DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Sultana sorulan ve onun da cevap verdiği birkaç özel durumla ilgili
sözlerin beyanındadır.
SORULAN SORULARA VERDİĞİ CEVAPLAR
Tasavvuf Nedir?
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’i, ölümünden sonra rüyada gördüler. Kendisine, “Tasavvuf nedir?” diye sordular. Dedi ki: “Kendine huzur kapısını kapayıp bela dizinin üstünde oturmaktır.”
Ebû Musa Hâdim’e Ârifler Sultanı Bayezid’in hallerinden sordular. Dedi ki: “Bir gün adamın biri şeyhin tekkesi kapısını çaldı. ‘Kimi arıyorsun?’ dediler, ‘Bayezid’i’ dedi. Şeyh, ‘Git! Evde Allah’tan başkası yoktur’ cevabını verdi.”
Bu sözün benzeri İmam Gazâlî’nin Maksadü’l-Aksâ’svnda yazılıdır. Şöyle ki Bâyezid-i Bistâmî dedi ki: “Bir yılanın post bırakması gibi bedenden yani öz nefsimin varlığından sıyrıldım. Dışarı çıkınca bir de baktım ki ben O’yum.”
Mısırlı kadınlar Yusuf’u görünce,
“Bu bir beşer değil...” (Yusuf 12/31) dediler ve o bir beşerdi.
“Bu ancak üstün bir melektir3’ (Yusuf 12/31) dediler ve o melek değildi. Yusuf’un cemaline gark oldukları için, böylesi bir oyalanma içerisine girdiler. Bir kimse şühûd ile mükâşefe ederse, yüce Allah o kimsenin öz nefsini ortadan kaldırır. Böylesi bir insandan böyle sözler gelmesi garip değildir.
Bir aziz Dicle kenarına gelerek, "Efendim! Ben susuzum, susuzluğum içmeden geçti” dedi. O adam, Allah’tan başkasını müşahede etmezdi. Müşahede esnasında ne Dicle’yi görürdü ne de Dicle’nin suyunu.
Derler ki: Biri Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in kapısını çaldı. Bâyezid-i Bistâmî, “Kimi arıyorsun?” dedi. Adam, “Bayezid’i arıyorum” dedi. Bâ- yezid-i Bistâmî, “Ara bakalım! Çünkü ben onu yirmi yıldır arıyorum ve bulamıyorum” dedi.
Ey derviş! Bil ki Ârifler Sultanı Bayezid böylesi bir sözle kaybettiği canını ezelî feyze tâlip kılmak istedi. Akıl, kullukta hayrandır, duygu bedende aciz, ruh büyüklük karşısında darmadağın, hayal bulunamayan karşısında perişan, can kıdemin dalgalı denizinde Hak’ta gark olmuş, bilinen gayb ise arifte gayb olmuş.
Bu Hale Ne Zaman Girdin?
Bâyezid-i Bistâmî’ye halinin başlangıcını sordular. Dedi ki: “Yüce Allah, öz nefsimi ekip işlememe inâyet etti. Türlü türlü ibadetler ektim.
O vakit bana gizli bir yol göründü. Nefsi, temizlendiğine kanaat getirinceye değin türlü arındırıcılarla yıkadım.
‘Andolsun ki... söz vermişizdir’ (Sâffât 37/171) ve,
‘Tarafımızdan kendilerine güzel âkıbet takdir edilmiş olanlara gelince (Enbiyâ21/101) âyet-i kerimeleri ve,
‘Muhakkak ki rahmetim gazabımı geçmiştir’ ezelî inayeti olmasa bu mümkün olmazdı.”
Ey aziz! Çiftçinin ekine su vermesi, bir miktar beklemesi gerektiğini bilmesindendir. Ekin olgunlaşınca su vermekten vazgeçer, çünkü olgunlaşmış ekine su vermek hatadır. Bir süpürge çalıp evimizin içinde tutmak asla olmaz. İster ilim ister akıl, ister ibadet ister günah, temiz olalım, ola ki muvahhid oluruz.
Yüce Allah’a andolsun ki eğer Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] doğudan batıya zerre kadar bir şeye alakası kalsaydı asla ona gökyüzünde yol vermezlerdi.
Beyit
Yaratılmışın tamamını “lâ İlahe” kılıcıyla parçala Böylece dünya ‘‘illallah” sultanıyla arınmış ola
Ömrün Ne Kadar?
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’e, “Senin ömrün ne kadardır?” diye sordular. “Üç yıl” dedi. “Nasıl olur?" dediler. Dedi ki: “Bir zaman lutuf rüzgârı sonsuzluk arıyor ve sonsuz yardım rüzgârları görünür oluyordu. Küçük bir köşk, örtünün bir kenarından az da olsa açılıyor ve yüz bin aşk ve yanışla küçük bir parıltı müyesser oluyordu. Başka bir zaman büyüklük perdesi, sırlar ve nurların yüzüne iniyordu. Bu yılda, bir sırdan perdeyi kaldırdılar.
Beyit
Hatırlamıyorum, olan olmuş
Hüsnüzan et, olanları da sorma
Dolayısıyla bundan önceki ömrüm sayılmazdı. Bu üç yıl ömrümden sayılabilir.”
Bu Makama Nasıl Ulaştın?
“Ey Sultanü’l-ârifîn Bayezid! Böylesi bir makama nasıl ulaştın?” diye sordular. “Dünya mallarını tamamen topladım ve sıdk mancınığına koyarak ümitsizlik denizine fırlattım. Varlığımı (bedenimi) aşkla kurtarıp dilediğime ulaştım” dedi.
Beyit
Yerini boş bırak, zira padişah ansızın gelir
Zira padişah otağına boşken gelir
Bu sözler gayb lutfu adasından gelen bir kimyadır. Ariflerin kalbine bir hediye olarak gönderdiler. Öyle bir ölçüdedir ki eğer bu kimyadan bir damlayı bin gaflet çuvalına dökersen tamamı kırmızı hidayet yakutu haline gelir.
Başka bir zaman, “Ey Bayezid! Bu makamı nasıl elde ettin?” diye sordular. “Hiçle” dedi. Yani Allah’tan başka her şeyi terkederek. Bu çıkarımın benzeri üçüncü babda geçmişti.
“Ey şeyh! Bu marifeti nasıl elde ettin?” diye sordular. “Aç bir karın ve çıplak bir bedenle” dedi.
“Ey Sultanü’l-ârifîn Bayezid! Bu marifeti ve Allah’ı tanıma devletini nasıl bir hasletle elde edebildin?” diye sordular. “Yüce Allah beni birçok hasletle süsledi. Onlardan biri budur ki yaratılmışın tamamını kendimden üstün gördüm, kendimi de aşağıda” cevabını verdi.
Şeyh şöyle demiştir: “İnsanlık görüşmenin bir gereğidir. Kim kendisini beğenirse mutsuz olur. Allah, sana nefsinin (benlik) lezzetini tattırmasın. Muhakkak ki nefis lezzetini tadarsan kendini asla kurtaramazsın.”
Allah’ın yardımını görünce “elhamdülillâh” deyip kendi amelini görünce de “estağfirullah” demek sâlik olmanın şartıdır. Zikirlerin en yücesi istiğfardır. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] buyurmuş ki:
“Kim istiğfara devam ederse Allah, ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir rahatlık verir ve ummadığı yerden ona rızık ihsan eder, ”
Diğeri de halka olan şefkatimin çokluğundan razı olmamdır. Öyle ki hepsinin cezası karşılığı olarak beni cehenneme götürüp yaksınlar.
Üçüncüsü, benim dileğim daima bir gönle mutluluk ulaştırmaktır.
Beyit
Mutlu kıl düşkünlen
Hatırla düşkünlük demlerini
Dördüncüsü, asla yarın için bir şey koymamamdır. Bir adam Hâtim-i Esamm’a, “Sen nereden yiyorsun?” dedi. O da,
“...Oysa göklerin ve yerin hâzineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar” (Münâfîkûn 63/7) âyetini okudu.
Bir adam Şiblî’nin yanına geldi ve çoluk çocuğundan bir hayli şikâyet etti. Şiblî dedi ki: “Evine dön ve kimin rızkı Allah’a ait değilse onu kendinden uzaklaştır.”
Beşincisi, yüce Allah’ın halka rahmet etmesini kendime rahmet etmesinden çok daha fazla dilememdir. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem],
“Kim insanlara merhamet etmezse, Allah da ona merhamet etmez” buyuruyor.
Altıncısı, kim benim yanıma varsa, ilk önce benden selâm işitirdi. Resulallah [sallallahu aleyhi vesellem],
“Şüphesiz insanlardan Allah’ın rahmetine en layık olanı ilk önce selâm verendir”'35 buyuruyor.
Yedincisi, kıyamet günü bana şefaat makamını bağışlarsa ilk önce düşmanlara, sonra dostlara şefaat etmemdir.
Mısra
İyi kimseden asla kötülük gelmez.
“Kendimi Teşbih Ederim” Ne Demek?
“Ey şeyh! ‘Kendimi teşbih ederim. Şanım ne yücedir’ demen ne anlama geliyor?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “O, teşbih edici kulunun diliyle kendisini teşbih eder. Yoksa size ne gerek vardı. Yani senin dilin sana aittir, ama söz O’nundur. Biz konuşturulanız, konuşan değil.”
Hallâc-ı Mansûr şöyle demiştir:
“Allah’ın mazur gördüğü kimse için ayıp yoktur.” Hallâc-ı Mansûr zindana koyduklarında “Ben Hakk’ım” demişti. Ebü’l-Abbas Atâ ve bir şeyhler topluluğu ona, “Böyle bir söz söyledin mi?” diye haber gönderdiler. Hallâc, “Bizim dilimize gelenden dolayı Allah’tan özür dilemeliyiz. Bu sözün özrü mazur olarak söyleyene ait değil, bilerek söyleyene aittir” dedi.
Ey derviş! Âdet şudur ki ok atıcı kimseyi bir meydana, bir hedefi meydanın bir başına, başka bir hedefi de diğer tarafına koyarlar. Hedef iki olur ve ok atıcı tek.
“O ilktir, sondur...” (Hadîd 57/3) âyeti bunun şahididir. Bundan daha açık olan şudur ki Hz. Peygamber’e [sallallahu aleyhi vesellem],
attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfâi 8/17) buyuruyor. O’nun kendi kendine yaptığı bir alışveriştir, O’nun celâli cemaliyle aşk içindedir, senden istediği seyretmendir. Sana hükmetmesi bir iş değildir. O’nun celâli cemaline, cemali celâline yakışır.
Hüccetü’l-İslâm Gazâlî, Maksadü’l-Aksâ kitabında şöyle demiştir: “Bayezid’in söylediği bu söz onun dilinden, Allah’tan hikâye şekli ile gelmiştir. Yine onun, ‘Benden başka ilâh yoktur, bana ibadet edin’ dediğini duyarsan, bu da aynı şekilde o sözü Allah’tan hikâye etmiş olmasına hamledilir. Ya da ‘sarhoşluk halindeydi’ denebilir. Ya da ‘vecd (aşk) ve hal makamı kendisine galebe çalmıştır’ denebilir.” Yani bu söz Bâyezid-i Bistâmî’nin diline yüce Allah’tan hikâye yoluyla gelmiştir. Aynı şekilde Bayezid hazretleri, “Benden başka ilâh yoktur, bana ibadet edin” sözü işitilseydi elbette o ibare Allah’ın kelâmından bir hikâyeye yüklenirdi. Yahut kendinden geçmişlik (mestlik) ve vecd halinin galebesi sırasında meydana gelmiş olması da câizdir. Zira ona şuur ve seçme hakkı bırakmaksızın söyletilmiştir.
Bu Hali Nasıl Elde Ettin?
Bir gün Bâyezid-i Bistâmî’yi havada otururken gördüler. “Bu makama nasıl ulaştın?” diye sordular. Dedi ki: “Hevesi bıraktım, havayı hizmetime aldım. Havayı benim egemenliğime verdiler ve onu bana hizmetçi kıldılar.” Yüce Allah, Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] gibi bir elçiyi ve Ebû Bekir-i Sıddîk [radıyallahu anh] gibi bir veliyi bir örümcekle düşmandan koruduğuna göre Bayezid hazretlerini de havada düşmekten korursa buna şaşılır mı? Âlemde sinekten daha açgözlüsü ve daha gururlusu yoktur, örümcekten daha kanaatkârı yoktur. Yüce Allah, akıl sahipleri ibret alsın diye, sineğin açgözlülüğü sebebiyle örümceğe av olmasını hükmetmiştir.
Beyit
Muhakkak ki Allah’ın takdiri yardım ederse
Aciz olanı güçlü olana yetiştirir.
Bir şahsın şeyhe şöyle sorduğu nakledilir: “Ey Bayezid! Seni büyük dindarlardan sayıyorlar, yemez uyumaz zannediyorlar. Biz senin çokça ibadet ettiğini görmüyoruz.” Şeyh öfkelenerek dedi ki: “Ey miskin! İnsanın yakınlığı (kurb) Allah’ın lutfuyladır, hizmet sebebiyle değil. Uzaklığı ise O’nun hakir görmesiyledir, gaflet ve günah işlemek sebebiyle değil.” Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem],
“Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır” buyuruyor.
Nakledilir ki, “Bugün sabahın nasıldır?” diye sordular. “Bize ne gece vardır ne sabah. Sabah ve akşam, sıfatı olan kimseye olur, benimse hiçbir sıfatım yoktur” dedi. Bu söz heyecana, hayrete ve susamışlığa işaret eder. Yani ben kendinden geçmiş bir sarhoşum. Yaratılmışların hükümlerini işitmekten kulağım huzur bulmamış ve yakınlık (ünsiyet) kuşu uçup gitmişti. Sıfatsızlığın verdiği hayretle yolda (sülükte) kalmış ve,
“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak” (Rahman 55/26) âyetini okumuştum. Bu dünyada nişansızım ve aşk yoluna koyulmuşum.
Beyit
Tabibe gittim ve dedim ki: Ey gören kimse!
Ne buyurursun aşk yorgunu gönlün haline?
Sıfatı yok edip varlığı terketmemi buyurdu
Varlığa dair her şeyden sıyrılmamı buyurdu
Kurtuluş ve Makamın Sebebi Nedir?
Bir kimse şeyhe kurtuluş ve makam sebebi bir amel sordu. Şeyh, “Allah’ın velilerini dost tut ki onlar da seni dost saysınlar” buyurdu. Çünkü yüce Allah’ın her gece ve gündüzde her gönle 360 nazarı vardır. O gönlün başkasına iltifatı olmaz ve o gönülde kibir dikeni bitmez.
Kazâ ve kader şehrine ulaşan her süslenmiş kervanı rahatlıkla ve gülerek karşılamaya çık. Ola ki onu bir defa sevdiğinin gönlünde bulursun, mutluluk güneşi sana parlar ve Allah’ın dostluk ve yardımından istifade edersin.
Sözlerinin Derin Etkisi Nedendir?
Bir topluluk şeyhe sordular: “Ey şeyh! Biz Zünnûn, Ebû Süleyman Dârânî ve diğer şeyhlerin sözlerini duyduk, onlardan faydalandık. Bugün senin sözün ortaya çıktı ve mana gelini senin gönle huzur veren sözünle kulağımıza hücum etmeye başladı ve karmakarışık kafamızı iyice karıştırdı. Yo! büyüklerine ait sözlerin tamamını, rüzgâra tutulmuş saman çöpü gibi götürdü.” Şeyh dedi ki: “Onlar kendi ilim ve amel kaynaklarından söylediler, biz ise ezelî sırların dalgalı denizinden söylüyoruz. Onların şerbeti birbiriyle karışık ve iç içedir, bizim şerbetimiz saf ve hâlistir. ‘Ben ve sen’ diyenle ‘ey sen ve ey herkes sen’ diyen arasında çok fark vardır.”
Beyit
Otuz iki diş köküne kadar Vâmık olmak gerek
Kim gönlünde Azrâ’nm aşkını isterse duymak
Bu İşin Öncesi ve Sonrası Nedir?
“Ey Sultanü’l-ârifîn Bayezid! Bize bu işin hakikatini açıkla. Zira biz bu işin öncesi ve sonrasını bilmiyoruz” diye sordular. Şeyh, “İnsanın, fazilet ve adalet üzere bir yolu vardır. Yüce Allah iman ister, kendi fazlından ister” buyurdu.
Ey derviş! İman, kazanmak (kesbî) ile veya bağış ile olur derler. O kazanç senin niyazındır ve bağışı O’ndan senin istemen gerekir ki O, ahd kemerini bağlansın. Böylece şu sır açığa çıkar ki,
”... nur üstüne nurdur...” (Nûr 24/35) âytinde fazilet nuru, fiil nuru ve ihsan nuru;
"... güzel davrananları da ...” (Necm 53/31) ve,
"Tarafımızdan kendilerine güzel akıbet takdir edilmiş olanlara gelince ...” (Enbiyâ21/101) âyetlerinde de güzellik nuru. Yani, Allah’ın onları sevmesi onların da Allah’ı sevmesi sen olmadan önce olan bir şeydi. O vakit sadece âlem vardı, insanoğlu mevcut değildi. Küçüklükte düşen, aşk, yaşlılıkta ortadan kalkmaz derler.
Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] sahih bir hadisinde buyuruyor: "Müminler cennette olduğu halde, cennette hâlâ daha çok yer vardır.” Yüce Allah yeni yeni insanlar yaratınca o yerleri onlara verir. Amel fazi ve adalet iledir, sebep ile değil. O’nsuz ibadet edip sıkıntı çeken bu halkı, cennetteki hûriler, köşkler, çocuklar, hizmetçiler ve türlü türlü nimetlerin teşrifi müşerref kılar. Kur’an’da,
"... günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden ...” (Mü’min 40/3) denilmektedir. Akıl hükmünce tövbe önce, bağışlanma sonra olsa gerektir. Orada tövbe sonra, bağışlanma önce olur. Eğer bunun aksi olursa, tövbe bağışlanma sebebi olur ve O’nun bir işi yapması için sebebe ihtiyacı yoktur. Öyle ki tövbekârı da bağışlar, tövbesizi de bağışlar.
Zâhid ve Âbid Kimdir?
“Zâhid kimdir, âbid kimdir?” diye sordular. Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in cevabından anlaşılıyor ki âlimler katında zâhid, ahiret malını dünya malıyla satın alan kimsedir. Ârifler katında ise kendisinin gizliden gizliye Allah’la olmasını engelleyen bir şeyden uzaklaşıp onu tamamen terkeden kimsedir. Âlimler katında âbid, ahirette mükâfatı ve sevabını almak üzere dünyada amel eden kimsedir.
Ârifler katında âbid, hem kendine hem de nefsinin kuvvetlerine fazlasıyla riyâzet emreden, bâtınındaki sırla barış halinde olan kimsedir. Öyle ki her ne zaman bâtınen yüce Allah’a yönelmek istese, himmet ve kuvvetler (dış etkenler) buna engel olmaz. Hatta o yönelişte bâtının peşinden giderler. Tıpkı öğretilmiş köpek gibi; ava göndermeye alıştırılmış ve zincirle bağlanmıştır.
Din ulularından biri der ki: Nebîlik sadrının buyruğu olan,
“Evleniniz, çoğalınız” haberi bana ulaşınca bir kadını nikâhıma aldım ve bir oğlum oldu. Gönlüm ona meyletti. Ondan sonra uyudum, rüyamda kıyameti gördüm. Sancaklar ve her sancağın gölgesinde bir topluluk gördüm. “Bu sancaklar nedir?” diye sordum. “Bu sancak zâ- hidlerin, bu sancak sabırlıların ve bu sancak da sadıklarındır” dediler.
Altında büyük bir kalabalığın olduğu başka bir sancak gördüm. “Bu sancak kimindir?” diye sordum. Dediler ki: “Bu sancak yüce Allah’ı sevenlerindir.” Onların arasında saf tuttum. Elimden tutup aralarından çıkardılar. “Ben de Allah’ı sevenler zümresindenim” dedim. Dediler ki: “Öylesin, lâkin gönlün biraz da olsa oğluna meyletti, senin adını onların listesinden sildik.” Dedim ki: “Allahım! Bugün oğlum yoluma engel olmuştur, oğlumun canını al.” O anda eşimin çığlığı kulağıma erişti. “Ne oldu?” diye sordum. “Çocuk damdan düşüp öldü” dedi.
Kişi Allah’a Ne Zaman Ulaşır?
“Kişi, yüce Allah’a ne zaman ulaşır?” diye sordular. “Ey miskin! Kimse asla O’na ulaşamaz” dedi.
Ey derviş! Yüce Allah’a kavuşmanın zikirleri üçüncü babın sonlarında söylenmişti. Sen, yüce Allah’ın dergâhına gitmenin az bir amel olduğunu sanıyorsun. Hz. Peygamber Mi‘rac gecesi “kâbe kavseyn”e gitti. Ama kemal, celâl ve azamet bakımından “kâbe kavseyn” ve yerin altına denk olan bir yerden. Ümmetten Hz. Muhammed Mustafa’ya [sallallahu aleyhi vesellem] bakınca,
“Ben, kıyamet gününde âdemoğullannın efendisiyim. Fakat bunda övünülecek bir durum yoktur” hadisi sana kendisini gösterir. Yine yüce Allah’tan Hz. Peygamber’e [sallallahu aleyhi vesellem] baktığında,
“Ben, kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum”'40 hadisi sana kendisini gösterir. Allah’ın fazlı yolunda bu makam, “kâbe kavseyn”dir ve en yüksek makamdır. Ancak Allah’ın yüceliği yolunda alçakların en aşağısı (esfel-i sâfilîn) olur. Allah’ın lutfu erişince yerin altını yücelerden yüce kılar. O’nun celâli hamle edince “kâbe kavseyn”! yerin altı gibi yapar. Halka “beni tanıyınız” buyurdu ve büyüklüğü hükmünce herkesi kendini tanıma sırrından mahrum bıraktı. İyi bil ki büyüklük perdeleri asla zeval kabul etmez.
* İsm-i Âzam Hangisidir?
“Yüce Allah’ın ism-i âzami hangisidir?” diye sordular. Bâyezid-i Bistâmî, “Sen gönlünü Allah’tan başka her şeyden boşalt. O vakit gönlüne gelen her isim, etki bakımından ism-i âzam olur” dedi. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem], “Yüce Allah’ın İsm-İ âzami,
'İlâhınız bir tek Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahman’dır, Rahim ’dir” (Bakara 2/163) ve Âl-i İmrân sûresini açan,
“Elif-lâm-mîm. Hay ve Kayyûm olan Allah’tan başka ilâh yoktur’ (Ân İmrân 3/1-2) âyetlerindedir” buyuruyor. pl” yani lutuf, iyilik ve yücelik Allah’a mahsustur. Benim mülkümün sahibi o Allah’tır ki O’ndan başka diri, sonsuz ve daim olan başka ilâh yoktur. Kim bu ism-i âzami bilirse büyük kerametlerin sahibi olur. Denilmiştir ki: “Şüphesiz Âsaf, Belkıs’ın tahtını getirdi, çünkü o, ism-i âzami biliyordu.”
Bir gün biri namaz kılıyordu. Bâyezid-i Bistâmî de oradaydı. “Alla- hüekber” dedi. Şeyh ona, “Allahüekberin manası nedir?” diye sordu. Adam, “Kendisi dışındaki her şeyden daha büyüktür” dedi. Şeyh dedi ki: “O’nun dışındakiler büyüklük bakımından O’na ne zaman denk olabilir ki O, kendisi dışındakilerden büyük olsun?” O adam şeyhe, “Sence ne anlama gelir?” diye sordu. Şeyh dedi ki: “O, aklın gerçek mahiyetini idrak edebildiği her şeyden daha büyüktür.”
Kiminle Beraber Olahm?
“Ey Bayezid! Kiminle bir arada olahm?” diye sordular. “Bir arada olma hukukunu gözeten kimseyle” buyurdu. Bu söz şuna işaret eder: Derler ki bir arada olmak üç kısımdır: Senden üstte olanlarla bir arada olmak. Bu, gerçekte hizmet olur. Senden aşağıda olanlarla bir arada olmak. Bu da küçüklere şefkat ve merhamet göstermeyi gerektirir. Seninle denk olanlarla bir arada olmak. Bu da özveri ve temiz olmaya dayanır.
Bir gün adamın biri Bâyezid-i Bistâmî’ye, “Seninle mescidde oturmak istiyorum” dedi. Şeyh, “Oturamazsın” dedi. Adam, “Oturabilirim” dedi. Bir gün boyunca oturdular, hiç yemek yemediler. Adamın sabrı kalmadı ve kalkıp gitti.
. Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: “Emirlerine rıza ve uygunluk göstermedikçe Allah’la bir arada olma. Halka öğüt verip yardımcı olmadıkça halkla bir arada olma. Nefsine muhalefet etmedikçe nefsinle bir arada olma. Şeytana düşmanlık etmedikçe onunla bir arada olma.”
Kuvvet Nedir?
Bâyezid-İ. Bistâmî’ye, “Kuvvet nedir?” diye sordular. “Ölümsüz olan Allah’ı anmaktır” dedi. Adam, “Ey şeyh! Buna bir çare bulamadığım için soruyorum” dedi. Bayezid hazretleri, “Buna Allah’tan çare yoktur” dedi. Dedi ki: “Ey şeyh! Öyle bir şey arıyorum ki bedenim onunla Allah’a itaat kuvveti bulsun.” Dedi ki: “Mutlak Kayyûm Allah’tır ve bedenlerin hareket etmesi (kıyamı) O’nunladır.”
“Ey şeyh! Tasavvuf nedir?” diye sordular. “Yüce Allah’ın kuluna giydirdiği bir kaftandır” cevabını verdi.
Zira tasavvuf, şerif olanın teşrifidir. Hâsılı, şeyhlerden bazısına, “Tasavvuf nedir?” diye sordular. “Her türlü iyi yaratılışın içeri gelmesi ve ve her türlü kötü huyun dışarı çıkmasıdır” dediler.
Sûfînin hem hizmeti hem de aşkı olur. İnsanoğlu yaratıldığı vakit, onun zâhirine bir ağaç ve bâtınına bir ağaç diktiler. Zâhir ağacına “teklif” ve bâtın ağacına “tarif” adı verildi. Teklif ağacından hizmet meyvesi ortaya çıktı, tarif ağacından aşk meyvesi meydana geldi. Sûfî, bu her iki sıfatla vasıflanmış kimsedir. İlâhî kaide böylesine işliyorken, teklif ağacına bir âfet eriştirmek yakışır mı? Lâkin,
"... kökü (yerde) sabit, dallan gökte (olan güzel bir ağaç)”tan (İbrahim 14/24) ibaret olan tarif ağacına hiçbir âfet erişemez.
İnsan, zahiren meyhanede ve yoldan çıkmış, bâtınen marifet ve aşkla dolu olabilir. Münâcât erbabı, bir görüş üzerine dergâha sığınıp teklif ağacı hizmet meyvesi vermiyor diye feryat eder. Kendisine,
“Muhakkak ki Allah sizin ne sûretlerinize ne de mallarınıza bakar. O, ancak sizin kalplerinize ve amellerinize bakar”w nidası gelir.
Dostluktan çare olmayınca O’nu dost edinmek ve diğer dostlukları hatırdan çıkarmak gerekir.
Biri Râbia el-Adeviyye’ye geldi ve, “Ben Allah rızası için seninle dostluk edeyim” dedi. Dedi ki: “O halde ben sana bir öğüt vereyim: Vasıtaları aradan kaldırana kadar gayret et. Zira ben dostlarının yol zahmetini çekmeni istemem.”
Bu babın başında da tasavvuftan sual edilmişti, lâkin rüyada görmüşlerdi.
Bâyezid-i Bistâmî’ye yüce Allah’ın,
“O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır3’ (Hadîd 57/3) âyetinin anlamını sordular. Şuna benzer bir ifadeyle cevap verdi: “Evveldir, çünkü ruhları elestin fetih şarabıyla iftitah sabahında sarhoş etti. Âhirdir, çünkü kalplere, gayb lutuflarına ünsiyet kadehini söz verdi. Zahirdir, çünkü şeriat erbabına şeriat olaylarını beyan etmek suretiyle temiz bir olgunluk verdi. Bâtındır, çünkü tarikat ehlinin kalplerinde gayret hâzineleriyle hayret ateşi uyandırdı.”
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’e, “Bir topluluk, ‘lâ ilâhe illallah’ sözünün cennetin anahtarı olduğu görüşünde” dediler. “Söyledikleri gibidir” dedi. Ancak dişsiz anahtarla kapı açılamaz, bu anahtarın da beş dişi vardır: Bir dişi yalan ve gıybetten uzaktır, bir dişi hile ve ihanetten arınmıştır. Bir dişi haram ve hileden sıyrılmıştır. Bir ameli heves ve bid'attan temizlenmiştir. Zâhirinde ve bâtınında edep yer edinmiştir. “Kim edepten mahrum kalırsa muhakkak ki hayırlardan da mahrum kalır” denilmiştir.
Niçin Sana Müddeî Diyorlar?
Şeyhe, “Seni müddeî olarak anmalarının sebebi nedir?” diye sordular. Dedi ki: Benim davayla ne işim olur! Ben neredeyim, dava nerede? Müddeî,
“Ey kullarım!” (Ankebût 29/56; zümer 39/53) diyendir. Ey soru soran! Bil ki Âdem aleyhisselâma ilim verdikten sonra Âdem’e,
“Doğrusu o (İnsan), çok zalim, çok cahildir3’ (Ahzâb 33/72) dedi. Bu nedir, kemale ulaşmış ilmin davasıdır. Ve Hz. Peygamber’e [sallallahu
aleyhi vesellem] nusret verdikten sonra -ki Peygamber Efendimiz bunu, “Ben bir aylık mesafeden korkuyla yardım olundum” diyerek belirtmiştir.- Hz. Peygamber’e,
”... bu işte senin yapacağın bir şey yoktur” (Âı-ı Imrân 3/128) dedi. Bu nedir, zevali olmayan gücün davasıdır. İlim bizimdir, güç bizimdir. Ezel bizimdir, ebed bizimdir. Dünya ve ahiret bizimdir. Şizin varlığınız rubûbiyyetin görünmesi için gerekiyordu. Âlemin nurla dolması için sizin ihlâsla hizmet ve kulluk etmeniz gerekiyordu. Biz ki sizi büyük bir iş için yarattık. Bu dervişler yıllarca rıza bahçesinde, sefa sofasında gönüllerini aşk kurası kıldılar ve ikbal falını tuttular. Tamamı Zülcelâl’in cemaline kavuşacaktır.
Rivayet ederler ki bir kâfir müslüman oldu. Akıllı bir oğlu vardı. Oğlunun hükmü İslâm’ın hükmüydü. Baba veya anneden biri müslüman olup çocuk da akıllı olunca böyle oldu. Anne kâfir olduğu için babanın çocuğu götürmesine izin vermiyordu. Baba, kadıya giderek şikâyetini bildirdi. Kadı, çocuğu getirmeleri için bazı kimsâler gönderdi. Anne, çocuğu gizledi. Kadının adamları bütün evi aradılar, sonunda çocuğu buldular. Kadıya götürmek istediklerinde çocuk, “Ben Müslümanlık isterim” diye bağırıp çağırmaya başladı. Ey insanlar! Feryad ulaştı. Çünkü bu sözün gönüllerle münasebeti yoktur. O çocuk büyüdüğü vakit yüce Allah onun için abdal ve evtâddan ortaya koyduğu bir sırla âlemi süslemeye ahdetti.
Bana Bu Halinizi Anlatınız
Rivayet ederler ki bir gün o ev süsleyici, bir ev süslüyordu. O sırada gaybdan bir sır kendisine âşikâr oldu. O sırla merdivenden düştü, evden dışarı çıktı. Haykırarak, “Allah nerede?” diyordu. Orada, öncesiyle sonrasıyla, şehir şehir dolaşıyordu. Böylece Şam’a, evtâd ve abdalın mekânı olan Likâm dağına ulaştı. Ayakta duran altı kişi gördü, önlerinde bir cenaze vardı. “İlerle ve bu ölünün namazını kıl” dediler. “Bu ne haldir, bana anlatınız” dedi. “Önce namaz kıl, sonra durumu sor” dediler. Namaz kıldı ve ölüyü gömdüler. Sonra ona, “Biz âlemin kendisiyle sabit olduğu yedi kimsedeniz. Bu namazını kıldığın ölü bizim pîrimiz- di. Dünyadan gidince bize şöyle vasiyet etti: “Beni guslettikten sonra koyup şu dağdan bir kimse gelene değin bekleyiniz. Gelince söyleyin namazımı kılsın ve benim yerime âlemin kutbu O olsun” dediler.
Bir vakit bir ücretli, Bayezid hazretlerinin hizmetinde bulundu. Bâyezid-i Bistâmî’nin titrediğini gördü. “Ey şeyh! Bu hareketinin sebebi nedir” diye sordu. Şeyh dedi ki: “Bu yolda otuz yıl gitmek gerekir. Çamurlu yolları güzellikle gitmek ve gam dizinin üstünde oturmak gerekir ki Allah dostlarının hareketini anlayasın. Sen bizimle olduğun bu iki üç gün içinde Allah dostlarının sırrına vâkıf olmak istiyorsun.”
Beyit
Beş yıl can vermedikçe kan içmedikçe
Senin sözünden hale yol bulamazlar
Bir gün şeyhin yanında bir kimse vardı. Şeyhte heybetli bir hal oldu. Dedi ki:
Beyit
Ey isteksiz gönül! O sevgilinin yanına git
Ona kavuşma sarayına başsız git
Bütün halktan sıyrılıp O’nun kapısına gidince
O’nun kapısında kalıp daha sonra içeri git
O kimse, “Ey şeyh! Sana olan bu hal neyin nesiydi? Bana açıkla” dedi. Şeyh dedi ki: “Falanca dağa git. Orada bir mağara ve o mağarada bizim bir dostumuz vardır. Selâmımı ilet. Bu hal sana orada açıklanır.” Adam, şeyhin işareti gereğince oraya gitti. Mağaranın önüne varınca içeri baktı ve mağaranın içinde büyük ve korkunç bir ejderha gördü. Korktu ve korkunun hâkim olmasıyla kendinden geçerek kaçmaya başladı. Ayakkabısının biri orada kaldı. Şeyhin yanına vardığında hayret ve korku içindeydi. Şeyh dedi ki: “Sen bir hayvan gördün ve ayakkabını koruyamadın. Büyüklerin sırlarını keşfetmeyi nasıl koruyacaksın?”
Sünnet ve Farz Nedir?
Şeyhe, “Sünnet nedir?” ve, “Farz nedir?” diye sordular. Dedi ki: “Sünnet, dünyayı terketmek ve farz, Allah’la bir arada olmaktır.” Ey sâlik! Bil ki,
“Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir” (Hadîd 57/11). “Karz”ın manası “kesmek”tir. Bu anlamdan hareketle kesici bir alete “mıkrâz” (makas) derler. Bu kesmekle kastedilen, gönlü dünyadan kesmektir. Gönlün dünyaya, dünya da aynı şekilde gönlüne bağlıdır. Gönlünü dünyadan dünyayı da gönlünden ayırmak için aşk gayretinden bir makas gerekir. Onu iyi bir biçimde kesmek şöyle mümkün olur ki el çabukluğuyla hızlı bir biçimde kesersen gönlünde dünyaya bağlı hiçbir parça kalmaz ve dünyadan da gönlüne bağlı hiçbir parça kalmaz. Öyle ki âlemde bir şey olan her ne varsa tamamını toprak eder ve gönlünü hadise pisliklerinden arındırırsın. Her şeyden soyutlanmış bir biçimde Allah’a yönelirsin. Her nerede kesme olursa, onun arkasından kavuşma gelir. Çiftçinin kestiği ağaç, başka bir yerde yeni bir dal çıkarır ve kavuşur. “Bu kesmenin sebebi nedir?” derler. “Kavuşmak için” der. O halde kavuşma gerçekleşince güzel bir meyve ortaya çıkar. “Kavuşmanın meyvesi kendiliğinden bitmiş yabani ağacın meyvesinden iyidir.”
Allah’a Giden Yol Hangisidir?
Şeyh Bayezid’e yüce Allah’a giden yolu sordular. Dedi ki: “Allah’ı rüyamda gördüm. Ey Rabbim! Sana yol nasıldır, dedim. Nefsini terket ve gel dedi.”
“Halkı nasıl görüyorsun?” diye sordular. Dedi ki: “Halkın varlığını, O’nun cömertliğinin tâ kendisi görüyorum. Ben, biz O’nu seviyoruz sandım. Bir de baktım ki O’nun sevgisi bizimkini geçmiş.”
Ey derviş! Mümin inci gibidir, nerede olursa olsun parlar. Sen öyle bir incisin ki seni sen olmaksızın kudret eliyle yokluk denizinden çıkarırlar ve varlık sahilinde cömertlik mecrasına koyarlar. Cennette olursan nur seninledir, cehennemde olursan nur seninledir. Toprakta olursan nur seninledir, kıyamette olursan nur seninledir.
"... Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider...” (fahrîm 66/8). Bu söylediğim şimdiye ait değildir. Öyle ki toprak yoktu ve bu temiz lutuf bu haliyle bir avuç topraktı.
Beyit
Onu ki sebepler çölüne atmışlar
Sebepsizce onun işini görmüşler
Bugün bir bahane ortaya atıp
Yarın hep dün yaptıklarını yapmışlar
Âyetteki, “Allah onları sever” sözü gaybın toprağa hidayeti ve, “Onlar da Allah’ı sever” sözü ise toprağın gayba hediyesidir. Böylelikle, “Allah onları sever” sözü öne çıktı ve, “Onlar da Allah’ı sever” sözünün eseri oldu. Eğer, “Allah onları sever” sözü öne çıkmasaydı, “Onlar da Allah’ı sever” sözüne yol bulunmazdı. Bir ibadet yapınca gözünüzü sevaba dikmeyiniz, zira, “Onlar da Allah’ı sever” sözünün hakkını terke- dersiniz. Çünkü eğer biz bir ihsan edersek sizin kusurunuza bakmayız, hatta, “Onlar da Allah’ı sever” sözünün hakkını gözetiriz.
Tevekkül Nedir?
“Ey Sultanü’l-ârifîn Bayezid! Tevekkül nedir?” diye sordular. Dedi ki: “Tevekkül odur ki her ne kadar düşünürsen düşün, bulamazsın. Bu makama ulaşmadıkça sana tevekkülden nasip yoktur.”
Risâle-i Kuşeyıfde “Tevekkül” babında şöyle yazar: “Bir kimsenin şöyle dediği nakledilir:
Çölde yolculuk yapıyordum. Bir ara kafilenin önüne geçtim. Önümde birini gördüm. Biraz hızlı yürüyerek ona ulaştım. Bir de baktım ki bir kadın, elinde bir asâ ile yavaş yavaş yürüyor. Onun yorulmuş olduğunu zannettim. Elimi cebime atıp 20 dirhem çıkardım. Kadına, ‘Bunu al, kafilenin gelişini bekle, kafile gelince bu parayla bir hayvan kiralarsın, yola onunla devam edersin’ dedim. Kadın elini havaya kaldırarak şöyle bir İşaret etti; bir de baktım ki elinde altınlar var. Bana, ‘Sen cebinden gümüş para alırsın; ben ise Allah’ın gayb hazinlerinden altınları alırım’ dedi.”
Bu Yolda En Çetin İş Nedir?
“Bu yolda en çetin iş olarak neyi gördün?” diye sordular. “Siz onu duymaya dayanamazsınız” dedi. Çok ısrar ettiklerinde dedi ki: “Bir müddet nefsimi yüce Allah’ın dergâhına yönelttim, nefsim ise ağlıyordu. Allah’ın yardımı ulaşınca nefis beni götürdü ve gülüyordu.
Ey sâlik! Bak, Sultan sıdk makamındadır ve o kendini beğenmişliğin zıddıdır. Şu bir gerçektir ki Hz. Âdem zamanından âlemin kesintiye uğrayacağı vakte değin insanoğlundan sıddîk olanların bütün amellerini ve gökyüzündeki meleklerin bütün itaatini toplasalar, Allah dostu bu kendini yakıcı amele hayranlık gözüyle bakmadığı sürece Zülcelâl’in celâl meydanında hiçbirinin bir zerre ağırlığı olmaz. Bir insanın nazarı sana düştüğü vakit, İlâhî nazar yola çıkmıştır bile.
Hz. Musa kendi kendine, “Ben Kelîmullah’ım ve O benimle konuşuyor” diye düşündü. “Asanı taşa vur” diye emir geldi. Taşa vurdu. Baktı ve bir çöl gördü. Çölde yüz bin Musa, her Musa’nın elinde de bir asa vardı. Hepsi, “Rabbim! Bana kendini göster” diyorlardı.
“Ey Bayezid! Yüce Allah arasatta sana, ‘Ey Bayezid! Asla bana layık bir secde etmedin’ derse ne cevap verirsin?” diye sordular. “Benim ibadetim senin fazlının himayesindedir cevabını veririm” dedi.
Bâyezid-i Bistâmî’nin bu cevabı şuna dayanır: Boş akla sığınan herkes kibirlendi ve umutsuz bir biçimde geri döndürüldü. O’nun fazlına sığınan kimse ise O’nun “uzaklaşın” komutuyla en zirveye (illiyyîn) ulaştı. Yarın, akla sığınmışlara adalet, fazla sığınmışlara dafazl ederler.
“Mülkü’l-yemîn, mülkü’ş-şimâlden önce gelir.” Mülk-i yemîn fazi mülküdür. Mülk-i şimâl adalet mülküdür. Ey sağ elin meleği, sen ne dilersen yaz! Ey sol elin meleği, sen de sağ el meleğinin söylediğinden başkasını yazma! Bunların tamamı nedir? Ezelde verilen,
“Muhakkak ki rahmetim gazabımı geçmiştir” hükmünün neticesidir.
Âriflerin Alametleri Nedir?
“Ariflerin alameti nedir?" diye sordular. Dedi ki: “Arif, Allah’ı zikretmek kendisine galip gelen, sürekli içten içe Allah’la olup O’na yalvaran kimsedir. Allah’tan başkasını görmez, Allah’tan başkasına yönelmez.” Yani ârifler, himmetleri daima zirvede olan, yüce makamları amaçlayan kimselerdir. Onların sıfatları öyledir ki âlemin bekçisi olmayan “lâ” ejderhasına baş eğdirmiş, her biri nefsini şeriat gerdanlığının nefis incisi kılmıştır. Gönüllerini talep düldülüne bağlamışlar, ruhlarını fetihlere açmışlar ve içlerini Allah’ın bâkiliğiyle sevinçli kılmışlardır. Bu nurların sırları, O’nun hali yüzüğünün nakşı olmuştur ki (o hal) “elin maldan boş olması, kalbin emellerden arınması ve her hâlükârda Allah’a uymaktır.” Musa [aleyhisselâm] ayak ve baldır derdine tutulunca yüce Allah, “Dile benden ne dilersen” buyurdu. O derdine ilaç istedi. Dağa git, falanca otları kopar ve ye buyruldu. Denileni yaptı, hastalığı iyileşti. Birkaç gün geçti. Bir başka sefer öd hastalığına tutuldu ve kendisi ilaç yaptı, iyileşmedi. Cebrail [aleyhisselâm] dedi ki: “Ey Musa! İlkinde şifayı yüce Allah’tan dilemiştin, şifa buldun. İkincisinde otlardan şifa diledin, şifa bulamadın.”
Bir kimse, Bâyezid-i Bistâmî’ye gönül sefasının işaretini sordu. Şeyh dedi ki:
Bir topluluğun saf olursa aralarındaki sevgi
Güzel değildir saygı ifadeleri dostlukları oldukça baki
Sonra o kimse, “Ey şeyh! Gönlünü arındır ki seninle konuşayım” dedi. Şeyh dedi ki: “Otuz yıldır yüce Allah’tan O’na layık saf bir gönül diliyorum, henüz bulamadım. Bir anda senin için arınmış bir gönlü nereden bulayım?”
“Sultanü’l-ârifîn Bayezid yedi Allah dostu arasındadır diye duyuyoruz” dediler. “Yedisi de benim” dedi. Bâyezid-i Bistâmî bu sözü söylediğinde, orada bir münkir olsa gerek yahut sünnete uymuş olsa gerektir. Zira Mesâbîh’te “Müfâharet” babında şöyle nakledilmiştir: “Berâ b. Âzib’den rivayet edilir ki şöyle der: Huneyn gününde Ebû Süfyân, Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] atının dizginini tuttu. Arap müşrikler Resûlullah’ın yanına gelince, onun atından inip, “Ben o peygamberim ki peygamberliğim sahte değildir ve yalan söylemedim. Ben Abdülmut- talib’in oğluyum” dediğini gördüler. Berâ b. Âzib dedi ki: “Hiç kimse, insanlar arasında Hz. Peygamber’den daha güçlüsünü görmedi.”
Bâyezid-i Bistâmî’ye, “Kıyamet günü herkes Hz. Peygamber’in sancağı altında toplanacak diyorlar” diye sordular. Bayezid hazretleri dedi ki: “Allah’a andolsun ki benim sancağım Hz. Muhammed’in [saiiai- lahu aleyhi vesellem] sancağından daha büyüktür. Çünkü benim sancağım nur ve candır, cin ve insan bütün peygamberlerle birlikte onun altında olacaktır.” Bayezid hazretleri bu sözle şunu demek ister: Gerçekte Bâyezid-i Bistâmî’nin sancağı Allah’ın nurudur ve Allah’ın nuru ezelîdir. Hz. Muhammed’in [sallallahu aleyhi vesellem] sancağı sonradan çıkmadır. Arştan yeryüzüne kadar her şey O’nun cömertlik sancağının altında ve O’nun celâlinin gölgesindedir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan kıyamet gününde (arşının) gölgesinde gölgelendirecektir. (Bu yedi sınıf şunlardır):
Âdil yönetici,
Allah’a ibadet ederek büyüyen genç,
Mescidden çıktığında tekrar döneceği saate kadr kalbi mescide bağlı olan kişi,
Allah için birbirini seven, bu sevgiyle bir araya gelip bu sevgiyle ayrılan iki kişi,
Tek başınayken Allah’ı zikrederek gözünden yaşlar akıtan kimse,
Güzel ve soylu kadının kendisini (zinaya) çağırması üzerine, ‘Ben, Allah’tan korkarım’ diyerek o kadına yaklaşmayan kişi,
Sadaka veren, verdiği sadakada sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli davranan kişi. ”
“Senin bir anda meşrikten mağribe gittiğini duyduk” dediler. “Bu mümkündür. Ancak müminin (ahlâk) güzelliğiyle olur” dedi.
Ey derviş! Bil ki “inci değerinde adam” diye güneş gibi cemali görününce doğu ve batının hizmetine girdiği adam için derler. O diledi- ğince onları tasarrufuna alır. Her sabah erkenden dükkâna gidip, geceleyin eve gelmek gibi değil. Gör bak, yahudiler ve Mecûsîler de aynısını yapıyorlar. Allah sana çokça nimet versin diye namaz kılıyorsun. Halk sana “hacı” desinler diye hacca gidiyorsun. Namını bırakmak, onurlanmak için gazâ ediyorsun. Amelinin sırrı gayrettir, kendin bir sultan gibi itibar tahtına yaslanmışsın. Kimse asla böylesinin bulunduğu yere gelmez, ne de ona gelmesi için yol verir.
Bâyezid-İ Bistâmî’ye, “Namazda iftitah tekbiri sırasında elleri kaldırmak nedendir?” diye sordular. “Hz. Peygamber’in sünnetlerinden bir sünnettir, lâkin sen Allah’a gönlünü kaldırmaya çalış, çünkü bu usullerin tamamından bir usuldür” dedi.
Beyit
İbadet etmek, halis niyetle güzeldir
Yoksa beyinsiz posttan ne gelir!
Canımı koyma altın suyuna bulanmış mangıra
Zira işi bilen sarraf onu almaz hiçbir paraya
Allah Niçin Mahlûkatı Yarattı?
“Ey Sultanü’l-ârifîn Bayezid! Yüce Allah’ın bütün yaratılmışları yaratma sebebi neydi?” diye sordular. Şu cevabı verdi: Yüce Allah, tamamen kemal bulmuş bir güç, zevali olmayan bir vahdâniyyet, değişmeyen bir hüküm, gazaba üstün gelmiş bir rahmet, vehim ve hayalin idrak ettiğinden çok daha yüce bir varlıktır.” Şekâvet ve saadet sıfatı gerçekleşene değin güç, yaratmayı; vahdâniyyet kendisini bildirmeyi, hikmet döndürmeyi (iâdet) gerektirir. Rahmet de her şeyin affedilmesini gerektirir.
Rivayet ederler ki,
“Çünkü Allah bütün günahları bağışlar” (Zümer 39/53) âyetini Hz. Peygamberin huzurunda okudular. Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem], “Evet bağışlar ve bağışlamaktan çekinmez” buyurdu. Sonra, “Allah'ın laneti, kullarını O’nun rahmetinden ümitsiz kılan kimselere olsun” dedi.
“Yüce Allah, cömertliğinin bir göstergesi olarak Musa’yı, Karun’un Musa’dan yetmiş kere aman dilemesi (ve onun affetmemesi) hususunda azarladı.” Sonra dedi ki: “Büyüklüğüm, izzetim hakkı için eğer bir kez benden aman diiese elbette onu kendi ihsanımla kurtarırdım.”
Bir adam Bâyezid-i Bistâmî’nin huzuruna gelerek, “Ey şeyh! Ben seninle ilgili kerametler duyuyor ve şaşırıyorum. Bunu bana açıkla da o şüphe benden gitsin” dedi. Şeyh, “Ne duyuyorsun?” dedi. Dedi ki: “Diyorlar ki sen suyun üzerinde gidiyor, havada uçuyor, namaz ezanı ve kamet arasında Mekke’ye gidip geri geliyormuşsun.” Şeyh dedi ki: “Bunda ne var ki? Sevabı ve günahı olmayan bir kuş ve bir balık aynısını yapıyorlar. Şeytan da bundan daha kısa bir sürede Mekke’ye gider ve geri gelir.” Sonra keyfi yerine geldi ve dedi ki: “Er kişi odur ki Mekke ayağına gele, Kâbe onun etrafında döne ve onun gidip gelmesinden kimsenin haberi olmaya.”
"Bu tâlipler gezmekle, âlemi dolaşmakla huzur bulmuyorlar, bu nasıl olur?” diye sordular. Şeyh dedi ki: “O ikamet sahiplerinin amacıdır, misafirin değil. Yolculukta ikamet sahibi olmayı istemek yanlıştır. Zira Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem],
' ‘Onun (denizin) suyu temiz, ölüsü de helaldir’ buyuruyor. Onun makamı budur. Onun özveriden (îsâr) ne çekincesi olabilir? Bütün
Ebû Davud, Taharet, 41; Tirmizî, Taharet, 52; Nesâî, Tahâret, 47; İbn Mâce, Taharet, 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/237.
akarsuların akarken ses çıkardığını görürsün, hepsi denize ulaşınca durgunlaşır.”
Tevhid Nedir?
“Ey Şeyh Bayezid! Tevhid nedir?” diye sordular. “Yakîndir” dedi. “Yakîn nedir?” dediler. Dedi ki: “Yaratılmışların hareket etmesi yahut durmasının kesinlikle Allah’ın hükmü altında olduğunu ve O’na ortak olmadığını bilmektir.”
Zünnûn-i Mısrî’ye [rahmetullahi aleyh], “Tevhid nedir?” diye sordular. Dedi ki: “Tevhid, Allah’ın eşyanın içine girmeyen kudretini, eşya ile bütünleşmeyen sanatını bilmek, her şeyin sebebinin Allah’ın sanatı olduğunu ve O’nun sanatının bir sebebe dayanmadığını bilmek. Allah’ın bizim vehim ve tasavvurumuza gelen her şeyden farklı olduğunu bilmektir.”
Yukarıdakiler dışında başka bir taife Bayezid hazretlerine, “Ariflerin alameti nedir?” diye sordu. Bâyezid-i Bistâmî,
“Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar” (Nemi 27/34) âyetiyle cevap verdi. Aynı âyet üçüncü babda da geçmişti. Gerçekten de hükümdarlar bir köyde bir haneye gelince orayı harap edip oranın azizlerini alçaltırlar. Yani gerçek padişahın marifeti bir gönüle ulaşınca o gönlü kararsız ve huzursuz eder. Kendisinden önce emîr olan nefsin heveslerini tutsak eder. Gönülde taht kurar ve şeytanın ordusunu yok eder. Başka hiçbir şeye yönelmeyinceye değin gönlü kendi himayesine ahr.
“Ey Şeyh Bayezid! İbadet hususunda kimden yardım isterler?” diye sordular. “Bütün işlerde,
‘Yalnız senden medet umarız* (Fatiha 1/5) hükmünce âlemlerin Rabb’inden” dedi.
Büyüklerden biri der ki: Şeyh Bayezid’in yanında oturuyordum. Şeyh keyiflenip bir nâra attı. Bana öyle geldi ki onun nârası bütün perdeleri kaldırdı ve sonra Allah’a ulaştı. Ona, “Ey şeyh! Ben nasıl bir hali müşahede ettim?” diye sordum. Dedi ki: “Ey miskin! İyi nâra, ortaya çıkınca perde kalmaz, nâra atınca öyle atmak gerekir.”
“Ey Bayezid!
‘Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz' (Bakara 2/156) âyetinin anlamı nedir?” diye sordular. Dedi ki: sözü O’nun mâli-
kü’l-müik olduğu gerçeğini dile getirir. sözü ise insanın kulluğunu dile getirmesidir.
‘Ey “deyici! (Bu), kulluğun umut kilimini Allah’ın cemâlini görme beklentisi çimenine serer.” Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] şöyle buyuruyor:
"Bir kulun çocuğu vefat ettiğinde yüce Ailah meleklerine, ‘Benim kulumun çocuğunun canını mı aldınız?1 der. Melekler, ‘Evet1 derler. Sonra yüce Allah, ‘Kulumun gönül meyvesini mi aldınız?’ der. ‘Evet’ derler. Yüce Allah, ‘Peki kulum ne dedi?’ der. Melekler, ‘Sana hamdetti ve Innâ lillâhi ve innâ iieyh râciûn’ dedi, derler. O zaman yüce Allah, ‘O kulum için cennette bir köşk inşa edin ve adını da beytü’l-hamd (hamd evi) koyun’ buyurur.”
“Her ne zaman sana geldimse senin ihsanının çok olmasına ümit bağladım. Hoş bir koku bizi hoş kokular içinde bıraktı. Zira Arap’ın kokusu hoş olur.”
Nereden Geliyorsun?
Bir gün Ârifler Sultanı Şeyh Bayezid bir an için başını yakasına çekmiş, tefekküre dalmıştı. Başını kaldırınca yanında bir sâlik olduğunu gördü. Şeyhe, “Nereden geliyorsun?” diye sordu. Şeyh, “Yüce Allah’ın huzurundan geliyorum” dedi. Sâlik, “Ben de oradan geliyorum ve seni görmedim” deyince şeyh, “Doğru söylüyorsun. Zira ben perdenin içindeydim, sense dışındaydım Dışarıdakiler içeridekileri göremezler” dedi.
Onun mahallesinde tutuştur yücelikten bir ateş
Hiçbir fodulluk o tarafa yol bulmasın diye
Sevgilinin o ay gibi yüzünü onun saçıyla ört
Her önüne gelenin gözü onu görmesin diye
Bir başka vakit, ululardan biri şeyhin yanına gelmişti. Şeyh başını yakasına çekmiş, tefekküre dalmıştı. Başını kaldırınca o soylu kimse, “Şeyh ne yapıyordun?” diye sordu. Dedi ki: “Başımı kendi fenâma çekmiştim, Allah’ın bekâsıyla kaldırdım.”
“Kul bir anda Allah’a ulaşabilir mi?” diye sordular. “Ulaşır. Lâkin mücâhedesi değerince fayda bulur” dedi.
Şiir
“Zahmet çektiğin kadar büyüklük kazanırsın. Büyüklük arayan kimse geceleri uyanık olur. Önce büyüklüğü ararsın, sonra geceleri uyursun. İnci arayan kimsenin denizde yüzmesi gerekir.”
Su yağa dedi ki: “Niçin benim üstüme geliyor ve üstünlük istiyorsun, ben senden daha olgunum.” Yağ, “Çünkü benim yüküm ağırdır” dedi.
“Ey Şeyh Bayezid! Kiminle bir arada olalım?” diye sordular. “Yüce Allah senin hakkında ne biliyorsa gizlemediğin kimseyle” dedi. Aynı minval üzere Kuşeyrî Risalesi’nde şöyle anlatılır: Yusuf b. Hüseyin dedi ki: “Öyle kimseyle bir arada bulun ki onun kötülüğünden korkmayasın. Çünkü müslüman, elinden ve dilinden müslümanların selâmette olduğu kimsedir.”
Şeyh Bayezid kendi makamından bahsediyor, mertebesinin yüksekliğini anlatıyordu. Münkirlerden biri şeyh için, “Bayezid söylediğiniz bu mertebeyi hak etmiyor” dedi. Şeyh hazretlerinden bu münkire cevap vermesini istediler. “Ona deyin ki: İş seçmekle olmaz, muhakkak surette Allah’ın kısmetiyle olur” buyurdu.
Öyle ki yamalı hırka giymeyi, hayrette olmayı, dehşete düşmeyi, her bir kapıdan sürülmeyi, her bir gözün hakaretle bakmasını ve gayb hükümlerini açıkça onun eline verip onun halinin heybetiyle alakalı şu hadisi bildirdiler:
“Nice saçı başı dağınık toza toprağa bulanmış paçavra gibi elbiseliler vardır ki, kendileriyle ilgilenilmez. Fakat bu kimseler Allah’a yemin etseler, Allah, onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz, fierâ b. Mâlik de onlardandır. ”
Eğer kısmet olmasaydı, o böylesi bir devleti nereden hak edecekti? Şu bakımdan da kısmete itibar et ki Ahd-i Atîk peygamberine, “Ey Süleyman! Rüzgâr ve şeytan senin emrindedir” derler. Bu ahd sebebiyle bir dervişe de, “Ey Muhammed ümmetinden yamalı hırka giyen! Senin esaret bakışın, bizim saf lekemiz” derler. Hz. Musa (aleyhisselâm) ateş getirmek için eline bir parça çöp aldı ve,
“Firavun’a git” çrâhâ 20/24) fermanı ile peygamberlik ve risalet elde etti. Hz. Davud [aleyhisselâm], çobanlık yapmak için bir değnek tuttu ve,
“Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût’u öldürdü” (Bakara2/251) zaferi ve nusretini elde etti. Hz. Ömer [radıyallahu anh], Hz. Peygamberi [sallallahu aleyhi vesellem] öldürmek için kılıç kuşandı ve,
“Ey Peygamber! Sana ve sana uyan müminlere Allah yeter” (Enfâi 8/64) fermanı ile marifet ve şehadet buldu.
Bir başka vakit Bâyezid-i Bistâmî’ye, “Arifin en büyük alameti nedir?” diye sordular. Dedi ki: “Seninle yemek yer, sana bakar, seninle alışveriş yapar; lâkin gönlü Kudüs şehrinde olur ve sırtını ünsiyet yastığına dayar. Kalbiyle yaşayan ile Rabb’iyle yaşayan arasında fark vardır.”
Mürüvvet Nedir?
“Ey Şeyh Bayezid! Mürüvvet nedir, açıklar mısın?” dediler. Dedi ki: “Bilgelerden birine, ‘Mürüvvet nedir?’ diye sordular. ‘Açığa çıktığında utanacağın işi gizliden gizliye yapmamaktır’ dedi.”
Beyit
Ey oğul! Allah için öyle işi yapma
Ortaya çıkınca seni utandıracaksa
Mürüvvet ehlinin yapmayacağı işi yapma!
Beyit
Ey kimse! Akıllı ve uyanıksan eğer
Akıllıların sözüne kulak vermen yeter
Senin Pîrin Kimdir?
Şeyh Bayezid’e, “Senin pîrin kimdir?” diye sordular. “Bir kocakarı” dedi. Öyle ki bir vakit şevk galebesiyle birkaç gün çölde dolaştım. Şehre yönelince o kadar güçten kesildim ki yolda sıkıntı çekerek yürüyordum. O sırada bir kocakarı bir azıkla çıkageldi ve bana, “Bu azığı benimle şehre getir” dedi. Bir aslana işaret ettim, hazırlandı. Azığı aslanın sırtına yükledim ve yola koyuldum. Yolun ortasında kocakarıya, “Şehre varınca kimi gördün derlerse ne dersin?” dedim. Dedi ki: “Eğer sorarlarsa, bir ikiyüzlülük bir de zalimlik gördüm derim.” “Hangi zalimlik ve hangi ikiyüzlülük?” dedim. Dedi ki: “Allah’ın görevlendirmediği bir aslana yük yüklemek zulüm olmaz mı?” “Olur” dedim. “Diğeri de şudur ki insanların seni keramet sahibi bilmelerini istiyorsun, bu da ikiyüzlülük olmaz mı?” dedi. “Olur” dedim. Kendimi açığa çıkarmamak için daha sonra yeniden tövbe ettim, bu sözü pîrim kıldım ve şu nazımla kendime nasihat verdim.
Beyit
Bin görülmemiş güzellik yanına gelse
Gör, terket ve hiçbirini hatırına getirme
Zor kolay aldın, iyi kötü söyledin madem
Bin kez bu bâtıl düşünceden istiğfar et!
Bâyezid-i Bistâmî’ye, “Yüce Allah’ın kuldan razı olmasının son noktası nedir?” diye sordular. Dedi ki: “Ben kendimden bir özellik söyleyeyim, bana O’nun rızası yardımı o derecedir ki eğer kulu illiyyîne yükseltip onu orada sonsuz kılsa, beni de sonsuza kadar sefillerin en sefili derecesine indirse ben yine de o kuldan daha razı olurum.”
“Allah ondan razı olmadığı sürece kul yüce Allah’a rıza gösteremez” derler. Yüce Allah,
“Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır (Mâide 5/119) buyuruyor.
Hz. Musa’nın şöyle dediği rivayet edilir: “Ey Rabbim! Bana işlediğimde benden razı olacağın ameli nasip eyle.” Yüce Allah Hz. Musa’ya, “Sen buna dayanamazsın” diye vahyetti. Hz. Musa secdeye kapandı ve yalvarıp yakarması arşa ulaştı. Allah Teâlâ ona, “Ey İmrân’ın oğlu! Muhakkak ki benim rızam senin rızandadır” diye vahyetti.
Ebû Süleyman Dârânî der ki: “Biz yüce Allah’ın rızasında o makama ulaştık ki eğer kıyamette arasat meydanında halka, ‘cehenneme gidin’ nidası gelirse tamamı istemeye istemeye gider, biz ise kendimiz isteyerek gideriz. Tamamı ayağıyla gider, biz başımızla. Bu ne haldir derlerse deriz ki: Tamam, bizim dileğimiz değildir, bari sevgilinin dileğinden uzak olmasın.”
Kemale Ne Zaman Ulaşılır?
Bâyezid-i Bistâmî’ye, “Kul kemal derecesine ne zaman ulaşır?” diye sordular. Dedi ki: “Himmeti miktarınca kendi nefsinden razı olmayınca. Nefsinden uzaklığı kendisini huzura kabul ettirir.”
Ey derviş! Akıllı kimse nasıl nefsinden razı olur! Yusuf-ı Sıddîk,
“Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder (Yusuf 12/53) der. Şeyhlerden bazıları, “Tecrîde haccetmek istiyoruz” dediler. Dedi ki: “Önce kalbinizi yanlıştan, dilinizi boş sözden ve nefsinizi boş işlerden soyutlayın. Ondan sonra nereye isterseniz gidin.
Gayb delilleri gönülde açık seçik belli olmadıkça gönüldeki şüpheler ortadan kalkmaz.”
Bir başka vakit, “Ey Bayezid! Ârifin işareti nedir?” diye sordular. Dedi ki: “Ârif, rüyasında Allah’tan başkasını görmeyen ve işlerinde O’n- dan başkasına uymayan kimsedir.”
Bâyezid-i Bistâmî hazretlerine huzuru sordular. Şöyle cevap geldi: “Bayezid’in yüce Allah’la bütün vakitlerde öyle bir huzur ve istiğrakı olurdu ki namaz vakti gelip de Ebû Musa Hâdim, şeyhin tekkesi kapısında ‘es-salât es-salât’ demedikçe şeyh dışarı çıkmaz ve kendisine gelmezdi.”
Derviş Kimdir?
“Ey Sultanü’l-ârifîn Bayezid! Derviş kimdir?” diye sordular. Dedi ki: “Kendi gönlünün köşesinde gömülü bir hazine bulunur, bir kimse bu hâzinede bir inci bulur. İşte o inciyi bulan kişi derviştir.”
Süfyân-ı Sevrî dedi ki: “Yokluk zamanında sabredip, varlık zamanında varını yoğunu dağıtıp îsâr yapmak fakirin sıfatıdır.”
Buna dayanarak üstat Ebû Ali Dekkâk der ki: “Bir şeyh topluluğunun bulunduğu bir mecliste bir derviş ayağa kalkarak, ‘Üç gündür açım’ diyerek bir şey istedi.
O topluluğun ulusu ona bağırarak dedi ki: ‘Yalan söylüyorsun, fakirlik O’nun sırrıdır ve Allah o sırrı, istediği herkese ifşa eden kimselere vermez.’” Denilir ki: Allah bazı nebilere şöyle vahyetmiştir: “Eğer benim senden razı olup olmadığımı bilmek istiyorsan fakirlerin senden razı olup olmadığına bak.”
Allah Dostlarının Ameli Nedir?
“Allah dostlarının, ameli nedir?” diye sordular. “Gönlünü Allah’tan başkasına bağlamamaktır” dedi.
Beyit
Ufuklarda çoktur kavuşma arayan kişi
Kavuşmaya ötelerden uzanır er kişi
Bu durum, yüce Allah’ın inâyetine bağlıdır. “Allah’ın sırlara olan cezbeleri, görünen şeyler ve sûretler tuzağını ortadan kaldırır.”
Kişi cezbeye uğrayıp itibar kaftanını giyince, o nimetin şükrü için şunu terennüm eder: “Senin buyruğuna uyarsam senin hakkına riayet etmiş olurum. Eğer senin buyruğunu yerine getirmezsem kendimi belaya müstahak etmiş olurum.”
Bu makamda gayet mutlu olan Musa [aleyhisselâm] şöyle diyordu: “İlâhî! Bende olan sende olmaz.” Yani bizim dervişlik kulübemizde olan şey, senin ceberût hâzinelerinde olmaz. Bütün melekût melekleri bu sözü duyunca kudsiyet kanatlarını kanlı göz yaşıyla kana boyadılar. Şöyle hitap geldi: “Ey Musa! Ne söylüyorsun? O zaten bilendir.”
Beyit
Biri ona kasten bizim yolumuzu sordu
“Ne kimsesi, o nerede biz nerede!” dedi
Ey Rabbim! Doğru söylüyorum. Sen benim sahibimsin ve insano- ğulları arasında benim gibi çok vardır. Yine ben şeninim, senin ortağın ve benzerin yoktur.
“Namazda olduğun vakit niçin secdede çok durdun?” diye sordular. Dedi ki: “‘Sübhâne rabbiye’l-a'lâ’ deyince, ‘Buyur ey kulum’ nidası geç geldi. Durmamın sebebi buydu.”
Beyit
Firavun secdesi gibi gösterişsiz bir secde et
0 vakit cennetü’l-me’vâyı kendine mesken et
Levh-i Mahfuz Nedir?
Bazıları, “Bu insanın yaratılışı levh-i mahfûzda özetlenmiştir” dediler. Bâyezid-i Bistâmî’ye levh-i mahfuzu sordular. “Levh benim” dedi. Daha kolay anlaşılması için böyle misal gösterdiler.
Derler ki: Hikmetten tamamen nasibini almış bir padişah vardı. Birkaç utangaç oğlu vardı. Onlara çok düşkündü. Meclisine dahil etmeden önce çocuklarına çokça riyazet vermek ve onları iyice terbiye etmek istedi. Çünkü insanoğlu edepli ve eğitimli olmazsa padişahların tahtına layık olmaz.
Beyit
Kim ki uymaz âdab-ı meclisi padişaha
Komayın onu sultanın kapısı etrafına
Durumu böyle görünce kendi sağlam fikri ve kuvvetli tedbiriyle bir köşk yaptırdı. Her biri için o köşkte bir meclis yaptı ve bir oda hazırladı. Onlara telkin ettiği her ilmi o meclisin duvarlarına yazdırıp, onların o köşke hapsedilmesini buyurdu. Hizmetlerine hizmetçiler tayin etti. Sonra çocuklarına şöyle seslendi: “Bu sûretler içinde, bu sûretlerin anlamını bilmek İçin basiret gözüyle iyice düşünün. Bu anlamları anlayıp çözünce sizi kendi mülkümün ünsiyet ve saygınlık meclisine ulaştırır, nimetlendirip cömertlik gösteririm.”
İmdi, bilge padişah yüce Allah’tır. Küçük çocuklar, yüce Allah’ın huzurunda,
. (Allah) onları sever onlar da Allah’ı sever...” (Mâide 5/54) hitabıyla cömertlik gören Hz. Âdem’e ve insanoğluna işaret eder. Köşk, zamanı ve kaderi temsil eder. Meclisler, beşerî suretlerin saf görüntüsüdür. Tasvir edilen edepler, onun kıskançlığının şaşırtıcı terkibi ve ilginç telifidir. Bu müsbet ve yazılı ilimler, gönül manaları ve sır marifetleridir. Bu topraktan nefisler, bu ilimleri elde edince, ünsiyet meclisi ve kudsiyet odasına layık olur. Öyle ki,
“Takva sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarında, güçlü ve yüce Allah’ın huzurunda hak meclisindedirler” (Kamer 54/54-55) âyetinde buna işaret edilir.
Bir ulu kimse şöyle der: “Arifin kalbi marifetin levh-i mahfûzudur. Allah orada tecelli nuruyla kazâ ye kader ilmini, amelleri ve sıfatları yazar. Anbean rızayı kazâ ve kazâyı rıza eder.”
“Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır" (Ra‘d 13/39).
Arş Nedir?
Biri Sultanü’l-ârifîn Bayezid’e, “Arş nedir?” diye sordu. “Benim” dedi. Adam "Kürsî nedir?” diye sordu. “Benim” dedi. “Kalem nedir?” diye sordu. “Benim” dedi. “Yüce Allah’ın Cebrail, Mîkâil, İsrâfil ve Azrail gibi; İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed [sallallahu aleyhi vesellem] gibi kulları vardır. Onların hepsi benim” dedi. Adam sustu. Bayezid hazretleri dedi ki: “Evet, Allah’ta yok olan kimse aynı bu şekilde olur.” Allah’ın dışındaki her şey esasında yok hükmündedir. Hz. Peygamber de bundan dolayı şair Lebîd’in bir şiirindeki sözünü tasdiklemiş ve şairin söylediği şu şiir ne kadar doğrudur, buyurmuştur.
Beyit
Biliniz ki Allah’tan başka her şey bâtıldır.
Her nimet zail olacaktır, kaçınılmazdır.
O’nun dışında mevcut kalmadı. Filhakika O’ndan başka mevcut da yoktur. Dolayısıyla gören ve görünen birdir ve o Hak’tır.
Bâyezid-i Bistâmî’ye “Bu makama nasıl ulaştın?” diye sordular. Dedi ki: “Bir gece Bistâm’dan ayrıldım. Çok güzel bir mehtap vardı. Âlem huzur bulup sakinleşmişti ve on sekiz bin âlem onun yanında bir zerre görünüyordu. Bende bir yanış ve kargaşa başgösterip, bir hal bana galip geldi. Dedim ki: Ey Rabbim! Böylesine yüce ve görkemli bir dergâh, mutluluk tâliplerinden böyle boş mu kalsın?”
Beyit
Huzuru büyüklük ve görkem, yaygısı ihtiyaçsızlık
Bu yolda yüz bin kervan yoldan çıkmış
Hatiften şöyle bir ses geldi: “Ey Bayezid! Dergâh, talip ve âşık olmadığından değil, biz herkese yol vermediğimiz için boştur. Çünkü her temenni eden, mahrem olan sırlar hazînesine ve her hayrete düşen, Cebbâr ve Celâl olanın otağına layık değildir.” Şu güzel şiir gayet kuvvetli bir delildir.
Beyit
Bayezid bir gece şehirden çıktı dışarı Halkın gürültüsünden boş gördü dünyayı
Âlemi aydınlatan bir ay ışığı vardı
Gece, o ayın yansımasıyla gündüzü andırmıştı
Gökyüzü yıldızlarla süslenmekte
Her biri bir başka İşi yürütmekte
Şeyh ne kadar dolaştıysa da çölde
Çölde kırda kıpırdamadı hiç kimse
Onda zoraki bir yanış meydana geldi
Yâ Rabbi! Gönlüm huzursuz oldu, dedi
Bu senin yüceliğinin yansıdığı bir dergâhtır
Sana susamışlardan nasıl böyle boş kalır!
Hatiften bir ses, “Ey yol hayranı!” dedi “Padişah herkese yol vermez" dedi
Bu kapının itibarı şunu gerektirir
Kapımızdan her dilenci uzak olsa gerektir
Büyüklüğümüz haremi nur saçınca
Uyuyan gafilleri hep attı uzağa
Er kişiler yıllarca beklediler
Her biri yüz bin yük çektiler
Bâyezid-i Bistâmî, hâtiften gelen sözü ne zaman duysa, “Padişahlardan sakınınız. Muhakkak ki onlarla yakınlaşıp kaynaşırsanız sizi yoldan çıkarırlar, onlardan ayrı kalırsanız da sizi hor görürler. Onlar ceza vermekte vurup kırmayı az sayarlar. Ödül verirken güzel bir cevapla selâm vermeyi de çok sayarlar” nasihatini işitti.
Lâkin, aşkın sultan olduğunu ve sultanların zaman ve işlerinin bir ölçüsü olmayacağını bildi. Onlara işi düştüğü sürece, çokça sıkıntı ve zahmet çekti. Bu yolda amacına ulaşana değin bir hayli mücâhede ve gayret gösterdi.
Muhabbetullahın Alameti Nedir?
'‘Yüce Allah’a muhabbet duymanın alameti nedir?” diye sordular. Şeyh buyurdu: “Alameti şudur: Allah onu sever ve o şu üç hasletle müşerref olur: Birincisi, denizin cömertliği gibi cömert olmak.
Beyit
Cömertliğin fazileti ekmek vermekledir
Boş laf söylemek, boş davul gibidir
İkincisi güneşin şefkati gibi şefkatli olmaktır.
Beyit
Hepsi ateş kalemli bir nakkaş
Hepsi asumanî giymiş bir güneş
Sürekli söz yaprağını yazmadalar
Sürekli mana ve ruhun özü olmadalar
Üçüncüsü, yeryüzünün tevazuu gibi bir tevazu.”
Beyit
Ey kul! Allah seni yarattı temiz topraktan O halde mütevazi ol toprak gibi olacaksan
Mütevazi olur seçkin ve akıllı kimse
Meyveyle dolu dal eğer başını yere
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’e namazı sordular. Dedi ki: “Kurallardan ayrılmadıkça bağlayıcı olmaz.” Yani Allah’tan başka her şeyden (mâsi- vadan) ayrılmak gerekir. Sonra bize kendimizde değilken nazar eder ve aşk, fesleğen kokusu gibi namaz kılanın sıdkı (halisliği) burnuna erişir.
“Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur3' (Fâtı- ha 1/2) hediyesini huzura götürür.
“Şüphesiz ki namaz kılan kimse Rabb’ine münâcâtta bulunur”' müjdesinin temizlik ve kudsiyet huzurundan ünsiyete bir bağ oluşturan ağzına kadar dolu kadehini dilediği gibi çeker ve tutar. Hidayet bidayete göredir (Bidâyet ne kadar sağlam olursa hidayet de o kadar sağlam olur). O’ndan alakanın kesilmesi O’ndan ayrılıktır. O’nunla bir araya gelmek ise O’nun huzurunda olmaktır. Cüneyd-i Bağdâdî’ye Allah’ın yakınlığını sorduklarında şöyle cevap verdi: “Yakındır ama bitişik değildir. Uzaktır ama ayrı da değildir.”
Ey temiz soylu kimse! Fidanın meyve vermesi için uzun yıllar beklemek gerekir. Ondan erkence faydalanmak dilersen bir diğeriyle kaynaştırman icap eder. Allah’ı teşbih ederim ki bundaki pek çok bereket kesmekle olur. Melekler itaate, Âdem’in dünyaya ayak basmasından binlerce yıl önce ayak bastılar. Lâkin Âdem’in (insanın) ilk adımda ulaştığı bu makama ulaşamadılar. Evet, onlar fidanlardı. Ancak bir başka dalla kaynaşmadılar. Doğrusu yaratılış dairesi bu çamurdan şahsın etrafına çekildiğinde, onların bu âlemdeki kalış müddeti az olarak karar-
laştırılmıştı. Gaybda ruha bir hoşluk yükledi ve onların vücut fidanını o bağla bağladı. Böylece meleklerin uzun rüzgârı ona eriştiler, o kısa bir sürede ona ulaştı. Çünkü yardımı yaratılıştan değildi, ezelî bir yardıma sahipti. Kem gözden uzak olsun, onu öyle güzel kıldı ki beden ruhla birleşince kalbin arasından ortaya çıktı, tıpkı namazdaki hal gibi.
Bâyezid-i Bistâmî’ye, “Neden açlığı bu kadar övüyorsun?” diye sordular. Dedi ki: “Eğer Firavun aç olsaydı asla,
‘Sen, sizin en yüce rabbinizim’ (Nâziât 79/24) demezdi.”
Marifet Ehli İrfanı Neyle Bulmuştur?
“Marifet ehli irfanı neyle bulmuştur?” diye sordular. Bayezid hazretleri dedi ki: “Malı yitirmeyip onunla ayakta durdukça marifet elde edemediler.”
Bâyezid-i Bistâmî dedi ki: “Kendi otağımı da beraberimde cehenneme atayım diye kıyametin kopmasını istiyorum.” “Niçin?” diye sordular. “Cehennemin beni görünce söneceğini bildiğimden. Böylece Allah’ın rahmeti ve halkın rahatına sebep olmuş olurum” dedi.
Gariplerin evinde her an, “Sakın ey sahip, tabak tutmayasın ve kimsenin yolunu bize uğratmayasın ki biz kendi gönlümüzle celâlin kahrını seyrederek halvetteyiz, başkasının zahmetine katlanamayız” diye seslenen kimdir?
Cehennem ateşi, tabaklanmamış derileri tabaklamak içindir. Nefis, gönül zevkini bulsun diye bin yıl o sarayda olurlar. Nefis, gönülle aynı yaratılışa bürününce her ikisi de barışıp ellerini birbirlerinin omuzuna atarlar. O zaman ateş, onların yanış ve alevlenişine güç yetiremez, feryat eder. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem],
“Onların (nurlarının) soğukluğundan dolayı cehennem çığlık atar”'54 buyuruyor.
Şöyle nakledilir: Bâyezid-i Bistâmî’nin gençliğinde hadis ehlinden biri ona, “Ey oğul! Namaz kılmayı bilir misin?” diye sordu. “Bilirim” dedi. “Nasıl kılıyorsun?” diye sorunca şeyh şöyle cevap verdi: “Gönlü uyandırmak ve farkındalık için bir tekbir getiririm, usulünce Kur’an okurum, saygı göstererek rükû ederim, tevazuyla secde ederim ve huşû içinde selâm veririm. Sonra, ‘İlâhî! Her ne kadar sermayemiz ayıplı ve senin dergâhına layık değilse de lâkin kötü bir sermayeden alacak şey nereden bulunur ki?’ derim.”
Beyit
Kesilmeden yerinde duran bir ağacı yetiştir
Zira o ağaç günün birinde meyve verir
Muhaddis dedi ki: “Mademki bunu anlıyorsun, insanların sana el sürmesine neden izin veriyorsun?” Şeyh dedi ki: “Bana el sürüyorlar, lâkin yüce Allah’ın giydirip beni süslediği bir kaftana el sürüyorlar. Bana ait olmayan bir şey için ben onlara yasak koymam.”
Münker ve Nekir’le Halin Nasıl?
Şeyh Bayezid’i vefatından sonra rüyada gördüler. Ona, “Münker ve Nekir’le halin nasıldır?” diye sordular. Dedi ki: “Onlar bana ‘Rabb’in kim?’ deyince, ‘Bu sorunuzla bir yere varamazsınız’ dedim. Dönün ve Allah’a, ‘Bayezid senin için kimdir?’ diye sorun. Çünkü eğer ben yüz kez, ‘Rabbim O’dur’ desem de O, ‘Bayezid benim kulumdur’ demedikten sonra bunun bir yararı yoktur.”
Büyüklerden biri Sultanü’l-ârifîn Bayezid’i vefatından sonra rüyasında gördü. Ona, “Allah sana nasıl muamelede bulundu?” diye sordu. Şeyh dedi ki: “Yüce Allah bana, ‘Ey Bayezid! Huzurumuza ne getirdin?’ diye sordu. Dedim ki: Ey Rabbim! Senin huzuruna layık bir şey getirmedim. Ancak sana ortak da getirmedim.”
Yüce Allah dedi ki: “Yoksa süt gecesini unuttun mu?” Bayezid hazretleri bir gece birazcık süt içmişti. O gece ansızın karnına ağrı girdi. Bâyezid-i Bistâmî, “Bu ağrının sebebi süttür” diye düşündü. Yüce Allah onu bu şekilde azarlamıştı. Akıllar O’nun yaptıkları karşısında tamamen hayrettedir. Çünkü hesap edince zerre zerre alır ve hoşgörü gösterince dağ dağ verir. Tövbe eden günahkârları,
“Allah tövbe edenleri de sever..(Bakara 2/222) âyeti ile mahbubu olarak çağırır. İctihad sahibi itaatkâr kullarına da,
"... temizlenenleri de sever” (Bakara 2/222) buyurur.
Rubûbiyyet, beşeriyette bir şey ararsa beşeriyet için o bir mansıp olur. İlâhiyyet beşeriyette bir şey ararsa, o zâhir ehlinin bahsettikleri bir sûrettir. Ancak gerçek şudur ki işin aranması iradeyle ve işlerin işleyişi bu kavramın usulüncedir. Eğer O, irade sultanıyla bir ferman buyursa, Anadolu’ya, Hindistan’a ve Türkistan’a gönderir; İslâm sarığını sadece ilk seferde teslimin omuzuna sarkıtırlar. Küfür yolunda bir haç ve bir zünnar kalmaz, dalâlet ehlinin kalplerinde inkâr yer bulmaz.
Benim işittiğim gibi onlar da onun sözlerini işitselerdi.
İzzetle, rükû ve secdeye kapanırlardı,
BEŞİNCİ BÖLÜM
Onun mi‘racı, o vaktin halleri ve sözleri, Allah’a dua ederken ve
yalvarırken olan haykırış ve yakarışları ve onun teşbihi beyanındadır.
ALLAH TEÂLÂ'YA YAKARIŞLARI
Resûlullah’ın Mi'racı
Arap dilinde urûc “yükselmek” demektir. Mî‘rac da “merdiven”e derler. “Mi‘rac gecesi”ni buradan almışlardır. Ârif yüce himmetlidir, görkemli bir hali vardır. Bu sebeple her şeye yönelmez.
Bir gün İmam Şâfiî’nin [rahmetullahi aleyh] huzurunda, müminlerin emîri Hz. Ali [kerremaiiahu vechehû] hakkında, “Hiç kimseyi ve hiçbir şeyi önemsemez, korkmazdı” dediler. İmam dedi ki: “Hz. Ali’de, herkeste bir tanesinin bulunduğu dört haslet vardır. Bu sadece ona layıktır, başka kimsede o hasletler bulunmaz. Muhakkak ki müminlerin emîri Ali, zâhiddi ve zâhid dünya ve dünya ehlini önemsemez. Âlimdi ve âlim hiç kimseden korkmaz. Cesurdu ve cesur hiç kimseden korkmaz. Büyüktü ve büyük hiç kimseden korkmaz.” Buna dayanarak, Mi‘rac gecesinde sekiz cenneti Hz. Peygamber’e [sallallahu aleyhi vesellem] sundular. Her tarafını, bütün odalarını Resûiullah’a gösterdiler, zerre kadar umurunda olmadı. Sonunda,
“Gözü kaymadı ve sının aşmadı” (Necm 53/17) vefası süsünü, onun sefa elbisesine diktiler.
Beyit
Ey yaşam suyunda bir ateş yakan
O ateş içinde âşıkların küfr ü imanını yandıran!
Sâlik olmanın şartı, önündeki bütün perdeleri kaldırmaktır. Böylece sonra, kurbet kubbesine, safvet sofasına, âşıklar topluluğu bahçesine ve Rahmân Rahîm olanın rızası cennetine yol bulur.
Beyit
Sahip olduğun her şeyi ateşte yakmadıkça
Asla yaşamın gerçek anlamda güzel olmayacak
Ayyarlara dağda bir yaygı gerek
Ayyar değilsen köyümüze ayak basma
Perdeleri kaldırdıktan sonra aşk bahçesine doğru yürürse, gönül yatağının üzerine kurb yaygısının döşendiğini görür. Kuddûs’ün huzuruna niyetlenirse, sultanlık sarayından kendisini karşılamak üzere gönderilmiş müjde ve kabul katırlarını görür.
Beyit
Ey gönül! Ne zamana dek bu aldatıcı durakta şu ve bunu göreceksin?
Bu karanlık kuyudan bir kez dışarı çıktığında âlemi göreceksin Öyle bir âlem ki orada bulduğun her bedeni padişah bulursun Öyle bir âlem ki orada gördüğün her gönlü mutlu görürsün Kazaya ne bahane buluyorsun, er kişiler gibi hizmet et! Niyetlenince bir bak ne yardım ne kuvvet görürsün Eğer bir günde yüz kez olsan din yolunun şehidi Kendini arada görürsen olursun dinsizlerden biri Bu yüce misafiri ağırla o güne değin ki bir gün Bu kümbetten dışarı uçup onu ev sahibi görürsün Bu arş tavusunun kanadını kuvvetli kıl hikmetlerle
Böylece onu bu tuzak yerinde, yuva mutluluğunda görürsün
Tâbi olma ayağını, iki âlemin efendisi ve “”kâbe kavseyn” sarayı padişahının yoluna basan kimseler, onun yolundayken cennet ve cehennemi terkedip hûri ve ırmaklara iltifat etmeseler gerektir. Zira İbrahim b. Edhem dedi ki: “On beş yıl cennet hırsıyla ve on beş yıl cehennem korkusuyla ibadet ettim. Otuz yıldan sonra rüyamda kıyametin koptuğunu, cennet ile cehennemin arşın sağında ve solunda yer aldığını gördüm. Kendi kendime, ‘Aradığımı buldum’ dedim. Her ikisi de, ‘Ey İbrahim! Ne zamana dek bizim etrafımızı tavaf edeceksin? Bizim yaratıcımızın huzuru etrafını tavaf et!’ diye bağırdılar.” Yüce Allah ilk önce cenneti yaratıp orayı enbiya ve evliyanın karargâhı kıldı. Cennet başını kaldırıp, “Ben esirgeyiciyim” dedi. Âdem’i orada yerleştirip onun eline bir günah iliştirdi. Cehennemi yaratıp düşmanlar madeni kıldı. Cehennem başını kaldırıp, “Ben yakıcıyım” dedi. Kendisine ait düşmanlığı (yakıcılığı) Halil’in hizmetine verdi. Cenneti Hz. Âdem’le, cehennemi Hz. İbrahim’le terbiye etti. Dedi ki:
“Ey cennet! Eğer esirgeyici sensen haydi Âdem’i esirge de göreyim! Ey ateş! Şayet yakıcı sensen haydi İbrahim’i yak da göreyim. Ey cennet! Sen esirgemekte çaresiz kalırsın. Ey ateş! Sen yakıp eritmekte çaresiz kalırsın.” Dünya halkına,
“Eninde sonunda emir Allah’ındır” (Rûm 30/4) fermanını gösterdi. Hâsılı, Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] Mi'rac gecesi, cennet ile cehennem arasındayken şöyle dedi: "Cennete iltifat etmiyorum. Çünkü Âdem orada zeiieye düştü. Cehenneme de iltifat etmiyorum. Çünkü ateş İbrahim’e soğuk ve selâmetti oldu. Cenneti bırakıp affına sığınıyorum. Cehennemi bırakıyor ve azabından korkuyorum. ”
“Allahım, senin gazabından senin rızana; azabından affına, senden yine sana sığınırım! Seni övmeyi gereği gibi yapamam! Sen kendini nasıl övdüysen öylesin.”'
j <
Levâmiu’l-Beyyinât adlı kitapta şöyle denir: ”, sözü, seyyidü’l-mürselînin miracıdır. “Allah’tan başka ilâh yoktur” (Muhammed 47/19) sözü ise iman ehli avamın mi'racıdır. İbadet edenlerin miYacı ise Fatiha sûresidir.
Namaz Müminin Miracıdır
Ey derviş! Namaz, müminlerin miracıdır.
“Şüphesiz namaz kılan kimse Rabb’ine münâcâtta bulunur”'55 hadisi vardır. Yol pirlerinin ittifakınca aşk, gayb perdesinin ötesinden çı- kagelir. Müridlerin arzuları odasının kapısından başka bir durağı olmaz. Mürid, bir süre arzu yolunda yürüyüp o yolu kendi atasının başlattığı biçimde çiğnerse himmeti talebe çevirmiş olur. Tıpkı özü aşılanmış yumurta, aşılanmış yumurtayı et ve eti kemik kılması gibi. O talebi, anayola hakikatleri çekti.
“Beni İsteyen beni bulur. Benden başkasını isteyen ise beni bulamaz” devletinin kösü saltanat sarayında çalınır. Sonra şöyle seslenirler: “Ey gökyüzü, yeryüzü, cennet, cehennem, arş ve kürsî! Bizi arayanların yolundan çekilin, zira onlar bizim avımızdır. Onların aradığı ve istediği biziz. Eğer sizin üzerinizden geçerlerse sizden hiçbir şey kalmaz.”
Zikrettiğim bu mertebe ve makamları bu yolun mi'racı bil! Kimse, iradesi dışında bu yolda ilerleyemez. İşte onun mi'racı budur. Peygamberler için hem zâhirî hem de bâtınî mi'rac vardır. Ancak veliler için sadece bâtınî mi‘rac olup bu kâfidir.
Bil ki Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] mi'racını, hakikatte, sadece Mekke ve Medine’den alınmasıyla değil, daha evvel “Muhammed ü’l-emîn” diye çağırdıkları vakit başlattılar. Onu, “Muhamme- dü’l-emîn”le nebîliğe ve nebîlikten resûllüğe çektiler. Sonra risâlette fakra ulaşana değin ilerledi. Fakr ve niyaz, onun peygamberlik yolunun süsü oldu. Resûlullah, ezel ve ebed devlethanelerinde mevcut olan yüce fakr kemerini kulluk beline bağladı.
Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] ikbal incisi bu mi'rac ve basamaklarla olgunlaşınca, kendisini bir cezbeye tâbi kılarak Kâbe’nin eşiği önünden Hz. İbrahim’in [aleyhisselâm] secdegâhına götürdüler. Sonra onu Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu yerden bir başka cezbe ile “kâbe kavseyn”e ulaştırdılar. Sonra İlâhî gayret, yücelik perdesini gizli sırların önüne çekti ve bu perdenin dışındaki halka şöyle seslendi:
“Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi” (Necm 53/10). Sonra Cebrâil şöyle seslendi: “Ey Muhammed! Rabb’in diridir. Efendine ta- hiyyat getir.” Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] dedi ki:
“Dil ile, beden ile ve mal ile yapılan bütün ibadetler, senalar, dualar Allah’a layıktır. ” Yüce Allah’tan cevap geldi:
“Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerine olsun ey nebî!”
Bazı kitaplarda bu makam hakkında -sorumluluk söyleyene aittir- şöyle yazılıdır: Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] nübüvvet ile görevlendirilince yüce Allah öyle bir sırrı açığa çıkardı ki bu sırla Sul- tanü’l-ârifîn Bayezid’in mertebesinin kemali bilindi. Bu, efendiler efendisinin sağ tarafında büyük bir parlaklıkla beliren bir nurdu. Efendiler efendisinin mübarek kulağına şöyle erişti: “Ey Allah’ın resûlü! İyilik ve rahmet senin makamındır. Yüce Allah’ın sana verdiği bu nimetler şarabından ümmetini de nasiplendir. Efendiler efendisi şöyle dedi:
“Selâm bize ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun. ”
Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem], müminlerin emîri Ömer b. Hattâb’a [radıyallahu anh] “kardeşim” demiştir.
Mesâbîh adlı eserde şöyle kayıtlıdır: Hz. Ömer [radıyallahu anh] dedi ki: “Hz. Peygamber’den [sallallahu aleyhi vesellem] umre için izin istedim. İzin verdi ve, ‘Ey kardeşim! Bizi de duana ortak kıl ve bizi unutma’ dedi.”
Gönül Mi'racı
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Gönlüm mi‘raca çıktı. Geri gelince başımda aşk tacı ve belimde rıza kemeri vardı.”
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Yüce Allah beni aldı, huzuruna dikti ve dedi ki: ‘Ey Bayezid! Kullarım seni görmeyi seviyorlar.’ Ben de, ‘Beni kendi vahdâniyyetin ile süsle. Beni birliğinle giydir. Beni birliğine ulaştır ki yarattıkların beni görünce seni görmüş gibi olsunlar, beni değil’ dedim. Bu dileğimi gerçekleştirdi, bu keramet tacını başıma takıp beşeriyet makamından geçirdi. Sonra, ‘Yarattıklarımın huzuruna gel’ dedi. Huzurundan bir adım ayrıldım, ayaktan düştüm. ‘Sevdiğimi getirin, o bensiz yapamaz’ diye bir ses işittim.”
Ey talip! Bil ki Bâyezid-i Bistâmî, o makamda aşk belirtileri ortaya çıktığı vakit söylediği şeyle, ceberût ve melekût âlemi için sırrın sırrını özel bir seslenişle haber verdi. Yüce huzurun kapısı ona açıldı. Allah’tan ziyadesiyle yakınlık (kurb) istedi. “Beni aşk halindeyken severler. Beni sende tek kıl ki sende yok olayım, böylece senin bâkiliğinle bâki olayım. Yüceliğin gölgesini üstüme sal ki bedenim senin aynan olsun. Bende kendi nurunu galip kıl ve nurunla başkalığı gider, böylece sen senin kıblen olasın. Zira aşk bâkilik ve tevhid fânilik gerektirir” dedi. İlk makam,
"... sana kendimden sevgi verdim” fTâhâ 20/39) makamı idi. Sonuncusu ise,
“Kulum, bana nafilelerle yaklaşmayı sürdürür ve nihayet ben onu severim” hadisidir ki marifetin başlangıcı, birleşmenin ortası, tevhid- de fenâ bulmanın sonudur. O’nun sözüne bak! Zira her üçü de görünmektedir.
Sır ile sırr-ı sır arasında bir fark vardır. “Muhakkak ki sır, Allah ile kul arasında gizli olmayan, (bilinmesi) serbest bırakılmış bir şeydir. Sırr-ı sır ise Allah’tan başkasının bilmesi mümkün olmayan sırdır. Yüce Allah şöyle seslenmişti: “Ey Bayezid! Yani ey kendi sıfatıyla fâni, benim sıfatımla bâki olan!” Bu durum, yüce Allah’ın onun kalbi ve bâtınını cezbettiği, ruhunun sırrını cezbettiği; ruhu kalbini cezbettiği ve kalbi nefsini cezbettiği bir haldedir.”
Şu da bilinmeli ki sırrın makamı müşahede ve ruhun makamı aşktır. Kalbin makamı marifet, nefsin makamı hizmettir. Bu makamlar, kuvvetlerdir. Müşahede kuvveti sırdan geri kalırsa yok olur, aşk kuvveti ruhtan geri kalırsa yok olur. Marifet kuvveti gönülden geri kalırsa gönül darmadağın olur. Hizmet kuvvetini nefisten alırsan helâk olur. Ârifin hakkındaki bu cezbeler gerçekleşince sır, ruhun dahi haberi olmayan bir makama erişir. Ruh, kalbin dahi haberi olmayan bir makama erişir. Kalp, nefsin dahi haberi olmayan bir makama erişir. Orada cezbeden (cazip) ve cezbedilen (meczup) aynıdır. O halde Bâyezid-i Bistâmî’nin, “Orada olan sensin, ben değil” sözü, yüce Allah’ın sözü olmuş olur.
Şöyle naklederler: Bâyezid-i Bistâmî’nin Horasan’da padişahzâ- delerden sadık bir müridi vardı. Sürekli şeyhin mertebe ve makamlarından bahsediyor, diğer müridlerin yanında onun hal ve kerametlerini sayıyordu. Dedi ki: “Yüce Allah’tan Bayezid hazretlerinin tam makamı bende görünene değin yakînim artsın dilemiştim. Bir seher vakti rüyamda beni gökyüzüne götürdüklerini, yedinci gökten geçirdiklerini ve beni Cebbâr’ın arşına ulaştırdıklarını gördüm. Sonra, ‘Yüzünü ikbal kıblesine döndür ve dostların makamını görmek için yaklaş’ diye bir ses işittim. Ondan sonra celâlin tâ kendisi ve yüce Allah’ın sırf fazlı olarak gördüğüm bir yere ulaştım. Kendi fenâ âlemimden Allah Teâlâ’nın bekâ âlemine uçayım diye bana hidayetten iki kanat verdiler. Her nereye baktımsa Bâyezid-i Bistâmî’yi kendimden önde görüyordum. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyie bana bir bahçe gösterdiler. O bahçede yüce Allah’ın rızasından bir yaygı seriliydi ve o yaygının üzerine yakuttan bir dal parçası konulmuştu. O dal parçasının üzerinde, “Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah, Ebû Yezîd safiyyullah” yazılıydı. Ondan sonra, ‘Bu Bayezid’in makamıdır ki o daha fazlasını aramaktadır’ diye bir ses işittim.”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Yüce Allah beni istiğna makamına ulaştırıp, kendi nuruyla aydınlatıp, bana garip sırları açık edip yüceliğini gösterdikten sonra yakîn gözüyle O’nu seyrettim. Sonra O’ndan kendime baktım. Benim nurum, Allah’ın nuru etrafında karanlık, benim heybetim O’nun yüceliği yanında hakirlik, benim itibarım O’nun itibarı yanında alçaklıktı. Orası tamamen saflık, burası tamamen bulanıklık idi. Tekrar bakınca kendi nurumu O’nun nurundan, kendi itibarımı O’nun itibarından gördüm.” Yaptığım bütün ibadetleri ve yerine getirdiğim kulluğu tamamen O’nun kudretinden bilip O’nun yardımından gördüm.”
Ârifler Sultanı Bayezid’in, “Yakîn gözüyle seyrettim” dediği şeyi din ulularından birine, “Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] Mi'rac gecesinde Allah’ı kalp gözüyle mi yoksa sır gözüyle mi gördü?” diye sordular. Dedi ki: “Tecelli gerçekleşince kalp ve göz bir olur.” Yani Allah, tecelli edince göz kalptir, kalp de gözdür.”
Havâss-ı Râzî dedi ki: Bir çölde gidiyordum. Azıksız kervansız yolculuk eden bir genç gördüm. “Nereye gidiyorsun?” dedim. “Mekke’ye” dedi. “Azıksız kervansız mı?” dedim. Dedi ki: “Ey yakîni zayıf kimse! Yeri ve göğü direksiz olarak taşıyan yüce Allah, beni bu şekilde Mekke’ye ulaştırmaya güç yetiremez mi?” dedi ve geçti gitti. Onu daha sonra görmedim. Mekke’ye varınca onu tavaf ederken gördüm ve şöyle diyordu:
“Ey göz, sürekli yaş dök! Ey nefis, dert ile öl! Eşi ve benzeri olmayan Allah’tan başka kimseyi sevme.”
Yanına gidip kendisine selâm verdim. Selâmımı almadı ve, “Sen yakîn zayıflığından dolayı Allah’tan uzaksın” dedi. “Ey şeyh! O hastalıktan ne haldesin?” diye sordular. “Yakîn zayıflığından daha kötü bir hastalık yoktur. Allah’la yakîne hazır ol, düzgün davran. Mert kişi, yakînle mert olur. Kişinin görmesi için yakînin göze erişmesi gerekir. Kişinin söylemesi için yakînin dile erişmesi gerekir. Kişinin dinlemesi için yakînin kulağa erişmesi gerekir” dedi.
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Yüce Allah’tan hakikati seyrettim ve Hakk’ı hakikatle gördüm, huzur buldum. Orayı makam edindim, çabalama kulağını ezdim ve dili damağı olmayan ağızdan çektim. Sonradan kazanılmış ilmi terkettim ve nefs-i emmâ- renin verdiği zahmeti ortadan kaldırdım. Bir süre vasıtasız durdum ve usul yolundaki fazlalıkları tevfik eliyle süpürdüm. Yüce Allah bana merhamet etti. Benim için kendi nurundan bir göz yarattı, böylece bütün varlık âlemini hakikat ile gördüm. Rızadan bir kulağı bana layık gördü, mutlak lutuftan bir dili damağıma yerleştirdi. Bana ledün ilminden bir ilim bahşetti. Fetih ve fütuhla taze bir ruhu ferahlatıp bir miktar keramet ihsan etti. “Şimdi Tayfûr’u kimsesiz kıldın, kimsesiz kıldın” dedim. Yine dedim ki: “Yüce Rabbim! Bununla gururlanmam ve senden müstağni olmam. Senin bensiz benimle olman benim sensiz seninle olmamdan İyidir. Sana seninle söz söylemem kendimle söz söylememden iyidir.”
Ârifler Sultanı Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Yüce Allah beni öyle bir yere ulaştırdı ki bütün yaratılmışları iki parmağımın arasında gördüm.”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Hatiften şöyle bir ses işittim: ‘Ey Bayezid! Şimdi şeriatı gözet ve emr ü nehyin sınırını aşma ki çaban benim katımda makbul olsun.’ Dedim ki: ‘Benim yakînliğim için eğer şükür dersen kendinden dersin ve kulda tevhid ararsan kendi hakkında ararsın.’ Sırrımın saflığını görünce üzerime hoşnutluk alametini çekti ve, ‘Ne dilersen dile’ dedi. Dedim ki: ‘Ey Allahım! Seni dilerim.’ Sonunda O’nun yüceliği meydanında uçup yaratıcılığının ilginçliklerini görmem için bana kurtuluştan bir kanat bahşetti.”
Bayezid hazretlerinin şöyle dediği nakledilir: “Hatiften, ‘Ey Tayfûr! Mülk kimindir?’ diye bir ses işittim. (Mecazen) benimdir, dedim. ‘Hüküm kimindir?’ dedi. Şenindir, dedim. ‘Seçme hakkı kimindir?’ dedi. Şenindir, dedim. ‘Muhakkak ki rahmetim gazabımı geçti’ dedi. ‘Ey Rabbim! Muhabbet benimdir’ dedim. ‘Kim bizi severse beladan bir eyer takımı kuşansa gerektir. Zira bizi sevmekte bela kızıl altınla ateş gibidir’ dedi. Kahhâr ve Cebbâr bakışlarıyla bana bakıyordu. Sonra ben, kendi düşünce mancınığımı bütün vadilere fırlattım. İctihad ateşiyle bedeni bütün potalarda erittim. Talep atını her meydana saldım, niyazdan iyi av avlamadım ve aczden iyi dayanak bulmadım.
‘Susan kurtuluşa erer’ evinin sakini oldum ve,
‘Sabır imanın yarısıdır’ zırhını giydim. Bana tevhidden bir dil verdiği vakit bir zafer müjdeleyici ulaştı. Şimdi dilim o muhtaç olmayanın lutfuyla, kalbim o ebedî sahibin nuruyla ve gözüm o sonsuz yaratıcının yaratmasıyladır. O’nun yardımıyla söylerim, koşarım, görürüm ve duyarım. O’nunla yaşadığım sürece iyi bilirim ki asla ölmem. O söylediği sürece ben tercüman ile elçi arasındayım.”
Tevhid Vadisi
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Vahdâniyyete erişip ilk anda tevhidi görür görmez bir kuş olana değin yıllarca o vadide koştum. Onun gözü tevhidden, kanadı sürekliliktendi ve ‘nasıllık’ (keyfiyet) göğünde uçuyordum. Yaratılmışların gözünden kaybolunca yaratıcıya ulaştığımı düşündüm. Başımı rubûbiyyet vadisinde kaldırıp öyle bir kadeh içtim ki sonsuza kadar asla susamadım. Hâsılı otuz bin yıl O’nun vahdâniyyeti göğünde, otuz bin yıl ulûhiyyeti göğünde, otuz bin yıl da ferdâniyyeti göğünde uçtum. Doksan bin yıl tamamlanınca Bayezid’i gördüm ve orada her ne oldumsa tamamen ben oldum. Kırk bin yıl çölde uçtum ve sona vardım. Bakınca kendimi peygamberlik derecesinin başlangıcında gördüm. Oradan sonsuzluğa doğru gidince, ‘Bu derecenin yukarısına asla kimse çıkamamıştır’ diye düşündüm. İyice bakınca başımı bir peygamberin ayağı dibinde gördüm. Anladım ki velilik halinin sonu peygamberlik halinin başlangıcıdır ve peygamberlerin sonuna da sınır yoktur. Ruhum bütün mülk âlemini geçti ve cennet ile cehennemi ona gösterdiler. Hiçbirine yönelmedi ve selâm etmek dışında İsa peygamberin [aleyhisselâm] canı yanına varmadı. Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] canı yanına varınca orada yüz bin ateş denizi ve nurdan bin perde gördü. Oranın heybetinden dehşete düştüm, öyle ki orada hiç kalmadım. Her vakit, Resûl-i Ekrem’in otağı çivisini göreyim istedim, Allah’a ulaştığım için cesaret edemedim. Çünkü Allah herkesledir, ancak Hz. Peygamber özel otağındadır. ‘Lâ ilâhe illallah’ vadisini katetme- dikçe ‘Muhammedün resûlullah’ vadisine ulaşamazsın. Gerçekte her iki vadi birdir. Bu mana daha önce de geçmişti. Mürid Allah’ı görüyor, Sultanü’İ-ârifîn Bayezid’i görmeye güç yetiremiyordu. Sonra Bâyezid-i Bistâmî dedi ki: ‘İlâhî! Ne gördüysem hepsi bendim, hak değildi. Hak hakti, ben değildim. Bana kendi benliğimden geçit yok, ne yapmam gerekiyor?’ Şöyle buyuruldu: ‘Senin senlikten kurtuluşun bizim dostumuz Muhammed-i Arabî’ye uymakladır. Gözünü onun ayak toprağıyla sürmele ve onu takip etmede devamlılık göster.”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Ahadiyyetten (birlik) bir göz ve deymûmiyyetten (süreklilik)bir kanatla vahdâniyyette bir kuş oldum. Birkaç yıl ezeliyet meydanlarına varana dek keyfiyet göğünde uçtum. Kökü kıdem zemininde ve dalları ebedîlik göğünde olan aha- diyyet ağacını gördüm. O ağacın meyveleri celâl ve cemal idi. O ağaçtan meyveler yedim. Dikkatlice baktım, bunların hepsi aldatıcılık içinde aldatıcılıktı. Hayretim kat kat arttı. Fenada, beka elimi tuttu, bana eze- liyet ve deymûmiyyet elbisesini giydirdi. Bana, ezel ve ebede uçabil- mem için tevhid ve tefrîd nurundan birer kanat bahşetti. Görülecekleri gördüm, işitilecekleri işittim.” Bayezid hazretlerinin, kuş ve ağaç nitelemesiyle anlattıklarının tamamı misaldir, bundan kasıt, ruhun Allah’ın marifeti celâlindeki gezintisidir.
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Ben yokluk meydanında yürüdüm. Yoklukta yok olana dek bir nice yıl yoklukta uçtum. Sonra kayboldum ve kayboluştan bir kayboluşta kayboldum. Kendimde ve varlık âleminde yok olduktan sonra tevhidi seyrettim.”
Bil ki tevhidin iki yolu vardır: Fenâ yolu ve beka yolu. Bekâdan gelen Hak’tan Hakk’a varır, fenâdan gelen kendi fenâsından Allah’ın bekâsına varır. Bu söz, fenâdan tevhide ulaşmanın işaretidir. O makamda, aklın semaları aynasında, melekût ve ceberût sûretîeri görünür. Can, cânanla vasıflanır, kıdem levhasında ilm-i kadîm okunur ve Hz. Allah’la söyleşilir. Öyle ki maarif göğünün ay ve yıldızı, keşif mülklerinin güneşi Muhammed Mustafa [sallallahu aleyhi vesellem] buyuruyor:
“Önceki ümmetler içinde nübüvvet dışında (Allah tarafından) kendilerine ilham olunan kimseler bulunurdu. Eğer benim ümmetim içinde bunlardan biri bulunuyorsa, şüphesiz o Ömer’dir.”
Bayezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “On yıl vahdâniyyet vadisinde koşup durdum. Bedeni tevhidden ve kanatlan tefrîdden bir kuşa dönüştüm. Sonra bütün yaratılmışların gözünden kayboluncaya dek bekâ göğünde uçup Allah’a ulaştım.”
Bayezid hazretlerinin şöyle dediği nakledilir: “Marifet denizlerinde dalgıçlık ettim. Hz. Muhammed Mustafa’nın [sallallahu aleyhi vesellem] marifetine varınca uçsuz bucaksız bin deniz gördüm. O derece sınırsızlardı ki daha birinci denize ayak bassam kendimi yele vermiş olurdum.”
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Kırk bin çöl dolaşıp velilerin yolunun sonuna varınca, bir de baktım ki peygamberlik yolunun başlangıcındayım.” Hemen hemen aynı minval üzere daha önce de geçmişti.
“Ey derviş! Peygamberlerin yolunun başlangıcı fakrdır. Derviş tektir. Hiç kimseyi kabul etmez, hiç kimse de onu kabul etmez. Derviş yalnız yürüyücüdür. Ne onun kimseyle işi vardır ne de kimsenin onunla. Kendi eliyle kendi başına yetişemeyen kimse, fakr gülünü asla koklayamaz. Ayağını eteğine çekmek ve selâmetle bir köşede oturmak her kocakarı ve acizin işi değildir. Mert, kahr gelip de gaybdan bir kılıç ortaya çıkınca, onu karşılamak üzere canını gönderen kimsedir. Denize dalan dalgıçlar, can sözünü geride bırakırlar. Çünkü bir inciye değecek balık aramazlar, geceyi aydınlatan parlak bir incinin peşindedirler. Kıymetli inci denizin dibinde olur. Keramet isterim dersen canını palet yapmış olan bizlere gel!”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Çoğu zaman bana kendi lutuflanndan, bütün ulular ve yüceliklere müezzin olan bir lutuf verirdin. Sonra bütün sıfatları o lutufta toplardın.”
Ey şühûd sahibini dinleyen! Yüce Allah’ı dinle. Zira zatın hakikat kaynağından ârife tecelli etmeyi diler. Bilir ki ârif kıdem kaynağına tahammül edemez, zattan sıfatlara tecelli eder. Böylece bütün sıfatlardan bir sıfata tecelli eder. Dolayısıyla, ârifin varlığının nazarla bereketlenmesini diler. Yoksa kıdem parçalanamaz ve ahadiyyet değişken değildir. Bu bir gönül hoşluğudur. Ârif gururlanmamalıdır. Çünkü kev- ser şarabını dileyenler, ayak yoklukta, hep unsurların bulanık suyunu içerler. Ey cenneti talep eden! Niçin ibadet ederek cenneti sahipleniyorsun? Bilirsin ki Mısır güzelleri vehim uykusunda ellerini kestiler. Lâkin uykudan uyandıklarında, orman aslanına bedel sıcak su aslanı görmüş oldular.
Yüce Makam
Bayezid hazretlerinin şöyle dediği nakledilir: “Kul, yüce Allah’ın kendi yakınlığından Hz. Muhammed’e [sallallahu aleyhi vesellem], kendi münâcâtından Hz. Musa’ya [aleyhisselâm], kendi dostluğundan Hz. İbrahim’e [aleyhisseiâm] ve kendi izzetinden Hz. Isa’ya [aleyhisselâm] verdiği şeyi bulmadıkça hakikat makamına erişemez.” Bu sözün manası şudur: Âşık arif, hakiki aşka düşünce, meiekût ve ceberût âleminde dolaşıp uçar oldu. Yine, yalvarış ve yakarışta hitap makamındaki Hz. Musa gibi, yakîn makamındaki Hz. İbrahim gibi ve temkin makamındaki Hz. İsa gibi hicap içinde olmalı. Çünkü Hz. İbrahim’in dostluğu, Hz. Musa’nın konuşması, Hz. İsa’nın işaretleri ve Hz. Muhammed’in [saiiaiia- hu aleyhi vesellem] zuhura gelmesi kıdem denizlerinin kollarıyladır. Bunda içmekle sarhoş olunmaz. Ayıklıkla hakiki cem'e erişilmez. Bir sarhoş (manevi sarhoşluk halinde olan bir kimse) gelip, ‘Ben Allah’ım ve ben Sübhân’ım’ derse onu mazur gör. Çok görmeyesin, zira cennet hizmetkârları saflıklarından hiç kimseyi kendi makamlarında görmezler!”
Bâyezid-i Bistâmî’ye, “Bir kimse Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] makamına ulaşabilir mi?” diye sordular. Dedi ki: “Ey bîçare! Hiç kimse oraya asla erişemez. Yaratılmışta onun halinden bir zerre belirse, hepsi arştan Süreyya’ya kadar yanarlar.”
Şöyle nakledilir: Adamın biri Bâyezid-i Bistâmî’ye bir mesele sordu. Bayezid hazretleri sustu. Adam öfkelenerek, “Benim sana ihtiyacım yok. Bir nefes üflersem seni Bistâm’la birlikte yakar” dedi. Bâyezid-i Bistâmî dedi ki: “Eğer hak etmiş olsaydın senin bu görmeyen tek gözünden girer ve gören diğer gözünden çıkardım, senin haberin bile olmazdı.”
Ey sadık! Sen Allah’ı buna kadir bil ki Bayezid’in ruhanî bir sıfatı vardı, bedeni ve canı birdi. Kovulmuş şeytan, et ve deriden geçer, onun da bir bedeni vardır. Eğer Bayezid, tam bir marifet ile geçerse buna şaşılmayacağım bilmez misin? Allah’ın takdiriyle kavuşma odasına gidersen, Bayezid’in kerametine şaşırmazsın.
Ey derviş! Hz. İdris [aleyhisselâm] göğe yükseldiği vakit, görünen her şey onun keşfinde yok oldu. Bu söz ruhaniyete bağlıdır, sen hikmet yüzünde cismî yoğunluk bilirsin. Onların hepsi ruhtur. Kahrın işaretine bak, bu hususta ne diyorlar: “Biz peygamberlerin yoldaşıyız, bedenlerimiz ruhlarımızdır.” Onların toprağı cennet toprağından, ruhları arş nurundandır. Kâinat tozunu silkindiklerinde aslı asılla bağlarlar, bütün kâinat iklimlerinden rüzgâr gibi geçerler.
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Allah’ı, beni başkalarından alıp gönlümü kendi nuruyla aydınlattıktan, melekût âleminin garipliklerini bana gösterdikten sonra yakîn gözüyle gördüm. Sonra bana kendi hüviyetimi gösterdi. Kendi hüviyetimle O’nun hüviyetini gördüm; O’nun nuruyla kendi nurumu gördüm. O’nun büyüklüğüyle kendi büyüklüğümü gördüm, O’nun azametiyle kendi azametimi gördüm. Sonra kendi hüviyetimden şüpheye düştüm. Hakk’ın gözüyle Hakk’ı gördüm. Hakk’a, ‘Bu kimdir, bu ben miyim?’ dedim. Dedi ki: ‘Hayır, bu benim. Ululuğum hakkı için benden başkası değildir.’ Sonra beni kendi hüviyetimden kendi hüviyetine getirdi ve benim hüviyetimi kendi hüviyetinde yok etti. Sonra kendi hüviyetimi ‘tek’ olarak gösterdi. Sonra O’na O’nunla baktım. O’ndan O’na bakınca O’nu hakkıyla gördüm. Allah’la hakikatte kaldım. Bir süre nefis, dil, kulak ve ilim benimle olmadı. Ondan sonra Allah bana kendi ilminden bir ilim, kendi lutfundan bir dil, kendi nurundan bir göz verdi. O’nu, O’nun nuruyla gördüm, her şeyin O’nun tecellisi olduğunu bildim.”
Bil ki bu derece, makam ve nurların tamamı arifin kerametidir, lâkin muhdestir (sonradan çıkmadır). Bâyezid-i Bistâmî’nin kendi sıfatlarından terkettikleri de sonradan çıkma sıfatlardı. Bu sıfatlarla kıdemin huzuruna gitti. Kıdem hazretlerine bakınca sonradan çıkma sıfatlar kendisinden döküldü, hiçbiri kalmadı. Allah ona kendi nurundan bir nur verdi. Allah’ı o nurla gördü. Bildi ki her şey Allah’ın tecellisidir, Bayezid yoktur.
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Otuz yıl Allah’ın huzurundan gaib oldum. Benim O’ndan gaib olmam O’nu zikretmem- di. O’nunla oturunca O’nu bütün hallerde buldum. O dereceye dek ki sanki ben O idim. Yani O beni inâyetiyle ezelde anınca, O’nun beni anması benim O’nu zikretmem oldu. Benim için, O’nun beni anması
benim O’nu zikretmemden daha iyi oldu. Zira zikrin hakikati, zikrettiğin sürece zikrettiğinin seni anmasıdır. İmtihan edilip perdelenmiş de olsan, O seni andıkça sen O’nun sürekli zikredicisi olursun.
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Allah’ın arştan yeryüzüne kadar, insanlar, melekler ve cinler dahil olmak üzere, yarattığı her şeyi ârifin gönül köşelerinden bir köşeye yerleştirseler, onun hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi, kâinatta Allah’tan başka bir şey var mı yok mu umurunda değildir.
Bil ki bu, ârifin gönül ferahlığından Bayezid’e verilen şeydir ve Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem], yüce Allah’tan,
‘Ben ne yeryüzüne ne de gökyüzüne sığarım, ancak mümin kulumun kalbine sığarım’ diyerek naklettiği burasıdır. Bu, kıdem nurunun, insanoğlundan olan ârifin kalbini istila etmesine işarettir. Nur istila edince kalp tamamen nur olur. Tıpkı hadis-i şerifte buyrulduğu gibi:
‘Muhakkak kİ kalpler Allah’ın iki (kudret) parmağının arasındadır, onları dilediği gibi evirip çevirir.’ Allah’ın kalbe galip gelen büyüklüğüne ve kalbin bu galebe karşısında mağlup olmasına işaret eder. Hâsılı kalp, ezel ve ebed parmakları arasında bir izzettir ve kalbin izzeti burada yok olur.”
Beyit
Kalbin nerede durduğunu bilmiyorum
Ey kalbin mekânı! Kalp nerede?
Beyit
Kalp değil, O’nun gamıdır gördüğüm kalp yerine
Can değil, O’nun gamıdır gördüğüm can yerine
Göz, geceleyin sürekli ağlar ve der ki bana:
Çok az görüyorum onu, kalp nerelerde yine?
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Yeryüzünde ve gökyüzünde benim benzerim yoktur.” Bu, marifet sarhoşlarının sözüdür. Zira mâşuka şükrederken, aşkın verdiği kıskançlıkla kendilerinden başkasını görmezler. Süleyman’ın kuşu hüdhüdün kendinden geçmiş bir halde sevdiğine, “Başını kaldır, yoksa Süleyman’ın mülkünü gagama alır ve okyanusun ortasına atarım” dediğini görmüyor musun? Bu, âşıkların kaidesidir.
Ayrıca bir kimse akıl yoluyla, “Bana benzer kimse yoktur” derse doğru söyler. Zira âyet-i kerimede,
“Sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır” (Nuh 71/14) buyrul- muştur. Dolayısıyla Bâyezid-i Bistâmî’nin, “Dünyada benim gibisi yoktur” demesi mümkündür. Yüce Allah’ın,
“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım” (Fussıiet 41/6) buyurduğunu görmüyor musun! Hz. Peygamber de [sallallahu aleyhi vesellem] şöyle buyuruyor:
“Ben sizden biri gibi değilim. ”
Ayrıca, arifin dilinden Allah’ı anman daha uygundur. Zira,
“Muhakkak ki Allah, Ömer'in dilinde hakkı dile getirdi”' buyrul- muştur. Cüneyd-İ Bağdadî [kuddise sırruhû] dedi ki: “Ârif, Allah’ın onun sırrından (kalbinden) konuştuğu ve (bu sırada) susan kimsedir.”
Sûfînin Dili
Allah’ın yüz bin gayb çölü vardır. Onlardan birinde Bâyezid-i Bistâmî’yi sırren hazırladı. Ona kudret elbisesini giydirdi. Bayezid hazretlerinin kudret etmesini diledi. Bâyezid-i Bistâmî dedi ki: “Yaparsam sensin, ben değilim.” Bayezid hazretlerine, yakîninin artması için iş işletti. Müşahede esnasında dedi ki: “Olması için söyie yeter.” Bâyezid-i Bistâmî Allah’a söyledi. Allah Teâlâ, Bayezid hazretleri için o çölde gökler, yerler, denizler, dağlar yarattı. Sonra Bâyezid-i Bistâmî’ye gösterdi ve tevhidin hakikatini bildi ki bunların hepsi tecrîddetevhiddir. Yüce Allah bu işaretten münezzehtir.
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûra 42/11).
Sultanü’I-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: Allah’a varınca bana iki elbise giydirdiler. “Bu iki elbise nedir?” dedim. Dedi ki: “Bu iki elbise yücelik cübbesi ve itibar şalvarıdır.” Sonra keramet tacını başıma koydu. Sonra bana dedi ki: “Şimdi benim kullarıma git.” Sonra bana “emir” bahşetti, yarattıkları üzerine hükmü bana verdi. Onun dişindekilerle ilgilendiğimi görünce O’ndan uzak kaldım. Bana dedi ki: “Ey Bayezid! Benim yarattığım gibi bir canlı yarat.” Dedim ki: “Senin yüceliğinin vekili olsam da sensiz yapamam.” Ey tâlip! Bil ki yücelik cübbesi ve itibar şalvarı örneği sıfatların tecellisidir. Bir kulun gaybı görüp hayran olmasıdır.
Beşinci babın başından buraya kadar olan rivayetlerin çoğu Şeyh-i muhakkik Rûzbihân-ı Baklî’nin [kuddise sırruhû] kitabından nakledilmiştir. Bu tür bahsi sûfî ıstılahında “şathiyat” diye adlandırırlar. “Şataha”, şeriatın “şîn”i, tarikatın “tâ”sı ve hakikatin “hâ”sıyla ıstılah halini almış bir kelimedir.
Bil ki sûfînin üç dili vardır: Biri marifet ilimlerini dile getirdikleri “ayıklık (maarif) dili”dir. Biri tevhid ilimlerini dile getirdikleri temkin dilidir. Biri de rumuz, işaret ve şathiyeleri dile getirdikleri sarhoşluk dilidir. Maarif ve temkin dilleri seçkin âlimler katında inkâr edilmez. Ancak sarhoşluk dili inkâr edilir. Onlara bu dille yol yoktur.
Bazıları “şataha”nın “miştâh”tan geldiğini söyler. Miştâh “değirmen” demektir. Zira değirmende taş çok hareket eder. Aynı şekilde sûfînin, vecd halinde kalbi ve başı çokça hareket eder. Gaybın gizleri ve büyüklüğün sırlarını seyredince elinde olmaksızın onda bir kendinden geçme (sarhoşluk) belirir, canı yerinden oynamaya başlar, başı coşar, dili söylemeye başlar. Böylesi bir vecde sahip olan kimseden öyle bir söz ortaya çıkar ki hallerin alevlenmesi ve ruhun makamların tepesine yükselmesi o sözde açıkça görülür. O sözleri garip bulurlar. Zâhiren sebebini anlamayınca kınayıp inkâr ederler ve o kimsenin meftun ve mecnun olduğunu söylerler. Tevfîk yardımcı olursa sahibnazar biri inkâr dilini geriye çekip şatah işaretlerinden bahseder. Sadakatlerini müteşâbih sözle tasdik edip onları inkâr âfetinden kurtarır. Çünkü onların şatahı Kur’an’ın müteşâbihlerine benzemektedir.
Şatahta müteşâbih usulü üç madendir: Kur’an madeni. İstivâ/vech, göz, kulak, el; elif, lâm, mîm ve sâd gibi seçkin harfler ve kıdem sıfatlarının sırlar madeni olan teheccî harflerinin tamamı gibi. Hadis madeni:
“Allah, Âdem’i Âdem’in sûretinde yarattı.”
“Rabbim’i en güzel sûrette gördüm.”
“Parmaklarının serinliğini göğsümde hissettim’ ve,
“Yüce Rabbimiz her gece (rahmetiyle) dünya semasına iner’ hadisleri gibi.
İlham madeni: “Gayb yakîn olsa imanımda ziyadeleşme olmaz” sözü gibi.
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Yâ Rabbi! Senin marifetini istesek de hayretten başkasını bulamadık. Elimizi ondan çekersek cezayı hak etmiş oluruz. Talebe yönelsek, bizim talebimizde zahmetten başka bir şey elde edilmez.
Elimizi talepten çekersek bizi kökümüzden kazırsın. O halde sana yol nasıldır? Bir vakit ‘bildim’ dersem hayret denizindeyim demektir. ‘Bilmedim’ dersem kırbaç ve dayağa layık olurum. Niyet edersem bela ve cezanın içindeyim demektir. Başımı iflas yakasına çekersem de yüz bin hasretteyim demektir. Benim şifam nedir ve derdimin dermanı ki- miniedir bilmiyorum.”
Bir gün avcının biri bir balık yakaladı. Balık dile geldi ve dedi ki: “Ben Allah’ı teşbih eden bir hayvanım. Beni Allah’ı teşbih etmekten alıkoyuyorsun.” Başka bir balık ona şöyle cevap verdi: “Teşbih ederek Allah’a hayırda mı bulunuyorsun, teşbih lafının ne gereği var. Tatlı canı ses çıkarmadan vermek gerekir.”
Rivayet edilir ki Bâyezid-i Bistâmî veda haccı olan son haccında evinin karşısında durup dedi ki: “İlâhî! Benimle senin evin arasında olan her bir perdeyi kaldır.” Şöyle bir ses işitti: “Ey Bayezid! Sen bizimle sevdiklerimiz arasında hiçbir perde olmadığını bilmez misin?”
Beyit
Ey nakledilenler peçesine köle olan
Akledilenler çehresinden ayrı kalan!
Bir gece görmedinse Süleyman’ı
Nereden bileceksin dilini kuşların?
Burada ne arıyorum, nereden bileceksin?
Benim ne aradığımı efendidir bilen
Meşakkatlere Sabır Göstermek
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Yâ Rabbi! Yarın cehennem ateşinde senin azap edicilik ve yakıcılığını bilmeyen bir kimseyi yakacak ve ona azap edeceksin, niçin seni bilen beni yakıp bana azap etmiyorsun?”
Beyit
Senin yakışının değerini ne bilir şu bir avuç ham
Zaten yüz kere yanmışım, sen yine beni yak!
Hz. Peygamber’ [sallallahu aleyhi vesellem],
“Rabb’inin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin" (Tûr 52/48) diye hitap edildi. Resûlullah Efendimiz de [sallallahu aleyhi vesellem],
“Bu dağ (Uhud) bizi sever biz de onu severiz” buyurmuştur. Çünkü bize kahır şerbetini gönderdikleri gün nedimimiz “ahad” idi. İçinde bela olmayan bir aşk, içinde tuz olmayan bir kazan gibidir. Aynı şekilde ibadetin meşakkatine sabretmek Rabb’in hoşnutluğunu arzulamaktır. Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem],
“Ihsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir”'77 buyurduğu için sabretmekle de bela elde edilir. Hâsılı, namazda ve vakitlerde “Yalnız sana ibadet ederiz” (Fatiha 1/5) ya da, “Verdiğin nimetlere şükürler olsun” ve “Yalnız senden yardım dileriz” (Fâtiha 1/5) ya da, “Verdiğin belalara sabrederiz” niyaz ve sırrını söyleriz. Yani verdiğin nimetler için yalnızca sana kulluk ediyor, verdiğin belalara sabretmek hususunda yalnızca senden yardım diliyoruz.
Gerçek şudur ki kul, Allah’ın inâyeti ve yardımı olmaksızın belaya sabretme hususunda zerre kadar güç yetiremez. Zira nakledilir ki yüce Allah o belaları Hz. Eyyûb’dan [aleyhisselâm] giderince o bir gün, “Belaya iyi sabrettim” diye hatırından geçirdi. O an şöyle bir ses geldi: “Sen mi sabrettin yoksa biz mi sana sabır verdik? Ey Eyyûb, eğer biz vücudundaki her kılına dokunan hastalığın altına bir sabır perdesi yerleşti rmeseydik sen sabredemezdin.” İlâhî yardım ve korumaya nazar etmek, sabr makamına mahsus değildir. Hâsılı kul, her halinde rabbânî lutuflara nazar etmelidir, kendi nazarına değil. Çünkü helak kendini görmekle, kurtuluş ise Allah’ı görmekledir.
Bayezid hazretlerinin şöyle dediği nakledilir: “Yâ Rabbi! Bana yobazlık ve zâhidlik yakışmıyor. Eğer beni bir şeyin ehli yapacaksan senin sırlarından tat alanlar zümresine dahil et.”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Yâ Rabbi! Âdem’in zamanından âlemin sonuna dek bütün yaratılmışları bağışlasan bir avuç toprağı bağışlamış olursun. Eğer yakarsan bir avuç toprağı yakmış olursun. Bir avuç topraktan ne gelir ve toprak olandan gelen neye yarar?”
Şefkatin şartı şudur: Hz. Peygamber kıyamet günü, “Cehennem nerede, oranın köleleri yerine geçeyim” der. Orada bir avuç zavallı onun haşmetine sığınmak üzere gelirler. Sonra Hz. Peygamberin mübarek cemalini görünce cehennemin öfkesi geçer. Bir hadis-i şerifte Resûlullah Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] şöyle buyurmuştur:
“Şefaatim ümmetimden büyük günah işleyen kimseleredir.”173 Bugün ayağı kaymış kâfir nerededir, onu davet edelim ki rabbânî hidayet ortaya çıksın diye bakarız. Yarın arasat meydanında, daha kirlenmiş bir fâsık nerededir, ona şefaat edelim ki İlâhî rahmet ortaya çıksın diye bakarız.
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: Bir keresinde gaybdan, “Ey Bayezid! Benim yaptıklarımı nasıl görüyorsun?” diye bir nida işittim. Kendi kendime dedim ki: “Yâ Rabbi! Senin kudretinin or- tasında ben kimim? Yaratılmış olanlar senin yaratıcılığın ve fiillerindir.” Sonra beni öyle bir yükseltti ki gayb perdesinden içeri girdim. Şöyle bir hitap geldi: “Ey azizim! Gayblarımdan bir gayb ol.” Dedim ki: “Yâ Rabbi! Ben buna güç yetiremem. Sen gaybın kadim sıfatlarıyla sensin, zira kıdem daima hadislerin gaybındadır. Gaybla olan kimse gayba nereden ulaşsın?” Bâyezid-i Bistâmî, sınırları yokluğa açılan bir varlığa “var” demenin “mecaz” olduğunu bilir. İki yokluk arasındaki varlık kül- liyen “var” demektir. Kendi yokluğunu O’nun kıdemi levhasından okumuş ve kendi yokluk sancağını O’nun varlık âleminde çekmiş. Tasarrufu ortadan kaldırmanın öz şarabını hüküm mecralarında tasarruf ahdi kadehinden çekmiş, kendi zamanı kâğıdının üzerine bir onay çizgisi çekmiştir. Dünya âleminde varlık bineğine, aşk âleminde yokluk bineğine binmiş. Yokluk aşkının sarhoşluğuyla kıdem güzelini seyrederken dehşete düşmüş ve aklı başından gitmiştir.
Beyit
Yoklukta kendimle olduğumda eksiğim eksik
Seninle olduğum zaman bütün dünyayım
Kabul et beni ve iyi davran bana
Her ne kadar değerim az olsa da
Marifet ve Aşk Ateşi
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “İlâhî! Kulların seni nimetlerinden dolayı severler. Bayezid ise seni verdiğin belalardan dolayı sever.”
Bil ki yüce Allah,
“Ve bunu müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı)” (Enfâi 8/17) buyuruyor. Ey melekler! Siz bu teşbih ve takdis dışında hareket
etmeyiniz ve “Sübhânallah ve elhamdülillah” deyiniz. Zira insanoğlu bazan bizim belamız altında erir ve bazan da lutfumuzla esirgenir. Yüce Allah kendi isim ve sıfatlarını âlemde görünür kıldı, böylece âşıklar amele, müştaklar ise Allah’ı aramaya koyuldular. Sonra, izzeti hükmünce büyüklük perdesini, heybet sancağını çekti. Büyüklenme nimetini de azizlerin gözleri kebap, âşıkların kalpleri ateş ve su madeni olsun diye kendi celâlinin otağına süs kıldı.
Ariflerin sözüdür ki, “Marifet ateştir, aşk ateştir ve bu söz ateş içinde ateştir.”
Bir derviş, bir süre seyrü sülük etmiş ve aziz ömrünü zahmet ve sıkıntı içinde geçirmişti. Öldüğü vakit göğsünde, “Bu Allah için öldü” yazıldığını gördüler.
Şöyle nakledilir: Sultanü’l-ârifîn Bayezid hava bir hayli sıcakken çölde gidiyordu. Çok susadı. Gönlünden, “Âlemde bunca dalgalı deniz var, ne olaydı onlardan bir su parçası burada olsaydı” diye geçirdi. Ona dediler ki: “Ey Bayezid! Kendine kulak ver. Yüce Allah öyle bir sahip ve idarecidir ki,
“Allah dilediğini yapar” (İbrahim 14/27) ve,
“Allah dilediğine hükmeder” (Mâide 5/1). Binlerce sıddıkı, insan yiyen bir çöle getirir ve birkaç akbaba doysun diye meşiyyet kılıcıyla helâk ederiz. Eğer bir itiraz sahibi, itiraz gözünü açar ve inkâr gözüyle bizim irade sultanımıza bakarsa,
“Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir” (Enbiyâ 21/23) ateşten milini onun gözüne çekeriz. Akbaba bizim akbabamız ve sıddık bizim sıddıkımızdır. Boş şeylerle uğraşanlara neden ve niçinden ne fayda!
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Yâ Rabbi! Ben sana nazlanıyor ve senden sana varıyorum. Ne iyidir kalplerde senin ilhamının gerçekleştirdikleri ve ne tatlıdır canlarda senin kadehinin şarapları! Yaratılmışın keşfedemediği ve dilin vasfını açıklayamadığı bir hal ne güzeldir!”
Şöyle nakledilir: Bir kimse Sultanü’l-ârifîn Bayezid’den bir dua isteyince Bayezid hazretleri dedi ki: “İlâhî! Bunlar senin yarattığındır ve sen onların yaratıcısı ve sahibisin. Ben kimim ki seninle yarattığının arasında aracı olayım! Zira sen her sırrı bilir ve her şeyi yaparsın.”
Ârifler Sultanı Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Sen bana öyle bir yokluk ve zorluk eriştirdin ki onu senin lutfundan başkası ortadan kaldıramaz.”
Şöyle nakledilir: Sultanü’l-ârifîn Bayezid namaz tekbîrinden önce derdi ki: “Yâ Rabbi! Senin huzurunun kapısı seni zikredenlere, senin cömertliğine güvenenlere ve yaratılmışa bel bağlamayanlara açıktır. Mecazi padişahların saraylarında oturup onların yakınlarından olmak, yüz bin okla yorgun düşmek demektir.”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Ey Rabbim! Dostların kalbindeki şükür şendendir, şükürden daha fazlası da şendendir.”
Sultanü’l-ârifîn Bayezid’in şöyle dediği nakledilir: “Yâ Rabbi! Bu yaratılmışı onlar bilmeksizin yarattın ve emanetini onların boynuna iradeleri olmaksızın yükledin. Sen yardımcı olmazsan onlara kim yardım eder ve feryatlarına sen yetişmezsen kim yetişir.”
Ey derviş! Allah seni, sen O’nu sevmezden önce sevdi, sen O’nu aramazdan önce aradı, sen O’nu zikretmeden önce andı, sen O’ndan istemeden önce sana verdi, sen dua etmeden önce duana icabet etti,
sen O’nu istemeden önce O seni istedi. Toprak ve su, kendisinin kulluk makamında olacağını asla aklından geçirmez, oysaki sonra dostluk ve emanettarlık makamına erişir. O, ilk önce ezelde seni kendi kendine söyledi, sonra seni sana söyledi.
Beyit
Selâm olsun o ahidlere ki
Onlar, gül yolu ve kuzey esintisidir
Sen daha yokken ben seninle olmuşum
Ayrılık elinden ben seni kurtarmışım .
>
Sen yapmasan sana buyurmuş olduğum her şeyi Ben yaparım sana göstermiş olduğum her şeyi
Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem],
“Çocuklarınıza, yedi yaşına geldiklerinde namaz kılmalarını emredin. On yaşına geldiklerinde kılmazlarsa onları (hafifçe) dövün” buyuruyor. Bir çocuğa yedi yaşındayken namaz kılmasını söylemek garip bir iştir. Bu namaz nedir? Manası şudur: Gökyüzüne onca eniyle boyuyla ve yeryüzüne o denli genişliği, yüce ve dik dağlarıyla sundular da onlar geri durdular. Gökyüzü binlerce yıldır bunu çekememişken, Celâl’in hitabı, “Bu aciz çocukların başına koyunuz” şeklinde geliyor, bu nasıl bir sırdır? Evet, bu içecekten ona tattırınız, böylece ister yedi yaşında ister yetmiş yaşında olsun, kulluk halkasını kulağına takması ve yüce Allah’a bağlılık şalını omuzuna atması gerektiğini bilsin.
Melekler, “Gökyüzü, yeryüzü, arş ve kürsînin çekemediği böyle- si ağır bir yükü bu zayıflık ve çaresizlik içindeki bedene yani kemiği görünen bir vücuda yüklemek, fillerin lokmasını serçelerin kursağına koymaktır” diyorlardı. İnsanoğlu, “Ben kalp sahibiyim ve kalp, bedenin yüklenemediğini yüklenir” dedi. Kerimlerin emanet yükünü himmetle çekerler, kuvvetle değil. Bunun açık bir örneği vardır. Kökü sağlam olan ve dalında hurma gibi birçok meyve bulunduran bir ağacın meyvesi görünüşte zayıftır ama kavun kadar güzeldir, ona dayanmak mümkün değildir. Ona, “Bu yük, yeryüzünün tepesinde değildir” dediler. Âlem ehli bileler ki kim zayıfsa onun yetiştiricisi İlâhî lutuftur.
Bayezid’in Münâcâtı
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Bizi kendi sırlarımızla anla. Zira senin anlaman, sen olmaksızın doğru olmaz. Yani sen, bu âleme gelmiş yüz yirmi bin ismet noktası, bu âlemde yeni bir iş meydana getirdiler sanıyorsun. Esasında âleme yeni hiçbir şey getirmediler ve senin kalbine yeni hiçbir şey koymadılar. Hatta senin kalbinde olan şeyi harekete geçirdiler ve seni senin hakkında sürdükleri şeye doğru çağırdılar:
'Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik1 (A'râf 7/43). Hiçbir şey oraya erişemez, tâ ki insan bir adım atana değin. İşte kıdemden bir cezbe o adıma uygun düşer, tıpkı Sul- tanü’l-ârifîn Bayezid’e olduğu gibi.”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “Yâ Rabbi! Kim benim hakkımda kötü bir amel yahut söz sarfetmişse, ona sayısız nimet ver.”
Bil ki ârif kerim (cömert) olur. Araplar’da “kerim”, ihsan işaretine mukabele eden kimseye derler. Gerçekte “kerem” lafzı yaratılmış için mecazi, Allah için hakikidir. Çünkü her gün, Allah’ın ihsanı daha çokken, kulun isyanı daha çoktur.
Bir aziz dedi ki: “Yanımda Allah’ın birçok nimeti olduğu halde sabahladım, öyle ki benim çokça günahım yanında kıyas kabul etmezdi.
O halde O’na hangisi için şükredeyim; bana yaptığı iyilikler için mi, günahlarımı açığa çıkarmadığı için mi, bilmiyorum.”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şöyle dediği nakledilir: “İlâhî! Seninle olduğum sürede herkesten daha fazlayken, kendimle olduğum sürede herkesten daha azım.”
Şöyle nakledilir: Bâyezid-i Bistâmîyetmiş kez yüce Allah’a yakınlaştı. Ne zaman yakınlaşsa bir zünnarı (Allah ile arasındaki bir perdeyi) bağlayıp tekrar çözerdi. Ömrünün sonunda mihraba gitti, bir cübbeyi ters giydi, külahını ters taktı ve dedi ki: “İlâhî! Ömrüm boyunca riyâzet satmam, her gece namaz kılmam, her gün oruç tutmam, Kur’an hatimlerimi saymam, yakarış ve yakınlaşma zamanları dile gelmem. Sen bilirsin ki hiçbir şeye tekrar bakmam, yaptığım her şeyden utanırım. Bugün günahlar içinde saç ağartmış bir kimseyim. Bugün çölde ilerliyor, bugün ‘Allah’ demeyi öğretiyor, bugün zünnar (seninle aramdaki perdeleri) çözüyor, bugün İslâm dairesine ayak basıyor, bugün şehadet için dil kımıldatıyorum.”
Derviş der ki: “İlâhî! Senin işin sebeple olmaz, kabulün ibadetle olmaz, reddin günahla olmaz. Senin bende gördüğün her şey, senin huzurunda kabule layık değildir. Onların üzerine af çizgisini çek ve benden günah tozunu yıkayıp gider. Zira ben, zan tozunu kendi ibadetimden giderdim.”
Beyit
Amelim sana gerekmiyor gerçi
Kereminle olanlar bana gerekli
Bayezid hazretlerinin çoğu zaman şu duayı ettiği nakledilir: “Yâ Rabbi! Beni vahdâniyyetinle süsle ve enaniyetinle giydir. Ahadiyyete taşı ki yarattığın bende görünsün.”
Bâyezid-i Bistâmî’nin şu teşbihi yaptığı nakledilir: “Büyük olan kimse temiz ve münezzehtir ve büyüklük O’na layıktır. Büyük ve yüce olan temiz ve münezzehtir, nurun yaratıcısı temiz ve münezzehtir, nurun yaratıcısı temiz ve münezzehtir ve O’na hamdederim.”