzun metrekare başına buharlaştırabileceği sıvı miktarı en çok 30 gramdır.
Koyunların bile derilerinden buharlaştırdıkları vücut sıvısı miktarı domuzlarınkinden
iki kat fazladır. Ayrıca, koyunların avantajı sahip oldukları kaim beyaz yünün
hem güneş ışınlarını yansıtması, hem de havanın ısısı vücut ısısının üzerine
çıktığında yalıtımı sağlamasıdır. İngiltere'de, Cambridge'de Tarımsal
Araştırma Konseyi Hayvan Fizyolojisi Enstitüsü'nden L. E. Mount'a göre yetişkin
domuzlar eğer havanın ısısı 32°C'nin üzerinde iken doğrudan doğruya güneş
ışığına maruz kalırlarsa ölürler. Ürdün Vadisinde, hava ısıları hemen hemen her
yaz 35°C'yi bulur, ve bütün yıl boyunca güneş ışığı yoğundur.
Koruyucu kıllar m eksikliğini ve terleme
yeteneksizliğini telafi etmek üzere, domuz derisini dışardaki nemle serinletmelidir.
Bunun için taze, temiz çamur içinde yuvarlanmayı yeğler, ama eğer hiç bir şey
bulamazsa kendi derisini kendi idrar ve dışkılarıyla ıslatır. Ahırlara
kapatılan domuzlar, 29°C'nin altında, dışkılarını uyuyup beslendikleri
yerlerin uzağına çıkarırlar, oysa _29°Cnin üzerinde ahırın her yanma
dışkılarını gelişigüzel bırakırlar. Isı ne denli yükselirse onlar da o denli
,''pis"leşirler. O halde domuzun dinsel kirliliğini gerçek fiziksel
kirliliğe dayandıran kuramda bir doğruluk payı vardır. Ancak her yerde kirli
olmak domuzun doğasında var olan bir şey değildir; tersine domuzun kendi
dışkısının serinletici etkisine en yüksek düzeyde bağımlı kalmasına yol açan
etken Orta Doğu'nun doğal yaşam ortamının sıcak ve çorak olmasıdır.
Koyunlar ve keçiler Orta Doğu'da, belki
İ.Ö. 9000 yıllarında evcilleştirilen ilk hayvanlardır. Domuzlar aynı bölgede
aşağı yukarı 2000 yıl kadar sonra evcilleştirilmişlerdir. Tarih öncesi ilk
köy çiftliklerinde arkeologlarca yürütülen kemik sayımlarından anlaşıldığına
göre evcilleştirilmiş domuz hemen daima köy direyinin (faunasının) görece küçük
bir parçasını oluşturmuştur ve bu da besin hayvanı kalıntılarının ancak yüzde
5'i dolayındadır. Kendisine gölgelik yer ve çamur yatağı bulunması gereken,
sütü sağılamayan, ve insanla aynı besini yiyen bir yaratığın kalıntı payının
böyle olması beklenir.
Sığır eti üzerindeki Hindu yasağı
örneğinde belirttiğim gibi, sanayi öncesi koşullarda, başlıca eti için
yetiştirilen her hayvarı bir lükstür. Bu genelleme aslında et için sürülerinden
seyrek olarak yararlanan sanayi öncesi çobanları için de geçerlidir.
Orta Doğunun eski karma çiftçi ve çoban
toplulukları, evcil hayvanlarım aslında süt, peynir, deri, gübre kaynağı
olarak ve toprak sürmekte değerlendirirlerdi. Keçiler, koyunlar, ve sığırlar
anılan hizmetleri bol bol verirler ve ayrıca zaman zaman da biraz yağsız et
sağlarlardı. Bu yüzden, ta başlangıcından beri, özlü, yumuşak, ve yağlı olma
nitelikleri nedeniyle beğenilen domuz eti lüks bir besin sayılmış olmalıdır.
İ. Ö. 7000 ile 2000 yılları arasında domuz
eti daha da lüks bir nesne haline geldi. Bu dönem boyunca Orta Doğu'nun insan
nüfusunda altmış kat bir artış oldu. Özellikle geniş koyun ve keçi sürülerinin
verdiği sürekli zararların bir sonucu olarak ortaya çıkan orman azalması nüfus
artışlarına eşlik etti. Domuz yetiştirmenin doğal koşullan olan, gölge ve su,
gittikçe daha da azaldı, ve hatta domuz eti ekolojik ve ekonomik bakımdan
gitgide daha lüks bir nesne haline geldi.
.Sığır eti yeme tabusu örneğinde olduğu gibi, dayanılmaz
istek ne denli büyük olursa, tanrısal müdahale gereği de o denli büyük olur.
Aradaki bu ilişki tanrıların yakın akrabalar arası cinsel ilişki ve zina gibi
ayartıcı cinsel eğilimlerle savaşmaya jher zaman böylesine ilgi göstermelerinin
nedenini açıklamakta genellikle uygun bir araç olarak kabul edilmiştir. Burada
ben bu bağlantıyı yalnızca baştan çıkaran bir besine uyguluyorum. Orta Doğu
domuz yetiştirmek için yanlış bir yerdir, ama domuz eti de hep zevk veren özlü
bir besindir. İnsanlar bu tür günah çağrılarına karşı kendi başlarına
direnmekte hep güçlük çekerler. İşte bu nedenle Yehova'nın domuzların besin
olarak pis olmakla kalmayıp onlara dokunmanın bile pislik olduğunu söylediği
bilinir. Allah'ın da aynı nedenle aynı mesajı yinelediği biliniyor: Büyük
sayılarda domuz yetiştirmeye çalışmak ekolojik uyarlanmaya aykırıdır. Küçük
çaplı üretim ise yalnızca günaha çağrının etkisini arttıracaktır. O halde,
domuz eti tüketimini hepten yasaklamak, ve keçi, koyun, ve sığır yetiştirmekte
yoğunlaşmak daha uygundur. Domuzlar lezzetlidir ama onları yetiştirmek ve
onları serin tutmak çok pahalıdır.
Geriye kalan bir çok soru var, özellikle
örneğin Incil'de yasaklanan öteki yaratıklardan her biri akbabalar, yırtıcı
kuşlar, yılanlar, salyongozlar, kabuklu deniz hayvanları, pulsuz balıklar, ve
benzerleri acaba neden aynı tanrısal tabunun kapsamına girdiler. Ve Yahudiler
ve Müslümanlar, artık Orta Doğu'da yaşıyor olmasalar bile değişen ölçülerdeki
kesinlik ve çabalarla eski besin yasalarına uymayı neden sürdürüyorlar? Bana
öyle geliyor ki yasaklanan kuş ve hayvanların büyük bölümü genel olarak açıkça
iki kategoriden birine giriyor. Bazıları, örneğin balık kartalları, akbabalar,
ve yırtıcı kuşlar, potansiyel anlamda bile önemli besin kaynakları
değildirler. Ötekilerin, örneğin kabuklu deniz hayvanlarının karma
çoban-çiftçi toplulukları için geçerli olmadıkları apaçıktır. Bu
tabulaştırılmış yaratıklar kategorilerinin hiç biri benim yanıtlamaya
koyulduğum türden bir sorunun yani besbelli garip ve israfçı bir tabunun
açıklanmasına yönelik bir sorunun sorulmasma yol açmaz. Bir insanın akşam
yemeği için akbabaları avlamağa zaman harcamamasınm, ya da yarım kabuklu bir
tabak midye için çöllerde elli mil yürümemesinin her halde us dışı hiç bir yanı
yoktur.
Dinsel yaptırımlara bağlanmış bütün
beslenme biçimlerinin ekolojik açıklamalarının bulunduğu savını reddetmenin
şimdi tam sırasıdır. Tabuların toplumsal işlevleri de vardır, örneğin bunlar
insanların kendilerini özel bir topluluk olarak gör~melerine yardım eder. Bu
işlev kendi anayurtları Orta Doğu' nun dışında yaşayan Müslümanlar ve Yahudiler
tarafından beslenme kurallarına gösterilen çağcıl uyumla iyi bir biçimde yerine
getirilmektedir. Bu tutuma yöneltilecek soru, yerleri kolayca doldurulamayan
kimi besinlerden yoksun bırakılarak Yahudilerin ve Müslümanların günlük ve
dünyasal gönençlerinin böylece önemli ölçüde azalıp azalmayacağı sorusudur.
Sanırım sorunun yanıtı hemen daima olumsuzdur. Ama ayartıcı çağrının bir başka
çeşidine, her şeyi açıklama çağrısına, direnmem için bana izin verin. Sanırım
bilmecenin öteki yarısına, domuz sevenlere dönersek domuzdan tiksinenler
hakkında edineceğimiz bilgi daha çok olacaktır.
Domuz sevgisi Müslümanların ve Yahudilerin
domuzlara yükledikleri tanrısal hakaretin anlamlı bir karşıtıdır. Bu duruma
yalnızca domu? çti yemeğine yönelik tad alma coşkusuyla varılmış değildir.
Avrupa-Amerika ve Çin geleneklerini de içeren mutfak geleneklerinde domuz eti
ve yağı saygı görür. Domuz sevgisi başka bir şeydir. O insanla domuz arasındaki
tam bir yakınlık halidir. Domuzların varlığı Müslümanların ve Yahudilerin
insansal durumlarını tehdit eder, buna karşılık, domuz sevgisi bulunan çevrede
insan domuzların eşliği olmadan gerçekten insan olamaz.
Domuz sevgisi domuzları ailenin birer üyesi
gibi yetiştirmeyi içerir, onların yanında uykuya yatılır, onlarla konuşulur,
onlar sıvazlanır ve sevgiyle okşanır, isimleriyle çağrılır, boyunlarına tasma
takılarak tarlalara götürülür, onlar hastalanınca ya da yaralandıklarında
gözyaşı dökülür, ve aile sofrasından seçilen yiyeceklerle beslenirler. Ama
Hinduların inek sevgisinden farklı olarak, domuz sevgisi zorunlu durumda domuz
kurban etmeyi ve özel günlerde domuz eti yenmesini de içerir. Hayvanın
törensel amaçla kesilmesi ve yapılan kutsal şölen nedeniyle, domuz sevgisinin
insanla hayvan arasında sağladığı dostluk olanağı Hindu çiftçi ile ineği
arasındakine göre daha geniştir. Domuz sevgisinin vardığı doruk noktası domuzun
kendisini yiyen insanın vücuduna et olarak ve ataların ruhuna da ruh olarak katılmasıdır.
Domuz sevgisi ölmüş babanızın mezar
yerinde sevilen dişi bir domuzun öldürülünceye değin dövülmesiyle ve hemen
orada kazılıp yapılan bir toprak fırında kızartılması yoluyla babanızı
onurlandırıyor. Domuz sevgisi kayınbiraderinizin ağzını onu vefalı ve mutlu
kılmak amacıyla avuçlar dolusu soğuk, yumuşak etli tuzlanmış yağ ile tıkabasa
dolduruyor. Hepsinden önemlisi, domuz sevgisi bir kuşak boyunca bir ya da iki
kez düzenlenen büyük domuz şölenidir; ataların domuz eti özlemini gidermek,
toplu sağlığı korumak, ve gelecek savaşlardaki utkuyu güven altına almak
amacıyla yetişkin domuzların büvük çoğunluğu kesilir ve oburca yenip yutulur.
Michigan
Üniversitesinden Profesör Rappaport Yeni Gine'nin Bismarck Dağlarının ıssız
bölgelerinde yaşayan bir kabileler grubu olan ve domuz seven Maring'lerle
domuzlar arasındaki ilişki hakkında ayrıntılı bir inceleme yapmıştır. Rappaport
Piys for the Ancestors: Ritııal in tlıe Ecolgy of a Nem Gııinea People
(Atalar için Domuzlar: Bir Yeni Gine Halkının Ekolojisinde Dinsel Tören)
adlı yapıtında domuz sevgisinin bazı temel insan sorunlarının çözümüne nasıl
katkıda bulunduğunu betimler.
Her yöresel Maring altgrubu ya da klanı
ortalama her on jki yılda bir domuz şöleni düzenler. Çeşitli hazırlıkları,
küçük çaplı kurban etmeleri, ve son kitlesel öldürmeyi kapsayan bütün £Ölen
aşağı yukarı bir yıl sürer ve Maring dilinde kaiko olarak bilinir.
Kendi kaiko'sunun sona ermesinin hemen ardından iki ya da üç ay içinde,
klan düşman klanlarla silahlı çatışmaya girişir, bu da bir çok zayiata ve
olasılıkla toprak yitimine ya da kazanmama yol açar. Savaş sırasında yeniden
domuzlar kurban edilir, ve gerek utku elde edenler gerekse yenilenler kısa zamanda
görürler ki kendi atalarına yaranmalarını sağlayacak yetişkin domuzların
hepsinden yoksun kalmışlardır. Çatışma birden kesilir, ve savaşçılar rıımbim
olarak bilinen küçük ağaçlar dikmek üzere kutsal yerlere topluca giderler.
Klan üyesi her yetişkin erkek, toprağa dikildiği sırada rıımbim fidanını
elleriyle tutarak bu dinsel törene katılır.
Savaş büyücüsü atalara seslenir, onlara
ellerinde domuz kalmadığını ve yaşıyor olmaktan dolayı minnettar olduklarını
açıklar. O artık savaşın sona erdiği ve toprak üzerinde rumbim fidanları
varoldukça düşmanlıkların yeniden başlatılmayacağı konusunda atalara söz verir.
Artık bundan böyle yaşayanların düşünce ve çabaları domuz yetiştirmeğe yönelir;
savaşçıların rıımbim fidanlarını sökmeyi ve savaş alanına dönmeyi düşünmeleri
ancak atalara gereğince teşekkür etmeyi sağlayacak güçlü bir kaiko için
yeterli sayıda bir, domuz sürüsü yetiştirilince gerçekleşir.
Tsembaga adlı bir klanı ayrıntılı bir
biçimde inceleyerek, Rappaport şunu göstermeyi başarmıştır ki bütünüyle bir çevrim
biribiri ardından gelen kaiko, savaş, rmııbım fidanlarının
dikilmesi, ateşkes, yeni bir .domuz sürüsünün yetiştirilmesi, nıııılnııı
fidanlarının sökülmesi, ve yeni bir faüto'dan oluşan çevrimçılgına dönmüş
bulunan domuz çiftçilerinin sergiledikleri bir psikodramadan ibaret değildir.
Bu çevrimin her parçası, kendi kendini düzenleyen bir ekosistem olan bir
kompleksle bütünleşmiştir. Bu kompleks Tsembaga'nın insan ve hayvan nüfusunun
oylum ve dağılımını eldeki kaynaklara ve üretim olanaklarına göre etkili bir
biçimde ayarlar.
Maring'lerin domuz sevgisinin
açıklanmasını sağlayacak en önemli soru şudur: Atalara gereğince teşekkür
etmeleri için yeterli sayıda domuza ne zaman sahip olduklarına nasıl karar
verirler? Maring'lerin kendileri uygun bir kaiko düzenlemek için aradan
kaç yıl geçmesi gerektiğini ya da kaç domuza gerek duyulduğunu söyleyebilecek
durumda değildiler. Belli bir insan ve hayvan sayısı üzerinde karar kılmaları
hemen hemen olanaksızdır çünkü Maring'lerde takvim yoktur ve dilleri üçten
büyük rakamları anlatacak sözcüklerden yoksundur.
Rappaport tarafından gözlemlenen 1963
tarihli kaiko başladığında Tsembaga'nın 169 domuzu ve aşağı yukarı 200
üyesi vardı. Bu rakamların günlük çalışma düzeni ve yerleşim modelleri
açısından anlamı çevrimin uzunluğunu verecek anahtarı sağlamasıdır.
Yerelması, kulkas, ve tatlı patates
üretilmesi gibi domuz yetiştirilmesi görevi de aslında Maring kadınlarının
işgücüne dayanır. Domuz yavruları insan yavrularının yanısıra bahçelere
götürülürler. Memeden kesildikden sonra, sahibeleri onlara köpekler gibi
arkadan koşmalarını öğretir. Domuzlar dört ya da beş aylıkken sahibeleri onları
artık ya da düşük nitelikli tatlı patates ya da yerelmalanndan oluşan günlük
yiyeceklerini yemek üzere geceleyin geri getirtinceye değin ormanda beslenmeleri
için serbest bırakılırlar. Her bir kadın kendi domuzları büyüyüp sayıları
arttıkça onların akşam yiyeceklerini sağlamak için daha çok çalışmak zorunda
kalır.
Rappaport'un gözlemlerine göre rıııııbiııı
fidanları toprakta kaldığı sürece Tsembaga kadınları daha sonraki kaiko'yu
düşmandan daha önce düzenlemek üzere "yeter" sayıda domuza sahip
olmak amacıyla bahçelerinin boyutunu büyütmek, daha çok tatlı patates ve
yerelması ekmek, ve daha çok domuzu olabildiği kadar çabuk yetiştirmek bir
hayli baskı altında kalıp zorlanırlar. Aşağı yukarı 61 kilo ağırlığında olan
yetişkin domuz ortalama yetişkin bir daha ağır çeker ve, günlük yiyeceğini
kendi bulmasına karşın bir domuzun, bir kadına yüklediği çaba aşağı yukarı
yetişkin bir insanı beslemek için gerektirdiği çaba kadardır. 1963'te rumbinı
fidanlarının sökülmesi sırasında, Tsembaga'nın daha hırslı kadınları, kendileri
ve aileleri için yaptıkları bahçıvanlık işlerine, yemek pişirmeye, çocuk bakımına,
çocukları taşımaya, ve torba, önlük ve peştamal gibi ev eşyası yapımına ek
olmak üzere ayrıca altı tane 61 kiloluk hayvanın bakımını da üstleniyorlardı.
Rappaport'un yaptığı hesaba göre yalnızca altı domuzun bakımı bile sağlıklı,
iyi beslenmiş bir Maring kadınının harcayabileceği toplam günlük enerjinin
yarısından fazlasmı alıp götürür.
Domuz nüfusundaki artışa normal olarak
insan nüfusundaki artış da eşlik etmekte ve bu durum özellikle önceki savaşdan
utkuyla çıkmış olan gruplarda görülmektedir. Domuzlar ve insanlar Bismarck
Dağları'nın yamaçlarını kaplayan tropikal ormandan ağaçların kesilmesi ve
yangınlarla açılan bahçelerden beslenmek zorundadırlar. Öteki tropikal
bölgelerdeki benzer bahçıvanlık dizgelerinde olduğu gibi, Maring bahçelerinin
verimliliği ağaçların yanmasından arta kalan küllerden toprağa geçen azota
dayanır. Bu bahçelerde iki ya da üç yıldan fazla art arda ekim yapılamaz, çünkü
ağaçlar bir kez yok olunca, yeğin yağmurlar azotu ve öteki toprak ürünlerini
hızla silip süpürür. Tek çare başka bir alan seçerek oradaki orman parçasını
yakmaktır. Bir on yıl kadar sonra, eski bahçeler yeter miktarda ikincil
ürünlerle kaplanır; yeniden yakılabilen bu bahçelerde yeniden ekim
yapılabilir. Bu eski bahçe alanları yeğlenir çünkü el değmemiş ormanlara göre
buraları açıp temizlemek daha kolaydır. Ama rıımbim ateşkesi boyunca
domuz ve insan nüfuslarının artışı birden hızlandığı için, eski bahçe
alanlarının olgunlaşması gecikir ve el değmemiş topraklarda yeni bahçeler yapılması
gerekir. Bir çok bakir orman alanı hazır bulunmakla birlikte, yeni bahçe
alanları herkesin üzerine fazladan bir yük yükler ve Maring'lerin kendilerini
ve domuzlarını beslemekte harcadıkları işgücünün olağan verimlilik oranım
düşürür.
Gprevleri yeni bahçeler açıp onları yakmak
olan adamlar bakir ağaçların daha kaim ve daha yüksek olmaları nedeniyle daha
çok çalışmak zorunda kalırlar. Ama en çok acı çekenler kadınlar olur, çünkü
yeni bahçeler köyün merkezinden ister istemez daha uzak mesafede kurulurlar.
Kadınlar domuzlarını ve ailelerini beslemek için yalnızca daha büyük bahçeleri
işlemek zorunda kalmazlar, ama aynı zamanda çalışmaya giderlerken
zamanlarının gittikçe daha çoğunu sırf yürüyüşte harcamak, ve yavru domuzları
ve bebekleri bahçeden eve, evden bahçeye, ayrıca, hasat edilmiş yerelmaları ve
patateslerden oluşan ağır yükleri bahçeden evlerine taşırlarken enerjilerinin
gittikçe daha çoğunu da tüketmek zorunda kalırlar.
Bir başka baskı kaynağı da kendi
kendilerine beslenmeleri için başı boş bırakılan yetişkin domuzların yiyip
bitirmelerine karşı bahçeleri korumanın gerektirdiği artan çabalardan doğmaktadır.
Her bahçe domuzları dışarıda tutmak üzere dayanıklı bir çitle çevrilmelidir.
Ne var ki, 68 kiloluk aç bir dişi domuz korkunç bir düşmandır. Domuz sürüsü
büyüdükçe çitlerin kırılması ve bahçelerin saldırıya uğraması daha sık görülür.
Eğer öfkeli bir bahçıvan tarafından yakalanırsa, suç işleyen domuz
öldürülebilir. Bu tatsız olaylar komşuları karşı karşıya getirir ve genel
hoşnutsuzluk duygusunu arttırır. Rappaport' un gösterdiği gibi, domuzlardan
doğan olaylar ister istemez domuzların kendilerinden daha hızlı artarlar.
Bu tür olaylardan kaçınmak ve bahçelerine
daha yakın olmak için, Maring'ler evlerini birbirinden uzak olmak üzere daha
geniş bie alana taşırlar. Bu dağılma düşmanlıkların yinelenmesi halinde grupun
güvenliğini azaltır. Bundan dolayı herkes daha sinirli olur. Kadınlar çok
çalışmaktan yakınmaya başlarlar. Önemsiz konularda kocalarıyla çekişirler ve
çocuklarını azarlarlar. Çok geçmeden erkekler acaba "yeterli domuz"
var mı diye düşünmeye başlarlar. Gidip runıbinı fidanlarının ne kadar
büyüdüklerini kontrol ederler. Kadınlar daha yüksek sesle yakınırlar, ve
sonunda erkekler, nerdeyse oybirliğiyle ve domuzları saymaksızın, kaiko'ya
başlama zamanının gelmiş olduğu konusunda anlaşırlar.
Tsembaga'lar, kaiko yılı olan 1963 boyunca,
domuzlarının sayıca dörtte üçünü ve ağırlıkça sekizde yedisini öldürmüşlerdir.
Bu etlerin çoğu akrabalara ve yıl boyu süren şenliklere katılmağa çağırılmış
bulunan askersel bağlaşıklara dağıtılmıştır. 7 ve 8 Kasım 1963'de yapılan
doruksal ayinlerde, 96 domuz kesilmiş ve bunların etleri ve yağları doğrudan ya
da dolaylı olarak yaklaşık iki ya da üç bin kişiye dağıtılmıştır. Tsembaga'lar
domuz etleri ve yağların aşağı yukarı 1135 kilosunu ya da her bir erkek, kadın,
ve çocuk başına 5.5 kilosunu kendilerine ayırmışlar ve bunları art arda beş
gün içinde kontrolsuz bir oburlukla tüketmişlerdir.
Maring'ler bağlaşıklarını daha önceki yardımlarından dolayı
ödüllendirmek ve gelecek çatışmalarda da onların bağlılıklarını korumaya
çalışmak üzere kaiko'yu bilinçli biçimde bir fırsat olarak kullanırlar.
Bağlaşıklara gelince onlar da kaiko'ya katılma çağrısını kabul ederler
çünkü bu onlara çağrı sahiplerinin sürekli bir desteği haketmek için yeterince
gönençli ve güçlü olup olmadıklarını görme olanağı verir; kuşkusuz, bağlaşıklar
da domuz eti açlığı içindedirler.
Konuklar en güzelinden giyinip kuşanırlar. Boncuk ve deniz
kabuğundan yapılmış kolyeler, baldırlarının çevresine deniz kabuğundan çorap
bağları, orkide liflerinden kuşaklar, kenarı keseli hayvan kürküyle kaplı mor
çizgili peştemallar, kalçalarında yastıkla üstleri örtülmüş yığın yığın
akordiyon biçimli yapraklar takınırlar. Kartal ve papağan tüylerinden yapılmış
taçlar başlarını çevreler, bunlar orkide sapları, yeşil böcekler ve deniz
kabuklarıyla süslenir, ve tepelerinde içi doldurulmuş bir cennet kuşu buJunur.
Herkes özgün bir tasarımla yüzünü boyamaya saatler harcar, ve herkes en güzel
cennet kuşu tüyünü burnundan geçirilmiş biçimde ve sevilen bir diskle ya da
altın kenarlı ayça biçimli bir deniz kabuğuyla birlikte takınır. Ziyaretçiler
ve ev sahipleri özel olarak yapılmış dans alanında uzun bir süre dans ederek
biribirlerine gösteriş yaparlar, böylece bir yandan kadın seyircilerle aşk
bağlantıları ve erkek savaşçılarla da askersel bağlantılar kurmak için ortam
hazırlarlar.
1963'de Rappaport'un tanık olduğu büyük
toplu domuz kesimini izleyen ayinlere katılmak üzere sayısı bini aşkın insan
Tsembaga dans alanına doluştu. Dans alanlarına bitişik üç cepheli bir tören
binasının penceresinin arkasına tuzlanmış domuz yağı içeren özel ödül
paketleri tepeleme yığıldı.
Rappaport'un sözcükleriyle:
"Birkaç adam
yapının tepesine tırmandılar ve oradan onurlandırılmış kimselerin isimlerini
ve klanlarını büyük topluluğa birer birer açıkladılar. İsmi söylendiğinde,
onurlandırılmış olan her adam baltasını sallayıp bağırarak . . . pencereye
doğru saldırıya geçti. Onu destekleyenler, savaş naraları atarak, davullar
çalarak, silahlarını sallayarak onu yakından izlediler. Pencerede
onurlandırılmış adamın ağzı Tsembaga’lar tarafından tuzlanmış yağlı yumuşak
etle tıka basa dolduruldu. Sonra Tsembaga’lar son savaşta kendilerine yardıma
gelmiş ve onurlandırılmış adama kendi yandaşları için tuzlanmış yumuşak etleri
içeren bir paketi pencereden verdiler. Ağzından sarkan yağlı yumuşak etiyle batur
adam şimdi geri çekildi, hemen ardındaki destekçileri bağırarak, şarkı
söyleyerek, davullarını çalarak, dans ederek onu izlediler. Onurlanmış bir
ismi hemen bir başka onurlanmış isim izledi, ve pencereye doğru saldırıya geçen
gruplar zaman zaman oradan çekilenlerle karman çorman oldular".
Maring'lerin temel teknolojik ve çevresel
koşullarıyla belirlenen sınırlar içinde, bütün bunların kılgısal bir
açıklaması vardır. Herşeyden önce, beslenmelerinde genel olarak etin pek az
yer alması nedeniyle domuz etine olan büyük özlem Maring yaşamının tamamıyla
ussal bir özelliğidir. Onlar başlıca ürünleri olan sebzeleri ara sıra
kurbağalar, fareler, ve avladıkları üç beş keseli hayvanla destekleyebilirlerse
de, evcilleştirilmiş domuz yüksek kaliteli hayvansal yağ ve protein gereğini
karşılayabilecek en iyi kaynaktır. Bu durum Maring'lerin ağır bir protein yetersizliği
çektikleri anlamına gelmez. Tersine, yerelmaları, tatlı patatesler, kulkas, ve
öteki bitkisel ürünlerle beslenmeleri doyum veren bol çeşitli proteinler
sağlar ama bunlar en az beslenme standartlarını fazla aşan değerde
değildirler. Ama, proteinlerin domuzlardan almması başka bir şeydir.
Genellikle hayvansal protein bitkisel proteinden çok daha güçlüdür ve
metabolizma yönünden daha etkilidir, bundan ötürü beslenmeleri bitkisel
ürünlerle sınırlanmış (peynir, süt, yumurta, ya da balıkdan yoksun) insan
toplulukları için et her zaman dayanılmaz bir özlem olmuştur.
Üstelik, Maring'lerin domuz
yetiştirmeleri, bir noktaya kadar ekolojik açıdan yerindedir. Isı ve nem
idealdir. Domuzlar dağ yamaçlarınm nemli, gölgeli çevresinde iyi gelişirler ve
besinlerinin büyük bölümünü orman toprağı üzerinde serbestçe dolaşarak elde
ederler. Bu koşullar altında domuz etinin tamamıyla yasaklanması Orta Doğunun
çözüm yolu usa ve ekonomiye en aykırı bir uygulama olur.
Öte yandan, domuz nüfusunun sınırsız
artışı insanla domuz arasında ancak yarışmaya yol açabilir. Eğer bu artış aşırıya
varırsa, domuz çiftçiliği kadınların yükünü taşınmaz hale getirir ve
Maring'lere yaşayabimeleri için dayanak olan bahçelerin varlığını tehlikeye
sokar. Domuz nüfusu arttıkça, Maring kadınları gittikçe daha çok çalışmak
zorunda kalırlar. Sonunda bir de bakarlar ki insanları değil domuzları beslemek
için çalışmaktadırlar. Bakir topraklar kullanıma açıldıkça, bütün tarımsal
dizgenin verimliliği düşer. İşte kaiko bu sırada ortaya çıkar, burada
ataların rolü domuz yetiştirmede gösterilecek çabayı en güçlü biçimde
desteklemek, aynı zamanda domuzların kadınları ve bahçeleri mahvetmelerini önlemektir.
İtiraf etmeli ki onların görevi Yehova'nın ya da Allah'mkinden daha güçtür,
çünkü bütünsel bir tabuyu uygulamak kısmi olanı uygulamaktan her zaman daha
kolaydır. Bununla birlikte, ataların mutluluğunu sürdürmek için, bir kniko’nun
bir an önce yapılmasının gerekli olduğuna ilişkin inanç Maring'leri artık
asalaklaşan hayvanlardan büyük ölçüde kurtarır ve domuz nüfusunun
"fazlasının zararlı olmasının" önlenmesine yardım eder.
Eğer atalar böylesine akıllıysalar, onlar
neden sadece her bir Maring kadınının yetiştirebileceği domuzların sayısına bir
jsınır koymuyorlar? Domuz nüfusunun kıtlık ve bolluk ınları arasında gidip
gelmesine izin vermektense domuzları değişmez bir sayıda tutmak daha uygun
değil midir?
Eğer her bir Maring klanının nüfus artışı sıfır
olsa, düşmanları olmasa, tamamıyla değişik bir tarım yapışma, güçlü
yöneticilere, ve yazılı yasalara sahip olsa kısacası, Maring'ler Maring
olmasalardı, sözü edilen seçenek yeğlenebilirdi. Hiç kimse, hatta atalar bile,
hangi sayıdaki domuz için "fazlasının zararlı olacağını" önceden
göremez. Domuz nüfusunun artık yük olmaya başladığı sayı her hangi bir
değişmezler takımına değil, ama tersine yıldan yıla değişiklik gösteren bir
değişkenler takımına bağlıdır. Bu sayı bütün bölgede ve her bir klanda ne
kadar insan bulunduğuna, bunların fiziksel ve tinsel güçlerine, topraklarının
büyüklüğüne, ellerindeki yedek orman alanı miktarına, komşu topraklardaki
düşman grupların durumuna ve niyetlerine bağlıdır. Tsembaga'nın ataları sadece
"senin dört domuzun olacak, daha fazlası değil" diyemezler, çünkü şu
klanların, yani, Kundugai, Dimbagai, Yimgagai, Tuğuma, Aundagai, Kauwasi,
Monambant'ın ve bütün ötekilerin atalarının bu sayıya rıza göstermelerini
güvence altına almanın bir yolu yoktur. Bütün bu gruplar yeryüzü
kaynaklarındaki bir paya yönelik olan kendi savlarını geçerli kılmak için bir
savaşıma girerler. Bu savlar savaşla ve savaş tehdidiyle yoklanır ve mihenge
vurulur. Ataların domuzlara yönelik o doymak bilmez iştahı Maring'ler
tarafından yapılan bu silahlı yoklama ve mihenge vurmanın bir sonucudur.
Ataları memnun etmek üzere, yalnızca elden
geldiği kadar çok besin üretmek için değil, ama bu besini bir domuz sürüsü
biçiminde arttırmak için en büyük çaba harcanmalıdır. Bu çaba, çevrimsel domuz
fazlalıklarıyla sonuçlansa bile, grubun yaşayabilme ve toprağını savunma
yeteneğini yükseltir.
Bunu değişik yollardan başarır. Öncelikle, ataların büyük
domuz iştahından kaynaklanan ek çaba rııtııbinı ateşkesi boyunca bütün
grubun protein alım düzeyini yükseltir, bu da nüfusun daha uzun boylu, daha
sağlıklı, ve daha güçlü olmasına yol açar. Ayrıca, atalar kaiko'yu
ateşkes'in sonuna getirmek suretiyle, toplumsal gerilimin en yoğun olduğu
dönemde gruplararası çatışmanın başlamasının hemen öncesindeki aylar içinde kitlesel
dozlarda yüksek nitelikli yağ ve proteinlerin tüketilmesini güvence altına
alırlar. Sonunda, Maring klanları. besin fazlasını beslensel yönden değerli
domuz eti halinde büyük miktarlarda saklayarak, savaşın gene çıkmasının hemen
öncesinde, bağlaşıkları (müttefikleri) kendilerine çekip ödüllendirmeyi
başarırlar.
Tsembaga'lar ve komşuları domuz yetiştirmekteki başarıyla
askersel güç arasındaki ilişkinin bilincindedirler. Kaiko sırasında
kesilen domuzların sayısı konuklara şölen düzenleyenlerin sağlığını,
enerjisini, ve kararlılığını değerlendirme konusunda tam bir dayanak sağlar.
Domuzları çoğaltmayı beceremeyen bir grup kendi toprağım iyi savunamayacak, ve
güçlü bağlaşıkları kendine çekemeyecektir. Kaiko sırasında atalara yeterince
domuz eti verilmemesi halinde savaş alanı üzerinde asılı durup korku salan
yenilgi önsezisi hiç de usdışı bir sezi değildir. Rappaport bence, haklı
olarak vurgular ki bir grubun elindeki domuz fazlasının boyutu, derin ekolojik
anlamıyla, o grubun üretsel ve askersel gücünü gerçekten ortaya koyar ve toprağa
yönelik savlarını ya geçerli ya da geçersiz kılar. Başka deyişle, konuya insan
ekolojisi açısından bakın ca, bütün dizge bitkilerin, hayvanların, ve
insanların bölgede verimli bir biçimde dağılmasına yol açar.
Kuşkum yoktur ki şimdi bir çok okuyucu domuz sevgisinin
uyarlanmaya elverişsiz ve fazlasıyla verimsiz olduğunu vurgulamak isteyecektir
çünkü o sevgi savaşların dönemsel olarak ortaya çıkışlarına göre
ayarlanmıştır. Eğer savaş usdışıysa, o zaman kaiko da öyledir. Gene, her
şeyi bir çırpıda açıklamanın dayanılmaz çekiciliğine direnmeme izin veriniz.
Gelecek bölümde Maring savaşının dünyasal nedenlerini tartışacağım. Ama
şimdilik, şunu belirtmek isterim ki savaşın nedeni domuz sevgisi değildir.
Asla bir domuz bile görmemiş olan milyonlarca insan düşmana savaş açarlar;
sonra domuzdan tiksinmenin (eskiden ve çağımızda) Orta Doğu'da gruplararası
ilişkilerde barışseverliği ayrımsanabilir ölçüde arttırdığı da görülmüş
değildir. İnsanlık tarihinde ve tarihöncesinde savaşın yaygınlığı gözönüne
alındığında, geniş ateşkes dönemlerini sürdürmek için Yeni Gine
"yabanılları" tarafından bulunan o akıl dolu dizgeyi biz ancak
şaşkınlıkla karşılayabiliriz. Sonuç olarak, komşusunun toprağında rıımbim
fidanları bulunduğu sürece, Tsembaga'lar kendilerine saldırılmasından kaygı duymak
zorunda kalmazlar. Daha fazlası değil, ama belki bu kadarı, topraklarına rıımbim
fidanları yerine füzeler yerleştirmiş bulunan uluslar hakkında da
söylenebilir.
İlkel
Savaş
Maring'ler gibi dağınık ilkel kabileler
tarafından açılan savaşlar insansal yaşam biçimlerinin temelindeki sağduyu
konusunda kuşkular yaratmaktadır. Çağdaş ulus-devletler savaşa gittiklerinde
çoğu kez olayın gerçek nedeni üzerinde epey kafa yorarız, ama içinden seçim
yapacağımız makul alternatif açıklamaların eksikliğini çekmemiz seyrek olur.
Tarih kitapları savaşçıların tecim
yolları, doğal kaynaklar, ucuz işgücü, ya da kitlesel pazarlar üzerinde
egemenlik kurmak için yürüttükleri savaşların ayrıntılarıyla tıklım tıklım
doludur. Modem devletlerin savaşları yürekler acısıdır, ama sırrına erilmez
değildir. Günümüzdeki nükleer yumuşamanın temelinde yatan bu ayrım, savaşların
kazanç ve kayıplardan oluşan bir çeşit ussal dengeyi içerdiği varsayımına
dayanır. Eğer Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği bir nükleer
saldırıyla sağlayabilecekleri olası kazançtan daha çoğunu açıkça
yitireceklerse, o zaman hiç biri sorunlarının çözümü amacıyla bir savaşı
başlatmayacaktır. Ama bu sistemin bir nükleer savaşı önlemesi ancak eğer
savaşlar genellikle pratik ve dünyasal koşullara bağlanmışlarsa beklenebilir.
Eğer savaşlar usdışı ve akıl sır ermez nedenlerle yapılırsa o zaman kendi
kendini yoketme olasılığı savaşı önlemeğe yetmeyecektir. Eğer savaşların belli
başlı nedeni, bazılarının sandıkları gibi, insanın "savaşçı",
içgüdüsel olarak "saldırgan" olması, şaka için, şan için, öç almak
için, ya da sırf kandan ve yeğin heyecandan çok hoşlandığı için öldüren bir
hayvan olması ise, o zaman şu füzeleri fırlatın gitsin.
Günümüzün ilkel savaşla ilgili
açıklamalarında usdışı ve giz,emli etkenler ağır basar. Savaşın, savaşa
katılanlar için hazırladığı ölümcül sonuçlar nedeniyle, savaşçıların neden savaştıklarını
bildiklerinden kuşkuya düşmek biraz kendini bilmezlik olur. Ama inekler,
domuzlar, savaşlar, ya da cadılar, bizim bilmecelerimizin yanıtları savaşa
katılanların bilinç alanına uzanmaz. Savaşçıların kendileri savaşlarının
dizgeyi etkileyen neden ve sonuçlarını nadiren
kavrarlar. Onlar savaşı düşmanlıkların patlak vermesinden hemen önce yaşanan
kişisel duygu ve güdüleri betimleyerek açıklama eğilimine girerler. Bir kelle
avcılığı seferine çıkmak üzere olan bir Jıvaro düşmanın ruhunu ele geçirme
fırsatını memnunlukla karşılar; Crow savaşçısı korkusuzluğunu kanıtlamak için
düşmanın ölü bedenine dokunmağa can atar; öteki savaşçılar öç alma düşüncesinden,
daha başkaları insan eti yeme olasılığından esinlenirler.
Bu yabancıl özlemler yeterince
gerçektirler, ama bunlar savaşların nedenleri değil sonuçlarıdır. Bunlar
şiddet için insan gizilgücünü seferber ederler ve savaşçı davranışın örgütlenmesine
yardımcı olurlar. İlkel savaşın, inek sevgisi ya da domuz tiksintisi gibi,
pratik bir temeli vardır. İlkel topluluklar savaşa giderler çünkü onlar belli
sorunlara ilişkin alternatif çözümlerden çekilen acıların ve erken gelen
ölümlerin azalmasmı içeren alternatif çözümlerden, yoksundurlar.
Öteki bir çok ilkel gruplar gibi,
Maring'ler de savaşa gitmelerini şiddet eylemlerin öcünü alma gereğiyle
açıklarlar. Rappaport tarafından saptanan her örnek olayda, önceleri dost olan
klanlar özel şiddet eylemlerinin ardından birbirleriyle savaşa başlamışlardır.
En sık saptanan kışkırtmalar kadınların kaçırılması, ırza geçme, bir bahçede
bir domuzun vurulması, ürünlerin çalınması, izinsiz avlanma, ve büyücülüğün
neden olduğu ölüm ya da hastalıktır.
Bir keresinde iki Maring klanının girişmiş
bulunduğu savaşta ölümler olmuş ve taraflar düşmanlıkları sürdürme güdüsünün
eksikliğini hiç duymamışlardı. Savaş alanındaki her ölü üzerinde kurbanın akrabaları
kara kara düşünüp durmuşlar ve düşmandan bir kişiyi öldürmek suretiyle skoru
eşitleyinceye değin asla tatmin olmamışlardır. Savaşın her raundu daha sonraki
için yeterli güdüyü sağlamış, ve Maring savaşçıları çoğu kez düşman grupun
belirli üyelerini, örneğin, on yıl önce bir babanın ya da bir erkek kardeşin
ölümünden sorumlu bulunanları, öldürmek için savaşa ateşli bir istekle
gitmişlerdir.
Maring'lerin savaşa nasıl hazırlandıklarına ilişkin öykünün
bir bölümünü artık anlatmış bulunuyorum. Kutsal rıımbim fidanlarını
söktükden sonra, savaşçı klanlar büyük domuz şenliklerini düzenleyerek orada
yeni bağlaşıklar kazanma girişiminde bulunurlar ve daha önceki dost gruplarla
ilişkileri sağlamlaştırırlar. Kaiko gürültülü bir iştir, çeşitli
aşamaları aylarca sürer, bu nedenle sinsi bir saldırı yapılması olanağı
yoktur. Gerçekte, Maring'ler kaiko’larmın zenginliğiyle düşmanlarının
morallerini bozacaklarını umarlar. Her iki yan ilk çatışmaların çok öncesinden
savaş hazırlığı yaparlar. Aracılar yoluyla, savaşanlar arasındaki bir sınır
bölgesinde bulunan ormansız bir alan elverişli bir savaş yeri olarak kabul
edilir. Her iki yan, sırayla, bu alanın çalılıklardan temizlenmesi işine
katılır, ve üzerinde anlaşmaya varılan bir günde çatışma başlar.
Savaş alanına gitmeden önce, savaşçılar ateşin yanında diz
çöküp oturan, hıçkırıklarla ağlayarak atalarla konuşan savaş büyücülerinin
çevresinde bir daire biçiminde toplanırlar. Büyücüler alevlerin içine uzun
yeşil bambuları yerleştirirler. Yüksek ısı bambuları yakıp patlatınca
savaşçılar ayaklarını yere vurarak Ooooooo diye haykırırlar, ve tek sıra
halinde savaş alanına doğru devinirler, yol boyunca hoplayıp şarkı söylerler.
Karşıt güçler birbirlerinin ok menzili içinde alanın karşıt uçlarında
dizilirler. Adam boyundaki ağaç kalkanlarını yere dikerler, siper alırlar, ve
düşmana tehdit ve hakaretler -savururlar. Ara sıra bir savaşçı düşmanlarını
alaya almak için kalkanının ardından öne atılır, sonra kendisine sağanak gibi
oklar yağınca birden geri çekilir. Çatışmanın bu aşamasında kayıplar azdır, ve
her iki kamptaki bağlaşıklar ağır bir yaralanma olur olmaz savaşı durdurmağa
çalışırlar. Eğer her iki yan da öç almayı sürdürmekte direnirse, savaş
tırmanır. Savaşçılar alana baltalar ve sivri uçlu mızraklar getirirler, ve
karşıt saflar birbirlerine daha da yaklaşırlar. Artık iki yandan her biri
ölümcül sonuçlar verecek kararlı bir tutumla ötekine saldırabilir.
Birisi ölür ölmez ateşkes yapılır. Bütün
savaşçılar, cenaze ayinlerini yürütmek ya da atalarını yüceltmek üzere birkaç
gün evde kalırlar. Ama her iki yan eğer eşit güçte kalmışlarsa, çok geçmeden
savaş alanına dönerler. Çatışma uzayıp gittikçe, bağlaşıklar bundan usanırlar
ve kendi köylerine geri dönmeye can atarlar. Eğer bir grupta geri çekilenler
ötekindekinden daha çok olursa, daha güçlü olan yan daha zayıf olana saldırmaya
ve onu savaş alanından sürüp atmaya girişebilir. Daha güçsüz olan klan taşınır
mallarını toplayıp bağlaşıklarının köylerine doğru kaçar. Daha güçlü olan
klanlar, utkuyu öngörerek, geceleyin düşman köyüne çullanmak, onu ateşe verip
bulabildikleri herkesi öldürmek suretiyle eldeki avantajı iyice kullanmayı düşünebilirler.
Bir bozgun meydana geldiğinde, fatihler
düşmanın peşine düşmezler ama bunun yerine çabalarını geride kalan düşmanları
öldürmekte, binaları yakmakta, ürünleri yoketmekte, ve domuzları kaçırmakta
yoğunlaştırırlar. Maring'ler arasında yapıldığı bilinen yirmidokuz savaşın
ondokuzu bir grubun ötekini bozguna uğratmasıyla sonuçlanmıştır. Bir bozgunun
hemen ardından, zafer kazanan grup kendi köyüne döner, kalan domuzlarını
kurban eder, ve yeni rumbim fidanlarını diker, böylece ateşkes dönemini
başlatır. Düşmanın topraklarını hemen işgal etmez.
Bir çok insanm öldürüldüğü kesin bir
bozgun, yenilen bir grupun eski toprağına hiç dönmemesine yol açabilir. Savaşı
yitirenlerin soyundan gelenler bağlaşıklarının ve kendilerini kabul edenlerin
soyundan olanlarla birleşirlerken, grubun toprakları da fatihler ve onların
bağlaşıkları tarafından ele geçirilir. Ara sıra da, yenilen grup sınır topraklarını
kendilerinden sığınma dilediği bağlaşıklarına bırakır. Bismarck Sıradağları
bölgesinde savaşların sonucunu araştırmış olan Profesör Andrew Vayda'ya göre,
yenilmiş olan bir grup kesin bir bozguna uğratılmış olsun ya da olmasın, yeni
yerleşimini düşman sınırlarının çok daha uzağında kurması olasıdır.
Maring'ler arasındaki çatışma ve topraksal ayarlamaların
kabaca "nüfus baskısı" denilen olayın sonucu olup olmadığı sorusu
büyük ilgi toplamaktadır, Eğer biz "nüfus baskısı" ile bir grubun en
az kalori gereksinmelerini karşılamaktaki mutlak yetersizliğini kastediyorsak,
o zaman Maring'lerde nüfus baskısının varlığından söz edemeyiz. Tsembaga’lar
1963'te kendi domuz şenliklerini düzenlediklerinde insan nüfusu 200, domuz
nüfusu da 169 idi. Rappaport’un yaptığı hesaba göre Tsembaga'lar kendi
bölgelerinde orman örtüsüne kalıcı bir zarar vermeksizin ve doğal yaşam
alanlarının değerini azaltmaksızın ek olarak 84 kişiyi (ya da 84 yetişkin
domuzu) beslemeye yetecek miktarda kullanılmamış ormanlık araziye sahip
bulunuyorlardı. Ama ben nüfus baskısının gerçek beslensel yetersizliklerin
görülmeye başlanması ya da çevreye verilen onarılmaz zararların gerçek bir
başlangıcı olarak tanımlanmasına karşıyım. Bence, nüfus baskısı bir topluluk
kalori ya da protein yetersizliği noktasına doğru gitmeğe başlar başlamaz, ya
da çevresinin yaşamı besleyen olanaklarını ergeç mutlaka azaltıp yokedecek bir
hızla çoğalıp tüketmeye başlar başlamaz belirir.
Beslenme düzeyinde yetersizliklerin ve bozulmanın ortaya
çıkmağa başladığı durumdaki nüfus boyutu çevrecilerin doğal ortamın
"taşıma gücü" diye niteledikleri üst sınırdır. Maring'ler gibi, ilkel
toplumların büyük çoğunluğu nüfus artışını durduran ve anılan taşıma gücünün
bir hayli altına düşüren kurumsal düzeneklere sahiptir. Bu buluş büyük bir
şaşkınlığa yol açmış bulunmaktadır. Belli insan gruplarının, taşıma gücünün
aşılmasından dolayı ayrımsanabilecek kadar olumsuz sonuçların ortaya
çıkmasından önce, nüfusu, üretimi, ve tüketimi azaltmaları nedeniyle, bazı
uzmanlar nüfus baskısının bu azaltmaların nedeni olamayacağı sayındadırlar.
Ama biz kazandaki güvenlik supabının doğa] olarak kazanın kendisini yoketmesini
önlemek üzere oraya konduğuna hükmetmek için supab bozulunca kazanın
patladığını görmek zorunda değiliz.
Termostatların, güvenlik supablarının, ve
şalterlerin kültürel eşdeğerleri olan bu korunma yollarının kabile yaşamının
bir parçası haline nasıl geldikleri konusunda da öyle büyük bir gizem yoktur.
Öteki evrimsel yeniliklere uyarlanmada olduğu gibi, çoğalmayı durduran kurumlan
bulan ya da kabul eden gruplar toprağın taşıma gücünün sınırını körcesine
zorlayan gruplardan daha bağdaşık olarak ayakta kalırlar. İlkel savaş ne
kapristen doğar ne de içgüdüseldir; o sadece insan toplulukları doğal yaşam
ortamına göre çevresel bir denge durumunda tutmayı destekleyen düzeneklerden
biridir.
Çoğumuz savaşı bir savunma aracı olarak
değil ama sağlıklı çevresel ilişkilere önüne geçilemez ve usdışı davranışlardan
gelen bir tehdit olarak görmeyi yeğleriz. Benim çoğu arkadaşlarım savaş her
türlü sorunu çözen ussal bir araçtır demenin günah olduğunu düşünürler. Oysa
kanımca benim ilkel savaşın çevresel bir uyarlanma olduğu yolundaki açıklamam
çağcıl savaşı sona erdirme umutlarına ilişkin bir iyimserlik için günümüzde
geçerli olan saldırgan içgüdü kuramlarından daha tutarlı gerekçeler
sağlamaktadır. Daha önce de dediğim gibi, eğer savaşlar insan doğasının
öldürücü içgüdülerinden kayjıaklanıyora, onları önleme konusunda bizim
yapabileceğimiz jfazla bir şey yoktur. Öte yandan, eğer savaşlar pratik
koşullar ve ilişkilerden kaynaklanıyorsa, o zaman biz o koşul ve ilişkinleri
değiştirerek savaş tehdidini azaltabiliriz.
Ben savaş yanlısı olarak yaftalanmak
istemem, o nedenle aşağıdaki yadsımayı yapmama izin verin: Ben çağcıl savaşların
çevresel uyarlanmayı sağladığını değil, savaşın ilkel topluluklar arasında
çevresel uyarlanmayı sağlayan bir yaşam biçimi olduğunu söylüyorum. Eldeki
nükleer silahlarla, savaş artık karşılıklı toptan yoketme noktasına değin
tırmanabilir. Böylece biz türümüzün evriminde öyle bir aşamaya varmış bulunuyoruz
ki artık uyarlanmadaki gelecek büyük ilerleme ya nükleer silahların ortadan
kaldırılması ya da savaşın kendisinin ortadan kaldırılması olmalıdır.
Maring savaşının dizgeyi düzenleyen ya da dizgeyi sürdüren
işlevleri değişik birkaç kanıt dizisinden anlaşılabilir. Her şeyden önce, biz
şunu biliyoruz ki savaş üretimin ve tüketimin çok arttığı, domuz ve insan
nüfuslarının önceki savaşın sonunda düştüğü düzeyden çıkıp yeniden yükseldiği
bir noktada başgöstermektedir. Domuz kesme şenliği ve onu izleyen çatışmalar
her çevrimde çakışmazlar. Bazı klan grupları düşman komşuların çok hızlı
gelişmesinin bir sonucu olarak önceki en üst düzeylerin altındaki düzeylerde
toprak savlarını geçerli kılmağa çalışırlar. Başka klanlar yerel topraklarının
taşıma gücü eşiğini gerçekten aşıncaya değin domuz şenliklerini
erteleyebilirler. Ancak, önemli olan husus, savaşın şu ya da bu klanın nüfusu
üzerindeki düzenleyici etkileri değil, ama bir bütün olarak Maring bölgesinin
nüfusu üzerindeki etkileridir.
İlkel savaş düzenleyici etkilerini öncelikle savaştaki ölümler
yoluyla gerçekleştirmez. Öldürmenin sanayileştirilmiş biçimlerini uygulayan
uluslarda bile, savaş ölümleri nüfus artış oranını büyük ölçüde etkilemez.
Yirminci yüzyılda on milyonları bulan savaş yitikleri yukarı doğru amansız bir
çıkış yapan nüfus artış eğrisinde önemsiz bir duraksama olarak ortaya çıkıyor.
Rusya örneğini alalım: Birinci Dünya Savaşı ile Bolşevik Devrimi sırasındaki
çatışmaların ve genel açlığın en yoğun olduğu dönemde, öngörülen barış zamanı
nüfusu ile savaş zamanının gerçek nüfusu arasındaki bağlılaşımda (korelasyon)
yanılma oranı yalnızca yüzde birkaç puandan ibarettir. Çatışmaların sona
ermesinden bir on yıl sonra, Rus nüfusu kayıpla-* rım tam olarak kapatmış ve
eğer savaş ve devrim hiç olmamış olsaydı nüfus artış eğrisinde nerede yer
alacak idiyse yine aynı yere varmıştır. Bir başka örnek: Vietnam'da, kara ve
hava savaşlarının olağanüstü yoğunluğuna karşın, nüfus 1960'h yıllar boyunca düzenli
biçimde artmıştır.
Michigan Üniversitesinden Frank Livingstone İkinci Dünya
Savaşı gibi yıkımlara gönderide bulunarak gayet açıkça
şöyle demektedir: "Biz bu toplu
öldürmelerin bir kuşak içinde yaklaşık bir kez başgösterdiğini düşünürsek
bunların nüfus artışı ya da boyutu üzerinde hiç etkili olmayacağı sonucuna varılması
kaçınılmaz görünmektedir. "Bunun bir nedeni, ortalama kadının son derece
doğurgan olması ve çocuk doğurabileceği yirmi beş ila otuz beş yıl içinde
kolaylıkla sekiz ya da dokuz çocuk doğurabilmesidir. İkinci Dünya Savaşı'nda,
savaştan kaynaklanan ölümlerin sayısı nüfusun yüzde 10'unun altında kalmış, ve
her kadın başına düşen doğumların sayısındaki küçük bir artış bu açığı birkaç
yıl içinde kolayca kapatabilmiştir. (Çocuk ölüm oranlarındaki bir düşme ve ölüm
oranındaki genel bir düşme de buna destek olmuştur.)
Maring'ler arasındaki savaş ölümlerinin
gerçek oranlarını ben size söyleyemem. Ama Yanomamo'lar arasında, Brezilya ve
Venezüella arasındaki smırda yerleşik olan ve dünyanın en sasvaşçı ilkel
gruplarından bili olmakla ün salmış bulunan bir kabile içinde, yetişkinlerin
yaklaşık yüzde 15'i bir savaş sonucu ölmektedirler. Yanomamo'lar hakkında
gelecek bölümde söyleyeceğim daha bir çok şey var.
Nüfus kontrolünün bir aracı olarak savaşın
etki payını düşüren en önemli neden dünyanın her yerinde asıl savaşçıları ve
savaş alanlarındaki çatışmaların başlıca kurbanlarını erkeklerin
oluşturmasıdır. Örneğin, Yanomamo'lar arasında, çarpışmalarda ölen yetişkin
kadınların oranı ancak yüzde 7 iken, bu oran yetişkin erkekler için yüzde
33'tür. Andrew Vayda'ya göre, Maring'lerin uğradığı en kanlı bozgunun
sonucundaki yitiklerin sayısı yenilgiye uğramış bir klanın üç yüz kişilik bir
nüfusu içinde ondört erkek, altı kadın, ve üç çocuktur. Çarpışmalardaki erkek
ölümlerinin Tsembaga'lar gibi grupların üreme gizilgüçleri üzerindeki etkisi
hemen hemen yok sayılabilir. Tek bir büyük çarpışmada yetişkin erkeklerin
yüzde 75'i bile öldürülmüş olsa, yaşamda kalan kadınlar bu açığı bir tek kuşak
içinde kolaylıkla kapatabilirler.
İlkel toplumların büyük çoğunluğu gibi,
Maring'ler ve Yanomamo'lar da çok karılı toplumlardır, yani bir çok erkeklerin
birkaç karıları vardır. Bütün kadınlar çocuk doğurabilecek duruma gelir gelmez
evlenirler ve yaşamlarının üretkenliği süresince evli kalırlar. Herhangi
normal bir erkek insan genellikle doğurgan dört ya da beş kadını gebe
bırakabilir. Bir Maring erkeği ölünce, dul kadını kendi aile çevrelerine
eklemeyi bekleyen bir çok erkek kardeşler ve yeğenler vardır. Geçim sorunu
açısından bile, erkeklerin büyük çoğunluğu tamamıyla gereksizdir, ve savaşta
ölmeleri onların dul eşleri ve çocukları için «hiç de öyle aşılmaz güçlükler
yaratmaz. Önceki bölümde belirttiğim gibi, Maring'ler arasında asıl
bahçıvanlık ve domuz yetiştiriciliği işlerini yapanlar zaten kadınlardır. Bu
durum bütün dünyadaki 'kes ve yak' geçim dizgeleri için de geçerlidir. Erkekler
orman örtüsünü yakmak suretiyle bahçeciliğe katkıda bulunurlar, ama kadınlar
bu ağır işi kendi başlarına yetkin biçimde başaracak güçtedirler. İlkel
toplumların büyük çoğunluğunda, her ne zaman ağır yükler taşınacak olsa
yakılacak odun ve tatlı patatesle dolu sepetler gibi kendilerine elverişli
"yük hayvanları" olarak bakılanlar, erkekler değil, kadınlardır.
Maring erkeklerinin geçime yaptıkları katkmm en düşük düzeyde kaldığı dikkate
alınırsa, nüfusun kadın yüzdesi ne denli yüksek olursa, besin üretimindeki
genel verimlilik de o denli yüksek olur. Besin söz konusu olunca, Maring
erkekleri domuzlara benzerler: .Onlar ürettiklerinden çok daha fazlasını
tüketirler. Eğer kadınlar ve çocuklar çabalarını erkekler üzerinde değil de domuz
yetiştirme işinde yoğunlaştırsalardı daha iyi beslenirlerdi.
O halde Maring savaşmın çevreye uyarlanma
açısından önemi savaş ölümlerinin nüfus artışı üzerindeki kaba etkisinden
ibaret olamaz. Tersine, sanırım savaş Maring ekosistemini oldukça dolaylı ve az
bilinen iki sonucuyla korumaktadır. Bunlardan biri savaşın bir sonucu olarak,
bazı yerel grupların en verimli bahçe alanlarını besleme güçlerinin altındaki
bir noktada terk etmeye zorlanmalarıdır. İkincisi, savaş kız çocuğu ölüm
oranını arttırır, ve böylece savaştaki erkek ölümlerinin demografik açıdan
önemsiz olmasına karşın, savaş bölgesel nüfus artışını düzenlemekte etkili bir
rol oynar.
Önce, en verimli bahçe alanlarının terk edilmesini açıklamak
isterim. Bir savaş bozgunundan sonra yıllar boyunca, ne yenenler ne de
yenilgiye uğrayanlar, yenik grubun en iyi, ortayükseltili, yedek
ormanlıklarından ibaret olan en önemli bahçelik arazileri kullanmazlar. Bu
terketme olayı, geçici de olsa, bölgenin taşıma gücünü sürdürmesine destek
olur. Kundegai'ler Tsembaga'ları yendiklerinde bahçeleri harap ettiler, meyva
ağacı korularını yokettiler, mezarlıkları ve domuz fırınlarını kirlettiler,
evleri yaktılar, bulabildikleri yetişkin domuzların hepsini kestiler, ve bütün
domuz yavrularını kendi köylerine götürdüler. Rappaport’un dediği gibi,
yapılan talanlar ganimet elde etmekten çok, Tsembaga'ların kendi topraklarına
dönmelerini güçleştirme amacına yönelikti. Kundegai'ler Tsembaga'nın ata ruhlarının
öç almasından korktukları için, kendi topraklarına döndüler. Onlar orada bazı
sihirli savaş taşlarını kutsal bir sığınağa file torbalar içinde astılar.
Kundegai'ler gelecek domuz şenliğinde kendi atalarına şükranlarını
sunabilinceye kadar bu taşları aşağı indirmediler. Taşlar yukarıda kaldıkları
sürece, Kundegai'ler Tsembaga'ların ata ruhlarından korkmaktaydılar ve Tsembaga
toprakları üzerinde bahçeler kurmaktan ve avlanmaktan kaçındılar. Durum öyle
öldü ki, sonunda terk edilmiş toprakları Tsembaga'ların kendileri yeniden işgal
ettiler. Dediğim gibi, başka savaşlarda yenenler ya da onların bağlaşıkları en
sonunda bozgunlarla geçici olarak boş bırakılan toprakları kullanmışlardır. Ama
ne olursa olsun, bir bozgunun hemen görülen etkisi yoğun olarak' işlenmiş
orman bölümlerinin nadasa bırakılması ve önceden kullanılmamış olan toprakların
savaşı yitirenin arazisinin sınır topraklarının ekime açılmasıdır.
Yeni Gine’nin dağlık yörelerinde, öteki bütün tropikal orman
bölgelerinde olduğu gibi, aynı alanın ardı ardına yakılıp kesilmesi ormanın
kendini yenileme güçlerini tehlikeye sokar. Birbirini izleyen yakmalar
arasmdaki zaman aralığı eğer çok kısa olursa, toprak kuruyup sertleşir ve
ağaçlar kendi kendilerini tohumlayıp yeniden gelişemezler. Bahçe alanlarını
çayırlar kaplar, ve doğal yaşam ortamının zengin ve birincil ormam'bütünüyle
adım adım yarıntılarla parçalanmış ve aşınmış otlaklara dönüşür kı buraları
artık geleneksel türdeki tarım için kullanılamaz. Dünyanın her yanındaki
milyonlarca acre'lık otlakların bu zincirleme oluşumun ürünü oldukları
bilinmektedir.
Maring'ler arasında, ormanın yokedilmesi görece küçük çapta
olmuştur. 1953'de Tsembaga'ları bozguna uğratan grup olan Kundegai’ier gibi geniş
ve saldırgan grupların bölgelerinde yer yer bazı otlaklar ve değeri azalmış
ikincil orman parçaları bulunur. Ama ormanı kaldırabileceğinden daha fazla
sayıda domuz ve insanı beslemeye zorlayan çabaların yaşamı yok eden sonuçları,
Yeni Gine'nin dağlık yörelerinin yakınındaki bir çok bölgede açıkça görülür.
Örneğin, Ulusal Sağlık Enstitüleri'rıden Dr. Arthur Sorenson tarafından
yakınlarda Güney Fore hakkında yapılan bir araştırma göstermiştir ki Foreliler
Central Range’in dörtyüz mil karelik bir alanı üzerindeki büyük ormanlarına
geniş çaplı onarılmaz zararlar vermişlerdir. Bakir ormanların daha
derinliklerinde yerleşme deviniminin ardından, bahçe ve küçük köy alanlarının
yerini Kunai'nin sık otlarıalmıştır. Parçalanmış ormanın genel durumu, yıllar
boyu bahçecilik yapılmış olan bölgelerde görülebilir. Sanırım ayinlerle
zamanlanmış savaş çevrimi, rıımbim barışı, ve domuz kesimi Maring'lerin
doğal yaşam ortamını benzer bir yıkıma karşı korumakta yardımcı olmuştur.
Törensel çevrim sırasında meydana gelen bütün o acayip
olaylar arasında rumbim fidanlarının dikilmesi, domuz kesimi, sihirli
savaş taşlarının bir yere asılması, ve savaşın kendisi yalın bir zamanlama
konusu üzerimde her şeyden daha şaşırtıcı bir etki yapmıştır. Maring
bölgesinde, bahçelerin otlağa dönüşme tehlikesi olmadan yakılıp yeniden
ekilebilir duruma gelmelerinden önce en az on ila oniki yıl aralıksız olarak
nadasa bırakılmaları gerekir. Domuz şenlikleri de bir kuşak içinde yaklaşık iki
kez ya da her on ila oniki yılda bir yapılır. Bu sırf bir rastlantı olamaz. O
halde sanırım sonunda artık şu soruyu yanıtlayabiliriz "Maring'ler
atalarına şükranlarını sunmak için yeter
sayıda domuza ne zaman sahip olurlar?" Yanıt: "Onlar bozguna uğramış
olan grubun eski bahçe alanlarında yeniden orman yetiştiği zaman yeter sayıda
domuza sahip olurlar."
Maring'ler, 'kes ve yak' yolunu izleyen
öteki insanlar gibi, "ormanı yiyerek" -ağaçları yakıp küllerine ekin
ekmek suretiyle yaşarlar. Ayinsel çevrim ve törenselleşmiş savaş onları çok
fazla ormanı çok hızlı yemekten alıkoyan Bozguna uğrayan grup bahçeler için en
uygun fiziksel özelliklere sahip topraklardan çekilir. Bu durum anılan
insanların ve domuzlarının ürünleri çok fazla sömürdükleri için tehlikeli
duruma düşürdükleri topraklarda orman örtüsünün yeniden gelişmesine olanak sağlar.
Bozguna uğramış bulunanlar, bağlaşıkları arasındaki geçici barınmaları
sırasında topraklarının bazı bölümlerini, ama düşmanlarından uzakta büyük
ormanda verimsizleşmem iş alanlardaki bazı toprakları kullanmak üzere geri dönebilirler.
Eğer, bağlaşıklarının yardımıyla, çok fazla domuz yetiştirmeyi ve eski
güçlerini kazanmayı başarırlarsa, kendi topraklarını yeniden ele geçirmeğe ve
oraları bir kez daha tam üretim sürecine katmağa çalışırlar. Savaş ve barış,
güçlülük ve güçsüzlük, çok domuz ve az domuz, merkez bahçeleri ve çevre
bahçeleri biçimindeki düzünsel (ritmik) oluşum, komşu klanların hepsindeki
benzer devinimleri akla getirir. Her ne kadar kazananlar düşmanın topraklarını
hemen işgal etmeyi pek düşünmezlerse de, bozguna uğramış düşmanın sınırına
savaştan öncekine göre daha yakın olan bahçeleri ekerler. En önemlisi, onların
domuz nüfusunda çok ciddi bir azalma olmuş, böylece toprağın taşıma gücünün
eşiğine doğru yaklaşan ilerlemenin hızında hiç olmazsa bir yavaşlama sağlanmıştır.
Domuz nüfusu maksimuma yaklaştığı zaman, kazananlar sihirli savaş taslarını
aşağı indirirler, rıunbim fidanlarını sökerler, ve işgal edilmemiş ve
yeniden geliştirilmiş olan toprağa girmek için hazırlık yaparlareğer eski
düşmanları hala çalışamayacak kadar zayıfsa bunu barışçı yollarla, yok eğer
eski düşmanları kendi yerlerine dönmüşlerse bunu hınçla yaparlar.
İnsanların, domuzların, bahçelerin, ve
ormanların birleşik düzünsel (ritmik) yaşamlarında domuzların dünyanın başka
yerlerindeki domuzlukla bağdaşmaz nitelikte görülen törensel bir kutsallığa
neden sahip olduklarını pekala anlayabiliriz. Yetişkin bir domuz yetişkin bir
insan kadar orman yediği için, birbirini izleyen her düzünsel olgunun doruğunda
domuz kesimi insan kesimini azaltır. Ataların domuz özlemi çekmelerinde
şaşılacak bir şey yoktur; aksi takdirde onlar kendi oğullarını ve kızlarını
"yemek" zorunda kalacaklardı!
Bir sorun daha var. Tsembaga’lar 1953
bozgununda topraklarından olunca,yedi değişik yerel topluluğa sığınmak istediler.
Bazı durumlarda, onların birlikte yaşamak için yanlarına gittikleri klanlar
Tsembaga’ların yenilgisinden önce vesonraki savaşlardan dolayı gelen yeni
"sığınmacılar"ı da kabul etmiş bulunuyorlardı. Bu nedenle, görünen
odur ki, bozgun gruplarının topraklarına yönelik çevresel tehlike sadece bir
yerden başka bir yere kaymış, ve çok geçmeden sığınmacılar evsahiplerinin
ormanlarını yiyip bitirmeğe başlamışlardır. O halde insanların sırf
yerlerinden edilmeleri nüfusun çevreyi bozmasını önlemeğe yeterli değildir.
Nüfustaki gerçek artışı sınırlamanın da bir yolu olmalıdır. Bu durum bizi az
önce belirttiğim ilkel savaşın ikinci sonucuna götürür.
İlkel toplamların büyük çoğunluğunda,
savaş nüfus kontrolünün etkili bir aracıdır çünkü gruplar arasında sık sık başgösteren
çetin çatışmalar kız çocukların değil erkek çocukların yetiştirilmesini
özendirir. Yetişkin erkeklerin sayısı ne denli çok olursa, el silahlarına
bağımlı bir grupun çatışma alanına sürebileceği askersel güç de o denli güçlü
olur ve grupun komşularından gelen baskıya karşı toprağını koruma olasılığı da
o denli artar. Amerikan Doğa Tarihi Müzesinden William T. Divale tarafından
600’ü aşkın ilkel topluluk üzerinde yapılan demografik bir araştırmaya göre,
(yaklaşık 15 yaşına kadar olan) gençlik ve çocukluk döneminde erkek çocukların
kız çocuklar üzerinde sayıca olağanüstü dengesizlik gösteren tutarlı bir
üstünlüğü vardır. Erkek çocukların kız çocuklara oranı ortalama 150:100'dür,
ama bazı gruplarda erkeklerin sayısı kızların iki katına bile çıkmaktadır.
Tsembaga Tarda erkek çocukların kızlara oranı 150:100 ortalamasına yakındır.
Ama, Divale'in araştırmasında yetişkin çağ gruplarına baktığımızda erkeklerle
kadınlar arasındaki ortalama oran bire yaklaşır ki bu durum olgun erkeklerin,
ölüm oranının olgun kadınlarmkinden daha yüksek olduğunu gösterir.
Savaş kayıpları yetişkin erkekler
arasındaki ölüm oranının daha yüksek olmasının en geçerli nedenidir.
Maring'ler arasında, erkek savaş kayıpları kadın kayıplarını 10:1 oranında
aşmaktadır. Ama genç ve çocuk yaş kategorilerindeki bu ters yönlü durumu nasıl
açıklamalı?
Divale'in yanıtı şöyle: Bir çok ilkel
gruplar açıkça kız çocuklarını öldürme yolunu izliyorlar. Kız çocuklarını ya
boğuyorlar ya da kolayından çalılıklar arasına atıp ilgisiz kalıyorlar. Ama
çocuk öldürmenin daha sıklıkla yapılanı gizli olandır, ve genellikle insanlar
bunu yaptıklarını yadsırlar tıpkı Hindu çiftçilerin kendi ineklerini
öldürdüklerini yadsımaları gibi. Hindistan'da sığırlar arasmdaki dengesiz eşey
(cinsiyet) oranı gibi, insanlarda kız ve erkek çocuk ölümü oranları arasmdaki
ayrım genellikle bebeğin yaşamına yapılan dolaysız saldırının değil, ama
savsama yoluyla onun bakımsız bırakılmasının sonucudur. Çocuklarının beslenme
ya da korunma amacıyla ağlamalarına bir ananın gösterdiği duyarlılıkdaki küçük
bir ayrım bile insanların eşey oranlarmdaki bütün dengesizliği toplam olarak
açıklayabilir.
Kız çocuklarının öldürülmesi adetinin ve
erkek çocuklara gösterilen ayrıcalı davranışın açıklanması ancak son derece güçlü
bir kültürel erkler dizgesiyle sağlanabilir. Kesin bir biyolojik) anlayışla
bakılırsa, kadınlar erkeklerden daha değerlidirler. Erkeklerin büyük çoğunluğu
üreme açısından gereksizdirler, çünkü bir erkek yüzlerce kadını gebe
bırakabilmektedir. Yalnızca kadınlar çocuk doğurabilirler ve (biberonları ve
ana sütü yerine sütümsü yapay mamaları bulunmayan toplumlarda) bebekleri
yalnızca kadınlar emzirebilirler. Eğer bebeklere karşı herhangi bir cinsel
ayrımcılık söz konusu olacaksa, insan burada erkek bebeklerin kurban edilmelerini
öngörür. Ama bunun tersi olmuştur. Eğer biz kadınların fiziksel ve zihinsel
yönden erkeklerin herhangi bir yardımı olmadan üretimin ve geçimin bütün temel
görevlerini yürütebilecek güçte olduklarını kabul edersek anılan paradoksun
anlaşılması daha da güçleşir. Kadınlar erkeklerin yapabilecekleri her işi
yapabilirler, ne var ki kaba gücün gerekli olduğu yerlerde belki bunu biraz
verim düşüklüğü ile başarırlar. Onlar eğer kendilerine öğretilir ya da
öğrenmelerine izin verilirse, yaylar ve oklarla avlanabilirler, balık tutabilirler,
tuzak kurabilirler, ve ağaç kesebilirler. Dünyanın her yanında onlar
bahçelerde ve tarlalarda ağır yükler taşıyabilirler ve taşırlar, tarım
çalışması yapabilirler ve yaparlar. Maring'ler gibi 'kes ve yak’ yöntemiyle
çalışan bahçe tarımcıları arasında, asıl besin üreticileri kadınlardır. Buşmanlar
gibi avcı grupları’ arasında bile, grupun beslenme gereksinimlerinin üçte
ikisinden fazlası kadın işgücü tarafından sağlanır. Aybaşı hali ve gebeliğe
bağlı sıkıntılara gelince, kadınların kurtuluşunun çağcıl önderleri işlerin ve
üretim etkinliklerinin büyük bölümünde çalışma programlarında yapılacak küçük
değişikliklerle bu "sorunlaf'ın kolaylıkla ortadan kaldırılabileceğini
belirtirlerken çok doğru söylüyorlar. Cinsel bir işbölümü için ileri sürülen biyolojik
temel çok saçmadır. Bir grup içindeki bütün kadınlar aynı zamanda aynı gebelik
aşamasında bulunmadıkları sürece avlanma, ya da sürü gütme gibi erkeklerin
doğal ayrıcalığı olarak düşünülen ekonomik işlevler yalnızca kadınlar tarafından
pek güzel yürütülebilir.
Eşeyin kendisinden başka, erkek özelliğini
çok zorunlu kıJan bir insan etkinliği el silahlarını gerektiren silahlı çatışmadır.
Ortalama olarak, erkekler kadınlardan daha uzun boylu, daha cüsseli, ve daha
adalelidirler. Erkekler ayrıca mızrağı daha uzağa fırlatırlar, yayı daha bir
güçlü çekerler, daha büyük' bir sopa kullanırlar. Erkekler saldırıda düşmana
doğru ve ye-" nilgide ondan uzaklaşırken daha hızlı koşarlar. Bazı kadın
özgürlüğü önderlerinin düşündükleri gibi kadınların da el silahlarıyla
çarpışmak üzere eğitilebileceklerinin vurguyla belirtilmesi gerçeği
değiştirmez. Eğer her hangi bir ilkel grup asker uzmanlar olarak erkeklen değil
de kadınlan eğitmeğe kalkmışsa büyük bir yanlış yapmıştır. Böyle bir grup
kesinlikle intihar etmiş olur çünkü bu konuda dünyanın hiç bir köşesinden inanılır
tek bir örnek olay duyulmuş değildir.
Savaş bir topluluğun yaşamı sürdürme beklentisine erkekler
ve kadınların yaptıkları katkının göreli değerini tersine çevirir. Savaşa
hazır yetişkin erkek sayısını en çok artırmayı özendirmek suretiyle, savaş
ilkel toplumları kadınların yetiştirilmesini sınırlamaya zorlar. İşte
çatışmanın kendisi değil ama bu olgu savaşı nüfus artışını denetlemenin etkili
bir aracı haline getirir. Her Maring'in bildiği gibi, çatışma alanma çok sayıda
erkek göndererek onları orada tutmak suretiyle kendi kendilerine en çok yardım
edenlere atalar da yardım ederler. Bu nedenle benim eğilimim daha çok şu
görüşten yanadır ki ormanı korumak üzere, Maring'leri kadınlar yerine domuzlar
ve erkekler yetiştirmeye yönlendirmesi ataların akıllı bir "oyun"
udur.
İlkel savaşa yol açan pratik koşulları araştırmayı sürdürürken,
benim hala göğüslemek zorunda olduğum soru, yerel grubun nüfusunu toprağın
taşıma gücünün altında tutmak için neden daha az yeğin araçların kullanılmadığı
sorusudur. Örneğin, eğer Tsembaga'lar sadece bir doğum kontrol tekniğiyle nüfuslarını
sınırlamış olsalardı bu onlar için ve aynı biçimde çevre ortamları için daha
iyi olmaz mıydı? Yanıt olumsuzdur, çünkü prezervatifin onsekizinci yüzyılda
bulunmasından önce gebeliği önlemekte güvenli, görece zevk veren, ve etkili
aletler hiç bir yerde kullanılmıyordu. Önceleri, çocuk öldürmenin dışında,
nüfusu sınırlamanın en etkili "barışçıl" aracı çocuk düşürmeydi. Bir
çok ilkel topluluklar zehirli karışımlar içmek suretiyle çocuk düşürme
yollarını bilirler. Başka bazı topluluklar gebe anneye karnının çevresini
kumaştan bir kemerle sıkıca sarmasını öğretirler. Yapılan başka her şey eğer
sonuç vermezse, sırtüstü yatan bir annenin karnı üzerine onun bir arkadaşı
bütün gücüyle atlar. Bu yöntemler bir hayli etkilidirler, ama
bunların oğulcuğu öldürme sıklığına çok yakın
bir oranda anne olacak kadını öldürme gibi sevimsiz bir yan etkisi vardır.
Gebeliği önlemenin ya da düşük yapmanın
güvenli ve etkili araçlarından yoksun olmalarından dolayı, ilkel topluluklar
kurumsallaşmış bulunan nüfus kontrol araçlarını henüz yaşamakta olan bireyler
üzerinde odaklaştırmak zorunda kalırlar. Bu çabaların matıksal kurbanları
çocuklardır bunlar ne denli küçük olurlarsa o denli iyi olur çünkü bir kez,
direnemezler; İkincisi, onlara yapılan toplumsal ve özdeksel yatırım daha azdır;
ve üçüncüsü, bebeklerle olan duygusal bağları kesmek yetişkinler
arasındakiler! kesmekten daha kolaydır.
Benim bu uslamlamamı ahlaka aykırı ya da
"uygarlık dışı" bulan herkes^onsekizinci yüzyıl İngiltere'si üzerine
yazılanları okumalıdır. Cinle sarhoş olmuş onbinlerce anne bebeklerini düzenli
olarak Thames ırmağına attılar ya da onları çiçek hastalığı kurbanı olanların
giysileriyle sarmaladılar, çöp varillerinin içine bıraktılar, sarhoşluğun
şaşkınlıkları içinde onları çiğneyip ezdiler, ve başka biçimlerde bebeklerinin
yaşamlarını ^dolaysız ya da dolaylı araçlarla kısaltmanın bir yolunu buldular.
Kendi zamanımıza gelince, ancak kendi erdemliliğimize keçi inadıyla
bağlanmamızın inanılmaz bir kerteye varmasıdır ki, doğan her 1000 bebeğin ilk
yıl içindeki ölüm oranının 250 olmasının yaygın olduğu azgelişmiş uluslarda
çocuk öldürme suçlarının hala evrensel bir boyutta işlendiğini kabul etmekten
bizi alıkoymaktadır.
Maring'ler kötü bir durumdan gebeliği
etkili biçimde önlemenin ve güvenli biçimde erken düşük yapmanın geliştirilmesinden
önce insanlığın çektiği evrensel boyutlu sıkıntıdan sıyrılmak için elden geleni
yaparlar. Erkek çocuğu’ölümlerine •göre kız çocuğu ölümlerinin, daha yüksek
oranda olmasını ya özendirirler ya da hoş görürler. Eğer kız bebeklere karşı
ayrımcılık yapılmasaydı, bir çok erkek bebekler nüfus kontrolü gereksinmesi
nedeniyle kurban edilirlerdi. Erkeklerin en çok sayıda yetiştirilmesini
özendiren savaş, erkek çocukların yaşamı .sürdürme oranının kız çocuklarınkinden
daha yüksek olması72
nın nedenidir. Ya da özet olarak, savaş ilkel
toplamların kız evlatlar yetiştirmeyi göze alamadıkları zaman erkek evlatlar
yetiştirmek için ödedikleri bedeldir.
İlkel savaşın incelenmesiyle varılan
sonuca göre savaş, özel teknolojik, demografik, ve çevresel koşullarla
bağlantıları içinde grubun duruma uyarlanma stratejisinin bir parçası olmaktadır.
İnsanlık tarihinde silahlı çatışmanın neden böylesine yaygın olduğunu anlamak
için öldürücü imgesel içgüdülerden ya da sırrına erilmez veya kaprisli
güçlerden yardım dilemek zorunda değiliz. Durum böyle olunca, insanlık savaştan
sağlayabileceği olası kazançtan daha çoğunu yitireceği için, bizim
gruplararası çatışmaları çözmekte savaşın yerini başka bir araçın alacağı
yolundaki umudumuz çok güçlüdür.
Yabanıl
Erkek
Kız çocuklarının öldürülmesi erkek egemenliğinin açık belirtilerinden
birisidir. Sanırım erkek egemenliğinin öteki belirtilerinin köklerinin de
silahlı çatışmanın ivedi pratik gereksinmelerine dayandığı gösterilebilir.
İnsanların cinsel hiyerarşilerini açıklamak üzere biz gene
değişmez içgüdüleri vurgulayan kuramlarla yaşam biçimlerinin değişken pratik
ve dünyasal koşullara göre uyarlanabilirliğini vurgulayan kuramlar arasında bir
seçim yapmak zorundayız. Benim eğilimim kadın özgürlüğü savunucularının
"anatomi yazgı değildir" görüşünden yanadır ki bunun anlamı doğuştan
gelen cinsel ayrımların ailesel, ekonomik, ve siyasal alanlarda erkeklerle
kadınlar arasında^ayricalıkların ve iktidarların eşitsiz dağılımını
açıklayamayacağı yolundadır. Kadın özgürlüğü savunucuları erbezlerine değil de
yumurtalıklara sahip olunmasının zorunlu olarak değişik türde yaşam deneylerine
yol açacağmı yadsıyor değildirler. Onlar, erkeklerin ve kadınların doğasında
öyle bir şey vardır ki bu erkeklerin kadınlara göre cinsel, ekonomik, ve
siyasal ayrıcalıklardan daha büyük ölçüde yararlanmalarını kendiliğinden
belirler, görüşünü yadsırlar.
Çocuk doğurmanın ve buna ilişkin özelliklerin dışında,
toplumsal rollerin eşey ilkesine göre belirlenmesi erkeklerle kadınlar
arasındaki biyolojik ayrımlardan otomatik olarak doğan bir sonuç değildir.
Yalnızca insanın anatomi ve biyolojisine ilişkin olguları bilmekle kadınların
ikincil eşey oldukları yargısına varılamaz. Bu böyledir çünkü hayvanlar
aleminde insan türü kalıtsal anatomik donanımı ile geçim ve savunma araçları
arasında uygunluk bulunmayan tek türdür. Biz insanlar en büyük dişlere, en
keskin pençelere, en zehirli sokuşa, ya da en kalın deriye sahip olduğumuz için
değil, ama dişlerin, pençelerin, sokmaların ve derilerin işlevlerini sırf
anatomik olan herhangi bir düzenekden daha etkili biçimde yerine getiren
öldürücü alet ve silahlarla kendimizi donatmayı bildiğimiz için en tehlikeli
bir türüz. Bizim biyolojik uyarlanmamızın asıl yolu anatomi değil, kültürdür.
Benim erkeklerin sırf daha uzun boylu ve daha iri yapılı olmaları nedeniyle
kadınlara egemen olmalarını beklemem, sığırların ya da atların insan türünü
yönetmelerini beklememi aşan bir beklenti değildir hayvanların ortalama bir
kocaya göre ağırlık farkı kocanın karışma göre ağırlık farkından otuz kat
fazladır, Jnsan toplumlarmda, cinsel egemenlik daha iri olan ya da doğuştan öne
çıkan cins tarafından değil, ama tersine savunma ve saldırı teknolojisini
denetleyen cins tarafından kurulur.
Eğer benim bilgim yalnızca erkeklerin ve
kadınların anatomisi ve kültürel yeteneklerine ilişkin bilgiyle sınırlı
kalsaydı, savunma ve saldırı teknolojisi üzerinde denetimi daha büyük
olasılıkla erkeklerin değil de kadınların ele geçireceklerini, ve eğer bir cins
öteki üzerinde egemen olacaksa, erkekler üzerinde kadınların egemen olacağını
öngörürdüm. Her ne kadar ben, özellikle de elle kullanılan silahlarla ilişkili
olarak fiziksel iki biçimlilikden erkeklerin boy, ağırlık ve gücünün daha büyük
.olması çok etkilenirsem de, kadınların elinde bulunan ama erkeklerin ele
geçiremeyecekleri bir şey bebeklerin doğumu, bakımı, ve beslenmeleri üzerinde
kadınların sahip oldukları denetim beni daha da derinden etkilemektedir. Başka
deyişle, çocuk odası kadınların kontrolü altındadır, ve çocuk odasını kontrol
ettikleri için de kendilerini tehlikeye sokacak bir yaşam biçimini potansiyel
olarak değiştirebilecek güçtedirler. Erkeklere karsı kadınların çok lehinde
bir cinsellik oranı yaratmak üzere seçici bir savsama yapmaları onların
ellerindedir. Ayrıca küçük erkek çocukları saldırgan değil edilgen
davrandıklarında ödüllendirmek suretiyle "erkeksi" erkeklerin
gelişmesini sabote etme gücü de kadının elindedir. Ben kadınların çabalarını
erkekler yetiştirmekte değil de dayanışmacı ve saldırgan kadınlar
yetiştirmekte yoğunlaştırmalarını beklerdim. Bundan başka (ıer kuşak içinde az
sayıda kalan erkeklerin utangaç, yumuşak başlı, çok çalışkan, ve kendilerine
lütfedilen cinsel ilişkiler için de minnettar olmalarını beklerdim. Benim
öngörümde kadınlar yerel grupların başkanlığını tekellerine alırlar, doğaüstü
güçlerle olan şamanca ilişkilerden sorumlu bulunurlardı, ve Tanrı'ya (dişi
anlamında) she denirdi. Son olarak, benim öngörümde çokkocalılık birkaç
erkeğin cinsel ve ekonomik işlerini bir kadınm denetlemesi ideal ve en saygın
evlilik biçimi olurdu.
Kadın egemenliği altmdaki bu tür toplumsal dizgeler gerçekte
ondokuzuncu yüzyılda yaşamış bulunan çeşitli kuramcılar tarafından insanlığın
ilk durumu diye postulat (koyut) konusu yapılmışlardır. Örneğin, görüşlerini
Amerikalı antropolog Lewis Henry Morgan'dan almış bulunan Friedrich Engels
şuna inanmıştır ki çağcıl toplumlar bir anaerkil dönemden geçmişler ve bu
sırada soy yalnızca kadın soyunun doğrultusunda değerlendirilmiş ve kadınlar
siyasal yönden erkeklere egemen olmuşlardır. Günümüzün bir çok çağcıl kadın
özgürlüğü savunucuları bu söylenceye ve onun devam ettiğine inanmayı sürdürmektedirler.
Güya, ikincil erkekler bir araya gelmişler ve soya hükmeden kadınları
iktidardan devirip silahlarını almışlar, ve o zamandan beri de kadın cinsini
sömürüp aşağılamak için komplo kurmaktaymışlar. Bu tür bir çözümlemeyi benimseyen
bazı kadınlar, erkek ve kadınların iktidar ve otoriteleri arasındaki dengenin
ancak iki cins arasında yapılacak bir çeşit gerilla savaşma eşdeğerdeki bir
askersel karşı komployla düzeltilebileceği görüşündedirler.
Bu kuramda yanlış bir şey var: Şimdiye değin hiç bir kimse
gerçek anaerkilliği temsil eden bir tek örnek olayı bile belgeleyebilmiş
değildir. Amazonlara ilişkin eski söylenceler bir yana, böyle bir evre
hakkındaki tek kanıt dünya toplumlarının aşağı yukarı yüzde 10 ila 15'inin
akrabalık ve soy ilişkisini doğrudan doğruya kadınlara bağlamasıdır. Ama soyun
kadına göre belirlenmesi ana egemenliği olmayıp soy akrabalığının anaya
bağlanması demektir. Her ne kadar ana soyundan akraba gruplarında kadınların
konumu oldukça iyi sayılırsa da, burada ana egemenliğinin temel özellikleri
yoktur. Ekonomik, sivil, ve dinsel yaşama egemen olanlar kadınlar değil
erkeklerdir, ve birkaç eşe aynı zamanda sahip olma ayrıcalığından yaralananlar
da gene kadınlar değil erkeklerdir. Aile içinde baba asıl otorite kaynağı
değildir, ama ana da bu otoriteye sahip değildir. Ana soyundan ailelerde
otorite sahibi olan bir başka erkektir: bu ananın erkek kardeşidir (ya da
ananın anasının erkek kardeşi veya ananın anasının kızkardeşinin oğludur.)
Savaşın yaygınlığı anaerkillik kehanetine dayanak olduğu öne
sürülen mantığı yokediyor. Kuramsal olarak, kadınlar kendileri tarafından
yetiştirilip toplumsallaştırılan erkeklere direnme ve hatta onlara boyun
eğdirme gücüne sahiptirler, ama bir başka köy ya da kabilede yetiştirilen
erkekler değişik bir meydan okuma sergilerler. Her hangi bir nedenle erkekler
gruplararası çatışmanın yükünü taşımaya başlar başlamaz, kadınlar kendi
saldırgan erkeklerini çok sayıda yetiştirmekten başka bir seçenek bulamazlar.
Erkek egemenliği "pozitif geribesleme"yi, ya da
adlandırıldığı üzere "sapmanın büyütülmesı'ni gösteren bir örnek olaydır
bu kendi sinyallerini toplayıp onları sonra daha da büyüten hoparlör
sistemlerinin yaydığı cızırtılarla kafaların şişmesine yol açan bir süreçtir.
Erkekler ne denli saldırgan olurlarsa, savaşların sayısı o denli büyük olur,
böyle erkeklere olan gereksinme de o denli artar. Gene, erkekler ne denli
saldırgan olurlarsa, cinsel yönden onlar o denli saldırgan olurlar, kadınlar o
denli çok sömürülürler, ve çokkarıhlık bir erkeğin birkaç eşe sahip olması
olayı o denli artar. Bu kez de çok karılılık kadın kıtlığını yoğunlaştırır,
genç erkekler arasındaki düş kırıklığını çoğaltır, ve savaşa vönelme güdüsünü
arttırır. Gelişmeler dayanılmaz bir doruğa çıkar; kadınlar aşağılanırlar ve bebek
yaşındayken öldürülürler, bu ise yeniden saldırgan erkekler yetiştirmeleri
amacıyla erkeklerin yeni eşler ele geçirmek üzere savaşa gitmelerini zorunlu
kılar.
Erkek şovenizmi ile savaş arasındaki
ilişkiyi anlamanın en iyi yolu kadın cinsini hor gören ilkel askersel özel bir
grupun yaşam biçimlerini incelemektir. Bu amaçla Brezilya Venezüella sınırında
yaşayan Amerikalı Kızılderili kabilelerden yaklaşık 10.000 nüfuslu bir grup
olan Yanomamo'ları seçtim. Pennsylvania Devlet Üniversitesi'nden, Yanomamo'ları
inceleyen başlıca etnograf olan Napoleon Chagnon onları "saldırgan insanlar"
olarak sınıflandırmaktadır. Onlarla ilişkiye girmiş bulunan bütün gözlemciler
onların dünyadaki en saldırgan, en savaşçı, ve en erkek yanlısı toplumlar
olduğunu kabul ederler.
Tipik bir Yanomamo erkeği olgunluk yaşma
vardığında sayısız kavgaların, düelloların, ve askersel akınların bıraktığı
yaralar ve yara izleriyle kaplı bulunur. Yanomamo erkekleri kadınları çok hor görmekle
birlikte, gerçek ya da imgesel zina olaylarından dolayı ve eşler sağlama
vaadlerinin tutulmamasından ötürü her zaman gürültülü kavgalara girişirler.
Yanomamo kadınları da yara bere izleriyle örtülüdürler, bunların büyük
çoğunluğu kadınların ayartıcılarla, ırz düşmanlarıyla, ve kocalarla yaptıkları
kavgaların sonucudur. Hiç bir Yanomamo kadını tipik düzeyde öfkeli olan,
uyuşturucu kullanan Yanomamo'lu savaşçı kocanın yabanıl vasiliğinden
kurtulamaz. Bütün Yanomamo erkekleri eşlerine fiziksel olarak kötü davranırlar.
Kocalardan nazik olanları eşlerini sadece dövüp sakat bırakırlar; yabanıl
olanları ise yaralayıp öldürürler.
Kocanın karısını korkutmasının en çok
yeğlenen yolu kadının delinmiş kulak memelerinden geçirilmiş biçimde taktığı
bambu çubuklarını hızla çekmekdir. Öfkelenmiş bir koca bu çekmeyi öylesine
güçlü biçimde yapabilir ki kulak memesi yırtılıp açılır. Chagnon tarlada
bulunduğu sırada, karısının zina yapmış olduğundan kuşkulanan bir erkek daha da
ileri gitmiş karisinin her iki kulağını da kesip koparmıştır. Yakın bir köyde,
başka bir koca bir palayla karısının kolundan kocaman bir et parçası kesmiştir.
Adamlar karılarının kendilerine ve konuklarına hizmet etmelerini ve bütün
istekleri derhal ve itirazsız karşılamalarını beklerler. Eğer bir kadın isteğe
yeterince çabuk boyun eğmezse, kocası onu bir odunla dövebilir, palasıyla ona
saldırabilir, ya da alevli bir odunla onun kolunu yakabilir. Eğer bir koca
gerçekten öfkeliyse karısının baldırına ya da kalçasına dikenli bir ok fırlatabilir.
Chagnon'un kayda geçirdiği bir olayda, ok yolunu şaşırıp kadının midesine
girmiş ve ölümüne ramak kalmıştır. Paruriwa adında bir adam kendisini memnun
etmekte karısı çok yavaş davrandığı için öfkeden kudurmuş, eline geçirdiği bir
baltayı ona doğru kaldırmış. Kadın birden başını eğip çığlık atarak ka ;mıştır.
Paruriwa'nın fırlattığı balta onun başı üzerinden vızlayıp geçmiştir. O zaman
adam palasıyla onun ardından gitmiş ve köy başkanınm müdahalesine fırsat
kalmadan kadının elini ortasından yarıp açmıştır.
Ayrıca ortada hiç bir kışkırtma olmadan da kadınlara karşı
şiddetin uygulandığı bir çok olay olmuştur. Chagnon'un düşüncesine göre bu
davranış bir ölçüde erkeklerin öldürücü saldırı yapabileceklerini birbirlerine
ispatlama gereksinmesiyle bağlantılıdır. Eğer herkesin önünde karısını sopayla
döverse bu erkeklik "imajı'nı destekler. Kadınlar da sadece uygun günah
keçileri olarak kullanılırlar. Erkek kardeşine duyduğu öfkenin acısını
gerçekten çıkarmak için bir adam kendi karısını vurdu; yaşamsal önemde olmayan
bir yerine nişan aldı, ama atılan ok yolunu şaşırdı ve kadını öldürdü.
Kocalarından kaçan kadınlar erkek akrabalarından ancak
sınırlı bir destek bekleyebilir. Evliliklerin büyük çoğunluğu kızkardeşlerini
değiş tokuş etmeyi kabul eden’erkekler arasında anlaşmaya bağlanır. Bir adamın
kayınbiraderi onu en yakın ve en önemli akrabası olarak gözetir. Bu adamlar,
birbirlerinin burun deliklerine sanrılayıcı toz üfleyerek, ve aynı hamakta birlikte
yatarak, bir arada uzun saatlar geçirirler. Chagnon tarafından kaydedilen bir
olayda, kocasından kaçan bir kadının erkek kardeşi öylesine öfkelenmiştir ki
kocasıyla kurup yararlandığı dostluk ilişkisini bozması nedeniyle kızkardeşini
baltasıyla yaralamıştır.
Yanomamo erkek egemenliğinin önemli bir yönü erkeklerin
sanrılayın ilaçlar kullanımında sahip oldukları tekeldir. Bu ilaçları almak
suretiyle (bunların en yaygını bir cengel asmasından elde edilen ebeue'dir),
erkekler kadınların deneyemedikleri doğaüstü imgeler edinirler. Bu imgeler
erkeklere şaman olmalarını, şeytanları ziyaret etmelerini, ve kötülük saçan
güçleri denetlemelerini sağlar. Ayrıca burundan ebene çekilmesi adamların
en ağır acıları duymaz hale gelmelerine, düellolar ve akınlar sırasında
korkularını bastırmalarına yardımcı olur. Az sonra betimleyeceğim göğüs dövme
ve odunla kafaya vurma yarışmaları sırasında sergilendiği gibi acı karşısında
açıkça görülen bağışıklık olasılıkla ilaçların ağrı kesen yan etkilerinden
ileri gelmektedir. "Uyuşturucu etkisindeki” erkekler bayılmalarının ya da
bilinç yitimine uğramalarının öncesinde korkunç bir görünüm ortaya koyarlar.
Burunlarından yeşil sümük damlar, acayip hırıltılarla gürültü çıkarırlar, dört
ayak üzerinde gibi yürürler, ve görünmez şeytanlarla konuşmalar yaparlar.
Yanomamo'lar, Yahudi-Hıristiyan geleneklerinde olduğu gibi,
söylencel kökenleriyle erkek şovenizmini doğrularlar. Onlara göre, dünyanm
başlangıcında ayın kanından oluşmuş saldırgan erkekler vardı. Bu ilk adamlar
arasında adı Kanaborama olan birinin bacakları gebe kaldı. Kanaborama'nın sol
bacağından kadınlar meydana geldiler ve sağ bacağından da kadınsı erkekler
ikili kavgalarda isteksizlik ve çarpışmalarda korkaklık gösteren Yanomamo’lar
doğdular.
Erkek egemenliği altında bulunan öteki kültürler gibi, Yanomamo'lar
da aybaşı kanının kötü ve tehlikeli olduğunu düşünürler. Onlar ilk adetini
gören bir kızı özel olarak bambudan yapılmış bir kafesin içine kilitlerler ve
onu orada besinsiz yaşamaya zorlarlar. Daha sonra, her aybaşı döneminde
inzivaya çekilmeli ve evin karanlık bir yerinde yalnız başına çömelip oturmalıdır.
Yanomamo kadınları çocukluklarından
itibaren hep zulüm görürler. Bir kız kendisine vuran küçük erkek kardeşine
vurursa kendisi cezalandırılır. Oysa, herhangi bir kimseye vuran küçük erkek
çocuklar asla cezalandırılmazlar. Yanomamo'lu babalar dört yaşındaki öfkeli
oğulları tarafından suratları tokatlandığında keyiflenip kahkaha atarlar.
Etnograf Chagnon'un Yanomamo'nun eşey
rollerine ilişkin betimlemesinin bir parça kendi erkeksi yan tutmasını yansıttığını
düşündüm. Neyse ki, Yanomamo'lar bir kadın tarafından da incelenmişlerdir.
Chicago Üniversitesinden Profesör Judith Shapiro da Yanomamo kadınlarının
aslında edilgin bir rolde bulunduklarını vurgular. Onun bildirdiğine göre
evlilik söz konusu olunca, erkekler kesinlikle değiş tokuş edenler, kadınlarsa
değiş tokuş edilenlerdir. Yanomamo dilindeki evlilik deyimini "bir şeyi
zorla sürükleme" ve boşanmayı da "bir şeyi fırlatıp atma" olarak
çevirmiştir. Kızların sekiz ya da dokuz yaşlarında artık kocalarına hizmet
vermeğe başladıklarını; onların yanıbaşlarında uyuduklarını, onların peşinden
ayrılmadıklarını, ve yemeklerini hazırladıklarını anlatır. Bir adam sekiz yaşındaki
geliniyle bile cinsel ilişkiye girişebilir. Dr. Shapiro’nun tanık olduğu ürküntü
veren sahnelerde küçük kızlar atanmış kocalarından uzaklaştırılmaları için
akrabalarma yalvarırlar. Olayın birinde, isteksiz gelinin kendi akrabaları
tarafından bir yana, kocasının akrabaları tarafından öbür yana çekilirken kolları
yuvalarından çıkarıldı.
Chagnon’un belirttiğine göre Yanomamo
kadınları kocaları tarafından hırpalanmayı beklerler ve eş olma statülerini
kocalarından yedikleri küçük çaplı dayakların sıklığıyla ölçerler. Bir gün o
bir raslantı sonucu iki genç kadının kendi kafa derilerindeki yara izleri
konusunda yaptıkları tartışmayı izledi. Onlardan biri bir başkasının kocasının
karısının kafasına böylesihe sıklıkla vurduğuna göre onu gerçekten çok
beğeniyor olmalıdır diyordu. Dr. Shapiro kendisiyle ilgili olarak kendisinin
yarasız beresiz olmasının Yanomamo kadınlarına bir kaygı kaynağı gibi
göründüğünden söz eder. Onların "kendileriyle birlikte bulunduğum
adamların benimle gerçekten yeterince ilgilenmediklerine" karar
verdiklerini söyler. Biz Yanomamo kadınlarının dövülmeyi istedikleri sonucunu
çıkaramayız, ama onların dövülmeyi beklediklerini söyleyebiliriz. Onlar
için kocaların daha az gaddar oldukları bir dünyayı imgelemek güçtür.
Yanomamo’nun erkek şovenliği sendromunun kendine özgü
yoğunluğunu en iyi gösteren olay, dayanma güçlerinin son sınırına dek birbirini
hırpalamaya çalışan iki adamı gerektiren düellolardır. Göğüs dövüşü bu
karşılıklı cezalandırmanın çok benimsenen biçimidir.
Bağıran, dövüşen bir erkekler kalabalığı, kırmızı ve siyah
desenlerle boyanmış vücutlar, saçlarına yapıştırılmış beyaz tüyler, yukarıya
karınlarına doğru iple bağlanmış olarak teşhir edilen penisler düşünün.
Erkekler yaylar ve oklarla, baltalarla, sopalarla, ve palalarla, takırtı ve
çatırtılı sesler çıkararak birbirlerini tehdit ederler. Bir Yanomamo köyünün
orta yerinde, konukları ağırlayanlar ve konuklar olmak üzere ikiye ayrılmış
durumda toplanmış bulunan adamlar, gerilerde daire biçimindeki kocaman komünal
yapının saçakları altında bekleşen karıları ve çocukları tarafından kaygıyla
izlenirler. Ağırlayanlar konukları bahçelerden hırsızlık yapmakla suçlarlar.
Konuklar kendilerini ağırlayanların cimri olduklarını ve en iyi besinleri kendilerine
sakladıklarını bağıra bağıra anlatırlar. Konuklara veda armağanları daha önce
verilmiş bulunduğuna göre, acaba onlar evlerine neden dönmüyorlar? Ağırlayanlar
artık konuklardan kurtulmak üzere onları bir göğüs dövüşü düellosuna
çağırırlar.
Ağırlayan köyden bir savaşçı köy alanının ortasına doğru
ilerler. O bacaklarını yana açar,
ellerini gerisinde tutar, ve göğsünü karşı grupa doğru kabartır. İkinci bir
adam konuklar arasından ileri fırlar ve arenaya girer. O düşmanını sakince
süzer ve onu duruş değiştirmeye zorlar. Hedef olan kişinin sol kolunu başının
üzerinde duracak biç;mde büker, yeni duruşu değerlendirir, ve son
bir düzeltme yapar. Düşmanın gereken durumu alması üzerine, konuk tam kol
mesafesinde durur, sertleştirilmiş toprak zemin üzerinde açtığı yere ayağını
sıkıca yerleştirir, mesafeyi ayarlayıp dengesini denetlemek için ardı ardına
sanki vuracakmış gibi davranır. Sonra, bir beyzbol atıcısı gibi geriye doğru
eğilerek, bütün gücünü ve ağırlığını sıkılmış yumruğunda toplar ve hedef
aldığı kişinin göğsüne memesi ile omuzu arasındaki bir yere vurur. Darbeyi
yiyen adam güçlükle kalkıp sendeleyerek yürür, dizleri bükülür, başı titrer,
ama ses çıkarmaz ve yüzü anlamsızdır. Onun yandaşları yırtınarak çığlık
atarlar, "Bir kez daha !" Sahne yinelenir. Darbe sonucu göğüs
adalesi adamakıllı şişmiş olan ilk adam gene ilk konumuna girer. Düşmanı onun
duruşunu düzeltir, mesafeyi ayarlar, geriye eğilir, ve aynı yere ikinci bir
darbeyi indirir. Darbeyi alan adam dizleri bükülerek yere yıkılır. Saldırgan
utku belirterek kollarını başının üzerinde sallar, ve kurbanın çevresinde dans
eder, azgınca hırıltılarıyla gürültüler çıkarır ve öylesine hızlı devinir ki
ayakları kalkan tozda nerdeyse görünmez olur, öte yandan onun çığlıklar atan
yandaşları ağaç silahlarıyla toptan takırtı sesleri çıkarırlar ve çömelmiş
durumdan kalkıp hoplayıp zıplamağa başlarlar. Yıkılan adamın arkadaşları daha
çok ceza alması için onu kışkırtırlar. O aldığı her darbenin bir karşılığını
verebilecektir. O ne denli çok darbe alırsa, o denli çok darbe vurabilecek ve
sonunda düşmanmı kötürüm etme ya da pes ettirme olasılığı da o denli artacaktır.
Aldığı iki yeni darbeden sonra ilk adamın göğsü şişmiş ve kızarmıştır.
Yandaşlarının çılgınca homurtuları arasında, artık dayanamayacağı işaretini
verir, düşmanının hakkı neyse alması için saldırıyı durdurmasını ister.
Betimlediğim bu özel sahne Napoleon
Chagnon'un görgü tanıklığına dayanır. Öteki bir çok göğüs dövüşü düelloları
gibi, bu da bir grubun ötekine üstün gelmeğe başladığı andan itibaren şiddetin
tırmanmasına yol açmışdır. Ağırlayan grubun kullanabileceği başka göğüsler
kalmamıştır ama barış görüşmelerine başlamağa isteksizdirler. Bu nedenle
konukları bir başka tür düello için çağırıp onlara meydan okumuşlardır: Yandan
tokatlama. Bu kıpırdamadan ayakta dururken sizin düşmanınızın kaburgalarınızın
hemen altına açık elle vurmanız demektir. Bu bölgeye indirilen darbeler bir
insanın diyaframını felce uğratır, ve kurban nefesi kesilerek bilinçsizce yere
yıkılır. Bu özel olayda, yerlerde tozlar içinde yüzükoyun yatan en sevilen
arkadaşların bu görünümü çok geçmeden her iki tarafı deliye çevirmiş, ve her
iki yanda adamlar zehirli bambu uçlarıyla oklarını donatmaya başlamışlardır.
Hava kararıyordu, kadınlar ve çocuklar bağırtılarla ağlayışa geçmişlerdi. Sonra
onlar kendilerine koruyucu bir perde oluşturan adamların arkasına koştular.
Soluk soluğa kalmış ağırlayıcılar ve konuklar alanm orta yerinde karşı karşıya
geldiler. Chagnon bir sıra okçunun arkasından olayı izliyordu. Yoğun bir
rahatlama duygusu içinde, konukların alev alev yanan çıralı meşaleleri birden
kaparak köyden yavaş yavaş uzaklaştıklarını ve ormanın karanlığına
daldıklarını gördü.
Kimi zaman göğüs dövüşü düellolarının tırmanışında bir ara
aşama bulunur. Hasımlar yumruklarında taşlar tutarlar ve bunlarla yaptıkları
vuruşların karşıtlarında açtığı yaralardan kanlar saçılır. Ağırlayan grubun ve
bağlaşıklarının birbirlerini eğlendirmelerinin bir başka yolu bir çeşit pala
düelloları düzenlemeleridir. Karşıt çiftler bıçağın yassı yüzüyle sırayla birbirlerine
vururlar. Hafif bir kayma bile ciddi bir yaralanmaya ve başka yeğin çatışmalara
yol açar.
Daha sonraki en yüksek şiddet düzeyi sopa dövüşüdür. Birisine
özel bir kin besleyen bir adam hasmına meydan okur ve iki buçuk-üç metre
uzunluğunda bir bilardo sopası biçimindeki bir sırıkla kafasına vurması için
çağrı yapar. Meydan okuyan adam kendi sırığını yere saplar, ona dayanır, ve
başmı eğer. Onun hasmı kendi sırığını ince ucundan tutar, ağır olan tarafıyla
sunulan kafanın üzerine kemik parçalayan bir güçle vurur. Bu darbeye
dayanabilmiş olan adam hasmına hemen aynı biçimde vurma hakkını elde eder.
Chagnon'un yazdığma göre tipik Yanomamo kafası uzun çirkin
yara izleriyle kaplıdır. Eski zamanların PrusyalIları gibi, Yanomamo'lar da
düelloların bıraktığı bu izlerden övünç duyarlar. Yara izlerini görünür halde
tutmak için başlarının tepesini traş ederler ve her yara izi açıkça ortaya
çıksın diye traş edilen alanı kırmızı boya maddeleriyle boyarlar. Eğer bir Yanomamo
erkeği kırk yaşını bulursa, başında birbirini çaprazlama kesen yirmi kadar
geniş yara izi görülebilir. Yukarıdan bakılınca, diyor Chagnon, bir eski sırık
düellocusunun başı "bir yol haritasına benzer."
Aynı köyün erkekleri arasındaki Düellolar
komşu köylerden erkeklerle yapılanlar kadar yaygındır. Hatta yakın akrabalar
bile anlaşmazlıklarını çözmek için silahlı çatışmaya sıklıkla başvururlar.
Chagnon en azından bir baba ile oğlu arasındaki bir çatışmayı gözlemlemiştir.
Genç adam babasmın olgunlaşsınlar diye yükseğe astığı muzları yemişti.
Hırsızlık anlaşılınca, baba öfkelendi, evinin çatı kirişleri arasından bir
sırığı çekip aldı, ve onu oğlunun kafasında parçaladı. Oğulun kendisi de bir
sırık ele geçirdi ve babasına saldırdı. Bir anda, köydeki herkes yanlardan
birini tutarak bir başkasına saldırıya geçti. Kavga genelleşince, amaç
yozlaştı, sonuçta bir çoklarının parmakları ezildi, omuzları ve kafatasları
yara bere içinde kaldı. Her hangi bir düello sırasında kavgayı izleyenler çok
fazla kan aktığını görür görmez böyle kavgaların çıkması olasıdır.
Yanomamo'lar kavgalarda toptan ölüme değin
tırmanmayan bir üst çatışma biçimini de bilirler mızrak kavgası. Onlar iki
metre uzunluğunda soyulmuş körpe dallardan mızraklar yaparlar, onları kırmızı
ve siyah desenlerle süslerler, ve uzun uçlarını keskinleştirirler. Bu silahlar
ciddi yaralar açabilirler ama ölümcül sonuçlar doğurmakta oldukça yetersiz
kalırlar.
Savaş Yanomamo'ların yaşam biçimini
anlatan temel olaydır. Yanomamo'lar, Maring'lerden farklı olarak, güvenli her
hangi bir ateşkes düzenleme olanağından yoksun görünürler. Onlar komşu köylerle
bir dizi bağlaşıma girerler, ama gruplararası ilişkiler sonu gelmez
güvensizliklerin, kötü niyetli söylentilerin, ve ustaca hazırlanmış
hainliklerin etkisiyle bozulur. Ben bağlaşıkların şölenlerinde birbirlerine ne
tür eğlenceler sunduklarına ilişkin bilgileri daha önce verdim. Bu olayların
dostlukları güçlendirmesi beklenir, ama bağlaşıkların en iyileri bile her bir
grubun bağlaşıma katkısının değerine ilişkin hiç bir kuşku bırakmamak için
yabanıl ve saldırgan bir biçimde davranır. Bir sözde dostluk şöleni sırasında
sürüp giden kasıntılı yürüyüşler, böbürlenmeler, ve cinsel gösterilerden
dolayı, son konuk evine dönünceye değin sonucun ne olacağı kestirilemez.
Şölene katılanların hepsi de gayet iyi bilirler ki bazı çok ünlü olaylarda ya
konuk ağırlayan köyler konuklarını öldürme kastıyla planlar hazırlamışlar ya
da konuklar, böyle bir olasılığı sezinleyerek, ağırlayanları öldürmeyi
planlamışlardır. 1950’de az önce betimlediğim göğüs dövüşü düellosunda
evsahipliği yapan köyün bir çok insanları ünlü bir hıyanet şöleninin kurbanı
oldular. Onlar yeni bir bağlaşım kurmak amacıyla köylerinden kalkıp iki günlük
yürüyüş mesafesindeki bir köye gitmişlerdi. Evsahipleri sanki her şey
yolundaymış gibi onların dans etmelerini sağladılar. Daha sonra konuklar
dinlenmek üzere eve girdiler, ve baltalarla ve sopalarla saldırıya uğradılar.
Oniki adam öldürüldü. Canını kurtaranlar köyden kaçarlarken ormanda saklanmış
olan bir grubun yeniden saldırısına uğradılar. Başka bir çok adam öldürüldü ve
yaralandı.
Yanomamo'lar hainlik konusunda hep
kaygılıdırlar; onlar insanlar ve kaynaklarla ilgili bir takım ortak çıkarlar
nedeniyle değil de askersel varlığın iniş çıkışlarındaki son duruma göre
bağlaşımlar kurarlar. Eğer bir köy ağır bir askersel yenilgiye uğrarsa,
sıklıkla saldırıya, hatta eski bağlaşıklarının saldırısına uğrayabilir.
Çatışmada bir çok erkeğini yitirmiş olan bir köyün en büyük umudu
bağlaşıklarıyla birlikte yaşamasıdır. Ama hiç bir grup duygusal nedenlerle
sığınma hakkı tanımaz. Geçici olarak sağlanan besin ve güvenlik karşılığında,
bağlaşıklar yenilen grubun kadınlarını armağan olarak alırlar.
Tuzaklar, hıyanet şölenleri, ve şafakta
yapılan gizli akınlar bunlar Yanomamo savaşının özgün yöntemleridir. Onlar bir
kez böbürlenme aşamasını geçtiler mi, artık onların ereği kendileri hiç bir
kayıp vermeden olabildiğince çok sayıda düşman erkeği öldürüp düşman kadınları
tutsak almaktır. Bir akın sırasında, Yanomamo savaşçıları geceleyin düşmana
gizlice yaklaşırlar, ışık yakmazlar, ıslak cangılm karanlığında titreyerek
şafağı beklerler. Aşırı cesurca bir eylemde, bir savaşçı düşman köyüne
sızabilir ve hamakta uykuda olan birini öldürebilir. Başkaca, akıncılar
ırmaktan su taşımak için kadınlarıyla birlike ortaya çıkan erkekleri öldürmekle
yetinirler. Eğer düşman tetikte ise ve yalnızca büyük gruplar halinde
dolaşıyorsa, o zaman akıncı grup köyü gelişi güzel bir biçimde ok yağmuruna
tutar ve sonra sonuçları öğrenmeyi beklemeden evlerine doğru kaçarak çekilir.
Chagnon o bölgede bulunduğu sırada, bir köy onbeş ay içinde yirmibeş kez akma
uğradı. Chagnon'un bu koşullar altında yaşamı sürdürme yeteneği çok dikkate
değer bir etnograf olarak onun bu beceri ve cesurluğuna büyük hayranlık
duyulur.
Yanomamo’lar neden böylesine çok
dövüşüyorlar? Profesör Chagnon'un kendisi de doyurucu nedenler sunmuş değildir.
Aslında o Yanomamo'ların ileri sürdükleri açıklamayı benimser. Onların
dediklerine göre düelloların, akınların, ve öteki şiddet olaylarının büyük
bölümünün dayandığı neden kadınlarla ilgili anlaşmazlıklardır. Kesinlikle kadın
kıtlığı söz konusudur. Erkeklerin dörtte birinin çarpışmalarda ölmelerine karşın,
erkeklerin sayıca kadınları geçme oranı 120'ye 100’dür. Durumu daha da
kötüleştiren olgu, yabanıllıkta özel bir ün sahibi olan şeflerin ve
başkalarının aynı anda dört ya da beş karıyla evlenmeleridir. Genelde,
erkeklerin yaklaşık yüzde 25’inin iki ya da daha çok karısı vardır. Babalar ya
teveccühlerini kazanmak ya da kendi evliliklerinin karşılığını ödemek üzere
kendi küçük kızlarını kıdemli saygın kişilere yavukladıkları için, köyün cinsel
yönden gelişmiş bütün kadınları evlidirler.
Bu durum bir çok genç erkeği zina dışında
karşı cinsten doyum sağlamanın her kaynağından yoksun bırakır. Yabanıllaşacak
genç erkekler küstürülmüş ya da yıldırılmış evli kadınlarla akşamları
randevulaşırlar. Ertesi sabah, bir çok insanlar dışkı ve idrarlarını boşaltmak
için köyü terk ettiklerinde, cangılın örtüsü altında buluşurlar.
Yanomamo'da bir koca karılarından birini
erkek kardeşleri ve arkadaşlarıyla memnunlukla paylaşır. Ama karı ödünç verme
yoluyla kadın elde eden erkekler kendilerini kocaya karşı borçlu duruma
sokarlar ve borçlarını ona ya hizmet ederek ya da savaşta tutsak ettikleri
kadınlarla öderler. Ünlü olmak isteyen bir genç adam kendisini bağımlılık
altına sokmamalıdır; bunun yerine köyün evli kadınlarını baştan çıkarmayı ve
onları gizli ilişkilere zorlamayı yeğler. Yanomamo kızları daha aybaşı görme
çağma bile girmeden yavuklandıkları için, bütün genç Yanomamo erkekleri
komşularının karılarına eylemli olarak göz dikerler. Yanomamo'lu kocaların bir
randevuyu ortaya çıkardıklarında çok öfkelenmelerinin nedeni, pek öyle cinsel
kıskançlıktan dolayı değil ama zina işleyen erkeğin kocanın kaybını armağanlar
ve hizmetlerle karşılaması zorunluğudur.
Düşman köylerine yapılan akınlar sırasında
kadınların tutsak edilmesi Yanomamo savaşının başlıca amaçlarından biridir.
Başarı kazanan bir akıncı grubun savaşçıları kovalanmadıklarını anlar anlamaz
zor kullanıp tutsak kadınlarla toplu cinsel ilişkiye girerler. Akıncılar
köylerine ulaştıklarında, kadınları evde kalmış olan adamlara verirler ve
ardından da bunlar kadınlarla toplu cinsel ilişkiye girerler. Daha sonra çekişe
çekişe yapılan çetin pazarlık ve tartışmaların ardından, savaşçılar
tutsakları belli savaşçılara karı olarak atarlar.
Yanomamo topraklarından gelen en korkunç
öykülerden biri, daha on yaşındayken bir Yanomamo akıncı grubu tarafından
yakalanan Brezilyalı bir kadının, Helena Valero'nun anlattığı öyküdür.
Yakalanmasından kısa bir süre sonra onu yakalayan adamlar kendi aralarında
dövüşmeye başladılar. Bir grup ötekini bozguna uğrattı, başlarını kayalara
çarparak bütün küçük çocukları öldürdü, ve sağ kalan kadınları evlerine doğru
yürüttüler. Helena Valero çocukluk ve gençlik yıllarının büyük bölümünü yeniden
yakalanmcaya değin bir grup akıncının elinden kaçmakla, sonra yeniden
kaçmakla, ormanda kendisini izleyenlerden gizlenmekle, ve tekrar yakalanıp
değişik koçalara verilmekle geçirdi. Ucu zehirli oklarla iki kez yaralandı ve
sonunda Orinoco Irmağı üzerindeki bir misyoner yurduna kaçmayı başarmcaya değin
birkaç çocuk doğurdu.
Kadın kıtlığı, çocukların yavuklanmaları,
zina, çok karılılık, ve kadınların tutsak alınması bütün bunlar cinselliğin Yanomamo
savaşının nedenine işaret eder gibidir. Ne var ki ben burada bu kuramın
açıklayamadığı can sıkıcı, çetin bir olguyu buluyorum: kadın kıtlığı yapay
olarak yaratılıyor. Yanomamo'lar yalnızca seçtikleri savsama yollarıyla değil
ama belirli cinayet eylemleri yoluyla da kız bebeklerin büyük bir oranını
düzenli bir biçimde öldürüp yokederler.
Erkekler doğan ilk çocuklarının erkek
olmasını isterler. Kadınlar bir erkek çocuk verebilinceye değin kendi kız
çocuklarını öldürürler. Daha sonra, her iki cinsten çocuklar öldürülebilir.
Yanomamo kadınları bebeklerini bitki saplarıyla boğarak, bebeğin boğazı
üzerine konan bir sopanın iki ucuna bastırarak, bebeğin başını bir ağaca
çarparak, ya da bebeği bir cangıl'ın toprağına kendi başma bırakarak
öldürürler. Çocuk öldürmenin ve daha iyicil biçimleriyle cinsel seçmenin açık
sonucu çocuklar arasındaki cinsellik oranının 154 erkeğe karşı 100 kız çocuk olmasıdır.
Kendilerine bir eş edinmek için erkeklerin katlanmak zorunda kaldıkları
güçlükler dikkate alındığında her halde onları bütün zevk ve çabalarının
gerçek kaynağını yoketmeğe sevk eden çok büyük bir gücün cinsellikten başka ve
ondan daha üstün bir gücün varolduğunu kabul etmek gerekiyor.
Yanomamo topraklarındaki çocuk öldürmenin
ve savaşın insana şaşkınlık veren özelliği nüfus baskısı yokluğunun açıkça
görülmesi ve göründüğü kadarıyla kaynakların çok bol olmasıdır. Yanomamo'lar
başlıca besinsel kalori kaynaklarını kendi orman bahçelerinde yetişen
plantain'lerden[5]
ve muz ağaçlarından sağlarlar. Maring'ler gibi, onlar da bu bahçeleri yapmak
için ormanı yakma gereğini duyarlar. Ama muzlar ve plantain'ler Hint
yerelmasına ve tatlı patatese benzemezler. Onlar birim işgücü girdisine
karşılık art arda bir çok yıllar bol ürünler veren kalımlı bitkilerdir.
Yanomamo'lar dünyanın en büyük tropikal ormanının ortasında yaşadıkları için,
ormanı çok küçük çapta yakmaları "ağaçları yemek" tehlikesini pek yaratmaz.
Tipik bir Yanomamo köyünde ancak 100 ila 200 kişi bulunur ki bu nüfus başka
yere göç zorunda kalmaksızın yakınlardaki bahçeliklerde yeterince muz ve
plantain'i kolaylıkla yetiştirir. Ne var ki Yanomamo köyleri sürekli devinim
halindedirler, bölünürler ve 'kes ve yak' yöntemini uygulayan öteki Amazon
ormanı insanlarından çok daha büyük bir hızla bahçelerini değiştirirler.
Chagnon'a göre onlar bu denli sıklıkla
bölünüp devinirler çünkü kadınlar yüzünden dövüşürler ve sürgit savaş halindedirler.
Kanımca, bu denli sıklıkla devindikleri içindir ki kadınlar yüzünden
dövüşürler ve sürgit savaş halindedirler, demek gerçeğe daha yakın olur.
Yanomamo'lar tipik 'kes ve yak'çılık yapan bahçe tarımcıları değildirler. Onların
ataları göçebe avcılar ve toplayıcılardır ki onlar büyük ırmakların uzağında
küçük dağınık öbekler halinde yaşarlar ve onların başlıca geçimlik besin
kaynaklarını yabanıl orman ürünleri oluşturur. Şundan emin olabiliriz ki onlar
ancak yakın denebilecek zamanlarda başlıca besinleri olarak muzlar ve
plantain'lerden yararlanmaya başladılar, çünkü bu bitkiler Yeni Dünya'ya Portekizliler
ve İspanyollar tarafından getirildi. Yakın zamanlara değin, Amazon'daki
Amerikalı Kızılderili toplulukların başlıca merkezleri büyük ırmaklar ve
onların kolları boyunca kuruldular. Yanomamo'lar gibi kabileler, ülkenin iç
kesimlerinde yaşadılar ve büyük sürekli köylere ve kendilerini çok devingen kılan
kanolara sahip bulunan ırmak insanlarının gözünden uzak kalmayı başardılar.
Büyük Kızılderili ırmak köylerinin sonuncuları ondokuzuncu yüzyılın bitimine
doğru kauçuk ticaretinin ve göçmen Brezilyalı ve Venezüellahların
yayılmalarının bir sonucu olmak üzere yıkıldılar. Amazon'un geniş alanlarında
yaşamı sürdürebilen Kızılderililer yalnızca "yaya" Kızılderililer
oldular ki bunların göçebe yaşam biçimi onları beyaz adamm toplarından ve
hastalıklarından korudu.
Günümüze değin Yanomamo'lar kendi yakın
geçmişlerindeki "yaya" Kızılderili yaşam biçimlerinin çok açık işaretlerini
sergilemişlerdir. Şimdi başlıca yerleşim alanları Orinoco ve Mavaca
ırmaklarının kıyılarında ya da yakınlarında bulunmakla birlikte, kano yapmayı
ya da kürek kullanmayı bilmezler. Anılan sular genellikle balık ve öteki su
hayvanları bakımından zengin olmakla birlikte, nerdeyse hiç balık tutmazlar.
Plantain yemeği en iyi kaynatılarak hazırlandığı halde, onlar yemek pişirme
kapları yapma bilgisinden yoksundurlar. Ve nihayet taş balta yapmayı da
bilmezler, oysa şimdi plantain bahçeleri yapma işinde çelik baltalara
bağımlıdırlar.
Yakın Yanomamo tarihinin biraz kurgusal
bir öyküsünü anlatmak isterim. Venezüella ile Brezilya arasındaki uzak dağlarda
yaşayan göçebe Yanomamo'lar muz ve plantain bahçeleriyle deneme yapmaya
başladılar. Bu ürünler kişi başına düşen besin kalorileri miktarında büyük bir
artış sağladılar. Bunun sonucunda, Yanomamo'nun nüfusu da artmaya başladı
bugün onlar bütün Amazon havzasındaki en kalabalık Kızılderili gruplarından
birisidirler. Ama plantain ve muzların dikkati çeken bir eksikliği vardır:
herkesçe bilindiği gibi proteinlerden yoksundurlar. Geçmişte, Yanomamo'lar,
göçebe avcılar olarak, protein gereksinmelerini orman hayvanlarım yiyerek
kolayca karşılamışlardı, o hayvanlar arasında tapir, geyik, göbekli domuz,
karıncayiyenler, armadillo'lar, maymunlar, pakalar, aguti’ler, timsahlar,
kertenkeleler, yılanlar, ve su kaplumbağaları bulunurdu. İnsan nüfusunun
yoğunluğunu güçlü bahçe ürünlerinin arttırması üzerine, bu hayvanlar hiç
görülmemiş bir yoğunlukta avlandılar. Bilindiği gibi, orman hayvanları yoğun
avcılığın etkisiyle ya kolaylıkla yok olurlar ya da uzaklara sürülürler.
İlişki öncesi zamanlarda yoğun nüfuslu Amazon kabileleri ırmaksal alanlarının
balıklarından yararlanarak benzer bir sonuçtan kurtuldular. Oysa, Yanomamo'lar
bunu başaramadılar.
Amazon uzmanları Jane ve Eric Ross'un
düşüncelerine göre Yanomamo köyleri arasındaki sürekli bölünmeyi ve kavgaları
kösnül taşkınlıklar değil, protein kıtlıkları açıklamaktadır. Bu görüşe
katılıyorum. Yanomamo'lular "ormanı yemişler" ağaçlarını değil, ama
hayvanlarını yemişler ve bundan dolayı artan savaş, hainlik, ve çocuk katilliği
, ve barbar bir seks yaşamı biçiminde ortaya çıkan sonuçların acısını çekiyorlar.
Yanomamo'ların açlık hakkında iki
sözcükleri var birisi boş bir mideyi belirtir, oysa öteki şiddetle et isteyen
dolu bir mideyi belirtir. Ete duyulan açlık Yanomamo şarkı ve şiirinin değişmez
bir temasıdır, ve et Yanomamo şöleninin odak noktasıdır. Helena Valero'nun
tutsaklık öyküsünde, bir Yanomamo'lu kadının bir erkeği sindirebildiği ender
yollardan biri onun bir avcı olarak beceriksizliğinden yakınmasıdır. Avcılar
avdan elleri boş dönmemek için köylerinden gittikçe daha uzaklara uzanmak
zorundadırlar. Önemli sayıda büyük hayvanlarla geri dönmek için on ila oniki
gün süren av seferleri yapılmasına gerek vardır. Chagnon'un kendisi av
seferine katılanları bile beslemeye yetecek miktarda et elde etmeksizin içinde
"on yıllarca avlanma yapılmamış" bir bölgede beş gün süren bir av
seferine katıldığından söz eder. Bir tipik Yanomamo köyü en yakın komşusundan
bir günlük yürüyüş mesafesinden daha yakın olduğu için, büyük seferlerde ister
istemez kendilerinkinden başka köylerce kullanılan avlanma alanlarının -içinden
defalarca geçilir. Bu köyler aynı kıt kaynak için rekabete girerler, ve kıt
olan bu kaynak kadınlar değil ama protein kaynağıdır.
Yabanıl erkek bilmecesi için ben bu çözüm
yolunu yeğlerim çünkü bu Yanomamo kadınlarının erkek bebeklerden daha çok kız
bebekleri öldürmek suretiyle kendilerinin sömürülmelerine aktif olarak neden
katkıda bulunduklarını pratik olarak
açıklar. Yanomamo erkeklerinin oğulları kızlara yeğledikleri doğrudur. Erkek
çocuklar yetiştirmediği için kocasını düşkırıklığına uğratan bir kadın kuşkusuz
onun gözünden düşer ve daha çok dayak yeme riskine girer. Ama kanımca Yanomamo
kadınları, eğer kendi çıkarlarına uygun olsaydı, erkeklere karşı kadınları
kayırmak üzere cinsellik oranını tersine çevirebilirlerdi. Kadınlar köyden
uzakta ormanda doğum yaparlar, orada başka hiç kimse bulunmaz. Bu demektir ki
onlar ilk oğullarının doğumundan sonra çocuk öldürdüler diye bir cezaya
çarpılmadan erkek çocukları seçip yokedebilirler. Ayrıca, onlar kocaları
tarafından durumun anlaşılması ya da öç alınması riski olmaksızın bütün erkek
çocuklarını bakımsız bırakarak öldürme yolunu uygulamak için sayısız
olanaklara sahiptirler.
Ben kadınların Yanomamo'ların çocuk
odalarında cinsellik oranları üzerindeki egemen denetimlerini nasıl
yürütebildiklerinin en azından iyi bir örneğini açıklayabilirim. Chagnon'un
dediğine göre bir gün o "tombul, iyi beslenmiş genç bir anne"nin bir
bebek tarafından kolaylıkla yenebilecek bir yemek (olasılıkla plantain lapası)
yediğini gördü. Kadının yanındaki "bir deri bir kemik kalmış, kir pas
içinde, ve nerdeyse açlıktan ölecek" iki yaşındaki oğlu bu lapadan bir
parça almak için ona uzanıp duruyordu. Chagnon anneye bebeğini neden beslemediğini
sordu, ve anne bebeğin bir süre önce kötü bir ishale tutulduğunu ve emzirmeyi
kestiğini anlattı. Bundan dolayı, annenin sütü çekilmiş ve bebek sütsüz
kalmıştı. Annenin dediğine göre, başka besinler de yararsızdı, çünkü
"bebek o değişik besinleri yemesini bilmiyordu." Sonra Chagnon
"kadının yemeğini çocuğuyla paylaşmasını” ısrarla istedi. "Bebek
yemeği yutarcasına yedi," böylece Chagnon "kadının bebeği aç
bırakarak yavaş yavaş ölmeye terk ettiği" sonucuna vardı.
Erkek çocuklardan çok kız çocuklarının
öldürülüp bakımsız bırakılmasının kılgısal nedeni sadece erkeklerin kadınları
böyle davranmaya zorlamaları olamaz. Az önce verdiğim örneğin de gösterdiği
gibi, bu konuda erkeklerin isteklerinden kurtulup onları aşmanın pek çok
yolları vardır. Daha doğrusu, Yanomamo kadınlarının çocuk bakımı
uygulamalarının gerçek nedeni kız çocuklarından daha çok erkek çocukları
yetiştirmelerinin kendi çıkarlarına daha uygun olmasıdır. Bu ilginin kökleri
doğal yaşam çevrelerini kullanmak için yeteneklerine göre zaten çok fazla
Yanomamo insanı bulunması olgusuna dayanır. Erkeklerin kadınlara oranının daha
yüksek olması kişi başına proteinin daha çok olması (çünkü avcılar erkektirler)
ve nüfus artışının da daha düşük olması anlamına gelir. Bunun bir anlamı da
daha çok savaşmaktır, ama Maring’ler için olduğu gibi, Yanomamo'lar için de
savaş onların kız çocuk yetiştiremedikleri hallerde erkek çocuk yetiştirmek
için ödedikleri bir bedeldir. Ne var ki, Yanomamo'lar bu ayrıcalık için çok
daha ağır bir bedel öderler, çünkü onlar doğal yaşam çevrelerinin nüfus taşıma
kapasitesini zaten düşürmüş bulunmaktadırlar.
Erkekten yana cinsel ayrımcılık konusunda
savaşm rolünü doğrulayan kimi kadın özgürlüğü savunucuları gene de şunü
vurgularlar ki kadınlar bir erkek komplosunun kurbanıdırlar çünkü silahlarla
öldürme yolları yalnızca erkeklere öğretilir. Onlar savaşçı becerilerinin
kadınlara da neden öğretilmediğini öğrenmek isterler. İçinde erkeklerin ve
kadınların birlikte yay ve sopalar kullandıkları bir Yanomamo köyü, içinde
kadınların gölgelerde koyun sürüsü gibi yazgılarını bekledikleri bir köyden
daha korkunç bir savaş gücü olmaz mı? Gaddarlık çabası neden erkekler üzerinde
yoğunlaştırılmalı? Saldırganlık teknolojisinin kullanılması neden hem
erkeklere hem kadınlara öğretilmesin? Bunlar önemli sorulardır. Sanırım sorun
erkek ya da kadın olsun insanları bayağı ve zalim olmak üzere yetiştirmekle
ilgilidir. Benim anladığıma göre, toplumlar iki klasik stratejiyi kullanarak
insanları acımasız hale getiriyorlar. Bunlardan biri en acımasız kişilere
besin, konfor, ve bedensel sağlığın ödüller olarak verilmesi suretiyle
acımasızlığı özendirmekdir. Öteki de en acımasız kişilere en büyük cinsel ödül
ve ayrıcalıkların tanınmasıdır. Bu iki stratejiden İkincisi daha etkilidir
çünkü besin, konfor, ve bedensel sağlıktan yoksun kalınması askersel yönden
ters etkiler doğurur. Yanomamo'lar yüksek düzeyde güdülenmiş öldürücüleri
gereksinirler, ama onlar eğer toplumda kurtarıcı işlevleri yerine
getireceklerse güçlü ve sağlıklı olmalıdırlar. Zalim kişiler yetiştirmekte
kullanılan en iyi güçlendirici sekstir çünkü cinsellikten yoksun kalmması
dövüşme yeteneğini azaltmaz tersine arttırır.
Benim gçrüşüm Sigmund Freud, Konrad
Lorenz, ve Robert Ardrey gibi bizim kendi kabile şovenlerimizin imgesinde gelişen
sözdebilime çok karşıdır. Bu konuda yerleşmiş olan genel kanıya göre erkekler
doğuştan daha saldırgan ve yırtıcıdırlar çünkü erkeğin seks rolü doğuştan
saldırganlığı içeren bir roldür. Ama cinsellik ile saldırganlık arasındaki
bağlantı çocuk katilliği ile savaş arasındaki bağlantı kadar yapaydır. Seks
saldırgan enerjinin ve yabanıl davranışın bir kaynağıdır çünkü cinsel ödüllere
yalnızca erkeklerin şoven toplumsal dizgeleri el koyarak onları saldırgan
erkeklere verirler ve saldırgan olmayan, uysal erkekleri onlardan yoksun
bırakırlar.
Açıkçası, aynı türden yabanıllığın
kadınlara yüklenememesi için ben bir neden görmüyorum. Kadınm içgüdüsel olarak
uysal, sevecen, ana olduğu söyle içesi doğrudan doğruya içgüdüsel olarak
yabanıl olan erkeklerle ilgili erkek şoven mitolojisi tarafından öne sürülen
bir yankıdır. Eğer "erilleştirilmiş" yabanıl kadınlara erkeklerle
cinsel ilişkiye girme olanağı verilseydi, o zaman biz kadınların doğuştan
saldırgan ve zalim olduklarına herkesi inandırmakta hiç güçlük çekmezdik.
Eğer cinsellik enerji yüklemekte ve
saldırgan davranışı denetlemekte kullanılacaksa, o zaman bundan şu sonuç çıkar
ki her iki cins aynı anda aynı kertede zalimleştirilemez. Biri ya da öteki
baskın olacak biçimde yetiştirilmelidir. Her ikisi de baskın olamaz. Her iki
cinsi de zalimleştirmek cinsler arasmda gerçek bir savaşa davetiye çıkarmak
olur. Yanomamo'lar arasında bunun anlamı savaş alanındaki yiğitliklerinin bir
ödülü olarak birbirlerinin üzerinde denetim kurmak için erkeklerle kadınların
silahlı çatışmaya girmeleridir. Başka deyişle, cinselliği yiğitliğin bir ödülü
haline getirmek için, cinslerden birine korkaklığın öğretilmesi gerekir.
Bu düşünceler kadın özgürlüğü
savunucularının "Anatomi yazgı değildir" paradigmasını benim biraz
düzeltmeme yol açtı. İnsan anatomisi belli koşullar altında yazgıdır.
Savaşın nüfus kontrolunda önemli bir araç olduğu, ve savaş teknolojisinin
aslında ilkel el silahlarından ibaret bulunduğu tarihlerde, ister istemez
erkeklerin şoven yaşam biçimleri egemendi. Günümüzün dünyasında bu koşullardan
hiç birinin geçerli olmaması ölçüsünde, kadın özgürlüğü savunucuları
erkeklerin yaşam biçimlerindeki gerilemeyi öngörmekte haklıdırlar. Eklemek
isterim ki bu gerilemenin hızı ve cinsel eşitlik yolundaki son başarı
beklentileri geleneksel polis ve asker güçlerinin ortadan kaldırılmasında daha
ileri gidilmesine bağlıdır. Umalım ki bu sonuç fiziksel güce dayanmayan savaş
taktiklerini yetkinleştirmenin bir sonucu olarak değil de polis ve asker
personele olan gereksinmeyi ortadan kaldırmanın bir sonucu olarak gerçekleşir.
Eğer cinsel devrimin net sonucu gürz mangalarmm başındaki ya da nükleer
kumanda yerlerindeki kadınlar için güvenli bir konum ise o zaman bizim
vardığımız yer Yanomamo'ların pek az önünde olur.
Potlaç
Dünya etnografi müzesinde sergilenen yaşam biçimlerinden en
çok şaşkınlık veren bazıları "prestij kazanma çabası" olarak bilinen
garip bir özlemin izlerini taşırlar. Bazı insanlar nasıl beğenilme özlemi
içinde görünürlerse başkaları da etin özlemini çekerler. İnsanı şaşırtan şey
insanların beğenilme özlemini çekmeleri değil, ama görünürde zaman zaman bu
özlemin çok güçlenmesiyle birlikte, başkaları nasıl toprak ya da protein ya da
seks için çekişirlerse, onların da prestij için birbirleriyle çekişmeye
başlamalarıdır. Bazan bu yarışma öylesine yabanıllaşır ki artık kendisi bir
amaç haline gelmiş görünür. O zaman bu yarışma özdeksel (maddi) değerlere
ilişkin ussal hesaplamalardan tamamıyla kopmuş, hatta onlara doğrudan doğruya
karşıt bulunan, bir saplantı görünümü sergiler.
Vance Packard Amerika Birleşik Devletleri’ni statü peşinde
yarışanlardan kurulu bir ulus diye betimlediğinde çok uygun bir niteleme
yapmıştır. Bir çok Amerikalının sırf birbirlerini derinden etkilemek amacıyla
bütün yaşamlarını toplumsal piramidin daha yukarısına tırmanmak için
harcamakta olduğu görünüyor. Biz gerçek zenginliğin kendisine değil de,
genellikle kromdan yapılmış değersiz süs eşyasından ve külfet yükleyici ya da
yararsız nesnelerden oluşan zenginliğimize insanların hayranlık duymalarını
sağlamak için çalışmaya galiba daha çok ilgi duyuyoruz. Thorstein Veblen'in
çalışmak zorunda olmayan bir sınıfın üyesi sanılmanın dolaylı coşkusu diye
betimlediği bir durumu elde etmek için insanların bu denli çaba harcamaları
şaşırtıcıdır. Veblen'in şu iğneleyici deyişleri "gösterişçi tüketim"
ve "gösterişçi savurganlık", otomotiv, aygıt, ve giyim endüstrisinde
o hiç sonu gelmeyen kozmetik değişikliklerin ardındaki "komşularıyla aşık
atmak" için duyulan garip ölçüde yoğun bir istem duygusunu gereği gibi
iletmektedir.
Bu yüzyılın başlarında, antropologlar bazı
ilkel kabilelerin çağcıl tüketim ekonomilerinin en savurganının bile erişemeyeceği
bir kertede gösterişçi tüketime ve gösterişçi savurganlığa kapılmış
bulunduklarını ortaya koyduklarında şaşkınlık içinde kaldılar. Beğenilmek
amacıyla çok büyük şölenler düzenleyerek birbirleriyle rekabete girişen
tutkulu, statü açlığı çeken insanlarla karşılaşıldı. Rakip şölencilerin
birbirleri hakkındaki yargıları sağladıkları yiyecek miktarına bağlıydı, ve bir
şölen ancak eğer konuklar kendilerinden geçinceye değin tıkabasa
yiyebilmişlerse, çalılıklar arasına güçlükle giderek orada parmaklarını
boğazlarına sokup kustuktan sonra şölene geri dönüp yemeyi sürdürebilmişlerse o
zaman başarılı sayılırdı.
Statü arayışının en garip örneği vaktiyle
Güney Alaska'nın, British Columbia'mn[6],
ve Washington'un kıyı bölgelerinde yaşamış bulunan Amerikan Kızılderilileri
arasında ortaya çıkarılmıştır. Buralarda statü arayıcıları gösterişçi tüketimin
ve gösterişçi savurganlığın potlaç olarak bilinen ve çılgınlığa vardığı
görülen bir biçimini uygulamışlardır. Potlaç'm amacı rakibinkinden daha çok
zenginlik sergilemek ya da rakibin yokettiği zenginlikten daha çoğunu
yoketmektir. Eğer potlaç veren kişi güçlü bir şefse, o yiyecekleri, giysileri,
ve parayı yoketmek suretiyle rakiplerini utandırma ve yandaşlarının
hayranlığını kazanma girişiminde bulunabilir. Hatta bazen prestij arayışı
içinde kendi evini bile yakıp yokedebilir.
Potlaç, Vancouver Adası'nın yerli
sakinleri olan Kwakiutl'lar arasmda potlaç'm nasıl işlediğini Patterns of
Culture (Kültür Modelleri) adlı kitabında betimleyen Ruth Benedict tarafından
tanıtıldı. Benedict'in düşüncesine göre potlaç genellikle Kwakiutl kültürünün
megalomanyak bir yaşam biçiminin bir parçası olmuştur. Potlaç ondan içmek için
Tanrı'nın kendilerine vermiş olduğu bir "kap"dır. O zamandan beri
potlaç, kültürlerin sırrına erilmez güçlerin ve zihinsel dengesini hepten yitirmiş
kişilerin yaratıları olduğu yolundaki inancın bir anıtı olarak görülmektedir.
Değişik birçok alanm uzmanları P -tterns of Cııltııre'ı okudukdan sonra
prestij dürtüsünün yaşam biçimlerini kılgısal ve dünyasal etkenlerle açıklama
girişimlerini altüst ettiği sonucuna vardılar.
Ben burada göstermek isterim ki Kwakiutl'da
potlaç manyakça kaprislerin değil, ama ekonomik ve çevresel koşulların sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Bu koşulların yokluğunda, çok beğenilme gereksinmesi
ve prestij dürtüsü kendilerini baştanbaşa değişik yaşam biçimi pratikleri
içinde ortaya koyarlar. Gösterişçi tüketimin yerini gösterişsiz tüketim alır,
gösterişçi savurganlık yasaklanmıştır, ve birbirleriyle yarışan statü arayıcıları
yoktur.
Kwakiutl’lar sedir ve köknar ağaçlarından
oluşan yağmur ormanlarının ortasında kıyıya yakın yerlerde kurulmuş bulunan
evleri ağaçtan yapılmış köylerde yaşarlardı. Onlar içinde adalar bulunan deniz
geçitleri ve Vancouver'in fiyordları boyunca ağaç kütükleri oyularak yapılmış
kocaman kayıklarla balık avlarlar ve avcılık yaparlardı. Tecimenleri
kendilerine çekmeyi çok istedikleri için, bizim yanlışlıkla "totem
direkleri" diye isimlendirdiğimiz yontulmuş ağaç gövdelerini kıyılara dikmek
suretiyle köylerini göze çarpar hale getirmişlerdir. Bu direkler üzerindeki
oymalar köy başkanlarmm kendilerine ait olduğunu savladıkları atadan kalma
unvanları simgelerlerdi.
Bir Kwakiutl şefi kendi yandaşlarından ve
komşu şeflerden elde ettiği saygı miktarından hiç bir zaman memnun kalmazdı.
Statüsü hakkmda güvenden hep yoksundu. Hakkında savda bulunduğu aile
unvanlarının atalarına ait olduğu yeterince doğruydu, Ama soylarını aynı
atalara bağlayabilen ve bir şef olarak tanınmak üzere onunla yarışma hakkına
sahip olan başkaları da vardı. Bu nedenle her şef şeflik savlarını gerekçeye
dayandırarak geçerli kılma yükümlülüğünü duyuyordu. Bunu yapmanın kurallarla
saptanmış yolu potlaçlar düzenlemekti. Her potlaç ağırlayan bir şef ve onun
yandaşları tarafından bir konuk şefe ve onun yandaşlarına verilirdi. Potlaç'ın
amacı ağırlayan şefin şeflik statüsünü gerçekten hakettiğini ve onun konuk
şeften daha yüce olduğunu göstermek idi. Bunu ispatlamak için, ağırlayan şef
rakip olan şefe ve yandaşlarına bol miktarda değerli armağanlar verirdi.
Konuklar aldıklarını küçümserler ve kendi şeflerinin daha değerli armağanlardan
daha da bol miktarlarda geri vermek suretiyle önceki şeften daha büyük bir şef
olduğunu ispat edeceği bir karşı potlaç düzenleyeceklerine yemin ederlerdi.
Potlaç hazırlıkları taze ve kuru balığın,
balık yağının, yumuşak meyvalarm, hayvan derilerinin, battaniyelerin, ve öteki
değerli eşyanın biriktirilmesini gerektirirdi. Belirlenen günde, konuklar
kanolarla ağırlayan köye varırlar ve şefin evine giderlerdi. Onlar orada tıka
basa som balığı ve yabani yumuşak meyvalardan yerlerken bir yandan da kunduz
tanrıları ve şimşek kuşu[7]
maskeleri takmış olan dansçılar onları eğlendirirlerdi.
Ağırlayan şef ve yandaşları dağıtılacak
zenginliği düzgün istifler halinde dizerlerdi. Ağırlayan şef bir aşağı bir
yukarı zıplaya zıplaya dolaşarak kendilerine vereceği armağanların bolluğuyla
böbürlenirken ziyaretçiler onun yüzüne asık suratlarla dik dik bakarlardı. O
bahkyağı kutularını, yumuşak meyvalarla dolu sepetleri, ve istiflenmiş
battaniyeleri birer birer sayarken, rakiplerinin yoksulluğunu alaylı biçimde
anlatırdı. Sonunda konuklar armağanlarını yüklenerek köylerine geri dönerlerdi.
İçlerine zehir gibi işleyen bu olgu üzerine, konuk şef ve yandaşları bunun
acısını çıkaracaklarına yemin ederlerdi. Bu da ancak rakiplerini karşıt bir
potlaca çağırmakla ve onları onların dağıttıklarından bile daha büyük
miktarlardaki değerli armağanları kabule mecbur etmekle sağlanabilirdi. Bütün
Kwakiutl köylerinin bir tek birim olması nedeniyle, potlaç olayı karşıt
yönlerde devinen ardı arkası kesilmez bir prestij ve değerler akışını
özendirirdi.
Tutkulu bir şefin ve yandaşlarının değişik
birkaç köyde birden potlaç rakipleri bulunurdu, Mal varlığını sayma uzmanları
skoru eşitlemek için her bir köyde neler yapılması gerektiğini dikkatle
hesaplarlardı. Bir şef bir yerdeki rakiplerinin üstesinden gelmeyi başarsa da,
onun bir başka yerde karşılaşmak zorunda kalacağı basımları bulunurdu.
Potlaç sırasında, ağırlayıcı şef şu türden
sözler söylerdi: "Büyük olan tek ağaç benim. Mal sayıcınızı getirin.
Dağıtılacak malları o boş ye~e saymaya çalışacaktır." Sonra şefin yandaşları
şu uyarıyla konuklarının sessiz kalmalarını isterdi: "Kabileler, siz hiç
gürültü yapmayın yoksa şefimizden, üzerinize sarkan dağdan bir zenginlik
kayşası (heyelan) yaratırız." Kimi potlaçlarda battaniyeler ve öteki
değerli mallar dağıtılmazdı ama yok edilirlerdi. Başarılı potlaç şefleri kimi
zamap "yağ şölenleri" düzenlemeyi kararlaştırırlardı ve o şölenlerde
kandilbalığından elde edilmiş ve kutulara konmuş yağlar evin orta yerindeki
ateşin üzerine dökülürdü. Alevler kükreyip yükselirken, yağın çıkardığı koyu
duman odayı doldururdu. Konuklar kayıtsızca oturdukları ya da hatta havanın
soğukluğundan yakmdıkları sırada zenginliği yokeden bağıra çağıra şöyle atıp
tutardı, "Yeryüzünde bütün dünyada çağrılı kabileler için bu dumanı yılın
başından sonuna dek tüttüren tek kişi yalnız benim, yalnız benim." Kimi
yağ şölenlerinde alevler çatıdaki kalasları tutuştururdu ve bütün ev bir
potlaç için sunulup yakılırdı ki bu olay konukların en büyük utancı
duymalarına ve ağırlama yapanların da çok sevinmelerine yol açardı.
Ruth Benedict'e göre, potlaç düzenlemenin
nedeni Kwakiutl şeflerinin saplantıya dönüşmüş statü açlığı idi. Onun yazdığına
göre, "Başka külltürlerin standartları açısından değerlendirildiğinde
tınılan şeflerin sözleri yüzsüzce yapılmış bir megalomani” idi. "Bütün Kwakiutl
girişimlerinin ereği kendilerinin rakiplerinden üstün olduklarını göstermek
idi." Yazara göre, Kuzeybatı Pasifik'in yerli ekonomik dizgesi bütünüyle
"bu saplantının hizmetine yönelik idi."
Ben Benedict’in yanıldığı kanısındayım. Kwakiutl'm
ekonomik dizgesi statü rekabetinin hizmetine yönelmiş değildi; tersine, statü
rekabeti ekonomik dizgenin hizmetine yönelmişti.
Dağıtılan Kwakiutl armağanlarının temel
maddelerinin hepsi, yokedici yönleri bir yana, yeryüzünün değişik yerlerine
geniş biçimde dağılmış ilkel toplumlarda vardır. Kurucu özüne değin
çözümlendiğinde görülür ki, potlaç rekabetçi bir şölendir ve henüz tam
anlamıyla bir yönetici sınıfa sahip bulunmayan topluluklar arasında
zenginliğin üretilip dağıtılmasını sağlamak amacıyla kurulmuş hemen hemen
genelgeçer bir düzenektir.
Melanezya ve Yeni Gine, düzenlenen yarışçı
şölenleri görece özgünlüğü bozulmamış koşullar altında incelemek için en iyi
olanağı sağlamaktadır. Bütün bu bölge içinde şu büyük adamlar denilen kişiler
vardır ki bunlar üstün statülerini her birinin kendi yaşamı boyunca
desteklemiş olduğu çok sayıdaki şölenlere borçludurlar. Her şölenin öncesinde
mutlaka gözü yükseklerde olan bir büyük adamın gerekli zenginliği biriktirmek
amacıyla harcadığı yoğun çabalar vardır.
Solomon adalarının Kaoka dilini konuşan
insanları arasında, örneğin, statü açlığı çeken birey meslek yaşamına daha
büyük tatlı patates bahçeleri yapmaları için karısını ve çocuklarını
çalıştırmakla başlar. AvustralyalI antropolog lan Hogbin tarafından
betimlendiği üzere, Kaoka'lar bir büyük adam olmak istediklerinde erkek
akrabalarının ve arkadaşlarının balık avlamakta kendisine yardım etmelerini
sağlar. Daha sonra o dostlarından yetişkin dişi domuzlar ister ve domuz
sürüsünün sayısını arttırır. Hayvanlar yavruladıkça, komşuları arasında onları
çoğaltarak besler. Çok geçmeden onun akraba ve arkadaşları genç adamın başarılı
olacağını kabul ederler. Onlar gencin geniş bahçelerini ve büyük domuz
sürüsünü görürler ve gelecek şölenin unutulmaz bir şölen olması için kendi
çabalarını da iki katma çıkarırlar. Genç artık bir büyük adam olduğunda onlar
kendisine yardım etmiş olduklarını genç adayın anımsamasını isterler. Nihayet,
onlar hep bir araya gelirler ve olağanüstü güzel bir ev yaparlar. Adamlar son
bir balık seferine çıkarlar. Kadınlar tatlı patatesleri devşirirler ve yakacak
odun, muz yaprakları, ve hindistancevizleri toplarlar. Konuklar (potlaç olayındaki
gibi) gelirlerken, zenginlikler düzgün istifler halinde dizilir ve herkesin
onları sayıp hayranlık duyması için sergilenir.
Atana adındaki bir genç adamın verdiği
şölen gününde, Hogbin şu kalemleri saydı: 114 kilo kurutulmuş balık, 3000 tatlı
patates ve hindistancevizi keki, 11 büyük kap dolusu puding, ve 8 domuz. Bütün
bunlar Atana tarafından örgütlenen fazla çalışmanın doğrudan sonucuydu. Ama
bazı konukların kendileri de, önemli bir fırsatı önceden değerlendirerek,
dağıtım şölenine kendi armağanlarım da getirdiler. Onların katkılarıyla çoğalarak
zenginlik toplamı 136.2 kilo balık, 5000 kek, 19 kap puding ve 13 domuz oldu.
Atana bu zenginliği 257 parçaya böldü, kendisine yardım etmiş olan ya da
armağanlar getirmiş bulunan her kişiye bir parça dağıttı, bazılarını
ötekilerden daha çok ödüllendirdi. "Atana'nın kendisi için yalnızca
artıklar kaldı", diyor Hogbin. Guadalcanal'daki statü arayıcıları için bu
olağandır, onlar hep derler ki: "Şölen düzenleyen kemikleri ve bayat
kekleri toplar; et ve yağ başkalarına gider."
Büyük adamın şölen verme günleri, potlaç
şeflerininkiler gibi, hiç bitmek bilmez. Sıradan bir statü içine düşme tehlikesinden
dolayı, her büyük adam gelecek şölen için planlar ve hazırlıklar yapma
yükümlülüğü altındadır. Her köy ve camia için bir kaç büyük adam bulunması
nedeniyle, bu planlar ve hazırlıklar çoğu kez akraba ve komşuların bağlılıkları
konusunda bir takım karmaşık ve yarışçı manevralara yol açarlar. Büyük adamlar
daha çok çalışırlar, daha çok kaygılanırlar, ve herkesden daha az tüketirler.
Onların tek ödülü prestijdir.
Büyük adam bir işçi-girişimci olarak
betimlenebilir Rusların "Stakhanovite" dedikleri bu adam üretim
düzeyini yükselterek topluma önemli hizmetler sunar. Büyük adamın statü
açlığının bir sonucu olmak üzere, daha çok sayıda insan daha çok çalışır ve
besini ve öteki değerli maddeleri daha çok üretir.
Geçim araçlarından herkesin eşitçe yararlandığı koşullar
altında, yarışçı şölen olayı savaş ve ürün kıtlıkları gibi bunalımlarda
işgücünün üretkenlikte güven payı bırakmayan düzeylere düşmesini önleyici
yönde pratik işlevini yerine getirir. Ayrıca, bağımsız köyleri ortak bir
ekonomik çerçeve içinde birleştirebilecek resmi siyasal kurumlar bulunmadığı
için, yarışçı şölen olayı geniş bir ekonomik beklentiler sistemi yaratır. Bu
durum herhangi bir köyün örgütleyebileceğinden daha geniş toplulukların üretim
çabalarını birleştirmede etkili olur. Nihayet, büyük adamlarca düzenlenen
yarışçı şölen olayı, deniz kıyısı, tuzlu su gölü, ya da yüksek yerlerdeki doğal
yaşam yerleri gibi değişik mikroçevreleri dolduran bir dizi köyler arasında
üretkenlikte görülen yıllık dalgalanmaları otomatik olarak eşitleyici bir
işlevde bulunur. Otomatik olarak, her hangi bir yılın en büyük şölenlerini
düzenleyenler üretime en elverişli yağmur, ısı, ve rutubet koşullarından
yararlanmış bulunan köyler olacaktır.
Bütün bunlar Kwakiutl'a uygun düşen noktalardır. Kwakiutl
şefleri Melanezyalı büyük adamlara benzerlerdi şu farkla ki onlar daha zengin
bir çevrede çok daha üretken bir teknolojik envanterle çalışırlardı. Büyük
adamlar gibi, onlar da erkekleri ve kadınları kendi köylerine çekmek için
birbirleriyle çekişirlerdi. En çok varlık sağlayanlar ve en büyük potlaçları
verenler şeflerin en büyüğü olurlardı. Şefin yandaşları dolaylı yoldan onun
prestijini paylaşırlar ve daha yüksek onurlar elde etmesi için ona yardımcı
olurlardı. Şefler "totem direklerf'nin yapılmasını sağlarlardı. Bu
direkler aslında orada büyük işleri yaptırabilen ve yandaşlarını kıtlıktan ve
hastalıktan koruyabilen çok güçlü bir şefi bulunan bir köyün varlığını,
yükseklikleri ve çarpıcı desenleriyle çevreye duyuran heybetli reklamlardı.
Direkler üzerine oyulmuş hayvan sorguçları üzerinde kalıtsal açıdan hak
savında bulunmakla, şefler gerçekte kendilerinin büyük miktarda besin ve konfor
sağlayan kişiler olduklarını anlatırlardı. Potlaç basımlarına onları
yüceltmelerini ya da susmalarını söylemenin bir yoluydu.
Potlaç atıhmının açıkça yarışçı olmasına
karşın, yerliler yönünden besinin ve öteki değerli malların üretkenliği yüksek
merkezlerden daha az üretken köylere aktarılması işlevini görüyordu. Bunu daha
da güçlü biçimde ortaya koymalıyım: Yarışçı atılım nedeniyle, bu tür
aktarımlar sigortalıydı.
Balık göçlerinde, yabanıl meyva ve sebze
hasatlarında önceden kestirilemeyen dalgalanmalardan dolayı, köylerarası potlaç
olayı bir bütün olarak bölgesel nüfus yönünden yararlıydı. Balıklar yakm
ırmaklara yumurta bıraktıklarında ve yakın çevrede meyvalar olgunlaştıkları
zaman, geçen yılın konukları artık bu yılın ağırlayıcıları olurlardı. Potlaç,
yerliler bakımından, her yıl varsıllar verdiler ve yoksullar aldılar anlamına
gelirdi. Bir yoksulun karnını doyurması için yapması gereken bütün iş rakip
şefin büyük bir adam olduğunu kabul etmekten ibaretti.
Potlaç'ın kılgısal temeli Ruth Benedict'in
gözünden acaba neden kaçtı? Antropologlar Kuzeybatı Pasifik'in yerli toplulukları
Rus, İngiliz, Kanadalı, ve Amerikalı tecimen ve göçmenlerle tecimsel ve
ücret-işgücü'ne dayalı ilişkilere girmelerinden ancak uzun zaman sonradır ki
potlaç olayını araştırmaya başladılar. Bu temas yerli halkın büyük bir
bölümünü yokeden çiçek hastalığı salgınlarına ve öteki Avrupa hastalıklarına
yol açtı. Örneğin, Kwakiutl'm nüfusu 1836'daki 23.000'den 1886'daki 2000
sayısına düştü. Nüfusun azalması otomatik olarak işgücü rekabetini
yoğunlaştırdı. Aynı zamanda, Avrupalılarca ödenen ücretler daha önce hiç
görülmemiş miktarlardaki zenginlikleri potlaç ağının içine pompaladı. Kwakiutl’lar,
Hudson’s Bay Company’den hayvan derileri karşılığında binlerce battaniye
aldılar. Büyük potlaçlarda bu battaniyeler dağıtılacak en önemli kalem olarak
yiyecek maddelerinin yerini aldılar. Nüfusu azalan halk tüketebileceğinden
daha fazla miktarda battaniyelere ve öteki değerli mallara sahip oldu. Ama
işgücü yetersizliğinden dolayı yandaşlar toplama gereksinmesi her zamankinden
daha büyüktü. Bu nedenle potlaç şefleri beyhude bir çabayla görkemli varlık
gösterilerinin insanları boşalmış köylere geri döndüreceği umuduyla malların
yokedilmesini buyurdular. Ama bunlar ölen bir kültürün yeni bir siyasal ve
ekonomik koşullar sistemine uyarlanma çabasının pratikleriydi; bunların eski
yerlilerin potlacma benzerliği çok azdı.
Katılanlarca düşünülen, anlatılan, ve
tasarlanan yarışçı şölen olayı özdeksel baskı ve olanaklara bir çeşit uyarlanma
olarak görülen yarışçı şölen olayından çok farklıdır. Toplumsal düş sürecinde
katılmacıların yaşambiçimi bilincinde yarışçı şölen büyük adamın ya da potlaç
şefinin prestij için duyduğu doymak bilmez açlığın ortaya konmasıdır. Ama bu
kitapta izlenen bakış açısına göre, prestije duyulan o doymak bilmez açlık
yarışçı şölenin açığa vurulmasıdır. Her toplum beğenilme gereksinmesinden
yararlanır, ama her toplum prestiji yarışçı şölendeki başarıya bağlamaz.
Bir prestij kaynağı olarak doğru
anlaşılması için yarışçı şölenin evrimci bir perspektif içinde görülmesi
gerekir. Atana gibi büyük adamlar ya da Kwakiutl şefleri yeniden paylaşım
olarak bilinen bir ekonomik değişim biçimini uygularlar. Başka deyişle, onlar
bir çok bireyin üretken çabasının sonuçlarını biraraya getirirler ve sonra
toplanan malları değişik miktarlarda değişik bir takım insanlara yeniden
dağıtırlar. Dediğim gibi, Kaoka'lıların yeniden paylaştıran büyük adamı daha
çok çalışır, daha çok sıkıntı çeker, ve köydeki başka herkesten daha az
tüketir. Yeniden paylaştıran Kwakiutl şefi böyle davranmaz. Büyük potlaç
şefleri önemli bir potlaç için girişim ve yönetim işlerini yürütürler, ama ara
sıra yapılan balık avlama ya da deniz aslanı seferi bir yana bırakılırsa, en
ağır işleri yandaşlarına bırakırlar. En büyük potlaç şefleri hatta bazı savaş
tutsaklarını kendileri için köle olarak çalıştırırlar. Kwakiutl şefleri,
tüketim ayrıcalıkları bakımından, Kaoka formülünü tersine çevirmeye başlamışlar
ve "et ve yağ"m bir bölümünü kendileri için saklayıp
"kemiklerin ve bayat keklerin" büyük bölümünü yandaşlarına
bırakmışlardır.
Atana’dan, bu yoksullaşmış işçi-girişimci
büyük adamdan başlayıp evrim çizgisi boyunca yarı kalıtsal Kwakiutl şeflerine
değin gelince, sonunda kalıtsal krallarca yönetilen devlet yapılı toplamlara
varırız ki bu krallar belli başlı bir sanayi ya da tarım işi yapmadıkları gibi
varolan herşeyin en çoğunu ve en iyisini de kendileri için alıkoyarlar.
İmparatorluk düzeyinde ise, tanrısal hakka dayalı yüce hükümdarlar çarpıcı
saraylar, tapmaklar, ve büyük anıtlar yaptırarak prestijlerini sürdürürler ve
bütün meydan okumalara karşı kalıtsal ayrıcalıklara sahip olma haklarını potlaç
yoluyla değil silahların gücüyle dayatırlar. Geçmişe doğru yönelince,
krallardan potlaç şeflerine, büyük adamlara, bireylerce yapılan her türlü
yarışçı gösterilerin ve çarpıcı tüketimin hiç bulunmadığı, ve büyüklüğüyle
övünecek kadar aptal olan herkesin büyücülükle suçlandığı ve taşlanarak
öldürüldüğü eşitlikçi yaşam biçimlerine değin uzanabiliriz.
Antropologların incelemelerine
yetişebilecek kadar uzun süre yaşamış bulunan gerçekten eşitlikçi toplamlarda,
yarışçı şölen biçimindeki yeniden paylaşım olayı yoktur. Bunun yerine,
karşılıklılık olarak bilinen değiştokuş biçimi yaygındır. Karşılıklılık iki
birey arasında meydana gelen ekonomik bir değiştokuş için kullanılan teknik
bir terimdir ve bu değişimde yanlardan hiçbiri karşılık olarak neyi, ne zaman
beklediğini kesinlikle belirtmez. Yüzeysel olarak, karşılıklı değişimler sıradan
değişimlere hiç benzemezler. Bir yanın beklentisi ve öteki yanın yükümlülüğü
belirtilmeden kalır. Bir taraf hayli uzun bir süre verenin direnmesi olmaksızın
ve kendisi de bir kaygı duymadan öteki taraftan almayı sürdürebilir. Bununla
birlikte işlem tam bir bağış olarak irdelenemez. Saklı bir geri ödeme beklentisi
vardır ve iki birey arasmdaki denge farkı ortalamayı çok fazla aşmışsa, veren
taraf olasılıkla yakınmalara ve dedikoduya başlayacaktır. Alıcının beden ve
akıl sağlığından kaygı duyulacak ve durumda düzelme olmazsa, insanlar alıcının
kötü ruhların eline düştüğüne ya da onun büyücülük yaptığına inanılacaktır.
Eşitlikçi toplumlarda, karşılıklılık kurallarını sürekli olarak çiğneyen
bireyler belki de gerçekten ruh hastasıdırlar ve kendi camialarına karşı bir
tehdit oluştururlar.
Biz yakın dostlarımız ve akrabalarımızla
mal ve hizmetleri nasıl değiş tokuş ettiğimizi düşünmek suretiyle karşılıklı
değiştokuşların ne olduğuna ilişkin bir fikir edinebiliriz. Örneğin, erkek kardeşler
birbirleri için yaptıkları her şeyin kesin para değerini hesaplayacak
değillerdir. Onlar birbirlerinin gömleklerini ya da plaklarını ödünç almaktan
çekinmezler ve birbirlerinden yardım dilemekte ikircikli olmaları gerekmez.
Kardeşlik ve arkadaşlıkta tarafların kabul ettikleri ilkeye göre eğer biri
aldığından daha çok vermek zorunda kalırsa, bu aralarındaki sıkı ilişkiyi
bozmayacaktır. Eğer bir arkadaş bir dostunu yemeğe çağırırsa, bu yemek
karşılıksız bırakılsa bile, bir ikinci ya da üçüncü bir çağrıyı yapmak ya da
kabul etmekte ikircikli olmanın gereği yoktur. Ancak bu tür davranışın da bir
sınırı vardır, çünkü bir süre sonra karşılıksız armağan veren sömürüldüğü
kuşkusunu duymağa başlar. Başka deyişle, herkes cömert olarak tanınmaktan hoşlanır,
ama hiçkimse yolunacak bir kaz yerine konmak istemez. Bu durum Noel'de
alışveriş listelerini hazırlarken eski karşılıklılık ilkesini uygulamaya giriştiğimizde
kerndimizi içine attığımız çıkmazın tam bir benzeridir. Armağan ne çok ucuz ne
de çok pahalı olacaktır; ve yine de bizim hesaplarımız rastlantısaldır, bu
nedenle de fiyat etiketini kaldırırız.
Ama karşılıklılığı gerçekten eylem içinde
görmek için para sahibi olmayan ve hiçbir şeyin alınıp saklamadığı eşitlikçi
bir ülkede yaşamalısınız. Karşılıklılıkla ilgili her şey birinin ötekine olan
borcunun kesin sayımına ve hesaplanmasına karşıdır. Aslında, bütün amaç
herhangi bir kimsenin gerçekten herhangi bir şeyi borçlu olduğunu yadsımaktır.
Bir yaşam biçiminin karşılıklılığa mı yoksa başka bir ilkeye mi dayandığı insanların
teşekkür edip etmediklerinden anlaşılabilir. Gerçekten eşitlikçi olan
toplumlarda, özdeksel malların ya da hizmetlerin kabul edilmesi karşılığında
açıkça minnettar olunması kabalıktır. Örneğin, orta Malaya'nın Semai'leri arasında,
bir avcının arkadaşlarına tam anlamıyla eşit parçalar halinde dağıttığı et
için hiç kimse asla minnettarlık göstermez. Semailer arasında yaşamış olan
Robert Denton'un ortaya koyduğuna göre bir şey karşılığında sizin teşekkür
etmeniz büyük kabalıktır çünkü ya size verilmiş olan et parçasının büyüklüğünü
hesaplamaktasınız ya da avcının başarı ve cömertliğinden dolayı şaşkınlık
içindesiniz demektir.
Kaoka’nın büyük adamı tarafından ortaya konan çarpıcı
sergilemeye, ve potlaç şeflerinin böbürlenmelerle dolu atıp tutmalarına, ve
bizim kendi gösterişçi statü simgelerimize karşıt bir tutum gösteren
Semai’lerin yaşam biçimi içinde en başarılı olanlar bunu en az göstermek
zorundadırlar. Onların yaşam biçimleri içinde, rekabetçi bir yeniden
paylaşımla ya da her hangi bir gösterişçi tüketim veya gösterişçi israf yoluyla
statü arayışı gerçekten düşünülemez. Eşitlikçi topluluklar kendilerine cömertçe
davramldığı ya da bir kimsenin bir başkasından daha iyi olduğunu düşündüğü
yolunda edindikleri en küçük bir izlenimden tiksinir ve ürkerler.
Toronto Üniversitesi'nden Profesör Richard Lee eşitlikçi
avcılar ve toplayıcılar arasındaki karşılıklı değiş tokuşun anlamına ilişkin
insanı eğlendiren bir öykü anlatır. Yılın büyük bölümünde, Lee Kalahari Çölü
çevresindeki Buşman’ları[8]
izleyerek onların neler yediklerini gözlemlemektedir. Buşman’lar işbirliğine
çok yatkındırlar ve Lee onlara minnettarlığını göstermek ister, ancak elinde
onlara normal diyetlerini ve etkinlik modellerini bozmaksızın verebileceği hiç
bir şey yoktur. Noel yaklaşırken Lee, Buşman’ların bazen tecim yoluyla et
aldıkları köylerin yakınındaki çölün sınırında olasılıkla kamp kuracaklarını
öğrenir. Bir Noel armağanı olarak onlara bir öküz vermek niyetiyle, cipiyle bir
köyden ötekine gidip çevreyi dolaşarak satın alabileceği en büyük öküzü
bulmağa çalışır. Sonunda Lee, Uzak bir köyde, kalın bir yağ tabakasıyla kaplı
inanılmaz büyüklükte bir hayvan bulur. Bir çok ilkel topluluklar gibi,
Buşman'lar de yağlı etin özlemini çekerler, çünkü onların avlama yoluyla ele
geçirdikleri hayvanlar genellikle yağsız ve sıskadırlar. Lee kampa dönerken,
Buşman dostlarını bir kenara çekerek onlara teker teker yaşamında gördüğü en
büyük öküzü satın almış olduğunu ve onu Noel'de onlara kestireceğini söyler.
İyi haberi duyan ilk adam açıkça telaşa
kapılır. Lee'ye, öküzü nerede satın aldığını, ne renk olduğunu, ve boynuzlarının
büyüklüğünü sorar ve sonra başını sallar. "Ben o öküzü biliyorum",
der. "Tuhaf şey, o hayvan bir deri bir kemiktir! Böylesine değersiz bir
hayvanı siz her halde sarhoşken satın almış olmalısınız !" Lee arkadaşının
hangi hayvandan bahsettiğini gerçekten bilmediğinden emin olarak, başka bir kaç
Buşman’a konuyu güvenle açar, ama hep aynı şaşkın tepkiyle karşılaşır:
"Siz o beş para etmez hayvanı mı satın aldınız? Elbette onu yeriz",
herkes diyecek ki, "ama o karnımızı doyurmaz. Yeriz, ama eve yatmağa boş
midelerle gideriz." Noel geldiğinde ve nihayet öküz kesilince, kaim bir
yağ tabakasıyla kaplı olduğu ortaya çıkan hayvan büyük bir zevkle yutulurcasına
yenir. Ortada herkes için yeterinden fazla et ve yağ vardır. Lee yine arkadaşlarına
yönelir ve onlardan ısrarla bir açıklama ister. Durumu kabul eden bir avcı
şöyle der, "Evet, biz elbette öküzün nasıl bir hayvan olduğunu gerçekten
biliyorduk." "Ama genç bir adam çok etli bir hayvanı öldürünce
kendisini bir şef ya da büyük adam sanmağa başlar ve geriye kalan bizleri
kendisinin hizmetçileri ya da kendisinden aşağı kimseler olarak görür. Biz
bunu kabul edemeyiz" diye devam etti. "Biz böbürlenen birini reddederiz,
çünkü bir gün onun gururu birini öldürmesine neden olur. Bu nedenle biz her
zaman onun hayvan etinin işe yaramaz olduğunu söyleriz. Böylece onu
sakinleştirir ve yumuşakbaşlı yaparız."
Eskimolar övüngen ve cömert davranan
armağan vericilere ilişkin korkularını şu atasözüyle belirtmişlerdir:
"Armağanlar köleler yaratır, tıpkı kırbaçların köpekler yaratması
gibi." Ve yaşanan olaylar da tam anlamıyla böyle olmuştur. Evrimsel
perspektif içinde, armağan vericiler önce kendi fazla çalışmalarının ürünü
olan armağanlar vermişler; çok geçmeden insanlar armağanlara karşılık vermek
ve armağan vericilerin kendilerine daha çok armağanlar vermelerini sağlamak
için daha çok çalışmak zorunda kalmışlar; en sonunda armağan vericiler çok
güçlenmişler, ve artık karşılıklılık kurallarına uymak gereğini duymamışlardır.
Sonra onlar insanları vergi ödemeğe ve ambarlarında ve saraylarında
bulunanların yeniden dağıtımını gerçekleştirmeden halkı kendileri için
çalışmağa zorlamışlardır. Kuşkusuz, çeşitli çağcıl büyük adamların ve
politikacıların kabul ettikleri gibi, eğer siz sürekli kırbaçlama yerine kendilerine
ara sıra büyük bir şölen verirseniz "köleleri" kendiniz için
çalıştırmanız hala daha kolaydır.
Eskimolar, Buşman'lar, ve Semai'ler
armağan dağıtmanın tehlikelerini anladıkları halde, ötekiler acaba neden
armağan dağıtıcıların gelişmelerine izin verdiler? Sonra çalışmalarıyla onur
kazanmalarını sağlayan kendi insanlarına ters düşüp onları köleleştirebilme
uğrunda büyük adamların öylesine kendilerini yitirmelerine niçin olanak
sağlandı? Sanırım, bir kez daha, her şeyi birden açıklamanın eşiğinde
bulunuyorum. Ama izninizle bir kaç düşüncemi açıklamak isterim.
Karşılıklılık grubun yaşamı sürdürmesini
olumsuz yönde etkileyecek olan yoğun ek üretim çabası uyarımının yapıldığı
koşullara önceden uyarlanmayı gösteren bir ekonomik değiş tokuş biçimidir. Bu
koşullara Eskimolar, Semai'ler, ve Buşman'lar gibi bazı avcı ve toplayıcılar
arasında rastlanır ve bunların yaşamı sürdürmeleri tamamıyla doğal bitki ve
hayvan topluluklarınm kendi yaşam alanlarındaki canlılık durumlarına bağlıdır.
Eğer avcılar kararlı bir yabayla birdenbire daha çok hayvan yakalamaya ve daha
çok bitki toplamaya girişirlerse, o zaman onlar bölgelerindeki av hayvanları
miktarında kapatılmaz bir eksilme tehlikesi yaratırlar.
Örneğin, Lee'nin ortaya koyduğuna göre,
onun Buşman'ları geçimleri için haftada ancak on ila onbeş saat çalışırlar. Bu
buluş sanayi toplumunun en bayağı söylencelerinden birini yani bizim bu gün her
zamankinden daha çok serbest zamana sahip olduğumuz yolundaki söylenceyi etkili
biçimde yıkıyor. İlkel avcılar ve toplayıcılar tek bir işçi sendikasından bile
yararlanmaksızın bizden daha az çalışırlar, çünkü onların çevre sistemleri
haftalar ve aylar boyu süren yoğun ek çalışmaları kaldıramaz. Buşman'lar
arasında, kendilerine büyük bir şölen vaadiyle dost ve akrabaları daha çok
çalıştırmak için koşuşturan 'Stakhanovite' kişilikler olsa bunlar o toplum
için kesin bir tehdit oluştururlardı. Eğer hırslı bir Buşman büyük adam
yandaşlarını bir ay boyuhca Kaoka'lar gibi çalıştırmış olsa, milllerce uzanan
çevresindeki her av hayvanını ya öldürür ya da kaçırır ve yılın bitiminden önce
halkını açlıktan öldürürdü. Bu nedenle Buşman'lar arasında egemen olan yeniden
paylaşım değil karşılıklılıktır, ve en büyük prestiji başarılarıyla hiç
övünmeyen ve öldürdüğü bir hayvanı bölüp dağıtırken bir armağan sunuyor
izlenimi vermekten kaçman sakin duran güvenilir avcı kazanır.
Yarışçı şölen ve yeniden paylaşımın öteki biçimleri, çevrenin
taşıma gücüne kapatılmaz bir zarar vermeksizin çalışmanın süre ve yoğunluğunu
arttırma olanağı bulunduğunda, karşılıklılığa başlangıçta duyulan güveni
ortadan kaldırmıştır. Tipik olarak bu doğal besin kaynaklarının yerini
evcilleştirilmiş bitki ve hayvanlar alınca olanaklı hale gelmiştir. Ekim
işinde ve evcilleştirilmiş türler yetiştirmekte siz ne denli çok çalışırsanız,
üretebileceğiniz besin de o denli çok olur. Burada tek güçlük insanların
genellikle yapmak zorunda kaldıkları çalışmadan daha fazlasını yapmaktan kaçınmalarıdır.
Yeniden paylaşım bu soruna getirilen bir çözüm olmuştur. Yeniden paylaşım olayı
insanların prestij açlığı çeken, üstün çaba harcayan üreticilerle karşılıklı
bir dengeyi kurup sürdürmek için daha çok çalıştıkları sırada ortaya çıkmaya
başlamıştır. Karşılıklı değiş tokuşlar dengeden uzaklaştıkça bunlar armağanlar
halini almışlardır; ve armağanlar yığıldıkça, armağan verenler prestijle ve
karşı armağanlarla ödüllendirilmişlerdir. Çok geçmeden yeniden paylaşım,
karşılıklılığı gölgede bırakmış ve en yüksek prestiji kendilerini en çok
övenler, düzenbaz yapılı armağan vericiler ele geçirmişler, bunlar herkesi
kandırmış, utandırmış, ve sonunda herkesi Buşman'ların düşleyebileceklerinden
de daha çok çalışmak zorunda bırakmışlardır.
Kwakiutl örneğinin gösterdiği gibi,
yarışçı şölenlerin ve yeniden paylaşımın gelişmesine elverişli koşullar bazen
tarımcı olmayan nüfuslar arasında da ortaya çıkmıştır. Kuzeybatı Pasifik'in
kıyı insanları arasında, som balığının, öteki göçmen balıkların, ve memeli
deniz hayvanlarının yıllık avlanma miktarları tarımsal hasatlarda görülen
çevresel denge olayının benzerinin yaşanmasına yol açmıştır. Som balığı ya da
kandil balığı öylesine boldur ki insanlar daha çok çalıştıklarında daha çok
balığı her zaman avlayabilirler. Kaldı ki, avlanma yerlilerin daldırma
ağlarıyla yapıldığı sürece, balık yumurtaları sürüsünü etkileyecek ve gelecek
yılın ürününü azaltacak miktarda balık asla avlanamaz.
Bir an için karşılıklı ve yeniden
paylaşımcı prestij sistemlerinin dışına çıkıp düşünürsek belli başlı her
siyasal ve ekonomik sistemin prestiji özel bir tarzda kullandığını kestirebiliriz.
Örneğin, Batı Avrupa'da kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, zenginliğin
yarışçı yoldan kazanılması bir kez daha büyük adam statüsüne sahip olmanın
temel ölçütü haline geldi. Ancak bu olayda, büyük adamlar birbirlerinin
zenginliğini ele geçirmeğe çalıştılar, ve en yüksek prestij ve gücü en büyük
serveti biriktirip onu korumayı beceren birey kazandı. Kapitalizmin ilk
yıllarında, en yüksek prestije en zengin olan ama en tutumlu biçimde
yaşayanlar sahip oldular. Bunların servetleri daha güvenli duruma geldikten
sonra, kapitalist sınıfın üst kesimi rakiplerini derinden etkilemek amacıyla
büyük ölçekli gösterişçi tüketime ve gösterişçi israfa yöneldiler. Görkemli
konutlar inşa < ettiler, pek süslü özel giysiler giydiler, kendilerini
kocaman mücevherlerle süslediler, yoksul kitlelerden sözederken onları hakir
gördüler. Bu arada, orta ve aşağı sınıflar en yüksek prestiji en çok
çalışanlara, en az harcayanlara, ve gösterişçi tüketimin ve gösterişçi israfın
her biçimine ağırbaşlılıkla karşı koyanlara verdiler. Ama sanayideki
kapasitenin gelişmesi tüketici pazarını doyurmaya başladıkça, orta ve aşağı
sınıflar tutumlu davranışlarından uzaklaşmak zorunda kaldılar. Reklam ve kitle
iletişim araçları orta ve aşağı sınıfları tasarruftan vazgeçip satın almağa,
tüketmeye, israf etmeye, yoketmeye, ya da başka yollarla giderek daha büyük
miktarlardaki mal ve hizmetleri gözden çıkarmaya yönlendirmek üzere güçlerini
birleştirdiler. Ve böylece orta sınıf statüsü peşinde koşanlar arasında artık
en yüksek prestij en büyük ve en göze çarpan tüketicinin olmaktadır.
Ama bu arada zenginler, servetlerini yeniden paylaşmayı
amaçlayan yeni vergi sistemlerinin tehdidiyle karşı karşıya kaldılar. Görkemli
biçimde yapılan gösterişçi tüketim tehlikeli hale geldi, böylece en yüksek
prestij artık bir kez daha en varlıklı olana ama bunu en az gösterene verildi.
Varlıklı sınıfın en prestijli üyelerinin artık zenginlikleriyle övünmeyi
bırakmaları üzerine, orta sınıfa gösterişçi tüketim yaptıran baskı da bir
miktar azaldı. Bana kalırsa, son zamanlarda orta sınıftan gençlerin yırtık
cinler giymeleri ve açıkça yapılan tüketimciliği reddetmeleri sözde kültürel
bir devrimle değil de daha çok varlıklı sınıf tarafından yerleştirilen
eğilimleri öykünmelerinden ibarettir.
Son bir nokta. Gösterdiğim gibi, karşılıklılığın yerini yarışçı
statü arayışının alması daha geniş insan topluluklarına belli bir bölgede
yaşamlarını sürdürüp gelişme olanağı sağladı. Daha çok sayıda insanı aslında
aynı düzeyde kalan özdeksel karşılıkla ya da hatta Eskimoların ya da
Buşman'ların yararlandığından bile daha düşük karşılıkla beslemek amacıyla insanların
aldatılıp güzel sözlerle kandırılmasını sağlayan bütün bir süreç'in ussallığı
pekala sorguya çekilebilir. Benim böyle bir meydan okuyuşa verildiğini gördüğüm
tek yanıt şöyledir: Bir çok ilkel toplumlar üretsel çabalarını genişletmeyi
reddettiler ve nüfuslarının yoğunluğunun artmasını önlediler özellikle şu
nedenle ki onlar "işgücü tasarrufu sağlayan" yeni teknolojilerin
gerçekte kendilerini daha çok çalışmaya zorlayacağı ve aynı zamanda yaşam
standartlarında bir kayba uğrayacakları anlamına geldiğini önceden
görmüşlerdi. Ama birbirlerinden ne denli uzakta yerleşmiş olurlarsa olsunlar bu
ilkel toplulukların yazgısı bunların her hangi biri ötelerdeki yeniden paylaşımın
ve sınıfların tam katmanlaşmasının eşiğini aştığı anda hemen belli oldu.
Karşılıklılık tipi avcıların ve toplayıcıların hemen hemen hepsi yokedildiler
ya da üretimi ve nüfusu alabildiğine artırmış olan ve yönetici sınıflarca
örgütlenmiş bulunan daha büyük ve daha güçlü toplumlarca uzak bölgelere sürüldüler.
Gerçekte, bu yer değiştirme sorunu özünde daha büyük, daha yoğun, ve daha iyi
örgütlenmiş toplumların silahlı çatışmada basit avcıları ve toplayıcıları
yenilgiye uğratma yeteneğine bağlıydı. Bu sorun 'ya çok çalış ya da yok ol'
sorunuydu.
Hayalet
Kargo
Şu sırada size hayalet kargodan söz etmeyi
yeğlemiş bulunuyorum çünkü bu yeniden paylaşımsal türde bir değiştokuşla ve
büyük adam dizgesiyle doğrudan doğruya ilgili bir konudur. Aradaki ilgiyi
hemen göremeyebilirsiniz. Ama zaten hayalet kargoya ilişkin hiç bir şey kolay
anlaşılmaz.
Sahne Yeni Gine dağlarının yükseklerinde
bir cangılda küçük toprak uçak pisti. Yakın bir yerde bambu çatılı hangarlar,
bir telsiz kulübesi, ve bambudan yapılmış bir işaret kulesi. Yerde dallardan ve
yapraklardan yapılmış bir uçak. Uçak pisti günün yirmidört saatinde görev yapan
burun takılarıyla süslenmiş ve deniz kabuklarından kol bantları olan
yerlilerden bir grupla donatılmış. Geceleri bir işaret feneri olarak hizmet görmek
üzere canlı tutulan bir meydan ateşi yakılmakta. Onlar önemli bir uçak
filosunun gelmesini beklemekteler: Konserve besinlerle, giysilerle, el
radyolarıyla kol saatleriyle, ve motosikletlerle yüklü kargo uçakları. Uçaklar
yaşama geri dönmüş bulunan atalar tarafından kullanılacaklar. Ama bu gecikme
neden? Adamın biri telsiz kulübesine gider ve teneke kutudan mikrofona
buyruklar verir. İplerden ve sarılgan bitkilerden yapılmış bir anten üzerinden
mesaj gönderilir: "Beni duyuyor musun? Roger, tamam." Zaman zaman
onlar bir jetin gökte bıraktığı izi gözlerler; ara sıra uzak motorların sesini
duyarlar. Atalar yukarıdadırlar! Onları arıyorlar. Ama aşağıda kentlerdeki
beyazlar da mesaj gönderiyorlar. Atalar şaşırmış durumdalar. Yanlış havaalanına
iniyorlar.
Ölü ataları ve kargoyu getirecek gemileri
ya da uçakları bekleyiş uzun bir zaman önce başladı. En eski inançlarda kıyı
insanları büyük bir kanoyu gözlerlerdi. Daha sonraları, yelkenlileri
gözlediler. 19.19'da inanç önderleri çevrende buhar gemilerinden çıkan dumanın
izlerini aradılar. İkinci Dünya Savaşından sonra, ataların LST’lerden, asker
taşıyan uçaklardan, ve Kurtarıcı bombardıman uçaklarından çıkıp gelmeleri
bek'endi. Şimdi onlar uçaklardan da daha yükseklere havalanan "uçan
evler'in içinde geliyorlar.
Kargonun kendisi de modernleşmiş
bulunuyor. İlk günlerde, hayalet kargosunun büyük çoğunluğunu kibritler, çelik
aletler, ve patiska topları oluşturuyordu. Daha sonra, kargoda pirinç
çuvalları, ayakkabılar, et ve sardalye konserveleri, tüfekler, bıçaklar,
cephane ve tütün yer aldı. Son zamanlarda, hayalet donanmaları otomobiller,
radyolar, ve motosikletler taşımaktadırlar. Bazı Batı Irian'lı kargo
peygamberleri vapurların bütünüyle fabrikaları ve çelik haddehanelerini getirip
boşaltacaklarını öngörmektedirler.
Tam bir kargo envanteri yanıltıcı olur.
Yerliler yaşamlarında kesin bir yükselmeyi beklemektedirler. Hayalet gemileri
ve uçakları tümüyle yeni bir yaşamın başlangıcını getireceklerdir. Ölüler ve
yaşayanlar yeniden birleşecekler, beyaz adam kovulacak ya da buyruk altına
alınacak, ağır ve bunaltıcı işler ortadan kaldırılacak; hiç bir şey eksik
olmayacaktır. Başka deyişle, kargonun gelişi yeryüzünde cennetin başlangıcını
gösterecektir. Bu imgeleme sanayi ürünlerinin sırf o garip ünlülüğünden dolayı
bin yıllık barış ve mutluluk dönemine ilişkin Batılı betimlemelerden
farklıdır. Jet uçakları ve atalar; motosikletler ve tansıklar (mucizeler);
radyolar ve hayaletler. Bizim kendi geleneklerimiz bizi kurtuluşa, yeniden
doğuşa, ölümsüzlüğe hazırlıyor ama uçaklarla, arabalarla, ve radyolarla mı?
Bizim için hayalet gemileri yok. Böyle şeylerin nereden geldiğini biliyoruz.
Ya da biliyor muyuz?
Misyonerler ve devlet yöneticileri
yerlilere derler ki sanayi düzeninin simgesel bolluk kaynağından zenginlik
ırmaklarının akması çok çalışmanın ve makinelerin eseridir. Ama kargo
peygamberleri başka kuramlara bağlanmışlardır. Onlar vurguyla belirtirler ki
sanayi çağının özdeksel zenginliği uzak bir yerde insanın eliyle değil ama
doğaüstü araçlarla yaratılmıştır. Misyonerler, tecimenler, ve hükümet adamları
kendilerine bu zenginlikten uçakla ya da gemiyle gönderilen payları nasıl ele
geçireceklerini bilirler onlar "kargonun sırn"na sahiptirler. Yerli
kargo peygamberleri bu sırra ermek ve kargoyu yandaşla rmm ellerine teslim
etmek için yeteneklerini zorlamışlardır.
Kargo hakkındaki kuramlar sürekli değişen koşullara yanıt
vermek üzere evrim geçirirler. İkinci Dünya Savaşından önce, ataların derileri
beyazdı; daha sonra onlar Japonlara benzetildiler; ama siyah Amerikalı
askerler Japonları sürüp attıklarında, atalar siyah derili olarak
betimlendiler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kargo kuramı genellikle
Amerikalıların üzerinde yoğunlaştı. New Hebrides'de halk John Frum adındaki bir
erin Amerika Kralı olduğuna karar verdi. Onun yalvaçları Amerikalı Kurtarıcı
bombardıman uçaklarının bir süt ve dondurma kargosuyla ineceği bir havaalanı
yaptılar. Pasifik adası savaş alanlarında bulunan kalıntılar John Frum'un
orada bulunduğunu gösteriyor. Bir grubun inanışına göre, yenlerinde çavuş
rütbesi şeritleri ve sağlık birliği kızılhaçı bulunan bir Amerikan ordusu asker
ceketi, kargoyla birlikte geri döneceği vaadinde bulunduğu sırada John Frum
tarafından giyilmiş bulunuyordu. Sağlık birliğinin küçük boyda kızılhaçları,
her biri düzenli bir parmaklıkla çevrilmiş olarak, bütün Tanna adası üzerinde
dikilmiş bulunuyor. 1970'te kendisiyle görüşülen bir John Frum köyü başkanı
demiştir ki "insanlar 2000 yıldır Isa'nın geri dönmesini beklemektedir, o
halde biz daha bir süre John Frum'u bekleyebiliriz."
1968 yılında, Bismarck Takımadalarında bulunan New Hanover
adasındaki bir yalvaç, kargo sırrının yalnızca Amerikan Başkanı tarafından
bilindiğini açıkladı. Yerel vergileri ödemeyi reddeden mezhep üyeleri L.yndon
Johnson'ı "satın almak" ve eğer sırrı söylerse kendisini New Hanover
Kralı yapmak üzere 75.000 dolar biriktirdiler.
1962'de Amerikan Hava Kuvvetleri Yeni
Gine'de, Wewak yakınlarında Turu Tepesi'nin üzerinde betondan yapılmış büyük
bir yer belirleme işareti yerleştirdiler. Orada yalvaç Yaliwan Mathias,
Amerikalıların ataları olduklarına ve kargonun o işaretin altında bulunduğuna
iyice inanmıştı. Mayıs 1971'de, transistörlü radyolarından yayılan pop
müziğinin eşliğinde yaptıkları bir gece duasının ardından, o ve yandaşları
işaretin altmı kazdılar. Kargo bulunmadı. Onun 21.500 dolar katkıda bulunmuş
olan yandaşları inançlarını yitirmediler.
Kargo inançlarını ilkel zihinlerin
saçmalıkları olarak reddetmek kolaydır: Yalvaç önderler biraderlerinin
açgözlülüğünü, bilgisizliğini, ve saflığını sömüren usta dolandırıcılardır, ya
da onlar, eğer içtenlikli iseler, kargoya ilişkin çılgınca düşüncelerini
kendini hipnoz etme ve kitle histerisi yoluyla yayan psikopatlardır. Eğer
sanayi zenginliğinin nasıl meydana geldiği ve nasıl dağıtıldığı konusunda
esrarlı hiç bir nokta bulunmasaydı bu kuram inandırıcı olurdu. Ama aslına
bakarsanız, neden bazı ülkelerin yoksul ve bazılarının da varsıl olduklarını açıklamak kolay olmadığı gibi, çağcıl uluslar
arasında zenginliğin dağılımında neden böylesine keskin ayrımlar bulunduğunu
söylemek de kolay değildir. Benim düşüncem odur ki gerçekten bir kargo sırrı
vardır, ve yerliler onu çözmeğe uğraşmakta haklıdırlar.
Kargonun sırrını anlamak için, özel bir
olay üzerinde yoğunlaşmamız gerekir. Ben Avusturalya Yeni Gine'sinin kuzey
kıyısının Madang bölgesinin mezheplerini, Peter Lawrence'ın Kargoya
Elverişli Yol (Road Belong Cargo) adlı kitabında betimlediği mezhepleri
seçtim.
Ondokuzuncu yüzyılda Madang kıyılarını
gidip gören ilk AvrupalIlardan biri Miklouho-Maclay adında bir Rus bulucu
olmuştur. Gemi karaya yanaşır yanaşmaz, onun adamları armağan ollarak çelik
balatalar, top top kumaşlar, ve başka değerli malları dağıtmağa başladılar.
Yerliler beyaz adamların atalan olduğuna karar verdiler. Avrupalılar yerlilerin
bir beyaz adamın ölümüne tanık olmalarını kesin olarak önlemek suretiyle bu
görüntüyü planlı bir biçimde yarattılar cesetleri gizlice denizde yok
ediyorlar ve eksilen adamların cennete geri döndüklerini açıklıyorlardı.
1884'de Almanya Madang'da ilk sömürge
yönetimini kurdu. Kısa zaman sonra Lutherci misyonerler oraya gittiler, ama
yerlileri Hıristiyanlığa çekmeyi başaramadılar. Bir misyon grubu onüç yıl
uğraştı ama bir tek yerliyi vaftiz edemedi. Din değiştirmeleri için yerlilere
rüşvet olarak çelik aletler ve yiyecek verilmesi zorunlu oldu. Ve artık büyük
adam kavramının tam yerinde bir kavram olduğunu söylememin nedenini anlayabilirsiniz.
Son bölümde betimlenen yerli büyük adamlar gibi, deniz aşırı yerlerden gelen
büyük adamlar da ancak sık sık armağanlar dağıttıkları ölçüde inanılır ve meşru
olurlardı. Onların geri dönmüş atalar ya da tanrılar olmaları önemli değildi,
yeter ki o tanrı benzeri büyük adamlar sıradan insanlardan daha çok armağan
dağıtmakla yükümlü olsunlardı. Söylenen dinsel şarkılar ve gelecekteki
kurtuluş için yapılan vaadler yerlilerin ilgilerini canlı tutmağa yetmiyordu.
Onlar kargoyu istiyor ve bekliyorlardı başka deyişle deniz aşırı ülkelerden
gemiyle getirilip de misyonerlerin ve arkadaşlarının aldıkları her şeyi
istiyorlardı.
Gördüğümüz gibi, büyük adamlar zenginliklerini
yeniden paylaştırmalıdırlar? Yerlilerin inanışlarına göre bir cimri büyük
adamdan daha kötü bir şey yoktur. Misyonerler zenginlikleri açıkça saklıyorlar
"eti ve yağı" kendileri için alıkoyup "kemikleri ve bayat
kekleri" dağıtıyorlardı. Misyon merkezlerinde, yol ekiplerinde, ve
tarlalarda yerliler büyük bir şölenin özlemi içinde alabildiğine
çalışıyorlardı. Kargo neden gelmiyordu? 1904’te yerliler bütün cimri büyük
adamları öldürmeyi planladılar, ama otoriteler suikastı öğrendiler ve
elebaşları idam ettiler. Arkasından sıkıyönetim geldi.
Bu yenilgiden sonra, yerli aydınlar
kargonun kökeni konusunda yeni kuramlar geliştirmeğe başladılar. Kargoyu yapanlar,
Avrupalil’af değil, yerli atalardı. Ama AvrupalIlar yerlilerin kendi paylarını
almalarına engel oluyorlardı. 1912'de ikinci bir silahlı ayaklanma planlandı. O
sırada Birinci Dünya Savaşı gelip çattı. Alman büyük adamlar kaçtılar ve
Avusturalyalı büyük adamlar başa geçtiler.
Yerliler yaptıkları toplantılarda artık
yeni bir silahlı direnmenin yararsız olduğunu kabul ettiler. Hiç kuşku yok ki
misyonerler kargo sırrını biliyorlardı. O halde yapılacak tek şey sırrı
onlardan öğrenmekti. Yerliler akın akın kiliselere ve misyon okullarına
gittiler ve işbirliği yaparak coşkulu hıristiyanlar oldular. Onlar aşağıdaki
öyküyü dikkatle dinlediler: Başlangıçta Tanrı, yerli mitolojideki adıyla Anüs,
gökyüzünü ve yeryüzünü yarattı. Anüs, Adem ve Havva'ya kargoyla dolu bir
cennet verdi: Bütün konserve etleri, çelik aletleri, çuvallar dolusu pirinci,
ve kibritleri kullanabilirlerdi. Adem ve Havva cinselliği keşfedince Anüs
kargoyu onlardan aldı ve tufanı gönderdi. Anüs, ağaçtan büyük bir gemi
yapmasını Nuh'a öğretti ve onu gemiye kaptan yaptı. Sam ve Yafet babaları
Nuh'un buyruğuna uydular. Ama Ham aptaldı ve babasma karşı geldi. Nuh kargoyu
ondan aldı ve onu Yeni Gine'ye gönderdi. Anüs, yıllarca bigisizlik ve karanlık
içinde yaşamış bulunan Ham'ın çocuklarına acıdı ve Ham'm yanlışını
düzeltmeleri için misyonerler gönderdi ve dedi ki: "Siz onun çocuk ve
torunlarını yeniden benim yoluma getirmelisiniz. Onlar yeniden beni
izlediklerinde, tıpkı beyaz adamlara şimdi yolladığım gibi onlara da kargo
yollayacağım."
Yöneticiler ve misyonlar kiliseye devamın
yükselişinden ve yeni hıristiyan-olanların saygılı ağırbaşlılığından cesaret aldılar.
Hıristiyanlığa ilişkin yerli yorumun kendilerininkinden hangi ölçüde
ayrıldığını pek az sayıda beyaz biliyordu. Vaazlar, Almanca, İngilizce, ve ilk
yerli dillerin bir karışımından oluşan Pidgince veriliyordu. Misyonerler
yerlilerin "ve Tanrı Nuh'u kutsadı" deyimini "ve Tanrı Nuh'a
kargo verdi" biçiminde anladıklarını biliyorlardı. Ve onlar biliyorlardı
ki Matta'dan alıntıyla "Sen önce Tanrı krallığını, ve onun dürüstlüğünü
ara; ve bütün bu şeyler sana katılacaktır," vaazını verdiklerinde,
yerlilere göre bu sözler "İyi Hıristiyanlar kargoyla ödüllendirileceklerdir"
anlamına geliyordu. Ama onlar şunu da biliyorlardı ki eğer Hıristiyanca itaate
karşılık sunulacak ödüller tamamıyla ruhsal ve öbür dünyasal anlamda olacaksa,
yerliler ya onlara inanmayacaklar ya da ilgilerini kesip başka birinin kilisesine
gideceklerdi. Akılllı yerliye göre, mesaj yüksek sesli ve açıktı: İsa ve atalar
inananlara kargo vereceklerdi; putatapanlar yalnızca kargo almamakla
kalmayacaklar, ama aynı zamanda Cehennemde yanacaklardı. Böylece (bindokuzyüz)
yirmilerde yerli önderler Hıristiyanlık ödevlerini sabırla yerine getirdiler
ilahiler söylediler, saat başına birkaç sent karşılığında çalıştılar, adam
başı vergilerini ödediler, çok karılı olmayı bıraktılar, ve beyaz patronlara
saygı gösterdiler. Ama otuzlarda sabırları tükenmeye başladı. Eğer çok çalışmak
kargoyu getiriyor idiyse, onu çoktan elde etmiş olmalıydılar. Onlar beyaz
efendileri için sayısız gemi ve uçakların yüklerini boşaltmışlar, ama hiç bir
yerli deniz aşırı ülkelerden bir tek paket bile almamışlardı.
Kateşistler (ilmihal öğretmenleri) ve misyon hizmetlileri çok
öfkeliydiler. Onlar kendileriyle Avrupalı büyük adamlar arasındaki esaslı
servet farklarını doğrudan yaşayarak gözlemlemişlerdi. Ve onlar yeni
Hıristiyanlar kazanma ve iyi Hıristiyanlar olma yolunda harcanan bütün
çabaların sonuçta bu ayrımları azaltmakta açıkça başarısız kaldıklarını da
gözlemlediler. Ünlü bir Lutherci papaz, Rolland Hanselmann, 1933'te bir Pazar
günü kilisesine girdiğinde bütün yerli yardımcılarının çektikleri bir halatla
geçiti kapatarak onun arkasında dikildiklerini gördü. Onlar kendisine bir
dilekçe okudular: "Kargo sırrını biz neden öğrenmiyoruz? Hıristiyanlık biz
siyah insanlara işe yarar bir yardımda bulunmuyor. Beyaz adamlar kargo sırrını
saklıyorlar. " Başka suçlamalar da yapıldı: Incil'in çevirisi ya rastlantıyla
ya da bile bile gerektiği gibi yapılmadı sansür edildi; ilk sayfası kayboldu;
Tanrı'nın gerçek adı gizlendi.
Yerliler misyonları boykot ettiler ve kargo sırrma yeni bir
çözüm getirdiler. İsa kargoyu AvrupalIlara verdi. O artık onu yerlilere vermek
istiyordu. Ama Yahudiler ve misyonerler kargoyu kendileri için alıkoymak üzere
dolap çevirmişlerdi. Yahudiler İsa'yı yakalamışlar ve onu Avusturalya’da,
Sydney'in içinde ya da yukarısında bir yerde tutsak olarak tutuyorlardı. Ama
çok geçmeden İsa kurtulacak ve kargo gelmeye başlayacaktı. En yoksullar en
çoğa sahip olacaklardı ("mazlumlar miras alacaklar"). Halk çalışmayı
bıraktı, domuzlarını kesti, bahçelerini yaktı, ve mezarlıklarda toplandı.
Bu olaylar İkinci Dünya Savaşı'nın
başlamasıyla aynı zamana rastladı. Başlangıçta, yerliler bu savaşı anlamakta
hiç bir güçlük çekmediler. Avustalyahlar Almanları sürüp atmışlardı ve şimdi de
Almanlar Avusturalyalıları sürüp atacaklardı. Ancak bu kez Almanlar Alman
askerleri biçiminde gizlenmiş atalar olacaklardı. Hükümet Alman propagandasını
yaydıkları için mezhep önderlerini hapse attı. Ama konan haber yasağına karşın,
çok geçmeden yerliler Avusturalya yönetiminin Yeni Gine'den, Almanlar
tarafından değil, Japonlar tarafından sürülüp atılma tehlikesi içinde
bulunduğunu anlamağa başladılar.
Kargo yalvaçları bu ürkütücü yeni
gelişmeden bir anlam çıkarmağa uğraştılar. Tagarab adındaki bir mezhep önderi
misyonerlerin ta başından beri kendilerini aldatmış olduklarını bildirdi. İsa
önemsiz bir tanrıydı. Gerçek Tanrı kargo tanrısı Kilibob diye bilinen yerli
bir ilahtı. Misyonerler yerlileri Anus'a dua ettirmişlerdi. Ama Anüs,
Kilibob'un babası olan sıradan birisiydi, Kilibob ise İsa'nın babasıydı.
Kilibob hainliklerinden dolayı beyazları cezalandırmak üzereydi. Onunla birlikte
atalar bir gemi dolusu toplarla, cephaneyle, ve öteki askersel gereçlerle yola
koyulmuşlardı. Onlar karaya çıktıklarında Japon askerleri gibi görünmüşlerdi.
Avusturalyalılar sürülüp atılacaklardı ve herkes kargoya sahip olacaktı. Hazır
bulunmak için, herkes olağan işlerini bırakmalı, domuz ve tavuklarını kesmeli,
ve kargo için depolar yapmağa başlamalıydı.
Japonlar sonunda 1942 Aralık'mda Madang'ı
ele geçirdiklerinde, yerliler onları kurtarıcılar diye selamladılar. Her ne kadar
Japonlar kargo getirmemiş idiyseler de, yalvaçlar onların gelişini kargo
kehanetlerinin en azından bir bölümünün .yerine getirilmesi olarak
yorumluyorlardı. Japonlar onların yanlışını düzeltmeğe girişmediler. Onlar
yerlilere savaş hala sürmekte olduğu için kargonun geçici olarak geciktiği
izlenimini verdiler. Onlara göre savaş bittikten sonra, Madang Japonya'nın
Büyük Doğu Asya Ortak Gönenç Bölgesinin bir parçası olacaktı. Geleceğin iyi
yaşamında herkesin payı olacaktı. Bu arada yapılacak işler vardı;
Avusturalyalıları ve onların bağlaşıkları olan Amerikalıları yenilgiye uğratmak
için yerlilerin yardım etmeleri gerekirdi. Yerliler gemilerin ve uçakların
boşaltılması için yardıma koştular; hamallık yaptılar, ve armağan olarak taze
sebzeler getirdiler. Düşürülen Amerikan pilotları çalılıklar arasında
kendilerine gösterilen düşmanlık karşısmda acı bir şaşkınlık yaşadılar. Onlar
yere iner inmez boyalı kabile adamları tarafından sarıldılar, elleri ve
ayakları bağlandı, sırıklara asıldılar, ve hızlı adımlarla en yakın Japon
subayına götürüldüler. Japonlar Samurai kılıçları vererek ve yerel polis
gücünde kendilerini subay yaparak kargo yalvaçlarını ödüllendirdiler.
Ama savaşın gelgitleri çok geçmeden bu kısa rahatlık dönemini
sona erdirdi. Avusturalyalılar ve Amerikalılar üstünlüğü ele geçirdiler ve
Japonların ikmal yollarını kestiler. Japonlar, askerse] durumları kötüleştiği
için, besin ya da hizmet karşılığında ödeme yapmayı durdurdular. Tagarab,
Samurai kılıcını takarak protestoda bulununca, öldürüldü. Şu "atalar"
yerlilerin bahçelerini, hindistan cevizi ağaçlarını, muz ve şeker kamışı
tarlalarını soyup soğana çevirdiler. Her bir tavuğu ve domuzu çaldılar. Bütün
bunlar tükenince köpeklere saldırıp onları yediler. Ve köpekler de tükenince,
yerlileri avlayıp onları da yediler.
Avusturalyalılar 1944 Nisanında Madang'ı geri aldıklarında
yerlileri küskün ve işbirliğine yanaşmaz durumda buldular. Japonların pek aktif
olmadıkları birkaç bölgede, kargo yalvaçları hala Japonların daha da kalabalık
sayıda geri dönecekleri kehanetinde bulunuyorlardı. Avusturalyalılar nüfusun
geri kalan bölümünün sadakatini kazanmak için savaş sonrası dönemdeki
"gelişme"den söz etmeğe başladılar. Yerli önderlere geleceğin
barışında, siyahların ve beyazların bir arada uyum içinde yaşayacakları
anlatıldı. Herkes uygun evlere, elektriğe, motorlu araçlara, gemilere, iyi
giysilere, ve bol yiyeceğe kavuşacaktı.
Bu tarihlerde, yerli önderlerin dünyaya en
bağlı ve zeki olanları misyonerlerin son kertede yalancı olduklarına artık kani
olmuşlardı. Şimdi yaşam akışını anlatacağım yalvaç Yali özellikle bu konuda
olağanüstü sertti. Yali savaş sırasında Avusturalyalılara sadık kalmış ve
Avusturalya ordusunda başçavuşluk rütbesiyle ödüllendirilmişti. O
Avusturalya'ya götürüldü ve kendisinden inanmasını istedikleri kargo sırrının
ne olduğu gösterildi: Şeker fabrikaları, bira fabrikaları, bir uçak onarım
atölyesi, ve liman antrepoları. Yali üretim sürecinin belli yönlerini artık
kendi gözleriyle görebilmekle kalmıyor, o arabalarla ortalıkta dolaşan ve
büyük evlerde yaşayanlardan hiç kimsenin yapımevlerinde ve bira fabrikalarında
çalışmadığını da görebiliyordu. O erkeklerin ve kadınların örgütlü gruplar içinde
çalıştıklarını görebiliyor, ama kendi çalışma güçlerinin örgütlenmesine dayanak
olan temel ilkeleri kavrayamıyordu. Onun görmüş olduğu hiç bir şey sel gibi
akıp gelen zenginliğin bir tek damlasmm bile kendi yerli ahbaplarının yuvasına
neden ulaşmadığını açıklamağa yardım etmiyordu.
Yali'yi en çok etkileyenler yollar,
ışıklar, ve yüksek binalar değil, ama Queensland Müzesi ve Brisbane Hayvanat
Bahçesi'ydi. Müzenin yerli Yeni Gine sanat yapıtlarıyla dolu olduğunu görünce
şaşkma dönmüştü. Hatta sergilerden birinde eski zamanların büyük erinlik
ayinlerinde takılan kendi halkının oyma işi tören maskesi bile bulunuyordu bu
maske misyonerlerin "şeytan ürünleri" dedikleri şeyin ta kendisiydi.
Şimdi, vitrin arkasmda dikkatle korunmuş bulunan bu maskeye, neredeyse
duyulmayacak kadar yavaş konuşan, beyaz cüppeli papazlar ve sürekli bir akış
halinde bulunan iyi giyimli ziyaretçiler tapıyorlardı. Müzede ayrıca cam
mahfazalar da vardı ki bunların içinde bazı garip çeşitlilikler gösteren hayvan
kemikleri özenle korunmaktaydı. Sydney'e varınca, Yali zevk için beslenen
köpek ve kedilerin sayısına özellikle dikkat etti.
Yali ancak savaş sonrasında, Avusturalya Yeni Gine’sinin
başkenti, Port Moresby’de bir hükümet konferansını izlerken, misyonerlerin
yerlilere söylemiş oldukları yalanların boyutunu kavradı. Konferans sırasında
Yali'ye çok kısa kuyruklu ya da kuyruksuz ve kuyruklu maymunların insanlara
gittikçe daha çok benzeyerek evrimleşmelerini sergileyen bir kitap gösterildi.
Nihayet gerçek kafasına dank etmişti: Misyonerler demişlerdi ki Adem ve Havva
insanın atalarıydılar, ama gerçekte beyazlar kendi atalarının maymunlar,
köpekler, kediler, ve öteki hayvanlar olduklarına inanıyorlardı. Yerlilerin
inançları misyonerler onları totemlerini terketmeleri için kandırmcaya değin
işte tam anlamıyla böyleydi.
Daha sonraları, yaşadığı deneyimleri yalvaç Gurek ile tartışırken,
benimsediği düşünceye göre Queensland Müzesi aslmda Roma idi ve misyonerler
kargo sırrını kontrol edebilmek için Yeni Gine tanrılarını ve söylencelerini
oraya taşımışlardı. Eğer eski tanrılar ve tanrıçalar Yeni Gine'ye geri
cezbedilebilirse, orada yeni bir gönenç dönemi başlayacaktı. Ama öncelikle
onlar Hıristiyanlığı terk etmek ve kendi pagan törenlerini canlandırmak
zorundaydılar.
Yali misyonerlerin ikiyüzlülüğünden dolayı müthiş öfkelenmişti.
Tanrıya ya da İsa'ya önem veren kargo inanışlarmınbütün izlerini ortadan
kaldırmak üzere Avusturalyalı memurlara yardım etmek için istekli ve
sabırsızdı. Yali'nin savaş hizmeti, Brisbane ve Sydney'i yakından tanıması, ve
bilinen inançlara etkileyici bir dille şiddetle karşı çıkması nedeniyle,
Madang'ın bölge yöneticisi Yali'nin kargoya inanmadığı sonucuna vardı. Yali'den
hükümetçe düzenlenen kitle mitinglerinde konuşması istendi. O Hıristiyan kargo
inançlarını coşkulu bir dille alaya aldı ve halk çok çalışmadıkça ve yasalara
uymadıkça kargonun asla gelmeyeceğine herkesi inandırdı.
Yali'nin Avusturalyalı yöneticilerle işbirliği yapmağa istekli
olmasının bir başka nedeni de onun savaş sırasında ordu-
da iken kendisine yapılan vaatlere olan
inancını henüz yitirmemiş bulunmasıydı. Yali 1943'te Brisbane'de bir askere
alma subaymca söylenen şu sözlere çok üstün bir değer veriyordu: "Geçmişte,
siz yerliler hep geri bırakıldınız, ama şimdi eğer savaşı kazanmamız ve
Japonlardan kurtulmamız için bize yardım ederseniz, biz Avrupalılar da size
yardım edeceğiz. Galvanizli demir çatıları, kalaslardan yapılmış duvarları
olan, elektrikle aydınlatılmış evlere, ve motorlu araçlara, kayıklara, iyi
giysilere, ve iyi besine sahip olmanız için size yardım edeceğiz. Savaştan
sonraki yaşam sizin için çok başka olacak."
Binlerce insan Yali'nin eski kargo yolu
inancına şiddetle karşı çıkan konuşmalarını dinlemeğe geliyordu. Bir platformla
ve hoparlörlerle donatılmış, ve memnunlukla gülümseyen memurlar ve beyaz
işadamlarıyla sevrilmiş bulunan Yali görevine iyice sarılmış
bulunuyordu. Eski kargo inançlarını o ne denli çok suçlarsa, yerliler de onun ,
yani Yali'nin, gerçek kargo sırrını bildiğini söylemekte olduğuna o denli çok
inanıyorlardı. Yali gerçek kargo sırrını biliyordu. Bu yorum hükümet içinde
Yali'yi ”yönlendirenler"in kulağına erişince, onlar Yali'den kendisinin
geri dönmüş bir ata olmadığını ve kargo sırrını da bilmediğini açıklayan yeni
söylevler vermesini istediler. Bu resmi yalanlamaların sonucunda yerliler
Yali'nin doğaüstü güçlere sahip olduğuna ve kargoyu getireceğine iyice
inandılar.
Yali, öteki sadık yerli sözcülerle
birlikte Fort Moresby'ye çağrıldığında, Madang'daki yandaşları onun kargo
gemilerinden oluşan kocaman bir filonun başında geri döneceğine inanıyorlardı.
Yali'nin kendisi de bazı önemli ayrıcalıkların kendisine tanınmak üzere
olduğuna inanmış olabilir. O doğruca sorumlu yöneticiye gitti ve ona
Brisbane'deki subayın vaat etmiş bulunduğu ödülü yerlilerin ne zaman alacağını
sordu. Onlar herkesin üzerinde konuşmakta olduğu bina gereçlerini ve
makinaları ne zaman elde edeceklerdi? Yali'ye verilen resmi yanıta ilişkin
bilgi Profesör Lawrence'in (Road Belong Cargo) Kargoya Elverişli Yol
adlı kitabındadır:
Verilmiş
olduğu öne sürülen yanıta göre, yönetim, kuşkusuz, yerli birliklerin Japon
birliklerine karşı yaptıkları hizmetler için minnettardı ve halka, gerçekten,
esaslı bir ödül verecekti. Avusturalya Hükümeti ekonomi, eğitim, siyasal
gelişme, savaş zararlarının karşılanması alanlarına, ve hekimlik, hijyen ve
sağlık hizmetlerini geliştirme projelerine çok büyük paralar akıtıyordu. Bu
elbette yavaş işleyen bir süreçti, ama en sonunda halk yönetimin harcadığı
çabaların sonuçlarını değerlendirecekti. Ama Yali'nin tasarımladığı türde bir
ödül büyük oylumlu bir kargonun karşılıksız dağıtılması hiç de sözkonusu
değildi. Subay özür diliyordu, ama bu sorumsuzca davranan Avrupalı subayların
düşüncesizce yaptıkları bir savaş zamanı propagandasından başka bir şey
değildi.
Yerlilerin elektriğe ne zaman kavuşabileceklerine ilişkin
sorularını yöneticiler bedelini ödeme gücüne erişir erişmez, daha önce değil,
elektriğe kavuşacakları biçiminde yanıtladılar. Yali'nin içi öfke ve nefretle
doldu. Hükümet c^e misyonerler kadar kötü yalanlar söylemişti.
Port Moresby'den dönmesinden hemen sonra, Yali kargo yalvaçı
Gurek ile gizli bir bağlaşmaya girdi. Yali'nin koruması altında, Gurek'in
yaydığı mesaja göre, kargonun asıl kaynağı, Hıristiyan ilahları değil, Yeni
Gine ilahlarıydı. Yerliler zenginliğe ve mutluluğa ulaşmak için Hıristiyanlığı
terk etmeli ve kendi pagan törelerine dönmeliydiler. Gerek geleneksel ayinler
ve el sanatları gerekse domuz tarımı ve avcılık yeniden yaşamda yerini
almalıydı. Erkekliğe kabul törenleri yapılacaktı. Ayrıca, küçük masalar
kurulacak, bunlar pamuklu örtüyle örtülecek ve çiçeklerle dolu şişelerle
süslenecekti. Bu tapınaklarda (Avusturalya ailelerinde göze çarpan evsel
görüntülerden esinlenerek), sunulan yiyecekler ve tütün pagan ilahları ve
ataları kendilerine kargo göndermeye ikna edecekti. Atalar onlara tüfekler,
cephane, askersel donatı, atlar ve inekler getirecekti. Yali bundan böyle kral
olarak anılacak, ve Yali’nin doğumgünü olan Perşembe, yerlilerin Sabbat'ı
olarak Pazar'ın yerini alacaktı. Gurek Yali'nin tansıklar (mucizeler)
yaratacağını, ve tükürerek ya da lanetleyerek insanları öldürebileceğini
anlatıyordu.
Yali'nin kendisi de Yali tapınmacılarını bastırması için sık
sık gezici karakol işiyle görevlendirildi. O rakip yalvaçları ezmek ve
kendisine bağlı "şef yandaşı delikanlılardan köylerin derinliklerine dek
yayılmış bir ağ oluşturmak için bu fırsatları kullandı. Para ve hapis cezaları
koydu, işçi topladı, ve kendi polis gücünü sürdürdü. Gizli bir yeniden paylaşım
dizgesiyle kendi örgütüne para desteği sağladı. Gerçek bir büyük adam olma
vaadinde bulundu.
Misyonerler Yali'den kurtulmak için
yöneticileri hep kışkırttılar, ama onlar yerlilerin gittikçe artan küstah
tutumlarının arkasında gerçekten de Yali'nin bulunduğunu ispatlamakta yetersiz
kaldılar. Hatta ortada bir kargo inancının varolduğunu ispatlamak bile güç
oluyordu, çünkü Yali mezhebi üyelerinin hepsine kargo inancı taşımadıklarına
yemin etmeleri buyruğu verilmişti. Yerlilere denilmişti ki eğer kargo
etkinliklerini açıklamağa kalkışırlarsa, AvrupalIlar Yeni Gine tanrılarını
kendileri için bir kez daha çalacaklardı. Eğer yerlilere masa ve çiçekler
hakkında soru sorulursa onlar yalnızca AvrupalIların yaptıkları gibi evlerini
güzelleştirmeyi umdukları yanıtını vereceklerdi. Yali karışıklık çıkarmakla
suçlandığında, bunu protesto ederek kendisinin resmen açıkladığı inançlara
köylerde ters düşen aşırı kimselerle hiç bir ilişkisi bulunmadığını bildirdi.
Avusturalya hükümeti çok geçmeden açık bir
isyan olarak gördüğü bir olayla karşılaştı. 1950'de Yali tutuklandı ve adam
kaçırmayı kışkırtma ve başkalarını özgürlükten yoksun etme savlarıyla
yargılandı. Hüküm giydi ve altı yıl hapisle cezalandırıldı. Buna karşın,
Yali'nin siyasal mesleği sona ermedi. Hatta o hapisteyken bile, Yali mezhebi
üyeleri, onun bir ticaret ve savaş gemileri filosunun başında utkuyla geri
dönüşünü bekleyerek, çevreni sürekli gözlüyorlardı. Altmışlı yıllar sırasında
Yeni Gine'nin yerli halklarına nihayet bir takım siyasal ve ekonomik
ayrıcalıklar tanındı. Yali'nin yandaşları okul yapımındaki yükselme oranı,
yasama meclislerinin yerli adaylara açılması, ücretlerin artması, alkollü
içkilerin tüketimine konan yasağın kaldırılması gibi başarıları ona bağladı.
Hapisten çıkmasından sonra, Yali kargo
sırrının Yeni Gine ondan neden pay alamayacaklarına ilişkin açıklamalarını benimseme
isteği de o denli azalıyordu. Bu durum AvrupalIların nasıl olup da böylesine
zengin olduklarını kavradığı anlamına gelmez. Tersine, kendisinden alman son
habere göre, o AvrupalIların genelevler inşa etmek suretiyle zenginleşmiş
oldukları yolundaki kuram üzerinde çalışıyordu. Ama Yali AvrupalIların
standart açıklaması olan "çok çalışma"yı, planlı bir aldatmaca
olarak anlayıp reddedecek kadar sağduyuya her zaman sahipti. Avrupah büyük
adamların kendi yerli prototiplerinden farklı olarak hemen hemen hiç
çalışmadıklarını herkes görebilirdi.
Yali'nin kozmos hakkmdaki anlayışı pek öyle yabanılın akima
özgü bir tekel değildi. Güney Denizlerinde, öteki sömürge bölgelerinde olduğu
gibi, Hıristiyan misyonlar yerlilere eğitim vermekte gerçekten kesin
denebilecek hak ve yetkilerden yararlanıyorlardı. Bu misyonlar siyasal
çözümlemenin entellektüel araçlarını yaymakla
ilgilenmiyorlardı; onlar Avrupanm kapitalizm kuramma ilşkin bilgileri vermedikleri
gibi, sömürgesel ekonomi politikasıyla ilgili bir çözümlemeye de girişmediler.
Bunların yerine onlar yaratılış, peygamberler ve kehanetler, melekler, bir
mesih, tansıksal kurtuluş, yeniden diriliş, ve ölülerin ve canlıların süt ve
baldan oluşan bir ülkede yeniden birleşecekleri sonsuz bir krallık hakkında
dersler verdiler.
Kaçınılmaz bir biçimde, bu kavramlar birçoğu ilk yerli inanç
dizgesindeki temalara neredeyse tıpı tıpına benziyordu zdrunlu olarak kolonyal
sömürüye karşı kitlesel direnmenin ilk kez açıklandığı deyim halini aldılar.
"Misyon Hıristiyanlığı" ayaklanmanm dölyatağı oldu. Her türlü açık
uyarı eylemini, grevleri, sendikaları, ya da siyasal partileri ezmek suretiyle,
aslında AvrupalIlar kargo utkusunu kendileri için güvence altına aldılar.
Misyonerlerin, kargo ancak çok çalışan insanlara verilir, dediklerinde yalan
söylediklerini anlamak oldukça kolaydı. Kavranması güç olan olgu
Avusturalyalıların ve Amerikalıların yararlandıkları zenginlikle yerlilerin
çalışması arasında kesin bir bağlantının varolmasıydı. Yerli işgücünün
ucuzluğtt olmasaydı ve yerlilerin toprakları kamulaştırılmasaydı, sömürgeci
güçler böyleşine zengin olamazlardı. O halde, bir bakıma, yerlilerin, satın
alamasalar bile, sanayileşmiş ulusların ürünleri üzerinde hakları vardı.
Onların bunu anlatma yöntemi kargo idi. Ve, sanırım, kargonun gerçek sırrı
budur.
Mesihler
Eminim kargo tapınmalarıyla ilk Hıristiyan inançları arasındaki
benzerlikleri farketmişsinizdir. Nasıra'lı İsa kötülerin mahvolacağını,
yoksullar için adaleti, sefaletin ve acıların son bulacağını, ölülerle yeniden
birleşileceğini, ve bütün bir yeni tanrısal kırallığı önceden haber verdi. Yali
de böyle yaptı. Acaba kendi yaşam biçimlerimizin kökenini belirleyen koşulları
anlamakta hayalet kargonun sırrı bize yardımcı olabilir mi?
Arada bazı önemli farklar var gibi görünüyor. Kargo tapınmaları
özel bir siyasal kurulu düzeni yıkmaya ve yeryüzünde yeri açıkça belli bir
krallığın kurulmasına adanmıştır. Yerliler ölülerin Yeni Gine'de
konuşlandırılmış polislere ve askersel birliklere karşı savaş silahları taşıyan
üniformalı askerler biçiminde yaşama dönmelerini beklemişlerdir. Nasıra'lı İsa
herhangi bir siyasal dizgeyi yıkmakla ilgili değildi; o politikanm
üzerindeydi, çünkü onun krallığı "bu dünyanın krallığı değildi". İlk
Hıristiyanlar kötülere karşı "savaşlar"dan söz ettiklerinde, onların
"kılıçları", "ateşleri", ve "utkuları" yalnızca
doğaüstü ruhsal olaylar için düşünülmüş yeryüzüne bağlı mecazlardan ibaretti.
Hemen hemen herkesin İsa tapınmasının aslında ne olduğuna ilişkin inancı en
azından böyledir.
Böylesine öteki dünya için düşünülmüş, böylesine barışa,
sevgiye, ve özgeciliğe adanmış bir yaşam biçiminin herhangi bir asal anlamıyla
açıkça özdeksel koşulların bir ürünü olabilmesi olanaksız görünür. Ama, bütün
ötekiler gibi, bu bilmecenin çözümü de halkların ve ulusların kılgısal
yaşamlarında bulunur.
Gerçekte iki bilmecenin irdelenmesi
gerekiyor. Hıristiyanlık ilk önce Filistin'de yaşayan Yahudiler arasında
ortaya çıktı. Mesih adlı bir kurtarıcının insan görünümündeki bir
tanrının gelişine olan inanç İsa zamanındaki Yahudiliğin önemli bir
özelliğiydi. İsa'nın, hemen hemen tümü Yahudi olan, ilk yandaşları İsa'nın bu
kurtarıcı olduğuna inanıyorlardı. (İngilizce "Christ", Yahudilerin
Yunanca konuşurlarken beklenen kurtarıcılarından söz ederlerken kullandıkları
fcrystos'dan türetilmiştir.) Ben başlangıçtaki Hıristiyan yaşam biçimi
bilmecesini çözmek için, önce bir mesihe olan Yahudi inancının temelini
açıklamak zorundayım.
Bütün eski insan toplulukları çağcıl
olanların da büyük çoğunluğu gibi tanrısal yardım olmaksızın savaşların
kazanılamayacağma inanırlardı. Bir imparatorluğa sahip olmak, ya da yalnızca
bağımsız bir devlet olarak varlığı sürdürmek için, ataların, meleklerin, ya da
tanrıların kendileriyle işbirliği yapmayı istedikleri savaşçılara gerek vardı.
İlk ve en büyük Yahudi imparatorluğunun
kurucusu, Davud, Yahudi Tanrısı Yehova ile tanrısal bir ortaklık içinde olduğu
savındaydı. Halk Davud'a mesih diyordu (İbranice: mashia), ki
onlar bu terimi papazlar, koruyucular, Davud’un önceli Saul, ve Davud'un oğlu
Süleyman için de kullanırlardı. Bu nedenle mesih kökeninde belki de
büyük kutsallığı ve tanrısal gücü içeren herhangi bir kişi ya da şey anlamına
geliyordu. Davud'a ayrıca Yağla Kutsanmış Biri, Yehova’yla işbirliği içinde,
Yehova'nın yönetimindeki yeryüzü toprakları üzerinde hüküm sürmeğe yetkili
kılınmış biri de deniyordu.
Davud, Elhanan ben Yesse olarak doğdu.
"Büyük komutan" anlamına gelen Davud adı ona savaş alanındaki
utkularını kutlamak üzere verilmişti. Onun yoksul başlangıçlardan çıkıp
iktidara yükselmesi ona ideal Yahudi askersel-mesihsel yaşamı için esin temeli
yaşam planı hazırladı. O Beytülahim'de doğdu ve gençliğini bir çoban olarak
geçirdi. Daha sonra, Güney Filistin çölünde bir gerilla hareketinin yasadışı
önderi oldu. O bir mağarada karargahını kurdu ve Golyat’a karşı savaşta
örneklendiği üzere güya başedilmez üstünlüklere karşı utkularını kazandı.
Yahudi papazları Yehova'nın Davud ile bir
anlaşma yapmış olduğunu ısrarla söylediler. Yehova'nın yapmış olduğu vaade
göre Davud'un soyu hiç son bulmayacaktı. Ama gerçekte Davud'un imparatorluğu
onun ölümünden kısa bir süre sonra parçalanmaya başladı. Nebukhadnetzar İ. Ö.
586'da Kudüs'ü ele geçirdiği ve çok sayıda Yahudiyi Babil'e sürdüğü zaman imparatorluk
geçici bir süre için ortadan kalktı. Sonraları Yahudi devleti şu ya da bu
egemen güce bağımlı olarak yeniden tehlikeli bir yolda yaşamını sürdürmeğe
başladı.
Yehova Musa'ya şöyle dedi: "Sen bir
çok uluslar üzerinde egemen olacaksın ama onlar şenin üzerinde egemen olmayacaklar."
Ancak Yehova'nın vaat ettiği toprak dünyanın fethine kalkışmayı olanaklı
kılacak bir yer değildi. Her şeyden önce burası geniş bir askersel geçiş
yoluydu bu ana koridor boyunca Asya'nın, Afrika'nın, ve Avrupa'nın fetihçi
orduları Mısır’a doğru ve oradan hareketle birbirlerini kovalıyorlardı. Her
hangi bir yerli fetihçi gelişmenin Filistin'de kök salabilmesinden önce, bu
bölge şu ya da bu yönde geçişler yapan ordu denilen milyon ayaklı bir canavarın
altında kalıp ezilmişti. Mısırlılar, Asurlular, Babilliler, Persler,
Yunanlılar, ve Romalılar kutsal topraklar içinde ileri geri saldırıya geçiyor,
yerlerini daha sonra geleceklere bırakmadan önce genellikle aynı yeri iki kez
yakıp yıkıyorlardı.
Bu deneyimler Yehova'nın kutsal
kitaplarının ve onun geçmiş rahipliğinin güvenilirliği üzerinde oldukça ağır
bir kaygı yaratıyordu. Acaba Yehova neden o denli çok sayıda ulusun büyük
olmalarına izin vermişken cennet için seçilmiş olan kendi halkı sık sık yenilgiye
uğramış ve köleleştirilmişti? Yehova neden Davud'a vermiş olduğu sözü
tutmamıştı? Bu konu Yahudi kutsal adamları ve yalvaçlarının anlamını kavramağa
hep çalıştıkları büyük sır idi.
Onların yanıtı şöyle: Yehova Davud'a
yaptığı vaadi tutmamıştı çünkü Yahudiler Yehova'ya verdikleri kendi sözlerini
tutmuş değillerdi. Halk kutsal yasaları çiğnemiş ve iffetsiz ayinler yapmıştı.
Onlar günah işlemişlerdi; suçluydular; kendi yıkımlarına neden olmuşlardı. Ama
Yehova bağışlayıcı bir tanrıydı ve eğer Yahudiler, cezalı olsalar bile,
kendisinin Tek Gerçek Tanrı olduğuna inanmalarını sürdürürlerse o yaptığı vaadi
gene de tutardı. Yapmış olduklarının ayrımına varmak, pişmanlık duymak ve
bağışlanmayı dilemek suretiyle, insanlar günahlarınm kefaretini ödeyebilirdi ve
o zaman Yehova sözleşmeyi yeniden yürürlüğe koyar, onları kurtarır, günahtan
arındırır, ve onları her zamankinden daha büyük yapardı. Kefaret tam olarak
ödendiğinde yalnızca Yehova bildiği bir anda gizemli bir biçimde, halkının öcü
alınacaktı. Yehova, düşman ulusları yok etmek için, Davud gibi başka bir asker
prensi, mesihi, yağlanıp kutsanmış birini gönderecekti. Büyük savaşlar
yapılacaktı; orduların çarpışmasıyla ve kentlerin düşmesiyle bütün yeryüzü
altüst olacaktı. Bu bir dünyanın sonu ve başka bir dünyanın başlangıcı
olacaktı, çünkü Yehova insanın daha önce hiç görmediği kadar büyük bir ödülü
kendilerine vermeyi akima koymasaydı Yahudileri bekletmez ve onlara acı
çektirmezdi. Ve işte böylece Eski Ahit (Tevrat) kurtarıcı yalvaçların İşaya,
Yeremya, Hezekiel, Mika, Zekarya, ve ötekilerin vaadleriyle dolup taşar, hepsi
de askersel-mesihsel bir yaşam biçiminin kabul edilmesini dayatır ya da
yaptırıma bağlar.
İşaya, David'in tahtında sonsuza değin
hüküm sürecek bir "olağanüstü danışmandan, büyük Tanrıdan, Ölümsüz Babadan,
Barış Prensi"nden söz eder. Bu kurtarıcı Asurluları "sokakların
çamuru gibi" ayaklar altma alıp çiğneyecek; Babil'i içinde baykuşların,
satyr'lerin[9],
ve öteki "kasvetli yaratıklar"ın barındığı ıssız bir kente
dönüştürecek; Moab'ın halkmı "kel ve sakalsız" hale getirecek
"Şam'ı bir enkaz yığınına dönüştürecek", ve Mısır'da iç savaşı
kışkırtacak, "herkes komşusuyla bozuşacak, kentler ve krallıklar
birbirine düşecek. "
Yeremya, Yehova'yı şöyle konuşturur: "O günlerde ve o
zamanda, ben Doğruluk Dalı'nın büyüyüp Davud'a değin uzanmasını sağlayacağım;
ve o ülkede Yargı'yı ve Doğruluk'u uygulayacak." Ve sonra Mısırlıları
"kılıç yokedecek" "ve onların kanıyla o doyup sarhoş
olacak." Filistinliler "ağlayacaklar ve ülkenin bütün sakinleri inleyecekler."
Moab'dan "sürekli bir ağlama yükselecek." Ammon "ıssız bir
yığın" halini alacak "ve onun kız evlatları ateşte yakılacak.” Edom
bir "harabe" olacak. Şam'da "genç adamlar onun caddelerinde
mahvolacaklar." Hazor "ejderhalar için bir yerleşim yeri"
olacak. Elam "kılıçtan geçirilecek" ve Babil'e gelince: "Ona
karşı en uzak sınırdan gel, onun ambarlarını aç; onu yığın yığın at savur ve
onu tamamıyla yoket: Ondan geriye hiç bir şey kalmasın."
Filistin’in Suriyeli Yunanlılar tarafından yönetildiği sırada,
İ. Ö. 165 yılı dolayında yazılmış olan, Daniel'in Kitabı da büyük bir Yahudi
imparatorluğuna öncülük eden, yağlanıp kutsanmış biri, Prens, tarafından
sağlanacak askersel-mesihsel bir kurtuluştan söz eder:" Ben geceleyin
imgeler gördüm, ve İnsanın Oğlunun göklerin bulutlarıyla gelişini seyrettim...
ve ona egemenlik, ve onur, ve bir krallık verildi, artık bütün halklar, uluslar
ve dilller ona hizmet edecekler... bir ölümsüz egemenlik... (bir) krallık ki
yıkılmayacak."
Bu kin dolu kehanetler konusunda insanların büyük çoğunluğunun
kavrayamadığı nokta bunların gerçek yaşamın asker-mesihlerinin önderliği
altında yürütülmüş olan gerçek kurtuluş savaşlarıyla bağlantılı olmalarıdır. Bu
savaşlarda halkın da desteği vardı çünkü bunlar Yahudi devletinin bağımsızlığını
yeniden sağlamayı amaçlamakla kalmıyor, ama aynı zamanda yabancı yönetimin
dayanılmaz ölçüde ağırlaştırdığı ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri ortadan
kaldırma vaadini de içeriyordu.
Kargo gibi, kin güden mesih inancının doğuşu ve sürekli olarak
yeniden yaratılması da siyasal ve ekonomik koloniciliğin sömürücü dizgesini
devirme savaşımından kaynaklanıyordu. Yerliler Yahudiler askerlik yönünden
ancak böyle bir durumda fatihlere daha çok benziyorlardı, ve onlar
"atalar"ın kendi imparatorluklarına sahip olmuş bulundukları uzak
bir zamanı anımsayan okumuş asker-yalvaçların yönetimi altındaydılar.
Eğer Romanın hükümdarlığı döneminde,
baskın olan bir yaşam biçiminden söz edilebilirse, işte bu kin dolu
asker-mesihin yaşam biçimiydi. Davud'un Golyat'a karşı kazandığı utku
örneğinden ve Yehova'nın askersel-mesihsel kurtuluş vaadinden esinlenmiş
bulunan, Yahudi gerillaları Romalı yöneticilere ve Roma ordusuna karşı uzun
süren bir savaş açmışlardı. Barışçı mesih inancı İsa'nın ve yandaşlarının
yaşam biçimi gerilla savaşınm içinde ve hem de Filistin'in başkaldırma eyleminin
asıl merkezleri olan bölgelerinde gelişti ki bu görünüşte kurtuluşçu güçlerin
taktik ve stratejilerine tam anlamıyla karşıt olan bir olguydu.
Hıristiyan İncirleri İsa'nın Yahudi kurtuluş
savaşıyla olan ilişkisini yorumlamadıkları gibi onun sözünü bile etmezler. Siz
eğer yalnızca İncil'lere dayanırsanız, İsa'nın yaşamının büyük bir bölümünü
tarihin en yabanıl ayaklanmalarından birinin tam ortasında geçirmiş olduğunu
asla bilemezsiniz. İncil'in okuyucularına daha da az açıklanan bir olgu İsa'nın
idam edilmesinden çok sonraları bu savaşımın tırmanmayı sürdürmesidir. İ.S.
68 yılında Yahudilerin çok kapsamlı bir ayaklanmayı sürdürmüş olduğunu ve bunun
denetim altına alınmasından önce geleceğin iki Roma imparatorunun komutası
altında altı Roma lejyonunun işe karışması gerektiğini siz asla kestiremezdiniz.
Ve İsa'nın kendisinin Yahudi ihtilalcilerin askerselmesihsel bilinçliliğini
yoketme yolundaki Roma girişiminin bir kurbanı olarak ölmesinden en az kuşku
duyan siz olurdunuz.
Bir Roma kolonisi olarak Filistin
sömürgesel kötü yönetimin klasik, siyasal ve ekonomik bütün belirtilerini
sergiliyordu. Yüksek memuriyetleri ya da dinsel konumları dolduranlar kuklalar
ya da çanak yalayıcılardı. Yüksek rahipler, zengin toprak sahipleri, ve
tecimenler Doğuya özgü bir görkem içinde yaşıyorlardı, ama nüfusun büyük
bölümünü topraksız, yabancılaşnuş köylüler, düşük ücretli ya da işsiz
zanaatçılar, hizmetliler, ve köleler oluşturuyordu. Ülke çok ağır vergilerin,
yönetim yolsuzluklarının, keyfi haraç almaların, askere alıp zorla çalıştırmanın,
ve gemi azıya almış bir enflasyonun ağırlığı altında inlemekteydi. Kendi
yerlerinde oturmayan toprak sahipleri Kudüs’te tantana içinde yaşarlarken
bunların kiracıları Romalıların tarımsal üretime yükledikleri yüzde 25'lik bir
vergiye ek olarak bir de geriye kalanın yüzde 22'sini tapmaklara ödüyorlardı.
Galile'li köylülerin Kudüs soylularına olan nefretleri çok çarpıcıydı ve bu
duygu açıkça karşılıklıydı. Talmud'un[10] yorumlarında, gerçek Yahudilere kız
evlatlarını "toprak adamları" diye adlandırılan Galileli köylülerle
evlendirmemeleri öğütlenir, "çünkü onlar kirli hayvanlardır." Haham
Eleazar, alaycı bir ağızla hayvanların öldürülemediği zamanlarda, hem de yılın
en kutsal gününde bu tipleri hayvan gibi kesip parçalamayı öğütlemiştir; ve
Haham Joahanan demiştir ki, "sıradan bir kişi bir balık gibi parça parça
doğranabilir, ” öte yandan Haham Eleazar demiştir ki, "Sıradan bir kişinin
bir bilgine düşmanlığı puta tapanların İsraillilere olan düşmanlığından bile
daha yoğundur."
Askersel-mesihsel ideal için halkın gösterdiği coşku Yahudi
ulusçuların yabancı kuklaların yerini aldıklarını görme yolundaki bir tutkunun
ötesine ulaşmıştır. Galileliler Davud'un krallığının yeniden kurulduğunu görmek
istediler çünkü yalvaçlar mesihin ekonomik ve toplumsal sömürüye son verip
kötü papazları, mülk sahiplerini, ve kralları cezalandıracaklarını söylediler.
Bu tema Hanok'un Kitabı'nda şöyle açıklanmıştır:
"Siz
zenginler, lanet olsun size, çünkü siz zenginliklerinize güvendiniz ve sizden
zenginlikleriniz koparılıp alınacak................................................................................................
Lanet olsun size ki
komşunuza kötülükle karşılık verirsiniz, siz yaptıklarınıza göre karşılık
bulacaksınız. Lanet olsun size, siz yalancı tanıklar.... Ama siz acı çekenler,
korkunuz olmasın, sizin payınız şifa olacak."
Yehova krallığının diyalaktiği insanın
deneyimini bütünüyle kucaklıyordu. Kargo örneğinde olduğu gibi, dünyasal ve
kutsal temel öğeler bölünemezlerdi; "bu dünyalık" ve ahiretlik
temalar birbirinden ayrılamazdı. Politika, din, ve ekonomi birleşip
kaynaşmıştı; gökyüzü ve yeryüzü birbirinden ayırt edilemezdi, doğa Tanrı'yla
evlenmişti. Yeni evrende, yaşam baştan başa farklı olacaktı; her şey altüst
olacaktı. Yahudiler hükmedecek ve Romalılar hizmet edeceklerdi. Yoksullar
zengin olacak, kötüler cezalandırılacak, hastalar şifa bulacaklar, ve ölüler
yaşama döneceklerdi.
Yahudiler Büyük Herodes'in Roma Senatosu
tarafmdan kukla kral olarak görülmesinden kısa bir süre önce Roma'ya karşı
savaşlarını başlattılar. Başlangıçta, gerillalar Romalılar ve Yahudi yönetici
sınıfı tarafmdan doğrudan doğruya haydut sayıldılar (Yunanca: lestai).
Ama bu haydutlar hırsızlıklar nedeniyle değil yerlerinde bulunmayan mülk
sahiplerine ve Romalı vergi toplayıcılara karşı yürüttükleri eylemlerden dolayı
suçlanıyorlardı. Gerilla savaşçılarına uygulanan öteki terim
"aşırıcılar" idi bu onların Yahudi yasası ve Yehova sözleşmesinin yerine
getirilmesi için gösterdikleri büyük çaba anlamına geliyordu.
Terimlerin hiç biri tek başına bu
eylemcilerin yaptıkları işin anlamını gereğince iletmez. Onların yiğitçe
serüvenleriyle dünyalarının günlük bağlamı arasında bir ilişki kurulması ancak
onların aşırıcı haydutlar gerillalar olarak kabul edilmeleriyle sağlanabilir.
Aşırıcı haydut-gerillalar bir mesihin yardımıyla sonunda Roma İmparatorluğünu
çökerteceklerine inanıyorlardı. Onların inancı bir ruh hali değildi; bu
bezdirmeyi, kışkırtmayı, hırsızlığı, öldürmeyi, terörizmi, ve ölümle sonuçlanan
yiğitlikleri içeren ihtilalci bir uygulamaydı. Bunların bazıları kentsel
gerilla taktiklerinde uzmanlaşmışlardı ve onlara "hançer adamlar"
deniyordu (Latince: sicarii); geriye kalanları kırlarda, mağaralarda ve
dağlarda saklanarak, besin ve güvenlik yönünden köylülere dayanarak
yaşıyorlardı.
İ.S. birinci yüzyıl boyunca Filistin'deki
siyasal ve askersel olaylarla ilgili herhangi bir betimlemenin eski dünyanın
büyük tarihçilerinden biri olan Flavius Josephus'un yazılarına geniş ölçüde
dayanılarak yapılması gerekir. Şimdi tartışacağım konulara yabancı
olabileceğinizi düşünerek bu kaynağın güvenilirliği konusunda biraz bilgi
vermek isterim. Josephus ilk Hıristiyan Incil'leri yazarlarının bir
çağdaşıydı. Onun iki kitabı, Yahudi Savaşı ve Yahudilerin İlk Çağları,
bilginlerin gözünde birinci yüzyıl Filistin'inin tarihi bakımından İncillerin
kendilerinden daha az önemli değildirler. Biz Josephus'un kim olduğu ve kitaplarını
nasıl yazdığı konusunda kesin bilgilere sahibiz Incil'lerin yazarları hakkında
böyle bilgilerden yoksunuz. Josephus, İ.S. 37 yılında Yasef ben Mathias adıyla,
yukarı sınıftan bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak doğdu. İ.S. 68 yılında,
daha otuz bir yaşındayken, Galile valisi ve Roma’ya karşı verilen savaşta
Yahudi kurtuluş ordusunda bir general oldu. Jotapata kuşatmasında yandaşları
yok edildikten sonra, Josephus teslim oldu ve Romalı general Vespasianus'un, ve
Vespasianus'un oğlu Titus'un önüne getirildi. Bunun üzerine Josephus
Yahudilerin beklemekte oldukları mesihin Vespasianus olduğunu ve hem Vespasianus'um
hem de Titus'un geleceğin Roma İmparatorları olacaklarını açıkladı.
Vespasianus İ.S. 69 yılında gerçekten de
İmparator oldu, ve Josephus kehanetinin bir ödülü olarak Roma'ya götürüldü ve
yeni imparatorun saray çevresind*alındı. Ona Roma yurttaşlığı, imparatorluk
sarayında bir daire, ve Romalıların Filistin'de savaş ganimeti olarak ele
geçirdikleri çiftliklerin gelirinden yaşam boyu emeklilik maaşı verildi.
Josephus yaşamının geri kalan bölümünü
Yahudilerin Romalılara karşı neden baş kaldırmış olduklarını ve kendisinin
neden Romalıların safına geçmiş bulunduğunu açıklayan kitaplar yazmakla
geçirdi. Roma’da Romalı okurlar için yazması nedeniyle imparatoru da kapsayan
okurların çoğu betimlenen olayların canlı tanıkları idiler Josephus tarihin
belli başlı olaylarını uydurmuş olamazdı. Farkedilmiş bulunan çarpıtmalar
açıkça Josephus'un kendisinin bir hain olarak damgalanmaktan kaçınma isteğiyle
bağlantılıdır ve bunlar asıl öykünün inanılır olmasına zarar vermeksizin
kolayca dışlanabilir.
Josephus'un anlattığı öykülerin ortaya
koyduğuna göre gerilla eylemciliği ve Yahudilerin askersel-mesihsel
bilinçliliği birbirini etkileyen dalgalar halinde yükselip alçalmıştır.
Ülkenin tozlu, güneşten kavrulmuş uzak yöreleri ortalıkta dolanıp duran kutsal
adamlarla, garip giyimli kahinlerle doluydu ve bunlar kinayeler ve
meseller kullanarak konuşurlar ve dünya egemenliği için yapılacak savaş
hakkında kehanetlerde bulunurlardı. Başarılı gerilla önderleri bu hep
yenilenen mesihsel spekülasyonların ışığında ve gölgesinde gelişen söylentiler
yayıyorlardı. Sürekli bir karizmatik önderler dizisi mesihlik savında bulunmak
için tarihin göz kamaştıran aydınlığına doğru ilerliyordu; bunlardan en az
ikisi Roma imparatorluğunun temelini gerçekten sarsan ayaklanmaları
hızlandırdı.
Büyük Herodes önce Romalı patronlarının
dikkatini çekti çünkü kuzey Galile'de bütün bir bölgeyi denetimi altına alan
bir eşkiya şefine karşı yeğin bir kampanyaya girişmişti. Josephus'a göre,
Herodes, adı Hezekiah olan bu eşkiya şefini tuzağa düşürdü ve onu hemen orada
öldürdü. Ama biz Hezekiah'm sıradan bir hırsız değil de bir gerilla önderi
olduğunu çünkü Kudüs'te haydutdan yana olanların Herodes'i cinayetten
yargılayacak kadar güçlü olduklarını biliyoruz. Burada Julius Caesar'm bir
yeğeni araya girdi, Herodes'in bırakılmasını sağladı, ve onun salık vermesi İ.
Ö. 39 yılında Herodes'in Yahudilerin Kralı olarak atanmasına yol açtı.
Herodes Filistin üzerindeki kontrolünü
sağlamlaştırmak için yeni haydutlarla çatışmak zorunda kaldı. Josephus'un açıkladığına
göre "haydutlar ülkenin büyük bir parçasını istila ettiler, böylece
hakkın bir savaşın yapabileceği kadar acı çekmesine neden oldular." Bu
yüzden Herodes "mağaralardaki haydutlara karşı sefere çıktı."
İçeride tuzağa düşünce, sonunda haydutlar aileleriyle bir araya geldiler, ve
teslim olmayı reddettiler. Yaşlı bir haydut erişilmez bir mağaranın ağzında
durdu ve Herodes'in gözleri önünde karısını ve yedi çocuğundan her birini
öldürdü "ve Herodes'e alaylı bir tavırla baktı" sonra da kendisini
ölüme attı. Kendisini "mağaraların ve mağara sakinlerinin efendisi"
sayan Herodes, Samara'ya yöneldi. Ama onun ayrılmasıyla "Galiledeki
bilinen bozguncular" üzerindeki tüm baskılar kalkınca onlar derhal
Ptolemaios adındaki Romalı bir generali öldürdüler ve "ülkeyi sistemli
biçimde harap ettiler, bataklıklarda ve öteki erişilmez yerlerde kendilerine
barınaklar yaptılar."
İ.Ö. 4 yılında Herodes'in ölümü üzerine ülkenin uzak
bölgelerinde ayaklanmalar oldu. Hezekiah'ın oğlu, Galileli Yahuda, krallığın
bir silah deposunu ele geçirdi. Aynı sırada Ürdün içlerinde Peraea'da, Simun
adlı bir köle "Eriha’daki sarayı ve bir çok görkemli sayfiye evlerini
yaktı." Üçüncü bir asi, Athrongaeus adlı eski bir çoban, "kralllığını
ilan etti" belki de bu, o yandaşları tarafmdan mesih olarak kabul edildi,
demenin Josephus'a özgü bir yoluydu. Romalılar Athrongaeus’u ve dört erkek
kardeşini, birer birer öldürmelerine değin bu haydutlar "bütün Yahuda'yı
haydutluklarıyla bezdirmeyi" başardılar. Suriyenin Romalı valisi Varus,
düzeni sağladı. O, 2000 "elebaşı"yı ele geçirdi ve hepsini çarmıha
gerdirdi. Bu olay İsa'nın doğduğu yıl içinde meydana geldi.
Çok geçmeden Galileli Yahuda asıl gerilla güçlerinin önderi
olarak ortaya çıktı. Josephus onun "krallık peşinde" olduğunu söyler
ve zaman zaman onu "çok akıllı bir haham" olarak niteler. l.S. 6
yılında Romalılar bir nüfus sayımı yapmağa çalıştılar. Yahuda yurttaşlarını
buna direnmeleri için uyardı çünkü nüfus sayımı "tam bir köleliğe"
yol açacaktı. Josephus ona şunu söyletir "Yahudilerin Yehova'dan başka
kralları yoktur." Bu nedenle "vergiler Romalılara
ödenmemelidir" ve "Yehova kendi davalarma inananlara mutlaka yardım
edecektir." Yehova'nın bildirdiğine göre Roma'ya boyun eğmeğe
hazırlananlara düşman işlemi yapıldı: Sığırları ellerinden almdı ve evleri
ateşe verildi.
Galileli Yahuda'nın yaşammm nasıl ve ne zaman son bulduğuna
ilişkin bir bilgi günümüze hiç ulaşmadı. Yalnızca şunu biliyoruz ki oğulları
savaşmayı sürdürdüler. Bunlardan ikisi çarmıha gerildiler, ve bir başkası 68-73
ihtilalinin başlangıcında mesihlik savında bulundu. O savaştaki son direniş eylemi,
Masada kalesinin intiharla savunulması, gene Galileli Yahuda'nın soyundan
birisi tarafından yönetildi.
îsa mesihlik öğretilerini eylemli biçimde
vaaz etmeğe İ.S. 28 yılı dolayında başladı. O sırada yalnız Galile'de değil,
ama Yahuda ve Kudüs'te de bir "gerçek savaş" yapılıyordu. İsa inancı,
İsa'nın ölüm buyruğunu veren Romalı vali, Pontius Pilatus'un göğüslemek zorunda
kaldığı ayaklanma durumlarının en genişi olmadığı gibi en tehlikeli olanı da
değildi. Örneğin, Josephus, Pilatus'un Kudüs'teki putlarla ilgili tabuyu
çiğnediği zaman kendilerine taşradan büyük bir kalabalığın katıldığı kentin
öfkeli ayaktakımının görüntüsünü betimler. Daha sonra, Pilatus bir su kemerinin
yapılması amacıyla tapmak fonlarının kötüye kullanılmasını protesto eden öfkeli
başka bir ayaktakımı tarafından sarılmıştır. Incil'lerden öğrendiğimize göre
İsa'nın kendisi de tapmağa yapılan bir saldırıyı yönetmiş, ve çete önderi
Barabbas ve birkaç adamının tam o sırada hapiste bulunmaları nedeniyle, İsa’nın
yargılanmasından kısa bir süre önce bir çeşit ayaklanma meydana gelmiştir.
İsa'nın öldürülmesinden sonra, Romalılar
Filistin'in kırlık alanlarını "haydutlar"dan temizleme çalışmasını
sürdürdüler. Josephus, adı Tholomaios olan bir başka büyük haydut şefinin İ. S.
44 yılında yakalandığını bildirir. Bundan kısa bir süre sonra, çölde Theudas
adında mesihsel bir tip ortaya çıktı. Onun yandaşları evlerini ve varlıklarını
terk ettiler ve Ürdün Irmağı'nın kıyılarında toplandılar. Bazıları Theudas'ın
tıpkı Yeşu için yapıldığı gibi suları ayırma niyetinde olduğunu söylerler;
başkaları da bu mesihin öteki yoldan, batıya doğru, Kudüs'e doğru gideceğinden
söz ederler. Önemi yok Romalı Vali Cuspius Fadus süvarileri gönderdi; onlar
Theudas'ın başını kestiler ve yandaşlarını da kılıçtan geçirdiler.
İ. S. 50 yılında Fısıh Bayramı şöleni
sırasında Romalı bir asker tüniğini kaldırdı ve hacılardan ve tapmakta
tapınanlardan oluşan bir kalabalığa doğru yellendi. "Öfkelerini daha az
tutabilen genç adamlar ve doğallıkla halkın gürültücü takımı birden dövüşe
atıldılar," diye yazıyor Josephus. Romanın ağır piyadesi göreve çağrıldı,
bunun yarattığı büyük panik içinde, Josephus'a göre, 30000 insan ayaklar
altında ezilerek öldü (bazıları belki de kasdettiği 3000 idi diyorlar.)
İsa'nın tapmağa yaptığı saldırı tarih olarak İ. S. 33 yılının Fısıh Haccı'na
rastlamıştı. Göreceğimiz gibi, durumları İ. S. 50 yılının paniğinde ölenlere
benzeyen ayak takımı hacıların tepkisinden duyulan kaygı Yahudilerin ve Roma
makamlarının İsa'yı tutuklamak için gece karanlığına dek beklemelerine neden
oldu.
İ. S. 52 yılında, nerdeyse yirmi yıl boyunca dağlarda kalmış
bulunan bir "ihtilalci hayduf'un, Eleazar ben Deinaios'un önderliğinde bir
genel ayaklanmaya çok yakın bir olay gelişti. Vali Cumanus, "Eleazar’m
yandaşlarını yakaladı, daha fazlasını da öldürdü." Ama karışıklık yayıldı
"ve bütün ülke üzerinde yağmalar sürüp gitti ve daha atılgan ruhlu olanlar
ayaklandılar." Suriyeli Legate araya girdi, onsekiz partizanın kafasını
kesti, ve Cumanus tarafından yakalanmış bulunan tutsakların hepsini çarmıha
gerdi. Sonunda ayaklanma yeni bir vali, Felix tarafmdan bastırıldı ve Felix
Eleazar’ı yakaladı ve onu belki de halkın gözü önünde boğazlanmak üzere Roma’ya
gönderdi. "Onun çarmıha gerdiği haydutlar," "ve onlarla
işbirliği yapmaları nedeniyle yakalayıp cezalandırdığı yöre sakinleri sayılamayacak
kadar çoktu" diyor Josephus.
Kudüs'te, silahlarını giysilerinin
içinde gizleyen hançerli adamların yaptıkları suikastlar artık yaygınlaşmıştı.
Onların en ünlü kurbanlarından biri Yüksek Papaz Yonaton idi. Bütün bu kan
dökmelerin ortasında, askersel-mesihsel yarışmacılar tekrar tekrar ortaya
çıkıyorlardı. Josephus mesih önderlerin bir bölümüne gönderme yaparak onları
şöyle niteliyor:
eylemde daha az cani ama
niyette daha kötü olan bu hainlerin verdikleri zarar katillerin
dolandırıcıların ve yalancıların verdikleri zarar kadar büyüktür. Onlar esin
savıyla, ayak takımını çılgınca eylemlere özendirerek, ve Tanrının yaklaşan
özgürlüğün imlerini kendilerine göstereceği bahanesiyle onları yabanıl
toprakların içlerine sürükleyerek devrimci değişiklikler meydana getirmeyi
planladılar.
Felix bu yağmacılığı bir ayaklanmanın ilk
aşaması olarak yorumladı ve Roma süvarilerine o ayak takımının paramparça edilmesi
buyruğun verdi.
Daha sonra bir Mısırlı Yahudi "sahte
peygamber" ortaya çıktı. Sayısı birkaç bini bulan "aldatılmış
insanları" bir araya getirdi, onları çöle doğru götürdü, sonra döndü
Kudüs'e saldırmaya kalkıştı böylece, Romalılar bunu gerekli buldularsa, bütün
bu tür insanların siyasal yönden tehlikeli olduklarmm doğrulanmasını sağladı.
Josephus İ.S. 55 yılında Filistin'deki durumun görünüşünü şöyle betimler:
"Din dolandırıcıları ve haydut şefler
pek çok insanı ayaklanmaya zorladılar. Küçük gruplara ayrılarak ülkenin her
yanına yayıldılar, varsılların evlerini talan ettiler, evde bulunan insanları
öldürdüler, ve kudurmuş çılgınlıkları Yahudiye’nin her bir köşesine girinceye
değin, köyleri ateşe verdiler. Savaş günden güne daha yabanılca alevlendi.
İ. S. 66 yılında her yerde haydutlar
vardı; bunların ajanlarıtapınak rahipliğine dek girmişler ve Yüksek Papaz
Ananias'ın oğlu olan Eleazar'ı bir bağlaşma yapmağa zorlamışlardı. Eleazar bir
çeşit bağımsızlık bildirgesi yayımladı: Saltanatını sürdüren Neron'un sağlığı
uğruna her gün hayvanlar kurban edilmesi önlendi. Kudüs’ün sokaklarında Roma
yandaşı ve Roma karşıtı gruplar çatışmaya başladılar: bir yanda Eleazar'ın yönettiği
hançerli adamlar, özgürleştirilmiş köleler ve Kudüs'ün ayak takımı; öte yanda
yüksek papazlar, Herodesçi soylular ve Romanın krallık muhafızları.
Bu sırada, ülkenin içlerinde, Galileli
Yahuda'nın yaşayan son oğlu, Manahem, bir saldırıyla Masada kalesini zaptetti,
silah deposundan ele geçirdiği Roma silahlarıyla haydutlarını donattı, ve
Kudüs'ün üzerine yürüdü. Karmakarışık bir alanın içine dalan Manahem
ayaklanmanın komutasını ele aldı "bir kral gibi" diyor Josephus. O
Roma kıtalarını sürüp attı, tapmak alanını kontrol altına aldı, ve Yüksek Papaz
Ananias'ı öldürdü. Manahem sonra krallık giysilerini giyinip kuşandı, ve
silahlı haydutlardan oluşan maiyetinin eşliğinde, tapınağın kutsal yerine
girmeğe hazırlandı. Ama Eleazar, herhalde babasının öcünü almak üzere korteji
pusuya düşürdü. Manahem kaçtı ama yakalandı ve "uzun işkenceler sonunda
öldürüldü."
Yahudiler dövüşmeyi sürdürdüler, gerçek mesihin geleceğine
artık kani oldular. Romalılar birkaç yenilgiye uğradıktan sonra, Neron,
Briton’lara karşı yapılan seferlerin deneyimli komutanı, en iyi generali
Vespasianus'a başvurdu. Romalılar 65.000 askerle ve askersel araçların ve
kuşatma gereçlerinin en ileri biçimleriyle saldırarak yavaş yavaş küçük
kentlerin denetimini yeniden ele geçirdiler.
İ. S. 68 yılında Neron'un ölümü üzerine Vespasianus yeğlenen
imparator adayı olarak ortaya çıktı. Gereksinebileceği tüm adamları ve
donatıları sağlanmış bulunan, Vespasianus'un oğlu Titus savaşı bitirdi. Fanatik
direnmeye karşın, Î.S. 70 yılında Titus Kudüs'e girdi, tapmağı ateşe verdi, ve
görünürdeki her şeyi yağmaladı ve yaktı.
Kudüs kuşatmasının Yahudilerin bir milyonun üzerinde kayıp
vermelerine yol açmış bulunmasmı dikkatle irdeleyen Josephus mesih kahinlerini
acı bir dille suçlamıştır. Aslında korkunç imler ortaya çıkmıştı sunak
üzerindeki parlak ışıklar, bir ineğin bir kuzu doğurması, silahlı savaş
arabaları ve alayların güneş batarken gökyüzünde hızla ilerlemeleri ama
haydutlar ve onların iğrenç yalvaçları bu felaket imlerini göremediler. Bu
"dolandırıcılar ve sahte haberciler halkı kandırarak insanların gelecekte
tansıksal kurtuluşa erişeceklerine inandırmışlardı."
Kudüs'ün düşmesinden sonra bile, haydutlar Yehova'nın
kendilerini terk etmiş olduğuna hala inanamıyorlardı. Yeni bir kahramanca çaba
yeni bir kanlı özveri ardından Yehova sonunda gerçekten yağlanıp kutsanmış
birini göndermeye karar verecekti. Daha önce belirttiğim gibi, son özveri 1. S.
73 yılında Masada kalesinde ortaya konmuştu. Hezekiah'ın ve Galileli Yahuda'nın
soyundan gelen, Eleazar adındaki bir haydut, geriye kalan erkek, kadın, ve
çocuklardan oluşan 960 kişilik gücüne Romalılara teslim olmaktansa birbirlerini
öldürmelerini şiddetle tenbih etmişti.
Özet olarak: Josephus î. Ö. 40 yılı ile 1.
S. 73 yılları arasında, İsa ya da Vaftizci Yahya, yaşamış en az beş Yahudi
askermesihten söz eder. Bunlar Athrongaeus; Theudas; Felix tarafından idam
edilen adsız "hain"; Mısırlı Yahudi "sahte peygamber"; ve
Manahem. Ama Josephus sık sık öteki mesihlere ya da mesih peygamberlere
gönderme yapar ve bunları adlandırma ya da betimleme zahmetine girmez. Ayrıca,
bana öyle geliyor ki Galileli Yahuda, Manahem, ve Eleazar kanalıyla Hezekiah'm
soyundan gelen bağnaz haydut-gerillalar kuşağındakilerin hepsi yandaşlarının
çoğu tarafından büyük olasılıkla mesih ya da mesih-peygamber olarak kabul
edilmiştir. Başka deyişle, İsa'nın zamanında, bugün Güney Denizleri'nde ne
kadar çok kargo peygamberi varsa, Filistin'de de o kadar çok mesih bulunuyordu.
Masada'nın düşmesi Yahudi
askersel-mesihsel yaşam biçiminin pek öyle sonu oldu denemez. Sömürgeciliğin
ve yoksulluğun ivedi kılgısal gereksinimlerinin etkisiyle hep yeniden
yaratılan ihtilalci dürtü, Masada'dan altmış yıl sonra, hatta daha şaşkınlık
verici bir dram içinde, yeniden ortaya çıktı. 132 yılında, Bar Koçva "Bir
Yıldızın Oğlu" 200.000 kişilik bir gücü örgütledi ve üç yıl kadar süren
bir bağımsız Yahudi devleti kurdu. Bar Koçva’nın kazandığı tansıksal utkular
nedeniyle, Kudüs'ün Başhahamı Akiba onu mesih olarak selamladı. Halk Bar
Koçva'yı bir aslana binmiş durumda gördüğünü naklediyordu. Romalılar
Hannibal'dan bu yana böylesine yiğit bir askersel düşmanla karşılaşmamışlardı;
o ön saflarda ve en tehlikeli noktalarda çarpışıyordu. Bar Koçva’nın vurulup
öldürülmesinden önce bütün bir Roma lejyonu yok olmuştu. Romalılar 1000 köyü
yerle bir ettiler, 500.000 insanı öldürdüler, ve daha binlercesini köle olarak
gemilerle dış ülkelere yolladılar. Daha sonra yürekleri acıyla dolu Yahudi
bilgin kuşaklan kendilerini aldatıp yurtlarını yitirmelerine neden olan Bar
Koçva'dan "yalanın oğlu” diye söz ettiler.
Tarih gösteriyor ki Yahudi
askersel-mesihsel yaşam biçimi uyarlanmayla ilgili bir başarısızlıktı. O
Davud'un krallığını yeniden kurmayı başaramadı; tersine, Yahudi devletinin
toprak bütünlüğünün tamamıyla yitirilmesine yol açtı. Sonraki binsekizyüz yıl
boyunca Yahudiler yaşadıkları her yerde ikincil bir azınlık oldular. Acaba bu
askersel mesihçiliğin kapris dolu, uygulanmaz, hatta manyakça bir yaşambiçimi
olduğu anlamına mı geliyor? Josephus’un ve daha sonraları Bar Koçva’yı suçlamış
olanların düşündükleri gibi, Yahudilerin boş mesihsel amaçların kandırıcı
etkisi altında Romanın yenilmez gücüne saldırdıkları için anayurtlarını
yitirdiği yolundaki görüşe biz de mi katılacağız? Sanmıyorum.
Roma'ya karşı yapılan Yahudi ihtilaline,
Yahudilerin askersel mesihçiliği değil, Roma sömürgeciliğinin eşitsizlikleri
neden olmuştur. Biz sırf zafer kazandıkları için Romalıların daha "pratik”
ya da "gerçekçi" olduklarına karar veremeyiz. Her iki yan da savaşa
pratik ve dünyasal nedenlerle girişti. Bir an için George Washington’un
Amerikan Devrim Savaşinı yitirmiş olduğunu varsayalım. O zaman biz Kuzey
Amerika Ordusunun "özgürlük" denilen boş umutlar adına sunulmuş
usdışı bir yaşam biçimi bilincinin kurbanı olduğu sonucuna varmayı ister miyiz?
Doğada olduğu gibi, külltürde de, seçici
güçlerin ürünü olan dizgeler (sistemler), kusurlu ya da usdışı olduklarından
dolayı değil, ama daha iyi uyarlanmış ve daha güçlü olan öteki dizgelerle
karşılaştıkları için, yaşamlarını sürdürmekte sık sık başarısızlığa uğrarlar.
Sanırım şunu göstermiş bulunuyorum ki kin dolu mesih inancı, kargo inancı gibi,
uygulamada bir sömürge savaşının ivedi gereksinimlerine uyarlanmıştır. Bir orduyu
yetiştirip eğitmek için gerekli resmi bir örgütün yokluğunda , kitlesel
direnmeyi seferber etmenin bir aracı olarak bu son kerte yararlı olmuştur. Onların
başlangıçtaki yenilgi olasılıkları öylesine büyüktü ki hiç bir çabanın tarihin
şimdi açıkladığından farklı herhangi bir sonuca asla götüremeyeceği
açıklanamadıkça ben Roma karşıtı haydutların aldatılmış olduklarina karar
veremem. Ama Roma karşıtı haydutların kendi bozgunlarını önceden
görebileceklerini ispatlamanın bir yolu yoktur. Tarih Roma İmparatorluğunun
sözü edilen yenilmezliği konusunda Galileli Yahuda'nın haklı ve Kayserlerin
haksız olduklarını eşit kesinlikle açıklar. Roma İmparatorluğu en sonunda
yıkıldı, ama onu yıkan insanlar Yahudiler gibi sömürge insanlarıydılar, ve
bunların sayıları, donatımları, ve askersel becerileri Romalılarınkilere göre
olağanüstü yetersizdi.
En azından tanıma göre, ihtilal şu anlama
gelir ki sömürülen bir nüfus zalimlerini devirmek için büyük güçlüklere karşı
tehlikeli önlemler almalıdır. Sınıfların, ırkların, ve ulusların genel olarak
böyle bir üstünlüğe karşı meydan okumayı kabul etmelerinin nedeni onların
usdışı ideolojilerle kandırılmış olmaları değil, ama seçeneklerin giderek
büyük riskleri göze aldıracak kadar iğrenç olmalarıdır. Ben inanıyorum ki
Yahudilerin Roma'ya baş kaldırmalarının nedeni budur. Ve Yahudi
askersel-mesihsel bilinç durumunun îsa'nın zamanında büyük bir yayılmayı
yaşamış olmasının nedeni de budur.
Kinle dolu mesih inancının Roma
sömürgeciliğine karşı verilen gerçek savaşa kök salması ölçüsünde, barışçıl
mesih inancı da açıkça gizemli bir paradoks kılığına bürünmüştür. Hıristiyanlığın
barışçı mesihi Roma'ya karşı savaşın 180 yıllık yörüngesindeki en olasılık dışı
bir anda geldi. Isa inancı askersel-mesihsel bilincin hala hızlandığı,
genişlediği, Yehova'nın yargılamasının lekesiz coşkunluğuna doğru yükseldiği
bir sırada gelişmiştir. Onun zamanlamasının tam anlamıyla yanlış olduğu görülüyor.
İ.S. 30 yılında Roma karşıtı haydut ihtilalci dürtüye yönelik belli başlı bir
engelle henüz karşılaşılmamıştır. Tapmak zarar görmüş değildir ve yıllık büyük
hacların sahnesi olmuştur. Galileli Yahuda'nın oğulları sağdır. Masada’nın
terörü daha düşgücünün ötesindedir. Yahudiler askerselmesihsel düşün Manahem'i
ve Bâr Koçva'yı yağlayıp kutsamış olmasından bunca yıllar önce barışçıl bir
mesihin özlemini neden çekmiş olsunlar? Roma'nın gücü Yehova'nın kutsal kalkanında
önemli bir çentik açmamışken neden Filistin Romalı derebeylerine teslim
edilsin? Eski Ahit, Roma İmparatorluğu’nu hala iki kez sarsabilme gücüne
sahipken neden yeni bir ahit yapılsın?
Barış
Prensinin Gizi
Batı uygarlığının düşlediği eser aslında
öteki halkların düşlediği eserlerden farklı değildir. Onun gizlerinin içine girmek
için gerekli olan sadece pratik koşullara ilişkin bilgidir.
Önümüzdeki olayda, içinden seçim
yapılabilecek elverişli yeğlemelerin sayısı çok azdır. Eğer İsa'nın papazlık
süresinin tarihlendirilmesinde yanlışlık olsaydı eğer İsa'nın Kudüs'ün
düşmesinden sonrasına değin Yahudi yoldaşlarını Romalıları sevmeğe Zorlamaya
başlamamış bulunduğu ortaya konabilseydi bu çok uygun olurdu. Ama Galileli
Yahuda'nın vergi isyanı ya da Pontius Pilatus'un valiliği gibi olayların
geleneksel kronolojisinde yapılan kırk yıllık bir yanlış inanılır şey değildir.
Biz her ne kadar İsa'nın ne zaman
konuştuğu konusunda yanılgı içinde olmayabilirsek de, onun ne konuştuğu
konusunda yanılgı içinde bulunduğumuzu varsaymak için pek çok neden vardır.
Önceki bölümün sonunda ileri sürülen sorulara verilecek yalın bir pratik çözüm
şudur: İsa yaygın olarak inanıldığı kadar barışçıl değildi, ve onun gerçek
öğretileri Yahudi askersel mesihçiliğinden temelli bir kopmayı göstermiyordu.
Güçlü bir Roma karşıtı, haydut yanlısı olma eğilimi her halde onun ilk papazlık
yıllarını bütünüyle kaplıyordu. Onun Yahudi mesih geleneğiyle bağlantısının tam
anlamıyla kesilmesi ancak Kudüs'ün düşmesinden sonra, Romanın utkusuna bir
uyarlanma yanıtı olmak üzere Roma'da ve impararorluğun öteki kentlerinde
yaşayan Yahudi Hıristiyanlar tarafından İsa'nın öğretilerinden ilk
siyasal-askersel öğelerin çıkarılması sırasında gerçekleşmiştir. Barışçıl
mesihçiliğin paradokslarıyla pratik insan işlerinin yürütülmesi arasmdaki
bağlantıyı kurmak için benim, hiç olmazsa kısaca, kullanacağım tema budur.
İsa'nın ilk öğretileriyle askersel-mesihsel gelenek arasındaki
bağın sürekliliğini anımsa'tan olay İsa ile Vaftizci Yahya arasında varolan
yakın ilişkidir. Hayvan derileri giyinen ve çekirgelerden ve yabanıl baldan
başka hiç bir şey yemeyen Vaftizci Yahya'nın, Josephus'un değindiği kutsal
adamlar türüne açıkça benzerlik gösterir ki o bunları Ürdün Vadisi'nin çorak
topraklarında dolanıp duran, köylüleri ve köleleri kışkırtan ve Romalılarla onların
yanaşmalarının başlarına dert açan kişiler olarak betimler.
Dört İncil'in dördü de Vaftizci Yahya'nın İsa'nın ilk muştucusu
olduğunu kabul eder. Onun misyonu İşaya'nın görevini yerine getirmek, ıssız
çöle Yehova'nın ahitinin anılarıyla yankılanan mağaralarla dolu ve haydut
yatağı uzak topraklara gitmek ve haykırmak idi: "Tanrının yollarını
hazırlayın; onun yollarını düz edin." (Günahkârlığınızdan pişmanlık duyun,
suçunuzu kabul edin, böylece hiç olmazsa vaadedilen imparatorlukla ödüllendirilebilirsiniz.)
Yahya suçunu itiraf eden ve gereğince tövbe eden Yahudileri simgesel biçimde
günahlarından arındırmak için onları bir ırmakta ya da kaynakta yıkayarak
"vaftiz etti.” Incil'lere göre, İsa, Vaftizci'nin en ünlü tövbecisiydi.
Ürdün Irmağı’nda yıkanması üzerine İsa yaşamının en kritik aşamasına başladı bu
çarmıhta ölümüne yol açan aktif vaizlik dönemiydi.
Vaftizci Yahya'nın meslek yaşamı önceki bölümde betimlenen
çöl kahinleri modelinin bir örneğidir. Onun çevresindeki kalabalıklar çok fazla
büyüyünce Roma kamu düzeninin en yakındaki koruyucusu tarafmdan tutuklandı. Bu
kişi Vaftizci'nin en aktif olduğu Ürdün doğusundaki Filistin'in bir bölümünü
yöneten kukla kral Herodes Antipas idi. Onun etkinliklerine kamu düzenine
yönelik bir tehdit olarak bakılması nedeniyle Vaftizci Yahya'nın
tutuklanabileceği yolunda İncirlerde hiçbir anıştırma yoktur. Siyasal-askerseJ
boyuttan hiçbir iz yoktur. Tersine bize anlatılana göre Vaftizci Yahya'nın
tutuklanması Herodes’in erkek kardeşlerinden birinin dul eşi Herodias ile
evlenmesini eleştirmesinden kaynaklanmıştır. Öykü Vaftizci Yahya'nın idam
edilmesini her hangi bir siyasal gerekçeye değil ama Herodias'ın öç alma
tutkusuna bağlayarak sürer. Herodias kızı Salome'yi Kral Herodes için dans
ettirir. Kral dans gösterisinden öylesine hoşlanır ki dansçıya ne isterse
vereceğini vaat eder. Sgılome bir tepsi üzerinde Vaftizci Yahya'nın başını
istediğini açıklar, ve Herodes de kabul eder. Herodes'in vicdan azabından
yıkıldığı söylenir, tıpkı daha sonra Pontius Pilatus'un İsa'nın idam
edilmesinden dolayı vicdan azabından yıkılması gibi. Vaftizci Yahya'nın
tutuklanmasından önce çölde kalabalıklara söylediklerini irdeleyince, siyasal
ilişkilerin yokluğu ve Herodes'e atfedilen vicdan azabı yorumu çok yersiz görünür.
Yahya'nın vaaz söylettikleri tam anlamıyla askersel-mesihsel bir tehdit idi:
"Benden daha güçlü biri gelecek O ruhla ve ateşle sizi
vaftiz edecek: kabukları tanelerinden ayırıp savuran* elindeki yelpazesiyle o
harman yerini baştan başa temizleyecek ve buğdayı ambarında toplayacak; ama
söndürülmez bir ateşle kabukları yakacaktır."
Herodes Antipas çöl kahinleriyle düzen karşıtı haydutlar
arasındaki bağlantı karşısında kayıtsız mıydı? Saltanatı kırküç yıl sürecek
olan ve haydut öldürücü zalim Büyük Herodes'in oğlu olan bir kral Vaftizci
Yahya gibi insanların çölde geniş kalabalıkları kendine çekmesine izin
vermenin doğuracağı sonuçlara ilgisiz kalamazdı. Ve düzen karşıtı haydut
sorunuyla ilişkisi olmayan bir mesihe sahip bulunan bir kahin böylesine geniş
kalabalıkları kendine nasıl çekebilirdi?
Vaftizci'nin askersel-mesihçi gelenekteki yeri Ölü Deniz
Yazmalarının bulgulanması sonucunda açıklığa kavuşturul-
" Kutsal kitaba
göre iyileri kötülerden ayıran, (ç.n.) muş bulunmaktadır. Bu belgeler
Yahya'nın İsa'yı vaftiz ettiği bölgede, Kumran adlı Hıristiyanlık öncesi eski
bir topluluğun bıraktığı kalıntıların yakınındaki bir mağarada bulunmuştur.
Kumran'ın kendisi de, Vaftizci Yahya gibi, varlığını "çöldeki yolu
temizlemeğe" adamış -dinsel bir komün idi. Komünün zengin ve eskiden
bilinmeyen kutsal yazınına göre, Yahudilerin tarihi, içinde Roma
İmparatorluğu'nun kendi yıkımıyla karşılaşacağı bir Armageddon'a[11] doğru
ilerliyordu. Roma'nın yerine başkenti Kudüs olan, Davud'un Evi'nin (soyunun)
bir kolundan gelen ve yeryüzünde her hangi bir Kayser'den daha güçlü bir
asker-mesihin hükümdarlığı altında yeni bir imparatorluk kurulacaktı.
'İsrail'in yağlanıp kutsanmış", yenilmez generali, başkomutanınm önderliği
altında, "Aydınlığın Oğulları" Yahudiler "Karanlığın Oğulları"
Romalılara karşı savaşa girişeceklerdi. Bu bir yoketme savaşı olacaktı.
Yahudilerin yirmisekiz bin savaşçısı ve savaş arabalı altı bin savaşçısı
Romalıları vuracaktı. Onlar "tümüyle yok edilinceye değin... sonsuz bir
süre için imha amacıyla kökünü kazımak için düşmanı izleyeceklerdir."
Utku güvence altındadır çünkü "sen eskiden beri açıklamakta olduğun gibi;
Yakup'tan gelen bir yıldız parlayacak, İsrail'den bir asa yükselecek"
(Sayılar Kitabı'nda olup daha sonra Bar Koçva'ya uygulanan kehanet.) İsrail
utku kazanacaktı "çünkü geçmişte olduğu gibi, senin yağlanıp kutsanmış
adamlarının aracılığıyla sen büyük kötülüğü biçilmiş bir hububat tarlasında
alev alev yanan bir meşale gibi yakıp yokettin... çünkü sen eskiden beri
açıklamaktasın ki düşman... insansız bir kılıcın vuruşuyla yıkılacak, ve
insansız bir kılıç onu yokedecek."
Kumran'lılar savaş buyruğunu son ayrıntısına dek yerine
getirmişlerdi. Bir utku şarkısı bile hazırlamışlardı:
Haydi kalk, Sen Ey Yiğit Kişi!
Tutsaklarını al götür, Ey şanlı Adam!
Kendi yağmanı yap, Ey cesur Kişi!
Düşmanlarının ensesine Sen
elini koy
Ve Sen ayağını koy
öldürülmüşler yığınının üzerine!
Vur Senin düşmanların olan
uluslara Ve Senin kılıcın yok etsin suçluları! Toprağı şanla doldur Ve Kendi
kalıtını nimetle!
Senin otlaklarında
bir çok sığırlar olsun,
Saraylarında
gümüş ve altın ve değerli taşlar!
Ey Zion,
sevincin büyük olsun!
Sevinç
haykırışları arasında ortaya çık, Ey Kudüs! Gösterin kendinizi, Ey Yahuda'nın bütün
kentleri! Açın kapılarınızı sonsuza değin, Ulusların zenginlikleri içeri
girsin!
Ve Krallar
hizmet etsinler sana
Ve bütün
zalimler önünde eğilsin senin
Ve yalasınlar
tozunu ayaklarının!
Kumran'lıların Kutsanmış Kişi için bir öncü gibi hareket
etmek üzere misyonerler gönderdiklerini biliyoruz. Vaftizci Yahya gibi, bu
misyonerlerin de çekirge ve yaban balı yedikleri ve hayvan derileri
giyindikleri söylenir. Vaftizci Yahya gibi, onların görevi de İsrail'in
çocuklarına tövbe ettirmektir. Onların da vaftiz uyguladıkları ispat edilemez,
ama Kumran'm içinde arkeologlar geniş ayinsel yıkanma düzenleri ortaya çıkarmışlardır.
Yahya'nın ayinsel vaftizi pekala komünün hamamlarındaki daha kapsamlı
yıkanmaların ve temizlik ayinlerinin kısaltılmış bir biçimi olarak benimsenmiş
olabilir ve bu ayinler şu ya da bu biçimde üzün zamandır Yahudilerin ruhsal
temizliğe ilişkin düşüncelerinin bir parçasını oluşturmuşlardır.
Sanırım burada özellikle vurgulanması gereken nokta Josephus
ya da Hıristiyan Incil’lerinin yazarları gibi yazarların yazılarında bu yazınm
varlığı ima bile edilmemiştir. Yazmaların yokluğu halinde biz bu militan kutsal
adamların neyin peşinde oldukları hakkmda kesin olarak hiç bir şey
bilmeyecektik, çünkü Kumran İ.S. 68'de Romalılar tarafmdan yokedildi. Komüncüler
"Karanlığın Oğulları"nın komüne saldırıp onu yoketmesinden önce
kutsal kitaplarını küplere koydular ve onları yakınlardaki mağaraların içinde
sakladılar. İki bin yıl boyunca İliç el sürülmeden kaldıkları için varlıkları
unutulmuş bulunan bu yazmalar şimdi îsa zamanının hemen öncesini, bu zamanı, ve
bundan sonraki kısa süreyi kapsayan dönemdeki Musevilikle ilgili bilgilerin
büyük elyazması kaynaklarından birini oluşturmaktadır.
Kumran yazmaları Incil'lerde anlatılan biçimiyle Vaftizci
Yahya'nın öğretilerini Yahudi askersel-mesihsel geleneğin ana akımından
ayırmayı son derece güçleştirmektedir. Roma'yla yapılan uzun ve kanlı gerilla
savaşının ortamında ele alınınca, Vaftizci'nin "söndürülmez ateşte yanan
kabuklar" mecazının, Kumran'lıların bir "biçilmiş hububat tarlasında
alev alev yanan meşale"ye ilişkin kehanete ters düşebileceği düşüncesi
akla uygun olamaz. Ben Vaftizci Yahya'nın aklındakileri söylemek niyetinde
değilim, ama onun davranışının değerlendirilmesine esas olması gereken dünya
bağlamı henüz doğmamış bulunan bir dinin bağlamı olamaz. Ben onun anlatılan söz
ve eylemlerini ancak şu bağlam içinde düşünebilirim: Dalga dalga kabaran toz
toprak içindeki ayaktakımı köylü yığınları, gerillalar, vergi kaçakçıları, ve
hırsızlar, Herodesçi zalimler için, kukla papazlar için, küstah Roma valileri,
ve kutsal yerlerde yellenen putperest askerler için duyulan sönmez bir kinle
yanan, gırtlağına dek sorunlara gömülmüş Ürdün.
Vaftizci'nin yakalanmasmdan hemen sonra belki de Herodes
Antipas'ın hapishanesinde yargılanmayı hala beklediği sırada İsa tıpı tıpına
aynı türden insanlar arasında ve aynı türden tehlikeli koşullar altında vaaz
ediyordu. Yaşam biçimindeki benzerlik öylesine büyüktü ki İsa'nın ilk
havarilerinden, en az ikisi Andreas ve Simun Petrus kardeşler Vaftizci'nin
eski yandaşlarıydılar. Daha sonra Herodes Antipas, îsa ile Vaftizci arasındaki
farkı o denli önemsiz bulmuştur ki onun şöyle dediği söylenir, "O
Yahya'dır, kafasını kestiğim Yahya; o ölüyken dirilmiştir." Başlangıçta
İsa vaazlarının büyük bölümünü ülkenin uzak yörelerinde veriyor, tansıklar
yaratarak geniş kalabalıkları kendine çekiyordu. Her halde o (önlem yönünden)
her zaman polislerin yalnızca bir adım önünde bulunuyordu. Gerek Vaftizci Yahya
gerekse Josephus'un üzerinde durduğu mesih habercileri gibi, İsa da ya
tutuklanmasıyla ya da korkunç bir ayaklanmayla sonuçlanacak bir çatışma yoluna
girmiş bulunuyordu.
İsa'nın büyüyen popülerliğinin mantığı onu tehlikesi gittikçe
artan kahramanlıklara doğru götürüyordu. Çok geçmeden, o ve havarileri,
Kudüs'ü, geleceğin Kutsal Yahudi İmparatorluğu'nun vaat edilmiş başkentini
misyonlaştırmağa koyuldular. Zekarya Kitabının mesihsel simgeciliğini bile
bile kullanarak, dağ geçitlerini bir eşek üzerinde (ya da belki de bir midilli
üzerinde) geçti. Pazar Okulu öğretmenlerinin savına göre İsa böyle davrandı
çünkü bu "putperestlerle barışı konuşmak" niyetini belirtiyordu. Bu
yorum Zekarya'daki başka her şeyin çok güçlü bir askersel-mesihsel anlamı
olduğunu gözden uzak tutuyor. Çünkü Zekarya mesihinin ortaya çıkmasından
sonra, alçakgönüllü ve bir eşeğe binmiş olan, Zion'un oğulları (düşmanı)
"yok edecek ve boyun eğdirecekler"... ve "güçlü adamlar olup
savaşta düşmanlarını sokaklardaki çamur gibi ayaklar altına alıp
çiğneyecekler... çünkü Tanrı onlarla birliktedir ve atlara binenler bozguna uğrayacaklar."
Eşek üzerindeki alçakgönüllü kişi barışçıl bir mesih değildi.
O küçük bir ulusun mesihiydi ve onun açıkça zararsız olan savaş prensi,
Davud'un soyundan gelen biriydi ve o da düşmanın atlılarını ve arabalı
savaşçılarını bozguna uğratıp boyunduruk altına almak için güçsüzlüğün içinden
yükseldi. Putperestler barışa sahip olacaklardı ama bu uzun zamandır beklenen
Kutsal Yahudi İmparatorluğunun barışı olacaktı. Yolun kenarına dizilen
kalabalıkların olup bitenleri anlamaları en azından böyle olmuştur, çünkü İsa
geçerken, onlar şöyle bağırdılar: "Tanrıya şükür! Tanrı adına gelen o
kutsaldır! Gelen Babamız Davud'un Krallığı kutlu olsun!"
İsa ve onun havarileri kente girdikten sonra onların yaptıklarında
da barışçıl anlamda göze çarpacak hiç bir şey yoktu. Kudüsü istila etmek için
gün olarak Fısıh Bayramı başlangıcının hemen öncesini seçmek suretiyle onlar
kırlık kesimden ve Akdeniz’in her köşesinden gelen binlerce yortu hacısının sağladığı
korumayla kendilerini güvence altına almışlardı. Düzen karşıtı haydutlar,
köylüler, işçiler, dilenciler ve potansiyel olarak tehlikeli olan öteki
grupların hepsi aynı anda kente akıyorlardı. Gün boyunca îsa çevresinde
gürültülü ve vecde gelmiş kalabalıklar olmaksızın hiç bir yere gitmiyordu. Hava
kararınca gizlice dostlarının evlerine gidiyor, nerede bulunduğunu havarilerinin
kendisine en yakın bulduklarının dışında herkesten saklıyordu.
îsa ve havarileri kendilerini başlangıçtaki askersel-mesihsel
hareketin üyelerinden ayırt edecek hiç bir şey yapmadılar. Hatta onlar en
azından bir yeğin (şiddetli) çatışmayı da kışkırttılar. Onlar büyük tapınağın
avlusuna hücum ettiler ve yabancı hacıların kurbanlık hayvan satm alabilmeleri
için para değiştiren ruhsatlı işadamlarına kaba güç kullanarak saldırdılar.
İsa'nın kendisi bile bu olay sırasında bir kamçı kullandı.
Incil'ler Yüksek Papaz Kayafa'nın İsa'yı tutuklamak için nasıl
"dolap çevirdiğini" anlatır. Kayafa sarraflara karşı yapılan yeğin
saldırıya tanık olduğu için, İsa'yı hapse atmanın meşruluğu konusunda hiç bir
kuşku duyamazdı. Kayafa’nın düşünüp tasarlamak zorunda olduğu şey İsa'nın
mesih olduğunu düşünen bütün bir halkı kışkırtmaksızın onu nasıl tutuklamak
gerektiği sorunuydu. Ateşli silahların ve gözyaşartıcı gazların bilinmediği ve
halkın yenilmez bir öndere sahip olduğuna inandığı o günlerde ayaktakımı
kalabalıklar son derece tehlikeliydiler. Bu nedenle Kayafa polise İsa'nın
yakalanması buyruğunu, "halk bir kargaşa çıkarır korkusuyla, şölen
gününde değil" de başka bir gün verdi.
İsa'yı çevreleyen kalabalığın elbette şiddet karşıtı bir yaşam
biçimini benimsemeğe vakti olmamıştı. Onun en yakın havarileri bile açıkçası
"öbür yanağını çevirmeğe" hazırlıklı değillerdi. Onlardan en az
ikisinin sahip oldukları lakaplar onların militan eylemcilerle bağlantılı
olduklarını akla getiriyordu. Biri Simun idi, ona "Zealot" (Aşırı
Partizan), ve öteki Yahuda idi, ona da "İskariyot" denirdi. Josephus
tarafmdan bıçak kulla-
nan, adam öldüren hançerli adamlar anlamında
kullanılan sicarii ile İskariyot arasında gizemli bir benzerlik vardır.
Ve bazı Eski Latince elyazmalarında Yahuda aslında Zelotes olarak adlandırılır.
Öteki iki havarinin savaşçı anlamlı takma
adları vardı Yakup ve Yuhanna, Zebedi'nin oğulları. Onlara
"Boanerces" deniyordu, Markos’un Arami dilinden yaptığı çeviriye
göre bu "Gök Gürlemesinin Oğulları" anlamına geliyordu ve buna
"yabanıllar, öfkeliler" anlamı da verilebiliyordu. Zebedi'nin oğulları
bu unvanlarını hak etmişlerdi. Incil'in öyküsünün bir yerinde onlar halkın
Isa’yı iyi karşılamamış olmaları nedeniyle Samaritan köyünü baştan başa yok
etmek isterler.
Ayrıca Incil'lerde belirtildiğine göre
havarilerin bazıları kılıç taşıyorlardı ve tutuklamaya direnmeye hazırdılar.
Tutuklanmasının hemen öncesinde, İsa şöyle dedi, "Kimin kılıcı yoksa o,
giysisini satsın ve bir tane alsın." Bu söz havarileri ona iki kılıç
göstermeğe sevk etti böylece onlar kendi aralarından en az ikisinin
silahlanmayı alışkanlık haline getirmekle kalmayıp... hançerli adamlar gibi,
kılıçlarını giysilerinin altında sakladıklarını belirttiler.
Dört Incil’in dördü de İsa'nın yakalandığı
anda havarilerin silahlı direnmeye kalkıştıkları olgusunu anlatır. Fısıh
Bayramı akşam yemeğinden sonra, İsa ve onun iç çevresi içinde geceyi geçirmeye
hazırlandıkları Getsemani'deki bahçeye gizlice kaçtılar. Yahuda İskariyot'un
yönetiminde, Yüksek Papaz ve adamları onların üzerine birdenbire saldırdıkları
sırada İsa dua ediyor ve ötekiler de uyuyorlardı. Havariler kılıçlarını
çektiler ve yapılan kısa bir çatışma sırasında tapmağın polislerinden biri
kulağını yitirdi. Polisler İsa'yı yakalar yakalamaz, havariler çatışmayı
bıraktılar ve geceleyin kaçtılar. Matta'ya göre, İsa havarilerinden birine
kılıcını kınına koymasını söyledi, bu havarinin yerine getirdiği ama işitmeğe
hiç de hazırlıklı olmadığı bir buyruktu, o nedenle hemen kaçtı.
İncil'in öyküsünde, Yahuda'ya verilen
bedel Herodias'ın Vaftizci Yahya'yı ihbar etmesine benzer. Eğer Yahuda gerçekten
Ze/oft’.s aşırı partizan haydut olsaydı o İsa'ya bir takım taktik ya da
stratejik nedenlerle ihanet etmiş olabilirdi, ama bunu sırf para için asla
yapmazdı. (Bir kurama göre İsa yeterince militan değildi.) Yahuda'nın dürtüsünü
tam bir açgözlülük saymakla, İncil'ler Josephus'un ve Romalıların aşırı
partizan-haydutların tümü için otomatik olarak kullandıkları çarpıtma çeşidini
yalnızca yinelemiş olabilirler. Ama aşırı partizan-haydutlar para almadan da
öldürmeye hazırdılar bu en azından önceki bölümde betimlenen olaylardan
anlaşılmış olmalıdır.
Havarilerin hepsi acaba neden kaçtılar, ve gece sona ermeden
Simun Petrus acaba neden İsa'yı üç kez reddetti? Çünkü onlar Yahudiler olarak
atalarının yaşam biçimi bilincini Kayafa ile paylaşıyorlar ve mesihin harikalar
yaratan yenilmez bir asker prens olduğunu düşünüyorlardı.
Bütün bunlar bizi şu sonuca götürüyor: Jesus'un ve onun en
yakın havarilerinin paylaştıkları yaşam biçimi bilinci barışçıl bir mesihin
yaşam biçiminin bilinci değildi. İnciller İsa'nın siyasal şiddet eylemleri
yapacak bir yaradılışta olduğunu açıkça reddetme niyetinde olmakla birlikte,
Vaftizci Yahya ile İsa'yı askersel-mesihsel geleneğe bağlayan ve onları gerilla
savaşıyla ilişki içinde gösteren çelişkili olay ve sözlerden oluşan gizli bir
eğilimi adeta sürdürürler. Bunun nedeni ilk İncil yazıldığı sırada görgü
tanıkları ve havarilere yakın kaynaklar tarafından İsa'ya atfedilen barış
karşıtı olay ve sözlerin müminler arasında yaygın olarak bilinmiş olmasıdır.
İncillerin yazarları İsa'ya tapmayla ilgili yaşam biçimi bilincinde dengeyi
barışçıl bir mesih'ten yana düzeltmişler, ama askersel-mesihsel geleneğin
sürekliliğini gösteren izleri tamamıyla silememişlerdir. Incil'lerin bu
konudaki belirsizliğini en iyi bir biçimde göstermek üzere İsa'nın en barışçıl
sözlerini bir sütunda ve bunların beklenmedik yadsınmalarını bir başka sütunda
gösterelim:
Barıştırıcılar
kutsaldırlar. Yeryüzüne
selâmet getirmeğe gel-
(Matta 5: 9) dim
sanmayın; ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeğe geldim.
(Matta 10: 34))
Bu noktada Yahudilerin Romalılara vergi ödemeleri gerekip
gerekmediği kendisine sorulduğunda İsa'nın söylediklerine geleneksel olarak
açıkça yanlış anlam verildiğini de belirtmeliyim: "Sezar'ınkini Sezai’a
ve Tanrı'nınkini Tanrı'ya verin." Galileli Yahuda'nın vergi isyanına
katılmış bulunan Galileli ler için bunun ancak bir tek anlamı olabilirdi o da,
"Ödemeyin." Çünkü Galileli Yahuda Filistin'deki her şeyin Tanrı'ya
ait olduğunu söylemişti. Ama Incil'lerin yazarları ve onların okuyucuları
büyük bir olasılıkla Galileli Yahuda hakkında hiç bir şey bilmiyorlardı, bu
nedenle de onlar Isa'nın çok kışkırtıcı olan yanıtını yanlış bir varsayımla
Roma yönetimine karşı gerçekten uzlaşmacı bir tutumu gösteren bir yanıt olarak
kabul ettiler.
Romalılar ve onların Yahudi yanaşmaları kendisini tutukladıktan
sonra, İsa'ya sanki o gerçek ya da tasarlanmış bir askersel-mesihsel
ayaklanmanın önderiymiş gibi davranmayı sürdürdüler. Yahudi yüksek mahkemesi
onu dine aykırı ve yanlış kehanetlerde bulunmaktan yargıladı. O derhal suçlu bulundu
ve dünyasal işlerden dolayı ikinci kez yargılanmak üzere Pontius Pilatus'a
teslim edildi. Bunun nedeni bellidir. Kargoyla ilgili bölümde gösterdiğim gibi,
sömürgesel bağlamlardaki mesihler asla yalnızca dinsel bir suçtan değil, her
zaman siyasal-dinsel bir suçtan dolayı suçlu görülürler. Romalılar İsa'nın
yerlilerin dinsel yasalarını çiğnemiş olmasıyla ilgilenmiyorlar, ama onun
sömürgesel yönetimi yıkma tehdidine yaşamsal bir önem veriyorlardı.
İsa'nın çaresiz kaldığı gösterildikten sonra kalabalığın bunu
nasıl karşılayacağı hakkında Kayafa'nın düşündüğü öngörüler çok geçmeden aynen
gerçekleşmişti. Pilatus mahkum olmuş adamı açıkça herkesin önünde sergiledi ve
kalabalıktan tek bir protesto sesi yükselmedi. Hatta Pilatus eğer halk İsa'yı
geri isterse onu özgür bırakmayı önerecek kadar da ileri gitti. İncil'lerin savma
göre Pilatus’un böyle bir öneride bulunmasının nedeni İsa'nın suçsuz olduğuna
kendisinin de inanmasıydı. Ama Pilatus, anımsayacaksınız, düzenbaz, zalim, sert
tutumlu bir asker olup Kudüs'ün ayak takımıyla başı hep dertteydi. Josephus'a
göre, günün birinde Pilatı^s binlerce insanı kandırıp Kudüs stadyumuna
doldurdu, onları askerlerle kuşattı, ve onları başlarını kesmekle tehdit etti. Bir başka olayda onun
adamları zırhları üzerine sivil giysiler giyerek kalabalığın içine karıştılar
ve verilen bir işaret üzerine gördükleri herkesi sopalarla dayaktan
geçirdiler. Pilatus, ayaktakımı kalabalığın kendisine daha dün tapmış ve
korumuş olduğu İsa'yı onlara gösterirken, aslında yerlileri kendi
aptallıklarına dayanıp derinden etkilemek için askersel-mesihsel geleneğin
yararlandığı o sarsılmaz mantığı kullanıyordu. Onların sözüm ona tanrısal
kurtarıcıları, Kutsal Yahudi İmparatorluğu’nun Kralı, orada üçbeş Romalı
askerin karşısmda tam bir çaresizlik içinde duruyordu. Kalabalık pekala İsa'nın
bir din dolandırıcısı olarak öldürülmesi istemiyle karşılık vermiş olabilir,
ama Pilatus dinsel şarlatanların çarmıha gerilmesi olayına ilgi duymuyordu.
Romalılara göre, İsa sadece bir başka bozguncuydu ve başıbozuk takımmı
ayaklandıran bütün öteki haydutların ve çölden süzülüp gelen ihtilalcilerin
karşılaştıkları acı sonu aynen hakediyordu.
Manchester Üniversitesi Teknoloji Fakültesi'nin eski bir dekanı,
S.G.F. Brandon, İsa'nın tek başına çarmıha gerilmediğini bize anımsatıyor;
İncil'lerin anlattıklarına göre hüküm giymiş öteki iki suçlu da İsa'nın
yazgısını paylaşmıştır. İsa'nın arkadaşları hangi suçtan dolayı ölüme
gönderilmişlerdi? Incil'lerin İngilizce metinlerinde bu iki kişiden "hırsızlar"
diye söz ediliyor. Ama orijinal Yunan elyazmasmın onlar için kullandığı lestai
terimi, Josephus'un aşırı partizan haydutlara yollama yapmak istediğinde
kullandığı terimin tamamıyla aynıdır. Brandon’un inancma göre biz bu
"haydutlar"ın gerçekte kimler oldukları konusunda daha da kesin
olabiliriz. Markos'un belirttiğine göre îsa'nın yargılanması sırasında, Kudüs
hapishanesi "başkaldırmış bulunan" bir takım tutukluları da
barındırıyordu. Eğer İsa'nın arkadaşları bu isyancıların arasından
seçildilerse, Golgota'nın o korkunç sahnesi bir bütünlük kazanır ki aksi halde
bu bütünlük oluşmazdı: Ortada sözde mesih olan Yahudilerin Kralı, her iki
yanında da iki aşırı partizan haydut bu sahne başkaldıran yerlilere yasaları
öğretmeğe kararlı sömürge görevlilerinin anlayışı hakkında bildiğimiz herşeyle
bağdaşan bir sahnedir.
Dört Incil'in dördünün de üzerinde birleştiği üzüntü veren
görüntü şöyle: Çarmıhta acı çeken İsa ve ortalıkta görünmeyen havariler.
Havariler bir mesihin kendisinin çarmıha gerilmesine izin vereceğine
inanamazlardı. Onlar henüz İsa inancının öç alıcı değil de barışçıl bir
kurtarıcının inancı olduğu konusunda en küçük bir bilgiye sahip değillerdi.
Brandon'un belirttiği gibi, gerçekte, Markos’un Incil'inin dramatik bir anlam
kazanmasının nedeni havarilerin kendi mesihlerinin düşmanlarını neden'
yoketmeyeceğini ve niçin kendisini ölümden kurtarmayacağını kavrayamamış
olmalarıdır.
Ancak İsa'nın cesedinin mezardan yokolmasından sonradır ki
onun mesih gücünden yoksun olduğu açıkça anlaşılabilmiştir. Bazı havariler
mesihliğin bilinen ölçüsünün utkunun İsa için geçerli bir ölçü olmadığını
anlamalarını sağlayan görüşlere sahip olmağa başladılar. Bu görüşlerinden
esinlenerek, onlar önemli ama hepten öncelsiz olmayan bir adımı atarak İsa'nın
ölümünün onun başka bir sahte mesih olduğunu ispatlamadığını; tersine, bunun
Tanrı'nın Yahudilere ahide layık olduklarını göstermek için vermiş olduğu bir
başka doruksal olanak olduğunu ispatladığını kanıtlamağa çalıştılar. İsa eğer
insanlar kendisinden kuşku duydukları için tövbe ederler ve Tanrı'dan
bağışlanmalarını dilerlerse geri dönecekti.
İsa'nın ölümünün taşıdığı anlamın bu yeni yorumunun onun
mesihliğinin askeri ve siyasal öneminin derhal reddedilmesine yol açtığını
kabul etmek için bir neden yoktur. İsa'nın çarmıha gerilmesiyle Kudüs'ün
düşmesi arasmdaki dönemde yeryüzüne döneceğini bekleyen Yahudilerin büyük
çoğunluğunun Roma'yı devirip Kudüs'ü Kutsal Yahudi İmparatorluğu'nun başkenti
yapmasını hala bekledikleri yolunda Profesör Brandon tarafından inandırıcı
biçimde irdelenip tartışılan görüşü destekleyen bir çok kanıtlar vardır. Luka'nın
İsa'nın öldürülmesinden sonra olup bitenlerle ilgili öyküsü olan, Resullerin
İşleri kitabının başlangıcında ele alman İsa'nın dönüşünün siyasal anlamı
havarilerin düşüncelerindeki en önemli konuyu oluşturur. Onların dirilen İsa'ya
yönelttikleri ilk soru şöyle: "İsa, İsrail'e şimdi sen Krallığı geri
verecek misin?" Bir başka Yeni Ahit kaynağı olan, Vahiy Kitabı'nda, İsa
bir beyaz at üzerinde çok taçlı bir binici olarak betimlenir ki o hükümler
verir ve savaş yapar, onun "alevli bir ateş" gibi gözleri vardır, o
"baştanbaşa kanlı" bir giysi giyer, ve ulusları "bir demir
asa" ile yönetir, ve o yeryüzüne "Her Şeye Kadir Tanrı'nın gazabmm
şiddetiyle şarap teknesini ayaklarıyla çiğnemek için" döner.
Ayrıca Ölü Deniz Yazmalarından elde edilmiş olan bir kanıt da
bu noktayı doğrular. Ölüyken dirilip dönen mesihle ilgili düşüncenin öncelsiz
olmadığını biraz önce söyledim. Ölü Deniz Yazmaları düşmanları tarafmdan
öldürülen ama mesih görevini yerine getirmek için dönen bir "dürüstlük
öğretmeni"nden söz eder. Kumran'lılar gibi, ilk Yahudi Hıristiyanları da
kendi "dürüstlük öğretmenleri"ni bekledikleri sırada kendilerini bir
komün halinde örgütlemişlerdir.
Resullerin İşleri'nde şöyle der:
"Bütün inananlar
bir araya geldiler ve her şeye ortaklaşa sahip oldular, ve kişisel eşyalarını
ve mallarını sattılar, ve onlan aralarında, herkesin gereksinmesine göre
dağıttılar... Onların arasında yoksul olan hiç kimse yoktu, çünkü toprakları
ya da evleri olanlar onları sattılar, ve satılan şeylerin bedellerini getirip
havarilerin ayaklarının dibine bıraktılar."
Ölü Deniz Yazmalarının kentlerde aynen
komünist ilkelerine göre örgütlenecek tövbeli Yahu dilerden oluşmuş topluluklar
kurmayı öngören buyrukları içermesi çok ilginçtir. Bu durum Kumran
militanlarmm ve Yahudi Hıristiyanların ya benzer koşullara benzer biçimlerde
yanıt verdiklerini ya da aslmda bunların aynı ve tek bir askersel-mesihsel
hareketin değişik görünüşleri ya da kolları olduklarını gösteren yeni bir
kanıttır.
Bu bölümün başlangıcında gösterdiğim gibi,
İsa'nın barışçıl mesih imgesi büyük bir olasılıkla Kudüs'ün düşmesinin sonrasına
değin geliştirilmiş değildi. Barışçıl mesihçilik inancınm temeli, İsa'nın
ölümünden ilk Incil'in yazılmasına değin geçen süre içinde Pavlos tarafından
atıldı. Ama İsa'yı kendileri için her şeyden önce bir Yahudi askersel-mesihsel
kurtarıcı olarak görenler İ.S. 68 yılı çatışmasına yol açan yaygın gerilla
eylemi dönemi boyunca harekete egemen oldular. İçinde İncillerin tam anlamıyla
barışçıl ve evrensel bir mesihi betimleyen İncillerin yazıldığı eylemsel ortam
Roma'ya karşı yürütülen başarısız Yahudi savaşının sonucuydu. Yahudi mesihçi
ihtilalcileri henüz yenilgiye uğratmış olan generaller Vespasian ve Titus Roma
İmparatorluğu'nun yeni hükümdarları olduklarında artık tam anlamıyla barışçıl
bir mesih pratik bir zorunluk halini aldı. O yenilginin öncesinde, Kudüs'deki
Yahudi Hıristiyanlar için Museviliğe sadık kalmak pratik bir zorunluk olmuştu.
O yenilginin sonrasmda, Kudüs’deki Yahudi Hıristiyanlar artık İmparatorluğun
öbür parçalarındaki Hıristiyan toplulukları, özellikle de Roma'da Vespasianus
ve Titus’un hoşgörüsüyle yaşayan Hıristiyanları kendi yönetimleri altında
tutamazlardı. Başarısız mesih savaşmın sonucunda, Hıristiyanların inançlarının
Roma İmparatorluğu'nu yıkacak bir mesihe olan Yahudi inancından doğmuş olduğunu
yadsımak pratik açıdan ivedi bir zorunluk halini aldı.
Kudüs komünü Resullerin İşlerinde
"sütunlar" diye anılan, Yakub, Petrus ve Yuhanna'dan oluşan bir üçlü
grup tarafından yönetildi. Bunların arasmdan, Pavlus tarafından kimliği
"Efendinin Erkek Kardeşi" (kesin soy bağlantısı bilinmiyor) olarak
belirtilen, Yakub, çok geçmeden seçkin bir kiş olarak ortaya çıktı. Bu
Pavlus’un İsa hareketinin Yahudi askersel-mesihsel kökenlerini gizleme
girişimine karşı yapılan sayaşı yürüten kişiydi.
Her ne kadar Kudüs İ.S. 70 yılma değin
Hıristiyanlığın merkezi olarak kaldıysa da, yeni inanç kısa zamanda Filistin'in
ötelerine Roma İmparatorluğu’nun belli başlı her bir kent ve kasabasında
bulunan tecimenlerin, zanaatçıların, ve bilginlerin oluşturduğu toplulukların
birçoğuna yayıldı. Denizaşırı ülkelerdeki Yahudiler İsa'ya ilişkin bilgileri
gezip gördükleri yabancı havralardan aldılar. Bu misyonerlerin en önemlisi
olan Pavlus, doğum adıyla Tarsuslu Saul, Yunanca konuşan bir Yahudi olup
babası kendisi ve ailesi için Roma yurttaşlığını elde etmiş bulunan bir
kişiydi. Pavlus’un vurgulamasına göre kendisi vahiyin verdiği yetkiyle İsa'nın
bir havarisi olmuştu ve Kudüs'deki ilk havarilerle doğrudan hiç bir ilişkiye
girmiş değildi. Î.S. 49 ile 57 yılları arasında, Galatyalılara yazdığı mektubunda
Pavlus, Arabistan'da ve Şam'da üç yıl boyunca misyonerlik yapmış olduğunu ve
ilk havarilerden hiç biriyle asla görüşmemiş bulunduğunu söylüyordı*»-^Gktubun
açıkladığına göre kendisi o sırada kısa bir süre için Simun Petrus'u ziyaret
etmiş ve, "Efendinin Erkek Kardeşi" Yakub ile görüşmüştür.
Sonraki onbeş yıl boyunca gene yollara
düşen Pavlus kentleri bir bir dolaştı. Onun din değiştirttiği ilk kişiler
hemen hemen hep Yahudiler di.
Bunun böyle olması zorunluydu çünkü
Pavlus’un İsa'nın sürdürdüğünü savladığı peygamberlik soyuna en çok aşina
olanlar Yahudilerdi. Eğer Pavlus hahamlarla çalışmamış olsaydı, İbranice
konuşmamış olsaydı, ve kendisini bir Yahudi saymamış olsaydı bile, o Roma
İmparatorluğu'nun doğu kesiminin her yanma dağılmış bulunan Yahudilerin İsa
inancının çağrısına uymaları olasılığı en yüksek insanlar olduklarını gene de
anlayacaktı. Yahudiler İmparatorluk içinde yerlerinden edilmiş kişilerin en
geniş gruplarından biri olmakla kalmıyorlar, aynı zamanda onlar en etkili
gruplar arasında yer alıyorlar ve öteki etnik gruplara tanınmayan bir çok
ayrıcalıklardan da yararlanıyorlardı. Pavlus Filistin'in dışında üç ila altı
milyon Yahudiyi Yakub'un Filistin içinde gerçekleştirdiğinin iki katından
fazlasını ve bir kent ya da kasabada yaşayan yabancı Yahudilerin hemen hemen
hepsini hıristiyanlaştırmıştı.
Pavlus her ne zaman denizaşırı bir Yahudi
cemaatince reddedildiyse Yahudi olmayanlar arasından yandaş kazanmak için özel bir
çaba gösterdi. Ama aslında bu yenilik değildi. Kozmopolit ortamlardaki uzun
deneyimlerinin bir sonucu olarak Yahudilerin yararlandıkları toplumsal ve
ekonomik avantajların çekici olmasmdan dolayı, din değiştirmede hep Museviliğe
yönelik düzenli bir akım vardı. Buyruklara uymaları ve sünnet olmaları
koşuluyla din değiştiren erkekler memnunlukla Yahudi kabul ediliyorlardı.
Pavlus'un dine yandaş sağlamasındaki en büyük yenilik onun verdiği mesihsel
mesaj değil, ama onun Yahudi olmayanları sünnet olmağa ya da Yahudi olarak
kaydolmaya zorlamaksızın Yahudi Hıristiyanlar olarak vaftiz etmeğe istekli
olmasıydı.
Resullerin İşleri'ndeki açıklamaya göre
Pavlus uzun bir aradan sonra Kudüs'e döndü, ve Yakub'dan da Kudüs'ün büyüklerinden
de kendisinin Yahudi olmayanları Hıristiyanlığa kazandırma yolundaki
çabalarına karışmamalarını ısrarla istedi. Yakub’un verdiği karara göre Yahudi
olmayanlar sünnet olmak zorunda bırakılmaksızın Hıristiyan olabilirlerdi, yeter
ki putperestliği, zinayı, ve boğularak öldürülmüş hayvan etini ya da kanlı eti
yemeyi reddetsinler. Ama Yakub ve Kudüs'ün komün üyeleri sünnet olmamış
Hıristiyanların Yahudi Hıristiyanlardan aşağı olduklarını vurguladılar. Pavlus
Antakya'da Simun Petrus kendisini ziyaret ettiği zaman, bütün Hıristiyanların
birlikte yemek yediklerini anlatır. Ama Yakub tarafmdan gönderilen bir
araştırma komisyonunun gelmesi üzerine, Simun Petrus, "onların Sünnetten
oldukları ko ’kusuyla" yani, Yahudi Hıristiyan komisyon üyelerinin Yakub'a
haber verecekleri korkusuyla, sünnetsiz Hıristiyanlarla yediği yemeğe derhal
son verdi.
Kutsal Yahudi İmparatorluğunda İsrail'in çocuklarına özgülenecek
ayrıcalıklı rolü küçümsemek, denizaşırı yerlerden kendisine verilen destek
nedeniyle, Pavluş için avantajlıydı. Gene İsa'nın mesihsel misyonundaki dünyaya
ilişkin askersel ve siyasal öğelerin önemini küçümsemek de onun lehineydi. Ama
onun tüm Hıristiyanları kapsayan yenilikleri asla üstesinden gelemeyeceği
stratejik bir sorun yarattı. Kaçınılmaz bir biçimde bu onu Yakub'la ve Kudüs
Komünü üyeleriyle derin bir çatışmaya götürdü, çünkü Kudüs Hıristiyanlarının
yaşamlarını sürdürmeleri onların içtenlikli Yahudi yurtseverler olarak
saygınlıklarını koruyabilmelerine bağlıydı. Roma'ya karşı kızışan savaş içinde
yer alan hizipler arasında yaşayabilmek için, Yakub'un Kudüs tapmağında
tapmmayı sürdürmesi ve yandaşlarının da Yahudi yasalarına bağlılık görüntüsünü
korumaları zorunluydu. Onların Yehova ahitine olan imanları, İsa'nın yeryüzüne
yakında döneceğine olan inançlarıyla azalmış değil artmıştı.
Pavlus yabancı kentlerdeki Yahudiler! Museviliğin yasalarına
karşı gelmeğe kışkırtmakla ve Yahudi ile Yahudi olmayana sanki bunlar arasında
bir ayrım yokmuş gibi sanki gelecek mesihsel kurtuluşun nimetlerine Yahudi ile
Yahudi olmayan eşitçe sahip olacaklarmış gibi davranmakla suçlandı. Eğer İsa
inancının bu tür yorumu Kudüs'e yayılırsa, Yakub ve yandaşları mahvolurlardı.
Brandon’un sözcükleriyle, "Yahudi bakış açısına göre, böyle bir anlatım
dinsel bir hakaret olmakla kalmaz, sonunda bu hem ırkı hem de dini
etkileyecek, en dehşet verici türden bir din değiştirmeye varırdı."
İsa'nın anlatılan eylem ve sözlerinin günümüze ulaşmış
kanıtları arasında Pavlus'un denizaşırı komünlerde Yahudi ile Yahudi olmayan
arasındaki farkı ortadan kaldırma girişimini doğrulayan bir desteğe
rastlanmıyor. Örneğin, Markos'a göre Incil'de, Suriyeli bir Yunan kadın İsa'nın
ayaklarına kapanır ve ona kızını saran şeytanları kovması için yalvarır. Isa
reddeder: "Önce çocuklar doyurulsun: Çünkü çocukların ekmeğini alıp onu
köpeklere vermek doğru değildir." Suriyeli Yunan kadın şöyle deyip karşı
çıkar: "Masanın altındaki köpekler çocukların ekmek kırıntılarını yerler,
" bunun üzerine İsa yumuşar ve kadının kızını iyileştirir. Buradaki
"çocuklar" ancak "İsrail'in Çocukları" anlamına gelebilir
ve "köpekler" ancak Yahudi olmayanlar, özellikle de Suriyeli
Yunanlılar gibi düşmanlar anlamına gelebilir. Bu türden olayların ve sözlerin
Markos'ta ve öteki Incil'lerde korunmuş olmalarının, ve oralardan öbür öç
alıcı ve ırkçı söylem ve eylemlerin tümüyle çıkarılamamış olmalarının nedeni
hep aynıdır. Incil'lerin dayandıkları canlı sözlü gelenekler vardı. Yakub,
Petrus ve Yuhanna gibi pek çok görgü tanıkları, askersel-mesihsel ve ırkçı
temaların gerçekliğini ısrarla belirten görgü tanıkları hala aktif
durumdaydılar. Kaldı ki, Markos doğuştan Yahudiydi ve bu nedenle de Kudüs ana
"kilisesi" tarafından geçmişte vurgulanmış bulunan etnik üstünlüklerle
ilgili biraz çelişik olan duygulardan büyük bir olasılıkla tam anlamıyla asla
kurtulmuş değildi.
Kudüs komününü korumak için Yakub Hıristiyanlığın Yahudilik
yönünden anlamını yaşatma talimatıyla rakip misyonerler gönderdi; onlar
Pavlus’un güven mektuplarını reddederek onun yandaşlarını tehlikeye atmaktan geri kalmadılar. Pavlus bu
saldırılar karşısında tutunamıyordu çünkü o bir görüntü hali dışında İsa'yı
asla görmemiş olduğunu kabul etti. Üstelik, onun yabancı havraların desteğine
olan gereksinmesi de sürüyordu. Bu nedenle Pavlus, İ.S. 59 yılında, kötü önsezilere
ve kahince uyarılmalara karşın, Kudüs'e dönmeye ve kendisini suçlayanlarla
konuyu açıkça görüşmeye karar verdi.
Pavlus suçlanan bir kişinin bir yargıç önüne gelmesi gibi
Yakub'un önüne çıktı. Yakub Kudüs'te İsa'ya inanan binlerce Yahudi bulunduğunu,
ancak hepsinin "yasanın coşkulu yandaşları" olduğunu belireterek
Pavlus'a uyardı. Sonra Pavlus'a kendisinin sadık bir Yahudi ve kendisine
yöneltilen suçlamalann da asılsız olduğunu kanıtlamasını "doğru yolda
yürüdüğünü ve yasaya uyduğunu" kanıtlamasını emretti. Pavlus'tan Kudüs
tapınağında yedi gün boyunca dinsel arınma ayinlerinden geçmeyi kabul etmesini
istedi. Pavlus şu istemlerin gerçekliğini kabul etti: (1) Yakub, Efendinin
Erkek Kardeşi, Hıristiyanlık dünyasının en büyük önderiydi; (2) Yakub ve Yahudi
Hıristiyanlar tapmakta hala tapınıyorlardı onların "kilise"leri ayrı
değildi; (3) Yahudi Hıristiyanlar İsa'nın Kudüs'ü Kutsal Yahudi
İmparatorluğu’nun merkezi yapmak suretiyle Davud'un ahidini yerine getirmek
için yeryüzüne döneceğine inanıyorlardı; (4) İsa'ya ve Yehova'ya inanan bütün
tövbeliler günahlarından kurtulacaklardı, ama Yahudi Hıristiyanlar geri kalan
ötekilerden daha çok kurtulacaklardı.
Pavlus'un Yahudi ulusal ülküsüne
bağlılığını yeniden kanıtlama girişimine birdenbire son verildi, kuşkusuz bu
kalleşçe yapıldı. Asya'dan gelen bir hacılar grubu onu tanıdı, bir
ayaktakımını kışkırttı, onu tapmaktan sürükleyerek çıkarttılar, ve onu
öldüresiye dövmeye başladılar. Bu olayda ancak Romalı muhafız komutanının
zamanında araya girmesi Pavlus'u ölümden kurtardı. Yüksek papazlarca
yargılandığında o gene ölümden kıl payı kurtuldu. Ona karşı yeni suikastlar
düzenlendi, ama sonunda o Roma yurttaşlığına sığınarak ve kendisinin
Yahudilerce değil Romalılarca yargılanmasını dileyerek Filistin'den çıkıp
kurtulmayı başardı. O Roma'ya götürüldü ve ev hapsinde tutuldu, ama daha sonra
onun başına ne geldiği kesin olarak bilinmiyor. Büyük bir olasılıkla onun başma
gelmiş olan olay onun davasmdan ötürü İ.S. 64 yılında öldürülmüş olmasıdır; bu
sırada İmparator Neron Roma'daki çok büyük bir yangının suçunu düşmanlarına
göre saray mm yakmındaki gecekonduları temizlemek üzere yangını kendisi
çıkartmıştı Yahudiler arasında ortaya çıkmış olup üyeleri "insanlığın düşmanları"
olan amaca uygun kana susamış yeni bir mezhebe yüklemeğe karar verdi.
Pavlus için vakit artık çok geçtir,
Filistin'de kapsamlı bir savaşın patlak vermesi onun yarıda kesilmiş misyonunun
siyasal bağlamım kesin olarak değiştirmiştir. İ.S. 70 yılında Kudüs'teki
Yahudi Hıristiyan ana "kilise" denizaşırı cemaatler üzerinde artık söz
sahibi değildir. Kudüs'ün düşmesinden sonra bir anlamda yaşamayı sürdürmüş
olduğu söylenebilirse de, o önemli bir güç olmaktan çıkmıştır. 68-73 yıllarının
uzayıp giden ihtilali denizaşırı Yahudilerle Romalılar arasındaki ilişkileri
tam anlamıyla bozmuştur. Ayrıca, bu ihtilal Yahudilerin yenilgisinden sorumlu
olan kişileri imparatorluğun denetimi altına attı. İ.S. 71 yılında Vespasian ve
oğlu Titus Roma’daki Titus Takı anısına göz kamaştıran utkusal bir geçit töreni
düzenlediler ve bu tören sırasında caddelerde Yahudi tutsaklar ve ganimetler
yürütülürlerken Kudüs'ün son partizan haydut komutanı, Simun ben Gioras,
Forum'da boğularak öldürüldü. Bundan sonra Vespasianus imparatorluktaki
Yahudilere karşı sert davrandı, onların özgürlüklerini sınırladı ve tapmak vergilerini
Saturnus'un hâzinesine aktardı. İ. S. birinci yüzyılın geriye kalan süresi
boyunca, Yahudi karşıtlığı Roma yaşamının ve edebiyatın yerleşmiş bir özelliği
haline geldi; bu olguya için için yanan bir meydan okumayla, isyanla, ve İ.S.
135 yılında Bar Koçva'nın ikinci Armageddon'una (ölüm kalım savaşma) yol açan
bilinçaltmdan dışavuran yoğun duygularla karşı çıkıldı.
İsa'nın katilleri için bir ceza olmak üzere Kudüs'teki tapmağın
yıkılmasına Markos'un yaptığı vurgulamadan, Brandon'un çıkardığı sonuca göre bu
İncil ilkönce yazılan ve ötekilere örnek olan İncil Roma'da Kudüs'ün
düşmesinden sonra yazıldı. Brandon'un dediği gibi, büyük bir olasılıkla o İ.S.
71 yılında kutlanan büyük utkuya doğrudan verilen bir yanıt biçiminde yazıldı.
Barışçıl bir mesih inancının yayılmasına elverişli koşullar
artık tam anlamıyla hazırdı. Yahudi Hıristiyanlar kendilerinin olan
mesihin savaş çıkarmış olan ve karışıklık yaratmayı sürdürmüş bulunan partizan
haydut mesihlerden farklı oldukları konusunda Romalıları ikna etmek için Yahudi
olmayan din değiştirmişlerle artık kolaylıkla birleşebilirlerdi:
Hıristiyanlar, Yahudilerden farklı olarak, dünyasal tutkuları bulunmayan, zararsız,
barışçı kimselerdi. Hıristiyan Tanrı Krallığı bu dünyayla ilgili değildi;
Hıristiyan kurtuluşu mezarın ötesindeki sonsuz yaşamda bulunuyordu; Hıristiyan
mesihi bütün insanlığa sonsuz yaşamı getirmek için ölmüştü; onun öğretisi
Romalılar için değil, yalnız Yahudiler için bir tehdit oluşturuyordu. Ro
malılar İsa'nın ölümündeki her suçtan bağışlanmışlardı; ölümü önleyemecek
kadar yardımsız kalan Pontius Pilatus'un yanında onu öldürmüş olanlar yalnızca
Yahudilerdi.
Barışçıl mesihin sırrı savaş meydanlarında
ve yeryüzündeki iki Armageddon'un sonucunda bulunuyordu. Bildiğimiz gibi eğer
savaşın seyri "Karanlığın Oğulları"nın aleyhine olsaydı barışçıl
mesih inancı gelişmeyecekti.
Bütün doğu Akdenize dağılmış bulunan
kentli Yahudiler bu yeni dini kabul etmiş bulunanların sayıca olmasa bile, etkileme
yönünden kesinlikle başlıca kaynağı olmayı sürdürdüler. Söylencenin tersine,
İmparatorluğun nüfusunun büyük bölümünü oluşturan geniş köylü ve köle kitleleri
arasında Hıristiyanlık hiç bir ilerleme yapmadı. Tarihçi Salo W. Baronun
gösterdiği gibi, Latince "köylü" anlamına gelen pagamıs sözcüğü,
Hıristiyanlar için "putperestin bir eşanlamlısı oldu. Hıristiyanlık
yerinden edilmiş etnik kentlilerin sarıldığı bir din oldu. "Yahudilerin
nüfusun üçte birini ve daha çoğunu oluşturduğu kentlerde, Museviliğin, sözün
gelişi, bu yeni çeşidi, büyük utkuyla ilerledi."
Roma'nın Yahudi olarak kalan Yahudiler
üzerindeki zulmü Hıristiyanlığı kabul eden Yahudilere yaptığı zulümden çok daha
fazla oldu. İmparatorluğun Hıristiyanlara olan gücüyle uyguladığı zulmün çağı
Neron ile değil, ama çok daha sonra İ.S. 150 yılından sonra başladı. Hıristiyan
kiliseleri, o tarihlerde, kent merkezlerinde yoğunlaştıkları, Romalı yüksek
smıfa sızmış bulundukları, yararlı toplumsal gönenç programları uyguladıkları,
ve becerikli yöneticilerce işletilen parasal yönden bağımsız uluslararası bir
kuruluş meydana getirdikleri için, Roma'nın kurulu düzenini bir kez daha
zorlayan siyasal bir tehdit oluşturmuşlardı. Onlar "devlet içinde
devlet" olmuşlardı.
En sonunda Hıristiyanlığın Roma
İmparatorluğu'nun dini olarak orada yerleşmesine yol açan dünyasal olaylar
zincirini sonuna dek izlemekten kaçınmak zorundayım. Ama şu kadarı
söylenmelidir: İmparator Konstantinos o çok önemli girişimde bulunduğu zaman,
Hıristiyanlık artık barışçıl mesihin inancı olmaktan çıkmıştı. Kontantinos'un
din değiştirmesi İ.S. 311 yılında Alpler'de küçük bir orduyu yönettiği sırada
gerçekleşti. Yorgun argın bir halde Roma'ya yaklaşırken o güneşin yukarısında
duran bir haç görüntüsü farketti, ve haçın üzerinde şu sözcükleri gördü İN HOC
SIGNO VINCES "Bu İşaretle Sen Yeneceksin." İsa Konstantinos'a göründü
ve ona askersel sancağını haçla donatması buyruğunu verdi. Bu yeni garip
bayrak altında, Konstantinos'un askerleri kesin bir utku kazanmayı başardılar.
Onlar İmparatorluğu yeniden kazandılar ye böylece sayısı bilinmeyen milyonlarca
Hıristiyan askerinin ve sonuna dek onlara düşman olanların ölüleri üzerinde
barışçıl mesih haçının sorumlu yönetimini güvence altına aldılar.
Nasıl büyük adamlar mesihlerin eylemsel önemini anlamakta
bize yardımcı oldularsa, artık mesihler hakkında öğrendiğimiz bilgilerle de
biz cadıların eylemsel önemini daha iyi anlayabileceğiz. Ama bir kez daha sizi
uyarmalıyım ki kurulan ilişki apaçık olmayacaktır. Aradaki bağlantının
kurulabilmesi için hazırlayıcı nitelikteki bazı konuların irdelenmesi gerekir.
Yapılan kestirime göre onbeşinci ve onyedinci yüzyıllar
arasında Avrupa'da beşyüz bin kişi cadılıktan hüküm giymiş ve yakılarak
öldürülmüştür. Bunların suçları: Şeytan'la yapılan anlaşma; süpürge sopalarına
binilerek yapılan uzun mesafeli geziler; dinsel tatil günlerinde yasadışı
toplantı düzenleme; Şeytan'a tapma; Şeytan’ın kuyruk altının öpülmesi; incitti
uslarla, yani buz gibi soğuk penislerle donatılmış erkek şeytanlarla
cinsel ilişki; succubuslarla, yani kadın şeytanlarla cinsel ilişki.
Bunlara daha dünyasal başka suçlamalar da çoğu kez eklenmiştir:
Komşunun ineğinin öldürülmesi; dolu fırtınaları estirilmesi; ürünlerin yok
edilmesi; bebeklerin çalınması ve yenmesi. Ama birçok cadının öldürülmesine
yol açan suç onların bir sabbat toplantısına katılmak için havada uçmalarından
başka bir suç değildir.
İki ayrı cadı bilmecesini birbirinden ayırmak isterim. Birincisi
herhangi bir insan cadıların süpürgeye binip havada uçtuklarına neden inanmak
gerektiği sorunudur. Ve sonra da geniş ölçüde ayrı olan şu sorun var: Onaltıncı
ve onyedinci yüzyıllarda böyle bir kanının neden bu denli yaygın biçimde
benimsenmiş olduğudur. Sanırım her iki bilmece için de kılgısal ve dünyasal
çözümler bulunabilin Önce, cadıların sabbat'lara neden ve nasıl uçtuklarının
açıklanması üzerinde iyice duralım.
Çok sayıda "itiraflar"m
varlığına karşın, kendilerinin cadı olduklarını ileri süren kadınların öyküleri
hakkında bilinenler gerçekten çok azdır. Bazı tarihçiler ileri sürmektedirler
ki bütün bu acayip karmaşa Şeytanla anlaşma, süpürgeye binip uçma ve sabbat
yakılan cadıların değil onları yakanların uydurmasıydı. Ama göreceğimiz gibi,
yargılanma öncesinde suçlananların hiç değilse bazılarında cadı oldukları
duygusu vardı ve onlar havada uçtuklarına ve şeytanlarla ilişki kurduklarına
hararetle inanıyorlardı.
"İtiraflar”la ilgili sorun bunların
genellikle suçlanan cadıya işkence yapılırken elde edilmiş olmasıydı, Cadı
Şeytanla bir anlaşma yapmış olduğunu ve bir sabbat'a uçarak gitmiş bulunduğunu
itiraf edinceye değin işkence düzenli biçimde uygulanırdı. Cadı toplantıda
hazır bulunan öbür insanların adlarını bildirinceye değin işkenceye devam
edilirdi. Eğer bir cadı yaptığı bir itiraftan dönmeye kalkarsa ilk itirafını
doğrulayıncaya değin ona işkence giderek daha yoğun biçimde uygulanırdı. Bu
durum cadılıkla suçlanan bir kişiyi şöyle bir seçim karşısında bırakırdı: Ya
direğe bağlanıp yakılarak ölmek ya da ardı ardına işkence odalarına
gönderilmek. İnsanların büyük çoğunluğu yakılmayı yeğlerdi. İşbirlikçi
tutumlarına karşılık bir ödül olmak üzere, tövbe eden cadılar idam ateşinin
yakılmasından önce boğularak öldürülmeyi sabırsızlıkla bekleyebilirlerdi.
Avrupa büyücülüğünün tarihçisi, Charles
Henry Lea tarafından belgelenen yüzlerce olay arasından tipik bir davayı betimlemek
isterim. Olay 1601'de Offenburg'da, daha sonra Batı Almanya olan bölgedeki bir
kentte geçmiştir. İki serseri kadın işkence altında cadı olduklarını itiraf
ettiler. Sabbat'ta görmüş oldukları öteki insanları açıklamaları için
sıkıştınldıklarında fırıncının karısının adını verdiler: Else Gwinner. Else
Gwinner 31 Ekim 1601 günü sorgu yargıçlarının önüne getirildi, ve orada
cadılıkla ilgili her savı cesurca reddetti. Gereksiz acılardan kendini
kurtarması için uyarıldı, ama o reddinde direndi. Elleri arkasından bağlandı ve
bileklerine bağlanan bir iple vücudu yerden yukarıya kaldırıldı bu askı diye
bilinen bir sistemdir. Kadın çığlık atmağa başladı, itiraf edeceğini söyledi,
ve yere bırakılması için yalvardı. Yere bırakıldığında bütün söylediği şuydu:
"Tanrım onları bağışla, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. "
Yeniden işkence yapıldı ama bu onun bilincini yitirmesine yol açtı. Kadın
hapishaneye götürüldü ve 7 Kasım günü askı üzerinde vücuduna bağlanan
ağırlıklar gittikçe arttırılarak üç kez yukarı kaldırılıp asılmak suretiyle
gene işkence yapıldı. Üçüncü kaldırılışında çığlık atarak dayanamayacağını
söyledi. Kadın yere bırakıldı, ve "bir şeytanın aşkı"ndan zevk almış
olduğunu itiraf etti. Sorgu yargıçları tatmin olmadılar ve daha çok bilgi almak
istediler. En büyük ağırlıkları bağlayarak kadını yeniden kaldırıp astılar ve
onu doğruyu söylemeğe zorladılar. Yere indirilince, Else "itiraflarının
acıdan kurtulmak için söylediği yalanlar olduğunu" ve "aslında
kendisinin masum olduğunu" ısrarla söyledi. Bu arada sorgu yargıçları
Else'nin kızı Agathe'yi tutukladılar. Agathe'yi bir hücreye kapattılar ve öylesine
dövdüler ki sonunda kız hem kendisinin hem de annesinin cadı olduklarını ve
ekmek fiyatmı yükseltmek için ürün kayıplarına neden olduklarını itiraf etti. Else ve Agathe bir araya getirildiklerinde
kız itiraflarında annesini ilgilendiren bölümü geri aldı. Ama Agathe sorgu
yargıçlarıyla yalnız kalır kalmaz itirafını yeniden doğruladı ve kendisinin
annesiyle bir kez daha yüzyüze getirilmemesi için yalvardı.
Else bir başka hapishaneye götürüldü ve orada başparmaklarına
işkence uygulandı. İşkenceye her ara verişlerinde masum olduğunu yeniden
vurguladı. Sonunda bir şeytan aşığı olduğunu ama başka hiç bir şeyi olmadığını
kabul etti. Onun bütün suçlamaları bir kez daha reddetmesinden sonra 11 Aralıkta
işkence yeniden başlatıldı. Bu kez bayıldı. Yüzüne soğuk su boşaltıldı, ve
çığlıklar atarak serbest bırakılması için yalvardı. "Ama işkenceye ara
verilir verilmez itirafını geri aldı." En sonunda şeytan aşığının iki uçuş
yaparak kendisini sabbat'a (cadı toplantısına) götürdüğünü itiraf etti. Sorgu
yargıçları onun bu sabbat'larda görmüş olduğu kimseleri öğrenmek istediler.
Else iki kişinin' adını verdi Frau Spies ve Frau Wess. Daha sonra başka isimler
vermeyi vaat etti. Ama 13 Aralık'ta, Agathe'den elde ettiği yeni kanıtları onun
önüne getiren bir papazın çabalarına karşın, itirafını geri aldı. 15 Aralık
günü sorgucular ona "doğruyu söyleyinceye değin acımasızca ya da şefkat
göstermeden işkenceyi sürdüreceklerini" söylediler. Bitkin haldeydi, ama
masum olduğunu ısrarla belirtti. Önceki itirafını yineledi ama Frau Spies ve
Frau Weyss'i sabbat'ta görmüş olduğu konusunda yanıldığını vurguyla ileri
sürdü: "Orada öyle bir kalabalık ve karmaşa vardı ki insanların kimliğini
belirleme gerçekten güçtü, çünkü hazır bulunanların hepsi yüzlerini ellerinden
geldiğince örtmüşlerdi." Yeniden işkenceyle korkutulmasına karşın,
itirafını son bir yeminle doğrulamayı reddetti. Else Gwinner 21 Aralık 1601
günü yakılarak öldürüldü.
Cadı avcıları, askıya, vücut organlarını germeye, ve başparmakları
aletle ezmeye ek olarak, keskin uçları alttan ateşle kızdırılan iskemleler,
iğneli ayakkabılar, iğneli kemerler, kızdırılmış demirler, kızdırılmış
kerpetenler, aç bırakıp öldürme, ve uykusuz bırakma gibi işkence araçları da
kullandılar. Cadı çılgınlığı yıllarının çağdaşı olan bir eleştirmen, Johann
Matthâus Meyfarth, eğer o işkence odalarında olup bitenleri görmüş olmanın
anılarını aklından çıkarahilseydi bunun karşılığında bir servet verebileceğini
yazmıştır:
Zor kullanarak
parçalanmış kol ve bacaklar, kafadan fırlamış gözler, bacaklardan koparılmış
ayaklar, eklemlerden burkulup çıkarılmış tandonlar, yerlerinden çıkarılmış kürek
kemikleri, vücudun derininde şişmiş toplar damarlar, çekip çıkarılmış yüzeysel
damarlar, baş aşağı ayaklar yukarı durumdayken yere atılan asılmış kurbanlar
gördüm. Cellatın kurbanı kırbaçladığını, falaka sopasıyla öldüresiye dövdüğünü,
aletle işkence yaptığını, aşırı ağırlıklarla ezdiğini,' iğneler sapladığını,
çepeçevre iplerle bağlayıp kükürtle yaktığını, üzerine erimiş yağ döküp
meşaleyle yaktığını gördüm. Kısacası, irfsan vücuduna nasıl saidırıldığını
kanıtlayabilirim, betimleyebilirim, bundan esefle yakınabilirim.
Cadı çılgınlığının her aşamasında, mahkemece karar verilmesinden
önce işkence altında yapılan itirafların doğrulanması gerekirdi. Bu nedenle
cadılık davalarının kayıtlarında her zaman şu formül yer alır: "Falan
kişi işkence altında yaptığı itirafı özgür istenciyle doğrulamış
bulunmaktadır." Ama Meyfarth'ın belirttiği gibi, bu tür itiraflar gerçek
cadıları sahtelerinden ayırma amacı bakımından bir değer taşımıyorlardı. O,
karşılaştığımız şu formülün ne anlama geldiğini sorar: "Margaretha,
yargıcın kürsüsü önünde, işkence altında itirafı kendi özgür istenciyle
doğrulamış bulunmaktadır."
"Bunun anlamı şudur: Bitip tükenmez
işkencelerden sonra kadın itirafta bulununca cellat ona şöyle der: 'Eğer
yaptığın itirafları reddetmek niyetinde isen bunu bana şimdi söyle o zaman ben
iyi davranırım. Eğer mahkeme önünde itirafı reddedersen, benim elime düştüğünde
o ana değin seninle sadece oyun oynadığımı görürsün, çünkü sana öyle davranırım
ki bunun karşısında bir taş bile gözyaşları döker.' Margaretha mahkeme önüne
getirildiğinde ayakları zincirlidir ve elleri öylesine sıkı bağlanmıştır ki
'bağlar ellerini kanatmaktadır.' Yanında zindancı ve cellat, arkasında silahlı
muhafızlar dururlar, ttirafm'okunmasmdan sonra cellat ona itirafı kabul edip
etmediğini sorar."
Tarihçi Hugh Trevor-Roper hiçbir işkence kanıtı olmadığı
halde kamu yetkelerine bir çok itiraflarda bulunulduğunu ısrarla belirtir. Ama
böyle "kendiliğinden" ve "özgürce yapılmış" kabullenmeler
bile sorgucuların ve yargıçların elleri altmda daha kurnazca yürütülen terör
biçimleri bulunduğu dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Cadılığın
sorgucuları arasmda yerleşmiş olan uygulama önce işkenceyle korkutmak, sbnra
işkencede kullanılacak aletleri betimlemek, ve daha sonra aletlerin kendilerini
göstermektir. Sorgulama yolunun her hangi bir yerinde itiraflar elde
edilebilir. Bu korkutmaların etkileri büyük bir olasılıkla bugün
"kendiliğinden" gibi görünen yargılama öncesi "itirafları"
gölgelemiştir. Ben içtenlikli itirafların ya da "içtenlikli"
cadıların varlığını yadsıyor değilim, ama çağcıl uzmanların işkencenin
kullanılmasını sanki bu cadılık soruşturmalarının önemsiz bir yönüymüş gibi ele
almaları bana çok yanlış bir davranış olarak görünüyor. Sorgucular, itirafta
bulunmuş olan cadılar başka kuşkulu kişilerin isimlerini verinceye değin asla
tatmin olmamışlardır; bu cadıların kendileri ile sonradan düzenli olarak
sorguya çekilip işkenceden geçirilmişlerdir.
Meyfarth'm sözünü ettiği bir davada
kendisine üç gün boyunca işkence yapılmış olan yaşlı bir kadının sorgucuya
ihbar ettiği adama yaptığı itiraf şöyle: "Sabbat’ta sizi asla görmedim,
ama işkenceye son verilmesi için birini suçlamak zorundaydım. Aklıma siz
geldiniz çünkü ben hapishaneye götürüldüğüm sırada siz bana rastladınız ve
benim öyle bir şey yaptığıma hiç inanmadığınızı söylediniz. Bağışlayın, ama
gene işkence yapılırsa, sizi gene suçlayacağım." Kadın organları gerine
işkencesine yeniden götürüldü ve orada ilk öyküsünü doğruladı. Sabbat'a
uçtuklarına gerçekten inanmış olan insanların sayısı ne olursa olsun,
işkencenin yapılmaması halinde, cadı çılgınlığının nasıl bu kadar çok insanın
kurban edilmesini gerektirebileceğini anlayamıyorum.
Hemen hemen dünyanın her toplumunda bir
çeşit cadı kavramı vardır. Ama Avrupa'nın cadı çılgınlığı başka yerde patlak
veren her hangi bir benzerinden daha canavarca, daha uzun süreli olmuş, ve daha
çok sayıda kurbanlar üretmiştir. İlkel toplumlarda suçu ya da suçsuzluğu
belirleme girişiminin bir parçası olarak acı veren çok çetin deneyler
kullanılmış olabilir. Ama benim bildiğim olayların hiç birinde cadılara öteki
cadıların kimliğini açıklamaları için işkence yapılmış değildir.
Hatta Avrupa'da bile, işkence ancak 1480
tarihinden sonra böyle kullanılmıştır. İ. S. 1000 yılı öncesinde bir komşunun
birini sözde Şeytanla birlikte görmesinden dolayı hiç bir kimse öldürülmüş
değildir. İnsanlar birbirlerini sihirbaz ya da cadı olmakla ve kötülük yapmak
için kullandıkları doğaüstü güçlere sahip bulunmakla suçlamışlardır. Ve
havalarda geziler yapabilen ve korkunç hızlarla büyük mesafeler alabilen bazı
kadınlar hakkında çok spekülasyon yapılmıştır. Ama yetkeler (otoriteler)
yakalayıncaya değin cadıları sistemli olarak kovalama ve cinayetlerini itiraf
etmeğe zorlama konusuyla hemen hemen hiç ilgilenmemişlerdir. Aslında, Katolik
Kilisesi başlangıçta havalarda uçan cadı gibi şeylerin varolmadığını ısrarla
belirtmiştir. İ.S. 1000 yılında böyle uçuşların gerçekten meydana geldiğine
inanılması yasaklanmışta; daha sonra, 1480'den sonra ise, bu uçuşların meydana
gelmediğine inanılması yasaklanmıştır. İ.S. 1000 yılında Kilise cadıların
süpürgeye binmelerini Şeytan'ın ürettiği bir imge diye savundu. Beş yüz yıl
sonra, Kilise süpürge sopasına binme olayının yalnızca bir imge olduğu savında
bulunanların asıl kendilerinin Şeytanla birlik olduklarını resmen ileri sürdü.
Daha önceki görüş Canon Episcopi denilen bir belgede
düzenlenmiştir. Cadı çetelerinin geceleri uçtuklarına inanan insanlara
gönderme yapan Canon şöyle uyarır: "Aklı imansız olan Kişi bu
şeylerin ruhta değil vücutta olup bittiğini sanır." Başka deyişle, Şeytan
sizi ya da başkalarını geceleri uçtuğunuza inandırır, ama ne siz ne de
başkaları gerçekten uçuyor olamazsınız. "Gerçekten" sözcüğünün
ne anlama geldiğinin ve "gerçek" sözcüğü lün daha sonraki
tanımlarından farkının kesin ölçüsü şu olmuştur: Sizin ya da düşçü
arkadaşlarınızın başkalarıyla havada uçtuğuna inandığınız bir kişi günah
işlemiş olmakla suçlanamaz. Başkalarının orada bulunmuş olmaları yalnızca bir
düştür, ve başkaları sizin düşlerinizde yaptıklarından sorumlu tutulamazlar.
Ancak, düş gören burada kötü düşünceler taşıyordur ve bu nedenle
cezalandırılmalıdır ama yakılarak değil aforoz edilerek.
Canon Episcopi'nin hükümlerinin tersine çevrilmesi
birkaç yüzyılı aldı, böylece cadıların kendilerini hem beden hem de ruhça
havada uçurduklarını yadsımak dinsel
öğretiye karşı işlenmiş bir suç sayıldı. Gezi gerçeği saptandıktan sonra,
itirafta bulunmuş olan her bir cadıyı sabbat'ta bulunan öteki insanlar hakkında
sorguya çekmek olanağı bulunurdu. İşte bu durumda uygulanan işkence zincirleme
tepkilerin oluşmasını garanti ederdi. Atom fırınlarının gelişmiş modelinde
olduğu gibi, yakılmış olan her bir cadı otomatik olarak iki ya da daha çok
sayıda yakılacak aday bulunmasına yol açardı. Sistemin pürüzsüzce işlemesini
sağlamak için bulunmuş başka incelikler de vardı. İşkencecilerin ve cellatların
hizmetlerine ilişkin fatura cadının ailesine ödettirilmek suretiyle harcamalar
düşük düzeyde tutulurdu. Odun demetlerinin bedeliyle yakma olayından sonra
yargıçların zorla verdirdikleri ziyafetin bedeli de aynı aile tarafmdan
ödenirdi. Yerel makam sahipleri arasında cadı avcılığı için büyük bir coşku
oluşabiliyordu, çünkü bunlar cadılıktan hüküm giymiş her hangi bir kişinin
bütün mülküne el koyma yetkisine sahip bulunuyorlardı.
Üzerinde dikkatle durulmuş bir cadı avlama
sisteminin örnekleri daha onüçüncü yüzyılda geliştirilmiş, ama bu cadılara
karşı savaşın bir parçası olarak yapılmamıştır. Kilise işkencenin ilk önce
cadılar üzerinde değil, ama bütün Avrupa'da birdenbire ortaya çıkan ve
Roma'nın (onda birlik) aşar vergisi ve kutsal ayinler üzerinde kurduğu tekeli
kırma tehdidinde bulunan yasadışı dinsel örgütlerin üyeleri üzerinde
kullanılmasına izin vermiştir. Örneğin, onüçüncü yüzyılda, Fransa'nın güneyinde
(Cathari olarak da anılan) Albigensia'lılar Fransız soylularının muhalif
gruplarının koruması altında açık toplantılar yapan ve kendi din adamlarına
sahip bulunan bağımsız güçlü bir dinsel birlik haline gelmişlerdi. Papa,
Hıristiyanlık adına güney Fransa'yı elde tutmak için bir kutsal savaş
Albigensia'lılar Haçlı Seferi çağrısında bulunmak zorunda kaldı.
Albigensia'lılar sonunda imha edildiler, ama Waldense'ler ve Vaudoi'lar gibi
başka bir çok sapkın mezhepler onların yerlerini aldı. Bu yıkıcı hareketlerle
savaşmak üzere, Kilise adım adım ilerleyerek Engizisyon mahkemesini kurdu; bu
tek işlevi dinsel sapkınlığın kökünü kazımak olan askersel nitelikli özel bir
kuruluştu. Fransa, İtalya, ve Almanya’da Engizisyonun kovuşturmasına uğrayan
dinsel sapkınlar yeraltına çekildiler, gizli hücreler oluşturdular, ve saklı
toplantılar yaptılar. Papa’nın engizisyoncuları düşmanın gizli etkinlikleri
yüzünden çabalarının sonuçsuz kaldığını görünce, sapkınları itirafa ve suç
ortaklarını açıklamağa zorlamak üzere onlara işkence yapmak için izin
istediler. Onüçüncü yüzyılın ortasmda Papa VI. Alexander tarafından bu yetki
verildi.
Waldense'ler ve Vaudoi’lar işkenceden
geçirildikleri sırada, cadılar Canon Episcopi'nin koruyucu
hükümlerinden hala yararlanıyorlardı. Cadılık bir suçtu, ama bu bir sapkınlık
değildi çünkü sabbat (cadı toplantısı) imgesel bir uydurmaydı. Ama zamanın
geçmesiyle, papanın engizisyon sorgucuları cadılık davaları konusunda yargı
yetkisinden yoksun olmaları nedeniyle gittikçe daha daha çok kaygı duymağa
başladılar. Onların anlayışına göre, cadılık artık Canon Episcopi'nin
uygulandığı günlerde olduğu gibi değildi. Yeni ve çok daha tehlikeli bir cadı
türü gelişmişti öyle bir cadı ki sabbat’lara gerçekten uçabiliyordu. Ve bu
sabbat'lar tıpkı öteki sapkın mezheplerin gizli toplantıları gibiydi, ancak
ayinleri daha tiksinti vericiydi. Eğer cadılar öteki sapkınlar gibi işkenceden
geçirilebilirlerse, onların itirafları çok geniş gizli bir suikast örgütünün
ortaya çıkmasına yol açardı. Sonunda Roma boyun eğdi. Innocent adındaki bir
papa Almanya'nın her yanındaki cadıların kökünü kazımak için 1484 yılında
yayımladığı bir kararnameyle engizisyoncu Heinrich Institor ve Jakob Sprenger'e
Engizisyon'un bütün yetkilerini kullanma izni verdi.
Institor ve Sprenger sonraları hep cadı
avcısının el kitabı olarak kullanılan Cadıların Çekici adlı yapıtlarında
sunulan kanıtlarla Papa yı ikna ettiler. Onlar cadılardan bazılarının yalnızca
imgesel olarak sabbat’a katıldıklarını; ama bir çoğunun oraya gerçekten
vücutlarını da taşıdıklarını kabul ederler. Her iki halde de sonuç aynıdır,
çünkü oraya yalnızca imgesinde uçan cadı oraya tıpkı vücudunu taşımış olan cadı
kadar güvenilir biçimde olup bitenleri görmektedir. Bir kocanın karışırım
yatakta yanında olduğuna yemin ettiği ama başkalarının onu bir sabbat'ta
gördüklerine tanıklık ettikleri davalara gelince, burada adamın dokunduğu
kadın karısı değil, ama onun yerini alan bir şeytandır. Belki de Canon
Episcopi'nin öne sürmüş bulunduğu sava göre uçuş yalnızca imgeseldi, ama
cadıların verdikleri zarara ilişkin hiç bir şey hiç de imgesel değildi.
"Onların yaptığı bütün büyücülükleri ve zararları herkes açıkça
görürken.... kim bunların mantıksız ve imgesel olduklarını savlayacak kadar
ahmak olabilir?" Akla gelebilen her yıkım sığırların ve ürünlerin yok
olması, çocukların ölümü, acılar ve ağrılar, sadakatsizlik ve delilik
cadılardan kaynaklanmaktadır. Cadıların Çekici cadıların tanınmaları,
suçlanmaları, sorguya çekilmeleri, işkenceden geçirilmeleri, ve
cezalandırılmaları işlemlerinin nasıl yapılacağına ilişkin ayrıntılı bir
anlatımla son bulur. Cadı avlama dizgesi artık tamamlanmış, gerek Katolikler
gerekse Protestanlarca gelecek ikiyüz yıl boyunca o kahredici sonuçlarıyla
baştanbaşa bütün Avrupa'da uygulanmaya hazır duruma getirilmiş bulunmaktadır.
Sistem artık hapsedilmiş ya da yakılmış bulunanların yerini doldurmak üzere
yıllarca düzenli biçimde ardı arkası gelmez sayıda yeni cadı üretmeğe hazırdır.
Canon Episcopi acaba neden geçersiz
kılındı? Açıklamanın en kolayı engizisyoncuların haklı olmalarıydı: Cadılar
oraya süpürgeye binip gitmeseler bile gizli sabbat’larda toplanıyorlar, ve
Hıristiyanlığın güvenliği için Waldense'ler ya da öteki gizli dinsel hareketler
kadar büyük bir tehlike oluşturuyorlardı.
Süpürgeyle uçuşun pratik temeline ilişkin
son bulgular bu kuramı çürütmüş bulunuyor. Toplumsal Araştırma amaçlı Yeni
Okul'dan Profesör Michael Hamer Avrupalı cadıların gizemli merhem ve yağları
kullanma alışkanlığında olduklarının çok iyi bilindiğini ortaya koymaktadır.
Havada uçmak için süpürgeye binmeden önce, cadılar kendilerini yağlıyorlardı.
Harner'in aktardığı tipik olayların biri şöyledir: Onyedinci yüzyıl
İngilltere'sinde "toplantılarına taşınmalarından önce almlarını ve
bileklerini Ruh'un getirdiği (çiğ kokulu) bir yağ ile yağladıklarını"
itiraf etmiştir. Başka İngiliz cadıların anlattıklarına göre "yağ"m
yeşilimsi bir rengi vardı ve alna bir kuş tüyüyle sürülürdü. İlk anlatımlarda
cadının bir sopayı yağladığından söz edilir, sonra "cadı onunla koşullar
ne olursa olsun dilediği zaman ve dilediği biçimde rahvan ya da dörtnala
gidermiş." Gene Harner tarafından aktarılan bir onbeşinci yüzyıl
kaynağında hem sırığın hem de vücudun yağlandığı anlatılır: "Onlar bir
sırığı yağlarlar ve üzerine binerler... ya da kendi koltuk altlarını ve öbür
kıllı yerlerini yağlarlar." Bir başka kaynak şöyle diyor: "Şeytanla
anlaşma yapmış olan erkek ve kadın büyücüler kendilerini belli yağlarla
yağlayarak ve bazı sözler söyleyerek geceleyin uzak ülkelere giderler."
Lorraine'de çalışan bir onaltıncı yüzyıl hekimi olan Andres
Laguna bir cadının çömleğinin bulunuşunu betimlemiştir: "çömlek yeşil
renkli yağlı bir merAemle yarı yarıya doluydu... kendilerini bununla
yağlıyorlardı: kokusu öylesine ağır ve tiksinti vericiydi ki bu son kerte
donuk renkli ve uyku verici otlardan, baldıranotundan, yaban yasemininden,
banotu ve adamotundan oluşturulmuştu." Laguna bu yağdan bir kutu dolusu
aldı ve onu Metz'deki bir cellatın karısının üzerinde bir deney yapmak üzere
kullandı. Bu kadını baştan ayağa yağladı. "Kadın bir tavşan gibi açık
gözleriyle (pekala haşlanmış yabani bir tavşana da benziyordu) birdenbire öyle
derin bir uykuya daldı ki, onu nasıl uyandıracağımı bilemiyordum." Sonunda
Laguna onu uyandırmayı başardığında, otuzaltı saat boyunca uyumuş bulunuyordu. Kadın
yakındı: "Neden beni böyle uygunsuz bir zamanda uyandırdınız? Dünyanın
bütün zevk ve sevinçleri benim çevremdeydi." Sonra, "asılmış
adamların pis kokusunu yaya yaya", orada ayakta duran kocasına gülümsedi,
ve ona şöyle dedi: "Alçak herif, bil ki seni boynuzladım, hem de senden
daha genç ve senden daha iyi bir sevgiliyle."
Harner yağlı merhemlerle yapıldığı anlatılan ve cadıların
kendilerini de kapsayan bu türden bir takım deneyleri bir araya topladı. Bütün
denekler derin bir uykuya dalıyorlar, ve uyandınldıklannda uzun bir geziye
çıkmış bulunduklarını ısrarla söylüyorlardı. Bu nedenle çağcıl tarihçiler
genellikle bunu unutma ya da küçümseme eğilimine girmiş olsalar bile,
yağlanmayla ilgili giz cadı çılgınlığı döneminde yaşamış olan bir çok insanlar
tarafından biliniyordu. Bu konudaki en iyi görgü tanıklığını Galileo'nun
meslektaşlarından biri olan ve yabanyasemini içeren bir yağlı merhemin
formülünü ele geçirmiş bulunan Giambattista della Porta tarafından yapılmıştır.
Onlar vücudun bir bölümüne
sürülen yağı yayarak bütün vücutlarını iyice ovuştururlar, öyle ki tenlleri
pembeleşir... Böylece bir gece ayışığında şölenlere, müziğe, danslara, ve her
şeyden çok diledikleri, genç erkeklerle birleşmeye götürüldüklerini düşlerler.
İmgelemin ve imgelerin görsel etkisi o denli büyüktür ki, beyinin bellek
denilen bölümü hemen hemen bu tür şeylerle doludur; ve onlar, kendi doğal eğilimleriyle,
inanmaya son kerte yatkın olduklarından imgelere öylesine sarılırlar ki artık
akim kendisi de değişir ve gece gündüz başka hiç bir şey düşünemez.
Peru’nun Jivaro Kızılderilileri arasında
şamanlar tarafından sanrı yaratan bitkiler kullanılmasını incelemiş bulunan
Harner'in kanısına göre cadıların yağlı merhemlerindeki sanrı yaratıcı etken
özdek atropin idi. Atropin, adamotu, banotu, ve güzelavratotu ya da güzelhatun
çiçeği gibi Avrupa bitkilerinde bulunan güçlü bir alkaloid idi. Atropinin üstün
özelliği onun sağlam deri tarafından emilebilir olmasıdır, öyle ki adale ağrılarının
giderilmesi için güzelavratotundan yapılmış deri plasterlerinde bu özellikten
yararlanılır. Razı çağcıl deneyciler eski belgelerde saklanmış olan formüllere
dayanarak cadıların yağlı merhemlerini yeniden oluşturmuşlardır. Almanya'da,
Göttingen'de bir grup yirmidört saat süren bir uykuya daldıklarını, bu sırada
düşlerinde "çılgınca geziler, delice danslar yaptıklarını, ve ortaçağa
özgü cümbüşler türünden acayip serüvenler yaşadıklarını" anlatmıştır.
Yalnızca banotunun dumanlarını içine çekmiş bulunan bir başkası şöyle der
"çılgınca duygular içindeydim öyle ki ayaklarım gittikçe hafifliyor,
büyüyor ve vücudumdan ayrılıyorlardı... aynı zamanda sarhoş eden bir uçuş
duygusunu yaşıyordum."
Günümüzün modern Halloween[12]
cadıların bacakları arasında hala görülebilen şey neden sırık ya da süpürgedir?
Harner'e göre, bu yalnızca erkeğin üreme organının simgesinden ibaret değildir:
"Sırık ya da süpürgenin kullanılması
kuşkusuz Freudcu anlamda simgesel bir eylem olmaktan fazla bir şeydir, çünkü bu
hem atropin içeren bitkinin duyarlı vajinal zarlara sürülmesine yarar, hem de
sanki bir ata binme duygusunu yaşatır, ki bu sabbat'a uçan cadıların tipik bir
görüntüsüdür."
Eğer Harner'in açıklaması doğruysa, o
zaman "gerçek" sabbat toplantılarının büyük çoğunluğu sanrı yaratıcı
deneyler içermiştir. Yağlı merhem daima cadıların sabbat'a gitmelerinden önce
kullanılmış, onların oraya varmalarından sonra asla kullanılmamıştır. O halde
cadıların kökünü kazımak için Engizisyon'un kullanılmasına ilişkin papalık
kararının ardındaki etken, sabbat’lara gösterilen rağbetin gittikçe artması
olamaz. Gerçekleşmiş olabilen olay, kuşkusuz, daha çok sayıda insanların
"sanrı yaratıcı maddeler almağa" başlamalarıdır. Ben bu olasılığı
dışlamıyorum. Ama Engizisyon cadıları ortaya çıkarmak için asla onların
ellerindeki yağlı merhemlere bakarak karar vermiyordu (Cadıların Çekici
bu konuda pek bir şey söylemez.) Bu nedenle, "gerçek" cadıların
bilinen sanrı yapıcı madde kullananların büyük çoğunluğunun kimlikleri asla ortaya
konmadı, ve yakılmış bulunan insanların büyük çoğunluğu da asla sanrı yapıcı
madde kullanmış değillerdi.
Sanrı yapıcı yağlı merhemler cadı
inancının belirli özelliklerini açıklar. İşkence bu inançların yağlı
merhemleri gerçekten kullananların yörüngesinin çok ötesine yayılmasını
açıklığa kavuşturur. Ama beşyüz bin insanın bir başkasının düşlerinde işlemiş
oldukları suçlar için neden ölmek zorunda kaldığına ilişkin bilmece hala ortada
duruyor.
İnsanların büyük çoğunluğu Avrupa'da
onüçüncü yüzyıldan onyedinci yüzyıla kadar olan zaman içinde başgösteren
askersel-mesihsel ayaklanmaların Yunan ve Roma zamanlarında Filistin'de
görülenler kadar yaygın oduğunu bilmezler. Onlar Protestan Reformasyonunun bir
çok yönden bu mesihçi huzursuzluğun doruk noktası ya da yan ürünü olduğunu da
bilmezler. Tıpkı Filistin'deki öncelleri gibi, Avrupa'daki mesihsel coşku
patlamaları da yönetici sınıfların elindeki servet ve iktidar tekeline karşı
yönlendirilmiş bulunuyordu. Benim cadı çılgınlığına ilişkin açıklamam şöyle: Bu
Hıristiyan mesihçiliğinin dalgalarını kırmanın bir aracı olarak geniş ölçüde
yönetici sınıflarca yaratılmış ve sürdürülmüş bir çılgınlıktır.
Cadılığın toplumsal ve ekonomik
eşitsizliklere karşı yürütülen şiddetli mesihsel protestoların yanı sıra
gittikçe artan bir önemle ortaya çıkmış olması bir rastlantı değildir. Papa
Protestan Reformasyonundan kısa bir süre önce cadılara karşı işkence
uygulanmasına izin vermiş, ve cadı çılgınlığı Hıristiyan birliği dönemine son
veren onaltıncı ve onyedinci yüzyılların savaşları ve ihtilalleri sırasında
doruk noktasına ulaşmıştır.
Feodalizmin sona ermesi ve güçlü ulusal
krallıkların ortaya çıkması, Avrupalı halk kitleleri için büyük bir stres
dönemi oldu. Tecimin, pazarların, ve bankacılığın gelişmesi nedeniyle toprak ve
anamal sahipleri kazançları ençoklaştırma amacı güden girişimlerde bulunmak
zorunda kaldılar. Bu da ancak feodal yurtluk topraklarına ve kale kasabalarına
özgü küçük ölçekli, koruyucu ama baskıcı, ilişkilere son vermekle
sağlanabilirdi. Toprak mülkiyeti bölündü, sertlerin ve hizmetlilerin yerini köylü
kiracı ve ortakçılar aldı, ve kendi kendine yeten yurtluklar peşin para ile
satış yapan tarım işletmelerine dönüştü. Kırsal kesim insanları geçimlik
topraklarını ve aile barınaklarını yitirdiler, ve çok sayıda yoksullaşmış
köylüler akıntıya kapılmışcasma ücretli işçiler olarak iş aradıkları kasabalara
sürüklendiler. Onbirinci yüzyıldan sonra, yaşam daha yarışmacı oldu, kişisel
olmaktan çıktı, tecimselleşti geleneğin değil kazancın egemenliği altına girdi.
Yoksullaşma ve yabancılaşma arttıkça, gittikçe çoğalan sayıda
insanlar İsa'nın ikinci gelişine ilişkin kehanetlerde bulunmağa başladılar. Onların
birçoğu Kilisenin günahları ve lüksü içinde gözlerinin önüne serilen dünyanın
sonunu, zenginlikle açlıkların ve belaların kutuplaşmasını, İslam'ın yayılmasını,
Avrupalı soyluların birbirine karşıt grupları arasmdaki sürekli savaşları
gördüler.
Batı Avrupa mesihçiliğinin en önde gelen kuramcısı olan
Fiore'li Joachim'in kurduğu kehanet sistemi tarihçi Norman Cohn tarafmdan
"Marksizm’in ortaya çıkmasına değin Avrupa'ca bilinen en güçlü
sistem" olarak anılmıştır. Calabria Manastırı başrahibi olan Joachim,
1190 ile 1195 arasmdaki bir tarihte, şimdiki ıstırap dünyasının ruhun
krallığına yerini ne zaman bırakacağının nasıl hesaplanacağını ortaya koydu.
Joachim'in inanışına göre dünyanın birinci çağı Baba'nın Çağı, İkincisi
Oğul'un Çağı, üçüncüsü Kutsal Ruh'un Çağı idi. Üçüncü çağ Sabbat ya da
dinlenme zamanı olacaktı, o zaman servete ya da mülke, çalışmaya, yiyeceğe ya
da barınağa gereksinim olmayacaktı; varlık yalnızca ruhtan ibaret olacak ve
özdeksel gereksemelerin hiç birine yer kalmayacaktı. Devlet ve Kilise gibi
hiyerarşik kuruınların yerini yetkin varlıkların oluşturduğu özgür bir toplum
alacaktı. Joachim'in kehanetine göre Ruh'un çağı 1260 yılında başlayacaktı. Bu
tarih İmparator II. Frederick'in (1194-1250) Üçüncü Çağı açacağı inancına
dayalı bir takım askersel-mesihsel hareketler için bir hedef tarih halini aldı.
Frederik kendi krallığını vaftiz, evlenme,
itiraf, ve öteki dinsel törenlerin yapılmasını yasaklayan bir papalık buyruğunun
kapsamı içine sokan Papanın iktidarına karşı açıkça meydan okudu. Ruhaniler
olarak bilinen Fransisken tarikatının fanatik yoksulluk kanadı Frederick'i
destekliyordu. Onların savına göre Frederick kısa zamanda İsa karşıtı olanlara
karşı işlevini yerine getirecek, Kiliseyi servetten ve lüksten temizleyecek ve
ruhban sınıfını ortadan kaldıracaktı. Almanya'da, Papayı şiddetle eleştiren ve
papalık yasaklarını hiçe sayarak dinsel törenleri yöneten ve günahları
bağışlayan gezgin Joachimci vaizler Frederick’i Kurtarıcı diye ilan ettiler.
Svabia'da, bu vaizlerden biri, Arnold kardeş, İsa'nın 1260'da döneceğini ve
Papa'nın İsa Karşıtı olduğunu ve rahiplerin de İsa Karşıtı'nın "kollarfm
oluşturduğunu doğrulayacağını söylüyordu. Onların hepsi de lüks içinde
yaşamakla ve yoksulları sömürüp ezmekle suçlanacaklardı. II. Frederick o zaman
Roma'nın büyük servetini kamulaştıracak ve onu yoksullara asıl gerçek
Hıristiyanlara dağıtacaktı.
Frederick'in 1250'deki zamansız ölümü onun
hükümdarlığıyla bağlantılı fantezileri ortadan kaldırmadı. O artık bir
"Uyuyan İmparator" oldu, ve 1284'de uykusundan uyanmış Frederick
olduğu savmda bulunan bir adam Neuss’da çevresine adamlar topladı ama sonra
dinsel sapkınlık nedeniyle yakıldı. Kurtarıcı Frederick'ler yüzyıllarca sonra
hala yakılmakta idiler.
Norman Cohn onaltmcı yüzyılın başında
yazılmış, Yüz Bölümlü Kitap olarak bilinen bir askersel-mesihsel belgeyi
betimler; burada Frederick'in bütün dünyayı yönetmek üzere bir beyaz atın üzerinde
gelmekte olduğu kehaneti yer alır. Günde 2300 kişi olmak üzere Papa'dan
başlayıp bütün rahipler yokedileceklerdir. İmparator ayrıca bütün tefecileri,
fiyat belirleyen tüccarları ve vicdansız hukukçuları kılıçtan geçirecektir.
Bütün zenginliklere el konacak ve bunlar yoksullara ayrılacaktır; özel mülkiyet
kaldırılacak, ve herşeye ortaklaşa sahip .olunacaktır: "Bütün mülkler tek
bir mülk durumuna gelecek, sonra dâ gerçekten bir çoban ve bir ağıl
varolacaktır."
Fiore'li Joachim'in kehanette bulunduğu
üçüncü çağ için hazırlık olmak üzere, uçları demirli kayışlarla kendilerini dövmekte
uzmanlaşmış adamlardan oluşmuş gruplar kasabalarda yürüyüşler yapmağa
başladılar. Bir kasaba meydanına vardıklarında, bu "kendilerini
kamçılayanlar" bellerine kadar soyunurlar ve sırtları kanayıncaya değin
kendilerini kamçılarlardı. Kendilerini kamçılayanlar başlangıçta üçüncü çağ
için "yolu düzleme"nin bir aracı olarak tövbeyle ilgilendiler. Ama
bunların etkinlikleri, özellikle de 1260'dan sonra Almanya'da, günden güne daha
yıkıcı oldu ve papaz sınıfına karşı bir tutum izledi. Onlar kendi dinsel tören
alaylarına yalnızca katılmış olmanın bile insanın günahlarını bağışlatacağını
savlamaya başladıklarında, Kilise tarafından dinsel sapkınlar oldukları ilan
edildiği için yeraltına inmeğe zorlandılar. Kara Ölüm (Veba) Avrupa'yı kasıp
kavurduğu sırada 1348'de yeryüzüne çıktılar. Kendilerini kamçılayanlar Kara
Ölüm'den Yahudileri sorumlu tuttular ve Yahudi sakinleri toptan öldürmeleri
için ardı ardına her kasabadaki ayaktakımını kışkırttılar. Onlar kendilerini
Papa'nın ve rahipler sınıfının üstünde görerek, kendi kanlarında günahları
bağışlatma gücü bulunduğunu ve kendilerinin dünyayı Tanrı'nın öfkesinden
kurtaran bir azizler ordusu oluşturduklarını savlıyorlardı. Kendilerini
durdurmağa çalışan papazları taşladılar, normal kilise hizmetlerine engel
oldular, ve kilise mülkünü ele geçirip yoksullara dağıttılar.
Kendini kamçılama hareketi, kendisinin
Tanrı-İmparator Frederick olduğu savında bulunan Konrad Schmid adlı biri tarafından
yönetilen bir mesihçi ayaklanmada doruk noktasına ulaştı. Schmid yandaşlarını
kırbaçladı ve vaftizin daha yüksek bir biçimi olarak onları kendi kanlarıyla
yıkadı. Yeni Gine'de kargoya inananlar, Thuringia halkının insanları da mal
varlıklarını sattılar, çalışmayı reddettiler, ve Kıyamet Gününden sonra
İmparator-Tanrı'nın en yakınında bulunacak melekler korosunda yerlerini almaya
hazırlandılar. Bu durum 1369 için düşünül-
müştü. Engizisyonun olaya enerjik bir biçimde
el koyması nedeniyle, Schmid çalışmasını tamamlamaya vakit bulamadan yakıldı.
Yıllar sonra, Thuringia'da hala kendini kamçılayanlar bulunup ortaya
çıkarılıyordu, ve 1416'da tek bir günde üç yüz kişi yakıldı.
Huzursuzluk yaratan yabancılaşmış
yoksullardan kurtulmanın bir yolu, Kudüs'ü İslam'ın elinden geri almayı amaçlayan
Kutsal Savaşlar, ya da Haçlı Seferleri için onların yardımlarını elde etmekti.
Bu Haçlı Seferlerinden bazıları geri tepti ve rahiplerle soylulara karşı
gelişen mesihçi kaynaklı ihtilalci hareketlere dönüştü. Örneğin, Çobanların
Haçlı Seferi'nde, Jacob adlı kaçak bir keşiş Meryem Ana'dan Kutsal Mezar'ı[13]
kurtarmaları için bütün çobanların toplanmalarını buyuran bir mektup almış olduğu savını ileri
sürdü. Saman tırmıkları, el baltaları, ve bıçaklarla silahlanmış onbinlerce
yoksul insan Jacob'un peşinden hiç ayrılmıyorlar, ve bir kasabaya girdikleri
sırada kendilerine özel bir karşılama yapılsın diye silahlarını havaya
kaldırarak yetkileri yıldırıyorlardı. Jacob önsezilere sahipti, hastaları iyi
ederdi, tüketilmesinden daha hızlı biçimde yiyecekle donatılan tansıksal
(mucizevi) şölenler verirdi, rahipleri şiddetle eleştirir, ve vaazlarını
kesmeye kalkışan herkesi öldürürdü. Onun yandaşları kasabadan kasabaya giderek
rahipleri tepelediler ya da ırmağa atıp boğdular.
Kilise ile devletin aslında tutucu ama
çatışan çıkarları arasındaki karşılıklı etkiler ve köktenci alt sınıf
ihtilalinin tehdidi Avrupa'yı gittikçe Protestan Reformasyonuna doğru yaklaştırdı.
Bu sürecin nasıl işlediği onbeşinci yüzyıl Bohemia’sının Husçuluk[14]
hareketinde görülebilir.
Husçular kilise mülküne el koydular ve
havarilere özgü yoksul bir yaşam sürmeleri için rahipleri zorlamağa çalıştılar.
Misilleme olmak üzere, Papa ve onun bağlaşıkları şimdi Husçuluk Savaşları
olarak bilinen bir dizi baskıcı seferler başlattılar. Şiddet yayıldıkça,
yoksullaşmış kitlelerin arasından üçüncü bir savaşçılar grubu ortaya çıktı.
Bunlara Taborlular deniyordu bu isim İsa'nın ikinci gelişini haber verdiği
Zeytin Dağındaki Tabor'dan gelmektedir. Taborlulara göre, Husçuluk Savaşları
dünyanın sonunun başlangıcıydı. Onlar her gerçek rahibin her bir günahlıyı
izlemek, yaralamak, ve öldürmekle yükümlü olduğunu ısrarla belirten mesihçi
yalvaçların önderliğinde, "ellerini kanla yıkamak için" savaşa
atıldılar. Taborlular düşmanı yok ettikten sonra Fiore'li Joachim'in üçüncü
çağı başlatmasını beklediler. Artık fiziksel acı ya da fiziksel gerekseme var
olmayacak; vergisiz, mülksüz, ya da sınıfsız bir sevgi ve barış toplumu var
olacaktır. 1419'da bu Bohemyalı "özgür ruhlar'm (bir yaşam biçimi olarak
bohemliği yaratanların) binlercesi Luzhnica Irmağı üzerinde Usti kasabası
yakınında bir komün kurdular. Onlar geçimlerini kırsal kesimlerde çapulculuk
yaparak, uzanabildikleri her yeri soyup talan ederek sağlıyorlardı çünkü Tanrı
Yasasının adamları olarak Tanrının düşmanlarına ait bulunan her şeyi ele
geçirmekte kendilerini yetkili görüyorlardı.
Benzer hareketler Almanya'da onbeşinci yüzyıl boyunca hep
yinelenmekteydi. Örneğin, 1476'da Meryem Ana, Hans Böhm adlı bir çobana görünmüştü.
Ona denmişti ki bundan böyle gelecek krallığın kurulmasına hazırlık olmak üzere
yoksullar ve aşar vergisini ve diğer vergileri ödemeyi reddedeceklerdir.
Bütün insanlar çok yakında hiçbir rütbe ayrımı yapmadan bir arada
yaşayacaklar; orman, su, otlak, balık avlama, ve avlanma alanları
olanaklarından herkes eşit biçimde yararlanacak. Hacılardan oluşan
kalabalıklar "Kutsal Gençler"! görmek üzere Almanya'nın her yanından
gelip Niklashausen'e doğru ilerlediler. Onlar uzun kollar halinde yürüyüşler
yaptılar, birbirlerini "erkek ve kız kardeşler" olarak selamladılar.
Protestan Reformasyonunun en sohunda gerçekleştirdiği özel yapının
anlaşılabilmesi kiliseyi ürküttüğü kadar laik siyasal güçleri de ürküten
köktenci askersel-mesihsel seçenek bir yana atılarak sağkınamaz. Kendinden
önceki bir çokları gibi, Luther de Kıyametin Son dünleri içinde yaşadığına,
I’apa'nın îsa Karşıtı olduğuna, ve Papalığın Tanrı Krallığının kurulmasından
önce yokedilmiş olması gerektiğine inanmıştı. Ama Luther'in Tanrı Krallığı bu
dünyanın krallığı olmayacaktı; ve o bu krallığı yaratmak için izlenecek
geçerli yöntemin silahlı ayaklanma değil vaaz vermek olduğuna inanıyordu. Alman
soyluları Luther'in köktenci dindarlığıyla tutucu politikasından oluşan
bileşimini memnunlukla karşılıyorlardı. Şiddetli bir toplumsal kargaşa riskini
arttırmaksızın Papalık yönetiminden kurtulmanın olan yolu buydu.
Başlangıçta Luther'in bir yandaşı olan
Thomas Müntzer, Luther'in hareketine köktenci sesleri getirdi. Luther ve
Müntzer 1525 tarihli büyük köylü ayaklanmasında karşıt yanları seçtiler.
Luther "Köylülerden Oluşan Katil, Hırsız Sürülerine Karşı" adlı
kitapçığında köylüleri suçladı ve buna verdiği yanıtta Müntzer, Luther'i
destekleyenlerin "başkalarının soygun yapmalarını yasaklamak için yasayı
kullanan soyguncuların ta kendileri olduklarını söyledi. Müntzer'in
belirttiğine göre Luther'in Tanrı'nın yasası dediği şey doğrudan doğruya
mülkiyeti korumanın bir aygıtıydı. "Tefeciliğin ve hırsızlığın ve haydutluğun
tohumlukları bizim Lordlarımız ve Prenslerimizdir." O Luther'i "eski
yollarında gitmeyi sürdürsünler diye dinsiz alçakların gücünü arttırmakla
suçladı. Köylü ayaklanmasının Yeni Krallık'ın başlangıcı olduğuna inanmış
bulunan Müntzer köylü ordusunun komutasını ele aldı. O kendi rolüyle Midyancılarla[15] [16]
yapılan savaşta Gideon'un[17]
aldığı rol arasında benzerlikler buldu, ve düşmanla karşılaşmanın arifesinde,
kötü donatılmış ve talim görmemiş köylü yandaşlarına Tanrının kendisiyle konuşmuş
ve utku vaadinde bulunmuş olduğunu söyledi. Top mermilerini giysisinin kolunda
tutarak onları kendisinin koruyacağını söyledi. Tanrı kendi seçkin halkının
mahvolmasına asla izin vermeyecekti. Daha ilk top ateşleri altında köylü safları
dağıldı ve kaçışları sırasında 5000 köylü kılıçtan geçirildi. Müntzer'in kendisine
de işkence uygulandı ve bir süre sonra da başı kesildi.
Reformasyon'un köktenci kanadı bütün
onaltıncı yüzyıl ve onyedinci yüzyılın ilk yılları boyunca tüm gücüyle
varlığını sürdürdü. Anabaptist hareket olarak bilinen bu kanat en az kırk
mezhebin doğmasına ve Taborlu ve Müntzer geleneğinde düzinelerce
askersel-mesihsel ayaklanmanın baş göstermesine yol açtı, ve buna gerek Katolik
gerekse Protestan hükümdarlarca bütün mülkiyet ilişkilerini değiştirmek ve
Kilisenin ve devletin servetini yoksullar arasında paylaştırmak amacıyla her
yerde hazır bulunan sapkınların bir suikastı olarak bakılması yaygın bir görüş
oldu. Örneğin, Müntzer'in yandaşlarından biri, Hans Hut, İsa’nın serbest aşkla
ve malların ortaklığı ilkesiyle Tanrı Krallığı'nın açılışını yapmak için
1528'de yeryüzüne döneceğini ilan etti. Anabaptist'Ier sahte rahipleri ve
protestan papazları yargılayacaklardı. Krallar, soylular, ve yeryüzünün
büyükleri zincire vurulacaklardı. Müntzer'in bir başka yandaşı, Melchoir
Hoffman, dünyanın 1533'de son bullacağı kehanetinde bulundu. Hoffman'ı izleyen
bir fırıncı, Haarlem'li Jan Matthys, şöyle vaaz ediyordu: Doğrular kılıca
sarılmalı ve yeryüzünü dinsizlerden temizleyerek İsa için yolu eylemle
hazırlamalıdır. 1534'de Münster'de, Westphalia, Anabaptist hareketin merkezi
oldu. Bütün Katolikler ve Protestanlar yerlerinden kovuldular, ve özel mülkiyet
kaldırıldı. Çok geçmeden önderliği üstlenen Leydendi John kendisinin Davud'un
ardılı olduğu savında bulundu ve Anabaptistlerin deyişiyle "Yeni
Kudüs'lerinde kendisi için krallık ayrıcalıkları ve mutlak itaat istedi.
İngiltere'de onyedinci yüzyıl boyunca
benzer köktenci mesihçi motifler aşağı sınıfları harekete geçirerek İngiliz İç
Savaşı için gerekli enerjinin çoğunu hazırladı. Oliver Cromwell'in Yeni Model
Ordu'sunda bulunan binlerce gönüllü İngiliz topraklannda "Azizler"den
oluşan bir krallık kurulacağına ve İsa'nın onları yönetmek üzere yeryüzüne
ineceğine inanıyorlardı. 1649'da Gerrard Winstanley'in aldığı bir görüntü ona
içinde özel mülkiyetin, sınıf ayrımının, ve tüm baskı biçimlerinden hiç birinin
bulunmayacağı bir "Toprak Kazıcılar" toplumu kurmak suretiyle
dünyanın sonu için hazırlanmasını buyurdu. Ve 1656'da Cromwell'in eski
destekçileri, Beşinci Monarşi Yanlıları, onu İsa Karşıtı ilan ettiler, ve
silah zoruyla bir Azizler Krallığı kurmağa çalıştılar Beşinci Monarşi, İsa'nın
1000 yıl hüküm süreceği döneme yapılan bir göndermedir.
Bütün bunların cadılıkla ne ilişkisi
olabilir? Bölümün başında belirttiğim gibi, cadı çılgınlığının başlamasıyla
Avrupa mesihçiliğinin gelişmesi arasında yakın bir kronolojik ilişki bulunuyor.
Avrupa üçüncü çağın kehanetleri ve mesihçi hareketlerle alabildiğine
çalkalandığı bir zamanda Institor ve Sprenger cadı avlama sistemi VIII.
Innocent tarafından kabul edildi. Reformasyonun sonrasında cadı çılgınlığı
doruk noktasına ulaştı gerek Luther'in gerekse Calvin'in cadılığın
tehlikelerine ilişkin inançları çok güçlüydü ve ihtilalci üçüncü çağın mesihçi
öğretilerine dayalı şiddet dolu köktenci protesto hareketleri de aynı inancı
taşıyordu.
Acaba mesih kaynaklı toplumsal protesto
ile cadı çılgınlığının birbirine koşut gelişmesini aydınlatacak pratik bir
açıklama var mıdır? Basmakalıp bir bakış açısına göre cadılığın kendisi
toplumsal bir protesto biçimi olmuştu. Örneğin, ortaçağ uyuşmazlıkları tarihi
konusunda bir uzman olan Profesör Jeffrey Burton Russell'a göre cadılık,
gizemcilik, kendilerini kamçılayanlar, ve yaygın olan dince sapkın inanışlar,
bütün bunlar hep aynı kategori içinde yer alırlar. "Bunların hepsi, şu ya da
bu ölçüde, eksik görülen kurumsal bir yapıya yöneltilmiş red
tepkileriydi."
Katılmıyorum. Cadı çılgınlığını toplumsal
protesto olarak açıklamak için, Cadıların Çekici adlı kitapta ileri
sürülen "gerçek" görüşünü benimseme yolunda bir hayli ilerlemiş olmanız
gerekir. Avrupa'nın şeytana tapmak için bir araya gelmek suretiyle statükoyu
tehdit eden çok sayıda insanla istila edilmiş olduğuna inanmak zorundasınız.
Ama gerçekten uçan cadılar aslında sanrı yaratıcı banotunu kullananlarsa,
bunlar Taborlular ve Anabaptistlerle aynı kategoriye girmezler, nasıl ki eroin
bağımlıları da Kara Panterler grubundandırlar denemez. Şurada burada
sanrılayan ya da bir komşunun ineğine bü'yü yapan üç beş kişinin varlığı, mal
mülk sahibi yönetici sınıfların yaşamı için bir tehdit oluşturmuyordu. Cadılar
büyük olasılıkla düşkırıklığına uğramış ve" mutsuz insan saflarının
arasından çekilip alınıyolardı; ama bu olgu cadıları düzen yıkıcı hale getirmez.
Bir hareketin kurulu düzene karşı ciddi bir protesto oluşturması için, onun ya
açıkça toplumsal eleştiri öğretilerini içermesi, ya da düzen için tehlikeli
veya tehdit edici bir eyleme atılması gerekir. Cadılar kendi sabbat'larında ne
yapmış olurlarsa olsunlar, sözgelişi oralara gitmiş olsalar bile, toplantılarında
zamanlarını Kilise'nin lüksünü lanetleyerek, ya da özel mülkiyetin kaldırılması
ve iktidar ile yönetilenler arasındaki ayrımlara son verilmesi çağrısında
bulunarak geçirdiklerine ilişkin hiç bir kanıt yoktur. Eğer bunlar yapıldıysa,
yapanlar cadılar değil ama Waldense'ler, Taborlular, Anabaptistler, ya da öteki
bazı köktenci siyasal-dinsel tarikatların üyeleriydiler onların bir çoğu
kuşkusuz mesihçi inanışlarından dolayı değil de cadılık nedeniyle
yakılmışlardı.
Cadı kadın çılgınlığını anlamak için, gerek cadıların gerekse
engizisyoncuların yaşam biçimi bilincinden ayrı, ona ters düşen bir gerçek
türünü belirlemekten yana olmalıyız. Profesör Russell'a göre, rahiplerin ve
soyluların cadılığın tehlikeli ve yıkıcı olduğunu düşünmeleri
yeterlidir. O, "İnsanların neler olup bittiğini düşünmeleri" der,
"nesnel olarak neler olduğu kadar önemli, ve çok cjaha kesindir." Ama
bu kesinlikle Institor ve Sprenger'in ileri sürdüğü noktadır: Siz bir
başkasının düşlerinde yaptıklarınızdan sorumlusunuz!
Biz bazı olaylar hakkında kararımızı vermek zorunda bulunuyoruz.
Else Gwinner Şeytanda ilişkide bulunmadı, ve kadın bunu yapmış olmaktan dolayı
kömürleştirildiğine göre olay ilgi çekmeyen ve kuşkulu bir sonuç değildir.
Şimdiye değin ele aldığım garip görünüşlü
yaşam biçimlerinin her birinde olduğu gibi, cadı çılgınlığı ona katılmış bulunan
insanların bilincine göre açıklanamaz. Her şey gözlemcinin çeşitli
katılmacıların fantezilerine katlanmaya ya da onlara karşı çıkmaya hazır
bulunmasına bağlıdır.
Eğer cadılık Engizisyon'un vurguladığı
gibi tehlikeli bir sapkınlık idiyse, Engizisyonun onu ezmekle aklını bozmuş olmasının
gizemli bir yanı yoktur. Öte yandan, eğer cadılık, geniş ölçüde sanrısal
olmasa bile, görece zararsız bir etkinlik idiyse, özellikle de Kilise'nin
kaynaklarının onbeşinci yüzyılda yükselen büyük askersel-mesihsel hareketin
etkisiyle sınırlarına dayandığı bir sırada onu ezmek için neden bu kadar çok
çaba harcandı?
Bu soru insanların nelerin olup bittiğini
düşündüklerinden farklı olarak neler olduğuna ilişkin çok önemli bir soruya yol
açar. Engizisyon'un kendisini cadı sapkınlığını yoketmeğe adadığı doğru mudur?
Cadı avcılarının başlıca işinin cadıların ortadan, kaldırılması olduğu
yolundaki varsayım engizisyoncuların savlarındaki yaşam biçimi bilincine
dayanır. Ama karşı varsayım yani, cadı avcılarının cadıların sayısını arttırmak
ve cadıların hayal değil gerçek, her yerde hazy, ve tehlikeli oldukları
inancını yaymak için işlerini kötüye kullandıkları yolundaki varsayım çok
güvenilir kanıtlara dayanmaktadır. Çağcıl bilginler engizisyoncunun yaşam
biçimi bilincini yansıtan önermeleri neden kabul ediyorlar? Bu durum bizi
engizisyoncular neden cadılığı yoketmekle akıllarını bozmuşlar sorusunu değil,
ama neden cadılığı yaratmak için akıllarını böylesine bozmuşlar sorusunu
sormağa zorluyor. Onların ya da kurbanlarının niyetleri ne olursa olsun,
engizisyon sisteminin kaçınılmaz sonucu cadılığın daha.inanılır hale
getirilmesi, ve böylece cadılık suçlamalarının sayısının artması olmuştur.
Cadı avlama sistemi alabildiğine ustaca
düzenlenmiş, alabildiğine dayanıklı, alabildiğine acımasız ve inatçıydı.
Sistem ancak aynı ölçüde dayanıklı, acımasız ve inatçı çıkarlarla
yaşatılabilirdi. Cadılık sisteminin ve cadı çılgınlığının cadı avcıları
tarafından açıklanan amaçlar dışında kılgısal ve dünyasal amaçlı olarak
kullanılışları da vardı. Burada ben daha önce betimlediğim mülke el konması ve
işkence ve idam için yüklenen ücretler gibi ödemelere ve ikincil çıkarlara
yollama yapıyor değilim. Bu ödüller cadı avlama teknisyenlerinin işlerine
neden canla başla sarıldıklarını açıklamaya yardım etmektedir. Ama bu gibi
çıkarlar cadı avlamanm nedenlerinden biri olmaktan çok o avlama aygıtının
parçası olmuşlardır.
Kanımca cadı çılgınlığının nedenini
anlamanın en iyi yolu onun tanrısal niyetlerini değil de dünyasal sonuçlarını
incelemektir. Cadı avlama sisteminin (kömür olmuş vücutlardan başka) ortaya
koyduğu başlıca sonuç olarak yoksullar sonunda şuna inandılar ki onlar
prenslerin ve papaların kurbanı değil cadıların ve şeytanların kurbanı idiler.
Çatınız mı aktı, ineğiniz düşük mü yaptı, yulafınız mı çürüdü, şarabınız mı
bozuldu, başınız mı ağrıdı, bebeğiniz mi öldü? Bunun sorumlusu bir komşuydu,
sizin tarlanızın çitini yıkan, size para borcu olan, ya da sizin toprağınızı
isteyen bir komşu cadıya dönüşen bir komşu. Ekmeğin fiyatı mı yükseldi,
vergiler mi arttı, ücretler mi düştü, işler daha da mı azaldı? Bütün bunlar
cadıların işiydi. Her köy ve kasaba sakinlerinin üçte birini veba ve açlık mı
silip süpürdü? Habis, cehennemlik cadıların cüreti hep gittikçe daha da
artıyordu. Halkın hayali düşmanlarına karşı, Kilise ve devlet cüretli bir
kampanya hazırlıyordu. Devlet güçleri bu belayı defetmek için sınırsız çabalar
harcıyorlardı, ve gerek zenginler gerekse yoksullar bu savaşta sergilenen
enerji ve yiğitlik için minnettar olabilirlerdi.
Bu nedenle cadı çılgınlığının pratik
anlamı şuydu: Bu çılgınlık son dönem ortaçağ toplumunun yaşadığı bunalımın sorumluluğunu
hem Kilise'nin hem devletin üzerinden alıp bunu insan biçimindeki imgesel şeytanlara
yüklüyordu. Bu iblislerin acayip etkinlikleriyle zihni meşgul, aklı başından
gitmiş, yabancılaşmış, yoksullaşmış kitleler, kokuşmuş rahiplerin ve açgözlü
soyluların yerine gemi azıya almış Şeytan'ı suçluyorlardı. Kilise ve devlet
yalnız temize çıkmış olmakla kalmıyorlar, ama bunlar aynı zamanda vazgeçilmez
hale getiriliyorlardı. Rahipler ve soylular her yerde hazır bulunan ama izlenip
ortaya çıkarılması güç olan bir düşmana karşı insanlığın büyük koruyucuları
olarak ortaya çıkıyorlardı. Sonunda bu ondalık üşürü ödemenin ve vergi
toplayıcıya itaat etmenin bir nedeniydi. Öteki dünyaya değil bu dünyanın
yaşamına ilişkin çok önemli hizmetler gürültü ve öfkeyle, ateş ve dumanla
yürütülüyordu. Devlet güçlerinin yaşamı biraz daha güvenilir kılmak için neler
yaptıklarını gerçekten görebilirdiniz;
cadıların cehenneme düşerlerken attıkları çığlıkları gerçekten duyabilirdiniz.
Günah keçileri kimlerdi? H.C. Erik Midelfort'un Güneybatı
Almanya'da 1562'den 1684'e uzanan dönem içinde cadılıktan dolayı uygulanan
1258 idam olayına ilişkin eşsiz araştırması cadıların yüzde 82'sinin kadın
olduğunu göstermektedir. Herhangi bir yerel ayaklanmada suçlanan ilk kişiler
genellikle savunmasız yaşlı kadınlar ve alt sınıftan ebeler olurdu. İlk kurbanlardan
zorla yeni isimler alındıkça, her iki cinsten çocuklar ve erkekler cadılar
arasında daha çok göze çarpmaya başlardı. Kitlesel idamlarla belirlenen doruğa
çıkmış panik dönemi boyunca, hancıların, bir kaç zengin tecimenin, ve ara sıra
bir yargıçın ve öğretmenin idam edildikleri olurdu. Ama alevler yüksek rütbeli
ve güçlü kişilerin isimlerine dek uzandığı için, yargıçlar yapılan itiraflara
inanmaz oldular ve böylece panikler sona e,rdi. Doktorların, avukatların, ve
üniversite hocalarının tehdit edilmeleri seyrek olurdu. Kuşkusuz
engizisyoncuların kendileri ve genellikle rahipler de çok güvenli bir konumda
bulunurlardı. Eğer arada bir zavallı şaşkın bir kadın çıkıp da yakın tarihteki
bir sabbat'ta piskoposu ya da prensi görmüş olduğunu söyleyecek kadar aptallık
ederse, o zaman elbette söze sığmaz işkenceleri başına sarardı. Midelfort'un
soylu sınıfın üyelerine karşı yapılmış cadılık suçlamalarıyla ilgili olarak
ancak üç örnek bulabilmesinde, ve böyle suçlanmış olanlardan hiç birinin idam
edilmemiş olmasında şaşılacak fazla bir şey yoktur.
Cadı çılgınlığı "yeterince sağlam bulunmayan kurumsal
bir yapının yansıması" olmanın çok ötesinde o kurumsal yapıyı savunmanın
tamamlayıcı bir parçası olmuştur. Bunu görebilmenin en iyi yolu cadı
çılgınlığı onun çağdaşı olan karşısavla, askersel mesihçilikle
karşılaştırmaktır. Cadı çılgınlığının ve askersel mesihçi devinimlerin her
ikisi de yerleşik kilise düzenince kısmen onaylanmış bulunan yaygın dinsel
temaları kendi içlerinde birleştirmişlerdir. Bunların her ikisi de varolan yaşam
biçimi bilincine dayanmışlar, ama tamamıyla farklı sonuçlar doğurmuşlardır.
Askersel-mesihçilik yoksulları ve mülklerinden yoksun bırakılanları bir araya
getirmiştir. Bu onlara toplu bir misyon duygusu verrtıiş, toplumsal mesafeyi
azaltmış, onların kendilerini "erkek ve kız kardeşler" olarak algılamalarını
sağlamıştır. Bütün bölgelerdeki insanları o seferber etmiş, onların
enerjilerini özel bir zamanda ve yerde toplamış, mülksüzleşmiş ve yoksullaşmış
kitlelerle toplumsal piramidin üst kesiminde yer alan insanlar arasında meydan
savaşlarına yol açmıştır. Öte yandan, cadı çılgınlığı, gizli kalmış bütün
protesto enerjilerini dağıtmış ve parçalamıştır. O yoksullan ve mülksüzleşmiş
olanları terhis etmiş, onların toplumsal mesafelerini arttırmış, onları karşılıklı
kuşkularla doldurmuş, komşuyla komşuyu kapıştırmış, herkesi soyutlamış,
herkese korku salmış, herkesin güvensizliğini arttırmış, herkesi çaresiz
bırakmış, herkesi korkutmuş, herkesin güvensizliğini çoğaltmış, herkesi
umarsızlık duygusuyla doldurmuş ve yönetici sınıflara bağımlı kılmış, herkesin
öfke ve düşkırıklığı için tam anlamıyla yerel bir odak hazırlamıştır. Böyle
yapmakla o dinsel ve siyasal düzeni serveti yeniden dağıtma ve sınıfları
eşitleme istemleriyle karşı karşıya getirme olanağından yoksulları hep
uzaklaştırmıştı. Cadı çılgınlığı ters yönde giden köktenci bir askersel
mesihçilik olmuştur. O toplumun ayrıcalıklı ve güçlü sınıflarının sihirli
fişeği idi. Sırrı buydu.
Cadıların
Dönüşü
Boş inan olarak ve alay konusu acılı
yıllar biçiminde belleklere yerleştikten sonra, saygıya değer tatlı bir
heyecan kaynağı niteliğiyle cadılık geri dönmüş bulunuyor. Geri dönen yalnız
cadılık değil, astrolojiden Zen'e değin uzanan, ve derin düşünmeyi
(meditasyon), Hare Krishna'yı, ve eski bir Çin sihir sistemi olan, Yi King'i
de içeren doğaüstü gizle ilgili ve mistik uzmanlıkların bütün çeşitleri.
Zamanın nabzını yakalayan, Modem Cultural Anthropology adlı bir ders
kitabı şu açıklamasıyla son günlerde birdenbire başarı kazandı: "İnsanın
özgürlüğü inanma özgürlüğünü içerir."
Uzun zamandır Batı'nın bilim ve
teknolojisinin gelişmesiyle çelişki içinde bulunduğu düşünülen tutum ve
kuramların beklenmedik bir biçimde yeniden dirilmesi kendisine "karşı
kültür" adı verilen bir yaşam biçiminin gelişmesiyle bağlantılıdır.
Hareketin olgun yalvaçlarından biri olan Theodore Roszak'a göre, karşı kültür
dünyayı "nesnel bilinç masalları"ından kurtaracaktır. O
"bilimsel dünya görüşünü yıkacak" ve onun yerine koyduğu yeni bir
kültür içinde "akılla ilgili olmayan yetenekler" en yetkin biçimiyle
hüküm sürecektir. Son yılların ikincil önemdeki başka bir yalvaçı olan Charles
A. Reich, III. Bilinç diye isimlendirdiği bin yıllık bir ruh haletinden söz
etmektedir. III. Bilinç'i gerçekleştirmek demek "mantıktan, rasyonellikten,
çözümlemeden, ve ilkelerden adamakılllı kuşkulanmaktır."
Karşı kültürün yaşam biçiminde, duygular,
kendiliğindenlik, imgelem iyidir; bilim, mantık, nesnellik kötüdür. Karşı kültür
grubunun üyeleri sanki vebalı bir yerden uzaklaşırcasma "nesnellik"ten
kaçmakla övünürler.
Karşı kültürün en önemli yönü bilincin
tarihi denetlediği inancıdır. İnsanlar akıllarında neler olup bitiyorsa işte
öyledirler; onları daha iyi insanlar haline getirmek için yapmak zorunda
olduğunuz tek şey onlara daha iyi düşünceler vermenizdir. Nesnel koşulların pek
önemi yoktur. Bir "bilinç devrimi" sonucunda bütün dünya
değişecektir. Cinayeti durdurmak, yoksulluğa son vermek, kentleri
güzelleştirmek, savaşı ortadan kaldırmak, kendimizle ve doğayla barış ve uyum
içinde yaşamak için yapmamız gereken tek şey III. Bilinç'e akıllarımızı açmaktır.
"Bilinç yapıdan önce gelir... Bütün tüzel varlığıyla devlet yalnızca
bilince dayanır."
Karşı kültürde, bilinç devinime geçirilmiş
ve kullanılmamış olan kendi gizilgücünden haberli kılınmıştır. Karşı kültümün
insanları düşüncelerini genişletmek için yolculuklara çıkarlar
"uyuşturucuyla düşsel geziler yaparlar." Onlar "kafalarını
toparlamak için" marihuana, LSD, ya da mantarlar kullanırlar. İsa, Buda,
Mao Tse-tung ile "coşkuya ulaşmak" için ritm tutarlar, çarpışırlar ya
da şarkılar söylerler.
Amaç bilinci açıklamak, bilinci
ispatlamak, bilinci değiştirmek, bilinci yükseltmek, bilinci genişletmek
bilinci nesnelleştirmenin dışında her şeyi yapmaktır. III. Bilinç'in kova
burcundan olan, sanrılanmış, uyuşturucuyla kendinden geçmiş, düşlere dalmış
partizanlarına göre, sağduyu askersel-endüstriyel kompleksin bir uydurmasıdır.
O herhangi bir "domuz" gibi öldürülmelidir.
Sanrı yaratan maddeler yararlıdırlar çünkü
bunlar "mantık dışı" ilişkilerin "tam anlamıyla doğal"
görünmelerine olanak tanırlar. Bunlar iyidirler çünkü, Reich'ın sözcükleriyle,
"toplumun en çok ciddiye aldığı şu şeyleri gerçekdışı şeyler
haline getirirler: zaman tarifeleri, rasyonel bağlantılar, rekabet, öfke,
yetkinlik, otorite, özel mülkiyet, yasa, statü, devletin önceliği." Sanrı
yaratan maddeler "yanlış bilinci kovan bir doğruluk serumudur." III.
Bilinç'i kazanmış olan "bir kimse 'olguları bilmez.' Bilmesi de gerekli
değildir çünkü o başkalarından gizlenmiş görünen doğruyu gene de bilir."
Görünüşe bakılırsa karşı kültür ilkel
toplulukların doğal yaşamını kutluyor. Onun üyeleri boncuklar, saç bantları
takınırlar, vücutlarını boyarlar, ve renk renk yırtık pırtık giysiler
giyerler; bir kabile olmanın özlemini çekerler. Anlaşılan onlar kabile
topluluklarının maddeci olmadıklarına, doğal olduklarına, ve gizemli büyü
kaynaklarıyla saygılı bir ilişki içinde bulunduklarına inanıyorlar.
Karşı kültür antropolojisinde, ilkel
bilinç ışığa ve güce sahip olan ama hiç elektrik faturası ödemeyen önemli bir
kişide yani şamanda somutlaşır. Şamanlara hayran olunur çünkü onlar
"alışılmamış bilinç durumları geliştirmekte" ve "evrenin gizli
güçleri arasında" gezinmekte uzmandırlar. Şaman "üstün bilinç”e
sahiptir. Onun "dünyanın bayağılıkları arasmda parıldayan ve öbür
dünyanın harikalarını ve dehşetini algılayan ateşten gözleri" vardır.
Roszak'a göre, şaman sanrı yapıcı ilaçları ve hipnotik davulları ve dans
ritimlerini kullanarak, "kişiliğin entellektüel olmayan kaynaklarıyla
ilişkisini tıpkı bir bilim adamının kendisini nesnelliğe alıştırırken
gösterdiği sürekli ve titiz çabalarla geliştirir."
Carlos Castaneda'nın, gizemli bir üstün
bilince sahip bulunan Yaqui Kızılderili "bilgi adamı", halk
kahramanı Don Juan hakkmda yaptığı bir değerlendirmeden karşı kültür konusunda
öğrenilecek çok şey vardır. Castaneda şaman dünyasının ayrı, olağandışı
gerçekliğinin içyüzünü görmek isteyen toy bir antropoloji araştırmacısı olarak
yaşadığı deneyimlerini yazar. Don Juan, Castaneda'yı bir çırak olarak kabul
etmiş, ve Castaneda da Don Juan'ın öğretilerine dayanarak bir doktora tezi
yazmağa koyulmuştur. Castaneda'yı bir "bilgi adamı"na dönüştürmek
üzere Don Juan bu masum araştırmacıyı sanrı yaratıcı çeşitli maddelerle
tanıştırdı. Castaneda, saydam ve ışıldayan bir köpekle ve yüz ayaklı bir
sivrisinekle karşı karşıya geldikten sonra, kendi olağan gerçekliğinin akıl
hocasının kendisini yönelttiği olağandışı gerçeklikten herhangi bir biçimde
daha gerçek olduğundan kuşku duymağa başladı. Başlangıçta, Castaneda bir
"bilgi adamı"nm dünyayı nasıl düşündüğünü ortaya koymakta kararlıydı.
Ama çırak dünyanın asıl kendisi hakkında bir şeyler öğrenmekte olduğunu yavaş
yavaş anlamağa başladı.
Bir başka antropolog, Paul Riesman, New York Times
gazetesinde yaptığı bir kitap eleştirisinde, "Don Juan'ın bilgisinin ve
Batılı olmayan başka kimselerin bilgisinin bir değişmez gerçekliğe ilişkin bir
düşünce oluşumundan daha fazla bir şey olmadığını düşünmek aptallık ve
savurganlıktır" görüşünü ileri sürmüştür. Castaneda'nın yaptığı açıklamaya
göre Don Juan'ın öğretileri gerçekten dünyanın aslında ne olduğuna ilişkin bir
şeyler söylemektedir."
Her iki yorum da yanlış. Castaneda hiç bir şeye açıklık getirmiyor.
Ve Don Juan’ın "ayrı gerçekliği" "Batılı topluluklara"
yabancı değildir.
Castaneda'nın o pek ünlü sannsal gezisi daha önce burada
tartışmasını yaptığım konuları çok fazla anımsatıyor. Don Juan ve Castaneda
birkaç gün harcayarak domuz yağı ve öteki bileşenlerle karıştırılmış ı/erba
del diablo'dan "şeytanotu'ndan bir macun hazırladılar. Don Juan'ın
gözetimi altında, çırak macunu ayaklarının tabanlarına ve yukarıya doğru
bacaklarının iç yanlarına ve en çoğunu da üreme organlarına sürdü. Macunun
"bir tür gaz. gibi" boğucu, keskin bir kokusu vardı. Castaneda
kalkıp doğruldu ve yürümeye başladı, ama yaşadığı duyguya göre bacakları
"kauçuktandı ve uzun, son derece uzundu."
Aşağıya
baktım ve altımda oturan Don Juani gördüm; bir hayli altımdaydı. Moment
(devimdik) beni bir adım daha ileriye götürdü, ve bu adım öncekinden daha esnek
ve uzundu. Ve oradan ben yükseklere çıktım. Bir kez aşağıya indiğimi
anımsıyorum; sonra her iki ayağımla kendimi yukarıya doğru ittim, geriye
sıçradım ve artık sırtüstü kayıp gidiyordum. Üzerimde karanlık gökyüzünü
gördüm, bulutlar yanımdan geçiyorlardı. Aşağılan görebilmek için birden vücudumu sarstım. Karanlık küme halindeki dağları gürdüm.
Hızım olağanüstüydü.
Başını döndürerek manevra yapmayı
öğrendikten sonra, Caştaneda "daha önce hiç bilmediği bir özgürlüğü ve
hızı yaşadı." Sonunda aşağı inmek zorunda olduğunu anladı. Vakit sabahtı
ve çıplak haldeydi ve yola çıktığı yerden sekizyüz metre uzaktaydı. Don Juan
onun deneye deneye daha iyi bir uçucu olacağı konusunda ona güvence veriyordu:
"Dilediğiniz
herhangi bir yerde neler olup bittiğini görmek ya da uzaklardaki düşmanlarınıza
öldürücü bir darbe indirmek için havalara yüzlerce kilometre
yükselebilirsin."
Caştaneda hocasına sordu, "Ben
gerçekten uçtum mu, Don Juan?" ve şaman yanıtladı, "Bunu bana sen
söyledin. Öyle değil mi?"
"O
halde ben gerçekten uçmuş değilim, Don Juan. Ben yalnızca imgelerimde,
düşüncelerimde uçtum. Vücudum neredeydi?"
Don Juan soruyu şöyle yanıtladı:
"Sen
bir insanın uçtuğuna inanmıyorsun; oysa bir brujo (büyücü adam) neler
olup bittiğini görmek için bir saniyede bin mil gidebilir. Çok uzaklardaki
düşmanlarına darbe indirebilir. P-'ki o uçuyor mu yoksa uçmuyor mu ?"
Bu ses tanıdık değil mi? Öyle olmalı. Don
Juan ve Castaneda burada Canon Episcopi'nin Institutor’un ve Sprenger'in
Cadıların Çekici adlı yapıtının kendilerine özgü becerilerini değilse
neyi tartışıyorlar? Büyücü kadın yalnızca düşüncesinde mi uçar yoksa vücuduyla
da uçar mı? Sonunda Caştaneda eğer kendisini kalın bir zincirle bir kayaya
bağlarsa acaba ne olur diye Don Juan'a sorar: Yanıtı, "Korkarım kalın zincirli
kayayı alıp birlikte uçarsın."
Profesör Harner'den öğrendiğimize göre,
AvrupalI büyücü kadınlar deri içine geçen alkaloid atropin içeren merhemleri ve
yağları kendi vücutlarına sürdükten sonra uçarlardı. Gene Profesör Harner bize
şunu bildirir: Atropin bitkilerin Tatula cinsindeki etken bir bileşendir, bu
Yeni Dünya'da tatula, alıç, Cebrail'in borusu, delielma, ve şeytanotu olarak
bilinir sonuncu bileşenin kökü Castaneda'yı havalarda uçuran türdendir. Gerçekte,
Harner'in kehanetine göre Castaneda vücuduna şeytanın esrar otunu sürmeden önce
bir büyücü gibi uçacaktır:
"Yıllar önce ben,
anlatıldığına göre "imgeler görmek için" midesinin üzerine Datura
merhemi süren Kuzey Meksikalı Yaqui Kızılderilileri tarafından anılan merhemin
kullanılmasına yapılan bir göndermeyle karşılaştım. Ben buna meslektaşım ve
arkadaşım Carlos Castaneda'nın dikkatini çektim. Kendisi Bir Yaqui şamanının
buyruğu altında araştırma yapıyordu. Ona Yaqui'nin uçmak amacıyla merhemi
kullanıp kullanmadığını ve etkilerinin ne olduğunu sordum."
O halde şamanm üstün bilinci artık
Engizisyonun tehdidi altında bulunmayan bir dünyada kendilerine iyi gözle
bakılan büyücülerin bilincidir. Daha önceleri kendini beğenmiş nesnel
"Batılı insanlar"ca bilinmeyen "ayrı gerçeklik" Batı uygarlığının
o denli bir parçasıdır ki daha üç yüz yıl önce "nesnelleştiriciler"
büyücü kadınların uçabildiklerini reddetmeleri yüzünden direğe bağlanıp
yakılmışlardır.
Birinci bölümde, "nesnel
bilinç"in yayılması kaçınılmaz olarak "moral duyarlılık"m
yitimiyle sonuçlanır yolundaki savdan söz ettim. Karşı kültür ve III. Bilinç
kendilerini duyarlılığın, acımanın, aşkın, ve insan ilişkilerindeki karşılıklı
güvenin yeniden kurulmasıyla ilgili insanlaştırıcı eğilimler olarak görürler.
Ben bu moral tutumla büyücülüğe ve şamanlığa gösterilen ilgiyi bağdaştırmakta
güçlük çekiyorum. Örneğin, Don Juan, ancak ahlakdışı olarak nitelenebilir. O
"evren'in gizli güçleri arasında dolaşmayı" bilmiş olabilir, ama o
geleneksel Batı ahlakı anlamında iyi ile kötü arasındaki farklılıktan rahatsız
olmaz. Onun öğretileri, gerçekten, "moral duyarlılık"tan yoksundur.
Castaneda'nın ikinci kitabındaki bir olay
şamanın üstün bilincinin anlaşılmaz ahlak yapısını ötekilerin hepsinden daha
iyi özetler. Castaneda, The Teachings of Don Jtıan (Don Jııan'ın Öğretileri)
ile ün ve servet sağladıktan sonra, bu kitabını vermek üzere akıl hocasını
aramağa koyuldu. Don Juan'ın ortaya çıkmasını beklerken, Castaneda bulunduğu
oteldeki masalarda bırakılmış artıkları yiyerek yaşayan bir grup haşarı erkek çocuğu
inceledi. Çocukların "akbabalar gibi" her yana atıldıklarını
gözledikten sonra Castaneda "gerçekten karamsar" hale geldi. Don
Juan bunu duyunca şaşırdı. Öğrenmek istedi "Onlar için gerçekten üzülüyor
musun?" Castaneda "evet" diye vurguladı ve Don Juan ona sordu,
"Neden?"
"Çünkü
türdeşlerimin mutluluğuyla ilgilenirim. Onlar çocuk ve dünyaları çirkin ve
bayağı."
Castaneda kendisinin masada bıraktığı
yemek artıklarını yemelerinden dolayı çocuklar için üzüldüğünü söylemiyor. Anlaşılan
onun canını sıkan şey onların yaşamlarının "çirkin ve bayağı"
olmasıdır. Açlık ve yoksulluktan kötü düşünceler, ya da kötü düşler doğar. Don
Juan beklenen işareti almca, çömezinin bu gibi çocukların zihnen
olgulaşamayacaklarını ve "bilgi adamları" olamayacaklarını varsaymasından
dolayı onu eleştirmiştir:
"Sanır
mısınız ki sizin çok zengin dünyanız bir bilgi adamı olmanız için size bir gün
yardım edecektir?"
Castaneda başarılı bir büyücü olmakta
servetinin kendisine yardımcı olmadığını kabul etmek zorunda kalınca, Don Juan
onun açığını yakalar:
"O halde o çocuklar için nasıl olur da
üzülebilirsin?... Onlardan herhangi biri bilgi adamı olabilir. Benim bildiğim
bütün bilgi adamları sizin yemek artıklarını yediklerini ve masaları
yaladıklarını gördüğünüz çocuklar gibiydiler."
Karşı kültürün üyelerinin bir çoğuna göre,
bilimsel dünya görüşünün ahlak yönünden en yozlaşmış ürünü teknotrattır bu
kendisini uzmanlık bilgisine adamış, ama onu kimin ve hangi amaçla kullandığı
konusuna kayıtsız kalmış olan acımasız, gizemli teknisyendir. İşte Don Juan tam
anlamıyla böyle bir teknisyendir. Onun Castaneda'ya aktardığı bilgide ahlaksal
bir ağırlık yoktur. Castaneda'nın bir "bilgi adamı" olmaktaki başlıca
kaygısı kendisini sürekli bir yörüngeye fırlatacak bir şeyi almaktan kaçınmasıdır.
Don Juan'm olağanüstü güçlerinin nasıl uygulanacakları hakkındaki bütün
ahlaksal kaygılarına karşın, Castaneda bir B-52 uçağını nasıl kullanacağını da
pekala öğrenmiş olabilirdi. Onun Don Juan'la olan ilişkisi ahlakça çorak bir
alanda, Castaneda ve hocası "düğmeler"e basacak yerde onları yeseler
bile, teknolojinin en yüksek iyilik olduğu bir alanda daha iyi anlaşılır.
Ben moral yargıların temelini yıkmaksızın nesnel bilgiyi
yıkmanın gerçekten de olanaksız bulunduğu görüşündeyim. Eğer makul bir kesinlikle
kimin neyi, ne zaman, nerede yaptığını bilemiyorsak, kendimiz hakkında moral
bir hesap çıkarmayı kolay kolay umut edemeyiz. Caniyle kurbanı, varsılla
yoksulu, sömürenle sömürüleni birbirlerinden ayırt edemeyince, ya ahlak
yargılarının toptan kaldırılmasını savunmalıyız, ya da engizisyoncunun konumunu
benimseyerek insanları birbirlerinin düşlerinde yaptıkları eylemlerden dolayı
sorumlu tutmalıyız.
Time dergisi muhabirlerinin Carlos Castaneda hakkmda
bir öykü yazmağa çalışırlarken ortaya koydukları gibi, III. Bilinç grubu en
yalın insansal olayların üzerini aşılmaz bir sisle örtebilir. Kendi inanç
özgürlüğüne sığınarak, Castaneda kendi yaşam öyküsünün geniş bölümlerini ya
uydurmuş, ya düşlemiş, ya da sanrılamıştır:
Brezilya'da
değil, Peru'da doğdu.
Doğum
tarihi 1935 değil, 1925.
Annesi
o 24 yaşındayken değil, 6 yaşındayken öldü.
Babası
bir yazın profesörü değil, bir kuyumcudur .
Milano'da
değil, Lima'da resim ve heykel öğrenimi gördü.
"Benden yaşamımın doğruluğunu size istatistikler vererek
ispatlamamı istemek", der Castaneda, "büyücülüğü geçerli kılmak için
bilimi kullanmağa benzer. Bilim dünyayı büyüden yoksun bırakır."
Castaneda'ya göre, Don Juan aynı durumdadır. Dünyanın en ünlü
şamanı kendi çırağı tarafından bile olsa, fotoğrafının çekilmesini, sesinin
banda alınmasını, ya da kendisine soru sorulmasını istemez. Castaneda'nın dışında
hiç kimse Don Juan'm kim olduğunu bilmez. Caştaneda açıkça kabul eder:
"Ah, ben bir yalancıyım! Ah, yalan savurmayı ne kadar da severim";
en azından Peru'lu bir dostu onu bir "büyük yalancı" olarak anımsar.
Don Juan diye biri varolmayabilir. Ya da
belki de Castaneda bir Yaqui büyücüsüyle "fiziksel olarak" değil
kendi "düşüncesinde" karşılaşmıştır. Engizisyonun uzmanlık yetkesine
göre, Don Juan'ın öğretilerinin günümüzde bile kesinlikle gerçek anlatımlar
olduğu sonucuna varılabilir. Ya da„ Caştaneda belki de gezilerini kimi zaman
"imgeleminde" kimi zaman da kendi "vücuduyla" yapmıştır.
Bunlar çok ilginç düşünceler olmakla birlikte, bir insanm ahlaksal
duyarlıklarına ancak düşsel bir katkıda bulunabilirler.
Karşı kültür bireysel ahlaklılığı sözde
korumanın çok ötelerine uzanan savlar ileri sürüyor. Onun avukatları üstün
bilincin dünyayı daha dost ve daha yaşanılabilir bir yer haline getirebileceğini
vurguluyorlar; onlar servetin dağılımını, kaynakların yeniden ele alınmasını,
insansal olmayan bürokrasilerin ortadan kaldırılmasını, ve çağcıl teknokratik
toplumların insanı insanlıktan çıkaran öteki yönlerini siyasal alanda
düzeltmeyi sağlamanın gerçek yolunu nesnellikten kaçmakta buluyorlar. Güya bu
kötülükler bizim statü ve çalışma hakkındaki yanlış düşüncelerimizden ileri
gelmektedir. Eğer gösteriş yapma çabasını bırakırsak, ve eğer çalışmanın kendi
başına iyi bir şey olduğuna inanmayı bırakırsak, devrimci dönüşüm hiç kimsenin
zarar görmesine gerek kalmaksızın meydana gelecektir. Periler ülkesinde olduğu
gibi, "hazır olduğumuz anda yeni bir seçim yapabiliriz." Kapitalizm,
tüzel devlet, bilim çağı, Protestan ahlakı bütün bunlar bilinç tiplerini
temsil ederler, ve bunlar yeni bir bilincin seçilmesiyle değiştirilebilirler.
"Yapmak zorunda olduğumuz tek şey gözlerimizi kapamak ve herkesin bir
III. Bilinç haline geldiğini imgelemektir: tüzel devlet yok oluyor... Tüzel
devletin iktidarı bir öpüşün büyücünün kötü büyüsünü bozması kadar tansıksal
biçimde sona erecektir."
Şimdiye değin pratik ve dünyasal
baskıların uzağında kaliniş olan bilinç, gerçekte, politika değil de
büyücülüktür. İnsanlar ne zaman isterlerse kendi bilinçlerini
değiştirebilirler. Ama genellikle bunu istemezler. Bilinç kılgısal ve dünyasal
koşullara uyarlanmıştır. Bu koşulların varlığı ya da yokluğu bir şamanın yüz
ayaklı sinekleri göstermesi ve yoketmesi biçiminde imgelenemez. Benim daha önce
potlaçla ilgili bölümde gösterdiğim gibi, prestij sistemleri dış uzaydan alman
titreşimlerle yaratılmazlar. İnsanlar rekabetçi tüketicilik bilincini
öğrenirler çünkü etkileri alabildiğine büyük siyasal ve ekonomik güçlerin
baskısı altında bunu öğrenmek zorundadırlar. Bu güçler ancak bilincin özdeksel
koşullarını değiştirerek bilinci değiştirmeyi amaçlayan pratik etkinliklerle
tadil edilebilirler.
Karşı kültürün bilinç yoluyla devrim müjdesi ne yenidir ne de
devrimci. Hıristiyanlık ikibin yıldır bilinç yoluyla bir devrim yapmağa
çalışmaktadır. Hıristiyan bilincinin dünyayı değiştirebilir olduğunu kim
yadsır? Ne var ki Hıristiyan bilincini değiştiren dünyanın kendisidir. Eğer
herkes barışçıl, seven, rekabetçi olmayan bir yaşam biçimini kabul etseydi,
karşı kültürden daha iyi bir şeye sahip olabilirdik Tanrı'nın Krallığı'na sahip
olabilirdik. -
III. Bilinç'in imgesinde algılanan politika bedende değil,
düşüncede oluşur. Politikanın bu biçiminin servete ve iktidara zaten sahip
olanlar için uygun oluşunun nedeni çok açıktır. Felsefece yoksulluğun, ne de
olsa, bir ruh hali olduğunu dile getirmek yoksul olmayanlar için her zaman bir
rahatlama kaynağı olmaktadır. Bu konuda, karşı kültürün yaptığı bütün iş
yalnızca Hıristiyan kuramcıların geleneksel olarak dünya malını
aşağılamalarını biraz değişik bir biçimde ileri sürmesidir. Hiç bir şeyin
zorlamayla yapılmayacağı güvencesi de gelenekseldir ve tutucu politikanın ana
akımı içinde yer alır. III. Bilinç tüzel devleti "şiddet kullanmadan,
siyasal iktidarı ele geçirmeden, varolan herhangi bir halk grubunu
yıkmadan" yokedecektir. Karşı kültür sermaye kazançlarına ya da yıpranma
yardımlarına değil, zihinlere saldırmağa yeminlidir.
Tanıma göre, karşı kültür orta sınıfın üniversite eğitimli
yabancılaşmış gençlerinin yaşam biçimidir. "Proleter devriminin küllerini
korumayı sürdürenler" ve "militan siyah gençler" özellikle
onların dışında kalırlar. Karşı kültürün toplumu "bir insanın evi ©larak
sayabileceği bir şeye" dönüştüreceği umudu onun bir orta sınıf hareketi
olması gerçeğine dayanır. Onu bu kadar önemli yapan şey "bilimi ve
teknolojik değerleri kesin olarak dışlamanın toplumumuzun küçük gruplarına
değil de merkez kesimine (orta sınıfa) böylesine sevimli görünme .idir. Bu
bilinç politikasını yürütenler orta sınıf gençleridirler."
Bir soyut bilinç politikasma büyücülük ya da
sihirin bir başka biçiminin adı değil de politika adı verilmeli mi sorusu bir
yana, kuşku yaratan iki başka noktaya dikkat etmek gerekir. Birincisi, karşı
kültür teknolojik değerleri bütünüyle reddetmez; İkincisi, belli bir bilim
türünün reddedilmesi olayı uygarlığımızın tam ortasında her zaman
görülmektedir.
Karşı kültür "nesnel" bilimsel
araştırmanın teknolojik ürünlerini kullanmaya karşı değildir. Telefonlar, FM
radyo istasyonları, elektronik müzik setleri, ucuz jet uçuşları, estrojen
doğum kontrol hapları, ve kimyasal sanrı yapıcılar ve antidotlar
III. Bilinç’in iyi yaşanması için gereklidirler.
Üstelik, yüksek sesli, yüksek kaliteli
müziğe bağımlılık yürütülen sanatlar tarihinde özel bir popüler dilin
teknolojiye en yüksek düzeyde bağımlı kalması sonucunu yaratmış bulunuyor. Bu
nedenle, en azından gizli olarak, karşı kültür fizik ve biyoloji bilimlerinde
uzmanların varlığını kabul ediyor ki bunların görevi de yaşam biçiminin
teknolojik altyapısını hazırlayıp sürdürmektir.
III. Bilinç’in perspektifinde bilimin en
çok nefret edilen biçimleri laboratuar bilimleri değil, ama laboratuar
standartlarını tarihin ve yaşam
biçimlerinin araştırılmasına uygulama yollarını arayan bilimlerdir. Karşı
kültür yaşam biçimlerinin ve tarihin bilimsel olarak incelenmesinden
vazgeçmenin anlatımıdır; sanki derinlere kök salmış bir modelden ayrılıştır.
Ama şu davranış bilimcileri ve sosyal bilimciler denenler arasında bile
bilginin geçerli olan biçimi karşı kültürün dediği bilgi değildir ve asla
öyle olıııtımışhr. Yaşam biçimleri bilimi bu kitabın önceki bölümlerinde
incelenmiş olan bilmecelerin bilimsel açıklaması olmadığı görüşünü vurgularken
insan nasıl olur da yaşam biçimleri biliminin yüksek bir dozuna tepki
gösterebilir? Yaşam biçimi olgularının incelenmesindeki geniş
"nesnelleştirme" karşı kültürdeki toplumsal düşlere ilişkin bir
söylenceden başka bir şey değildir. Yaşam biçimi olgularının açıklanmasıyla
ilgilenen profesyonellerin çoğunluğu arasında yaygın olan bilinç neredeyse
III. Bilinç'in aynıdır.
Eğer cadıların dönüşü fizik, kimya, ve biyoloji laboratuarlarının
nesnel kanıtları ve ussal çözümlemeyi hor gören insanlara yönelmesini
gerektirirse, bunda korkulacak bir şey yoktur, inanç özgürlüğünün laboratuarda
kullanılması üstün bilinçli deneycilerin kömürleşmiş kalıntıları yarattıkları
döküntülerle birlikte süpürülüp atılmcaya değin ancak geçici bir sıkıntı yaratır.
Ne yazık ki, yaşam biçimlerine uygulanan aydınlanma düşmanlığı kendi kendini
yok etmiyor. İnsanların toplumsal varlıklarının nedenlerini anlamalarma engel
olan öğretilerin toplumsal değeri büyüktür. Adaletsiz üretim ve değiş tokuş biçimlerinin
egemenliği altındaki bir toplumda, toplumsal sistemin doğasını gizleyen ve
çarpıtan yaşam biçimi incelemeleri karşı kültürün çok korktuğu mitolojik "nesnel"
incelemelerden çok daha yaygındır ve onlara gösterilen itibar daha yüksektir.
Yaşam biçimi araştırmalarına uygulanan aydmlanma düşmanlığında laboratuar
bilimlerinin mühendislik "uygulayım"ı yoktur. Düzenbazlar,
mistikler, ve lastikli sözlerle konuşanlar döküntüsüyle birlikte süpürülüp
atılmazlar; gerçekte, döküntü yoktur çünkü her şey her zaman olduğu gibi aynen
sürüp gitmektedir.
Önceki bölümlerde gösterdiğim gibi derin bir şaşkınlık içine
düşmüş olan bilinç kimi zaman bir anlaşmazlığı güçlü kitle hareketlerine doğru
yönlendirebilmektedir. Filistin'de, Avrupada, ve Melanezya'da birbiri ardından
gelen mesihçilik biçimlerinin servetin ve iktidarın daha adilce bölüşülmesini
amaçlayan büyük devrimci itici güçleri nasıl ilerlettiğini görmüş bulunuyoruz.
Ayrıca Rönesans Kilisesinin ve devletin komünist radikallerin akıllarını
başlarından alıp onları şaşırtmak için cadı çılgınlığını nasıl kulllandıklarını
da gördük.
Karşı kültür bunun neresine uygun düşüyor?
O tutucu bir güç mü yoksa radikal bir güç müdür? Kendi düşsel çalışmasında,
karşı kültür kendini kıyametten önceki bin yıllık barış ve kurtuluş dönüşümünün
geleneğine bağlı görüyor. Theodore Roszak der ki karşı kültürün başlıca amacı
"yeni bir gökyüzünü ve yeni bir yeryüzünü" ilan etmektir, ve onun
oluşum aşamasında, III. Bilinç aykırı düşünceli gençlerden oluşan kalabalıkları
rock konserlerinde ve savaş karşıtı protestolarda bir araya getirir. Ama
örgütsel gücünün doruk noktasmda bile, karşı kültür mesihçiliğin en önemli
ilkelerinden yoksundur. Karizmatik önderleri yoktur ve iyi düzenlenmiş bir
ahlak düzeni görüşünden de yoksundur. III. Bilinç'te, önderlik
Askeriendüstriyel kompleksin bir başka hilesidir, ve az önce belirttiğim gibi,
iyi düzenlenmiş bir ahlaksal amaçlar dizisi Don Juan gibi şamanların ahlak dışı
güreciliği ile bağdaştırılamaz.
Nesnellikten kaçış, ahlakdışı gürecilik,
ve düşüncenin tam ve saltık gücünün kabul edilmesi kurtarıcıyı değil büyücüyü
anlatır. III. Bilinç toplumsal işlevi aykırı düşünmenin enerjilerini dağıtıp
parçalamak olan bir yaşam biçimi düşsel yapısının bütün klasik belirtilerine
sahiptir. Bu "sen kendi şeyini yap"a verilen büyük önemden anlaşılmış
olmalıdır. Eğer herkes kendi şeyini yaparsa siz bir devrim yapamazsınız. Bir
devrim yapmak için, herkes aynı şeyi yapmalıdır.
O halde, büyücünün dönüşü mizahın yalnızca
gizemli bir parçası değildir. Büyücülüğün modern canlanışıyla ortaçağın son
döneminin deliliği arasında kesin benzerlikler vardır. Aralarında elbette bir
çok farklar bulunmaktadır. Modern büyücüye hayran olunurken eski büyücüden
korkulur. Karşı kültürde hiç kimse büyücülere inanmak ya da inanmamaktan dolayı
hiç bir kimseyi yakmayı istemez; Reich ve Roszak, Institor ve Sprenger
değildirler; ve karşı kültürün her hangi bir özel dogma topluluğuna iyi ki
bağlantısı yoktur. Ne var ki karşı kültür ile Engizisyon’un büyücünün uçuşu
konusunda aynı tutum içinde olmaları gerçeği aklımızdan çıkmıyor. Karşı
kültürün inanma özgürlüğü içinde, büyücüler bir kez daha en inanılır
kişilerdir. Bu inanç, bütün o şakacı masumluğuna karşın çağımızın eşitsizliklerinin
pekiştirilmesine ya da sürüp gitmesine kesin bir katkıda bulunuyor. Eğitim
görmüş milyonlarca genç şuna ciddi olarak inanıyorlar ki sanki bir "kötü
büyü" imiş gibi tüzel devleti öperek savma önerisi başka her hangi bir
siyasal bilinç biçiminden daha az etkili ya da daha az gerçekçi değildir.
Bizim aşırıya kaçan modern büyücü merakımız, ortaçağdaki önceli gibi aykırı
düşünme güçlerini körletip şaşkına çeviriyor. Karşı kültürün geriye kalan
ötekileri gibi, bu merak da ussal bir siyasal sorumluluk programının
geliştirilmesini geciktiriyor. Ve nüfusumuzun varlıklı kesimleri arasında onun
böylesine benimsenmesinin nedeni işte budur. Cadılar işte bu nedenle geri
dönmüş bulunmaktadır.
Sondeyiş
Eğer cadılar burada ise, kurtarıcı
uzaklarda olabilir mi?
Protestan Reformasyonunu önceleyen mesihçi
hareketleri yirminci yüzyılın din kaynaklı olmayan çalkantılarına bağlamak
için Norman Cohn tarafmdan The Pursuit of the Millenium (Bin Yıllık Mutluluk
Döneminin Peşinde) adlı kitabında bir durum değerlendirmesi yapılmaktadır.
Musevi-Hıristiyan mesihçiliğin özel söylence ve destanlarını küçümsemelerine
karşın, Lenin, Hitler, ve Mussolini gibi kişiliklerin yaşam biçimi bilinçlerini
meydana getiren kılgısal ve dünyasal koşullar Leyden’li John, Müntzer, ve hatta
eklemek isterim Manahem, Bar Koçva, ve Yali gibi dinsel kurtarıcıların ortaya
çıkmalarını hazırlayan koşullara benzemektedir. Laik, ateist askeri mesihler
"sınır tanımadan, sanki peygamberce bir inançla yapılmış olan sonsuz
barış ve mutluluk dönemi vaadini" kendi dinsel öncelleriyle
paylaşmaktadırlar. Musevi-Hıristiyan kurtarıcılar gibi, onlar da tarihi önceden
buyurulmuş bir sonuca doğru götürme misyonuyla şahsen görevli olduklarını
savlamaktadırlar. Hitler için bu Yahudilerin ve öteki yerleşik büyücü ve
şeytanların poliplerinden temizlenmiş Bin Yıllık Reich olacaktı; Lenin için bu
Komünist Kudüs olacaktı ki onun parolası ilk Hıristiyan komünün parolasıydı:
"Ve bütün inananlar bir aradaydılar ve her şeye ortaklaşa
sahiptiler." Ya da Troçki'nin dediği gibi: "Bırakın bütün dinsel
mezheplerin rahipleri öbür dünyadaki bir cenneti anlatsınlar biz diyoruz ki
bütün insanlar için gerçek bir cenneti biz bu dünyada yaratacağız."
Yabacılaşmış, güvensiz, marjinal, sadakaya muhtaç, şaşkına dönmüş, ve
büyülenmiş kitleler için laik mesih evrensel çapta bir kurtuluş ve doyum vaat
ediyor. Bu yalnızca insanın günlük yaşamını iyileştirmek için bir şans olmakla
kalmıyor, ama "şaşılacak derecede eşsiz bir önem taşıyan bir misyonun içine
bütünüyle girmeyi de içeriyor.
Askersel-mesihsel bilincin görkemli imgeleriyle Ölçülünce,
karşı kültür ister sağda, ister solda ya da merkezde yürütülsün, siyasal
savaşımın boşunalığının görece zararsız bir doğrulanması olarak görünmektedir.
Ama III. Bilinç'e karşı kayıtsızlık gösterilmesi ancak kısa vadede ve tarihin
nedensellik süreçlerini açıklayabilen iyi düzenlenmiş bir disiplinin yokluğu
halinde uygun bir yanıt oluşturur.
"Bilimsel dünya görüşünü yıkma"nın tasarlanması
tehlikeli değildir çünkü o uygarlığımızın teknolojik altyapısının her
parçasını gerçekten zaten tehdit etmektedir. Karşı kültürün coşkulu yandaşları
yüksek enerjinin taşınmasına, transistörlü elektronik bilimine, ve tekstil ve
besinin kitlesel üretimine bizler kadar bağımlıdırlar, üretim ve iletişimin
daha ilkel biçimlerine geri dönüş için gerekli olan istenç ve bilginin her
ikisinden de yoksundurlar. Herhalde, nükleer, sibernetik, ve biyofizik teknolojinin
daha fazla ilerlemesine katkıda bulunmayı başaramamış her hangi bir tarikat, sınıf,
ya da ulustan korkmak için bir neden yoktur. Bu tür grupların yirminci yüzyılın
öteki Taş Çağı topluluklarının acı yazgısını paylaşmaları kaçınılmaz olacaktır.
Onlar yaşamlarını sürdürebilirler, ama ancak tehlikeler içinde ve kendilerinden
çok çok daha güçlü komşularının hoşgörüsüne sığınarak kendilerine ayrılmış
arazi parçalarında, ya da turist çeken değerleri nedeniyle korumaya alınmış komünlerde,
yaşayabilirler. Teknolojinin daha ilkel aşamalarına dönmek ya da hatta sanayi
güçlerinin halen ulaştıkları yerde durmak önerisi bilim ve teknolojideki
Avrupa-Amerikan ve Japon tekelini kırarak yaşamlarını iyileştirmek için her gün
daha da kararlı davranan insanlığın çoğunluğuna ancak önerilerin en gülüncü ve
en aptalcası olarak görünebilir. Tek bir serseri cırcır böceğinin cıvıltısı
otomatik olarak işleyen bir yüksek fırının çalışmasını ne kadar etkilerse,
şarkı söyleyen bir milyon Reich ve Roszak yandaşının bilim ve teknolojinin
gelişip yayılmasını etkilemesi de aşağı yukarı o kadar olur. Karşı kültürün
tehlikesi başka alandadır.
III. Bilinç’in tinsel önderleri belki
teknolojinin ilerlemesini durduramaz ya da yavaşlatanrazlar; ama onlar o
teknolojinin eşitsizlikleri ve sömürüyü yoğunlaştırmak yerine azaltmak için
nasıl kullanılacağı, teröre ve yıkıma yol açmak yerine insancıl ve yapıcı
amaçlara hizmet yoluna nasıl sokulacağı konusunda halkın şaşkınlığını daha da
arttırabilirler. Büyücünün dönüşünde örneği yaşanan derin düzensizlik, ruhsal
karışıklık, ve ahlakdışılık kendileriyle birlikte uygarlığımızın tarihinden haberli
her hangi bir kişi için mesihin dönüşünün içerdiği çok yakın tehlikeyi
getirir. Aklın, açıklığın, ve nesnelliğin hor görülmesi üstün bilinç ve onun
sersemletici inanç özgürlüğü evrensel çapta bir kurtuluşu ve günahtan arınmayı
sağlamak için bir "son ve kesin savaş" uğruna yapılacak yeni bir
çağrıya direnmenin entellektüel araçlarını düzenli olarak bütün bir kuşağın
elinden zorla çekip alıyor.
Uyuşturucu etkisiyle uçuşlara çıkmalar ve
kendinden geçmeler sömürü ve yabancılaşmanın özdeksel temelini değiştiremez.
III. Bilinç kapitalizmin ya da emperyalizmin yapısında temel sayılan ya da
sonuç yaratan hiç bir şeyi değiştirmez. Bu nedenle, önümüzdeki sorun, 'kendin
yap’ türünde bir ütopya değil, ama askersel-mesihçiliğin yeni ve daha soysuz
bir biçimidir, ki bu telepatik mesajlarla generallerini evcilleştirmeğe çalışan
ve dünyanın gördüğü en büyük toplu servet yığışmasını yalın ayak dolanarak ve
homojenleştirilmemiş yer fıstığı ezmesi yiyerek insancıl! aştırabileceğini
sanan bir orta sınıfın maskaralıklarından doğmuştur.
Bu kitabın başlangıcında dediğim gibi,
inanç özgürlüğü adına uydurulan en zararlı yalan kendi yaşam biçimlerimizin
nedenleri hakkında yüksek dozlu bir "nesnellik''in tehdidi altında
bulunduğumuza ilişkin savdır. Yanomamo ve Maring gibi grupların yaşam biçimi
bilimsel nesnelliğin insanlığın ilk günahı olduğu yolundaki varsayımın ne
denli saçma olduğunu ortaya koymuştur. Yalnızca Avrupa'nın tarihinden bile
açıkça anlaşılmaktadır ki masum insanların sakat bırakılması, bağırsaklarının
deşilip vücudunun dört parçaya bölünmesi, işkence aletiyle organlarının
gerilmesi, asılması, boğulması, çarmıha gerilmesi, ve yakılması modern bilim
ve teknolojinin doğuşundan çok önceleri uygulanmıştır.
Sanayi toplumuna özgü haksızlık ve
yabancılaşmanın bir takım özel biçimleri açıkçası doğa ve davranış
bilimlerindeki ilerlemelerin ortaya koyduğu ürünlerdir. Ama çağdaş yaşamın
hastalık bilimlerinin hiçbiri yaşam biçimi olgularının nedenlerine ilişkin
bilimsel nesnellikte yüksek bir doz kullanmakla suçlanamaz. Irkçılığın temel
nedenlerine ilişkin bilimsel nesnellik etnik topluluklarımızı birbirlerinin
boğazına saldırtan, okul otobüslerini devirten, ve ayrıcalıksız aileler için
apartman daireleri yapılmasını engelleten bir güç değildir. Bilimsel nesnellik
erkek, kadın, ya da eşcinsel şovenliğinin nedeni değildir. Aya inmeleri ve
hastaneler ve evler üzerindeki füzeleri hoşgören dengesiz önceliklerin
üretilmesinin nedeni bilimsel nesnellikte yüksek bir doz kullanılması değildir.
Nüfus bunalımını yaratmış olan da yaşam biçimleri hakkmdaki bilimsel
nesnellikte yüksek bir doz kullanılması değildir. Tüketim hastalığının o sonsuz
kaşıntısıyla, gösterişçi tüketimle, gösterişçi israfla, birkaç yıl dayanıklı
üretimle, statü açlığıyla, televizyon çoraklığıyla, ve yarışmacı kapitalist
ekonomimizin gizemli sürükleyici güçleriyle bilimsel nesnelliğin ne ilgisi var?
Minerallerin, ormanların, ve toprakların yağmalanmasına, göklerde pislik depolarının
dolanmasına ve plajlarda katran topraklarının görülmesine inanç özgürlüğü
eksikliği mi yol açtı? Bütün bu olgularda rasyonel, makul, "nesnel",
ya da "bilimsel" olan neydi? Yaşam biçimlerine ilişkin nesnelliğin
yüksek bir dozu üç Başkanın da ussal bir neden gösteremediği ve ayrıca durduramadığı
bir savaşı nasıl açıklar?
İnsan pekala şuna da inanabilir ki 1932'de
Almanya'nın egemen yaşam biçimi nesnellik idi, Aryan'lann açık renkli sarışın
insanları bayağıca yüceltmeleri, Sami ırkından olanların, çingenelerin, ve
Slavların lanetlenmeleri, anayurta tapınma, ve Wagner şarkıları, kaz
adımlarıyla yürümeler ve der Führer'in önünde Sieg-Heiling
selamları, bütün bunlar Alman halkının "ussal olmayan yetenekleri"nin
ve duygularmm körelmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Aynı durum Stalinizm'de
Joe Amcaya tapınma, Lenin'in ölüsü önünde diz çökmeler, Kremlin entrikaları,
Sibirya'nın köle kampları, parti politikası dogmatizmi için de geçerlidir.
Kuşkusuz bizim Acayipaşk sıfır toplam
oyunu (Strangelove zero-sum-play) uzmanlarımız, insan yaşamını cesetleri
sayarak ve ölümü bilgisayara yükleyerek nesnelleştiren
süpernesnelleştiricilerimiz var. Ama bu tür teknologlarda ve onların siyasal
yandaşlarında görülen moral kusur onlarda yaşam biçimi farklılıklarının
nedenlerine ilişkin bilimsel nesnelliğin fazla olması değil, eksik olmasıdır.
Vietnam'ın yarattığı moral çöküntü pek öyle orada ne yaptığımıza ilişkin
yüksek dozlu bir nesnel bilinçten kaynaklanmadı. O çöküntü bilinci yalnızca yararlı
sayılan görevlerin ötesine, ulusal amaç ve politikalarımızın kılgısal ve genel
anlamına doğru yaymakta, gösterilen başarısızlıktır. Biz Vietnam'da savaşı
sürdürdük çünkü bizim bilincimiz yurtseverlik simgeleriyle, onur düşleriyle,
eğilmez gururumuzla, ve imparatorluk kuruntularımızla şaşkın hale getirildi.
Ruhsal bakımdan karşı kültürün insanları bizim ne olmamızı istiyorlarsa aynen
öyle olduk. Biz çekik gözlü şeytanların ve değersiz küçük sarı adamların tehdidi
altında bulunduğumuzu hayal ettik; Kendi olağanüstü görkemimizin kuruntularıyla
kendi kendimizi büyüledik. Kısacası, körkütük sarhoştuk.
Karmaşıklaşmış, ırkçı merkezli, usdışı, ve
öznel bilinç biçimlerine daha fazla göz yumulmasının her zaman karşı karşıya
bulunduğumuz şu olgulardan önemli ölçüde farklı bir sonuç doğurması için bir
neden görmüyorum: Büyücü cadılar ve mesihler. Bize gerekli olan daha gizemli
titreşimler, daha büyük uçuk tapınmalar, uyuşturucuyla daha soytarıca kafa bulmalar
değil. Ben yaşam biçimi olgularının nedenlerini daha iyi anlamanın getireceği o
bin yıllık saltanatla ilgili bir istemde bulunmuyorum. Ama normal bilincimizi
gizemin baskısından kurtarmağa çalışmak suretiyle bizim barış, ekonomik ve siyasal
adalet yolunda başarı şansınızı artıracağımızı kabul etmek için sağlam nedenler
vardır. Eğer lehimizdeki bu potansiyel değişme olasılığı hep böylesine zayıf
olursa, sanırım, o zaman bizim bilimsel nesnelliği yaşam biçimi bilmeceleri
alanına yerleştirme işine moral bir zorunluluk diye bakmamız gerekir. Bu hiç
denenmemiş olan tek çalışma yoludur.
Göndermeler ve Teşekkürler
ANA İNEK
Marvin Harris, baş., "The Cultural
Ecology of India's Sacred Cattle" (Hindistan'ın Kutsal Sığırlarının
Kültürel Ekolojisi). Current Anthropology 7 (1966), 51-60. s. • Ford
Foundation, Report on India's Food Problem and Steps to Meet It
(Hindistan'ın Besin Sorununa ve Onu Çözecek Önlemlere İlişkin Rapor). Yeni
Delhi: Government of India, Ministry of Food and Agriculture (1955). • Mohandas
K. Gandhi, How to Serve the Cow (İneğe Nasıl Hizmet Etmeli): Ahmedabad.
Navajian Publishing House (1954). • Alan Heston, baş., "An Approach to the
Sacred Cow of India" (Hindistan'ın Kutsal İneğine Bir Yaklaşım). Current
Anthropology 12 (1971) 191-209. s. • K.N. Raj, "Investment in
Livestock in Agrarian Economies: An Analysis of Some Issues Conceming 'Sacred
Cows' and 'Surplus Cattle' " (Tarım Ekonomilerinde Çiftlik Hayvanlarına
Yapılan Yatırım: 'Kutsal İnekler'e 'Sığır Fazlası'na İlişkin Bazı Sorunların
Bir Çözümlenmesi). Indian Economic Review 4 (1969), 1-33. s. • V.M.
Dankedar, "Cow Dung Models" (İnek Gübresi Modelleri). Economic and
Political Weekly (Bombay), 2 Ağustos 1969, 1267-1271. s. • C.H. Hanumantha
Rao, "India's 'Surplus' Cattle" (Hindistan'ın Sığır 'Fazlası'). Economic
and Political Weekly 5 (3 Ekim 1970) 1649-1651. s. • K.N. Raj,
"India's Sacred Cattle: Theories and Emprical Findings."
(Hindistan'ın Kutsal Sığırları: Kuramlar ve Ampirik Sonuçlar). Economic and
Political Weekly 6 (27 Mart 1971), 717-722. s. • Stewart Odend'hal,
"Gross Energetic Efficiency of India Cattle in Their Environement"
(Hindistan Sığırlarının Kendi Ortamlarındaki Toplam Enerji Verimi). Journal
ofHuman Ecology 1 (1972), 127. s.
DOMUZ SEVENLER VE DOMUZDAN TİKSİNENLER
The jemish Encydopedia (Yahudi
Ansiklopedisi) (1962). • James Frazer, The Golden Bough (Altın Dal).
New York: Criterian Books (1959). • Mary Douglas, Purity and Danger: An
Analysis of Concepts of Pollution and Taboo (Arılık ve Tehlike: Kirlenme ve
Tabu Kavramları Hakkında Bir Çözümleme). New York: Praeger (1966). •
Frederic Zeuner, A History of Domesticated Animals (Evcilleştirilmiş Hayvanların
Tarihi). New York: Harper and Row (1963). • E.S. Higgs, M.R. Jarman,
"The Origin of Agriculture,” (Tarımın Kökeni), Explorations in
Antropology (Antropoloji Araştırmaları), yay. haz. Mortan Fried. New York:
Thomas Y. Crowell (1973), 188-200. s. • R. Protsch, R. Berger, "The
Earliest Radiocarbon Dates for Domesticated Animals" (Evcilleştirilmiş
Hayvanlara İlişkin İlk Radyokarbon Tarihlemeleri). Science 179 (1973),
235239. s. • Charles Wayland Towne, Pigs, From Cave to Corn Belt (Mağaradan
Mısır Tarlalarına Domuzlar). Norman: University of Oklahoma Press (1950). •
The Climatic Physiology ofthe Pig (Domuzun İklimsel Fizyolojisi).
Londra: Edward Arnold (1968). • The Domestication and Exploitation of Plants
and Animal (Bitki ve Hayvanların Evcilleştirilmesi ve Kullanılması), yay.
haz. P.J. Ucko, G.W. Dimleby, Chicago: Aidine (1969). • Louise Sweet,
"Camel Pastoralism in North Arabia and the Minimal Camping Unit"
(Kuzey Arabistan'da Deve Pastoralizmi ve En Küçük Konaklama Birimi), Environment
and Cultural Behavior (Çevre ve Kültürel Davranış) yay. haz. Andrew Vayda.
Garden City, N.J.: Natural History Press (1969), 157-180. s. • Roy A.
Rappaport, Pigs for the Ancestors: Ritual in the Ecology of a Nem Guinea
People (Atalar İçin Domuzlar: Yeni Gine Halkının Ekolojisinide Dinsel Tören).
New Haven: Yale University Press (1967) • Andrew P. Vayda, "Pig
Complex" (Domuz Kompleksi) Encyclopedia of Papua and Nem Guinea. •
Cherry Loman Vayda, özel yazışamalar. • Bu bölümdeki görüşlerin bazıları ilk
kez 1972 Ekim'inde ve 1973 Şubat'ında Natural History dergisinde
yayımlandı.
İLKEL SAVAŞ
Morton Fried, "On Human Agression"
(İnsanın Saldırganlığı Üzerine), Agression and Evolution (Saldırganlık ve
Evrim) yay. haz. Charlotte M. Otten. Lexington, Mass.: Xerox College Publishing
(1973), 355-362. s. • Andrew P. Vayda "Phases of War and Peace Among the
Marings of New Guinea" (Yeni Gine'nin Maring'leri Arasındaki Savaş ve
Barış Sürecinin Aşamaları). Oceania 42 (1971), 1-24. s.;
"Hypotheses About Function of War" (Savaşın İşlevi Üzerine
Varsayımlar) Nar: The Antropology of Armed Conflict and Agression (Savaş:
Silahlı Çatışma ve Saldırganlığın Antropolojisi) yay. haz. M. Fried, M.
Harris, R. Murphy. New York: Doubleday (1968), 85-91. s. • Frank B.
Livingstone, "The Effects of Warfare on the Biology of the Human
Species" (Savaşın İnsan Türünün Biyolojisi Üzerindeki Etkileri) a.g.y.
yay. haz. Fried, Harris, Murphy, 3-15. s. • Napoleon Chagnon, Yanomamo: The
Fierce People. (Yanomamo: Yabanıl İnsanlar) New York: Holt, Rinehart and Winston
(1968); "Yanomamo Social Organization and Warfare” (Yanomamo’nun Toplumsal
Örgütlenmesi ve Savaş), a.g.y. yay. haz. Fried, Harris, Murphy, 109-159, s. •
E. Richard Sorenson, baş., "Socio-Economic Change Among the Fore of New
Guinea" (Yeni Gine’nin Fore'lerinde SosyoEkolojik Değişme). Current
Anthropology 13 (1972), 349-384. s. • H.C. Brookfield, Paulo Brown, Strugglefor
Land (Toprak Savaşı). Melbourne: Oxford University Press (1963) • William
T. Di vale, "Systemic Population Control in the Middle and Upper
Paleolithic: Inferences Based on Contemporary Hunters and Gatherers."
(Orta ve Üst Paleolitik Dönemde Sistemli Nüfus Kontrolü: Çağımızın Avcı ve
Toplayıcılarına Dayalı Çıkarımlar). World Archaelogy 4 (1972), 222-243.
s., ve özel yazışmalar. • William Langer, "Checks on Population Growth:
1750-1850." (Nüfus Artışını Durdurma Önlemleri: 1750-1850). Scientific
American 226 (1972 Şubat), 94-99. s. • Population Groıoth:
Anthropological Implications (Nüfus Artışı: Antropolojik Sonuçları), yay.
haz. Brian Spooner. Cambridge: MIT Press (1972), özellikle 370. s. ve devamı.
• Bu bölümdeki bazı düşünceler ilk kez 1972 Mart'ında Natura! History
dergisinde yayımlandı.
YABANIL ERKEK
David Schneider, Kathleen Gough, Matrilineal
Kinship (Anaerkil Akrabalık). Berkeley: University of California Press
(1961). • Eleanor Burke Leacock, Introduction to Frederick Engels, The
Origin of the Family, Private Property and the State (Frederick Engelse
Giriş, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni). New York: International
Publishers (1972), 7-67. s. • Marvin Harris, Cıılture, Man and Natııre: An
Introduction to General Anthropology. (Kültür, İnsan ve Doğa: Genel.
Antropolojiye Giriş) New York: Thomas Y. Crowell (1971) • lan Hogbin, The
Island of Menstrııatıng Men (Adet gören Erkekler Adası). San Francisco:
Chandler (1970). • Napoleon A. Chagnon, Yanomamo: The Fierce People.
(Yanomamo: Yabanıl İnsanlar). New York: Holt, Rinehart and Winston (1968).
• Johannes Wilbert. Survivos of Eldorado (Eldorado'da Sağ Kalanlar. New
York: Preager (1972). • Ettore Biocca, Yanomamo: The Narrative of a White
Girl Kidnapped by Amazonian Indians. (Yanomamo: Amazon Yerlileri Tarafından
Kaçırılan Beyaz Bir Kızın Öyküsü). New York: Dutton (1970). • Judith
Shapiro, Sex Roles and Social Structure Among the Yanomamo Indians in North
Brazil. (Kuzey Brezilya’daki Yanomamo’larda Seks Rolleri ve Toplumsal Yapı).
Columbia Üniversitesi, doktora tezi (1971). • Betty J. Meggers, Amazonia:
Man and Cıılture in a Counterfeit Paradise (Amazonia: Düzmece Bir Cennete
İnsan ve Kültür). Chicago: Aidine (1971) • Jane Ross, Eric Ross,
yayımlanmamış incelemeler ve özel yazışmalar • Bu bölümdeki bazı görüşler ilk
kez 1972 Mayıs'ında Natural History dergisinde yayımlandı.
POTLAÇ
Thorstein Veblen, The Theory of the
Leisure Class (Varsıl Sınıfın Kuramı). New York: Modern Library (1934). •
Franz Boas, "The Social Organization of the Kwakiutl" (Kwakiutl'lerin
Toplumsal Örgütlenmesi), American Anthropologist 22 (1920), 111-126. s.
• Ruth Benedict, Patterns of Cıılture (Kültür Modelleri) New York:
Mentor (1946). • Douglas Oliver, A Solomon Island Society (Bir Solonıon
Adaları Toplumu). Cambridge: Harvard University Press (1955). • lan Hogbin,
Guadalcanal Society: The Kııoka Speakers (Bir Guadalcanal Adası Toplumu:
Kaoka Dilini Konuşanlar). New York: Holt, Rinehart, and Winston (1964);
"Social Advancement in Guadalcanal" (Gııadalcanal Adasında Toplumsal
İlerleme), Oceania 8 (1938). • Marshall Sahlins. "On the Sociology
of Primitive Exchange" (İlkel Değiş Tokuşun Sosyolojisi Üzerine), The
Relevance of Models for Social Anthropology (Sosyal Antropoloji İçin Modellerin
Uygunluğu), yay. haz. Michael Banton. Londra: Association of Social
Antropology Monographs 1 (1965), 139-236. s. • Andrev P. Vayda. "A
Re-Examination of Northwest Coast Economic Systems" (Kuzeybatı Kıyısının
Ekonomik Dizgelerinin Yeniden İncelenmesi) Transactions of the Nem York
Academy of Sciences, II. Dizi, 23 (1961), 618-624. s. • Stuart Piddocke,
"The Potlatch System of the Southern Kwakiutl: A New Perspective"
(Güney Kwakiutl'lerin Potlaç Dizgesi: Yeni Bir Perspektif), Environment and
Cultural Behavior (Çevre ve Kültürel Davranış), yay. haz. Andrew P. Vayda.
Garden City, N.J.: Natural History Press (1969), 130-156. s. • ’Ronald P.
Rohner and Evelyn C. Rohner, The Kwakiult: Indıans ofBritish Colombia
(Kmakıutl'ler: Britanya Kolombiyası Kızılderilileri.) New York: Holt,
Rinehart and Winston (1979) • Heleh Codere, Fighting mith Property: A Study
of Kmakiutl Potlatches and \Narfare. (Yoksullukla Savaşım: Kzvakiutl
Potlaçları ve Savaşı Hakkında Bir İnceleme). Monographs of the American
Etnplogical Society, 18 (1950). • Robert K. Dentan, The Semai: A Non-violent
People of Malaya (Semai'ler: Şiddete Karşı Bir Malaya Halkı). New York:
Holt, Rinehart and Winston (1968). • Richard Lee, "Eating Christmas in the
Kalahari" (Kalahari'de Noel yemeği). Natural History, 1969 Aralık,
14. s.s. • Marshail Sahlins, Tribesmen (Kabile Üyeleri). Englewood
Cliffs, NJ.: Prentice-Hall (1968). • David Damas, "Central Eskimo Systems
of Food Sharing" (Yiyecek Paylaşımında Merkezi Eskimo Dizgeleri.) Etnology
II (1972), 220-239. s. • Richard Lee, "Kung Bushman Subsistence: An
Input-Output Analysis" a.g.y. yay. haz. P. Vayda (1969), 47-79. s. •
Morton Frico. The Evolution of Political Society (Siyasal Toplumun Evrimi).
New York: Random House (1967).
HAYALET KARGO
Ronald Berndt, "Reaction to Contact in
the Eastern Highlands of New Guinea" (Yeni Gine'nin Yüksek Doğu
Yaylalarındaki Buluşmaya Tepki). Oceaııin 23 (1952), 190-228, 255-274.
s. • Peter Worsley, The Trunıpet Shall Soıınd: A Stııdy of "Cargo"
Cults in Melanesia (Trompet Çalacak: Malenezya'daki "Kargo” Çılgınlıkları
Üzerine Bir İnceleme). New York: Schocken Books (1968). • Pacific
Islands Monthly, 1970 Haziran-1972 Nisan. • Jean Guiart, "John Frum
Movement in Tana" (Tana'da John Frum Hareketi.) Oceania 22 (1971),
165-175. s. • "On a*Pasific Island, They Wait for the G.I. Who Became
God" (Bir Pasifik Adasmda, Bir Tanrı olan G.I.'yı Beklerler). The Nem
York Times, 12 Nisan 1970. • Palle Christiansen, The Malensian Cargo
Cıılt: Millenarianisnı as a Factor in Cultural Change (Malenezya'nın Kargo
Çılgınlığı: Kültürel Değişmede Bir Etken Olan Bin Yılık Mutluluk Dönemine İnanış).
Kopenhag: Akademish Forlag (1969). • Peter Lawrence, Road Belong Cargo
(Kargoya Elverişli Yol). Manchester: Manchester University Press (1964). •
Glyn Cochrane, Big Men and Cargo Cults (Büyük Adamlar ve Kargo
Çılgınlıkları). Oxford: Clarendon Press (1970). • Vittorio Lanternari, The
Religions of the Oppressed (Mazlumların Dinleri). New York: Knopf (1963). •
EJ. Hobsbawm, Primitive Rebels (Başkaldıran İlkeller). New York: W.W.
Norton (1965). • Politics in Nem Guinea. (Yeni Gine'de Politika), yay.
haz. Ronald M. Berndt, Peter Lawrence. Nedlands: Universty of Western Australia
Press (1971). • Millenial Dreanıs in Action (Bin Yıllık Düşler Eyleme
Dönüşmekte), yay. haz. Sylvia Thrupp. Lahey: Mouton and Co. (1962).
MESİHLER
Wilson D. Wallace, Messiahs: Their Role in
Civilization (Masihler: Uygarlıktaki Rolleri). Washington, D.C.: American
Council on Public Affairs (1943). • The Holy Bible: Scofield Reference
Bible. New York: Oxford University Press (1945) • Salo W. Baron, A
Social and Religious History of the Jews (Yahudilerin Toplumsal ve Dinsel
Tarihi), gözden geçirilmiş ve genişletilmiş ikinci bası, 14 cilt. New York:
Columbia University Press. • The Jemish Encyclopedia. • Flavious
Josephus, The Jemislı War (Yahudi Savaşı), çeviren G. A. WiIIiamson.
Baltimore: Penguin Books (1970); Jewish Antiqııities (Eski Yahudi
Uygarlıkları), çeviren H. St. John Thackeray. 6 cilt. Londra: Heinemann
(1926). • Morton Smith, "Zealots and Sicarii: Their Origins and
Relations." Harvard Theological Reviem 64 (1971), 1-19. s. •
William R. Farmer, Maccabes, Zealots and Josephus. New York: Columbia
University Press (1956). • Robert Grant, A Historical Introduction to the
Nem Testament (Yeni Ahit'e Tarihsel Bir Giriş). New York: Harper and Row
(1963). • Erich Fromm, The Dogma ofChrist and Other Essays (İsa Dogması ile
Öbür Denemeler). Garden City, N.J.: Anchor paperback (1966). • Mikhail
Rostovtsev, The Social and Economic History of the Roman Empire (Roma
İmparatorluğıı'nun Toplumsal ve Ekonomik Tarihi), 2 cilt. Oxford: Clarendon
Press (1957). • Michael E. Stone, "Judaism at the Time of Christ"
(İsa Zamanında Yahudilik). Scientific American, 1973 Ocak, 80. s.
BARIŞ PRENSİNİN GİZİ
Robert M. Grant, A Historical Introduction
to the Nem Testament. (Yeni Ahit'e Tarihsel Bir Giriş). New York: Harper
and Row (1963); Religion in Anicent History (Eski Çağ Tarihinde Din) New
York: Scribner (1969) • Rudolf Bultman, Primitive Christianity in its
Contemporary Setting (Çağının Ortamında İlk Hıristiyanlık) New York: World
Publishing Co. (1969) • Albert Schweitzer, The Quest of the Historical Jesus
(Tarihsel İsa'nın Araştırılması). New York: Macmillan (1964). • John M.
Allegro, The Treasure of the Copper Scroll. New York: Doubleday (1964) •
Utku Şarkısı şu kitaptan: George R. Edwards, Jesus and the Politics of
Violence (George R. Edmards’dan Utku Şarkısı, İsa ve Şiddet Politikası). New
York: Harper and Row (1972). • Oscar Culimann, State in the Nem Testament
(Yeni Ahit'te Devlet). New York: Harper and Row (1956); Jesus and the
Revolutionaries (İsa ve Devrimciler). New York: Harper and Row (1970). •
S.G.F. Brandon, Jesus and the Zealots: A Study of in Political Factor in
Pirimitive Christianity. New York: Scribner (1968); The Trial of Jesus
of Nazareth (Nasıra'lı İsa'nın Yargılanması). Londra: B. Batsford (1968). •
Samuel Sandmel, The First Christian Century in Judaism and Christianity.
(Yaluıdilikte ve l lıristiı/aıılıkta
Birinci HıristiyanYüzyılı). New York: Oxford University Press (1969). •
Robert Grant, Augustus to Constantiııe: The Thrııst of the Christian
Moverment iııto the Koman World. (Augustus'tan Konstantiııos'a: Hıristiyan
Hareketinin Roma Dünyasına Girişi). New York: Harper and Row (1970).
SÜPÜRGELER VE SABBATLAR
H.R. Trevor-Roper, The European Witch
Craze of the Sixteenth and Seveteenth Centuries and Other Essays (Avrupa'nın
Onaltıncı ve Onyedinci Yüzyıllarının Cadı Çılgınlığı ve Öteki Denemeler). New York:
Harper and Row (1969). • Henry C. Lea, Materials Toıvard a History of
Nitchcraft (Bir Büyücülük Tarihi İçin Kaynaklar), üç cilt. Philadelphia:
University of Pennsylvania Press (1939). • H.J. Wamer, The Albigensian
Heresy (Albigensian'ların Sapkınlığı). New York: Russell (1967). • Jeffrey
B. Russell, Witchcraft in the Middle Ages (Ortaçağda Büyücülük) Ithaca:
Cornell Press (1972). • H. Institor and J. Sprenger, Malleus Maleficarum,
çeviren Reverend Montague Summers. Londra: Pushkin Press. • Michael Hamer,
"The Role of Hallucinogenic Plants in European Witchcraft" (Avrupa
Büyücülüğünde Sanrı Yapan Bitkilerin Rolü), Halhıcinogens and Shamanism
(Sanrı Yapan Maddeler ve Şamanlık), yay. haz. Michael Hamer. New York:
Oxford University Press (1972), 127-150. s.; The Jivaro: People of the
Sacred at er falls. (Jivaro'lar: Kutsal Çağlayanlar Bölgesinin İnsanları).
New York: Doubleday (1972) • Peter Furst, Flesh of the Gods (Tanrıların
Bedeni) New York: Praeger (1972). • Julio C. Baroja, The World of the
Witches (Cadıların Dünyası). Chicago: University of Chicago Press (1964).
BÜYÜK CADI ÇILGINLIĞI
Norman Cohn, The Pıırsuit of the
Millennium. (Bin Yıllık Mutluluğun Peşinde). New York: Harper Torchbooks
(1961). • Gordon Leff, Heresy in the Later Middle Ages (Ortaçağın Sonlarında
Sapkınlık). 2 cilt. New York: Barners & Noble (1967). • George’H.
Williams, The Radical Reformation (Köktenci Reformasyon). 2 cilt. Philadelphia:
The Westminster Press. (1957). • John Moorman, A Historı/ of the Franciscan
Order (Fransisken Tarikatının Tarihi). Oxford: Clerandon Press (1968). •
Jeffrey B. Russel, Witchcraft in the Middle Ages (Ortaçağda Büyücülük).
Ithaca: Cornell University Press (1972). • H.C. Erik Midelfort, Witch
Hunting in Southwesterıı Germam/ (Güneybatı Almanya'da Cadı Avcılığı.
Stanford: Stanford University Press (1972).
BÜYÜCÜNÜN DÖNÜŞÜ
Fhilip K. Bock, Modern Cultural
Anthropology (Çağcıl Kültürel Antropoloji), ikinci bası. New York: Alfred
Knopf (1974). • Theodore Roszak, The Making of a Counter Culture:
Reflections on the Technocratic Society and its Youthful Opposition (Teknokrasi
Toplumu Üzerine Düşünceler ve Gençlerin Bu Topluma Karşı Çıkması). Garden
City: Anchor (1969). • Charles A. Reich, The Greening of America. New
York: Random House (1970). • Kenneth Keniston, Yoııng Radicals (Genç
Radikaller). New York: Harcourt Brace Jovanovich (1968). • Carlos
Castenada. The Teachings of Don Juan (Don Jııan’ın Öğretileri).
Berkeley: Universty of California Press (1968); A Separate Reality (Ayrı Bir
Gerçek) Simon and Schuster (1970); Journey to Ixtlan (Ixtlan’a Gezi).
Simon and Schuster (1972). • Paul Reisman, "The Collaboration of Two Men
and a Plant" (İki Adamla Bir Bitkinin İşbirliği). The New York Times,
22 Ekim 1972. • Michael Harner, "The Role of Hallucinogenic Plants in
European Witchcraft" (Avrupa Büyücülüğünde Sanrı Yapan Bitkilerin Rolü)
a.d.y. yay. haz. Michael Harner (1972). • "Don Juan and the Sorcerer's
Apprentice" (Don Juan ve Büyücünün Çırağı), Time Magazine, 5 Mart
1973, 36-45. s. • , ed., The Con III Controversy: The Critics Look at the
Greening of America, yay. haz. Philip Nobile. New York: Pocket Books
(1971). • Martin Schiff, "Neo-transcendentalism in the New Left
CounterCulture: A Vision of the Future Looking Back." Comparative
Stııdies in Society and History. 15 (1973), 130-142. s. • Roberta Ash, Social
Movements in America. (Amerika'da Toplumsal Hareketler). Chicago: Markham
(1972).
[1]Acre: 0.404 Dönüm (Hektar), (ç.n.)
[2]Iekvin (Yaratılış) Kitabı: Eski Ahit'in ilk
bölümü. Levililer: Eski Ahit'in üçüncü bölümü, (c.n.)
[3]Melanezya: Yeni Hebrid Yeni Kaledonya, Fiji
v.b. adalarından oluşan Batı Pas ifik adaları, (ç.n.)
[4] Çıkış Kitabı: Eski Ahit'in ikinci bölümü,
(ç.n.)
[5] Bir çeşit muz ağacı, (ç.n.)
[6]Kanada'nın batı kıyısında bulunan eyalet,
(ç.n.)
[7] Şimşek kuşu: Kuzey Amerika'nın Kızılderili
folklorunda şimşek, gökgürültüsü, ve yağmur ürettiğine inanılan büyük bir kuş.
(ç.n.)
[8] Buşman (Bushman, Bushmen): Güney Afrika
zenci ırkından olan kimse, (ç.n.)
[9] Yarı insan yarı keçi olan bir tanrı, (ç.n.)
[10] Talmud: Musevilerin yasa ve yorum kitabı,
(ç.n.)
[11] Kutsal kitaba göre bir mahşer günü savaşı,
(ç.n.)
[12] Hallovveen: 31 Ekim akşamı çocukların
düzenledikleri maskeli hortlak gecesi eylencesi. (ç.n.)
[13] Kutsal Mezar: Kudüs surları dışında İsa'nın gömülü
olduğu mağara, (ç.n.)
[14] Husçuluk: Yerleşik dinsel inançlara aykırı
düşüncelerinden dolayı diri diri yakılan Bohemyalı din reformcusu John Huss
(1373-1415) yandaşlığı, (ç.n.)
*
Midyancı: İbrahim'in
İsrail'i kötü yola sürüklemesiyle tanınan oğlu Midyan’m soyundan gelen, Eski
Ahit'de sözü edilen Kuzey Arabistan göçebe halkından biri, (ç.n.)
[16] Eski
Ahit'in Hâkimler Kitabı'nda İsrail'in kurtarıcı kahramanı olarak tanıtılan