Hazırlayan:Mevlüt ŞAHİN
İçinde
bulunduğumuz yüzyıl da dahil olmak üzere son birkaç yüzyılda, Batıya kıyasla
İslam dünyasının sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan geri
kaldığı ve çeşitli sebeplerden dolayı çağdaş problemlerin ortaya çıktığı, bir
çok bilim adamınca ifade edilmektedir. Buna bağlı olarak yakın geçmişte ve
günümüzde pek çok İslam düşünürü, İslam dünyasının geri kalmışlığının
nedenlerini ve ortaya çıkan çağdaş problemleri hakkında çeşitli görüşler ileri
sürmüşler ve çözüm önerileri sunmaya çalışmışlardır.
Bu
çözüm önerileri çerçevesinde İslam bilginlerinden kimileri, çağdaş problemlerin
kaynağını Batı medeniyetinin İslam dünyası üzerindeki olumsuz etkilerinde
ararken kimileri ise, İslam dünyasında fikri ve ilmi alandaki durgunlukta ve
geleneği körü körüne taklitte aramışlardır.
Çağdaş
müfessirlerimizden olan Süleyman Ateş, İslam dünyasının geri kalmışlığını,
Kur'an'dan ve akl-ı selimden uzaklaşma, rivayetlere boğulma, geleneği aşırı
taklit vs. gibi sebeplere bağlamış, problemlerin çözümünü de, Kur'an merkezli
düşünmede görmüştür.
Bu
farklı düşüncelerle birlikte Müslüman aydınlar, karşılaşılan çağdaş problemlere
çözüm aramanın günümüz Müslümanlarının üzerine düşen bir görev olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Kanaatimizce bu görev; gerek öncekilerin geliştirdiği
yöntemleri gözden geçirip yeniden düzenlemek, gerekse onların dikkate almadığı
ve eksik bıraktığı alanları değerlendirip yeni yöntemler geliştirmek suretiyle yerine
getirilebilir. Biz de “Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri” isimli eserin
müellifi olan Süleyman Ateş'i bu tür bir çaba içerisine girmiş bir müfessir ve
düşünür olarak gördüğümüz için, Ateş'in bu konulardaki çağdaş yorumlarını bir
yüksek lisans tezi çerçevesinde çalışma konusu yapmayı uygun bulduk. Bu sebeple
çalışmamızı, “Süleyman Ateş'in Tefsirinde Kur'an'ın Çağdaş Yorumları”
şeklinde isimlendirmeyi uygun gördük.
Bu
konuyu incelememizin temel amacı, Kur'an'ı algılama, anlama ve yorumlama ile
ilişkili olarak, çağımızda geleneksel anlayış ve yaklaşımlardan farklı yeni
anlayış ve yaklaşımların ortaya çıktığı, çağdaş problemlere çağdaş çözüm
önerilerinin getirildiği, yaşanılan gerçeklik ile inanılan gerçekliklerin
çatıştığı durumlarda, yeni yöntemlerin geliştirildiği olgusunu ortaya koymak;
akademik çevrelerce tartışılan, içinde bulunduğumuz asrın doğurduğu çağdaş
problemlere ve bu problemlere önerilen çözümlere vâkıf olmaktır.
Giriş,
üç ana bölüm, değerlendirme ve sonuçtan oluşan çalışmamızın konusu, amacı ve yöntemi
ile ilgili ayrıntılı bilgilere giriş kısmında, müfessirimizin hayatı,
eserleri, çağdaş İslam düşüncesindeki yeri ve tefsir usulüne dair bazı
görüşleri birinci bölümde, bir takım Kelamî konularla ilgili ayetlere
getirmiş olduğu yorumları ikinci bölümde, sosyal içerikli konulara ve
ilgili ayetler hakkındaki görüşlerine ise üçüncü bölümde yer
verilecektir. Çalışmamızdan elde edilen neticeler ise, değerlendirme ve sonuç
kısmında yer alacaktır. Konularla bağlantılı gördüğümüz ayetleri incelerken
Süleyman Ateş'in düşüncelerini merkeze alacağız. Bu sebeple Süleyman Ateş'in
ilgili ayetleri nasıl yorumladığını tespit edip, daha sonra bazı müfessirlerin
konu ile alakalı görüşlerine yer vererek karşılaştırmalı analiz yöntemini
kullanacağız.
Çalışmamızın
hazırlanmasında ufuk açıcı eleştiri ve önerileriyle önemli katkılarda bulunan
danışman hocam Prof. Dr. Celal KIRCA'ya özellikle teşekkür ederim. Ayrıca zaman
zaman kendilerine müracaat edip istifade etme imkanı bulduğum, Prof. Dr. Ahmet
COŞKUN, Prof. Dr. M. Zeki DUMAN, Prof. Dr. Erdoğan PAZARBAŞI, Prof. Dr.
Abdulvahap TAŞTAN, Doç. Dr. İbrahim GÖRENER ve Yard. Doç. Dr. Celalettin ÇELİK'
e de ayrı ayrı teşekkürü bir borç bilirim.
Ayrıca
çalışmamızı bizzat okuyarak değerli katkılarda bulunan arkadaşlarıma da
teşekkür ederim.
14.03.2006
Mevlüt
ŞAHİN
ÖNSÖZ I
İÇİNDEKİLER m
KISALTMALAR III
ÖZET III
ABSTRACT III
GİRİŞ IXIII
BİRİNCİ BÖLÜM
ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ VE SÜLEYMAN ATEŞ
1.1.
Çağdaş Kavramının Anlam
Alanı ve İçeriği 1
1.2.
Çağdaş İslam Düşüncesi ve
Kültürel Arka Planı 11
2.2.2.1,
Arapça'dan Yapmış Olduğu
Çeviriler 28
2.2.2.2.
İngilizce'den Yapmış
Olduğu Çeviriler 29
3. SÜLEYMAN ATEŞ'İN ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİNDEKİ YERİ 31
3.1.
Çağdaş İslam Düşüncesinin
Süleyman Ateş'in Tefsir Usulü
Anlayışına
Yansımaları 34
3.1.2.
Kur'an ve Tarihsellik 51
3.1.3.
Kur'an ve Durumsallık 55
İKİNCİ BÖLÜM
SÜLEYMAN ATEŞ'İN KELAMÎ KONULARLA İLGİLİ AYETLERE
GETİRDİĞİ ÇAĞDAŞ YORUMLAR 61
2.1.
Ehl-i Kitap'in Tanımı İle
İlgili Tartışmalar 63
2.2.
Ehl-i Kitap'in
Âhiret'teki Durumu 68
4. ADEM'İN ÇIKARILDIĞI CENNET 99
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SÜLEYMAN ATEŞ'İN SOSYAL İÇERİKLİ AYETLERE GETİRDİĞİ
ÇAĞDAŞ YORUMLAR 121
1.
FAİZ 122
1.1.
Dalgalı Para Sisteminde
Faizin Durumu 127
2.
PİYANGO 131
3. KADINLARLA İLGİLİ AYETLER VE YORUMLARI 137
3.1.
İslam'dan Önceki Devirlerde Kadın
3.2.
Cahiliye Döneminde ve
İslam'da Kadının Durumu 140
3.3.
Kadınla İlgili Konulara
Süleyman Ateş'in Yaklaşımı 142
3.3.1.
Eşitlikle İlgili Sorunlar 142
3.3.1.2, Şahitlik 150
3.3.2.
Kadınların Aile İçindeki
Konumu İle İlgili Âyetlerin
Yorumu 155
3.3.2.1.
Erkeğin Kavvamlığı ve
Kadının Nüşüzu 155
3.3.2.2.
Çok Evlilik Sorunu 163
3.3.3. Kadının Giyim Kuşamı 170
GENEL
DEĞERLENDİRME 182
SONUÇ 185
KAYNAKÇA 188
ÖZGEÇMİŞ
KISALTMALAR
a.g.e. |
:
Adı Geçen Eser |
a.g.m
a.g.mad A.Ş. A.Ü.İ.F.D. |
:
Adı Geçen Makale :
Adı Geçen Madde :
Anonim Şirketi :
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi |
A.Ü.İ.Fak. |
:
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi |
ay. |
:
Aynı Yer |
as. |
:
Aleyhi's-Selam |
vb. |
: Ve
Benzeri |
Byy. Çev. |
:
Basım Yeri Yok :
Çevren |
c. |
:
Cilt |
d. |
:
Doğumu |
Had
no. |
:
Hadis No |
Haz. |
:
Hazırlayan |
İSAM. |
:
İslami Araştırmalar Merkezi |
M.E. |
:
Milli Eğitim |
M.Ü.İ.
Fak : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
M.Ü.İFAV
: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
ö. |
:
Ölümü |
Sad. |
: Sadeleştiren |
TDV |
: Türk Diyanet Vakfı |
Ts. |
: Tarihsiz |
vs. |
: Ve Saire |
SÜLEYMAN
ATEŞ'İN TEFSİRİNDE KUR'AN' IN ÇAĞDAŞ YORUMLARI
ÖZET
Ülkemizde
akademik çevrelerce tartışılan güncel problemlere Süleyman Ateş'in getirmiş
olduğu yorumlar, çağdaş yaklaşımlar çerçevesinde ele alınıp analiz edilmiştir.
Bu çalışmadaki amacımız, Süleyman Ateş'in İslam'ın öteden beri tartışılagelen
bir takım geleneksel ve çağdaş sorunlarla ilgili konuları ele alış ve
yorumlayış tarzını ortaya koymaktır. Örneğin, Nesih, Tarihsellik,
Durumsallık, Ehl-i Kitap, Evrim, Şefaat, Tenasüh, Reenkarnasyon, Faiz, Piyango,
Çok Eşlilik, Kadının Şahitliği, Erkeğin Kavvamlığı, Kadının Giyim-Kuşamı gibi
bir çoğu sosyo-kültürel değişim ve modernleşme ile de yakından ilgili olan bu
sorunlu konular; Kur 'an'ın çağdaş yorumu açısından ele alınmış
Bu
konulara dair Süleyman Ateş' in yorumları ve getirdiği çözüm önerileri, gerek
klasik gerekse çağdaş ilahiyatçıların yaklaşımları ile karşılaştırılmış ve
ilgili konular Süleyman Ateş'in bakış açısı merkeze alınarak
değerlendirilmiştir.
Bu
çalışma göstermektedir ki, değişim ve süreklilik ilkesine bağlı olarak İslam'ın
dinamik yapısı; modernleşme, sosyal değişme ve genel anlamda çağdaşlaşma gibi
süreçlerde ortaya çıkabilecek yeni sorunlara çözüm önerisi getirebilecek geniş
bir perspektif sunmaktadır. Bu açıdan Süleyman Ateş'in çalışmaları bize örnek
teşkil edecek bir nitelik arzetmektedir.
Anahtar
Kelimeler: Süleyman Ateş, Çağdaşlık, Kur'an, Yorumcu yaklaşım, Tefsir.
ABSTRACT
CONTEMPORARY INTERPRETATION OF THE QUR’AN IN
SÜLEYMAN ATEŞ’S COMMENTARY
In
this thesis, Süleyman Ateş’s comments to some contemporary problems that have
been debated among academics in our country, Turkey are analyzed on the basis
of modern approaches. Our goal here is to make clear what Süleyman Ateş took
certain traditional and contemporary problems that have been discussed since
the earliest period of Islam. For instance, many problems related to
socio-cultural changes and modernity as nesih (abolition), historicity,
contingency, people of Book, evolution, intercession, incarnation,
reincarnation, interest, lottery, polygamy, female witnessing, superiority of
men, women’s dressing etc are discussed from the “contemporary interpretation
of the Qur’an” point of view.
Süleyman
Ateş’s approaches and his attempts to solve these matters are compared to both
classical and contemporary theologians’ solutions and these concerned matters
have been evaluated from Süleyman Ateş’s point of view.
This
work shows that Islam’s dynamic structure that depends on the basis of change
and continuity presents a large perspective to solve new problems that emanate
during the process of modernity, social change and contemporize in a large
sense of the word. In this respect Süleyman Ateş’s works show a quality that
can present a good example to us.
Keywords:
Süleyman Ateş, contemporaneity, interpretative
approach, exegesis.
Çalışmamızın
konusunu, özellikle Türkiye bağlamında, dini boyutu da olan çağdaş bir çok
probleme çözüm arayan Süleyman Ateş'in bu problemlere yaklaşımı ve bunların
çözümü sadedinde tefsirinde yapmış olduğu yorumlar ve bu yorumların analizi
oluşturmaktadır. Süleyman Ateş'in, problem haline gelmiş konularla ilgili
ayetleri nasıl değerlendirdiğini, bu ayetleri ele alış biçimini ve problematik
konularla ilgili görüşlerini tahlil edip; yorumlarını ve tefsirini, içerik ve
kaynakları yönünden bir değerlendirmeye tabi tutacağız. Süleyman Ateş'in tefsir
alanında yapmış olduğu farklı yorumlarıyla oluşturduğu düşünce çabalarının ve
bu yorumların tartışmasının tefsir tarihimizde önemli bir sıçrama noktasını
teşkil ettiğine inanmaktayız. Onun bu yorumları bize göre önemli olduğu için,
Süleyman Ateş'in Tefsirindeki Kur'an'ın Çağdaş Yorumlarını araştırmayı uygun
gördük.
Tez
projesini hazırlarken çağdaş problem olarak görülen konuların genel olarak
taramasını yaptık. Bu tarama sonunda bir yüksek lisans tezine konu olamayacak
sayıda pek çok problemlerle karşılaştık. Bu sebeple tezimizi “kitap ehli,
evrim, Hz. Âdem'in çıkarıldığı cennet, cehennemin ebediliği, şefaat,
reankarnasyon”, “faiz, piyango ve kadın” konularını içeren bir takım kelâmî ve
sosyal problemlerle sınırlandırmayı uygun gördük. Bu konulardan kimilerini,
Ateş'in bu mevzularda farklı düşüncelerinden, kimilerini de toplumda hararetle
tartışılmasından ve günümüzde sosyoekonomik, sosyokültürel birtakım
problemlerle ilgili konular olmasından dolayı tezimize konu edindik.
Değişen
ve gelişen dünyada, her çağın kendine has bir takım güncel problemlerinin
olması doğaldır. Herhangi bir zaman ve mekan diliminde yaşayan insanların
sorunlarını, problemlerini ve açmazlarını en iyi şekilde kavrayıp bu
problemlere çözüm yolları üretecek kimseler de; şüphesiz yine o zaman ve mekan
dilimi içerisindeki insanlarla iç içe yaşayan, o insanların sorun, problem ve
açmazlarını nedenleri ile birlikte bizzat müşahede eden, hatta aynı yaşam
şartlarını paylaşan ilim adamları olacaktır. Öyle ise, içinde yaşadığımız bu
çağın problemlerine en iyi çözüm önerileri sunabilecek olanlar da yine bu çağın
insanını ve sorunlarını bilen, onunla aynı yaşam şartlarını paylaşan ilim
adamları olmalıdır. Şâyet bu problemlere herhangi bir çözüm getirilmez ise, zamanla
pek çok problemler üst üste yığılacak, bunun sonucunda insanlar pratik hayatta
pek çok zorluklarla karşılaşacaktır. Bu sebeple, İslam bilginlerinin bu
problemlere çeşitli çözümler getirmeleri, hem maddi hem de manevi açıdan
sağlıklı toplumlar oluşturma açısından önemlidir. Tefsir ilmi ile uğraşan
müfessire düşen görev ise, bu tür problemlere fıkıhçı gözüyle bakmaktan ziyade,
problemli konularla ilişkili görülen âyetlerin anlaşılması ve yorumlanmasında
yol gösterici olmak ve çağdaş problemlere, çağın gereklerine uygun çözüm
önerileri sunmaktır.
Bu
öneme binaen çalışmamızın amacı, Kur'an'ı algılama, anlama ve yorumlama ile
ilişkili olarak, çağımızda geleneksel anlayış ve yaklaşımlardan farklı yeni
anlayış ve yaklaşımların ortaya çıktığı, çağdaş problemlere çağdaş çözüm
önerilerinin getirildiği, yaşanılan gerçeklik ile inanılan gerçekliklerin
çatıştığı durumlarda, yeni yöntemlerin geliştirildiği olgusunu ortaya koymak;
akademik çevrelerce tartışılan, içinde bulunduğumuz asrın doğurduğu çağdaş
problemlere vâkıf olmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için, Modern Türkiye'deki
tefsir çalışmaları içinde önemli bir yeri olan ve son altmış yıl zarfında
ülkemizin yetiştirmiş olduğu önemli müfessirlerden Süleyman Ateş’i tanıyıp
tanıtmak istedik. Nitekim, Süleyman Ateş'in tefsirinde Çağdaş İslam
Düşüncesi'mn tefsir alanındaki bir takım yansımalarını gördük. Bu sebeple,
O'nun çağdaş problemler hakkındaki görüş ve yorumlarının tespit, tahlil ve
değerlendirmesini yaparak Modern Türkiye'de tefsir çalışmaları arasındaki
yerini tespitinin önemli olduğunu düşündük. Ateş'in tefsirinin adının “Yüce
Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri” olmasından dolayı, tezimizin adını da, “Süleyman
Ateş'in Tefsirinde Kur'an'ın Çağdaş Yorumları” olarak isimlendirmeyi uygun
gördük.
Çalışmamız
giriş, üç ana bölüm ve genel bir değerlendirmenin yapıldığı sonuçtan
oluşacaktır. Giriş bölümünde tezin konusu, amacı ve önemini sunulacaktır. Birinci
bölümünde,
tezimizde sık sık “Çağdaş” kavramını kullanacağımız için, öncelikle çağdaş
kavramının anlam alanını ve kültürel arka planını değinilecektir. Daha sonra
Ateş'in hayatı, eserleri ve Ateş'in Çağdaş İslam Düşüncesindeki yerini
tespit edilip, Çağdaş İslam Düşüncesinin Ateş'in tefsir usûlü anlayışına
yansımalarını ele alınacaktır. Bu bağlamda Ateş'in nesh, tarihsellik ve
durumsallık konularındaki düşünceleri incelenecektir.
İkinci
bölümde Kelâmî, üçüncü bölümde de sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel birtakım
çağdaş problemlerle alakalı olarak Ateş'in sergilemiş olduğu çözüm yolları
incelenecektir. Genel bir değerlendirme yaptıktan sonra da sonuç kısmında
çalışmadan elde edilen bulgulara değinilecektir.
Bu
faaliyetler gerçekleştirilirken Ateş'in ilgili konularla alakalı görüş ve
düşünceleri çalışmanın merkezine alınacaktır. Konular işlenirken, ilgili âyetlerin
yorumlanmasında Ateş'in takip etmiş olduğu yöntem de dikkate alınacaktır.
Tezimiz hazırlarken yer yer Elmalılı Hamdi Yazır'ın ve İzzet Derveze'nin
tefsirleri ile karşılaştırmada bulunulacaktır. Karşılaştırmalarda Elmalılı H.
Yazır'ı seçmemizin sebebi, her iki müfessirin de tefsirlerini Cumhuriyet
döneminde yazmış olmaları ve geleneksel tefsir anlayışını Elmalılı'nın bize
yansıtmasından dolayıdır. Derveze'yi tercih etmemizin sebebi ise, Süleyman
Ateş'in tefsirini yazarken İzzet Derveze'den etkilenmesi sebebiyledir. Bu
mukayese ile amacımız, müfessirimizin çağdaş problemlere getirmiş olduğu
yorumlarda, bu kaynaklardan ne kadar etkilendiğini ve bunlardan farklı düşünüp
yorumladığı noktaların olup olmadığını tespit etmektir. Tezimize konu
edindiğimiz problemlerle alakalı âyetlerin meallerini sunarken de, Ateş'in
kendi meali kullanılacaktır.
ÇAĞDAŞ
İSLAM DÜŞÜNCESİ VE SÜLEYMAN ATEŞ
1.1.
Çağdaş Kavramının Anlam Alanı ve İçeriği
“Çağdaş”,
“çağdaşlaşmak” ve “çağdaşlık” kavramlarının incelenmesi, çalışmanın
temellendirilmesi ve “Çağdaş İslam Düşüncesi” kavramıyla ne
kastedildiğinin ortaya konulması açısından yararlı ve önemli olacaktır.
Çağdaş
kelimesi; insanlar için sıfat olursa “aynı çağda yaşayan”, “bulunulan çağın
anlayışına, şartlarına uygun olan, muasır” gibi anlamlara; nesne ya da
olgular için sıfat olursa, “yaşanılan çağda mevcut olan”, “bulunulan çağın
şartlarına uygun olan”; çağdaşlaşmak ise, “çağın tutumuna anlayışına
gereklerine uymak”; çağdaşlık da, “çağdaş olma durumu”, “aynı çağda
yaşama olgusu””[1]
şeklinde tarif edilmiştir.
Bu
kavram günümüzde, özellikle sosyolojik açıdan önem kazanmıştır. Başta
sosyologlar olmak üzere pek çok kimse bu kavramı tarif etmeye çalışmışlardır.
Kimileri çağdaş ve çağdaşlaşma kavramlarını, modern ve modernleşme ile muadil
görmüşlerdir. Hatta bazı ansiklopedilerde çağdaşlık maddesine bakıldığı zaman
modernlik maddesine bakılmasına işaret edilmiştir.[2]
Ancak, modernlik ve modernite'nin ideolojik bir zaman tasavvurunu içerdiği
iddia edilmiştir. Buna göre, batı ile aynı ilerleme düzeyini tutturamayan
toplumları ya da fertleri, çağdaş olmayanlar diye tanımlayanlar olmuştur.[3] Bu iki kavramın
arasını titizlikle ayıranlar da olmuş; nitekim kimileri modern olma ile çağdaş
olmayı aynı anlamda değerlendirmelerine rağmen, kimileri de farklı
değerlendirmişlerdir. Bu ikinci grup, modernleşmeyi “geçmişteki
endüstrileşmemiş toplum tipinden günümüzdeki endüstrileşmiş toplum tipine doğru
bir gelişme” olarak; çağdaşlaşmayı ise, “gelenek gereklerinin yerine, zamanın
gerekleri doğrultusunda kendiliğinden oluşan bir değişme” şeklinde
tanımlamışlardır.[4] Bu sebepledir ki, Niyazi Berkes
ülkemizin son iki yüzyıllık gelişmesini modernleşme değil, çağdaşlaşma olarak
nitelendirmiştir.[5]
Fazlur
Rahman ise; çağdaşlaşmayı tanımlarken “teknolojik, siyasal, ekonomik ve
toplumsal gelişmelerde, günümüzde gelişmiş ‘modern batı’ diye adlandırılan
ülkelerin ortak özelliklerine” sahip olma girişimleri anlamında bir 'Çağdaşlık'
anlayışına kesin bir dille karşı çıkmıştır. O, geri kalmış ülkelerin, gelişmiş
ülkeleri taklit etme anlayışı ile onlar gibi olunamayacağını savunmuş; bu türlü
taklit faaliyetlerini şiddetle reddetmiştir. Bilakis o, çağdaşlığı, “Müslüman
toplumların gelenekten kopmadan, geleneği artısı ve eksisi ile görerek, bilgi
üretme sürecini hızlandırıp en kısa sürede kendi kendilerine yeterli bir duruma
gelmesi ve elde edilen bu bilgileri tarih içinde oluşturdukları kurum ve
düşünce sistemlerine uygulamalarıdır,”[6]
şeklinde genel hatlarıyla tanımlamış ve farklı bir çağdaşlık anlayışı
geliştirme çabasına girmiştir.
Sunduğumuz
bu tanımlardan hareket edecek olursak, çağdaşlık hakkında dikkate değer iki
temel nokta vardır. Birincisi, belirli bir zaman dilimi içinde bulunma; diğeri
ise, sosyolojik boyut olarak içinde yaşanılan hâkim değer ya da değerlere
uymadır. Çağdaşlık kavramı kullanılmazdan önce, bu iki anlam karşılığında “muasır
ve asri” kelimelerinin kullanıldığı görülmektedir.[7]
Daha sonraları ise, çağdaşlık muasırlığın modernlik de asri kelimesinin
karşılığı olarak kullanılmıştır. [8]
Biz
de bu çerçeve içerisinde “Çağdaşlık” kavramının zamansal ve sosyolojik
boyutunu dikkate alarak konu ile ilgili çalışmamızı temellendirmeye
çalışacağız. Ancak, pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kavram kargaşası
olduğu kanısındayız. Nitekim “Çağdaşlık” ve “Modern”” kavramları “Modernizm””
ile karıştırılarak birbirinin aynısıymış gibi kullanılagelmiştir. Modernlikle
çağdaşlığın elbette ilintili olduğu noktalar mevcuttur. Ancak, her ikisinin
aynı manaya geldiğini de düşünmüyoruz. Kavramlar arasındaki bu anlamsal ilişki
sebebiyle kısaca “modernlik”, “ıslah”” ve “tecdit” kavramlarına
değineceğiz. Çünkü bu kavramların “Çağdaş İslam”” düşüncesinin yeni
filizlendiği ve geliştiği dönemin izlerini taşıdığı kanaatindeyiz. Nitekim
İslam dünyasındaki ıslah hareketlerini ne kadar iyi anlarsak, çağdaşlık
kavramını da, o derece iyi anlayabiliriz.
Modernlik;
17. yüzyıl da modern bilimin ortaya çıkması ve onun teknolojik başarıları ile
ilgili ise de, “modern”” kavramının kullanılması çok daha eskilere
gitmektedir. 5. yüzyıl da Latince ‘modernus’ kelimesi kültür tarihinde
ilk defa, o zamanlar Hıristiyanlığı ve Hıristiyanları, geçmişten yani Romalı ve
putperestlerden ayırmak için kullanılmıştır. Daha sonraları, insanlar “modern
i” geçmişe bakarak tespit etmişler, eskiye nispetle yeni olana modern
demişlerdir. Modern bilimin etkisiyle şekillenen ve sonsuz bir ilmi ilerleme ve
bunun daima ahlaki ve sosyal iyileşmeye götüreceği fikrine inanan bir zihniyetin
ortaya çıkması “modern i”, maziye bakarak tespit etme fikrini
değiştirmiştir. Bundan sonra “modern”” kelimesi geçmişle değil değişme
fikri ile alakalı olarak kullanılmaya başlanmıştır.[9]
Başka bir değerlendirmeye göre de modern; “çağa uygun, çağcıl, asrı"[10]
şeklinde tanımlanmıştır.
Modernlik
nedir? Ne değildir? Bu sorulara cevap arayan pek çok kimse olmuştur. Kimileri
modernleşmeyi toptan reddetmiş, kimileri ise modernleşmeyi eski ile yeninin
uzlaşması görmüş, kimileri de her şeye rağmen batıyı taklit ederek tam bir
teslimiyet içinde modernleşme yolunu tutmuşlardır.[11]
Ayrıca bazı kimselerse modernliği, Batı hegemonyası olarak algılamıştır.[12] Aslında modernizme karşı
çıkışlar; bakış açısına göre, yani kişinin bulunduğu yer, zaman ve konuma göre
farklılık arz etmiştir. Bu karşı çıkışlar modernizmin ürünü olan teknolojiye
değil de, modernizmin aklı vahyin yerine koymasına ve aşırı pozitivizm
anlayışına karşı olmuştur.[13] Ancak moderniteyi savunanlar
ise, insanların ihtiyaçlarına cevap veremeyen geleneksel anlayışın artık terk
edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Modernizmi de “kendisinden önceki ile
niceliksel bir faklılık” arz eden bir “hal”e tekabül ettirmişlerdir.
Moderniteyi, İnsan-eşya münasebetlerinin, “tarihte bir örneği ve modeli
bulunmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi”[14]
şeklinde özetlemişlerdir.
Bu
iki farklı yaklaşımın en güzel örneğini Osmanlıdaki İslamcılık hareketinde
görmekteyiz. Osmanlı devletinin çöküş yıllarında, 19'uncu yüzyıl ortalarında
ortaya çıkan dinî ve siyasi düşünce akımı olan İslamcılık hareketi, bir tecdit
(yenileme) ve ıslah (düzeltme) hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Siyasi hedefi
açısından İslam birliği (ittihadı İslam, Panislamizm) hareketi, İslamî anlayış
ve yorumlayışları açısından “modern İslam” ve “İslam'da reformist düşünce”
akımı olarak değerlendirilebilir.[15] Ancak, İslamcı akım
içinde yer alan Müslüman aydın ve düşünürler, eğilim ve
yaklaşımları
bakımından oldukça farklı çizgiler üzerinde olmuşlardır. Kimi araştırmacılar
İslamcıları, bu eğilim ve yaklaşımları dikkate alarak, bir tasnife tabi tutup
gruplara ayırmayı uygun görmüşlerdir. Bunlardan en yaygın olanına göre
İslamcılar;
1-
Gelenekçi muhafazakârlar,
Ahmet Naim gibi;
2-
Modernistler, medrese ile
mektebi, Doğu ile Batıyı birleştirmek isteyenler, İzmirli İsmail Hakkı ve
Şemseddin Günaltay gibi;
3-
Bu ikisi arasında bir yol
tutanlar, Şeyhülislâm Musa Kazım gibi;
4-
Modernist İslamcılara karşı
olanlar Mustafa Sabri gibi, olmak üzere başlıca dört gruba ayrılırlar. Ne var
ki, İslamcı aydınları bu tür tasniflerle tam olarak tanımlamak mümkün değildir.
Çünkü birçok konuda birleşmiş görünseler bile aynı gruptaki aydınların
birbirinden çok farklı görüşler savunduğuna tanık olunmuştur.[16]
“Tecdit”
kavramı ise; “yenilenme’” manasına gelmektedir.[17]
Bu kavramın içeriği, ıslah kavramı ile karıştırılmışsa da; biz bu iki kavram
arasında anlam açısından ince farklar olduğu görüşündeyiz. Bu farklılıkları
ortaya koyabilmek için öncelikle tecdit kavramının oluşmasında etkin
olan fikri alt yapıya değinmemiz gerekmektedir.
Bu
kavram yenilikle alakalı bir içeriğe sahiptir. O halde, yeninin olduğu yerde,
bir de eski olmalıdır. Ayrıca bir şeye yeni demek için onun daha önce olmaması
gerekmektedir. Bu da, ya varolan bir şeyin kalkması ve onun yerini önceden
olmayan bir şeyin doldurması şeklinde olabileceği gibi, hiç bir şeyi
kaldırmadan yeni bir şeyin oluşması şeklinde de olabilir. Birinci gruba örnek
verecek olursak, eskiden çiftçiler oraklarla hasat yaparken, daha sonraları
tırpanla ve sanayinin gelişmesi ile birlikte en sonunda da biçerdöverle bu işlemi
yapmaya başlamışlardır. Orak ve tırpanla hasat yapma geleneği yok denecek kadar
azalmış; bunun yerini yeni diyebileceğimiz biçerdöverler almıştır. İkinci gruba
televizyonun yerinde bir örnek olacağı kanısındayız. Zira televizyon, kendi
sahasında hiçbir şeyi kaldırmamakla birlikte, son asrın en büyük
yeniliklerinden birini oluşturmaktadır. Bu her iki olayı da bir isimle
isimlendirmemiz gerekirse buna kısaca “değişim ve gelişim” diyebiliriz.
O
halde, İslam düşüncesi açısından tecdit anlayışı, İslamî yenilenmeyi ifade
etmektedir. İslamî yenilenmeden kasıt, “dinde reform” anlamında
anlaşılmamalıdır. Çünkü reform kavramı, ıslah anlamını kapsadığı gibi,
değiştirilmek istenen şeyin formunu yani şeklini de değiştirmeyi içine
almaktadır.[18] İslamî yenilenmede ise,
İslam'ın temel kaynakları olan Kur'an ve sahih sünnetin formunda herhangi bir
değişikliğe gidilmemektedir. Kanımızca bu türlü bir reform hareketi mümkün de
değildir. O halde, tecdit kavramı hangi anlama gelmektedir? Ya da bu kavramın
içi nasıl doldurulmalıdır ki, diğer kavramlarla bu kavram arasında bir anlam
kargaşası meydana gelmesin? Zira tecdit’i kimileri ıslah kavramı ile, kimileri
de modernlik vb. ile aynı anlamlarda kullanmışlardır. Hâlbuki bu kavramlar
arasında az veya çok farklılıklar mevcuttur.
O
halde yenilenme kavramını, “çağımızda karşılaşmış olduğumuz çözümlenememiş
problemlere çözüm ararken; klasik metotlardan farklı bir usulle, nasları yeni
anlayışlar açısından yorumlama” olarak tanımlamak yerinde olacaktır. Bu açıdan
baktığımızda görürüz ki, müçtehit imamların her biri kendi çağında birer
tecditçilerdir. Zira, müçtehitleri birbirinden ayıran, nasları yorumlarken
kullandıkları metotların farklı farklı olmasıdır. Bu sebeple, her birinin aynı
probleme getirdikleri çözümler birbirinden farklı olabilmiştir.
“Yeni”
kavramının ortaya çıkmasının en önemli sebebi ise, eskinin değişmesidir. Tecdit
kavramını daha iyi anlayabilmek için odak kelime olan “değişme” kavramını
anlamak önemlidir. Çünkü, dünün yenisini bugün eski yapan “değişme”dir.
İnsanlık tarihi nice imparatorlukları, nice medeniyetlerin yükseliş ve
çöküşlerini görmüştür. Özellikle sosyo-kültürel değişmeler, cemiyetlerin
gelişmesinde en esaslı faktördür. Bu değişmeler birbirinden farklı gurupların
karşılaşmasıyla başlamış ve bu güne kadar da her devirde,
her
yerde vukua gelmiştir. Fakat hiçbir vakit, bu kasaveti şiddeti bulmamıştır.[19] Batının, skolâstik ortaçağ
kilisenin baskısından aydınlanma ve reform hareketleri ile kurtulması ve
coğrafi keşiflerle de sömürgeler edinerek ekonomik yönden güçlenmesi, batıyı
hızlı bir şekilde değiştirmiştir. Ancak bu değişim rüzgârı, sadece batıda
kalmamış; zamanla bütün dünyayı etkilemiş; ama değişimin hızı her yerde aynı
olmamıştır. Bu ani ve hızına yetişilemeyen değişim hareketi beraberinde pek çok
sorunu da getirmiştir. Bu sorunlara karşılık, getirilmek istenen çözüm yolları
da farlı farklı olmuştur. Bu farklılıkları da anlayabilmek için değişimin
kökenine inmek lazımdır. Değişmenin kökenine indiğimizde görürüz ki, “toplumsal
değişme” fertten başlamaktadır. Her ne kadar fiziki ve sosyal çevrenin insanı etkilemesi
kaçınılmaz ise de, bu etki insana tarafından
verilmiş
olan cüz'i iradeyi kişinin elinden almaz. Nitekim, fert toplum dışında
varolamadığı gibi, cemiyet de fertsiz olamaz. Bu sebeple topluma temelde etki
edecek varlık da ancak insandır.[20] Bu açıdan bakıldığında
Kur'an'ı Kerimdeki şu âyet dikkate değerdir: “Bir millet, kendi durumlarını
değiştirmedikçe Allâh onların durumlarını değiştirmez.”[21]
Değişme,
beraberinde bir nizam olgusunu da gerektirmektedir. Zira nizamın bulunmadığı
bir zemin üzerindeki değişmeler sadece kargaşaya yol açar. Şu halde, fertte ve
toplum hayatında bir de değişmezler olmalıdır. Bu değişmezleri fert bazında “fıtrafla,
toplum planında ise “sünnetullah” kavramları ile temellendirmek isabetli
görünmektedir. O halde değişme, değişmezlerden kaynaklanan ilkeler
doğrultusunda olduğu müddetçe olumlu yönde sayılabilir.[22]
Çünkü, bu değişim sonucu kişinin yaşadığı hayatla değişmez kabul ettiği inancı
arasında eğer paralellik ve uyum mevcutsa, değişim problem oluşturmamıştır.
Fakat, kişinin pratik hayatına etki eden değişimin sonuçları, inancın
değişmezleri olan normlarla çeliştiği zaman problemler ortaya çıkmıştır.[23] Bu problemlere çözüm bulmak
için kimileri ıslahı, kimileri reformu kimileri de tecdit anlayışını
kullanmıştır. Hâlbuki, bu anlayışlar arasında farklılıklar mevcuttur. Nitekim
tecdit, daha ziyade inanç, ibadet ve ahlakın dışında kalan konulardaki
problemlere çözüm getirmede kullanılabilecek bir anlayış ve problemlere
yaklaşım tarzı olabilir. Zira değişmenin insan hayatına en fazla etki ettiği
nokta muamelat kısmı olmuştur.
Yukarıda
da değindiğimiz gibi, toplumsal değişme ve gelişmelerin farklılığına ve hızına
göre problemler ortaya çıkmıştır. Toplumsal değişmeye karşılık İslam dininin aslı
olan nassın (Kur'an'ın) formelliğinin değiştirilemeyeceği açıktır. Bu toplumsal
değişime karşılık bu naslardan daha önce çıkarılmış birtakım hükümler de
mevcuttur. Bu hükümler değişen ve gelişen toplumun yeni problemlerine cevap
veremediği zaman, Müslüman âlimler problemleri çözerken takip edilmesi gerekli
olan yöntemler konusunda ayrılığa düşmüşlerdir.
Bu
gibi durumlarda, geçmiş ulema bu problemi eskiden beri kullanılagelen te'lif ve
nesh yöntemi ile çözmeye çalışmışlardır. Bunlardan kısmen farklı olarak
çağımızda, bazı problemlere çağdaş bir yöntem olarak ortaya çıkmış olan “tarihsellik”
ve “durumsallık” anlayışı ile çözümler aranmıştır.
Telif
yöntemi ile problemler çözülmeye çalışılmış; ancak bunda başarılı olunamayınca,
nesh anlayışıyla problem olan konular kökünden silinip atılarak bir kolaycılığa
gidilmiştir. Tarihselci anlayış ise; nasları norm ve form şeklinde bir ayrıma
tabi tutmuş ve nasların formelliğinin tarihsel olduğunu savunarak bu
formelliğin değişebileceğini iddia etmiştir. Sonuçta bu metot da nesh
anlayışının bir başka versiyonu olmuştur. Durumsallık ise nassın ne formuna ne
de normuna dokunmuştur. Her hükmü kendi bağlamında değerlendirerek bu metotla,
“Hükmün illeti mevcut olduğu müddetçe hüküm de mevcuttur, illet düşünce hüküm
de düşer. İllet ne zaman ortaya çıkarsa, hükümde o zaman geçerli olur,”[24] görüşü ortaya konmak
istenmiştir. Bu bağlamda tecdit anlayışını kullananlar, nassları yorumlarken
eski anlayışlardan farklı bir yöntemle yorum geliştirme çabası içinde
görülmüşlerdir. Zira bu kimselere göre, kadim yöntemlerle hâlen bir kısım
problemler çözülemiyorsa, bu problemlere eskiden farklı, yeni anlayış ve yorum
enstrümanlarıyla yaklaşmak gerekmektedir. Durumsallık anlayışı ise, eski
yöntemlerden farklı, yeni metotlardan birisidir.
Acaba
bir kimse bu anlayışlardan birden fazlasını kullanabilir mi? Kanaatimizce bunda
herhangi bir sakınca yoktur. Zira bir insanın, hem ıslahçı hem de tecditçi
olması gâyet doğaldır. Problemin çözümü ıslah anlayışından geçiyorsa probleme
çözüm arayan kimse o problemi, ıslah anlayışını kullanmak suretiyle çözebilir.
Aksine problemin çözümü eğer tecdit anlayışını gerekli kılıyorsa, problemlere
tecdit anlayışıyla çözüm arayabilir. Bu sebeple, tecdit anlayışı Müslümanlara
öteden beri daha sempatik gelmiştir.[25]
Örneğin, Merhum Elmalılı, her çağda o çağın problemlerine çözüm getirmek için,
dinin şeriat boyutunda yenilenmeye ihtiyacı olduğunu vurgulamıştır. Ve dinde
yenilenmeyi anlatırken: “Biliniz ki Allah yeryüzünü ölümünden sonra diriltir.
Belki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık,”[26]
âyetine ve “Cenabı Allah hiç şüphe yok ki her yüz sene başında bu ümmete dinî
yenileştirecek adam veya adamlar gönderecektir,” hadisine dikkat çekmiştir. Bu
âyet ve hadisten hareketle sonunda şöyle bir görüşe varmıştır. “Demek oluyor
ki, her çağın başında dinimizin teceddüdünü beklemek bir hakkımızdır. Biz
vazifemizi yaptıkça Allah da vaadini yerine getirecektir. Bu suretle müruru
zamanın kasvetinden kurtulmaya çalışacağız ve peygamberlik nuru uzaklaştıkça
biz ona yaklaşacağız ve bu sayede hassasiyetimizi muhafaza ederek neşveden
neşveye koşacağız.”[27]
Elmalılı'nın
da değindiği gibi dinin naslarını yorumlamada yeni yöntem arayışları ilelebet devam
edecektir, tıpkı evvelce müçtehit imamlarca devam ettirildiği gibi...
Çünkü,
müçtehit imamların her biri farklı yorum yöntemleri ile farklı sonuçlara
ulaşmışlardır. Örneğin, kimileri ahad hadislerle her konuda amel ederken kimileri
kısmi
şartlar koşarak bazı konularda amel etmişlerdir.[28]
Sonuç olarak her müçtehit kendi çağının tecditçisi olmuştur. Bundan sonra da
her çağda içinde yaşanılan çağın problemlerine çözüm bulmak için yeni yöntem
arayışları devam edecektir.
“Islah”
kavramı, “düzeltme, iyileştirme”, “bir hayvan veya bitki türünden daha iyi
verim alabilmek amacıyla yapılan iş”, “iyi bir duruma getirmek, iyileştirmek,
düzeltmek, yola getirmek”[29]
anlamlarına gelmektedir. Bir başka tanıma göre; “iyi ve yararlı olma” anlamındaki
salah kökünden mastar olan ıslah genel olarak “düzeltmek, daha iyi hale
getirmek” manasında kullanılır. Islah Kur'an'da isim ve fiil kalıplarıyla
geçtiği kırk âyette “kendisini veya insanlar arasındaki ilişkileri düzeltmek;
barışmak, barıştırmak” anlamında kullanılmıştır.[30]
Islah Kur'anda ifsadın zıttı olarak da kullanılmıştır. “Onlara: Yeryüzünde
fesat çıkarmayın, denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu
bilin ki, onlar
bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar”.[31]
Çağdaş İslami literatürde ise “ıslah” kavramı, daha ziyade Muhammed
Abduh ve Reşit Rıza'nın öncülüğünü çektiği dinî düşünce akımında sistematik
anlamını kazanmış temel terimlerden biridir.[32]
O halde Islah, düzeltme ve tamir etme anlamlarına gelmektedir. Eğer ortada ‘bozulmuş
bir şey varsa’, ‘düzelecek bir şey de vardır’ anlamı ortaya
çıkmaktadır. Nitekim
ıslah hareketi de, bozulmuş olan şeyleri tamir ederek aslına
döndürme
demektir. Bu sebeple ıslah, değişmesi mümkün olmayan konularda söz konusu
olmalıdır. Burada değişmesi mümkün olmayandan maksat, asla değişmesi mümkün
olmayan şeyler olabileceği gibi; şu ana kadar değişmesi için herhangi bir sebep
olmayan şeyler de olabilir. Örneğin, dinin inanç, ibadet ve ahlak konuları
bunun içine girer. Bunlar asla değişmeyen konulardır. Zira Hz. Peygambere inen vahiyde
inanca
ve ibadete taalluk eden konular, kendinden önceki nebilerin ve resullerin inanç
ve ibadet konularıyla aynı olmuştur. Çünkü bunlar tevkifi emirler olup ilahi
vahyin özüdür, zaman ve mekâna göre değişmez. Şeriatların muamelat kısımları
ise, toplumdan topluma az veya çok değişmiştir. Islah, bu değişmemesi gereken
konularda bir bozulma varsa, bunları düzeltmek anlamına gelmektedir. Bu da
ağırlıklı olarak bidat ve hurafeleri içerir. Afgâni, Abduh ve Reşit Rızada da
ıslah anlayışının bu şekilde olduğu görülmektedir. Zira, her üçünde de “dinde
ıslahat ancak, hurafe ve taklitten uzaklaşmakla mümkün” olacağı görüşü hâkim
olmuştur.[33]
Yapılan
tanımlardan da anlaşıldığına göre dinî ıslah; dinî değerlere itibar kazandırmak
ve bu değerler etrafında oluşan kuşku ve kaygıları ortadan kaldırmaktır. Çünkü,
samimi niyetlerle yapılan her ıslah hareketi, Müslümanları daha ileriye
götürmek ve İslam prensiplerini günümüz Müslümanlarının hayatlarında egemen
kılmak için ortaya konan çabalardır.[34]
Bu çabanın içinde bulunan kişinin asrının düşünce ve hayat şartlarını, içinde
bulunulan çağın sorunlarını yakından bilmesi gerekmektedir. Ancak bu durumda
çağdaş problemlere gerçekçi ve kalıcı çözümler üretilebilir. Çünkü “çağdaşlık”;
çağın içerisinde yaşamak, içinde yaşadığı çağı tanımak; çağın sorunlarını ve bu
sorunların getirisini ve götürüsünü okumaya çalışmaktır. Ancak bu, tamamıyla
çağın değer yargılarına boyun eğmek anlamına da gelmemelidir. Zira çağdaşlık,
kendi kökünden gelen değer yargılarından ve ilkelerden hareket ederek kişinin
kendini içinde yaşadığı çağın bir parçası görmesi ve bir şekilde çağına
damgasını vurmasıdır. Çünkü çağdaşlık bir düşünce ve metottur. Eleştiri ve
inşaya dayanır. Monotonluğu ve donukluğu reddeder. Bir yüzü geriye doğru köküne
bağlı, diğer yüzü de ileriye dönük olmaktır.
Bu
kavramlar hakkında bu açıklamaları yaptıktan sonra, çağdaşlık kavramını merkeze
yerleştirerek; tecdit, ıslah ve modernlik kavramlarının çağdaşlıkla ilintisine
geçebiliriz. Öncelikle çağdaşlık kavramı, bize zamansal olarak bir düz çizgi
gibi görünmektedir. Örneğin, bizden beş kuşak önceki atalarımız kendi zamanının
çağdaşı olmuşlardır. Az veya çok çağlarının sorunlarına vakıf olup,
problemlerine çözüm aramışlardır. Biz ise içinde bulunduğumuz çağın çağdaşı
durumundayız. Sosyal olarak çağdaş olabilmemiz için bizim de çağımızın
sorunlarına çözüm üretmemiz gereklidir. Bizden sonra gelecek insanlar da kendi
çağının çağdaşı olacaklar ve onlar da çeşitli sorunlarla karşılaşacaklar;
muhakkak ki, bu sorunlardan çıkış yolları arayacaklardır. Bu anlamda çağdaşlığı
bir kaplam[35] olarak değerlendirebiliriz.
Modrnizm, tecdit ve ıslah kavramlarını ise, çağdaşlık kavramının içlemi[36] olarak gördüğümüzde konu daha
iyi anlaşılacaktır. Örneğin, “Modernizm”, çağdaşlığın karşılığı olmaktan
ziyade, çağdaşlık kavramının içlemi olarak bir ilintiye sahiptir. Çağdaş
dünyanın içinde doğup gelişmiş bir hayat görüşü ve özellikle son asırda kafası
çok karışık olan İslam düşünürleri için bir problem kaynağıdır. Sözgelimi,
çağdaş dünyanın ürettiği bu günkü bankacılık anlayışı ve bankacılığın
faaliyetleri, İslam dünyası tarafından problemlerle dolu bir olgu olarak
algılanmıştır. Bu, problemlerden sadece bir tanesidir. Çağdan kaynaklanmamakla
birlikte geleneğin çözemediği ya da, geleneğin kendisinin üretip getirdiği bir
kısım problemler de çözüm beklemektedir. Çağın içinde gelişip büyüyen olayların
sonucu olan bankacılık vb. problemlere, bir kısmının kaynağı bidat ve hurafeler
olan ve geçmişten günümüze taşınmış bazı problemler de eklenince çağdaş problem
olarak isimlendirebileceğimiz problemler ortaya çıkmıştır. Bu sebeple biz,
çalışmamızda “çağdaş problemler’” derken çağımızın içinde doğup büyüyen
ve tartışılan problemlerle birlikte, geçmiş çağlarda problem olarak ortaya
çıkan ve hâlen tartışılan konuları da çağdaş problem olarak gördük ve inceleme
konusu edindik. Örneğin piyango, içinde yaşadığımız çağın problemi
olduğu halde Kur'an da nesih olup olmadığı konusu asırlardan beri
tartışılagelmiş ve hâlen de tartışılan bir konudur. Kimileri neshi kabul
ederken, Süleyman Ateş gibi pek çok İslam alimleri ise geleneksel anlamda neshi
kabul etmemişlerdir. Bizde Süleyman Ateş'in bu tür problemlere nasıl çözüm
önerileri üretmeye çalıştığını tezimize konu edinip tartışacağız.
1.2.
Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kültürel Arka Planı
İster
somut ister soyut olsun herhangi bir olguyu aslına uygun bir şekilde anlayabilmek
için, ilk olarak o olguyu ortaya çıkaran sebeplerin iyice analiz edilip
anlaşılması gerekmektedir. Çağdaş İslam düşüncesinin ve bu düşüncenin Kur'an'ı
anlama çabalarına ne derecede yansıdığının daha net anlaşılması için de, bu
kavramın oluşmasına etki eden tarihi ve kültürel arka planın ve bu düşüncenin
ortaya çıkmasına etki eden sosyolojik temel faktörlerin bilinmesi önemlidir.
Çünkü, İslam düşüncesini tanımlamanın bir başka yolu da, bu düşüncenin tarihini
tespit ve tarihi seyrini tanımaktır.
Burada
şunu belirtmekte yarar vardır: “Çağdaş İslam Düşüncesi” derken asıl anlatılmak
istenilen İslam'ın içinde yaşadığımız çağdaki çağdaş yorumudur. Nitekim
“Çağdaş” kelimesi İslam kelimesinin sıfatı değil; aksine düşüncenin sıfatıdır.
Zira İslam, bir dinin adıdır. Kişilere ve düşüncelere göre çeşit çeşit İslam'ın
olması düşünülemez. Ancak, Müslümanların İslam' ı algılama, anlama ve
yorumlamaları farklı farklı olabilir. Bunun sebebi ise, her insanın çeşitli
kabiliyet ve yetenekle doğmuş olmasıdır. İnsanların bu yetenek, kabiliyet ve
meyilleri birbirinden az ya da çok farklı olmasından daha doğal ne olabilir!
Nitekim yorumcunun insan olması sebebiyle içinde bulunduğu kimlikleri de farklı
farklıdır. Örneğin bir müfessirin Kur'an'ı iyi anlayıp yorumlaması için birtakım
ön bilgilere ve deneyimlere de sahip olması gerekmektedir. Bu kimlik müfessirin
mesleki kimliğini oluşturmaktadır. Müfessir hangi önbilgilere sahip ise, o
alandaki âyetleri daha tutarlı ve geniş bir şekilde yorumlayabilir. Binaenaleyh
müfessirler fakih ise fıkhi âyetleri, sufi ise tasavvufi içerikli âyetleri daha
iyi işleyerek tefsirler yazmış oldukları da inkar edilemez bir vakıadır.[37] Bu sebeple, İslam
bilginlerinin İslam'ın
yorumunu
yaparken farklı farklı düşünmeleri de doğaldır. O halde İslam'ın kendisi
değil
yorumu çağdaştır. “Çağdaş İslam Düşüncesi” terkibi ise, galatı meşhur olarak
İslam'ın çağdaş düşüncesi yerine kullanılmıştır.
Çağdaş
İslam düşüncesinin başlangıcı, şüphesiz ülkeden ülkeye farklılık arz edebilir.
Fakat, Çağdaş İslam düşüncesinin teşekkülü, genel olarak bir tarih verilecek
olursa, Tanzimat'la (1839) birlikte başlamıştır. Binaenaleyh, çağdaşlığın
karşılığı olarak kullanılan- ki bu kullanımlar çağdaşlık kavramını tam
karşılamasa da- asrilik, modernlik, terakki, muasırlık ve reform gibi kelimeler
deyim olarak Tanzimat'tan sonra tarih sahnesinde görülmeye başlamıştır.[38] Çağdaş İslam düşüncesinin en
önemli özelliği; İslam ülkelerini, gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak
etkileyen batı düşüncesinden etkilenmesi ve bu düşünceye tepki olarak vücut
bulmuş olmasıdır. Bu sebeple, bu ilişkinin tarihi derinliklerine inerek genel
bir değerlendirme yapmakla çalışmamızın bu kısmına başlayacağız.
İkinci
Viyana (1683) kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması, Osmanlının Avrupa'da
ilerleyişini durdurmuştur. Ruslarla imzalanan Karlofça (1699) anlaşmasından
sonra ise Osmanlı siyasi ve iktisadi bakımdan zayıflama ve gerileme dönemine
girmiştir. Bu sırada Avrupa'da Rönesans ve Reform hareketleri gerçekleşmiş;
1789 yılında Ümit Burnu keşfedilmiştir. Bu gelişmelerden sonra Hindistan işgal
edilmiş, tarihi ipek yolu stratejik önemini kaybetmiştir. Sonuç olarak Avrupa
sanayi devrimini gerçekleştirerek, doğu medeniyetine karşı hem teknik hem de
iktisadi alanlarda üstünlük sağlamıştır. 17. ve özellikle 18. yüzyılda İslam
dünyasının, Avrupa'nın bu ilerleyişinin aksine, fikri bir durgunluğa girdiği
görülmektedir.[39] Batı, teknolojik ve iktisadi
üstünlüğünü kullanarak İslam ülkelerini istilaya başlamış ve bir kısmını
sömürgeleştirmiştir. Ümit Burnu'nun keşfi ile 150 yıl sürecek Hindistan'ın
işgali, 1798 yılında Fransa'nın Mısır'ı işgal etmesi, Avrupa'nın Müslüman
halkın yüzyıllardır süregelen hayat anlayışını sarsmıştır. Özellikle Napolyon
Orta Doğuya giderken yanında bölgenin dilini ve kültürünü bilen bir gurup
aydınla gitmesi, bu bölgede işgali sağlam ve uzun kılarak sömürgeciliğin
temellerini sağlamlaştırma çabası olarak yorumlanmıştır.[40]
İslam dünyası ve özellikle de Türk düşünür ve devlet adamları, daha 17'inci
yüzyılın sonunda bu mağlubiyetlerin vermiş olduğu acıyla Batının üstünlüğünü
fark etmeye başlamışlardır. Ancak işin en acı tarafı batının bu üstünlüğünün,
ulema tarafından değil de devlet erkânınca fark edilmiş olmasıdır.[41] [42]
Lâkin ıslahatlarla başlayan çağdaşlaşma hareketi Osmanlıyı yıkılıştan
kurtaramamıştır.
Bu
dönemde İslam dünyası özellikle fikri alanda büyük bir durgunluk geçirmiş;
Müslüman toplumlar bu durgunluğun sonucu olarak teknolojik ve ekonomik
alanlarda âdeta bir çöküş yaşamıştır. Sonuçta, istese de istemese de Batı tarafından
şekillendirilmiş
olan bir dünyada yaşamak zorunda kalmıştır. Batının ürettiği pek çok hayat
düzeni, İslam hayat anlayışı açısından problemler oluşturmuş; İslam dünyasının
üretmediği pek çok sorun, sonuçta Müslümanları ilgilendiren problemler haline 42 gelmiştir.
Bu gelişmeler, Batı'nın
ekonomik ve kültürel açıdan hâkim güç olması sonucunu doğurmuştur. Bunun sonucu
olarak sömürgecilik ve misyonerlik faaliyetleri güç ve hız kazanmıştır. Buna
karşılık İslam dünyasından birtakım kişiler yüksek sesle özeleştiri yapmaya
başlamışlardır. Daha sonraları ise, Batının bu baskın kültürel yayılmacılığına
karşı uyanış hareketleri başlamıştır. Bu durum, zaman içerisinde İslam dünyası
içerisinde entellektüel bir mayanın oluşmasını sağlamıştır. Yüzyıllar süren
kültürel durgunluktan sonra Doğu canlı bir fikri tecessüs hareketi geçirmiştir.
19'uncu yüzyılın başlarından itibaren Müslümanlar bazen tercüme yoluyla, bazen
de doğrudan temaslar yoluyla Avrupa'nın bilim, kültür ve tekniğine âşina olmaya
başlamışlardır. Bu gelişmelerin kaydedilmesinde Avrupa'daki Müslüman
öğrenciler, yakın doğudaki batılı okullar ve Avrupai eğitim kurumları önemli
rol oynamıştır.[43] Çağdaş İslam Düşüncesinin
oluşumunda etkili olan tarihi seyri bu şekilde olmakla birlikte, hiç
kuşkusuz bu düşüncenin
oluşumunda etkili olan bazı sebepler de mevcuttur. Bu
sebeplere
genel hatları ile değinmekte fayda vardır.
Her
sosyolojik olgu ve olayın oluşmasında etkili olan birçok sosyolojik faktör
mevcuttur. Çağdaş İslam düşüncesi sosyolojik bir olgu olması sebebiyle, bunun
da oluşumunda etkili olan pek çok sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve
sosyo-kültürel sebepler bulunmaktadır. Çağdaş İslam düşüncesinin ortaya
çıkmasına etki eden bu sebepleri bilmemiz ve iyi analizini yapmamız sonucunda,
Müslümanların karşı karşıya kaldıkları çağdaş problemleri ve Süleyman Ateş'in
tefsirine niçin “Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri” ismini verdiğini daha iyi
anlayabiliriz.
Kanaatimizce
tarihi seyir içinde, sosyolojik açıdan incelendiğinde, toplumların genel olarak
üç safhadan geçtiği görülmektedir. Bu üç aşama sırasıyla tarım toplumu, sanayi
devrimi ile ortaya çıkan sanayi toplumu ve insanlığın bilişim çağına adım
atmasıyla birlikte bilişim toplumudur. İnsanlık tarihinde en uzun süreli olarak
dünyada varlığını göstermiş olan hiç şüphesiz tarım toplumudur. Hz. Âdemle
birlikte başlayıp 18'inci yüzyıla kadar devam ettiği görülen tarım toplumunda
değişim çok ağır ilerlemiştir. Uzun bir sürede toplumun genel yapısını
oluşturan bir anlayışın da, elbette kendisine has pek çok özelliği
bulunacaktır. Bu kadar uzun bir zaman dünyada egemen olan bu toplumsal hayatın
kısa bir sürede değişmesi doğal olarak sancısız olamazdı. Nitekim insanlık son
birkaç asırda yaşadığı hızlı değişim ve gelişimi tarihi boyunca belki de hiç
görmemiştir.
Tarım
toplumu tarafından şekillendirilmiş olan dünya düzenini kökünden değiştiren ve
değişimin hızını artıran faktörler Çağdaş İslam düşüncesinin de oluşmasına
sebep olmuştur. Bu etmenlerin kökeni Avrupa'da cereyan etmiş olan Rönesans ve
Reform hareketlerine kadar dayanmaktadır. Esas temel etken ise hiç şüphesiz
Fransız ihtilalidir. Fransız devriminin dünya çapında pek çok yankıları da
olmuştur. Bu devrim sonucunda aklın kudretini, ilerlemeyi, insan haklarını,
eşitlik ve özgürlüğü savunan filozofların varlığı düşünsel alanda kendisini
daha kuvvetli hissettirmeye başlamıştır.[44]
Bunun sonucunda ise, Avrupa'da “eşitlik, hürriyet, insan hakları, adalet” gibi
kavramların hararetle savunulduğu görülmüştür. Bu hareketlerin İslam aleminde
de yansımaları kaçınılmaz derecede etkili olmuş; batıdan İslam alemine özelikle
de kadın erkek eşitliği hususunda çeşitli eleştiriler yapılmıştır. Örneğin;
miras, şahitlik, eğitim, siyaset, ekonomik özgürlük gibi alanlarda erkeklerin
kadınlar karşısında üstün oldukları dile getirilmiştir. Bu tespit genel olarak
doğru olmakla birlikte problemin kaynağını tespit hususunda ise dini ve
dolayısıyla Kur'an'ı görmekle hata etmişlerdir. Batının, misyonerlik ve
şarkiyatçılar aracılığıyla İslam dininin temel kaynağı olan Kur'an'a saldırmaya
başlaması bir anlamda Çağdaş İslam Düşüncesi'nin oluşumunu tetiklemiştir.
Abduh, Reşit Rıza, Akif gibi çağdaş İslam düşünürleri fikri mesailerinin büyük
bir kısmını bu saldırılara karşı İslam' ı savunmaya ve Kur' an' a yöneltilen
iddiaların aksini ispatlamaya ayırmışlardır.[45]
Fransız
devrimi ile birlikte geleneksel tarım toplumunun köklü bir sosyo-politik
özelliği olan, ağzından çıkan her sözün kanun olarak kabul edildiği karizmatik
lider tabusu yıkılmış; bunun sonucunda da batıdaki krallıklar ve
derebeyliklerden oluşan siyasal yapı çökmeye ve Cumhuriyet sistemine geçilmeye
başlanmıştır. Bir başka ifade ile binlerce asırdır toplumlara yön vermiş olan
cemaatçi bir anlayışa sahip olan toplum yapısından cemiyetçi bir anlayışın
oluşturduğu toplum yapısına doğru bir yöneliş ortaya çıkmıştır. Bu anlayışın
İslam dünyasındaki ilk olarak tezahürü Tanzimat'ın ilanı ile kendisini
göstermiş, Padişahın yetkileri ilk defa az da olsa sınırlanmış, halkın devlet
için değil aksine devletin halk için kurulmuş olduğu fikri etkili olmaya
başlamıştır. Bu fermanla birlikte herkesin kanun önünde eşit olduğu anlayışı
kökleşmeye başlamıştır.[46] Bu sürecin sonucunda
padişahlıktan ve aşiret ağalığından cumhuriyet sistemine, kanun ve evrensel
ilkelerin hâkim olduğu cemiyetçi bir toplum anlayışına doğru değişim
başlamıştır.
Avrupa'da
siyasal açıdan bu gelişmeler yaşanırken sosyo-ekonomik yapıda da değişme
yönünde mesafe kaydetmiş, Ümit Burnu'nun keşfiyle birlikte sömürgecilik
faaliyetleri hız kazanmıştır. Nitekim sömürgecilik ve köle ticareti, batı
ekonomisinin güçlenmesi yolunda, Avrupa dışında bilinen ve yeni keşfedilen
kıtaların insan ve tabiat kaynaklarının kullanılmasında araç olmuştur.
Avrupa'da ortaya çıkan bu ekonomik bolluk sonucu teknik icatlar ve buluşlar
birbirini izlemiştir. Binlerce yıldır dünya üzerinde kurulmuş diğer
medeniyetler gibi tarım toplumu içinde bocalayan Avrupa medeniyeti, sanayi
devrimini gerçekleştirmiş ve yeni hayat düzenini kurmaya başlamıştır. Düşünsel
bazda sekülerleşmenin ve günümüzde modernizm denilen ideolojinin temelleri
atılmaya başlamıştır. Sermaye birikimi ve kaynakların hareketliliği, üretim
gücünün gelişmesi, ekonomide kapital bir düzenin doğup kökleşmesini
sağlamıştır.[47] Batının bu dünyevileşme
hareketi İslam dünyasını da etkilemiş ve çeşitli sorunları da beraberinde
getirmiştir. Nitekim, asırlardır dünyada hüküm süren tarım toplumunun en
belirgin ekonomik özelliği, alış verişlerin karşılıklı değiş tokuşlar ya da
altın ve gümüşten oluşan madeni paralar karşılığında yapılmasıdır. Sanayi
toplumuna geçişle birlikte kâğıt paralar, çek, senet gibi diğer değerli kâğıtlarla
alış verişler yapılmaya başlanmıştır. Bu faaliyetler sonucunda günümüzde
ekonomik hayatın pek çok alanında cari olan bankacılık sistemi doğmuştur. Bu
ekonomik gelişme sonucunda faizin yaygın olarak geçerli kılındığı ekonomik
sistemler ortaya çıkmıştır. Bu ekonomik sistemler içinde pek çok faiz çeşidi
görülür olmuştur. İslam dünyasında bankacılık alanında kullanılan faiz
çeşitlerinin mutlak olarak Kur'an'da haram kılınan “Ribâ” ile birebir aynı olup
olmadığı problemi doğmuştur. Bu kapital sistem, zamanla sigortacılık, borsa,
hisse senedi, enflasyon gibi Müslüman toplumlarda uygulaması evvelce olmayan
bazı çağdaş ekonomik problemleri de İslam dünyasına taşımıştır. Çağdaş İslam
düşünürleri bu problemlere çözüm aramaya başlamışlardır.
Yukarıda
değindiğimiz bir takım sosyo-politik ve sosyo-ekonomik sebepler sonucunda İslam
dünyası büyük bir değişim yaşamıştır. Kanaatimizce bu değişimin kendisini en
belirgin bir biçimde hissettirdiği alanda sosyo-kültürel alan olmuştur. Zira
insanların giyim kuşam gibi dış görünüşünden tutun da ruh yapısını ve düşünsel
alanını etkileyen temel etken sosyo-kültürel yapıdır. Nitekim, sanayi devrimi
ile belirli noktalarda fabrikaların kurulması, o bölgelerde büyük çapta
kentleşmenin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Endüstriyel kentleşmeyle birlikte
şehirleşmenin artışı, eğitim ve kitle iletişim araçlarının kullanılmasının
yaygınlaşması, yaşam standartlarının yükselmesi insanları olup bitenden
haberdar etmiş ve toplumsal hayata aktif olarak katılmaya zorlamıştır.[48] Batıda esen bu değişim
rüzgârlarından İslam dünyasında, ilk olarak batı ile doğrudan temas kuran
bölgeler, zamanla bütün bir İslam âlemi etkilenmiştir.
İslam
dünyası özellikle de Osmanlı, bu geri kalışı telafi etmek, Avrupa'nın ilim ve
teknolojisinden yararlanmak maksadıyla batıya öğrenciler göndermiştir.
Sömürgecilik faaliyetleri ve ticari ilişkiler vasıtasıyla gayri ihtiyari olarak
etkilenen İslam dünyası, batıya öğrenciler göndermekle birlikte kendisi de
batıdan istemli olarak etkilenmeye başlamıştır. Zamanla İslam dünyası batı
kadar hızlı olmasa da sanayileşmeye başlamış, bu sanayileşme pek çok sorunu da
beraberinde getirmiştir. Ekonomik faktörlerin bel kemiğini oluşturan sanayi
devrimi batı dünyasında olduğu gibi İslam dünyasında da kırsal alandan kentlere
göçü zorunlu kılmıştır. Bu göçler sonucunda kentleşme meydana gelmiş; örgün
eğitim hız kazanmıştır. İnsanlarda geniş çapta toplumsal ve kültürel ilişkiler
görülmeye başlanmıştır.[49] Okuma yazma toplumda nitelikli
insanların yetişmesini hızlandırmış, bunun soncunda basın yayın diye
adlandırılan kitle iletişim araçlarının kullanımı artmıştır.[50] İnsanlar arasında hak ve
özgürlüklere atıflar çoğalmış, mutlak anlamda kadın erkek eşitliği savunulmaya
başlanmıştır. Bu ise İslam dünyasında yeni sorunların habercisi olmuştur.
Toplumda
değişme zorunlu olarak ortaya çıkınca, kasıtlı olarak veya olmayarak o zamana
kadar açıkça din şemsiyesi altına girmemiş olan pek çok şey değişme olgusuna
direnç göstermek için din şemsiyesi altına girmeye başlamıştır. Nitekim gelenek
dediğimiz, zamanla saygın kabul edilmiş olan kültürel kalıntılar,
alışkanlıklar, töre ve davranışlar[51]
bu değişime karşı direnç gösterebilmek için din şemsiyesi altına girdirilerek
değişime karşı korunmak istenmiştir.[52]
Fakat, Çağdaş İslam düşünürleri yukarıda değindiğimiz politik ve ekonomik düzen
sonucu oluşmuş olan sosyal düzeni, taklit, bidat ve hurafelerden uzak bir
şekilde İslam' a uygun olarak, yeniden kurmak için harekete geçmişlerdir. Ancak
bu İslam düşünürleri ile hedefledikleri İslam arasında, geçmişin ekonomik ve
sosyal şartlarından etkilenmiş, birçoğu kendi çağında geçerli olabilecek
birtakım geleneksel İslam yorumları engel olarak bulunmaktaydı. Bu yorumların
bir kısmı bidat ve hurafelerle karışmış bir durumdaydı. Dolayısıyla zamanımızda
uygulandığı takdirde çağdaş problemlere çözüm üretmek yerine, problemleri daha
da karışık bir hale getirebilirdi. Bu sebeple sosyal, ekonomik ve siyasal
geçmişleri farklı bir devrin ürünü olan yorumlarla, geçmişten pek çok yönü ile
farklı olan bu zamanda çağdaş sosyal ve ekonomik düzen nasıl kurulabilirdi?[53] Pek çok İslam düşünürü taklit,
bidat ve hurafelerden uzak durulması gerektiği savını bulundukları her
platformda dile getirmişlerdir. Bu ve benzeri söylemlerle ortaya çıkan çağdaş
İslam düşünürleri birçok meselede geleneğin yorumunu savunan kimselerle çatışma
yaşamışlardır. Çünkü gelenek, vahiy ve hadisler yoluyla aktarılan kutsal
sözleri ifade ettiği gibi, bunların uygulanmasıyla insanlar arasında ortaya
çıkan ibadet biçimlerini, çeşitli davranış kalıplarını, kurumlarını ve bunların
gerek manevi gerekse maddi aktarımlarını ifade etmekteydi. Bu açıdan
bakıldığında gelenek, geçmiş asırlarda
ortaya
çıkmış dinin bütün tezahürlerini de içine alan bir kavram olarak tanımlandığı
için, onlara göre geleneğin dinle özdeş olduğunu söylemek de mümkündür.[54] Bu
çatışmanın
kaynağında da çağdaş İslam düşünürlerinin İslam'ın bizzat kendisi ile geçmiş
asırda yaşamış ulemanın İslam yorumlarını birbirinden ayırt etme çabası
bulunmaktadır. Nitekim, İslam düşünürlerinden olan Fazlur Rahman bu durumu
şöyle tespit etmiştir:
“Şafii'nin
icma anlayışı ilk dönem icma anlayışından son derece farklıydı. Onun icma fikri
şekilsel ve mutlak idi; ayrılığa hiçbir kapı bırakmayan bir görüş birliği
istiyordu. O elbette zamanın gereklerini yerine getiriyordu ve toplum içinde
denge ve birliği sağlama yönünde uzun zamandır süre gelen eğilimin abidevi
temsilcisiydi. Ancak Şafii'nin şahsında icma ileriye dönük bir süreçten ziyade
geriye dönük bir ilke halini aldı. Bu belki, Ortaçağ toplumsal dinî yapısına
bir istikrar verdi; ama uzun vadede yaratıcılık ve özgünlüğü yok etti.” Fazlur
Rahman'a göre böylece kitap kapanmış ve tarihin belli bir devrinden sonra,
insanların üzerinde düşünmeleri gereken hiçbir şeyin kalmadığı iddia
edilmiştir. Bunun sonucunda da taklit içtihadın önüne geçmiştir.[55]
Sosyo-kültürel
sebepler içinde Müslümanlarda hâkim konumda olan Cebriyeci anlayışın önemli bir
rolü vardır. Nitekim, bu anlayışın sonucu olarak fakirlik övülmüş, dünya malı leşe
benzetilmiştir. Bu konuda, “Dünya kokmuş bir leştir. Onu isteyen ise
köpektir”
şeklinde hadis dahi uydurulmuştur.[56]
Bu inanış İslam dünyasını fakirliğe ve zelilliğe itmiştir. Çağdaş İslam
düşüncesinin oluşmasına sebep olan daha pek çok etmen bulunmaktadır. Bunlardan
bazıları; batıl inançlar (hurafeler), mezhepler arasında ve kavmiyete bağlı
aşırı taassup anlayışları, eğitim ve öğretideki taklitten öteye gitmeyen yanlış
anlayışlar olarak sayılabilir. Buraya kadar değindiklerimiz, Çağdaş İslam
düşüncesinin ve kültürel arka palanının oluşmasında en önemli etmenler olmuştur.
Bu etmenler sonucunda İslam dünyasında pek çok problem ortaya çıkmıştır. İslam
bilginleri ve mütefekkirleri bu problemlere çözüm aramışlardır. Bu bilginlerden
birisi de Süleyman Ateş'dir. Ateş'in Çağdaş İslam düşüncesindeki ve bu düşüncenin
Ateş
üzerindeki
yansımalarına geçmeden önce, Ateş'in hayatı ve eserleri hakkında kısaca bilgi
vermeyi uygun görüyoruz.
SÜLEYMAN
ATEŞ
Ateş,
31.01.1933 yılında Elazığ iline bağlı Tadım köyünde doğmuştur. Babası İbrahim
Ağa, annesi Behiye hanımdır. İlk tahsil hayatına köy hocasında başlamış; on
yaşında hıfzını tamamlamıştır. Babası ümmi olduğu için oğullarını okutmak
istemiş, bu sebeple Süleyman Ateş'in kırâatını ilerletmesi ve Arapça öğrenmesi
için vilâyet merkezine göndermiştir. İzzet Paşa Kur'an Kursunda bir süre Tecvit
ve Kırâat dersleri alan Ateş, emekli imam olan Hacı Muharrem Kösetürkmen
Efendi'den Arapça dersleri almaya başlamıştır. Arapça bilgisini biraz
ilerlettikten sonra Erzurum'a gidip, Erzurum âlimlerinden olan Hacı Faruk
Bey'de Kâfiye, Mollacâmi ve Mantık okumuştur. Hacı Faruk Bey vefat edince
birkaç ay da zamanın Erzurum müftüsü Solukzâde Sadık Efendi'den çeşitli dersler
almış ve 1952 yılında Erzurum'da evlenmiştir. [57]
1953
yılında Mısır'a gidip Ezher Üniversitesinde okumak istemişse de, Mısır'a gidememiş
ve yeni açılmış olan İmam Hatip okuluna kaydını yaptırmıştır. Elazığ'da İmam
Hatip Okulu'na devam ederken de boş durmamış ve bir taraftan da Hacı Muharrem
Efendi'den özel dersler almıştır. 1960 yılının Haziran ayında İmam Hatip
Okulu'nu, aynı yılın Eylül döneminde de Elazığ Lisesini'ni bitirip Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesine kaydını yaptırmıştır. Fakültede öğrencilik
yaptığı yıllarda Ankara İkitelli ve İbâdullah camilerinde dört yıl imam
hatiplik yapmıştır. 1964 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini
birincilikle bitiren Ateş, birkaç ay Elazığ İmam Hatip Okulunda öğretmenlik
yaptıktan sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde açılan asistanlık
sınavını kazanıp 7 Temmuz 1965 tarihinde bu fakültenin Tefsir Kürsüsüne asistan
olarak atanmıştır. 1 Mart 1968 yılında doktorasını pekiyi dereceyle vermiş olan
Ateş, 1969 yılında vatanî görevi olan askerliğini yedek subay olarak yapmıştır.
1
Nisan 1971 yılında tekrar fakülteye dönen Ateş, Ankara Devlet Lisan okulunun
İngilizce Bölümünü bitirmiştir. Şubat 1973 tarihinde tetkiklerde bulunmak için
Irak'a gitmiştir. Toplam dokuz ay süren Irak ve Mısır'daki araştırmalarından
sonra yurda dönen Ateş, 24 Kasım 1973 tarihinde üniversite doçenti unvanını
kazandıktan sonra fakültesindeki doçent kadrosuna atanmıştır. 16.04.1976
tarihli ve 7/11724 sayılı dönemin Bakanlar Kurulu
Kararıyla
“Diyanet İşleri Başkanı” olarak atanan ve bir buçuk yıl bu görevde kalan Ateş,
1978 yılının başlarında tekrar fakültesine dönmüş ve Ankara Üniversitesi
Senatosunun 9.1.1979 tarihli kararıyla profesör olmuştur. Daha sonra Fakülte
Kurulu'nun kararıyla 27.04.1979 tarihinde Batı Almanya'ya gönderilmiştir.
Bochum kentindeki Ruhr Üniversitesi'nde sahasıyla ilgili araştırmalar yapmış,
bir taraftan da dil kursuna devam etmiştir. O yıllarda Ateş, Suudi
Arabistan'daki, İmam Muhammed Üniversitesi'nin daveti üzerine Riyad'a
gitmiştir. Bu Üniversite'nin Usûlüddîn Fakültesi'nde Tefsir dersleri okutmaya
başlamıştır. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin kendisine vermiş olduğu
izni uzatmaması sebebiyle 18.11.1982 yılında tekrar Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi'ne dönmüştür. Ertesi öğretim yılında yeniden İmam Muhammed
Üniversitesi'ne dönen Ateş, 1987-88 öğretim yılında da Cezayir'deki Emir
Abdulkadir İslam İlimler Üniversitesi'nde Tefsir ve Tasavvuf derslerini
okuttuktan sonra tekrar yurda dönmüş ve 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Temel İslamî Bilimler Bölümü Başkanlığına getirilmiştir. Yedi yıl bu
görevi yürüttükten sonra İstanbul Üniversitesine bağlı olarak açılmış bulunan
İlâhiyat Fakültesine Öğretim üyesi olmuş, bu Fakültenin fiilen öğrenci alıp
öğretime başlamasında büyük katkı sağlamıştır. Üç yıl kadar bu Fakültenin Temel
İslâm Bilimleri bölüm başkanlığını yürüten Ateş, daha sonra emekliye
ayrılmıştır. Dâvet üzerine Rotterdam İslâm Üniversitesi’nin öğretim kadrosuna
katılmıştır. Burada Tefsir Bölümü Başkanlığı, bir süre sonra da Rektörlük
Kurulu Başkanlığı yapmıştır. Birkaç arkadaşıyla birlikte bu Üniversite’den
ayrılıp Schiedam'da Avrupa İslâm Üniversitesi’nin kurulmasına yardımcı olmuş ve
yeni Üniversite’nin Rektörlüğüne seçilmiştir.
Birçok
bilimsel toplantı ve konferanslara katılan ve Kur'an hizmetlerini son nefesine
kadar sürdürme azminde olan Ateş’in, 90’ı aşkın eseri vardır. 30 Ciltlik Kur'an
Ansiklopedisi ile, 12 Ciltlik Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsîri, ömrünün
muhassalasıdır.
1.
“Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1988,
c.I-XII.
Bu
eser on iki ciltten oluşmaktadır. Ateş, Kur'an'ın birtakım ayetlerine çağdaş problemler
doğrultusunda yapmış olduğu yorumlar açısından farklı görüşler öne sürdüğü
gibi, tefsirini yazarken geleneksel tefsirlerden farklı birtakım yöntemler de
takip etmiştir. Öncelikle Ateş, sûrelerin tefsirine başlamadan önce her surenin
Mekkî veya Medenî olduğuna, tenzil sırasına kısaca değinmiştir. Daha sonra
tefsir edeceği sürenin kısaca özetini vermiştir. Türkçe tefsir geleneğinde bir
ilk olarak, sayfanın üst kısmında sürenin adından önce surenin resmi mushafdaki
sırasını verdikten sonra bölüm çizgisi koyup surenin nüzul sırasını vermiştir.
Nitekim sayfanın üstünde de sürenin içinde bulunduğu cüz numarası ve surenin
ismi vardır. Âyetlerin mealinden sonra “Tefsir” başlığı ile tefsir kısmına
geçilmiş, önce âyetlerin içeriği özetlenmiş, sonra izaha muhtaç kelimeler ve
âyetlerin işaret ettiği olayların izahı ile âyetler açıklanmıştır. Tefsirde
resmî tertipten ziyade sûrelerin iniş sırası göz önünde tutulduğundan
kelimelerin açıklamaları, iniş sırasına göre ilk geçtiği yerlerde daha
ayrıntılı verilmiş, fakat okuyucuda tereddüdün kalmaması için tertipteki sıraya
göre de yine gerekli, fakat özet açıklamalar yapılmıştır. Hüküm bildiren
ayetler üzerinde genişçe durulmuş, genel olarak fıkıh mezheplerinin ilgili konu
hakkındaki görüşleri genel hatlarıyla özetledikten sonra, kendi kanaatini
belirtmiştir. Ayetleri tefsir ederken kullanmış olduğu hadislerin kaynağını
daima vermiştir. Kendince zayıf ve Kur'an'ın ruhuna aykırı olarak gördüğü
hadisler, şayet İslam bilginlerince ayetin tefsirinde kullanılmış ise, bunları
nakletmekle birlikte kendi görüşü için delil olarak kullanmamıştır. İnsan ve
evrenin yaratılışından söz eden âyetleri, modern ilmin ışığı altında izah
etmeye çalışmıştır. Peygamber kıssalarını anlatan âyetlerin tefsirinde, Kitâb-ı
Mukaddes'e müracaat edip yer yer karşılaştırmalarda bulunmuştur. Kitâb-ı
Mukaddes'in anlatımı ile Kur'an'ın anlatımı arasında aynı ve farklı olan
yanları tespite çalışmıştır. Manaları açık olan âyetleri uzun uzadıya tefsir
etmenin, kitabın hacmini gereksiz yere genişleteceği endişesiyle, bu tür
izahlara girmekten sakınmıştır. Halkın anlayacağı basit bir dille yazmaya
gayret göstermiştir.[58] Nitekim Ateş, tefsirini yazış
nedeninin şöyle açıklamıştır: “Gerçi Türkçe'de yapılmış bir çok tefsir vardır,
ama bunların dili artık yeni kuşağın anlayamayacağı kadar eskimiştir. Ayrıca bu
tefsirler metot bakımından da modern anlayıştan oldukça uzaktır. Bir çok zayıf
haberler tenkide tabi tutulmadan bunların içine girmiştir. Bıktıracak ölçüde de
uzun yazılmışlardır.”[59] Ateş, her surenin sonunda, mutlaka
o sure içinde bulunan kıraat vecihlerini dipnotlarıyla birlikte sunmayı ihmal
etmemiştir. Yine her surenin sonunda da o sure içinde tespit etmiş olduğu temel
prensip ve kuralları maddeler halinde sıralamış, tefsirinin on birinci cildinin
sonunda da “Konularına Göre Kur 'an Prensipleri” başlığı altında tevhit
konusu ile başlayıp cihat konusuna kadar yirmi bir başlık altında ve maddeler
halinde ilgili ayetleri de zikrederek çeşitli prensipler zikretmiş, en son
olarak da genel prensipler başlığı altında bu yirmi bir prensibin dışında kalan
konuları özetlemiştir. Daha sonra bu prensipleri ayrı bir kitap haline
getirmiştir. Ateş, bu özellikleri itibariyle, pek çok klasik ve çağdaş
tefsirlerden farklı bir yaklaşım sergilemiştir.
Ateş'in
tefsirinin ismini “Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri” şeklinde, “Çağdaş” bir tefsir
olarak adlandırması da manidardır. Binaenaleyh Ateş, çağın problemlerini
kavramış ve bunlara çözüm getirilmesi gerektiğini düşünmüştür. Çağın getirmiş
olduğu problemleri tespit edip çözüm önerileri üretmeye çalışıp, çağın ilmi
gelişmelerinden faydalanıp, modern metotları kullanarak çağın anlayacağı bir
tefsir yazmayı hedeflemiştir. Büyük ölçüde de bu hedefine ulaşmış gibidir.
Örneğin Türk tefsir tarihinde, kaynakları cilt ve sayfaları ile birlikte
dipnotta verme metodunu ilk kullanan yine Ateş olmuştur.[60]
Ateş, Kur'an'ın tefsirinin yapılırken tabiat bilimlerine, astronomiye ve yer
yer modern ilimlere vakıf olunmasının gerekliliğini savunmuştur. Nitekim
kendisi de Türk tefsir tarihinde ilk defa az sayıda da olsa tefsir kitabına
insanın yaratılışı ile ilgili resimleri almak[61]
suretiyle bir ilke imza atmıştır. Ancak Ateş, Kur'an'ın amacını insanlara
beşeri bilimleri öğretmek olmadığını vurgulayarak, Kur'an âyetlerini sadece
beşeri ilimler doğrultusunda tefsir eden, modernist bazı kimselerin başını çektiği
bir kısım tefsir
hareketlerini
eleştirmiştir.[62] Nitekim Ateş, kimilerince
sosyolojik tefsir ekolünün bir müntesibi olarak kabul edilirken,[63] kimilerince de çağdaş akli
tefsir hareketinin müntesiplerinden kabul edilmiştir.[64]
Ateş'in
tefsirinin kaynakları da oldukça zengindir. Nitekim Ateş, diğer tefsirlerde pek
de alışık olmadığımız bir şekilde, tefsirinin on ikinci cildinde alfabetik
sıraya göre kaynaklarını zikretmiştir. Zengin bir kaynak listesi olmakla
birlikte, biz ağırlıklı olarak faydalandığı klasik ve çağdaş bazı kaynakları
burada zikredeceğiz. Ateş'in klasik kaynaklarının başında hiç şüphesiz,
Kurtubi, Razi ve Taberi gelmektedir. Ateş bu üç müfessirin tefsirlerinden
oldukça faydalanmıştır. Çağdaş yazarlardan özellikle İzzet Derveze, Reşit Rıza
ve Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirlerinden istifade etmiş, kimi konularda bazen
harfi harfine nakillerde de bulunmuştur. Hatta bazı konularda Derveze ve Reşit
Rızanın tefsirlerinden yapmış olduğu nakillere dipnotta yer vermediği dahi
olmuştur. Nitekim Ateş, Bakara suresinin otuz beş ila otuz dokuzuncu âyetlerin
tefsirini yaparken bu âyetlerin ihtiva ettiği hikmetleri dört madde halinde
sıralamıştır. Ancak bu dört madde olduğu gibi Derveze'nin tefsirinde geçmekte
ve Derveze bu maddeleri Reşit Rıza'nın ilgili âyetler hakkında yapmış olduğu
çıkarımları şeklinde nakletmiştir.[65]
Ateş, piyango hakkında kendi görüşünü anlatırken kullanmış olduğu ifadeler
Reşit Rıza'nın Menâr tefsirindeki ifadelerle aşağı yukarı aynıdır.[66]
Ateş'in
ağırlıklı olarak istifade ettiği diğer kaynaklar ise, Alûsi'nin Ruhu'l-Meani'si,
İbn-i Kesir'in Tefsir'u'l- Kur'an'i'l-Azim'i, Abdu'r-Rezzak'ın Te'vilat'u'l-Kur'an
ı Begavi'nin Mealimu't-Tenzili, İbn-i Arabi'nin Ahkamu'l-Kur'an
ı, Beydavi'nin Envar'u't-Tenzili, Askalani'nin Ahkam'ul Kur'an ı,
Cassas'ın AhkamuTKur'ariı, Hibetullah bin Selame'nin en-Nasih
ve'l-Mensuh'u, Ferra'nın Ma'ani'l-Kur'an ı, İbn-i Teymiye'nin
çeşitli eserleri, Suyuti'nin çeşitli eserleri, Zemahşeri'nin Keşşaf ı, Nesefi'nin
Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't-Te'vili, Serahsi'nin Mebsut'u Sülemi'nin çeşitli
eserleri, Şevkani'nin Feth'ul-Kadiri, Tabresi'nin Memaul-Beyan fi Tefsiri'l-
Kur'anı, Tahavi'nin çeşitli eserleri, Tusteri'nin Tefsiru'l-Kur'an'i'l-Azim'i,
Vahidi'nin Esbab'u Nuzul'ü ve Nasih Mensuh'u ve İbn-i Aşur'un et-Tahrir
ve't-Tenviri'dir. Bunların dışında, Acluni, Cafer'i Sadık, Gazali, Erzurumlu
İbrahim Hakkı, İbn-i Haldun, İbn-i Kayyım, İbnn'ul-Munzir, İbn'u'l-Cevzi,
İbn'u'l-Cezeri, Kasimi, Mesudi, Nahcivani, Neysaburi, Niyaz-i Mısri, Rafi,
Kuşeyri, Şafii, Şenkıti, v.b. birçok kaynaktan da çeşitli ölçüde istifade
etmiştir.
2.
“Kur'anAnsiklopedisi”,
Kur'an Bilimleri Araştırma Vakfı, İstanbul 1997, c.I-XXX
Bu
eser toplam otuz ciltten oluşmaktadır. Ateş, başlangıçta bu eseri yirmi üç cilt
olarak yazmıştır. Daha sonra yirmi yedinci cilde kadar dört cilt daha
eklemiştir. Son olarak da üç cilt ek yapmak suretiyle eserini otuz cilde
tamamlamıştır. Ateş bu eserinin bütün Kur'an konularını kapsamasına özen
göstermiştir. Konu dizini alfabetik olarak yapmıştır. A harfinden başlamış ve Z
harfine kadar pek çok konuyu incelemiştir. Bu eseri Tefsirini kapsamakla
birlikte, tefsirinde değinmediği ilgili maddelerle alakalı pek çok bilgi
vermiştir. Ateş, bu eserini yazmasının sebebini şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Gerçi Yüce Kur 'an 'ın Çağdaş Tefsîri, Kur' an âyetlerini sade bir
üslup ve bilimsel bir metotla okuyanlara sunuyordu, ama herhangi bir konu
hakkında yeterli bilgi sahibi olabilmek için 12 cildi karıştırmak gerekiyordu.
Çünkü çeşitli konular, Kur'an'ın çeşitli sûrelerine serpiştirilmiş
vaziyettedir. Bir tek konunun bütün boyutlarını öğrenmek için bütün Tefsîri
gözden geçirmek gerekir. Buna da herkesin vakti olmaz. Bundan dolayı Kur'an'ın
çeşitli konularını, alfabetik bir sıra ile inceleyen bir esere ihtiyaç vardı.
Tefsîri okuyan bir bilim adamı da böyle bir eserin yazılmasına ihtiyaç
bulunduğunu bize hatırlatmış:
“Acaba
bu Tefsîri, konularına göre yeniden yazamaz mısınız? O zaman Kur'an üzerinde
araştırma yapacaklar için büyük bir kolaylık sağlamış ve böylece çok büyük bir
hizmet gerçekleştirmiş olursunuz.” demişti. İşte bu ihtiyacı karşılamak ve bu
alanda bir boşluğu daha doldurmak üzere, Arapça “et-Tefsîru'1-mavdâ'î” denilen
konulu Kur'an Tefsirine başladık. Kur'an'da konuların ele alınıp açılımı
bakımından sûre ve âyetlerin iniş tarihi, yani nüzul sırası çok önemlidir.
Çünkü Kur'an, önce bir konuya kısa işaretler yapar, bu vecîz ifadeler veya
işaretler, daha sonra inen sûrelerde değişik söylemlerle açılım gösterir. Bu
tespit edildiği takdirde Kur'an düşüncesinin gelişme seyri daha iyi anlaşılır
ve Mesajın ruhunu, doğrultusunu, temel amacını daha iyi kavramak mümkün olur.
Bu amaca ulaşabilmek için, âyetleri konularına göre tasnîf ederek ve iniş
sırasını da göz önünde bulundurarak kapsamlı bir konu tefsîri yapmayı gerekli
gördük ve Tefsir tarihinde ilk defa te'lifine başladığımız bu esere de “Kur'an
Ansiklopedisi” adını verdik. “Kur'an'da Evlenme ve Boşanma”, “Kur'an'da
Semantik”, “Kur'an'da Hz. Mûsâ”, “Yusuf Kıssası” vb. gibi alanlarda spesifik
konu tefsîri sayılabilecek eserler yazılmıştır. Ama başından sonuna bütün Kur'
an konularını işleyen ansiklopedik bir tefsîr, bugüne dek yazılmamıştır.” [67]
3.
“Kur'an'daNeshMeselesi”,
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004.
Müellif
bu eserinde nesh konusunu işlemiştir. Eseri bir risale şeklinde olup bölümlere
ayrılmamıştır. Öncelikle Âlâ suresinde geçen istisna edatı olan VI yı
anlatmakla konuya başlamış, nesh'i anlattıktan sonra neshe örnek olarak verilen
ayetleri incelemiştir. Ateş'in nesih konusundaki görüşler tezimizin
konularından biri olduğu için nesh konusuna ilgili kısımda ayrıntılı olarak
değineceğiz.
4.
“İslam'a itirazlar,
Kur'an'ı Kerimden Cevaplar”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004.
Müellifin
bu esri bir giriş ve yedi bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında Hz. Muhammed'in
vasıfları, vahiy, vahyin çeşitleri ve vahiy esnasında Hz. Peygamberde görülen
halleri incelemiştir. Birinci bölümde ise, Arap putperestliği ve putları
hakkında bilgi vermiş, Araplardaki cin inancını işlemiştir. Kitabın asıl konusu
ise ikinci bölümle
birlikte
başlamıştır. Bu bölümde cahiliye devrinde İslam' a yapılan itirazlara
değinmiştir. Bu itirazları “Allah'ın birliğine yapılan itirazlar, Resul'ün
şahsiyetini hedef tutan itirazlar ve âhiret” şeklinde üç başlık altında
toplamıştır. Üçüncü bölümde ise, Kur'an'ın edebi, ğaybi, kevni ve tıbbi, ilmi
açıdan icaz oluşunu incelemiştir. Dördüncü bölümde ise, Ehl-i Kitab'ın
Kur'an'a, Hz. Peygamber'e ve Müslümanlara karşı tutumu konu edinilmiştir.
Beşinci bölümde ise, Tevrat ve İncil'deki, Hz. Muhammed'e dair bilgileri
vermiştir. Altıncı bölümde münafıklık ve örnekleri ile münafıkları anlatmıştır.
Son bölüm olan yedinci bölümde ise, çalışmasından elde etmiş olduğu netice
aktarmıştır.
5.
“Kur'anNizamı”,
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004.
Kitap
içerik olarak, Kur'an'ın indirilişi, yazıya geçirilmesi, fazileti, icazı vb.
konuları içermektedir. Ayrıca kitapta Kur'an'ın getirmiş olduğu inanç ve
iktisat sistemine kısaca değinilmiştir. Ticaret, riba, toprak mülkiyeti gibi
konular genel hatlarıyla incelenmiştir.
6.
“Kur 'an Prensipleri
”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2003.
Müellifin
“Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri” isimli eserindeki her surenin sonunda o surede
geçen prensipleri ilgili surenin sonuna yazmıştır. Bu eserini de bu prensipleri
bir araya getirmek suretiyle oluşturmuştur. Eserine tevhit, peygamberlik,
âhiret'e vb. konulara dair Kur'an'da geçen prensipleri sure ismi ve ayet
numaralarına göre vermiştir.
7.
“İşâri Tefsir Okulu”,Yeni
Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998.
Bu
eser dört ana bölümden oluşmaktadır. Ateş, bu eserin giriş kısmında tasavvuf
hakkında bilgiler verdikten sonra birinci bölümde İş'ari Tefsir'in doğuşunu,
şer'i yönünü tabiîn ve tebe-i tabiîn devrindeki temsilcilerini nakletmiştir.
İkinci bölümde ise, İş'ari Tefsirin sistemleşmesini ve önemli temsilcilerini,
bu kimselerin tefsir anlayışlarını aktarmıştır. Üçüncü bölümde ise, İbn-i
Arabi'den önce İş'ari tefsir ve İbn-i Arabi'den sonra İş'ari Tefsir şeklinde
ikiye ayırarak anlatmıştır. Daha sonra İş'ari tefsirdeki gerilemeler ve Osmanlı
devrindeki mutasavvıf müfessirleri ele almıştır. Dördüncü bölümde ise, İş'ari
Tefsirin sorunlarını ve te'vil yöntemlerini irdelemiştir. Ateş bu eseri
doçentlik tezi olarak hazırlamıştır.
8.
“insan ve
insanüstü”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2003.
Bu
eser ruh, melek, cin ve insan dörtlüsünü ve aralarındaki ilişkiyi Kur'an ve
hadisler ışığında ele almaktadır. Eserini üç bölümden oluşturmuştur. Ateş,
eserinin birinci bölümüne ruhu anlatarak başlamıştır. Ruh hakkında kısaca bilgi
verdikten sonra melekler ve meleklerin çeşitleri ve melekler alemine
değinmiştir. Eserin ikinci bölümünde cin ve yapısı hakkında genel bilgiler
vermiştir. Eserin üçüncü bölümünde ise, insan ruh ilişkisini, ruhların
birbirleriyle görüşüp görüşemeyeceğini, ruhun ölümsüz olup olmadığını, ruhlar
alemini, kabir hayatını ve mahiyetini vb. konuları ele almıştır. Eser yüz yetmi
ş altı sayfadan müteşekkildir.
9.
“İslam 'da Kadın
Hakları ”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2000.
Bu
eser üç ana bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde İslam' dan önce ve İslam' da
kadın hakları işlenmiştir. İkinci bölümde ise, çok eşlilik, kadının oy
kullanma, imamlık yapma, miras gibi hakları ile, kadınlarla musafahalaşma konu
edinilmiştir. Son bölümde ise, kadın erkek eşitliği, kadınlara için vasiyet
yapılması, kadınların “hul u ve tefviz" hakları, kadının
şahitliği ve Hz. Peygamber'in hanımlarına davranışı başlıkları altında bilgiler
vermiştir. Sonuç kısmında ise, konuyu özetlemiştir.
10.
“Kur'an'ın Işığında
Sorular ve Cevaplarla İslam”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004,
c.I-III.
Ateş
bu eserinde köşe yazarlığı yapmış olduğu dönemlerde kendisine sorulan soruları
bir araya toplamış ve bu sorulara cevaplar vermiştir. Bu eserde pek çok itikat
ve ibadetle ilgili konular hakkında bilgi verilmiştir. Ayrıca Çağdaş bir çok
sosyo-kültürel ve sosyoekonomik konulara değinilmiştir.
11.
“HacRehberi”,
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1993.
12.
“HatiplereHutbeler”,
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1996.
13.
“Yeni İslam
İlmihali”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1996.
14.
“Müslüman'ın Cep
Kitabı”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1996.
15.
“İslam Tasavvufu”,
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1992.
16.
“ Kur'an -ı Kerimin
Evrensel Mesajına Çağrı”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1990.
17.
“Kur 'anı Kerime
Göre Evlenme ve Boşanma ile ilgili Âyetlerin Tefsiri ”, Yeni UfUklar
Neşriyat, İstanbul 1998.
18.
“Kur'an'mHedefleri”,
Yeni UfUklar Neşriyat, İstanbul, Ts.
19.
“Din ve Vicdan
Özgürlüğü” , Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1997.
20.
“Hz. Muhammed'in
Getirdiği Ekonomik Düzen”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, Ts.
21.
“Kur'anMeleğin
Vahyidir” , Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1997.
22.
“Allah Katında Din
İslam'dır”, Basım evi yok, Byy. 1968.
23.
“Sülemi ve Tefsiri”
(Doktora Tezi), Basım evi yok, Byy. 1969.
24.
“Cüneyd-i Bağdadi ve
Mektupları”, Basım evi yok, Byy. 1970.
25.
“Gerçek Din Bu 1,
2”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1992.
26.
“Açıklamalı Büyük
Dua Mecmuası”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2005.
27.
“Tefsir Dersleri”,
İmam Hatip Liseleri için, Basım yeri ve tarihi yok.
28.
“DinDersleri”
Basım yeri ve tarihi yok Lise 2'inci sınıflar için ders kitabı
29.
“GörünmezÂlemin
İzleri”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2005.
30.
“İslâm ’da Güncel
Tartışmalar”, Vatan Yayınları, İstanbul 2002.
31.
“CümleMeâli” ,
Milliyet Yayınları, İstanbul 2002.
32.
“Kur’ân-ı Kerîm’e
Göre Hz. Muhammed”, Milliyet Yayınları, İstanbul 2002, Yeni Ufuklar
Neşriyat, İstanbul 2005.
33.
“Kur’ân’daPeygamberler
Tarihi”, Vatan Yayınları, İstanbul 2002.
34.
“Kur ’ân-ı Kerîm ’e
Göre Büyü". Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul Ts.
35.
“Die Geistige
Einheit der Offenbarungsreligionen, ”, (Almanca'ya çeviren Abdullah Takım),
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998.
36.
“Die Ziele des
Korans”, (Almanca'ya çeviren Abdullah Takım), Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul 1998.
37.
“99 Soruda Kur ’ân-ı
Kerîm ”, Radikal Yayınları, İstanbul 1997
38.
“Makaleler”:
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, Ts.
39.
“Namaz Sûrelerinin
Tefsiri”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, Ts.
40.
“Müslüman'ın Cep
Kitabı”, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2000.
41.
“Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri”:
(Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsîri'nin özeti). Hürriyet
Yayınları,
İstanbul 1999-2000.
42.
“İnsanHakları”,
Bilgi Vakfı, Ankara 1994.
43.
“Mahabbetullah”,
(Allah Sevgisi), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1997
44.
“Yeniden İslâm'a”,
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1996, 1-II
Ateş
Arapça birtakım eserler de telif etmiştir:
1.
“Müzekkirâtü't-Tefsir, Tefsiru Süratey'r-Rad
ve'l- Haşr”, İmam Muhammed Üniversitesinde okutmuş olduğu basılmamış tefsir
notları.
2.
“Müzekkiratü't-Tefsiru
Suretey'l- İsra ve'l- Kef”, İmam Muhammed Üniversitesinde okutmuş olduğu
basılmamış tefsir notları.
2.
“Tis'atü Kütüb fi
Usuli't-Tasavvuf li Ebi Abdirrahman es- Sülemi”, Dirase, Beyrut 1414/1993.
3.
“Süalatü Ebi
Abdirrahman es- Sülemi li 'd-Darekutni ”, Dirase, Riyad 1991.
4.
“El-
Canibu'r-Ruhiyyü Min Ahlaki'r-Rasul Sallallahu Alayhi ve Selem min Hilali
İbadetihi ve Ed'iyetihi”, Katarda Akdedilen Uluslar Arası 3. Siret
Konferansı, Davha, Katar, Buhus ve Dirasat, c. 4, s. 167-213.
5.
“Ahkamu'z- Zevaci
ve't-Talaki fi Dav'i'l- Kitabi ve's-Sünne”, A.Ü.İ.F.D., Sayı: 9, Ankara
1987 s. 41-82. .
2.2.2.I.
Arapça'dan Yapmış Olduğu Çevriler
1.
Seyit Kutub, “Kur'an'da
Edebi Tasvir”, Çev: Süleyman Ateş, Hilal Yayınları, İstanbul 1967.
2.
Seyit Kutub, “Kur'an'da
Kıyamet Sahneleri”, Çev: Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar
Neşriyat,
İstanbul 2003.
3.
İmam Gazali, “Nurlar
Feneri”(Mişkat-ül Envar), Çev: Süleyman Ateş, Bedir Yayınevi, Byy. 1966.
4.
Ebu Abdirrahman
Muhammet b. El-Heseyin es-Sülemi, “Sülemi, Tasavvufta Fütüvvet”,tenkiti
tercümesi. Çev: Süleyman Ateş basılamamış.
5.
Ebu Abdirrahman
Muhammet b. El-Hüseyin es-Sülemi, “Tasavvufun Ana ilkeleri” (SülemîRisaleleri),
Çev: Süleyman Ateş Basım evi yok. Ankara 1974.
2.2.2.2.
İngilizce'den Yapmış Olduğu Çevriler
1.
W. Montgommery Watt, “İslamî
Tetkikler”, Çev: Süleyman Ateş, Basım evi yok.
Ankara
1968.
2.
Toshihiko Izıtsu, “Kur'an'da
Allah ve İnsan” Çev: Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar
Neşriyat,
İstanbul Ts.
1.
Abdülaziz Çaviş, “Anglikan
Kilisesine Cevap” Çev: Mehmet Akif Ersoy, Sad:
Süleyman
Ateş Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara Ts.
2.
Hacı Muhammed Hilmi
Efendi, “Divan-ı Sırri”, Sad: Çev: Süleyman Ateş, Basım evi yok. Ankara
1976.
1.
“Zikir”, AÜİF
Dergisi, Sayı 14, Ankara 1966, s. 235-244.
2.
“Sülemi'nin
Uyubü'n-Nefsi ve Mudavatuha Adlı Eser”, Tahkik Ve Tercüme, A.Ü.İ.F. İslam
İlimleri Enstitüsü Dergisi, Ankara 1977, s. 213 - 264.
3.
“Sülemi'nin el-Fark
Beyne İlmi'ş-Şeri'a ve'l- Hakikat Adlı Eseri”, Tahkik ve Tercüme A.Ü.İ.F.
Dergisi, Sayı: 16, s.219-231,
4.
“ÜçMüfessirBir Tefsir”,
A.Ü.İ.F. Dergisi, Sayı:18, Ankara s.85-104.
5.
“İmamiyye Şia'sının
Tefsir Anlayışı”, A.Ü.İ.F. Dergisi, Sayı: 20, Ankara 1975, s.147- 172,
6.
“Kur'an'ı Kerime Göre
Evrim Teorisi”, A.Ü.İ.F. Dergisi, Sayı: 20, Ankara 1975, s.127- 146,
7.
“Hz. Muhammed'in Getirdiği
Ekonomik Düzen”, A.Ü.İ.F. İslami İlimler Enstitüsü
Dergisi,
Ankara 1980, s. 79-95.
8.
“Müslüman Türkler Hiçbir
Kavme Zulmetmemiş”, A.Ü.İ.F. Dergisi, Ankara 1983, s.
765-778,
9.
“Cennet Kimsenin
Tekelinde Değildir”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı 1, Ankara
1989, s.7-24.
10.
“Kur'an ve Sünnet
Işığında Abdestte Ayakları Meshetme veya Yıkamanın Hükmü”, İslami
Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı 1, Ankara 1990, s. 29-37.
11.
“İslam'ın Kadına
Getirdiği Haklar”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 5, Sayı 4, Ankara
1991, s. 320-327.
12.
“İslam Araştırmalarında
Yerleşik Bazı Terimlerin Sağlık Derecesi”, Günümüz Din Bilimleri
Araştırmaları Sempozyumu, Samsun 1989, s. 207-228.
13.
“İslami Araştırmalarda
Tercüme Eserlere Güven Sorunu,” Günümüz Din Bilimleri Araştırmaları
Sempozyumu, Samsun 1989, s. 3-13.
14.
“Bazı Âyetleri Müteşabih
olan Kitab Kur'an mıdır?”, Tefsirin Dünü ve Bugünü
Sempozyumu,
22-23, Ekim 1992,
15.
“Zihniyet Tecdidi
Şarttır”, Din Şurası, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1993,
16.
“Ahmet Hamdi Akseki'nin Namaz
Sureleri Tefsiri”, Ahmet Hamdi Akseki
Sempozyumu,
Antalya 1994.
17.
“El- Kur'an'u Kelamullahi Yuvafiku'l- Akle
ve'l-İlme ve Yüeyyiduhuma”, Riyad, Davha Dergisi, Sayı 671, 1398 h. / 1978
m., s. 20-2.
18.
“Kitabun fi Makali: Ulumu'l Hadis ve
Tarihihi”, Riyad, Davha Dergisi. Sayı1074, 1987, s. 40-41.
19.
“Et- Tevcihu'l- İlmiyyü
fi'l- Kur'an'i'l-Kerim”, İmam Muhammed Üniversitesi, Yüksek Hukuk ve Davet
Fakültesi Dergisi, Suudi Arabistan, 1985.
20.
“Mekanatü'l- İlmi fi'l-İslam”, Suudi
Arabistan İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Dergisi,
21.
“Örtünme”, Türkiye
Diyanet Vakfı, Ankara 1997.
Bunlardan
ayrı olarak Diyanet gazetesi, Milliyet, Vatan ve diğer basın yayın organlarında
da yayımlanmış pek çok makalesi vardır.
3.
SÜLEYMAN ATEŞ'İN ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİNDEKİ
YERİ
Ayrıntılı
olarak yukarıda değindiğimiz, Çağdaş İslam düşüncesinin oluşumuna etki eden
çeşitli sosyokültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik sebeplerin ortaya
çıkardığı sonuçlar incelendiği zaman, birçok yeni problemle karşı karşıya
olunduğu görülmüştür. Bu problemlere İslam dünyasının dört bir tarafında
yetişmiş olan pek çok Çağdaş İslam düşünürü çözüm aramıştır. Afgâni, Abduh,
Reşit Rıza, Ferit Vecdi, Mustafa Abdurrezzak, Kasım Emin gibileri Mısır’da pek
çok çağdaş problemler hakkında çözüm arayışlarında bulunmuşlardır.[68] Özellikle Afgâni ve Abduh'un
beraberce çıkardıkları el- Urvet el- Vuskâ isimli eserde, yine Reşit
Rıza'nın kaleme aldığı yer yer Abduh'un görüşlerini de içine alan el-Menâr
isimli tefsir ile, yine el- Menâr ismini taşıyan dergide pek çok çağdaş
problemler ele alınıp incelenmiştir. Hint alt kıtasında yaşamış olan Şah
Veliyyullah Dihlevinin görüşleri, Hüccetullah'ulBaliğa isimli eseri ile
dünyaca tanınır olmuştur. Şah Veliyyulah’ın bütün itirazlara rağmen zamanında
Kur'an'ı Farsça'ya tercüme etmiş olması onun ufkunun ne kadar açık olduğunu
bize göstermektedir.[69] Pakistan'ın
çağdaşlaşma yolunda kırılma noktasını oluşturan İkbal ise, Türkçe'ye “İslam
'da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü” adı ile çevrilen eseri ile İslam' ın
çağdaş yüzünü yansıtmıştır. Pek çok çağdaş soruna değinmiştir.[70] Rus Müslümanlarını çağdaşlaşma
çizgisini kendisinde gördüğümüz İslam düşünürü ise Musa Carullah Bigiyef dir. “Uzun
Günlerde Oruç” ki, bu eserinde yirmi dört saatin üzerinde gündüz ve
gecelerin olduğu bölgelerde orucun nasıl tutulması gerektiği hususunda yapılan
tartışmalara ve bu problemin çözümüne değinmektedir. “Halk Nazarına Bir Nice
Mesele” gibi eserlerinde çağdaş problemler hakkındaki düşüncelerini kaleme
almıştır.[71]
Çağdaş
İslam düşüncesinin mimarları konumunda olan bu kişileri geniş bir coğrafya
üzerinde etkili olmuş ve çağdaş İslam düşüncesinin bütün İslam dünyasında az ya
da çok yayılmasını sağlamıştır. Bu etkileniş doğal olarak günümüz Türkiye'sinde
de kendisini göstermiştir. Nitekim İslam aleminde yenilikçilerin babaları
sayılan Cemalettin Afgâni ve Abduh gibi kişilerin düşünceleri Osmanlının
yıkılış devresinde
yetişmiş
olan İ.H. İzmirli, M. Şemseddin, Elmalılı Hamdi Yazır ve Akif gibi pek çok
Osmanlı aydınını etkilemiştir. [72] Nitekim milli şairimiz olan
Mehmet Akif Ersoy özellikle Afgâni ve onun talebesi olan Abduh'tan oldukça
etkilenmiş; hatta Afgâni'den “Sırat'ı Müstakim’” isimli haftalık dergide
“doğunun yetiştirdiği fıtratların en yükseği olmasa bile en yükseklerinden biri
olduğu şüphe götürmeyen merhum” şeklinde övgü ile bahsetmesi, Abduh'u ise,
Afgâni'nin en kalıcı eseri olarak görüp şeyhlik ve müftülük gibi vasıflarla nitelemesi[73] Akif in bu iki şahsiyetten ne kadar
etkilendiğini bize
göstermektedir.
Cumhuriyet nesli içerisinde
bu düşüncelerden etkilenen pek çok ilim adamı olmuştur. Bunlar içinde Merhum Tayip
Okiç, Hilmi Ziya Ülken gibileri bu ülkeye
yadsınamayacak
hizmetlerde bulunmuşlardır. Nitekim Tayip Okiç Ankara Üniversitesinde 20 yılı aşkın
Temel İslami Bilimler kürsüsünün başkanlığını
yapmıştır.[74] Bu simaların rahle-i
tedrisatında Mehmet Hatipoğlu, Süleyman Ateş ve Hüseyin Atay gibi son devrin
yaşayan çağdaş İslam düşünürleri yetişmiştir. Özellikle tezimizin konusu olan
Süleyman Ateş, çalışmamızın ileriki bölümlerinden de anlaşılacağı gibi Afgâni,
Abduh, Reşit Rıza ve İzzet Derveze'den kimi konularda etkilenmiş, günümüz
Türkiye'sinde Çağdaş İslam düşüncesinin temsilcilerinden birisi olmuştur.
Çağdaş pek çok probleme çözüm aramış; nitekim tefsirinin adını da “Yüce
Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri”” şeklinde isimlendirmiştir. Ateş, Afgâni, Abduh
ve Reşit Rıza hakkında övgüyle bahsettikten sonra, Menâr Tefsirinden
biraz yararlandığını, fakat tefsirini bitirdikten sonra birçok konuda Menâr
tefsiri ile aynı görüşleri paylaştığını gördüğünü ve benzerlikten dolayı da
“aklın yolu birdir” diyerek Menâr ekolüne yakınlığını ifade etmiştir.[75]
Ateş,
pek çok Çağdaş İslam düşünürü gibi, Kur'an'ın insanlığa sunmuş olduğu geniş
ufukları görüp kavrayabilmek için Kur'an'ı önyargılardan uzak ve tam bir sağ
duyu ile okumak gerektiğini savunmuştur. Bilgiye ulaşmanın son derece
kolaylaştığı bu çağda temel kaynaklara inmeden taklit yolu ile bilgi edinmenin yararlı
olmadığına dikkat
çekmiştir.
Karşılan problemleri çözümleme yolunda, orijinal, üretici ve sağlam bir fikir
düzeyine ulaşabilmek için öncelikle zihinleri programlayan gelenekçi düşünceden
kurtulmanın gerektiğine vurgu yapmıştır. Kişiyi bilgiye ve gerçeğe ulaştıracak
yeni yöntemlerle düşünülmesi ve dolaysısıyla düşünürlerin kendilerini
tazelemeleri gerektiğine dikkat çekmiştir.[76]
Nitekim Ateş, Abduh ve diğer Çağdaş İslam düşünürleri gibi, çağdaş problemlere
çözüm getirmenin en önemli yolu olarak taklidi terk edip yeniden içtihat
kapısının açılması gerektiğini savunmuştur.[77]
Geleneği körü körüne taklidi eleştirmiş; her şeyden önce zihniyet tecdidinin
şart olduğunu vurgulamıştır. Hurafe ve bidatlerden uzak kalınması gerektiği
fikrinden hareketle çağdaş dünyada uyanışın ve her sahada kalkınmanın
gerçekleşmesi için yeniden Kur'an'a dönülmesi gerektiğini ısrarla
vurgulamıştır. Kendi tefsiri ile geleneksel tefsirler arasındaki farkları
sıralarken zihniyet tecdidini ve yeniden Kur'an'a dönmeyi en
önemli fark olarak dile getirmiştir.[78]
Kur'an'ı anlarken Kur'an yorumcusunun kafasını yığınlar halinde olan geçersiz
rivayetlerden uzak tutması gerektiğini savunmuştur. Çünkü, Ateş'e göre bu
yığınlar halinde bulunan rivayetler Kur'an'ı anlama çabası içinde olan kişinin
bilgisini tazelemek yerine, kişiyi iyice taklit ve geleneğin içine
düşürmektedir.[79]
Ateş'in,
taklit anlayışı iki kısma ayrıldığı görülmektedir. Bu anlayışın ilki, yukarıda
da değindiğimiz körü körüne geleneği taklittir. İkincisi ise, batının doğuya
üstünlüğü sonucunda ezilmişlik düşüncesi ile batıyı taklit etmektir. Ateş'e
göre zayıf toplumların, kendilerinden güçlü toplumlara karşı bir hayranlık
duyup onları taklit etmeleri sosyolojik bir kuraldır. Ancak Ateş şu soruyu da
kendi kendine sormaktan geri durmamıştır.
“İslâm
milletleri bu zayıf duruma neden düşmüşlerdir? Dinleri onlara: “Düşmanlarınıza
karşı gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın[80]
dediği halde niçin onlar böyle uyuşmuşlardır?” Ateş'e göre bu durumun birçok nedeni
vardır.[81] Ancak Ateş bu
nedenlerden
daha ziyade, bundan sonra yapılması gerekli olanların üzerinde durmuştur. Ateş
bunu şöyle dile getirmiştir: “İlim müşterektir. Bunları bulduğu her yerde
alması, Müslüman' ın görevidir ama asıl medeniyetin kendisi olan ahlâk ve
törelerinden feragat etmemesi gerekir. Bilmek lâzımdır ki İslâm dünyası ne
kadar kendisini Batıya benzetmeğe kalkıp onun sempatisini kazanmağa çalışsa
boştur. Çünkü onlar, tamamen kendilerinden olmadıkça kimseden razı olacağa
benzemezler. O halde Batıya hayranlık yerine Allah'ın işaretlediği üzere Batıyı
kendimize hayran bırakacak bir düzeye çıkmamız lâzımdır.”[82]
Çağdaş
İslam düşüncesini ve bu düşüncenin savunucularını genel hatları ile tanıdıktan
ve Ateş'in bu düşünce içindeki yerini genel hatlarıyla incelemiş bulunuyoruz.
Bu incelemeden elde ettiğimiz kanı ise, Çağdaş İslam Düşüncesi'nin Ateş'in
birtakım konulara dair görüş ve yorumlarına az yada çok etkilerinin olmasıdır.
Bu etkilerin bir kısmı Ateş'in yöntem anlayışında kendisini göstermektedir.
Tezimizin bu kısmında Ateş'in, “Tefsir Usulü”nün bir takım konuları hakkındaki
düşüncelerini ve bu yansımaların etkilerini inceleyeceğiz.
3.1.
Çağdaş İslam Düşüncesinin Süleyman Ateş'in
Tefsir Usulü Anlayışına Yansımaları
İnsanların
İslam'la barışık bir hayat yaşaması için din hakkında söz söyleyen kişilere
büyük görevler düşmektedir. Bu görevlerin belki de en önemlisi Kur'an ve sahih
Sünnet'e dayanması gereken bu dini, günümüz insanın ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde yeniden yorumlamaktır. Zira, bugün İslam adına yazılmış mevcut
eserlerde bir kısım bilgiler doğrudan Kur'an ve sünnete dayanmakta ise de, bu
bilgilerin büyük bir kısmı da İslam âlimlerinin, en yakını bir asır öncesine
dayanan, görüşlerinden ibarettir. Meşhur mezhep imamlarının ve daha sonraki
asırlarda yaşamış müçtehit âlimlerin yaşadıkları devrin problemlerine karşı
çözüm getirmede oynadıkları rol inkar edilemez bir olgudur. Ancak bu yüce
şahsiyetlerin, on iki asır sonrasının problemlerine çözüm getirecek yorumlarda
bulunmalarını beklemek her zaman isabetli bir anlayış olmayabilir. Bu sebeple
İslam'ın her asırda devrin problemlerine çözüm sunabilmesi için, mezhep ve
müçtehit imamların yaptığı gibi İslam'ın yeniden yorumlanmasına ihtiyaç vardır.
Bu
durum, İslam'ın değişmez esaslarının olmadığı, her döneme göre şekil
değiştirdiği anlamına da gelmemelidir. Fakat şartlar değiştiğinde, İslam'ın özü
değişmemekle ve koruduğu maslahat aynı kalmakla birlikte, şekli ve uygulanış
biçimin değiştiği de bir vakıadır. Mecellede yer alan “Ezmânın tegayyuru ile
ahkamın tagayyürü inkar olunamaz’” kaidesi de bu gerçeği ifade etmektedir.
O halde, İslam'ın çağın problemlerine çözüm getirecek şekilde yeniden
yorumlanması gerekmektedir. Ancak, bu yorumlama faaliyetinde de takip edilen
metot çok önemlidir. Nitekim Süleyman Ateş de bir bilim adamı olarak, İslam'ın
daha doğru anlaşılması ve çağdaş problemlere çözüm bulmak amacıyla Kur' an' ı
anlama ve yorumlama faaliyetinde bulunmuştur. Bu faaliyeti gerçekleştirirken
problemlere çözüm yolları sunması önemli olduğu gibi, bu çözüm yollarını
sunarken takip ettiği metot daha da önem arz etmektedir. Zira, Ateş bu metoda
göre ayet ve hadisleri yorumlayacak, geleneğin savunmuş olduğu kimi görüş ve
düşünceleri bu metoda göre kabul yada reddedecektir.
Çağdaş
İslam düşüncesinden ve bu düşüncenin metot ve ilkelerinden etkilenmiş pek çok
müfessir ve İslam düşünürü vardır. Ateş'in de bu müfessirlerden birisi olduğu
ve içinde doğup büyümüş olduğu Çağdaş İslam düşüncesinden ister istemez, az
yada çok ekilenliği görülmektedir. Çağdaş İslam düşüncesinin hiç kuşkusuz en
önemli özelliği akla değer vermiş olmasıdır. Akla verilen bu önem Kur'an'ı
yorumlama faaliyetlerinde de kendisini göstermiştir. Çağdaş pek çok müfessir
ayetleri yorumlarken büyük ölçüde akli açıklamalarda bulunmuşlardır.[83] Bu müfessirlerimiz, Kur'an'ı
yorumlarken hurafelerden uzak kalınmasını savunmuşlar,[84]
hurafelerin pek çoğunun kaynağı olarak da aslı astarı olmayan rivayetleri
göstermişlerdir. Bu sebeple rivayet ağırlıklı bir tefsir anlayışı yerine
Kur'an/akıl merkezli bir tefsir anlayışını benimsemişlerdir. Çünkü bu görüşe
göre, rivayetlerin bir kısmı ya uydurma ve hurafelerle dolu ya da israiliyata
dair bilgileri içermektedir.[85] Çağdaş İslam düşüncesinin en
önemli anlayışlarından olan akl-ı selime önem verme ve Kur'an merkezli düşünme
çabaları ister istemez pek çok müfessiri
etkilemiştir.
Ateş de bu görüşlerden etkilenmiş, kimilerince çağdaş akli tefsir
hareketinin müntesiplerinden kabul edilmiştir.[86]
Örneğin Ateş'in, nesih konusunda gelenekten farklı düşünmesini sağlayan en
önemli etkenler hiç kuşkusuz, ilgili ayetleri yorumlarken Kur'an bütünlüğü
içinde düşünmesi ve bu yorumlama faaliyetinde aklı selime önemli ölçüde yer
vermesidir. Nitekim geleneksel ve hakim olan nesih anlayışına baktığımızda,
geleneği savunanların bile Kur'an’dan kaç ayetin mensuh olduğu hususunda ittifak
edemedikleri görülmektedir. Kimileri Kur' an' da iki yüzü aşkın mensuh ayetin
olduğunu iddia ederken kimileri de bu sayıyı yirmilere kadar indirmişlerdir.
Hatta çağdaş İslam bilginlerinden olan Şah Veliyyullah Dihlevi ise, bu sayıyı
beşe kadar düşürmüştür.[87] Ateş'in bir takım
konularda gelenekten farklı düşünmesinin sebebi, kanaatimizce Ateş'in Çağdaş
İslam düşüncesinden etkilenmiş olmasıdır. Tefsirinin isminde “Çağdaş”
kelimesine yer vermesi de bizim bu görüşümüzü destekler mahiyettedir.
O
halde, Ateş'in çağdaş problemlere ayetlerden hareketle çözüm önerileri ararken
takip etmiş olduğu yöntemi ve bu yönteme Çağdaş İslam düşüncesinin
yansımalarını da bilmek önem kazanmaktadır. Bu sebeple Süleyman Ateş'in çağdaş
problemlere karşı, getirmeye çalıştığı çözümlerini daha iyi anlayabilmek için,
onun dini yorumlamada önemli bir yeri olan bazı tefsir terimleri hakkında ne
düşündüğünü incelememiz faydalı olacaktır.
Çalışmamızın
bu kısmında, Çağdaş İslam düşüncesinin Ateş'in tefsir usulü anlayışına
yansımalarını, nesih, tarihsellik ve durumsallık bağlamında
değerlendirmek istiyoruz.
Nesh
anlayışının nasıllığının İslam ilimlerinin temel kaynağı olan Kur'an ve
Sünnetin anlaşılmasında ve yorumlanmasında önemli bir yeri vardır. Özellikle
Kur'an'ın anlaşılması ve yorumlanması hususunda usul açısından en köklü
tartışmalar ve fikir ayrılıkları nesh konusunda gerçekleşmiştir. Tarihin
derinliklerinden itibaren nesh anlayışının nasıl olması gerektiği hususu
hararetle tartışılmış, bu konuda derin görüş farklılıkları ortaya çıkmıştır.
Günümüzde de tartışılan bir konu olma özelliğini korumaktadır. Lâkin bu konunun
çağdaş olup olmadığı başka bir ifade ile, çağdaş problemlerin arasına girip
girmediği sorusu akla gelebilir. Giriş kısmında da ifade ettiğimiz gibi, çağdaşlık
kavramının içine, önceden olmayıp sonradan ortaya çıkmış konuları dâhil
ettiğimiz gibi, tartışmanın kökü tarihin derinliklerinde olmakla birlikte
günümüzde halen tartışılan konuları da bu kavramın içinde ele alınması
gerektiğini düşünmekteyiz. Zira, neshin nasıl anlaşılması gerektiği problemi
kanaatimizce özellikle İslam'ın temel kaynağı olan Kur'an'ı yorumlamada büyük
bir öneme sahiptir. Aşağıda da teferruatlı bir şekilde değinileceği üzere
klâsik anlamda bir âyeti diğer bir âyetle hükmünü ya da tilavetini veya hem
hükmünü hem de tilavetini kaldırarak bu ayetleri yok saymak ince ince düşünülüp
değerlendirilmesi gereken başlı başına bir problemdir. Çalışmamızın bu kısmında
Süleyman Ateş'in nesh anlayışının kritiğini yapıp, bu konuda kimlerden etkilendiğini
ve kendine özgü fikirlerinin olup olmadığını; eğer özgün fikirleri varsa, bunun
neler olduğunu tetkik edeceğiz.
Ateş'e
göre neshe dayanak olarak kullanılan âyetler yanlış ya da eksik anlaşılmıştır.
O halde Ateş bu âyetleri nasıl anlamaktadır? Bu sorunun cevabını verebilmek
için de bu âyetlerde geçen anahtar kelimelerden “Nesh, Âyet ve Insa””
kelimelerine Ateş'in nasıl anlam verdiğine ve bu şekilde Ateş'in neshe delil
olarak kullanılan âyetleri nasıl anladığını ve yorumladığını ortaya koymaya
çalışacağız. Geleneksel anlayıştan ayrıldığı ve birleştiği noktaları tespit
edeceğiz.
Ateş,
nesih kavramının sözlük anlamını açıklarken, “yazıyı silmek” ve “yazıyı
kopya etmek” anlamlarına geldiğini ve bu kavramın zıt anlamlı kelimeler
grubundan olduğunu söylemiştir. O halde sözlük olarak nesh, bir yerden başka
bir yere nakletmek ve değiştirmek anlamlarında kullanıldığı görülmektedir.[88] Bu kavram Kur'an'da bazı
yerlerde geçmektedir. Örneğin, kimi âyetlerde silmek manasına gelmektedir. “Biz
bir âyetin yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman, (Allah ne indirdiğini
bilirken) “Sen (Allah'a) iftirâ ediyorsun (bu sözleri kendin uydurup Allah'ın
üstüne atıyorsun)” derler. Hayır, onların çokları bilmiyorlar.”[89] Ateş, nesih konusunda sözlük
anlamından daha ziyade İslâmî ilimlerde kullanılan ve ağırlıklı olarak
geleneksel anlayışın[90] kabullendiği terimsel anlama
karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışının temellerini daha iyi kavrayabilmemiz için
Ateş'in bu âyetlerde kullanılan diğer anahtar konumdaki kavramlardan ne
anladığına bakmamız gerekmektedir.
Nesih
konusunda bir başka anahtar kavram ise “âyet” kelimesidir. Bu kavramın
sözlük manası:
^J,
I ^ ya da ^i dan türediği ileri sürülür. Cemisi ^', ^>1 veya ^>1 'dır. Manası;
açık
alamet,
işaret, nişane, delil, belge, ibret manalarına gelmektedir. Bir şeyin
tanınmasına sebep olan emare, Allah'ın varlığına delalet eden her şey ve
peygamberin hak olduğunu ispat edici mahiyette olan mucizelere de âyet
denilebilir.[91]
Süleyman
Ateş, âyet kavramını sözlü ve sözsüz âyetler diye iki gruba ayırmıştır. Birinci
grup
sözlü olan peygamberlere gelen vahyin sözleri, Kur'an ve diğer ilahi kitapların
âyetleri; diğeri de herkesin gözü önünde serili olan tabiat kitabının âyetleri
yani tabiat olaylarıdır. Bunlar Allah'ın varlığına ve birliğine delalet ederler.
Birinci gurup âyetleri söylemek insan gücünün üstündedir. Bunlar kendini tebliğ
eden kişinin peygamberliğini kanıtlayan birer mucizedir. Bunlara “metluv””
ya da “el-âyâtu t-tenziliyye”” denir. Örneğin, “Elif lâm mim râ. Şunlar
Kitabın âyetleridir; Rabbinden, sana indirilen haktır, fakat insanların çoğu
inanmazlar.”[92] “Rabbimiz, onlara kendi
içlerinden, senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitabı ve hikmeti
öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder.”[93]
İkinci
grup âyetlere ise “el-âyâtu's-sâmite” ya da “el-âyâtu't-tekviniyye””
diye isimlendirilmiştir.[94] Ateş'e göre bu grup, Allah'ın
varlığına, birliğine, emsalsiz kudretine... delalet eden her şeyi içermektedir.
O halde, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an gibi yazılı âyetler,[95] yer çekimi, yağmur gibi
tabiata dair olan kevnî âyetler[96]
ve yeryüzünde Allah'ın egemenliğine delil olan, Allah'ın dilediğine rahmetini
lütfedip dilediğinden de çevirmesi, risaleti de dilediğine vermesi gibi pek çok
şey bu gruba girmektedir.[97] Ateş'e göre âyet kavramının
içeriğinin bilinmesi önemlidir. Zira Ateş, neshe delil olarak kullanılan Kur'an
âyetlerinde geçen bu kavramın içeriğinin her yerde, Kur'an âyetleri hatta sözlü
âyetlerin olmayacağını, sözsüz âyetler diye tanımladığı şeylerinde kastedilmiş
olabileceğini savunmuştur.[98] Bu sebeple bu kavramın
nerelerde hangi manaya geldiğinin doğru tespit edilmesi konunu anlaşılmasına da
yardımcı olacaktır.
Bu
konuda bir diğer anahtar kelime ise “İnsa” kavramıdır:
Süleyman
Ateş bu kavramı; önceleri “unutmak” anlamından daha ziyade “terk
etmek” manasında anlamıştır. Hatta bu anlayışını tefsir derslerinde
savunduğunu kendisi ifade eder. Ancak, bu anlayışın asıl kaynağının kendisi
olmayıp, Zerkeşi olduğunu belirtmiştir. Zira
Zerkeşi,
Bakara suresinde geçen “insâ” kelimesinin unutma anlamında değil de ^j
kökünden
cM vezni olup ertelemek anlamında olduğunu söylemiştir. Bundan da terk edilen
âyetin anlamının tamamen ortadan kaldırılmayıp uygun bir zamana ertelendiğini
anlamıştır.[99] Çünkü fiil, “ya”lı olursa
unutturmak, “mehmûz'ul lam” olursa terk etmek anlamına gelmektedir. Bu
sebeple nesh edilen âyet, uygulanmasını gerekli kılan şartların oluşacağı
zamana kadar ertelenmiş olmaktadır. Ateş'in bu anlayışı savunmasını yaparken
Abduh'tan da etkilendiği anlaşılmaktadır. Zira Abduh, unutmayı Peygamberin
masumluğu ilkesine aykırı görerek itiraz etmiştir. Ancak Ateş, daha sonraları
bu bakış açısının hatalı olduğunu savunarak bu görüşten döndüğünü belirtmiştir.[100] Bu görüşten dönmesinin sebebi
ise, Allah'n peygambere dilediğini okutacağını ve dilediğini ise
unutturabileceğini söylemiş olmasıdır. Özellikle A'lâ süresi 6-7'inci âyetlerin
üzerinde çok durmuştur. “Sana (Kur'an'ı), okutacağız, unutmayacaksın. Yalnız
Allah'ın dilediğini unutursun. O, açığı da bilir, gizli olanı da.” Ateş bu âyetteki
istisnanın amacı hakkında müfessirlerin çeşitli tevillerde
bulunduklarını
dile getirerek kendisinin ise, Peygamber'in de insan olduğu gerçeğinden
hareketle unutmanın normal olacağı görüşünde olduğunu belirtmiştir. Abduh'un
yukarıda değindiğimiz itirazını ise, yersiz bulduğunu, unutmanın Peygamber'in
masumluğuna kesinlikle zarar vermeyeceğini vurgulamıştır. Bu konudaki görüşünü,
İzzet Derveze'nin de kendisi gibi düşündüğünü söyleyerek desteklemiştir.[101] Araştırmamız esnasında gördük
ki, bu âyetteki “insâ” kelimesine sadece Zerkeşi tehir etme anlamı
vermemiştir. Nesefi'nin rivâyetine göre “Ebu Amr, Mekki” v.b kimseler de Bakara
106. âyetteki “insâ” kelimesinin tehir manasına geldiğini rivâyet
etmişlerdir.[102]
Süleyman
Ateş'in nesh hakkındaki görüşlerine geçmeden önce geleneksel anlamda neshin
kısaca tanımını yapmamızda yarar vardır. Zira, böylece Ateş 'in geleneksel nesh
anlayışına sahip olanlardan farkını, bu anlayışa olan itirazlarını ve bu
itirazları temellendirdiği noktaları daha iyi anlayabiliriz.
Geleneksel
anlayışa göre nesh, şer'i bir hükmü, şer'i bir hitap ile yürürlükten
kaldırmaktır.[103]
Ya da mukaddem tarihli bir nassın hükmünü muahhar tarihli bir nas ile
değiştirmektir.[104] Lâkin bu tanım efradına câmi
ağyarına mani bir tanım olmaktan uzak durmakta ve pek çok sorunu da beraberinde
getirmektedir. Bu gibi genel tanımlar sonucunda, Kur'an'ın sübut yönünden
kendisinden daha zayıf olan sünnetle hükmünün kaldırılacağı anlayışı da ortaya
çıkmaktadır. Bu tartışmalar derinlemesine incelendiği zaman görülecektir ki,
kimilerince Kur'an, Sünnete nesh ettirilmiştir. Kimileri ise, Kur'an'da mevcut
âyetlerden nüzülü önce olanların sonra nâzil olmuş âyetlerce nesh
dilebileceğini dile getirmişlerdir. Bunu da üç başlık altında toplayarak metni
mensuh hükmü baki, hükmü mensuh metni baki, hem hükmü hem de metni mensuh
âyetler şeklinde
sınıflandırmışlardır.[105] Ateş ise bu tarz bir nesh anlayışına
şiddetle karşı çıkmıştır.
Süleyman
Ateş'in görüşlerinin geleneksel nesih anlayışı ile örtüşen tek noktası hem
lafzı hem de hükmü mensuh âyetin varlığını kabul etmesidir. Bu tür nesh'in ise
unutma şeklinde gerçekleştiğini belirtmiştir. Bu görüşünü de “Peygamberin,
kendisine inananların sayısının çok az, yazı bilenlerin nadir ve yazı yazmanın
külfetli olduğu ilk Mekke yıllarında inen bazı âyetleri hatta, kısa sureleri
unutmuş olduğu, gerek bu konuya ilişkin âyetlerin siyakından gerekse sağlam
rivâyetlerden anlaşılır” şeklinde bir yaklaşımla temellendirmeye çalışmıştır.[106] Daha sonra Ateş, konunun daha
iyi anlaşılması için konuyla ilgili olarak birkaç örnek vermiştir. Örneğin, Ebu
Musa'l Eş'ari' den şu rivâyeti zikreder: “Biz Kur'an'da uzunluk ve şiddet
bakımından Tevbe suresine benzettiğimiz bir sure okurduk. Yalnız onun: Âdem
oğlunun iki vâdi dolusu malı olsa üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun karın boşluğunu
ancak toprak doldurur! âyeti aklımda kalmış.” Ateş bu ve benzeri rivâyetleri
zikrettikten sonra, nakledilen bu gibi rivâyetlerin hepsinin “ahad” haberler
olduğunu, bunlarla Kur'an'ın nesh edilemeyeceğini ancak, Kur'an'ın söylediğini
destekler mahiyette olduğunu ve senedi de sağlam olduğu için kabul
edilebileceğini savunmuştur.[107] Başka bir ifade ile Ateş,
Peygamberin bazı âyetleri unutması hakkında bizzat Kur'an bulunan delilin
apaçık ve yeterli olduğunu, aslında başka delile ihtiyaç olmadığını vurgulamak
istemiştir.
Ateş'in
nesh anlayışının fikri alt yapısını Bakara suresi 106'ncı âyetini tefsir
ederken daha iyi görmekteyiz: “Biz, bir âyeti nesh eder veya unutturursak
(tehir edersek), ondan daha iyisini ya da onun benzerini getiririz. Allah' ın
her şeye gücü yeter olduğunu bilmedin mi?”
tefsir
ederken İslam’ın ilk yıllarında konulan bazı hükümlerin, şartların değişmesiyle
kaldırılıp yerine başka hükümlerin konmasını tabiî görür. Ona göre bu durum pek
doğaldır. Nitekim Allah, hikmeti uyarınca insanların sosyal yönden gelişmesi,
ihtiyaçların ve şartların değişmesiyle eski dinlerin bazı hükümlerini nesh
etmiştir. Müslümanların zayıf zamanlarında inen bazı âyetler, Müslümanlar
kuvvet bulunca nesh edilmiş, yerlerine yeni hüküm bildiren âyetler
indirilmiştir. Ancak Ateş'in bunları söylemesinden, onun geleneksel anlamda
neshin varlığını kabul ettiği anlamı çıkarılamaz. Çünkü onun nesh anlayışı,
geleneğin nesh anlayışından pek çok noktada farklılık arz eder. Sanki Kur'an'da
bulunan tedriciliği nesh gibi algılamıştır. Zira vermiş olduğu örnekler bu
düşüncemizi desteklemektedir. Binaenaleyh Ateş konu ile ilgili düşüncelerini
şöyle devam ettirmektedir: “Müslümanların zayıf bulundukları Mekke devrinde
cihat emredilmemiş hatta saldırganlara karşı koymak isteyenlere izin dahi verilmemiş,
sadece sabır tavsiye edilmiştir. Fakat Müslümanlar Medine'ye hicretten sonra
güçlenince cihat emredilmiştir.”[108]
Yani Ateş, Mekke yıllarında cihat izninin verilmeyişine dair âyetlerin, daha sonra
şartların
Müslümanların
lehine değişmesiyle birlikte cihat izni veren âyetle hükmün değiştiğini yani
eski hükmün geçersiz kaldığını dile getirmiştir. Biz bu durumda bir tedbir ve
hükmün uygulanmasında da duruma göre tedriciliğin olduğunu düşünmekteyiz.
Anladığımız kadarıyla Ateş de bu tür bir anlayışı savunmuştur. Nitekim, Ateş’in
buraya kadar değindiğimiz fikirlerine bir bütün olarak bakacak olursak,
terimsel anlamda nesh yerine beki de durumsallık dememiz yerinde olacaktır.
Başka bir ifade ile Kur'an âyetlerinin hükmünün inmesine sebep olan şartlar
şâyet mevcut ise, o şartlara göre hükmün uygulanmasını savunmuştur. Yukarıda
vermiş olduğu örnekten de bu açıkça anlaşılmaktadır. Zira Müslümanlar ne zaman
tekrar güçsüz duruma düşerlerse yine bir süre güç toplayana kadar önceki hükmü
uygulamalarında bir sakınca görülmemektedir. Binaenaleyh ileride değineceğimiz
gibi Ateş'de, buna benzer bir durumsallık anlayışı mevcut görülmektedir.[109] Ancak Ateş, bu görüşünü
savunurken Kur'an'ın değiştirildiğine dair ya da bazı bölümlerinin veya
âyetlerinin çıkarıldığına dair rivâyetlerin mevcut olduğunu, ancak bu tür
rivâyetlerin kasıtlı ya da bilinmeden uydurulmuş olabileceğini dile
getirmiştir. Bu görüşünü ise şu şekilde temellendirmiştir: “Çünkü, Kur'an Hz.
Ebu Bekir zamanında toplanmıştır. Elimizdeki Osman Mushafı ise bu ilk nüshaya
istinaden yazılmış ve çoğaltılmıştır. Ayrıca Kur'an'ı ezberlemiş ya da Hz. Ali
gibi, kendi özel nüshalarını yazmış sahabeler mevcut bulunmaktaydı. İddia
edildiği gibi Peygamber sonrası Kur'an'dan bir âyet dahi çıkarılmış olsaydı
buna başta bu sahabeler itiraz ederdi.”[110]
Neshe
delil olarak gösterilen Rad Suresi 39'uncu âyette ise Allah (c.c.): “Allah
dilediğini siler dilediğini bırakır. Ana kitap onun yanındadır” buyurmuştur.
Ateş bu âyetin tefsirini yaparken de, müfessirlerin mezkur âyeti anlamada aşırı
gittiklerini savunmuştur. Çünkü bu âyet, siyak ve sibakına dikkat edilerek
okunduğu zaman daha farklı anlaşılmaktadır. Bu sebeple Ateş neshe delil sayılan
bu âyetin, bir önceki âyetin son kısmı olan “Her sürenin bir yazısı vardır”
kısmını tamamladığını söyler. “Yani yapılacak her şeyin yazılmış tespit edilmiş
bir zamanı vardır. Zamanı gelince Allah azabını indirir, dilediğini mahveder,
dilediğini bırakır. Şirkin temsilcilerini yok eder, imanın temsilcilerini sabit
kılar. Bâtılı siler, hakkı kökleştirir. Hz. Ali de buna yakın bir tefsirde
bulunmuştur: “Allah dilediği kuşakları siler, kaldırır; dilediğini de bırakır.”[111] Ateş’in bu âyet hakkındaki
görüşleri, İbn-i Cevzi'nin “Zâdu ’l-Mesîr” isimli eserinin bu âyetle
ilgili tefsir kısmında verilen rivâyetlere uyuştuğu görülmektedir. Zira müellif
eserinde <^13ŞH =2k-j A2A £t& U Affl J2ü âyetin tefsirini
yaparken
sekiz farklı görüş içeren rivâyet nakleder. Bu rivâyetlerden sadece bir tanesi
bu âyetin nesh ile alakalı olduğu ile ilgilidir. İbn-i Cevzi, “Nasıhu’l Kur'an
ve Nevasihuhu” isimli eserinde de bu konu ile ilgili pek çok rivâyetler
nakletmiştir. Ancak, bu eserin tahkik kısmında bu âyeti nesh ile ilişkilendiren
rivâyetlerin hemen hemen hepsi zayıf görülmüştür. Aksine, nesih ile alakalı olmayan
ve Ateş'in'de naklettiği rivâyetlere benzeyen pek çok
rivâyetin
sahih olduğu ortaya konmuştur.[112]
Bir
başka tahkik ehli olan Râzi “Tefsiri Kebir” inde ilgili âyeti yorumlarken,
Müşriklerin ve Yahudilerin Hz. Peygamberin nübüvvetini iptal etmek için ortaya
attıkları şüpheleri sıralayarak altıncı şüpheyi şöyle dile getirmiştir: “Onlar
şöyle demişlerdir; ‘Eğer O, peygamberlik iddiasında doğru olsaydı, varlığına
hükmettiği Tevrat ve İncil şeriatları gibi, hükümleri nesh etmezdi. Fakat O,
kıbleyi değiştirmek gibi Tevrat ve İncil’deki hükümlerin pek çoğunu nesh
etmiştir. Binaenaleyh O’nun gerçek peygamber olmaması gerekir.’ Hak Teâla buna
da, ‘Allah ne dilerse silip giderir. Dilediğini de devam ettirir. Ana kitap
O’nun yanındadır,’ diyerek cevap vermiştir.”[113]
“Her
vadenin yazılmış bir hükmü vardır” ifadesini Elmalılı ise şöyle izah etmiştir:
“Her vaktin Allah yanında ayrı bir yazısı, özel bir hükmü vardır. Bu kitap
hikmet gereği değişen durumlara göre farklı olarak yazılmıştır. O nedenle
farklı zamanlarda faklı kitaplar indirmiştir. Örneğin, Musa devrinin kitabı
başka, İsa devrinin kitabı başka, son peygamber Hz. Muhammed devrinin kitabı
başkadır. Velhasıl her zaman için bir kitap vardır. Son devrin kitabı da
Kur'an'dır. Önceki kitaplarda da mevcut olan tevhit, güzel ahlak, oruç ve benzerleri
takdim eder. Bazı ahkâmı da değiştirir, nesheder.[114]
Râzi ve Elmalılı'nın
yorumlarından
da anlaşılan odur ki, bu âyet Kur'an ayetlerinin nesh edilmesinden daha ziyade
Kur'an ile diğer ilahi dinlerinin şeraitleri nesh edildiğini ifade etmektedir..
Neshin
varlığını kabul edenler, nesh konusunda icmanın varlığını savunmuşlar;[115] ancak Ateş, seleften Ebu
Müslim, muasırlardan da Abduh ve Reşit Rıza gibilerinin neshi kabul
etmediklerini vurgulayarak nesh konusunda iddia edildiği gibi icmanın var
olduğu görüşünü benimsemediğini ortaya koymuştur. Hatta Ateş, nesh faaliyetinin
alimlerin birer içtihatları şeklinde görmüştür.[116]
[117] Vahyin ilk ve yakin muhatabı
Hz. Peygamber olduğu için, kendisine inen herhangi bir âyeti ancak kendisi “şu
nâsihtir, şu mensuhtur” şeklinde diyebilir. Lâkin, Hz. Peygamber'den nesh
konusunda hiçbir rivâyet mevcut olmadığı için Kur'an'da bir âyetin hükmünü
kaldırmaya hiçbir kimsenin hakkının olmadığını sık sık hararetle 117 savunmuştur.
Ateş,
pek çok âyetin tefsirinde referans olarak kullandığı İzzet Derveze ile de nesh
konusunda farklı düşünmektedir. Derveze, neshi geleneksel anlayışa yakın bir
biçimde kabul etmektedir. Ona göre, ortada prensip olarak neshin olabilirliğini
engelleyecek bir delil mevcut değildir. Bu ister tilaveti baki kalıp hükmü nesh
edilen, isterse hem hükmü hem de tilaveti mensuh âyetlerde mevcut olsun, fark
etmez.[118] Ateş ise, Kur'an'da yazılı
bulunan her âyetin hükmünün varlığını vurgulamıştır. Ateş'e göre Kur'an'da
neshin olmayışının belki de en önemli temellendirmesi, Peygamberden başka
hiçbir kimsenin Kur'an'dan bir âyet dahi olsa mensuh saymaya hakkının
olmayışıdır. Hatta Kur'an âyetlerini nesh ettirmiş alimler bile, mensuh
saydıkları âyet için “Bu mensuh âyetin hiçbir hükmü kalmamıştır, artık bu âyet
asla uygulanamaz” dememişlerdir. Çünkü Ateş'e göre, neshin Kur'an'da vuku
bulduğu şeklindeki görüşün aslında Kur'an'da çelişkilerin bulunduğunu iddia
etmekten başka bir şey değildir. Kur'an ise bu görüşü tümüyle reddetmiştir.
Nitekim Yüce Allah: “Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkası
tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı”[119] buyurmuştur. Ateş bu âyeti
delil göstererek, “Nesh ise anlamları birbirine zıt âyetler arasında vuku
bulması şarttır. Bu âyet ise bize Kur'an'da bir birine zıt hiç bir şeyin
bulunmadığını vurgular” şeklinde bir değerlendirme yapmıştır.[120] Yukarıda
değindiğimiz konu genelde Kur'an'ın Kur'an ile Neshi kısmını oluşturmaktadır.
Kur'an'ı Sünet ile nesh edilip edilmeyeceği konusuna gelince, bu konuda neshin
varlığını savunanlar dahi ittifak edememişlerdir. Özelikle çoğunluğun görüşü,
ahad yolla sabit olan Sünetle Kur'an'ın nesh edilemeyeceğidir. Ancak Mütevatir
Sünnet ile neshin mevcut olup olmayacağı konusunda ihtilaf çıkmıştır. İmam
Şafi, Sünnet'in hiçbir şekilde Kur'an'ı nesh edemeyeceğini dile getirir.[121] Ancak, Hanefiler ve Malikiler
bir görüşe göre de Hanbeliler Mütevatir Sünnet'in Kur'an'ı nesh edebileceği
görüşünü savunmuşlardır.[122] Ateş ise, “nesih ile ilgili
Sünnet'in, sahih senetle rivâyet edilmiş de olsa, metin tenkidi yaparak
Kur'an'a muhalif olacağı gerekçesiyle, Kur'an'ı nesh edemeyeceğini savunmuştur.
Zira mensuh âyeti, ancak dengi ya da daha iyisi nesh edebilir. Sünnet, tevatüren
sabit dahi olsa Kur'an'ın dengi olamaz”. Bu sebeple, Ateş bu tür neshe karşı
çıkmıştır.[123]
Nesh
konusunda en önemli konulardan biri de “recm” cezasıdır. Ateş, bu
konularla ilgili rivayetleri sunduktan sonra bu rivayetlerin ahad
hadislerle sabit olduğuna dikkat çekmiştir.[124]
Ateş, recm cezasının el kesme, kısas cezaları gibi Arapların cahiliye
uygulamalarında var olduğunu dile getirmiştir. Bu cezanın Araplara da
Yahudilerden geçmiş olabileceğini belirtmiş; nitekim recm uygulamasının
Tevrat'ın emri olduğuna dikkat çekmiştir. Recm uygulamasını Hz. Ömer
tarafından, toplumun sınırları genişleyip de zina suçunun arttığı zamanda, bu
suçu önlemek için Kur'an'ın hükümlerini ağırlaştırma yoluna gittiğini ve recmi
uyguladığını savunmuştur. Ateş, Hz. Ömer'e nisbet edilen “Şimdi ‘Ömer Kitap'a
ilave yaptı’ denecek olmasaydı bu âyeti Mushaf-ı Şerifin kenarına yazardım,”
sözünden Hz. Ömer'in recmi peygamberin sünnetine aykırı görmediğinin
anlaşıldığını dile getirmiştir. Hz. Ömer'in bu kaygısından hareketle Ateş,
Ömer'in bu uygulamasına karşı çıkanların olduğunu iddia etmiştir. Ateş'e göre
Hz. Ömer'in bu anlayışı daha sonraları fıkıh ekollerince benimsenerek İslam
hukukuna mal edilmiştir. Ateş, Kur'an'da zinaya verilen cezada evli, bekâr
ayrımı yapılmadığına dikkat çekmiş, bu anlayışı kabul ememiştir.[125] Ateş, Hz.
Peygamber'in bu cezayı uyguladığı ile ilgili rivayetleri ise, Hz. Peygamber'in
Nur Suresinin ikinci âyet inmeden önceki uygulamaları olarak değerlendirmiştir.
Hz. Peygamber'in bu uygulamaları kendi içtihadına göre değil, Yahudi şeriatına
ve Arap örfüne uyguladığını savunmuştur.[126]
Buraya
kadar işlediğimiz konuyu kısaca özetleyecek olursak, Ateş'in Kur'an'da neshin
var olup olmaması hakkındaki görüşlerine değindik. Ateş'in sadece hem hükmü hem
de metni unutturularak nesh edilmiş âyetler hakkında neshi kabul ettiğine dair
mevcut görüşünü inceledik. Ancak geleneksel nesh anlayışının, nesh ile ilgili
âyetleri üç başlık altında değerlendirdiğini; birincisi, Ateş'in'de kabul
ettiği metin ve hükümce mensuh âyetler, ikincisi ise hükmü mensuh metni duran
âyetler, üçüncüsü ise; metni mensuh, hükmü baki âyetler olduğunu; ancak Ateş'in
bu son iki şıkkı içeren Kur'an'da hiçbir âyet olmadığı görüşünde olduğunu
vurguladık.[127]
Görülen
o ki, nesh konusunda yapılan değerlendirmelerin pek çoğunun usul hatasından
kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Ateş konuya farklı açıdan yaklaşmaya çalışmışsa
da kanaatimizce onun eksikliği de konuları dağınık bir şekilde temel esasları
ortaya koymadan incelemiş olmasıdır. Nitekim pek çok konuda olduğu gibi nesh
konusunda semantik bir tahlile gidilmediği görülmektedir. Konu ile ilgili
âyetlerde geçen anahtar kelimelerin tenzil döneminde içerdiği mana ile tenzil
sonrasında içerdiği manaların tespit edilmeden konuya yaklaşılması kanaatimizce
hatalı olacaktır. Zira tenzil sonrası pek çok bilim dalı ortaya çıkmış,
önceleri kavram manasında kullanılan pek çok kelime sonraları bu bilim dalına
has terim manalarını kazanmıştır. Konuya doğrudan girmezden önce “kavram
ve terim” kelimelerinin manalarının ne anlama geldiklerine değinmekte
yarar vardır. Kavram, “bir nesnenin zihindeki soyut ve genel tasarım,
mefhum, nosyon”,[128] terim ise, “bir bilim,
sanat ve meslek dalıyla veya bir konu ile ilgili özel ve belirli bir kavramı
olan söz, ıstılah,”[129] anlamlarına
gelmektedir.
Bu
iki kelime arasındaki anlam farklılığını ortaya koyduktan sonra, terim kavram
kargaşası
çerçevesinde
usul açısından değinilmesi gerekli olan husus vardır. O da her kavramın tarihi
bir geçmişi olduğu gerçeğidir. Araştırmacıya düşen elinden geldiği kadarıyla
tetkikinde bulunduğu konu ile ilgili anahtar kelimelerin kavram manalarının
geçmişinden haberdar olmaktır. Nitekim hem kavramlar hem de terimler vücut
buldukları ağ içinde doğru anlamlara işaret edebilirler.[130]
Bir kelime zamanla kavram manasının yanı sıra terim
manası
da kazanmış olabilir. Kanaatimce konu ile ilgili yanılgı da bu noktada
başlamaktadır. Zira kavram manasında kullanılan bir kelimeyi daha sonra
yüklenilmiş terim manasıyla anlamak konuyu esas manadan daha farklı bir mecraya
çekmeye sebep olabilir. Nitekim nesh meselesinde de bu tür bir yanılgı
mevcuttur.
İslamî
İlimlerde mevcut usullerin anası hiç kuşkusuz fıkıh usulüdür. Esasında “fıkıh”
kavram olarak bir şeyi bilmek, bir şeyi inceden inceye anlamak ve kavramak[131]
anlamlarına
gelmektedir. Kur'an'da pek çok âyette bu anlamda kullanılmıştır. Örneğin, IjJlS
Jjâ3 t£ IjjŞS ASâj L Lûk2; U Dediler
ki: “Ey Şu'ayb, senin söylediklerinden çoğunu
anlamıyoruz”.[132]
İmam
Azamın meşhur eseri “el-Fıkhu 'l- Ekber” deki “fıkıh” kelimesi de
bu anlamdadır. Nitekim Ebu Hanife fıkhı “kişinin lehine ve aleyhine olan
şeyi bilmesi” şeklinde
tanımlamıştır.[133] Tenzil sonrası özellikle İmam
Şafi ile birlik fıkıh kelimesi kavram anlamından günümüzde kullanılan ve İslam
dininin ibadet ve muamelat konularını içeren ilmin özel adı olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Fıkıh usulü ise bu ilim dalının usulünü içermiştir. Şafi ile
birlikte kavram manasından çıkıp terim manasını kazanan fıkıh usulü, diğer
usullerin de anasıdır. Zamanla hadis ve tefsir usulü de bu ilim dalından
ayrılarak kısmen bağımsız birer ilim dalı haline gelmişlerdir. Lâkin bu ayrılış
Şafi ile başlayan kavramların anlamlarını az ya da çok değiştirerek
terimselleştirme hareketinden kurtulamamıştır. Bu sebeple sonradan ortaya çıkan
bu usuller Fıkıh usulünden etkilenmişler ve çoğu konularda Fıkıh usulünün
tanımlamalarını kullanmışlardır. Nitekim tenzil zamanında farklı bir anlama
gelen bir kelime, bu usullerce tenzil sonrasında bambaşka anlamlarda
kullanılarak terimselleştirme yoluna gidilebilmiştir. Aslında nesih meselesi de
bu açıdan değerlendirilmesi gereken bir olgudur.
Biz
nesh konusuna bu çerçeveden yaklaşarak farklı bir bakış açısı getirmek
istemekteyiz. Konunun kaynağı olarak görülen ve yukarıda da değindiğimiz
âyetlerde geçen nesh ve âyet kelimelerini tetkik etmek suretiyle problemi
çözmeye çalışacağız. Nesihle ilişkilendirilen t» 4— j Q t— âyetinde geçen
t— kelimesi kavram olarak kısmen yukarıda da
değindiğimiz
gibi "izale etmek, değiştirmek, silmek, bir şeyin yerine başka bir şeyi
koymak, iptal etmek[134] gibi manalara gelmektedir.
Terim anlamı ise malumdur. “Âyet” kelimesinin anlamlarına yukarıda
değinmiştik. Bize düşen ise bu kelimelerin kavram anlamında mı yoksa terim
anlamında mı kullanıldıklarını evvelce tespit etmektir. Bu tespiti yapabilmemiz
için öncelikle bu âyetin nerede ve ne zaman, kimler hakkında nazil olduğunu
bilmemiz önemlidir. Daha sonra siyak sibak ve sebebi nüzulüne bakarak en doğru
tespitte bulunmamız gerekmektedir. Bakara Suresi genel olarak Medeni bir
suredir. Surenin Medine'de inmiş olması bize, Müslümanlarla Ehl-i Kitap
arasında bu dönemde sıkı bir diyalogun olduğunu göstermektedir. Âyetin nüzul
sebebi bunu göstermektedir. Nitekim Yahudiler, Müslümanlar'ın namazda yönlerini
Allah'ın emri ile Mescid-i Aksa'dan Kâbe'ye çevirmelerini çekemiyorlardı. Bu
yüzden İslam'ı her fırsatta kötülüyorlardı. “Muhammed ashabına bir şey
emrediyor sonra onu yasaklayıp zıddını emrediyor. Bugün bir söz söylüyor yarın
ondan vazgeçiyor. O halde Kur'an Muhammed'in sözünden başka bir şey değildir.
Bir kısmı bir kısmını nakzediyor. Onu kendisi uyduruyor” demeleri üzerine bu
âyet ve ileride de değineceğimiz Nahl Suresi'nin onuncu âyeti nazil olmuştur.[135]
Âyetle
ilgili sunduğumuz bu sebeb-i nüzul dikkatli bir şekilde incelendiğinde
bize satır aralarında çok önemli bilgiler vermektedir. Anlaşılan o ki,
Müslümanlar Medine'ye hicret ettikten sonra Ehl-i Kitapla özellikle de
Yahudilerle ilişkileri daha da fazlalaşmıştı. Nitekim hakkında nass bulunmayan
bazı meselelerde Hz. Peygamberin diğer dinlerde mevcut olan hükümlerle amel
ettiği bilinmektedir. Örneğin, Müslümanların ilk kıblesi, Ehl-i Kitab'ın da
kıblesi olan Mescidi Aksâ idi. Bu durumu bizzat Kur'an bize haber vermektedir:
“Ey Muhammed), biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (gökten haber
beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye
döndüreceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir...”[136] Nitekim Hz. Peygamberin recm
uygulamaları
da Tevrat'ta mevcut bulunan hükmün uygulanması olarak algılanması gerektiği
görüşünü Ateş haricinde de savunanlar vardır.[137]
Yukarıda değindiğimiz sebeb-i nüzule göre âyet kıblenin Kâbe'ye
çevrilmesinden sonra Ehl-i Kitabın rahatsızlığını gözler önüne sermektedir.
Onlar kıblenin tahvilini sanki kendilerini küçümseme gibi algılamışlardır.
Sonuçta bir savunma mekanizması olarak Hz. Peygamberi küçük görüp yalancılıkla
suçlamışlardır. O halde bu âyet Kur'an içinde mevcut bir âyetin daha sonra
gelen bir âyetle hükmü ya da metninin kaldırılıp geçersiz kılındığına dair bir
işaret yoktur. Aslında âyetin siyakı da bizim bu tezimizi doğrular
mahiyettedir. Neshe dayanak olarak kullanılan bu âyetin bir öncesindeki âyette:
“Nankör olan bazı Kitap ehli kimseler de, müşrikler de size Rabbinizden bir
hayır indirilmesini istemezler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder,
Allah, büyük lütuf sahibidir.”[138] Âyet dikkatlice okunacak olursa
Allah katından bir rahmetin indirilmesinden bahsedilmektedir. İndirmenin
keyfiyeti ise, j Jj* formu ile yani tenzil şeklinde olduğu görülmektedir. Terim
manasıyla Kur'an'ın içinde mevcut âyetlerin rahmet manasına geldiğine dair bir
delil de mevcut değildir. O halde indirilen rahmetten kasıt ne olabilir?
Zemahşeri, tefsirinde rahmet kelimesini nübüvvet ile tefsir etmiştir.[139] Ancak kanaatimizce bu
âyetteki zikri geçen rahmet kelimesi Nübüvvetten ziyade, bizzat vahyin yani
Kur'an'ın kendisi olarak anlaşılması daha uygundur. Nitekim âyetle sabittir ki,
Kur'an'ın isimlerinden birisi de Rahmettir. “Ey insanlar, size Rabbinizden bir
öğüt, göğüslerde olan (sıkıntılar)a şifa ve inananlara bir yol gösterici ve
rahmet Ç-^jj) gelmiştir.”[140] Öyle ise, Bakara 105. âyette Mü'minler
Allah Teala indirip de müşriklerin ve ehl-i kitabın indirilmesini istemediği
şey Kur'an'dan başkası değildir. Çünkü Kur'an'ın inzaliyle birlikte diğer din
ve inançlarının tek tek hükmünün kalkacağını Ehl-i Kitap biliyordu.
Kendilerinden gelmesini umdukları peygamberin Araplardan çıkmasını, üstelik
yeni bir kitapla gelmesini hazmedemedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim nahl £Ş
j’-^ £>1 ’A^ l^b ”Biz bir âyetin yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman,
Allah ne indirdiğini bilirken ‘Sen (Allah'a) iftirâ ediyorsun (bu sözleri
kendin uydurup Allah'ın üstüne atıyorsun)’ derler. Hayır, onların çoğu
bilmiyorlar.” Bu âyet kanaatimizce bizim düşüncemizi doğrular durumdadır.
Bu
âyetin yer aldığı Nahl suresi Mekki bir suredir. İmam Mushaf’taki sırası
onaltı, Hz. Osman' a ait mushafta ise yetmiştir. Bu âyet neshe getirilen en
kuvvetli delil olarak kabul edilir. Ancak bu âyetin Mekki olduğunu biliyoruz.
Hâlbuki Mekke döneminde teşri kılınan şeyler arasında fer'i hususlar hiç yok
gibidir. Daha çok inanç, ahlak, bir kısım ibadet konuları işlenmektedir. Yani
bu dönemde külli kaideler ve temel ilke ve prensipler oluşmuştur. Şer'i konular
Medine döneminde inmiştir.[141] O halde, bu âyet klâsik nesh
tarifindeki şer’i ameli konulardan bahsetmesi mümkün görülmemektedir.
Bu
âyeti anlarken siyak ve sibaka ve tarihi sosyo-kültürel arka plana bir bakmamız
gerekmektedir. Yukarıda sunduğumuz sebeb-i nüzulün bir benzeri de İbn-i
Abbas'tan rivâyet edilmiştir. İbn Abbas’ın rivâyet ettiğine göre; “İçinde
şiddet bulunan bir âyet inip, onun peşinden de daha yumuşak bir âyet inince
Kureyşli müşrikler ‘Vallahi Muhammet taraftarları ile alay ediyor. Bugün bir
şeyi emrediyor, yarın yasaklıyor. O, bütün bunları kendinden söylüyor’ dediler.
Bunun üzerine Cenab'ı Hak bu âyeti indirmiştir”.[142]
Hem
Bakara hem de Nahl süresindeki nesh ile ilgili âyetlerden anlaşılan evvelki
kitapların (ki, bunlar peygamberlere verilmiş en büyük ve açık nübüvvet alameti
ve mucizeleridir) Kur'an ile değiştirilmesi ya da hükmünün geçersiz kılınması
olduğunu düşünüyoruz. O halde Bakara Suresindeki jî kelimesi o halde nasıl anlaşılmalıdır?
Yukarıda da
değindiğimiz
gibi bu kelime unutma anlamından daha ziyade erteleme ya da geciktirme anlamına
gelmektedir. Nitekim Kur'an Tevrat ve İncil gibi toptan nazil olmuş bir kitap
değildir. Ehl-i Kitap Kur'an'ın bu şekilde peyderpey gelmesi sonucunda kendi
kitaplarının hükmünün de peyderpey kalktığının farkında idi. İnkârcılar diğer
semavi kitaplar gibi Kur'an'ın da toptan indirilmesini istiyorlardı. Nitekim
Kur'an'ın peyderpey inişini delil göstererek Kur'an'ı, Hz. Muhammed'in onu
uydurduğunu ileri sürüyorlardı. “İnkâr edenler: ‘Kur'an, ona bir defada
indirilmeli değil miydi?’ dediler.”[143]
Buraya kadar yapmış olduğumuz incelemelerden de anlaşılan o ki, Ehl-i Kitap
Kur'an'ın inzaliyle birlikte kendi kitaplarının nesh edileceğini biliyorlardı.
Bu ayette de anladığımız Kur'an'ın gelmesiyle birlikte önceki kitapların nesh
edildiğidir.
Lâkin
Ateş'in bu konuda bir ikilem içinde olduğunu görmekteyiz. Nitekim Kur'an
Ansiklopedisi
eserinin nesh maddesinde kimilerinin nesihten, eski kitapların Kur'an ile
yürürlükten kaldırılması şeklinde anladıklarını ancak bu anlayışın, uzak bir
tevil olduğunu ileri sürmüştür. Bu düşüncesine bizzat Kur'an'ın kendisini, eski
Kitapları nesh edici olarak değil de musaddik yani tasdik edici olarak
nitelediğini, onları doğruladığını bildiren âyetleri temel olarak almıştır.[144] Yine Ateş'e göre nesihle
ilgili âyetlerde kitaplardan değil de bireysel âyetlerin neshinden söz
edilmiştir. Bu sebeple Ateş bir âyetin neshini bir kitabın neshi şeklinde hatta
kitapların neshi şeklinde anlamanın doğru olamayacağını, Kur'an sadece önceki
ümmetler tarafından dinleştirilen ağır hükümleri kaldırdığını savunmuştur.[145] Nitekim bu
görüşüne destek olarak da A'raf 157. âyeti kullanmıştır.[146]
Ancak Ateş bir başka yerde ise, Kur'an âyetlerinden kastedilen nesihten ya
Kur'an öncesi “Kitab'ın” veya dinin bazı hükümlerinin yürürlükten
kaldırılmasının ya da Hz. Peygambere unutturulmuş olup da yazılmamış olan
Kur'an âyetlerinin anlaşılabileceğini benimsediğini dile getirmiştir.[147] Ateş, bir yerde Kur'an'ın
diğer ilahi kitapları nesh edemeyeceğinden söz etmekle birlikte daha sonra
başka bir yer de ise, önceki kitapların nesh edilmiş olabileceğini dile
getirmiştir. Bu iki görüş arasını en iyimser yaklaşımla birleştirecek olursak
belki de Ateş, “Kur'an Önceki kitapları nesh eder” derken, bu kitaplara
sonradan eklenmiş olan kısımları kastetmiş olabilir ki, o zaman da şöyle bir
soru sorulabilir: “Kur'an'ın tastiklediği kitaplarda bu ekler de var mıydı?”
Kanaatimize göre Kur'an'ın önceki kitapları tasdiklemesi inanç ve ibadet
konularında olmakla birlikte, nesh ettiği konular toplumların içtimâî
problemlerini ilgilendiren konularla ibadetlerin şekilleri ile ilgilidir.
Örneğin önceki ümmetlerde bir ibadet şekli olan hiçbir kimse ile konuşmama
şeklinde bir oruç çeşidi mevcut iken ne Kur'an'da ne de sahih sünnette böyle
bir oruç şekline rastlamamaktayız. Sonuç olarak, bu âyette nesih olunan şeyin
yerine ya ondan daha hayırlısı ya da onun mislinin getirileceği beyan edilmektedir.
Kur'an hem diğer kitaplardan daha hayırlıdır, (zira Kur'an'ın korunmasını
bizzat Allah kendi üstüne almıştır,[148]
Kur'an aslâ değiştirilemez) hem de diğer kitaplarda olan ibadet ve muamalata
ait bazı konular Kur'an'da mevcuttur. Kanaatimizce Ateş'in unutturma şeklindeki
nesh anlayışı da isabetli bir fikir gibi görülmemektedir. Zira, Kur'an'da
önceden inmiş sonradan lafzının silindiğini düşünmek yine Kur'an'ın kendi
âyetleriyle çelişmektedir. Çünkü Kıyâme suresinde “(Ey Muhammed), O'nu
(Kura'n'ı) hemen okumak için dilini depretme. Onu toplamak ve okutmak bize
düşer. O halde onu okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et. Sonra onu
açıklamak da bize düşer”[149] âyetleri ile A’la suresindeki
“(Ey Muhammed) sana Kur'an'ı okutacağız ve sen (onu) unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın
dilediği müstesna. O açığı da bilir, gizli olanı da”[150]
Bu âyetlerin tefsirinde Ateş bizzat Allah'ın “vahyi Peygamberin hafızasında
toplamak, unutturmamak, onu kendisine okumak ve manasını da açıklamayı” kendi
üzerine alarak elçisine bir nevi garanti verdiğini dile getirmektedir.[151] Bu âyetlerde bize her ne
kadar “Allah'ın dilemesi müstesna” denmiş olsa da, Peygamberin ve sahabenin
bazı âyet ve sureleri unuttuğu anlamı çıkmaz. Zira, Kur'an'da bu ifadeye benzer
pek çok ifade mevcuttur. Bu ifadeler Allah'ın kudretine işaret etmek içindir.
Ateş'in unutma ile ilgili görüşünü kabul edecek olursak ne mensuh âyet tam
olarak ortadadır; ne de mensuhun yerine gelen, en az onun misli olması vaat
edilen nâsih âyet ortadadır. Zaten Kadı Ebu Bekir, bu tür (hem hükmü hem de
metni mensuh) neshi âlimlerin çoğunun kabul etmediğini söylemiştir.[152] O halde bu tür bir neshin
varlığını kabul etmekte mümkün görünmemektedir.
Muhammed
Esed’in bu âyeti ele alırken yapmış olduğu şu yorum da bizim görüşümüzle
örtüşmektedir; “Kur'an'ı Kerimde her hangi bir âyetin ‘nesh’ edilmiş olduğunu
bildiren tek bir sahih hadis bile bulunmamaktadır. Sözde nesh doktrinin
temelinde bazı eski müfessirlerin, Kur'an'ın bir pasajını diğer pasajı ile
uzlaştırmadaki yetersizlikleri yatmaktadır. Bu keyfi değerlendirme, ‘nesh
doktrininin taraftarları arasında ne kadar Kur'an âyetinin ve hangilerinin nesh
edildiği, ayrıca bu sözde nesh ile söz konusu nesh âyetlerinin, Kur'an'ın
tertibinden tamamen çıkarıldığı mı, yoksa yalnızca o âyetle konulan özel hükmün
veya beyanın mı iptal edildiği konusunda neden hiçbir görüş birliği olmadığını
da açıklamaktadır. Kısaca ‘nesh doktrini’ hiçbir tarihsel olguya
dayanmamaktadır. Bu nedenle reddedilmelidir”[153]
Esed bunu söylerken ister unutturulma şeklinde olsun isterse diğer şekillerde
olsun nesh anlayışını toptan reddetmiştir.
Özet
olarak, nesih ile ilgili her iki âyette de Kur' an âyetlerinden daha ziyade
ilahi kitaplar arasındaki bir değişimden bahsedilmektedir. Âyetlerde geçen
anahtar kelimeler ise kavram anlamlarında kullanılmıştır. Bizzat Kur'an'ın
kendisi günümüzde bilindiği şekli ile nesh terminolojisini ortaya koymamıştır.
Tenzil sonrası dönemlerde, bir kısım âlimin Kur'an âyetleri arasında
kendilerine göre tespit ettikleri çelişkili konuları çözümleyememeleri sonucu, kendilerine
göre bir usul geliştirerek neshin günümüzde kullanılan terim anlamını icat
etmişlerdir. Bu terim anlamına Kur'an'dan da delil bulmak için ilgili âyetlere
tenzil sonrası oluşan terminolojinin anlamını yüklemişlerdir. Aslında nesh
konusu özetle bundan ibarettir.
Kavram
olarak “tarihsel” veya “tarihi”, bir sıfattır. Kısaca “tarihle ilgili” veya
“tarihe ait” anlamına gelir. Tarihselliğin esasını Hegel felsefesi teşkil
etmektedir. Bundan dolayı Ateş de tarihselliğin kısa bir tarifini yaptıktan
sonra konuya Hegel' in şu görüşüyle başlamıştır:
“Tarihsellik;
tarihle ilgili bir olgu demektir.” Filozoflar tarihselliği çeşitli biçimlerde
tanımışlardır. “Hegel” tarihsellik anlayışını iki temel anlam üzerine bina
etmiştir:
1-
Geçmişte olup biten her
şeyin, geçmişte kalmasına rağmen etkisini devam ettirmesi durumudur.
2-
Sürekli tarihsel bir
etkinliktir. Yani tarihsellik, o çağı yapan etkinliktir.
Ateş,
kısaca bu şekilde tarihselliğe değindikten sonra “Kur'an'ın tarihselliği” ile
ilgili asıl değerlendirmesine geçmiştir:
“Kur'an'ın
tarihselliği görüşü temelde, “Kur'an'ın hükümlerinin tarihin belirli bir
dönemindeki toplumsal şartlarından kaynaklanan ve bu hükümlerin o ortam için
geçerli olabileceği görüşüdür. Bu hükümler, tarih yapan insanlığın, belirli bir
toplumunun, belirli bir zaman süreci ve belirli ortam içinde gerçekleştirdiği olgulardır.
Bu olgular, o zaman
için
geçerlidir; bugün başka şartlar ve ortamlar oluştuğu için o hükümler aynen
uygulanamaz.
Ancak o ortam düşünülür; o ortam ve şartlar için Kur'an ne hüküm vermiş, bu
hükümlerle neyi gerçekleştirmeyi, nereye varmayı amaçlamışsa bugünün şartları
için de o amacı gerçekleştirecek başka hükümler benimsenmelidir. Önemli olan, o
hükümlerin salt anlamı değil, ruhudur.”[154]
Ateş'e göre bu görüşün savunucuların başında İkbal ve Fazlur
Rahman
gelmiştir.[155]
Ateş
ise, yukarıda sunduğumuz anlayışı yansıtan bir tanım yapmaktan kaçınmıştır.
Ateş, Kur'an'ın hükümlerini ikiye ayırmıştır. “Bu hükümlerden bir kısmı, Hz.
Peygamber’in kendi özel hayatı ve zamanı için geçerlidir. Bunlar salt tarihseldir.
Bunları bugün
uygulamak
mümkün değildir. Örneğin, Mücadele 12-13'üncü âyetler, Hz. Peygamber'le cemâat
içerisinde gizli konuşmak isteyenin, bu konuşmasından önce bir sadaka vermesini
emretmektedir. Bu, ancak Peygamber hayatta iken yapılabilir. Artık bugün bu
âyetleri uygulama imkânı yoktur.”
“Peygamber'in
hanımlarına hitâbeden, onlara bazı yükümlülükler getiren bazı âyetler de o
döneme mahsustur. Örneğin: “Ey peygamber kadınları! Sizden kim açık bir fuhuş
(edepsizlik) yaparsa onun için azap iki kat yapılır. Bu, Allah'a göre
kolaydır.” Ahzap Suresi 30'uncu âyette peygamber hanımları için bir uyarı
getirmektedir. Diğer insanlara uygulanmaz.
“Hatâ
ile adam öldürmenin,[156] yemînden[157]
ve zıhâr yemininden[158] dönmenin keffâreti olarak
köle âzâdetme emri de artık uygulanmaz. Çünkü kölelik dünyadan kalkmıştır.” Ama
Kur'an'ın genel hükümleri, bütün zamanlar için geçerlidir. Çünkü insanlığı bir
bütün kabul eden Kur'an, her çağ için geçerli olacak nitelikte kapsamlı hükümler
getirmiştir.[159]
Ateş'e
göre yukarıda zikrettiğimiz âyetler ve benzerleri tarihsel nitelikli
olanlardır. Bu tür âyetler bize Peygamber döneminin olaylarını
aksettirmektedir. Bugün bu tür âyetlerin hükümlerinin uygulanması mümkün
değildir. Ancak Ateş, Kur'an-ı Kerim'in tarihsel nitelikli âyetler içerdiğini
vurgulamakla birlikte, Kur'an'ın sadece tarihsel bir varlık olan insanın
belirli koşullarına göre değil, her zaman ve her koşuldaki insanın
problemlerine uyacak, onlara çözüm getirecek nitelikte prensipler getirdiği
görüşündedir. Bunlar genel kurallardır, tarihin ve şartların değişmesiyle
değişmez. Bu sebeple Kur'an'ın hükümleri her zaman ve koşulda geçerlidir. Bu
görüşlerini şu âyetlerle delillendirir:
“Örneğin Kur'an,‘iyilik ve takvâda birbirinize yardım edin,
günâh ve düşmanlıkta birbirinize yardım etmeyin’, ‘ölçü ve tartıda eksiklik
yapmayınız, ticarette hile yapmayınız’ buyurmaktadır. Kur'an, haksız yere
saldırganların, toplum tarafından
önlenmesini
emretmektedir.[160] Ateş, bu tür âyet
hükümlerinin ve prensiplerinin hiçbir zaman ve mekanla sınırlanamayacağını
vurgulamıştır. [161]
Ateş,
Kur'an'ın ibret için anlattığı kıssaların sadece geçmiş zaman içinde olmuş
bitmiş olaylar olmadığını, insanlığın ortak olguları olduğunu vurgulamıştır. Bu
sebeple Kur'an, daha önceki ulusların hayat ve davranışlarından örnekler
anlatmıştır. Çünkü, önceki peygamberler, âdetâ bir tek millet olan insanlığın
Allah tarafından, birbiri ardınca gönderilmiş elçiler olarak gelmişler ve
birbirlerinin misyonlarını sürdürmüşlerdir. Ateş'e göre, “Kur'an'ın
peygamberlerin kıssalarını birbirine benzer tarzda sunuşundan, tarih
boyunca
insanların birbirine benzer davranışlar göstermesinden insanların, temelde aynı
özellikleri taşıdığını, bütün peygamberlerin de aynı amacı yani tevhidi
yerleştirmek üzere gelen elçiler oldukları anlaşılmaktadır. Kur'an kıssaları
bir hayat öyküsü olmaktan çok, hayâtın kendisidir. Ateş'e göre, Kur'an
kıssalarının asıl amacı, müşriklerin öteki peygamberlerin kavimlerinde bulunan
vasıflarını, kıssa tarzında gözler önüne serip, diğer peygamberlere isyân edenlerin
helâk olduğu gibi bunların da helâk olacaklarını
vurgulamaktır.”[162]
Ateş,
daha sonra genel olarak Kur' an âyetleri ve kıssalar konusu ile tarihsellik
arasında bu tür bir ilişki kurduktan sonra dini hükümlerin niteliği konusuna
değinmiş ve Reşit Rıza'dan nakillerde bulunmuştur.
Ateş,
hükümleri inanç, ibadet konuları ve dünyaya ilişkin helal, haram, siyaset ve
kaza hükümleri şeklinde bir tasnife tâbi tutmuştur. Birinci grup dini
meselelerde kaynak olarak Kitap, Sünnet ve sahabenin icmasını bağlayıcı delil
olarak görmüştür. İkinci gruba gelince, onlar şöyle bir ayırıma gitmişlerdir:
1.
Açık nass ile sabit
olanlar,
2.
Hakkında nas olup sahabenin
çoğu tarafından kabul edilip bazılarınca kabul
edilmeyen hükümler. Ateş'e göre, bu iki grup hükmü
uygulamayanları İslam toplumu cezalandırır.
3.
Hakkında açık nassın ve sahih
hadisin bulunmadığı konulardır. Bu tür konularda
üzerinde ittifak edilmi ş ortak bir hüküm bulunmamaktadır.
Üçüncü
grup üzerinde Ateş, uzunca bir açıklama yapmıştır. Bu tür konularda herkesi
bağlayıcı
hükümlerin bulunmaması sebebiyle alimler içtihatlarda bulunmuşlardır.
Ateş,
bu konuda en büyük tehlikeyi bu içtihatların birinci ve ikinci sınıf hükümler
gibi bağlayıcı ve uygulanması zorunlu hale getirmelerinde görmüştür. Zira,
insanlar bu tür hükümleri tanrısal hükümler gibi görmüşlerdir. Bu ise dinin
yaşanmasında zorluklar getirmiştir. Bu tür güçlükler sebebiyle dinin birçok
hükmü uygulanmadan terkedilmiştir. Dolayısıyla, zor hükümler içeren bu tür
içtihatların terk edilmesi sonucunda uygulanması kolay hükümlerin de terkine
sebep olmuştur. Ateş bu duruma sıkça dikkat çekmiştir.[163]
Sonuçta
Ateş, salt tarihsellik anlayışını kabul etmemiştir. O'na göre, Kur'an'da
tarihsel âyetler olmakla birlikte evrensel âyetler daha çoktur. Kıssalar tarihi
olayları anlatmakla birlikte ibret ve öğüt amaçlıdır. Hükümlerin dini inanç ve
ibadetle alakalı olanları delâlet ve sübut yönünden kat'i delillerle sabit
olmak zorundadır. Dünya ile ilgili hükümlerde ise, kesin naslarla sabit olmayan
konularda içtihatlar yapılmalıdır. Fakat bu içtihatlar hiçbir zaman kutsanarak
kat'i deliler gibi bağlayıcı sayılmamalıdır. Zira bu alan tarih ve mekanla iç
içedir. Zamanlara ve mekanlara göre farklı hükümler arz edebilir. O halde,
çözüm nasıl bir metotla sağlanabilir? Ateş bu soruna durumsallık anlayışı ile
çözüm bulmaya çalışmıştır.
Süleyman
Ateş'in yukarıda görüşlerini zikrettiğimiz nesh ve tarihsellik konusunda
kendine özgü görüşleri olmakla birlikte, durumsallık konusunda Celal Kırca'nın “Tenzil
Yönteminin Tarihselliği Problemi ve Kur'an Yorumuna Olan Etkisi”16
isimli makalesine Kur'an Ansiklopedisi isimli eserinde “Tarihsellik ve
Durumsallık” başlığı altında[164]
[165] yer verdiği görülmektedir. Bu
yer verişten ve ilgili makale hakkında hiçbir eleştiri getirmeyişinden bu
makalenin içeriğini benimseyip tasvip ettiği düşünülebilir. Durumsallığın,
nesih ve tarihsellikle yakından ilişkili olması ve Ateş'in de
durumsallığı ilgili eserinde başlı başına bir madde olarak ele alması sebebiyle
Celal Kırca' dan durumsallıkla alakalı yaptığı nakli özet olarak sunmayı
uygun gördük.
Kur'an'ı
Kerim yirmi üç yıllık bir zaman dilimi içinde kimi zaman âyet pasajları, kimi
zaman da sureler halinde nazil olmuştur. Kimi konular bir âyet veya pasajın
nazil olması ile işlenirken, kimi konular ise aralıklar halinde nazil olmuş
olan birden fazla âyetlerde ya da pasajlarda işlenmiştir. Bu saptamanın en
güzel örneğini içkinin haram kılınma safhalarının anlatıldığı ilgili üç âyet
oluşturmaktadır. Vahyin bu şekilde peyderpey nazil olmuş olması tedricilik
metodun uygulandığını bize göstermektedir. Bu tedricilik, vahiy ile olgunun
karşılıklı etkileşimin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Kur'an
âyetlerinin tenzil süresi içinde iniş keyfiyetine ve kemiyetine kabaca bakılacak
olursa görülecektir ki, kimi âyetler yeryüzünde yaşanan mevcut olguya binaen
inmiştir. Olgunun vahyi şekillendirmesi olan bu olay “istenilmiş vahiy” olarak
değerlendirilmiştir. Vahyin bu türünde, tek tek âyetlerin ya da pasajların
sebebi nüzulü olduğu gibi, somut bir olay olmaksızın âyetlerin indiği zaman ve
mekanda cari olan sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel olaylara binaen inmiş
olan
âyet ya da âyet pasajları da mevcuttur. Bu tür âyetlerin daha sağlıklı
anlaşılması için sebebi nüzullerin ve olayların tarihi, sosyo-kültürel ve
ekonomik araka planının bilinmesi önemlidir. Kur'an'ın kimi âyetleri ise,
olgunun hiçbir etkisi olmaksızın Şari’in bireyleri ve toplumları genel ilkeler
ve maksatlar doğrultusunda şekillendirmeye yönelik olarak nazil olmuştur ki, bu
tür vahy'e ise “sunulmuş vahiy” denmiştir. Bu dönemin tenzil dönemi olarak
isimlendirilmiş olması da Kur' an âyetlerindeki tedriciliği bize daha iyi
anlatmaktadır. Tenzil sonrası dönemde ise olgunun ağırlığı yerine tümüyle
vahyin ağırlığı bulunan bir döneme girilmiştir. Asıl problem, “Tenzîl dönemi
içinde yaşayan insanlara, Kur'an'ın, yirmi üç yıllık bir süre tanıması ve
öngöreceği kuralları tedricilik ve te'hir gibi yöntemlerle sunması ve onlara
sağladığı imkan ve kolaylıkları, acaba tenzil sonrasında yaşayan insanlara da sağlamış
mıdır?” sorusuna verilecek cevaptır. Daha açık ifade ile tenzil
sonrası
döneminde yaşayan ve yaşayacak olan insanlara, örneğin günümüzdeki insanlara,
tenzîl döneminde yaşayan insanlara tedrîcilik ve te'hir yöntemleriyle sağlanan
imkanlar ve kolaylıklar, Kur'an tarafından aynen sağlanmış mıdır? Kısacası
“Tenzil Yöntemi” tarihsel mi, yoksa evrensel mi olduğu konusundaki tavrın açık ve
net olup olmadığının ortaya
konması
bu tür soruların da cevabını teşkil edecektir. [166]
Tarihsellik
kavramı, dini literatürümüze yeni girdiği için klâsik İslamî kaynaklarımızda bu
konunun ele alınıp tartışıldığını söylememiz mümkün değildir. Ancak, kavram
olarak yer almasa da bunun düşünce ve fikir olarak yer aldığını söyleyebiliriz.
Nitekim tarihsellik anlayışına göre, Hz. Peygamber'in vefatı ile vahiy sona ermiş
ve dolayısıyla uygulanan
tenzîl
yöntemi de vahyin kesilmesiyle birlikte fonksiyonunu tamamlamış bulunmaktadır.
İnsanlar Müslüman oldukları ana kadar inen âyetlere, vahyin sona ermesiyle
birlikte de vahyin tamamına muhatap olmuşlardır.[167]
Bu
düşünce veya varsayım, âyetleri indiği tarihsel bağlama ve ortama ait kılma; bu
yöntemin tarihselliğini kabul etme gibi bir paradigmaya yol açmıştır. Tarihsel
anlayışın Kur'an'ı anlama ve yorumlamaya olan etkisi de bu görüşe göre şekil
almıştır. Bu durumun sonucu olarak da Kur'an, olmuş bitmiş bir vahiy olarak algılanmış
ve bütün olgular bu
temel
anlayışa dayalı olarak anlamlandırılmaya kalkışılmıştır. Yani bu durum bizi
tenzîl yönteminin “durumsallık” ilkesini bir anlamda görmezlikten gelerek,
Kur'an âyetlerinin her birini, her olguya veya herkese aynı anda ve aynı ölçüde
uygulanabilirliğini ön görme gibi bir anlayışa sevk etmiştir.
Acaba
işin aslı gerçekten böyle midir? veya böyle mi olmalıdır? Ateş bu soruların
cevabı olarak şunları nakleder: “Bunu öğrenebilmenin en emin yolu, Kur'an'ın
öngördüğü ilkelerin temelinde yatan mantığı yakalamak ve bu mantığa dayalı Kur'an'ın
evrensel
ilkelerini
tespit etmekten geçmektedir. Buna göre bu ilkeler şunlardır: Kur'an'ın
öngördüğü ilkeler ve verdiği bilgiler, insan doğasına ve doğa kanunlarına asla
ters değildir. Getirdiği ilkeler ve verdiği bilgiler, insan hayatının
bütünlüğünü ve bütün akıllı insanları hedeflemektedir. Kur'an ilkelerinin ve
bilgilerin hayata aktarılması sırasında “durumsallık” bir yöntem olarak
öngörülmüştür. Yani vahyin kendisi zaman ve mekâna bağlı olmadığı halde meydana
gelen olaylardan “durumsal” olmuştur. Müslümanların zengin olmadıkça zekât
vermemesi ve hacca gitmemesi, su bulunmadığında teyemmüm etmesi, mukim iken
dört rekat kıldığı namazı iki rekat olarak kılması, misafir ve hasta iken bazı
din kurallarını yerine getirmemesi... vs. gibi hususlar ile Mekke'de özellikle
iman ve ahlak kurallarının, Medine’de ise ibadet ve hukuk kurallarının veya
ayrıntılarının belirli zaman dilimleri içinde indirilen âyetlerle emredilmiş
olması durumsallığı gösteren örneklerdir. Ayrıca suç işlemedikçe hiçbir zaman
Müslüman'a uygulanamayacak olan cezai müeyyideleri içeren âyetleri de buna
ilâve etmeliyiz. Allah’ın varlığına ve âhiret hayatına inanma gibi temel
esaslar ve insanın temel kişiliğini oluşturan ahlaki kurallar hariç, diğer
konuların uygulanmasında durumsallığın bir yöntem olarak görülmesi, tenzil
yönteminin evrenselliği gereğidir. Nitekim tenzil sonrası dönemin müteakiben
durumsallık anlayışını teyit eden bazı örneklere rastlamaktayız. Bunların
başında Hz. Ömer'inMüellefe-i Kulub'a zekat verilmesi uygulamasını
kaldırmış olması gelir.[168] Kasâni de bu âyetin
uygulaması hakkında Hz. Peygamber'in Müellefe-i Kulub' a ödeme yaptığı
koşul ve sebeplerin tekrarı halinde aynı durumda olan kişilere ödemede
bulunabileceğine dikkat çekmiştir.[169]
Bu
anlatımlardan kanaatimizce kastedilen şeyse, dini anlayıp yorumlamada
sosyolojik, ekonomik ve politik şartlar yöntemlerin farklılaşmasını zorunlu
kılıyorsa, geçmiş anlayıştan farklı yöntemin de uygulanmasında herhangi bir
sakıncanın olmamasıdır. Bu tür yöntem değişikliği sonucu şüphesiz hükümlerin
uygulanmasında da bir değişiklik ortaya çıkacaktır. Fakat, durumsallık yöntemiyle
yapılacak değişikliklerde, nesh yönteminde olduğu gibi, hükümlerin ebediyen
uygulamadan kalkması olmayacaktır. Birbirine alternatif görülen iki çözümden
birinin mevcut problemi çözmediği durumlarda diğerinin devreye girmesi
anlamında kullanılmıştır. Başka bir ifade ile nesihten farklı olarak
durumsallıkta, farklı zaman ve mekanlarda durumların değişmesine göre
uygulanılacak çözümlerinde farklılaşarak zamanı geldikçe devreye girmesi
şeklinde yorumlanmıştır.[170] Tarihsellik kısmında Ateş'in
dini hükümleri niteliği açısından üçe ayırdığına kısaca değinmiştik. Özellikle
hakkında açık nassın ve sahih hadisin bulunmadığı konular olarak
özetleyeceğimiz bu gruptan kaynaklanan problemlere Ateş, durumsallık yöntemi
ile çözümler aranması anlayışındadır. Bu görüşüne “savaşta el kesilmez” hadisin
delil olarak göstererek “Dar'u'l-Harpte” hadlerin uygulanmayacağı
hükmünü benimsemiştir. Ebu Hanife'nin de böyle düşündüğünü kaydetmiştir.[171]
Kur'an'ın
Tenzil yöntemini eğer ciddi bir şekilde araştıracak olursak; iman ve ahlakla ilgili
hükümlerin ağırlıklı olarak Mekke'de birden ve doğrudan indiğini görürüz.
Muamelatla ilgili özellikle yasaklar ve çeşitli ibadetlerle ilgili âyetlerin
ise Medine'de tedricilik ve tehir yöntemine tabi tutulduğunu müşahede ederiz.
Tenzil sonrası uygulamalarda ise, hükümlerin durumsallığı gözetilmeyince
uygulamalarda zaman zaman problemler ortaya çıkmış, tevillerle bir çözüm
bulunamayınca nesh yöntemiyle problemlere çözüm aranmıştır.[172]
Nitekim Hibetullah b. Selâme, Enfal suresinde yer alan “Eğer onlar barışa
yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan, çünkü O, işitendir, bilendir.”[173] âyetini, hatta “Biz İsrâil
oğullarından şöyle söz almıştık: “Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz,
anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara
güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin!” Sonra siz, pek azınız hariç,
döndünüz; hâlâ da yüz çevirip duruyorsunuz.”[174]
âyetinde yer alan “İnsanlara güzel söz söyleyin” kısmını bile savaş olgusu ile
bağdaştıramadığı için “kılıç âyeti” ile mensuh saymıştır.[175]
Tenzil yönteminin temelini oluşturan durumsallık yeterince değerlendirilip
dikkate alınsaydı belki de Kur'an'da metni kalıp hükmü ebediyen nesh edilmiş
bunca âyetin varlığı savunulmazdı. Hibetulah bin Selame'nin yaptığı gibi, bir
savaş âyetiyle yüz on civarında barışla ilgili âyet nesh edilmez; savaşta savaş
âyetlerinin hükümlerinin cari olduğu, barışta ise barışla ilgili âyetlerin
geçerli olduğu olgusu anlaşılabilirdi. Zira, Kur'an “bir insanın öldürülmesini
bütün bir insanlığın ölümü, bir insanın hayata kazandırılmasını ise bütün bir insanlığın
kurtarılması
olarak”[176] olduğunu değerlendirirken bir
taraftan da savaştan söz etmesi
“durumsallığın
en açık kanıtını oluşturmaktadır.[177]
O
halde, bu tür sorunların altında yatan asıl mesele nedir? sorusuna Ateş, bütün bu
sorunların
altında yatan problemi yöntem sorunu olarak nitelemiştir. Bu konuyla ilgili
Celal Kırca'nın bir makalesini de naklederek bu konunun önemine dikkat[178] çekmiştir. Çünkü Kur'an'ın
içeriği kadar içeriğin sunuluş yöntemi de o derecede önemlidir. Zira Kur'an'ın
içeriğini en güzel bir şekilde anlamak amaç ise, bu amaca bizi ulaştıracak olan
araç olan yöntem de en az o amaç kadar önemlidir. Bu sebeple Kur'an'ın bizzat
uyguladığı “durumsallık” yöntemini tarihin bir köşesine hapsetmek pek de doğru
olmasa gerektir. Aksine tenzil yöntemi, Kur'an'ın içeriğinin ne şekilde ele
alınması ve insanlara ne şekilde uygulanması gerektiği hususunda Kur'an yorumcularına
yol gösterici bir işleve de
sahiptir.[179] Nitekim Kur'an ilimleri içinde
yer alan, vahiy ve olgunun nasıl bir etkileşim geçirdiğini bize gösteren
“Mekkîlik ve Medenîlik” konusu tenzil yöntemi göz önünde bulundurulmadan
değerlendirildiği zaman ayakları yere basmamaktadır. Geleneksel pek çok tefsire
baktığımız zaman “falanca âyet, falanca sure Mekkîdir, ya da Medenîdir”
şeklinde kısa bir kayıtla değinilmiştir. Mekkîlik ve Medenilik konusu usul
kitaplarında geçmekle birlikte pratikte eksik uygulandığı gözükmemektedir.
Esbab-ı nüzul konusunda ise, “sebebi nüzulün umumi olması hükmün umumiliğine
engel teşkil edip etmeyeceği” meselesi kısır bir alanda tartışılıp durmuştur.
Hâlbuki usul kitaplarımızdan; örneğin, Suyuti’nin el-Itkan isimli
eserine kabaca bir bakacak olursak Kur'an'ın tenzil yöntemi ile alakalı pek çok
ipucunu bize verdiği görülmektedir. Örneğin vahyin “Mekkîliği
Medeniliği,
hazarda mı yoksa seferde mi, gece mi gündüz mü, yazın mı kışın mı, hatta yerde
mi, gökte mi, uyurken mi, uyanıkken mi, indiğine kadar değinilmi ştir. Bu
örneğin bile, bize vahyin nasıl bir canlılıkta indiğini ve tenzil yönteminin ne
kadar önemli olduğunu ispatlamaya yeteceği kanaatindeyiz.[180]
Tenzil
yöntemi Kur'an'ı yorumlamada olduğu gibi Kur'anî bir eğitimde de önemli bir
yere sahiptir. Nitekim tenzil yöntemine göre indirilen âyetleri ana konularına
göre bir değer sıralamasına tabi tutacak olursak evvela temelde iman
esaslarını, sonra sırayla ahlak, ibadet ve en yukarıda da hukuk esaslarını
görmekteyiz. Buna göre iman temelde, ahlak imanın üzerine, ibadetlerde ahlakın
üzerine, hukuk ise en son olarak bütün bunların üzerine bina edilmiştir.[181] Tenzil yönteminin bu eğitici
yöntemi ve onun temelini oluşturan durumsallık dikkate alınmadığı içindir ki,
günümüzde pek çok Müslüman İslam anlayışını temelden yani iman esaslarından
başlayarak inşa etmek yerine, çatıdan yani hukuktan başlayarak inşa etmektedir.
Bu durum sonuçta büyük bir hatayı da beraberinde getirmektedir.[182] Hâlbuki hukuk kurallarının
amacı iman, ahlak ve ibadetlerden oluşan bu üç konuyu korumaktır.[183] Ancak günümüzde
hukukun bu üç konuyu koruma olan araçlık vasfından çıkıp amaç halini almasıyla
birlikte, İslam denilince akla hemen el kesmek, recm, mirasta taksim, şahitlik
vb. konular gelmekte ve İslam sadece bu gibi konulardan müteşekkilmiş gibi
algılanmakta ve öğretilmektedir.[184]
Bu soruna kabaca bir isim vermemiz gerekirse genel anlamda İslam'ı, özel olarak
da Kur'an'ı anlamada yöntem sorunu dememizde kanaatimce bir problem yoktur. Bu
tür problemleri çözebilmenin de en kolay yolu tenzil yöntemini problemlerin
çözümünde kullanmaktan geçmektedir. Ateş de kanaatimizce problemi bu doğrultuda
değerlendirmiş ve eserine “Tarihsellik ve Durumsallık1”
isimli makaleyi eleştiri yapmaksızın aksine, kendi görüşlerini desteklemek
maksadıyla kitabına almıştır.
SÜLEYMAN ATEŞ'İN KELAMÎ KONULARLA İLGİLİ AYETLERE
GETİRDİĞİ ÇAĞDAŞ YORUMLAR
Kur'an'ı
anlama ve yorumlamada, Kur'an'ı Kerim'e ters düşen yorumlar ve rivâyetlerin
ortaya çıkmasıyla birlikte zaman zaman bozulmalar ortaya çıkmıştır. Bu
yorumlarda ve rivâyetlerde o kadar ileri gidilmiştir ki, bu durumun sonucunda
Kur' an tefsirinde açıkça tahrifler görülmeye başlanmıştır. Ortaya çıkan bu
faaliyetlerin Kur'an'ı kutsamak için yapıldığı dahi iddia edilmiştir.[185] Bu bozulma ve tahrifler bir
kısım problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Problemlerin çözülmesi için
kanaatimizce bu tür olumsuzlukların giderilmesi ve bu tür rivâyetlerin
ayıklanması gerekmektedir.
Bu
yorumların ve rivâyetlerin ayıklanması için sorgulanması gerekmektedir. Bu tür
rivâyet ve yorumlar özellikle dinin aslını teşkil eden inanç konuları ile,
dinin hayata aktarıldığı, çoğunlukla da toplumsal konuları içeren muamelat
kısmında kendisini hissedilir derecede göstermiştir.
Birçok
hurafe ve bidatler ortaya çıkmış, bunlar sanki dinin yegâne farzlarıymış gibi
algılanmaya başlanmıştır. Bu durumu çok iyi müşahede eden Süleyman Ateş, Kur'an
tefsirinin yeniden yapılanması konusunda pek çok gayretlerde bulunmuştur.
Kur'an'ı yorumlarken çağdaş birçok probleme çözüm üretmek için gayret sarf
etmiştir. Bu bölümde Süleyman Ateş'in inanca ve toplumsal alana ilişkin temel
bazı çağdaş problemlere nasıl yaklaştığını inceleyeceğiz.
İnanç esasları hiç kuşkusuz
bir din için olmazsa olmazların başında gelmekte ve dinin temelini teşkil etmektedir.
Kur'an âyetlerinin ekseri kısmı da inanca dair konuları
içermektedir. İnsanların inanca dair
görüşleri de, itikadi âyetleri anlayıp
yorumlayabildikleri
oranda şekillenmektedir. Kişilerin inanca taalluk eden konulardaki düşünceleri
de, ister istemez diğer konulardaki düşüncelerini etkilemektedir. Bu
düşüncelerin etkisiyle de Kelâmî pek çok konuların ortaya çıktığı
bilinmektedir. Çalışmamızın bu kısmında Ateş'in problem olarak gördüğü Kelâmî
bazı konulardaki görüşlerini ve bu problemlere karşı getirmeye çalıştığı
çözümleri inceleyeceğiz.
Ehl-i
Kitap'la alakalı tartışmaların odağında hiç kuşkusuz cennet ve cehenneme hangi
şartlarda kimlerin gireceği ile ilgili düşünceler bulunmaktadır. Uhrevi
kurtuluşa erebilmek, dolayısıyla cennete girebilmek için hangi esaslara
inanılmasının yeterli olduğu konusundaki görüş farklılıkları Ehl-i Kitap'ın
cennete girip giremeyeceği hususunda da görüş ayrılıklarına sebep olmuştur.
Amentü diye özetlenen ve altı inanç esası diye bilinen şeylere eksiksiz inanan
kimselerin uhrevi kurtuluşun göstergesi olan cennete gireceği hususunda her
hangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Konu ile ilgili problem, kişinin bu
altı maddeden birini inkâr etmesi durumunda cennete girip giremeyeceği
noktasındadır. Daha açık ifadeyle, problemin temel sebebi bu altı maddeden
hangilerinin inanç açısından kurtuluşa sebep olacak “asıl”ı, hangilerinin de
“furu” teşkil ettiği konusunda farklı düşüncelerin var olmasıdır.
“Öteden
beri kelâmcılar arasında bulunan anlayışa göre iman esasları nazariyatta üçe
irca edilmiştir. Bu üç iman esası:
1.
Allah'ın varlığına, yegâne
yaratıcı ve ma'bud olduğuna,
2.
Peygamberlerin Allah
tarafından tebliğle görevlendirilmiş Allah'ın kulları ve elçileri olduğuna,
3.
Âhiret gününe inanmak, İslam
âlimlerinin ekseri kısmına göre bu üç madde
“usûl-i selase” diye isimlendirilerek asgari iman esaslarının
aslı kabul etmişlerdir. Altı olarak kabul edilen iman esasları diye sayılan
diğer üç maddeyi ise bu üç aslın fer'i olarak değerlendirmişlerdir. Bazen bu üç
esas da bire irca edilmekle imanın aslı sadece Allah'a inanmak olarak
zikredilmiştir.”[186]
Tezimizin
bu kısmında Ateş'in bu konudaki düşünce ve fikirlerinden hareketle Ehl-i Kitap
kavramından kimlerin anlaşılması gerektiği ve bunların âhiretteki durumu
hakkındaki görüşlerini inceleyeceğiz.
1.1.1.
Ehl-i Kitap'ın Tanımı İle İlgili Tartışmalar
Problemin
net bir şekilde ortaya konabilmesi için Ehl-i Kitap tamlamasının genel
hatlarıyla kavramsal ve terimsel analizinin yapılmasında yarar vardır. Çünkü bu
tamlama, Kur'an'da yer yer terim anlamda kullanılmakla birlikte kavram
anlamında da kullanıldığı görülmektedir. Bu sebeple Ehl-i Kitap'ın kavram
anlamda kullanıldığı âyetlerle, terim anlamda kullanıldığı âyetleri birbirinden
ayırıp konu ile ilgili âyetleri bu çerçevede tespit edeceğiz. Bu tespitin,
meselenin daha net anlaşılmasına ve Kur'an'da geçen Ehl-i Kitap tamlamasının
Ateş tarafından kavramsal anlamda mı, yoksa terimsel anlamda mı anlaşıldığını
belirlemeye yardımcı olacağını düşünüyoruz.
Yukarıda
da değindiğimiz gibi ^IjSİI JaI
iki isimden oluşmuş bir isim tamlamasıdır. Bu sebeple öncelikle JaI kelimesinin anlamına değinmekte
yarar vardır.
JaI: Esas itibariyle kişinin aynı evde
beraber yaşadığı kişilerdir. Daha sonsa mecaz olarak kişiyi başkalarıyla bir
arada tutan nesep, din, meslek ve köy kent gibi şeylere de “JA “ denilmiştir. Ja' denilince akla ilk gelen ailedir. “ ^jjİI Ja' “ ise ev halkı anlamına
gelmektedir. Ja' aile anlamında
kullanılsa da, bu anlamdan daha ziyade kişinin ailesi anlamına gelir. Nitekim
Ehl-i İslam da İslam dinine mensup manasındadır.[187]
Ehl-i
Kitap ise, Ja! kelimesinin kavram
anlamından hareketle kitap sahibi anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile bu
isim tamlaması, “ilahi bir kitaba inananlar” anlamında kullanılmıştır.
Kelimenin yapısı ve kavram anlamından hareketle Müslümanlara da Ehl-i Kitap
denilebilir.[188] Bu kavramsal anlamdan hareketle
Ateş, bu tamlamanın kendisini bildiğimiz bilmediğimiz bütün ilahi kitap
sahiplerini içerdiğini vurgulamıştır.[189]
Hatta Ateş, bir adım daha ileriye giderek Ehl-i Kitap kavramının bu mezkûr
gruplarla sınırlı olmadığını; Hinduların, Japonların vaktiyle ilahi bir kitaba
sahip olduklarının kuvvetli bir ihtimal olduğunu savunmuştur.[190] Çünkü O'na göre, “Onların
kitaplarının asıllarından uzak olması bu milletlerin kitapsız olmalarını
gerektirmez. Nitekim Tevrât ve İncil'de hayli değişikliklere uğramış; ancak
Kur'an indiği sırada Yahudi ve Hıristiyanlar'ın ellerinde bulunan kutsal
kitabı; ilahi kitap, ona uyanları da kitap ehli olarak kabul etmiştir.”[191]
^U£J|
JA tamlamasının kavram anlamı böyle olmakla birlikte, bu tamlamanın bir de
terim anlamı bulunmaktadır ki, bu anlam Yahudi ve Hıristiyan'ları içermektedir.
Müslümanlar arasında ^tjSll Ja! denilince
hemen akla tamlamanın bu terim anlamı
gelmektedir.
Bu anlamda Ateş'e göre, Kur'an' da geçen Ehl-i Kitap tabirinin, daha ziyade
Kur'an'dan önceki ilahi kitaplar anlamına geldiğini, Ehlü'l Kitap tamlamasının
da, Tevrât'a ve Zebur'a bağlı olan Yahudiler ve Tevrât, Zebur ve İncil'e bağlı
olan Hıristiyanlar anlamında kullanıldığını dile getirmiştir.[192] Ateş, Kur'an'da geçen bu
tabiri terim anlamında kullanıldığı görüşünü benimsemiştir. O'na göre M^l JaI tabirinin
terim
anlamında kullanılmasının sebebi ise, “Kur'an'ın indiği ortamda Tevrât ve
İncil'den başka İlahi kaynaklı bir kitabın bilinmemesinden ötürü Kur'an'da bu
tabir Yahudi ve Hıristiyanlar'ı çağrıştırmaktadır. Nitekim Kur'an onlar
hakkında Ehl-i Kitab tabirini kullandığı gibi, özellikle onların bilginleri
için “Ehlu'z-Zikr, Ehlu'l- İlm, ûtu'l- Kitab, ûtu'l- İlm, vb. tabirleri
kullanmıştır.”[193]
Uhrevi
kurtuluşa erenler sayılırken Yahudi ve Hıristiyanlarla birlikte kendilerine
Sabiîe denilen bir topluluk da anılmıştır.[194]
İlgili
âyetlerde geçen jjA^Jİ Sabîi'nin çoğuludur. “L^>” kökünden gelen sabiî,
bir dinden başka bir dine geçen demektir. Kur'an'da bu kavram üç defa
geçmektedir.[195] Kur'an'da bunun
dışında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Fakat tefsirlerde ve dinler tarihi
kitaplarında sabiîlerle ilgili pek çok bilgiye rastlanmaktadır. Verilen bu
bilgileri özetleyecek olursak; İlahi bir dine mensup olmamakla birlikte
kendilerine ait özel bir dini olmayanlar, Ruhani varlıklara inananlar,
Yıldızlara tapanlar,[196] şeklinde üç grup şeklinde
özetlememiz mümkündür.
Ateş'e
göre ise, Sabiilik Hıristiyanlıkla yıldızlara tapma şeklinde kendisini
izhar eden bir dinin karışımıdır. Bununla birlikte Ateş, bu grubu Ehl-i
Kitap'tan saymamıştır.[197] Yahudi ve
Hıristiyanlarla birlikte zikredilmesi, bunların Ehl-i Kitaptan sayılıp
sayılamayacaklarını gündeme getirmiş ise de, “(Onu size indirdik ki) Kitap,
yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere, Hıristiyanlara) indirildi, biz
ise onların okumasından habersizdik (o Kitapları okuyamıyor, dillerini
anlayamıyorduk) demeyesiniz,”[198] âyetinden hareketle sâbîleri
Ehl-i Kitap'tan kabul edilmemiştir.[199]
Fakat Peygamber'den Mecusilere, Kitap Ehline yapılan muamelenin
yapılmasına dair rivâyetler mevcut olmakla birlikte Mecusilerin kestiklerinin
yenmeyeceği ve onlarla evlenilmeyeceğine dair rivâyetler de vardır. Ancak
Ateş'e göre, bu gibi rivayetler Mecusilerin durumunu ne olacağı ne olacağı
hakkında kat'i işaretlerde bulunmamaktadır. Bu sebeple Ateş, Mecusileri
müşriklerden de saymamıştır.[200] Ancak Hz. Ali'den gelen bir
rivâyete göre Mecusiler Ehl-i Kitap sayılmakla birlikte müşrik kabul
edilmiştir. Bu sebeple kadınlarıyla evlenilmeyeceği ve kestiklerinin
yenmeyeceğine kanaat getirilmiştir.[201]
Acaba Ehl-i Kitap tabiri kavram olarak sadece yukarıda değinilen gruplarla mı
sınırlıdır? Ateş'e göre Ehl-i Kitap, bu mezkûr gruplarla sınırlı değildir. Zira
Ateş, Hinduların, Japonların vaktiyle ilahi bir kitaba sahip olduklarını
kuvvetli bir ihtimal olduğunu savunmaktadır. Çünkü “Onların kitaplarının
asıllarından uzak olması bu milletlerin kitapsız olmalarını gerektirmez.
Nitekim Tevrat ve İncil de hayli değişikliklere uğramış; ancak Kur'an, indiği
sırada Yahudi ve Hıristiyanlar'ın ellerinde bulunan kutsal kitabı ilahi kitap, ona
uyanları da kitap ehli olarak kabul etmiştir.”[202]
Ateş,
bazı müfessir ve fâkihlerin, “yiyeceklerinin ve onlarla evlenmenin helal
kılındığı ve terim anlamında Ehl-i Kitab'ın Tevrât ve İncil'in tahrif edilmeden
önceki Kitap Ehli olduğu” görüşünü savunduklarını, fakat bu tartışmaların
hiçbir değerinin olmadığını vurgular. Çünkü Ateş'e göre Kur'an, zamanının Ehl-i
Kitabıyla evlenmeyi ve yiyeceklerini yemeyi helal kılmıştır.[203] Ateş bu düşüncelerini şöyle
temellendirmiştir: “Kur'an o zamanki Kitap ehlinin çeşitli fırkalara
ayrıldığını, üçlemeye inandıklarını, kitaplarının bir kısmını unuttuklarını,
kitaplarını layıkıyla uygulamadıklarını, gerek Mâide gerekse başka surelerde
ifade etmiştir. Buna rağmen, Kur'an üçlemeye inanan veya İsa'nın Allah'ın oğlu
olduğunu söyleyen Hıristiyanlar'ı kâfir kabul etmekle beraber müşrik
saymamıştır. Bu âyetlerde bazılarının iddia ettiği gibi tahsis veya nesih de
yoktur.[204]
Muhammed
Hamidullah'a göre ise, Kur'an'da “önceki sayfalar,”[205]
“öncekilerin kitapları”[206] ifadeleri yer almakta, bu
ikincisiyle Hint kutsal kitaplarının kastedilmiş olabileceği, zira bu
kitaplardan Puranalar'ın kelime anlamının “öncekilerin kitabı” olduğu
belirtilmiştir.[207] Nitekim Hanefiler ve
fiıkahânın çoğunluğuna göre Kitap ehli deyimiyle nitelendirebilmek için sadece
Yahudi ve Hıristiyan olma şartı yoktur. Bu sebeple herhangi bir peygamber'e
iman eden her hangi bir grup da Kitap ehli kabul edilmelidir. Dünyada Hz.
İbrahim'in Suhufuna veya Hz. Davud'un Zebur'una inanan bir topluluk da Ehl-i
Kitap sayılır.[208]
Ehl-i
Kitab'ın kavram anlamı böyle olmakla birlikte acaba Kur'an'da Ehl-i Kitap diye
zikri geçen muhatapların içerisine örneğin İbrahim'ın suhufuna inanan önceki
ümmetlerin de girdirilmesi ne kadar doğru olur! Bir şeyin kavram olarak
efradına cami ağyarına mani tanımının yapılması başka bir şeydir, o şeyin her
zikri geçtiği yerde bu tanım içinden bir kısmı için kavram anlamında
kullanılması ise başka bir şeydir. Elma tanımının içine kavram olarak her çeşit
ve cinste elmanın girmesi doğaldır. Ancak Amasya'da elma yetiştiriciliği ve
alım satımı hakkında konuşulurken kullanılan elma kelimesinden maksadın sadece
Amasya elması olmasından daha doğal ne olabilir. Kanaatimizce Ehl-i Kitap
tabiri de Kur'an'da ister terim anlamında olsun ister kavram anlamında olsun
Yahudi ve Hıristiyanlar'dan bahsetmektedir. Bir farkla ki, Kur'an'da bu tabir
kavram anlamında kullanıldığı zaman sadece ya Yahudiler'den ya da
Hıristiyanlar'dan bahsetmektedir. Terim anlamında ise bu iki grubun her
ikisinden de bahsedilmektedir. Çünkü Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve mekânda bu
Kur'an'ın ilk muhataplarınca bu iki gruptan başka bilinen ve yaşayan bir başka
ilahi kitap'a sahip topluluk da yoktur.
Bu
tabirin terim ve kavram anlamlarını örnekler vererek açıklanmak faydalı
olacaktır. “De ki: 'Ey Kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir
kelimeye gelin: Yalnız Allah'a tapalım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım;
birbirimizi Allah'den başka tanrılar edinmeyelim. Eğer yüz çevirirlerse; Şahit olun,
biz Müslümanlarız! deyin. Ey Kitap
ehli,
neden İbrâhim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrât da, İncil de ondan sonra
indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz? Haydi siz, biraz bilginiz olan şey hakkında
tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allah
bilir, siz bilmezsiniz. İbrâhim ne Yahûdi, ne de Hıristiyandı; dosdoğru bir
Müslümandı. Müşriklerden de değildi.'”[209]
Bu
âyetlerin nüzul sebebine bakacak olursak Yahûdîler, Hz. İbrâhîm'i Yahûdî,
Hıristiyanlar
da Hıristiyan kabul ediyor ve bu yüzden tartışıyorlardı. Bu sebeple bu âyetler
nazil olmuştur. Kur'an da, İbrâhîm'in Yahûdî ve Hıristiyan değil, bir Müslüman
olduğunu vurgulamıştır.[210]
Âyetin
sebeb-i nüzulü bilinmemiş dahi olsa bu âyetin siyak ve sibakından âyette geçen
Ehl-i Kitab tabirinin terim anlamında kullanıldığı yani Yahudi ve Hıristiyanlar'ı
muhatap aldığı hiçbir yoruma ihtiyaç kalmadan anlaşılmaktadır. Nitekim “Eğer
Kitap ehli inanıp (Allâh'ın azâbından) korunsalardı, onların kötülüklerinden
geçerdik ve onları ni'meti bol cennetlere sokardık. Eğer onlar Tevrât'ı, İncil'i
ve Rablerinden kendilerine
indirileni
gereğince uygulasalardı, muhakkak ki üstlerinde(ki ağaçların meyvelerinde)n ve
ayaklarının altın(daki ürünler)den yerlerdi. İçlerinde tutumlu (ılımlı) bir
ümmet var, ama onlardan çoğu, ne kötü işler yapıyorlar?”[211]
âyetlerinde de zikri geçen Ehl-i Kitap tabiri siyak ve sibakından terim
anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır.
“Nankör
olan bazı Kitap ehli kimseler de, müşrikler de size Rabbinizden bir hayır
indirilmesini istemezler. Oysa Allâh, rahmetini dilediğine tahsis eder, Allâh,
büyük lütuf sâhibidir.”[212]
Nesh
konusunda da değinildiği gibi, bu âyet Medine'de nazil olmuştur. Sebebi nüzulü
Yahudiler'in “Muhammed'a bakın, ashabına bir şey emrediyor, sonra onu dönüp men
ediyor, emrettiği şeyin tersini buyuruyor. Bu gün söylediği şeyden yarın
dönüyor. Bu Kur'an Muhammed'ın kendi söylediği, birbiriyle çelişkili bir
sözdür,” demeleridir.[213]
Anlaşılan
o ki, bu âyette geçen Ehl-i Kitap tabirinin muhatabı kavramsal anlamda sadece
Yahudilerdir. Nitekim “Kitâp ehli, senden, kendilerine gökten bir Kitâp
indirmeni istiyorlar. Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişler: “Allâh'ı bize
açıkça göster!” demişlerdi. Haksızlıklarından dolayı derhal onları yıldırım
gürültüsü yakalamıştı. Sonra kendilerine açık deliller gelmişken buzağıyı (tanrı)
tutmuşlardı. Bundan da vazgeçtik ve Mûsâ'ya açık bir yetki verdik,” [214] âyeti ve devamındaki
âyetlerde de zikri geçen Kitap ehlinden kavramsal anlamda Yahudilerin olduğu
anlaşılmaktadır. Konu ile ilgili âyetleri çoğaltmamız mümkündür. Ancak bu kadar
örneklendirme sanırız maksadımızı beyan etmeye yeterlidir.
1.1.2.
Ehl-i Kitap'ın Âhiret'teki Durumu
Âhiret
inancına sahip olan hemen hemen bütün dinlerde cennet kurtuluşun cehennem ise
bu dünyada yapılmış olan suçların karşılığı olarak kabul edilmiştir. Genelde
her dinin mensubu kendi dinini yegâne kurtuluş kapısı olarak görüp cennetin
sadece kendileri için olduğunu, ateşin sayılı birkaç gün dışında kendilerine
dokunmayacağını iddia etmiştir. Nitekim Kur'an Yahudi ve Hıristiyanların bu tür
iddialarda
bulunduklarını
bize haber vermiş ve bu iddia sahiplerini eleştirmiştir.[215]
Cennetliklerden
haber veren âyetlere bakıldığı zaman, her hangi bir dinin kimliğini
taşıyanların cennete gireceğini belirtmekten ziyade, nasıl bir kişiliğe sahip
olan kimselerin cennet gireceğinden bahsedildiği görülmektedir. Bu sebeple
Ehl-i Kitap'ın cennete girip giremeyeceği konusunda İslam bilginleri arasında
derin görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Kimileri dinî kimliklerin cennet için
esas olduğunu iddia ederken, kimileri ise dînî kimlikten ziyade, kişiliklerin
önemli olduğunu vurgulamışlardır. Zira son gurubun anlayışına göre Kur'an
kimliklere değil kişiliklere vurgu yapmak suretiyle cennetlikleri tasvir etmiştir.
Biz de konuya ihtilafın temelini oluşturan kişilik ve kimlik
açısında
ilgili âyetleri ele alıp, bu konuda Ateş'in görüşlerini inceleyeceğiz.
Konu
ile ilgili tartışmanın üzerinde cereyan ettiği âyet,
“ ^j Ü.
M- lUj >Vl - A' j aUL [>î Û^'J ^jt-SlJ 1 jto jjjîlj 1
jîd Jjjîl Û ûj-^jkj “L-Â Vj ^jj-k
£A>A. Vj” “Şüphesiz inananlar;
Yahudiler, Hıristiyanlar ve sâbiiler(den)
Allah'a
ve âhiret gününe inanan ve iyi iş(ler) yapanlara, Rableri katında mükâfât
vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir”[216]
Ateş
bu âyetten hareketle inanılması gerekli olan inanç ile ilgili esasların temelde
iki tane olduğunu düşündüğünü görmekteyiz. Bu iki esas ise, Allah'a ve âhirete
iman etmektir. Şâyet bu iki asıla inanan kişi sâlih amel işler ise icmali anlamda
iman
esaslarını
yerine getirdiği için ona göre cennete girmesinde hiçbir engel yoktur. Zira ona
göre, Allah bir insanın cennete girmesi için bu üç şartı gerekli ve yeterli
görmüştür.[217]
Ateş, Hz. Muhammed'in hem son
peygamber olduğuna hem de ona verilen nübüvvetin evrenselliğine inanmıştır.[218] Hatta Ateş'e göre bütün
peygamberlerin risâlet dili, gönderildikleri kavmin dili ile olmakla birlikte, risâletleri
evrenseldir. Bütün
peygamberler insanlarda hep
aynı kişiliği oluşturmaya çalışmışlardır. Ona göre, hangi
peygamberin
izinden gidilirse selamete çıkılır.[219]
Çünkü o, İslam kelimesinin içini “yalnız Allah'a tapmak, ibadeti sadece O'na
özgü kılmak” şeklinde genel bir tarif ile doldurmayı uygun görmüştür. Zira
İslam'ı böyle anlamakla, bütün peygamberlerin getirdiği din için ortak ad ve
kimliği olarak İslam'ın kullanılması gerektiği görüşünü savunmuştur. Bu görüşünü
şöyle temellendirmiştir: “Çünkü peygamberlere verilen mesajın mahiyeti aynıdır.
Hepsi de insanları tek Allah'a kulluğa, âhirete imana ve sâlih amele
çağırmıştır. Bu bakımdan misyonları aynı olan peygamberler arasında ayrım
yapılamaz.[220] Ateş bu görüşlerinin kaynağı
olarak ta “O'nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz” (dediler).”[221] “Biz, Nûh'a ve ondan sonra
gelen peygamberlere vahiy ettiğimiz gibi, sana da vahiyettik.”[222] gibi âyetleri göstermiştir.
Kanaatimizce
Ateş'in Ehl-i Kitab'ın hangi şartlarda cennete gireceği ve uhrevi kurtuluşa
ereceği ile ilgili farklı düşüncesinin temelini bu düşünceleri oluşturmaktadır.
Nitekim Ateş'in Kur'an ile diğer ilahi kitapların nesh edilmesi düşüncesinin
doğru olmadığını, tam tersine Kur'an'ın diğer ilahi kitapları tasdiklediği
görüşünü benimsediğine nesh konusunda değinmiştik. Lâkin geleneksel İslam
anlayışına göre Hz. Muhammed haricindeki bütün peygamberler kendi kavimlerine
gönderilmişler, Hz. Muhammed ise, cihanşümul olarak bütün insanlığa
gönderilmiştir. Ayrıca yine geleneksel İslam anlayışına göre, peygamberlik
müessesesini kabul etmekle birlikte peygamberlerden bazısının nübüvvetini inkâr
etmek de küfür sayılmıştır. Bu sebeple kişi, Hz.
Muhammed
hariç bütün peygamberlere iman etse ve Hıristiyanlar gibi, sadece Hz.
Muhammedi
peygamber olarak kabul etmese, geleneksel anlayışa göre yine de o kişi
küfre
düşmüş olarak nitelendirilmiştir.[223]
Her zaman için Müslüman kimliği önde tutulmuştur. Bu tutumun sebebi de
kanımızca, iman ve amel ayrımından kaynaklanmıştır. Nitekim, geleneksel İslam
anlayışı ameli imandan bir cüz olarak kabul etmemi; sadece, imanı kemale
erdirici olarak yorumlamıştır.[224]
Ateş
aşağıda da değineceğimiz gibi uhrevi kurtuluşa ermek için bütün peygamberlerin
dolaysıyla da Hz. Muhammed'in de peygamber olarak kabul edilmesini yani
peygamberliğinin inkâr edilmemesini şart koşmuştur. O halde ayrılık noktası ne
olabilir? Ateş'in kendisine özgü olarak ortaya koyduğu ve diğer İslam
âlimlerinden ayrıldığı nokta “bir kimse Hz. Muhammed peygamber olarak geldikten
sonra da diğer dinlerin şeraitlerine göre yaşasa ve Allah'a ve âhirete inanıp
sâlih amel işlese, bu durumda uhrevi felaha ulaşacağına” olan inancıdır. Nitekim
Ateş Reşit Rıza'nın da
kendisi
gibi düşündüğünü ve şöyle değini nakletmiştir. “Demek ki, cennet ve
cehenneme
girmek, âhiret saadeti ve şekavet'ine ermek her hangi bir dine veya mezhebe ya
da falan veya filan peygambere ve sâlihlere mensup olmakla değil, kişinin
Allah'a şirksiz imanı ve bu imanın gereği olan sâlih ameliyledir.”[225]
Ateş'in
konu ile ilgili olarak fikri alt yapısını ve bunun oluşmasına etki eden düşünce
sistemini kısa ve öz olarak beyan etmiş bulunuyoruz. Bu çerçevede Ateş'in
konuyla ilgili âyeti nasıl anlayıp yorumladığına geçebiliriz.
Ateş,
Bakara suresindeki ilgili âyetten hareketle Allah'a, Kur'an'ın tanımladığı
biçimde şirksiz inanmak, Uzeyir veya İsa'yı Allah'ın oğlu kabul etmemek ve
âhirete de lâyıkı vechi ile inanmak, bununla birlikte, İslam dinine girmese de
Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğunu Hz. Peygamber'inde Allah'ın elçisi olduğunu
inkâr etmemesi durumunda kişinin cennete gireceğini savunmuştur.[226] Çünkü Ateş, bu âyetteki “û-*”
isminin Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîlerden bedel olarak kabul etmiştir. Bu
şekilde anlaşıldığı takdirde Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîler'den Allah'a ve âhiret
gününe inanan herkesin âhirette kurtuluşa ereceği anlaşılmaktadır. Ancak “û-*”
ismi, âyetin başındaki “ ûA" j 'A*'“ dan bedel olarak kabul edilirse
âyetin manası sadece Hz. Muhammed'e inanan kimselerin âhirette kurtulacağı
anlamı çıkmaktadır.[227] Arapça gramer kurallarına
göre tabiiler genel olarak en yakınındaki isimden başlayarak uzağa doru tabii
kılınır. Bu konuda da Ateş'in Arap dili açısından gerçekleştirdiği faaliyet
tutarlı görünmektedir. Zira, “û*” edatı Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîler'den hemen
sonra zikredilmiştir.
Ateş,
“Onlar ki yanlarındaki Tevrât ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmi
Peygamber'e uyarlar. O (Peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini
kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri harâm kılar,
üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. O'na inanan,
destekleyerek O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber
indirilen nura uyanlar, işte felâha erenler onlardır,”[228]
âyetinden hareketle de, İsrailogullarının kendi dinlerini bırakmalarının
istenmediği görüşünü savunmuştur. Bu âyeti sunduktan sonra şöyle devam
etmiştir: “... âyeti, son peygamberin davetine karşı çıkmayıp ona yardımcı ve
destek olmayı, onun getirdiği nura (aydınlık düşünceye, mesajının ruhuna ) tabi
olanları övüyor. Yahudilerle ilgili bir siyakın ardından gelen bu âyet, İsrail
oğullarından kendi dinlerini bırakmayı değil, Peygamber'ın davetine engel
olmamayı, ona yardımcı olmayı istemektedir. Peygamberin getirdiği nura tabi
olmak, ilahi düşünceye uymak demektir. Önyargıdan, art düşüncelerden uzak
olarak kendi kitaplarına bağlı kalanlar, yani Peygamberin masajına engel
olmazlar, bilakis ona yardımcı ve destek olurlar. İşte Kur'an yeni Peygambere
köstek değil, destek olacak insanları övmektedir”.[229]
Bütün buları anlattıktan sonra bu konuda Abdullah Draz'ın'da eserlerini
okuduktan sonra kendisi gibi düşündüğünü büyük bir sevinçle gördüğünü dile
getirerek Draz' dan uzunca bir alıntı yaparak kendi görüşünü desteklemiştir.[230] Her ne kadar, A'raf 157'de Hz.
Peygambere
tabi olmaktan bahsetse de bir sonraki âyette, “De ki: “Ey insanlar, ben sizin
hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan, kendisinden başka tanrı bulunmayan,
yaşatan, öldüren Allâh'ın Elçisiyim. Gelin Allah'a ve O'nun ümmi peygamberi
olan Elçisine inanın-ki o (peygamber) de Allah'a ve O'nun sözlerine
inanmaktadır-O'na uyun ki doğru yolu bulasınız!” hitabı ile Ehl-i Kitap ve
Müşrik ayrımı yapmaksızın bütün insanları Hz. Peygambere inanmaya
çağırmaktadır.
Ateş'in
konu ile ilgili görüşüne temel olarak kullandığı bir delil ise, “Rabbimiz
Allah'tır deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner: “Korkmayın,
üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! (derler),”[231]
âyetidir. Nitekim bu âyette Allah'a inananların cennete girecekleri ifade
edilmektedir. Müfessirlere göre, genellikle kitap ehlinden Allah'a ve âhirete
inanmış olan kimselerin ancak Hz. Muhammed'e inanıp Müslüman oldukları takdirde
cennete girebileceklerdir.[232] Fakat, Ateş'e göre âyette
böyle bir kayıt yoktur. Aksine âyetin anlamı mutlaktır. Kur'an'ın tanımlamasına
göreyse Allah'a ve âhirete inanana kimseler kurtuluşa ermiştir. Bu âyetle
birlikte Ateş'e göre şu âyetler de bu anlamı ifade temektedir:
“Ama
hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece sâatlerinde ayakta durup Allâh'ın
âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır. Onlar, Allah'a ve
âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten men ederler; hayır
işlerine koşarlar. İşte onlar iyilerdendir. Yapacakları hiçbir iyilik inkâr
edilmeyecektir. Şüphesiz Allâh, (günâhlardan) korunanları bilmektedir.”[233] Mezkûr âyet Mâide suresinde
de tekrar edilmiştir. Ateş, bu âyetlerde Allah'ın cennete girmek için şu üç
şartı belirlediğini savunmuştur:
1-
Allah'a şirksiz iman, 2- Âhiret gününe iman, 3- Sâlih amel,
Ateş'e
göre bu şartları yerine getiren her kul Kur'an'ın hükmünce cennetliktir. İbn-i
Abbas'a dayandığı iddia edilen, bu âyeti nesheden sözde bir rivâyetin mevcut
olduğunu lâkin Ateş, bu rivâyetin aslının olmadığını dile getirmiştir. Yukarıda
nesih kısmında da belirttiğimiz üzere, Ateş neshi kabul etmemiştir. Neshi kabul
edenlere göre ise, nesih emir ve nehiy de olabilir. Haber ifade eden konularda
nesih mümkün değildir. Bu sebeple Ateş, neshi kabul edenlere göre dahi bu
âyetin mensuh sayılmayacağını, çünkü âyetin “bir şeyi ne emrettiğini ne de
yasakladığını” vurgulamıştır. Nitekim ona göre bu âyette Allah'ın bir olduğu
gerçeği haber verilmektedir. Haber verilen gerçek hiçbir zaman değişmeyeceğine
göre nesih de edilemez.[234]
Ateş
Kur'an'ın hiçbir kavme ve kişiye cennetin kendisinin olacağına dair bir
ayrıcalık tanımadığı görüşü üzerinde ısrarla durmuştur. Bu konuda kendi
düşüncelerini desteklemek için Reşit Rıza'dan şu nakli yapmıştır: “Bugün
Müslümanların çoğunluğunun inancına göre Müslüman büyük günah dahi işlese ya
Allah'ın lütfü ve acımasıyla ya da şefaatle kurtulacaktır. Kişi kelimeyi
tevhidi söyledikten sonra, o kişi günahkâr dahi olsa en fazla cehennemde günahı
oranında cezasını çekip cehennemden çıkıp cennete girecektir. Fakat diğer
dinlerin mensupları, durumları ve eylemleri ne olursa olsun ebedi olarak cehennemde
kalacaklardır.” Buradan anlaşılan odur ki, bu
gibi
düşüncelere Ateş şiddetle karşı çıkmıştır.[235]
Zira, Yahudiler ve Hıristiyanlar da cennetin kendilerine mahsus olduğunu iddia
etmişler hatta cehennemim kendilerine sayılı bir kaç gün dokunduktan sonra
tekrar cennete gireceklerini iddia etmeleri üzerine Kur'an'dan âyetler nazil
olmuş[236] onların bu uydurmalarına
karşı Allah'ın kimseye böyle bir söz vermediğini vurgulanmıştır. Bu gibi
âyetlere dayanarak Ateş, cennetin hiç kimsenin tekelinde olmadığını, bu tür
konuların gayba ait bir bilgi gerektirdiğini, gayb ise ancak vahiyle
bilinebileceği için âhirette kimin cehennemde kimin cennette kalacağının rey ve
düşünce ile belirlenemeyeceğine dikkat çekmiştir. Nitekim Ateş'e göre, Allah da
bu konuda hiçbir kimseye vaatte bulunmamıştır. O halde, cennet girmek herhangi
bir dine veya mezhebe mensup olmakla mümkün değildir. Kişinin Allah'a şirksiz
iman etmesi ve bu imanın gereği olan sâlih amel işlemesiyle mümkündür.[237] Geleneksel İslamî anlayışı,
bu âyetten “Hz. Muhammed'a ve Kur'an'a iman etmeden
ve
ona indirilenle amel etmeden âhirette kurtuluşa ulaşılamayacağı” görüşünü
çıkarmıştır. Çünkü geleneğe göre, Allah “Eğer Ben'den size bir hidâyet gelir de
kim benim hidâyetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar
üzüntü de çekmeyecekler” [238] [239]
diye herhangi bir zamanda gelen kendi hidâyetine uymaları şartıyla 239 bunu vaat etmemiştir.
Günümüzde
Ateş gibi düşünen İslam bilginleri yok değildir. Nitekim Hüseyin Atay da, İslam
dininin ulaşmadığı veya ulaşıp da İslam'ın kendilerine gerçekten iyi
anlatılmadığı kimseler, Kur'an'dan ve ona inanmaktan sorumlu olmamaları
gerektiğini” savunmuştur. Bu düşüncesine temel olarak da “Biz elçi göndermedikçe
azâb edecek değiliz”[240] ile
“Rabbimiz
Allah'tır” deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner: “Korkmayın,
üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! (derler). Biz dünyâ hayâtında da,
âhirette de sizin dostlarınızız. Orada size canlarınızın çektiği her şey var.
Orada size istediğiniz her şey var,”[241]
âyetlerini göstermiştir. Bu iki âyetten hareketle Allah'a katıksız olarak
gereği gibi iman edip hayatını doğruluk ve sâlih amelle geçiren herkesin hangi
dine mensup olursa olsun cennete gireceğini iddia etmiştir.[242]
Görüldüğü
üzere Atay'la Ateş'in birleştikleri nokta, “Allah'a şirksiz şüphesiz inanıp
sâlih amel işleyen her şahsın, hangi dinden olursa olsunlar uhrevi saadeti elde
edecek
olmasıdır.
Ayrıldıkları nokta ise Ateş'in bu şahıslar için son kitap ve son peygamberi
inkâr etmemeleri şartını koşması; Atay'ın ise son kitap ve son peygambere iman
şartını koşmamasıdır. Lâkin Ateş, Kur'an'ı ve Hz. Muhammedi yakînen bilip ya da
öğrenen kişinin son kitab'a göre amel etmeden de cennete girebileceğini
savunmuştur. Atay ise, son dinin kitabını ve peygamberini bilmeyen ya da iyi
öğretilmeyen kimselerin ancak Allah'a tam iman ve sâlih amelle cennete
girebileceğini savunması aralarındaki en büyük fark gibi görünmektedir. Bunun
anlamı ise, Ateş'e göre Müslümanları ve Kur'an'ı yakînen tanımış kimselerin
Kur'an ile amel etmeden de, “Ben yahudiyim. Ancak Kur'an'ı ve Muhammed'i inkâr
etmiyorum. Lâkin Tevrât'a göre amel edeceğim” diyip de şirkten uzak ve sâlih
amel işlerse o kimse cennetliktir. Ancak Atay'ın savunduğu düşünceden anlaşılan
o ki, Kur'an'ı yakînen bilen bir kimse ona inanmak
zorundadır.
Ateş'in
konu ile ilgili zihinsel ameliyesinin temelinde yatan bu görüşlerinin
sosyolojik bir analizini yapmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. İnsanlar
toplum tarafından ya kimliklerine ya da kişiliklerine göre değerlendirilirler.
Bu konuda da tartışmanın özünde kimlik ve kişilik kavgası yatmaktadır. Nitekim,
geleneksel İslam anlayışına göre kişinin cennete girebilmesi için İslam dinine
girmiş Müslüman kimliğinde olması yeterlidir. Allah'ı inkâr etmediği ve O'na şirk
koşmadığı müddetçe eninde sonunda cennete girecektir.[243]
Kısacası Müslüman kimliğinde olması yeterlidir. Kişilik ikinci sırada
gelmektedir. Ateş ve onun gibi düşünenlere gelince bu konuda kimlikten daha
ziyade önemli ve bağlayıcı olan kişiliktir. Yani insanoğlu nasıl bir kişiliğe
sahip olmalıdır ki, ebedi saadeti kazanabilsin? Ateş bunu üç maddede
özetlemiştir. Allah'a ve âhirete katıksız inanmak ve sâlih amel işlemektir. Bu
üç temel vasfı kendisinde bulunaduran her kişi cennete girebilmek için zorunlu olan
gerekli kişilik vasıflarını kendisinde bulundurmuş olur. Böyle bir kimsenin
artık kimliğine, adına soyadına, dinine diyanetine bakılmaz. Bu tür kişiliğe
sahip olan kimseler Ateş'e göre Hz. Muhammedi ve Kur'an'ı inkâr etmediği
müddetçe, geçmiş şeraitlere göre yaşasa yine de cennetliktir.
Süleyman
Ateş, konuyla ilgili âyetin tefsiri ile ilgili yorumlarından dolayı lehte ve
aleyhte
eleştirilmiştir. Kimileri Ateş'in bu anlayışını son derece makul bulurken
kimileri ise onun Yahudi ve Hıristiyan taraftarı olarak nitelendirme gayreti
içine girmişlerdir. Nitekim Talat Koçyiğit, Ateş'in konu ile ilgili “Cennet
Kimsenin Tekelinde Değildir” isimli[244]
makaleyi okuduktan sonra “Cennet Mü'minlerin Tekelindedir” isimli makaleyle
reddiye yazmıştır. Koçyiğit bu makalesinde Ateş'in kendi savını desteklemek
için dayanak olarak kullandığı âyetleri cımbızla çekerek, siyak-sibak ve sebebi
nüzulünü dikkate almadan, nerede niçin indiklerini incelemeden âyetleri tefsir
ettiğini ve hataya düştüğünü iddia etmiştir.[245]
Ancak Ateş bu eleştiriye “Cennet Tekelcisi mi?” isimli İslami Araştırmalar
4'üncü cilt 1'inci sayısında tekrar karşılık vererek Talat Koçyiğit'i
eleştirmiştir. Bizim konumuz Ateş'in bu konudaki düşüncelerini ortaya koymak
olduğu için, Ateş'e yapılan itirazları ve bu itirazlara Ateş'in verdiği
cevaplara değinmeyi konuyu gereksiz yere uzatacağımızdan dolayı uygun
görmüyoruz.[246] Tezimizin sonundaki
değerlendirme kısmında Ateş'e karşı çıkanların genel hatlarıyla bir
değerlendirilmesi yapılacaktır.
Araştırmamız
sonucunda Ateş'e göre kurtuluşa ermek için Peygamberlere ve Kitaplara eksiksiz
iman etmek de şarttır. Lâkin onlara ittiba şart değildir. Kanaatimizce Ateş bu
noktada, yani Hz. Muhammed'i ve dolayısıyla Kur'an'ı inkâr etmemekle birlikte
bunlara uymadan eski din ve kitaplarına tâbi olmak ve sâlih amel işlemekle
uhrevi saadetin kazanılacağı noktasında yanılmış ya da eksik düşünmektedir.
Çünkü bir kimsenin Hz. Muhammed'e ve ona indirilen Kur'an'a inandıktan sonra
başka bir kitap ve şeriatla amel etmesi dinlerin gönderiliş amacına muhaliftir.
Zaten Hz. Peygamberi ve Kur'an'ı inkâr etmemek demek bunlara inanmak demektir.
Günümüzde nice Müslüman olduğunu söyleyen insanlar vardır ki, İslam dininin pek
çok emrini yerine getirmemektedirler. Bu insanların âhiretteki durumu ne ise bu
tür Ehl-i Kitab'ında durumu aynı olmalıdır. Öyle ise bu anlamda bir sorun olmaması
lazımdır. Çünkü iman
peşinden
ittibayı zorunlu kılan bir muciptir. Nitekim konu ile ilgili 157. âyette açıkça
İsrail oğullarına hitap ettikten sonra, 158. âyette bütün insanlığı Hz.
Muhammed'e inanmaya çağırmaktadır. Doğru yolun da, ancak ona uymakla
bulunabileceğini
bildirmektedir.
Peygambere ve dolayısıyla onun getirdiklerine ittibayı ve taatı emreden çok
sayıda âyet vardır. Örneğin; “De ki: “Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki
Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Allâh bağışlayandır,
esirgeyendir De ki: “Allah'a ve Elçiye itâ'at edin!” Eğer dönerlerse muhakkak
ki Allâh, kâfirleri sevmez,[247] “Allah'a ve Elçiye
itâ'at edin ki, size merhamet edilsin.”[248]
“Ey inananlar, Allah'a
itâ'at
edin, Elçiye ve sizden olan buyruk sâhibine itâ'at edin. Eğer herhangi bir
şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah' a ve âhiret gününe inanıyorsanız -onu
Allah' a ve Elçiye götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha
güzeldir”[249] Kur' an mucemlerine ve
fihristlerine bakıldığı zaman bu gibi âyetler görülebilir.[250]
Hz. Peygambere uymayı ve O'na inanmayı zorunlu kılan bu gibi âyetler bize
uhrevi saadet için peygamberlere imanın şart olduğunu göstermektedir. Akla
“Allah'ın peygamberlerinden birine inanmayan bu kimseler hayatlarını sâlih
amelle dolu dolu yaşamış iseler bu ameller ne olacaktır?” gibi sorular
gelebilir. Bu sorunun cevabını da bizzat Kur'an vermektedir: İnkâr edenler(e
gelince): Onların işleri, düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır,
fakat yanına gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allâh'ı bulur;
Allâh onun hesabını tam görür, O, hesabı çabuk görendir.”[251]
Bu âyet iman etmeyen insanların da dünyada, kendileri ve başkaları için
faydalı, hayırlı işleri, eserleri, hâsılı yapıp ettikleri olduğunu; ancak bütün
bunların faydası ve etkisi dünyada kalacağını, onların
sevap
ve sonucunu âhirete taşımanın şartının iman olacağını vurgulamaktadır. Esasen
Ateş, Ehl-i Kitab'ın cennete girmesi için Hz. Peygambere ve ona indirilen
Kur'an'a inanmasının gerekli olduğunu söylüyor. Lâkin bu Kitapla amel etmeden,
önceki kitapların hükümleriyle amel edip sâlih işlerde bulunan kimselerin de
kurtulacağını söylüyor. Ancak bu düşünce de kendi içerisinde çelişkili gibi görülmektedir.
Zira “Vay
haline
o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak için, “Bu Allah
katındandır,”
derler! Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların! Kazandıklarından ötürü
vay haline onların!”[252] âyette Yahudi bilginlerinin,
çeşitli dini konularda birtakım kitaplar yazarak bunların Allah katından gelmiş
dini gerçekleri içerdiğini ileri sürdükleri ve yukarıda sözü edilen cahil halka
önemsiz bir bedelle sattıkları bildirilmektedir. Yahudi bilginlerin bu
tutumlarıyla, halkı din konusunda bilgilendirme amacı taşımadıkları, aksine
kendi sözlerini ve yorumlarını Allah kelamı gibi gösterip böylece kişisel
görüşlerini kutsallaştırmaya, dinin aslı gibi göstermeye kalkıştıkları, üstelik
bu yolla dini bir istismar ve kazanç aracı haline getirdikleri için âyette ağır
bir dille kınandıkları görülmektedir. Nitekim Ateş de bu görüşü kabul etmekte
ve bu yazılanların Tevrât'ın şerhi ve haşiyeleri olduğunu, din adamlarının
bunları Allah'ın hükmüymüş gibi sunduklarını,[253]
başka bir ifade ile, bu yazdıkları kitabın Tevrât'ın tefsiri mahiyetindeki
Talmut ve fıkıh kitapları olduğunu dile getirmiştir.[254]
Ateş'in
bu görüşünün pek de isabetli olmadığını düşünüyoruz. Çünkü, Ehl-i Kitap'ın
dinlerine uygun amel etmeye çalışan kesimi, zaten bu şerh ve fıkıh kitaplarındaki
içtihatlarla dinlerini yaşamaktadırlar. O halde bozuk inançla nasıl olur da kurtuluşa
erilebilir!
Hâlbuki Kur'an, kendisine kat'i bir şekilde tabi olunmasını istemektedir:
“Sonra iyilik edenlere (ni'metimizi) tamamlamak, her şeyi açıklamak ve yola
iletici ve rahmet olmak üzere Mûsâ'ya Kitabı verdik ki, Rablerinin huzûruna
varacaklarına inansınlar. İşte bu (Kur'ân) da indirdiğimiz mübârek Kitaptır.
O'na uyun ve korunun ki size rahmet edilsin!”[255],
“(Ey insanlar), Rabbinizden size indirilene uyun ve O'ndan
başka
velilere uymayın Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”[256]
gibi âyetlerde, Hz. Peygambere indirilen vahye yani Kur'an'a imanın da
ötesinde, ona uyulması emredilmektedir. Dolayısıyla, nasıl olur da Kur'an'ın
açık ve sarih hükümlerine uymayan bir kimse uhrevi saadete erebilir.[257] O halde, uhrevi saadete
ermesi düşünülen Ehl-i Kitap kimler olabilir. Kanaatimizce İslam'ı ve Kur'an'ı
bilmeyen ya da yeterince tanımamış veya papaz ve hahamlarca kötü, öcü gibi
anlatılmış ve samimiyetle şirkten uzak Allah'a ve âhirete inanan sâlih amel
işleyen kimseler olmalıdır.
Örneğin
Fransa'nın dağlık bir bölgesinde yaşamış, İslam'ı bekli de basın yayın
organlarının taraflı ve kötüleyici programlarından duymuş, lâkin sâlih amelli
ve Allah'a şirksiz inanmış bir Hıristiyan ölünce cennete gitmesinden tabi ne
olabilir. “Ancak onların İslam'ı ve Kur'an'ı bilip iman etmeleri şarttır,” gibi
bir yargı kanımızca kastını aşan bir hükümdür. Zira böyle bir yargıda bulunmak
işin kolayına kaçmak demektir. Dinde asıl olan tebliğ sonra inanmaktır. Biz
tebliğ vazifesini yapmadan onların inanmasını istiyoruz ki, kanımca bu anlayış
yükü ve sorumluluğu üstümüzden atmaktan
başka
bir şey değildir. Nitekim âyette geçen kurtuluşa ermiş Yahudi Hıristiyan ve
Sabiîler de bu durumda olan kimselerdi. İslam denen bir din gelmiş olmakla
birlikte tam manasıyla bu dinle tanışamamış ancak samimi dindar kimselerden
bahsettiğini düşünüyoruz. Nitekim Kur'an'da “Siz, insanlar için çıkarılmış en
hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men'edersiniz ve Allah'a
inanırsınız. Eğer Kitap ehli, inanmış olsaydı, elbette kendileri için iyi
olurdu. Onlardan inananlar da var, ama çokları yoldan çıkmışlardır.[258] İki âyet sonrasında gelen “Ama
hepsi bir değildir. Kitap
ehli
içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allâh'ın âyetlerini okuyarak secdeye
kapanan bir topluluk da vardır. Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar,
iyiliği emreder, kötülükten men'ederler; hayır işlerine koşarlar. İşte onlar
iyilerdendir,”[259] âyetler bize Ehl-i Kitap
içerisinde çoğunluğun gerektiği gibi bir imana sahip olmadıkları, ancak
bunların hepsinin bir olmadığını bir kısmının Allah'ın âyetlerini geceleri
okuyup secdeye kapandıklarını bizlere bildirmektedir.
İlk
âyette dikkat çekici husus Ehl-i Kitab'ın inanması durumunda bunun kendileri
için hayırlı olacağı bildirilmiştir. Normalde Ehl-i Kitab Allah'a ve âhiret'e
inanmaktadır. O halde bu inanç nasıl bir inanç olmalıdır? Aslında Ateş bu
sorunun cevabını Allah'ın istediği şekilde “gereği gibi inanma”[260] olarak vermiştir. Bu tür bir
anlayış en güzeli olsa gerektir. Kanaatimizce gereği gibi inanma Allah'ın
inanılmasını istediği şeylere inanıp bunların gereğini yerine getirmedir. Bu da
ancak katıksız bir inanç ile olur ki, böyle bir inanç ise sâlih ameli getirir.
Bu
âyetler hicretin hemen akabinde ikinci ya da üçüncü yılında inmiştir.[261] Âyette
övülen
kimseler bu yıllarda Ehl-i Kitaptan olup da İslam'a yeni girmişler de
olabileceği gibi, İslam'ın Medine'de yeni yeni tanındığı yıllar olması
sebebiyle Müslüman olmamış olup da halisane iman etmiş kimseler de olabilirler.
Bu kimseler ikinci gruptan iseler, kanaatimizce zamanla Müslümanları ve İslam'ı
tanıdıkça Müslüman olmuşlardır. Çünkü zaman içinde Ehl-i Kitap Medine'den zorla
çıkarılmışlardır. Bu insanlar Medine'den çıkarıldıktan sonra Medine'de Ehl-i
Kitap adına bir ferdin dahi kalmadığı tarihen sabittir. Şâyet bu insanlar halen
Müslüman olmamış olsalardı elbette Medine'den diğerleri ile birlikte çıkarılmazlardı.
O halde İslam ve Müslümanları tam anlamıyla tanımamış ve Allah'a ve âhirete
halisane iman edip sâlih amel işleyen kimseler bir nevi fetret ehli gibi
mülahaza edilmeleri daha doğrudur. Lâkin İslam'ı tanımış ya da tanıma imkanı
olduğu halde ilgilenmemiş kimseler ise bu guruba gireceği kanaatindeyiz.
Evrim
kavramı sözlükte, “zaman içinde birden bire olmayan, kesintisiz, niteliksel ve
niceliksel gelişme süreci,[262] değişim ve gelişmeler dizisi,
derece derece meydana gelen değişim, tekamül”[263]
anlamlarına gelmektedir. Terimsel manada “Evrim”in, her bilim dalına
göre farklı tanımları bulunmaktadır. Bizim üzerinde yoğunlaşacağımız tanım ise,
konumuz gereği “Biyolojik Evrim” olacağı için Biyoloji ilmine göre
evrimin terimsel tanımını yapmamızda fayda vardır. Biyolojiye göre evrim “bütün
hayvan ve bitki türlerinin birbirinden türediğini, dolayısıyla canlılar
aleminin her hangi bir kesiti olmayacağını savunan teoridir.[264]
Ateş'e
göre kavram olarak “Evrim”, derece derece meydana gelen değişme ve
gelişme, Biyolojik terim olarak ise, bütün bitki ve hayvan türlerinin birbirinden
türemesi
anlamına
gelir. Bütün canlıların bir tek kökten türediğini savunan teoriye ise, “Evrim
Teorisi” demiştir.[265] Evrim düşüncesi kökeni çok
eskilere dayanmakla birlikte, 19'uncu yüzyılın son yarısında meşhur olmuş bir
fikir akımıdır. Bu teoriye göre kainatta her şey basitten mükemmele doğru gitmektedir.
İlk defa biyoloji sahasında Darwin'in ortaya
attığı
bu fikir, daha sonraları psikolojik, sosyolojik ekonomik, tarihi olaylara da
uygulanmış ve her şey bu teoriye göre açıklanmaya çalışılmıştır.[266]
Ateş,
evrimi canlıların, cansızların ve ruhun evrimi diye üçe ayırmıştır. Biz
çalışmamızın bu kısmında canlılarda evrim ve ağırlıklı olarak da Hz. Âdem'in
yaratılışı, bu yaratılışın evrimle alakası hakkında Süleyman Ateş'in görüş ve
yorumlarını inceleyeceğiz.
Bilimsel
kanıtlar göstermektedir ki, dünyamız bugünkü biçimini alana kadar milyonlarca
sene geçmiştir. Kur'an'da arz'ın ve semaların yaratılmasıyla ilgili pek çok
âyet mevcuttur. Örneğin “O (Allah) ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı”[267] “ De ki: Siz mi arzı iki
günde yaratanı inkâr ediyorsunuz ve ona zıtlar koşuyorsunuz. O, alemlerin
rabbidir”[268]
Ateş,
bu âyetlerde geçen gün kelimesinden biyolojik devirlerin kastedildiği görüşünü
savunmuştur. Çünkü Kur'an'da, Allah indindeki günün insan günü gibi olmadığı,
Allah indinde insanların hesabınca bin yıl çeken bir yıl olduğu gibi elli bin
yıl çeken bir günün de var olduğu haber verilmektedir.[269]
O halde bu iki âyetin ifadesinden bütün kainatın
yaratılması,
altı devir almış, bunlardan arzın evrimi ise iki devirde oluşmuştur. Ateş bu
devirlerin, arz'ın başlangıcından arzda hayatın başladığı zamana kadar olan ve
“Azoic” devri diye adlandırılan devri içerdiği görüşünü benimsemiş, bu iki
devirde nelerin olduğunu yalnız Allah'ın bilebileceğini savunmuştur. Ancak Ateş
bu dönemde kainatın duman halinde olduğunu, Kur'an'daki, şu âyetten
çıkarmıştır: “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi”. Ateş bu devirden sonra
arzda hayatın yaşanmasına elverişli durumun ortaya çıktığını, canlı yaşamının
da ilk olarak deniz de başlayıp sonra karaya geçtiğini iddia etmiştir. Ateş'in
böyle bir iddiada bulunmasının sebebi ise, her canlının hayat kaynağının su olduğu
görüşüdür.[270] Ateş bu görüşünü Kur'an'dan delil
olarak
kullandığı
şu âyetlerle desteklemiştir. “O ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, arşı su
üzerinde idi”[271], “İnkar edenler görmediler mi
ki, gökler ve yer birbirine yapışıktı, onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan
yarattık.”[272] [273]
Ateş Kâinatın evrimleşip bu şeklini alıp canlıların yaratılmasına müsait bir
zemin oluşunca arzda hayatın başladığını 273 savunmuştur.
Ateş'in
canlılardaki evrim'e etki eden temel etmenler hakkındaki görüşü kısaca
şöyledir:
“Evrim, tabiat şartlarının etkisi yanında bir türün bireyleri arsında görülen
miras değişimlerinden ileri gelir.” Ateş, bu görüşünden hareketle evrimi;
“türlerin içinde görülen miras değişimlerini etkileyen tabiat seçimi” olarak
tanımlamıştır.
Ateş,
bu evrim olayını şöyle örneklendirmiştir: “Her hangi bir iklim kuşağında
yerleşmiş
bir canlı türü düşünelim. Bu türün bireyleri kendi aralarında ürer, çoğalır ve
nesilden nesle geçen genler, bu türün özelliklerini korur. Fakat zamanla yeni
nesillerdeki genlerde bazı yeni özellikler görülür. Bu yeni genleri taşıyan
bireyler, öteki bireylerle karşılaşır. Her nesilde cinsel birleşme ve mutasyon yoluyla
yeni özellikler
ortaya
çıkabilir. Eğer bu yeni özellikleri taşıyan canlılar ürerse, birkaç nesil
içinde tabiatın seçimine bağlı olarak bu özellikler o türün içinde yer alır.
Sonunda da bir organizmada görülen değişim, o türün devamlı özelliği haline
gelir. Bu değişim daima daha olguna ve daha mükemmele doğrudur.[274]
Aşağıda
detaylı bir şekilde değinileceği üzere geleneksel İslam anlayışının Kur'an'da
insanın yaratılışı ile ilgili âyetleri algılayıp yorumlamasıyla, Ateş'in
algılayıp yorumlaması arasında temel farklılıklar bulunmaktadır. Nitekim
asırlardan beri İslam aleminde ağırlıklı olarak kabul görmüş ve geleneksel
İslamî çizgiyi yansıtan görüşe göre, Kur'an'da iki türlü bir yaratmadan söz
edilmiştir. Bir kısım âyetlerde insanın topraktan,[275]
çamurdan,[276] süzülmüş çamurdan,[277] yapışkan çamurdan[278] cıvık balçıktan[279] pişmiş çamurdan,[280] diğeri ise sudan[281] yaratıldığından
bahsedilmiştir. Bu anlayışa göre birinci safhada anlatılan tasvirler ilk insan
olarak kabul ettikleri Âdem'in yaratılış safhalarını anlatmaktadır. Sudan
yaratılan ise Âdemden daha ziyade O'nun zürriyetidir.[282]
Ateş
insanın yaratılışı ile ilgili âyetlerin bu şekilde yorumlanmasına karşı çıkmış,
kendisine ait bazı orijinal fikirleri de içeren bir evrim anlayışı ortaya
koymuştur. Ateş'in bu teorisi incelendiği zaman, O'nun canlı türleri arasında
bir evrimden daha ziyade bir türün fertleri arasında bir evrimi kabul ettiğini
anlamaktayız. Nitekim Kur'an'daki âyetleri dikkatli bir şekilde incelersek,
insanın yaratılışının çeşitli aşamalarını anlatan muhtelif ifadeleri görürüz.
Bu tür ifadelerden hareketle Ateş, insanın birden bire oluşmuş bir varlık
olmadığını savunmuştur. Ona göre, belki de insan milyonca yıl özene bezene
yaratılmış, bedensel varlıkların en şereflisidir. Yüce Allah, su ile karışmış
çamuru
insan olma yoluna yöneltmiş, vasfı değişen bu çamurdan oluşan hücreler süzüle
süzüle çeşitli aşamalar geçirerek insan düzeyine ulaşmıştır. Nitekim bu
iddiasını şu âyetlere dayandırmıştır: <^ j» A Jj! j» ^-Sâlk 4J1IJ “Allâh
sizi önce topraktan, sonra nutfe (sperm)den yarattı,”[283]
ujjAâjj j^sü ^U fclp <_>lju j» ->
5âVa Jİ <4j' j-»j “O'nun
âyetlerinden (gücünün işâretlerinden) biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra
siz, (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz,”[284]
jA j» f-^Ik ^Jl j-Â ”O, sizi çamurdan yarattı”[285].
Ateş bu âyetlerden Âdem'in yaratılmasının kökü itibariyle topraktan yaratıldığı
anlamını çıkarmıştır,[286] “Doğrusu biz insanı, imtihan
etmek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık,”[287] âyetinden hareketle de, Hz.
Âdem'de dahil bütün insanların nutfeden yaratıldığı vurgulanmıştır. İsa'nın
yaratılışını Âdem'in yaratılışına benzeten âyeti ise Ateş şöyle yorumlamıştır:
“Ûj-5^
j5 Ad JUÎ jf-j (.^IJ-j j» Ajâlk pl J-x»£ <HI j-jft ^—jp J» jl”
“Allah'a göre Îsâ'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir: Onu, topraktan yarattı,
sonra ona “Ol!” dedi, artık olur...”[288]
“bu ve benzeri âyetlerde Âdem'in birden bire topraktan olduğu değil,
orijinalinin torağa dayandığı anlatılmaktadır. Allah topraktan insanı yaratmak için
“ j5 ol” demiş j’-^
oldu”
değil, süreklilik bildiren “ Ûj-5^ oluyor, olmaya devam ediyor” demesi çok
anlamlıdır.
Bu söz, toprağın uzun süre içinde insan haline geldiğini gösterir.”[289]
O halde Ateş'in yaratılış anlayışına göre
toprak, birden bire değil uzun sureli çeşitli aşamalardan geçtikten sonra insan
olmuştur. O'na göre, Yaratılışın bu evrelerinin bir kısmını “Ben çamurdan bir
beşer yaratacağım”[290], “Biz insanı çamurdan bir
sülaleden yarattık”[291] gibi âyetlerde bize
anlatılmıştır. Nitekim insan olacak hücre, önce kendi kendine bölünerek üremiş,
eşi kendisinden yaratılmıştır. Bu görüşün delili ise, “Ey insanlar, sizi bir
tek nefisten (nefes alan candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden
birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; adına birbirinizden
dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabâlık (bağlarını kırmak)tan sakının.
Şüphesiz Allâh, sizin üzerinizde gözetleyicidir”[292]
âyetidir. Zümer 6'da Allah, o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar yaratıp
yeryüzüne yaydığını belirtmiştir.[293]
Ateş,
Kur'an'ın ifadesinden hareketle Hz. Âdem'in ilk insan değil, ilk halife
düzeyine yükselen insan olduğu görüşündedir. Bu anlayışına delil olarak da insanın
ilk
yaratılışını
anlatan Secde 7-9'uncu âyetleri getirmiştir. Bu âyetlerde taj ve <A?j filleri
Ateş'in iddiasını delillendirmede kullandığı çok önemli iki fiildir. Zira Yüce Allah,
insanın
çamurdan yaratılışını anlatırken Mj fiilini kullandığını, spermden yaratılma
aşamasını ise îU? filini kullanarak anlattığına dikkat çekmiştir. Bundan dolayı
Ateş, âyetin siyak ve sibakından Ji? fiilinin “yoktan var etmek” değil de, “bir
halden diğer bir hale geçmek” anlamında kullanıldığı görüşüne varmıştır.[294] O'na göre A'raf Suresinin 24
ve 25'inci âyetlerinde ise, insanın yeryüzünde ortaya çıkışı anlatılmaktadır. O
insanın yeryüzünde nasıl yaratıldığı, nasıl ortaya çıktığını ise sadece
Allah'ın bilebileceğini dile getirmiştir.[295]
Bundan dolayı Ateş, Hz. Âdem'i ilk yaratılmış insan olarak kabul etmemiş,
yaratılan ilk sorumlu insanın Hz. Âdem olduğunu savunmuştur. Bakara Suresi
33'üncü ve Taha 115-123'üncü âyetlerin de bu görüşüne delil olarak
kullanmıştır.[296]
Ateş,
“Adem İlk İnsan mı?” sorusuna, O'nun ilk insan olmadığı, ancak olgunlaşmış bir
ruha sahip ilk insan olduğu şeklinde bir cevap vermiştir. Sadece kendisinin bu
görüşte olmadığını başkalarının da kendisi gibi düşündüklerini söylemiştir.
İmamiyye ve Sufiyye'nin Kitap ehlinin ve bizim indimizde meşhur olan Hz.
Âdem'den başka birçok Âdem'in varlığına inandıklarını Ruhu'l-Meaniden
alıntılar yaparak ortaya koymuştur. Nitekim İbn-i Babveyh'in de Cefer'i
Sadık'dan, rivayetler yapayaparak bu görüşü benimsediğine, Muhammed Bakır'ın da
bu görüşte olduğuna ve eş-Şeyhu'l'Ekber İbn-i Arabi'nin Futuhat'ında da
Hz. Âdem'den kırk bin yıl önce başka bir âdem'in bulunduğunu anlatan görüşlere
yer vererek kendi görüşünde yalınız olmadığını dile getirmiştir.[297] Bu görüşleri nakletmekle
kendi evrim teorisindeki Hz. Âdem'in ilk yaratılmış insan olmadığını ispatlamak
istemiştir. Ancak Ateş'e göre, Kur'an'da Hz. Âdem'in ilk peygamber olduğuna
dair de bir işaret yoktur. Ateş bu düşüncesinin Nisa Suresindeki 163'üncü
âyetten kaynaklandığını belirtmiştir. Zira bu âyette kendisine vahyedilen
peygamberlerin sayıldığını, bu peygamberlerin başında da Nuh'un
geldiğine
dikkat çekmiştir. Ve kendisine şeriat verilmiş ilk peygamberin de Nuh olduğunu
iddia etmiştir. Ona göre Hz. Âdem'e Kur'an'da, bir şeriat vahiy edildiğine dair
bir ifade yoktur. Sadece bakara suresinde Allah'ın, Hz. Âdem ile konuştuğu
belirtilmektedir. Ateş'e göre, bu sebeple Hz. Âdem Allah'ın hitabını duyan ilk
insandır. Lâkin ona bir şeriat verilmemiştir. Dolayısıyla Ateş, vahyin Nuh ile başladığını
belirtmiştir.[298]
Ateş'e
göre, ilk insandan halife düzeyine getirilmiş insan olan Hz. Âdem'e kadar
birçok insanlar gelip geçmiş; sonuçta insanın evrimleşe evrimleşe meleklerin
dahi boyun eğdiği mükemmel bir halife düzeyine ulaşmıştır.[299]
Ateş, insanın evrimleştiği anlayışına şöyle bir delil getirmiştir: “Biz sizi
yarattık, sonra biçimlendirdik, sonra meleklere:Âdeme secde edin! dedik” bu
âyette olduğu gibi insanın yaratılışını anlatan âyetlerin çoğu “^” edatıyla
atfedilmiştir. Ateş de bu edattan hareketle yaratılışın evrelerinin peş peşe
olmayıp aralıklı bir zaman diliminde olduğunu savunmuştur. Bu sebeple Hz.
Âdem'in birden bire çamurdan yaratılıp heykeline ruh üflendiği anlayışının
yanlış bir anlayış olduğunu söylemiş; insanın bir anda yaratılmasına Allah'ın gücünün
yeteceğini
ancak, Allah'ın bu şekilde insanı yaratmadığını dile getirmiştir.[300]
Allah kainatın tamamını
mükemmel bir tekamül kanununa göre yaratmıştır. Ateş bu düşünceden hareketle
Allah'ın, canlıların zübdesi olan insanı çok derin bilgi, ince hesap ve
planların sonucunda süzüle süzüle tabiat güçlerine hükmeden mükemmel bir varlık
olarak yarattığına dikkat çekmiştir. Zaten Ateş, “Evrim Teorisini” İslam
dünyasında ilk defa Cahız'ın (ö.255 h./ 868 m.) kuşlardaki evrimi, daha sonra
da İbn Miskeveyh'in (ö. 421 h./1030 m.) dile getirdiğini naklederek kendisinden
önce de bu anlayışı
savunanların olduğunu, kendisininse
bu düşünceyi daha da geliştirerek
sistematikleştirdiğini
savunmuştur. Dolayısıyla Miskeveyh'den de uzunca bir alıntı yapmıştır. Genel kanının
aksine evrim teorisinin babası kabul edilen Darwin (ö. 18091772) den önce Erzurumlu
İbrahim Hakkı (ö. 1703 - 1772) nın Marifetname'sinde
evrimi
ele aldığını vurgulamış ve şu alıntıyı yapmıştır: “...Allah'ın emriyle felekler
ve yıldızlar hareket edip dört unsur (evrim) ile birbirine karışmış, unsurların
izdivacından önce madenler ondan da bitkiler, ondan hayvanlar vücuda gelmiştir.
Hayvan da kemale erince odan da insanlar meydana gelmiştir. Madenle bitkiler
arasındaki ara varlık
mercanlardır.
Bitkilerle hayvanlar arsında da hurma ağacı bulunur. (Zira hurmanın erkeği ve dişisi
vardır), insanla hayvan arasında da maymunlar bulunur. Zira cümle
azası
kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Aracı varlığın hikmeti ise; her
biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup varlıklar
mertebesi, bir düzenle sıralanıp insan mertebesinde son bulur.[301]
Ateş'e
göre şu âyet de yaratılışın üç aşamasını göstermektedir: “O'dur ki, yarattığı
her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini
bir özden, hakir bir suyun özünden yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi
ruhundan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar
az şükrediyorsunuz!.”[302] Bu basamaklar ise, 1-Organik
aşaması, 2-Tohum olup rahme aşılanma aşaması, 3- Rahimde düzenlenip insan
biçimine konma aşaması[303] ki, bu aşamalar insanın genel
anlamda yaratılışını anlatan üç merhaledir.
Ateş'in
evrim anlayışına dair bir başka delili ise, “Kur'an 'ın insana ruh üflenmeden
önce üçüncü şahıs (»'j-^) olarak anlamlandırmasıdır. Çünkü insana ruh
üflendikten sonra, ikinci şahıs kipleriyle hitap edilmiştir”. Ateş, bunun da insanın
yavaş yavaş
aşamalardan
geçtiğini, aralarda kullanılan p atıf edatlarının da bu evrim teorisini
güçlendirdiğini savunmuştur.[304]
Ateş'in evrim anlayışı ile ilgili olarak
verdiğimiz bu bilgilerden hareketle şu yorumları yapabiliriz. Öncelikle Allah
evrende tekamül kanununu işletmiştir. Bu sebeple evvela canlı varlıkların
yaşayabileceği bir dünyanın oluşması için cansızları yaratarak yaşamın zeminini
hazırlamıştır. Cansız varlıkların Ateş'e göre canlı varlıklara benzeyen tek
varlık mercandır. Mercan cansız varlıkların içinde yarı canlı tek madendir.
Mercanın yaratılmasıyla birlikte dünyada canlıların yaşayabileceği zemin
hazırlanmıştır. Zira mercan bu yarı canlı özelliğini Allah'ın inâyetiyle
gösterebilmiştir. Otların yaratılmasıyla ilk olarak canlılar aleminin
yaratılışı başlamıştır. Evrene üflenen canlılık ruhu bitkiler alemindeki
yaratılmalarla devam etmiş, en son yaratılan bitki ise hurma olmuştur. Çünkü
hurma bitkilerin en mükemmelidir. Ancak erkeklik ve dişilik özelliği olan tek
bitkidir. O halde, hayvanların da ilk basamağını oluşturabilecek tek canlıdır.
Zira hayvanlar erkekli ve dişili olarak yaratılmıştır. Ağırlıklı olarak
hayvanlar
otçuldurlar.
Hayvanların yaratılması ve bu hayvanlarında en mükemmeli ve insanoğluna en
fazla benzeyeni ise maymunlardır. İnsanla maymun arasındaki en önemli fark ise
akıldır. Maymunun yaratılması artık insanoğlunun yaratılmasının vaktinin
geldiği ve bu evrende yaşayıp üreyebileceğinin işaretidir. Sonuç olarak ilk
insanın türediği ilk varlık yaratılmıştır. Her canlı fertleri arasında olduğu
gibi insan fertleri arasında da tekamül kaçınılmazdır. Ateş'e göre, ilk insanın
kim olduğunu bilemiyoruz. Ancak bu insan
ruhu,
bu türün içinde “Hz. Âdem” diye bildiğimiz kişide tekamüle ermiştir.[305] O halde alemdeki varlıklar,
katmanlar gibi sırayla ve türler arasındaki basitten en olguna doğru bir
tekamül ile yaratılmıştır. Mahlukat türlerinin her biri kendi içinde tekamüle
erdikten sonra bir sonraki tür yaratılmış ve bu yaratılış, en mükemmel varlık olan
“insan-ı
kamille”
son bulmuştur. Ateş bütün insanların bir tek ana ve babadan yaratıldığı
noktasında
şüphelidir. O, İslam bilginlerinin büyük çoğunluğunun bütün insanların Hz. Âdem
ve Havva'dan türediği görüşüne sahip olduklarını nakletmektedir. Ancak modern
araştırmaların, insanların bir tek anne ve babadan gelmedikleri, DNA
analizlerine göre yüz bin bireyden oluşan bir topluluktan geldiği savını ortaya
koyduğunu söylemiştir. Ancak Ateş, bu savın ispatlanmış kesinliğinin olmadığını
lâkin, bu tür bir anlayışın da Kur' an' a muhalif bir anlayış olmadığı
görüşündedir. Zira, Ateş' e göre Kur' an' da bütün insanların bir tek anne ve
babadan türediği görüşü mevcut değildir. Kur'an'ın ilk muhatabı olan Arap
yarımadasındaki Sami kavmi Hz. Âdem ile Havva'dan gelmiş olabilirler. Diğer
kavimlerin de başka bir ana ve babadan türemiş olmaları, Kur'an'ın ilk
muhataplarının Hz. Âdem ve Hava'dan gelmiş olmasına aykırı düşmez. [306]
Reşit
Rıza'nın da kendi gibi düşündüğünü nakletmiştir. Binaenaleyh Reşit Rıza da Ateş
gibi Araf suresi 172'inci âyette zikredilen “Nefsi vahide” ile Hz. Âdem'in
kastedildiğine dair bir nassın olmadığı, “Ey Nas!” tabirinin Kureyş kabilesine
yönelik olduğu, o zaman nefsi vahide Mekke halkının atası Adnan olacağı, eğer
ey nas ile bütün insanlık kast edildiyse o zaman bütün insanlığın atasının Hz.
Âdem ve Havva olacağı görüşünü benimsemiştir. Reşit Rıza, Abduh'un ise Hz. Âdem
ve Hava'nın bütün insanların atası olduğu anlayışına karşı olduğunu, bu
anlayışın âyetin nassından değil insanlığın atasının Hz.Âdem olduğu ön
yargısından kaynaklandığını söylemiştir.[307]
Bu
konuda ilkesel olarak üzerinde durulması gereken temel nokta, İslam'ın nasıl
bir
evrimi
kabul ettiğidir. Araştırmalarımız sonucu ortaya çıkan “İslam'ın bir çok konuda
evrimin varlığını kabul ettiği” gerçeğidir. Bekli de İslam'ın karşı olduğu şey,
evrimin genelleştirilmesi ve başkalaşım anlamında ve türler arasında bir
evrimin mevcut olduğu iddiasıdır. Ateş bu iddiaya şiddetle karşı çıkmıştır.[308] Çünkü kainattaki evrim,
ferdin tekamülü şeklinde olup başkalaşım ve değişim anlamına gelen nevilerin
tekamülü şeklinde değildir.[309] Nitekim Ateş'in savunduğu
evrim de, tamamen kendi kökünden gelen ferdi bir evrimdir. Bir hayvanın
olgunlaşarak insan olması şeklinde nevi bir evrim değildir. Çünkü Ateş'e göre,
“tabiatta türler sabittir değişmemiştir. Hiçbir tavuğun yumurtasından kuş
olmamış, aslanın yavrusu da köpek doğmamıştır. Hasılı Ateş'e göre her canlı
Allah'ın koyduğu bir kanun ile kendi cinsini korumaktadır. Darwin ve
yandaşlarının iddia ettiği gibi eğer maymun evrimleşip insan olsaydı, sürekli olarak
maymunların
evrimleşip insan olmaları gerekirdi. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir maymun
evrimleşip insan olduğu görülmemiştir. İnsanın maymundan türediği tecrübelerle
sabit olmadığı gibi ilmen de sabit değildir. Vahiy ise bize insanın maymunluğa
inişi hakkında bilgi veriyorsa da aksi haber vermemektedir.”[310] [311]
İslam
dünyasında tür evrimini savunanlar da yok değildir. Nitekim Muhammed Şehrur'a
göre Allah yılanı ayrı, kediyi ayrı veya balığı ayrı olarak yaratıp onlara ruh
üflemiş değildir. O'na göre canlıların tamamı bir canlıdan evrimleşerek bir alt
nevden bir üst neve sıçrama yoluyla günümüzdeki konumlarına gelmişlerdir.
Nitekim Şehrur'a göre Kur'an'da zikri geçen “beşer” kelimesi ile insanın
fizyolojik varlığının ifade edildiğini, beşerin evrimle insana yükseldiğini
ileri sürmüştür. Beşer durumunda iken insan oğlunun konuşma vasfına sahip
olmadığını ve hayvanlar gibi dört ayak üzerine yürüdüğünü iddia etmiştir. Daha
sonraları insana ruh üflenmesi ile birlikte çeşitli sesler çıkararak konuşma
yetisini kazanmaya başlamış ve insan denilen bir vasfa büründüğü 311
tezini
savunmuştur.
Anlaşılan
odur ki, Ateş yaratılış ve İnsan evrimi konusunda geleneksel İslamî anlayıştan
farklı düşünmüştür. Âdem'in ilk insan olmadığını, topraktan yaratmanın Âdem'in
atası durumunda olan şey her ne ise, onunla ilgili olduğunu ve Âdem'in de
zürriyeti gibi nutfeden yaratıldığını savunmuştur. Ancak Darwin'in iddia ettiği
gibi neviler arası tekamül anlayışına dayanan bir yaratılış ve evrimi de kabul
etmemiş, türler arasında ferdi tekamülle insanın evrimleştiği görüşünü
benimsemiştir.
Reenkarnasyon
anlayışını Geleneksel İslam anlayışında bulamamaktayız. Ancak Reenkarnasyon'a
benzeyen “Tenasüh” kavramı, aslı itibariyle Hindistan'a dayansa da İslam
düşünce tarihinde benzer görüş ve anlayışları savunanlar olmuştur.[312] Reakarnasyon ise
daha sonraları ortaya çıkmış, kimileri Tenasüh ile aynı anlamda kullanmış
kimileri ise farklı anlamlara geldiklerini ifade etmişlerdir.
Genel
olarak kabul edilen görüşe göre Reenkarnasyon, tekrar doğma ve tekrar
bedenlenme ve yeniden doğuş olarak tarif edilmektedir. Bir başka ifade ile
Reenkarnasyon, ölümden sonra ruhun yeniden insan bedenine girerek dünyaya
tekrar gelmesi inancıdır. Bu inanç dünyanın en eski inançları arasında yer
alır.[313] İslam dünyasında bu inancı
Gulat-ı Şi'a sahiplenmiştir. Ruhun bir vücuttan diğerine intikali anlayışı
zamanla bir çok Şi'i fırkalarınca benimsenmiştir.[314]
Problemin asıl kaynağı Reenkarnasyon inancının varlığına Kur' an' dan delil
getirilip getirilemeyeceği hususudur. Biz, Süleyman Ateş'in bu konunun lehinde
ve aleyhinde delil olarak kullanılan âyetler hakkındaki düşüncelerini inceleyip
Ateş'in Reenkarnasyon hakkındaki düşüncelerini ortaya koymaya çalışacağız.
Ateş'e
göre, Kur'an'da Reenkarnasyon manasına gelebilecek âyetler mevcuttur. İhvan'ı
Safa gibi bazı felsefi akım mensupları söz konusu âyetlerden bu görüşü
çıkarmışlardır.
Ateş,
Razi'nin tefsirinde bu türlü yorumlara yer verdiğini, kimi zaman bu tür
yorumları kabul ettiğini, kimi zaman da reddettiğini nakletmiştir. Lâkin Ateş'e
göre, bu anlayış sadece bir ihtimaldir. Bu sebeple Ateş, Reenkarnasyon
anlayışının kesin bir dille Kur'an'da var olduğunun söylenemeyeceğini
vurgulamıştır. Ancak bu konuda Ateş'e göre önemli olan, kıyameti inkâr
etmemektir. Ona göre, Kıyamet inancı esas olduktan sonra bir insan tekrar
denenmek üzere bir kez daha bedenleşmesi, İslam inanca aykırı değildir. İslam'a
aykırı olan “Tenasüh” inancıdır. Ateş'in bu görüşlerinden de anlaşılan odur ki,
Tenasüh ile Reenkarnasyon kimilerinin savunduğu gibi aynı şeyler değildir. Bu
sebeple öncelikle Tenasühün ve Reenkarnasyon'un Ateş'e göre ne olduklarını
ortaya koymamız gerekmektedir. Daha sonra iddia edildiği gibi Kur'an'da
Reenkarnasyon'la ilgili olduğu iddia edilen âyetlerin yorumu hakkında Ateş'in
görüşlerine değinmemiz uygun olacaktır.
Ateş,
cumhurun reddettiği Tenasüh ile Reenkarnasyonu birbirinden farklı anlamıştır.
Çünkü Ateş'e göre Tenasüh; “kötülük yapmış olan kişilerin ruhlarının azap çekmek
üzere
hayvan bedenlerine girerek dünyaya gelmesidir.” Ateş'in bize Tenasüh diye
çizmiş olduğu bu tanımlamasından hayat okunun yönü aşağıya doğru dönük olduğu
ve insanın mevcudatta en yüksek mertebeye sahip olan insanlık makamından daha
alt seviyedeki hayvanlık konumuna bir iniş anlaşılmaktadır. Ancak Ateş, Tenasüh
anlayışını âyetlerin koyduğu evrim yasasına aykırı görmüş, bu sebeple insanlık
mertebesine kadar evrimleşmiş bir ruhun, bu mertebeden aşağı inmesi savını
kabul
• .• 315
etmemiştir.
Ateş'e
göre Reenkarnasyon, olgunlaşamayan veya bu olgunlaşmaya zaman bulamadan
bedeninden ayrılan ruhun, yine bir insan bedeninde bir kez daha dünyaya
gelmesidir.[315] [316]
Anlaşılan o ki, Ateş bu tanımlamalarla kendince Tenasüh ile
Reenkarnasyon'un arasını net çizgilerle ayırmış ve Tenasüh inancını şiddetle
reddetmiştir. Ateş, Reenkarnasyonu savunanların çeşitli âyetleri görüşlerine
delil olarak kullandıklarını dile getirmiştir. Bu âyetlerden ilki:
j>*A> <$ Aj Ü uj fj f^Ljktâ tjlj^l
^ijSj <ÎL ujj-^ <^jS “Allah'
a nasıl nankörlük
edersiniz
ki, siz ölüler idiniz, O sizi diriltti; yine öldürecek, yine diriltecek; sonra
O'na döndürüleceksiniz.”[317]
Reenkarnasyon
taraftarları, kendi düşüncelerinin Kur'an'a aykırı olmadığını ispatlamak için
bu âyeti kanıt göstermişlerdir. Çünkü, bu âyeti yorumlarken modern ilimin
verilerine göre babanın belindeki sperma canlıdır. Fakat, bu âyet hakkında
geleneksel tefsir yorumlarına bakacak olursak, “babanın belinde bulunan nutfe
cansız ölüler gibidir”.[318] Ateş ise bu görüşün aksine,
modern ilmin ışığında âyeti yorumlarken, insanın babanın sulbünde sperm
halindeki durumunu, ölü olarak nitelendirmemiştir. Zira, sperm de diridir ve
boyutundan umulmayacak derecede bir canlılık ve harekete
sahiptir.
Gâyet bilinçli hareket eder. Ateş'e göre, bu sebeple “Siz ölüler idiniz”
ifadesi, insanın tohum halini anlatmamaktadır.[319]
Zira Ateş'e göre ruh ile beden birlikte yaratılmıştır. Bedenden önce ruhlar
alemi diye bir yer yoktur. Bedenden önce ruhların yaratıldığı anlayışını Ateş,
müfessirlerin kendi kafalarında önceden yerleştirdikleri düşüncelerin bir sonucu
olarak görmüştür. O, ruhlar alemini bedenlerden önce
yaratıldığı
göüşüne karşı çıkmış, aksine bedenlerden ayrılan ruhların oluşturduğu bir alem
olarak anlamıştır.[320] Nitekim bu konuya aşağıda
değinilecektir. Ateş bu anlayıştan hareketle, ilk bedeninden ayrılan bir ruhun olgunlaşmak
için ikinci bir bedene geçene
kadar
bulunduğu yere ruhlar alemi denebileceğini iddia etmiştir. Durum böyle ise
yukarıda
zikre geçen âyetti nasıl anlamak gereklidir? Ateş'e göre bu âyet, ruhun
bedensiz
durumunu anlatmaktadır. Yani bir bedenden ayrılmış (buradan kişinin dünyaya
geldikten sonra ölmesi kastediliyor) ve olgunlaşmak için başka bir bedene
girmek zorunda bulunan ruh, “ölü” olarak ifade edilmiştir. Yani onun bedeni
ölmüştür. O ruh bir ölünün ruhudur. Ayrıldığı bedeni kastedilerek ona “ölü” denmiştir.
Onun,
yeni
bir bedene sokulması, diriltilmesi demektir. O bedeninden ayrılması da ikinci
ölümdür.
Bu ikinci ölümden sonra tekrar “diriltilmeden” den söz edilmemiştir. Bu
anlayışın sonucu olarak Ateş, “artık evrimini tamamladığı için ruhun yeni bir
bedene girmesine gerek kalmadığını belirtmiştir.”[321]
Ancak çağdaş bazı müfessirler bu âyette hayatın önce zikredilmesi gerekirken,
ölüm kelimesinin zikredilmesi sebebiyle ölüme yokluk anlamını vermişlerdir.[322]
Ateş'in bu âyet hakkındaki
yapmış olduğu yorum, yani âyetteki “ölü idiniz” derken bu dünyada ölen kimselerin
kastedilmesi daha doğru gibidir. Zira ölümün olması için
ölümden önce bir hayatın
olması lazımdır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için
Ateş'in
“insan ruhu” dendiği zaman, ne anladığını kısaca incelemekte yarar vardır. Zira
Ateş, meni hayvancıklarında ve yumurtada ruh'un varlığını savunur. Fakat
onlardaki ruh sadece canlılık vasfını taşıma özelliğine sahiptir. Ateş ruhun bu
çeşidini, hayvansal
ruh
olarak isimlendirmiştir. Yumurta döllendikten, hadislerde belirtilen süre
içinde çocuğun organları teşekkül ettikten sonraysa, ruha melek tarafından
insan bilinci üflenir. Ateş bu görüşlüne delil olarak da aşağıdaki âyeti
kullanmıştır.
LÂlJâjj
LÂjjka IgJa^Jts lÂl^L Hj ^j “Nefse ve onu biçimlendirene, ona fücur (kötülük)
unu ve takvası (korunması)nı ilham edene and olsun ki,”[323]
bu âyete göre Yüce Allah nefsi
düzenlediği
zaman henüz nefis, fücur ve takvasını, iyilik ve kötülüğünü ayırt edecek
bilince sahip değildir. Ne zamanki düzenlenen nefis, insan biçimine konur, işte
o zaman fücur ve takvasını idrak etme düzeyine gelmiş olur. Bu idrak Allah
tarafından ona lütfedilir.[324] Ateş'in bu izahın kaynağı ise
yukarda değinildiği gibi “insana ruh üflenmesinden” ona bilinç üflenmesi
anlamını çıkarmasıdır.
“Rabbin, Âdem oğullarından,
onların bellerinden zürriyetlerini almış ve: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
diye onları kendilerine şahid tutmuştu. Evet, (buna) şâhidiz! dediler. Kıyâmet
günü, Biz bundan habersizdik! demeyesiniz. Yahut: (Ne yapalım) daha önce
babalarımız (Allah'a) ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil
old(uğumuz için öyle
yapt)ık.(Gerçekleri) iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mı
ediyorsun? demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şahit
tutmuştuk).”[325]
Ateş
bu âyetlerle ilgili olarak müfessirlerin âyetin ruhu ile hiçbir ilgisi
bulunmayan açıklamalar yaptıklarını iddia etmiştir. Ateş'in bu iddiasının
sebebi ise, bir kısım müfessirin bu âyeti “dünyaya gelmeden önce insanların,
ruhlar aleminde Allah'ın kendilerinin Rabbi olduğuna şahitlik etmelerinden
bahsettiği” şeklinde anlamış olmalarıdır. Bu gibi yorumlamadan klasik olarak bildiğimiz
“Elest Bezmi” anlayışı
doğmuştur.
Ancak Ateş, bu anlayışa itiraza etmiştir. Çünkü ona göre müfessirler, kendi
kafalarındaki
düşünceyi âyete uygulamışlardır. Zira, âyette ruhlar alemine işaret yoktur.
Kur'an'da insanın ruhunun bedeninden önce yaratıldığına dair bir ifade de
mevcut değildir. Tersine insanın ruhu ve bedeninin birlikte yaratıldığı
anlaşılmaktadır. Ancak bedenden sonra ruhun yaşadığı ve tekrar
bedenlendirileceği (ba'sedileceği) hususu, Kur'an'ın birçok âyetinde
vurgulanmıştır. Ona göre, Kur'an'ın ba's (yeniden bedenlendirme) ifadesinden
ilk anda anlaşılan mana, âhirette insanın diriltilmesidir. Fakat yine bazı âyetlerde
geçen “ba's”den “bedeninden ayrılmış olan ruhun, yeni beden içinde dünyaya
getirilmesi” manası da anlaşılabilir. Eğer o âyetlerdeki kasıt bu ise, o zaman
müfessirlerin ruhlar alemi açıklamaları uygun olabilir. Ateş'e göre yukarıdaki
âyeti bu şekil de anlamakla ancak “ruhlar alemi bedenden ayrılan canların
oluşturduğu
berzah
alemi” olarak anlaşılması doğru olacaktır.[326]
[327] Ateş geleneksel anlayışa
örnek olarak İbn Hazm'ın, “Ruhlar dünyada ki bedenlere girmeden önce akıllı
varlıklardır. Allah dilediği yerde ruhları bulundurmaktadır. O alemden
gönderilip meniden doğan cesetlere üflenen ruhlar, bedenin ölümünden sonra yine
ilk bulundukları yere dönerler” şeklindeki görüşünü nakletmiştir. Ancak, İbn
Kayyım el-Cevziyye'nin “Kitabu'r-Ruh” isimli eserinde bu konuyu izah ettiğini
ve İbn Kayyım’ın, İbn Hazm'ın bu görüşünün Kitap, Sünnet ve icmada hiçbir yerinin
olmadığını söylediğini nakletmek suretiyle bu
konuda
mütekaddim ulemadan nakillerde bulunarak da kendi görüşünü 327 desteklemiştir.
Ateş'in
bu görüşlerinden Ruhlar alemini inkâr ettiği anlamı çıkarılmamalıdır. Zira
Ateş, ruhlar aleminin varlığına inanmaktadır. Ancak bu, henüz bedenler
yaratılmadan önce insan ruhlarının yaratılıp bulundukları yer değil,
bedenlerden ayrılan ruhların gittiği yerdir. Bedenlerden önce ruhlar aleminin
varlığı konusu hiçbir delile dayanmadığına göre, eğer hadisler sahih ise- ki
Ateş, sahih olduğu kanısındadır- cenine üflenen ruh, bedenden ayrılan ruhların
oluşturduğu alemden alınmaktadır. Ya da cenine üflenen ruh, cenine bilinç verilmesi
anlamını taşır. Çünkü aşılanmadan itibaren cenin canlıdır. Öyleyse ona ruh
üflenmesi, bilinç verilmesi demektir.[328]
Lâkin, kanaatimizce Ateş, bu anlayışıyla kendi içinde çelişir görülmektedir.
Binaenaleyh Ateş, Reenkarnasyon anlayışına göre hem ruhların beden
değiştirdiğine inanmakta, hem de ruhun bedeni ile birlikte yaratıldığını
savunmaktadır. Eğer Ruh bedenle ya da bedenden sonra yaratıldıysa Reenkarnasyon
anlayışına göre, ilk bedenin ruhtan önce yaratıldığı anlamına gelmekle
birlikte, ikinci bedenin ise ruhtan sonra yaratıldığı gibi farklı bir anlamı da
ifade etmektedir.
Reenkarnasyon
taraftarlarınca Kur' an' dan delil olarak kullanılan bir başka âyet ise;
jj^' j^j*!' j*j ^^ uLkl ‘kSjl ^Sjîjjl
âL^-l/j —f^aJl jl^. ^3ÎI
O,
hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O,
üstündür,
bağışlayandır.[329] Ateş, bu ve Bakara
Suresindeki âyette hep ölümün hayattan önce zikredildiğine dikkat çekmiştir.
Müfessirlerin ise, bu konuyla ilgili çeşitli izahlarda bulunduğunu ancak, bu
izahların kesin bir kanıta dayanmadığını ve tahminden başka bir
anlam
ifade etmediğini dile getirmiştir. Ateş, “ölümle, bedenden ayrılmış ruhun
yeniden bedenlenerek bedensel hayata getirildiğine işaret olunmuş ise, bu
takdirde ölümün hayattan önce anılması son derece uygun ve anlamlı” olduğunu söylemiştir.
Çünkü
Ateş'e
göre, insanın bu hayatından önce bir ölüm geçmiş, yani bu hayat bir ölümden
sonra vaki olmuştur. Bu yorumdan hareketle ölümün önce anılmasında bir hikmetin
olduğunu savunmuştur.[330] Anlaşılan odur ki, Ateş âyet
hakkında yapmış olduğu yorumla, bu âyetin Reenkarnasyona işaret ettiğini
ispatlamaya çalışmıştır.[331]
Reenkarnasyona
delil olarak kullanılan bir başka âyet ise;
^'jj
û<5 '-frbts y ^1IS İ^jI US c^SJj Hjâ 3^kl Jd * jj*?.jl Çıj Jâ &ydl
^Â3kl ^lk 131 ^2k
ÛÂ"^
fjj ^İJ £j>? “Nihâyet onlardan birine ölüm geldiği zaman: 'Rabbim, der, beni
geri döndürünüz!' ki terk ettiğim dünyâda yararlı bir iş yapayım. Hayır, bu
onun söylediği bir sözdür. Önlerinde tâ diriltilecekleri güne kadar bir berzah
vardır.”[332] Bir kısım muasır müfessirler
bu âyetin Reenkarnasyon inancını reddettiğine dikkat çekmişlerdir.[333] Ancak Ateş'e göre, bu iki âyette
ruhun tekrar dünyasal bedene
döndürülemeyeceği
manası çıkabilir ise de; ruhun hiç dünyaya dönmeyeceği değil, tekrar
bedenleneceği zamana kadar bir geçit, yani bir ara zaman bulunduğu
anlatılmaktadır. Âyette ruhun ba's olunacağı kesindir. Ancak Ateş'e göre, bu
ba's hemen ölümün ardından değil, belli bir zaman aralığından sonra olacaktır.
Lâkin cumhur, Ateş gibi düşünmemektedir. Ateş de bu durumun farkındadır. Bu
sebeple cumhurun kendisi gibi düşünmediğini ifade etmiştir. Zira cumhura göre bu
ba's, âhiret
bedenlenmesidir.
Fakat Ateş, âhiret bedenlenmesinin muhakkak olduğuna inanmakla birlikte şu
soruyu kendi kendine sorar: “Acaba bu âyette olgunlaşmamış ruha bir kez daha
dünyada bedenlenme fırsatının verileceği anlatılmış olamaz mı? Ateş bu
ihtimalin her zaman için var olduğunu savunmuştur.[334]
“Biz
sizi yarattık; doğrulamanız gerekmez mi? Akıttığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi
onu yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcılar biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden
biziz ve bizim önümüze geçilmiş değildir (kimse ölüme engel olamaz). (Size
böyle ölümü takdir ettik) Ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi,
bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ' edelim. And olsun, ilk yaratmayı
bildiniz, (bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi?[335]
Ateş bu âyetin yorumlanmasında müfessirlerin iki türlü yol
tuttuğunu belirtmiştir. Bu yorumların ilkine göre âyette geçen j Jk
Jjükj ü üs ^î ffiuntj ^AJjkl Juj “sizi
enzeriniz ile değiştirelim” Meşhur görüşe göre bu âyetin
başındaki Jk, bundan önceki jjbjjLüsj
jk kkj e tealluk eder(ona bağlıdır). Yani sizi benzerlerinizle değiştirmekten
aciz değiliz. İkinci görüşe göre Jk , ü>â ^kî ya
bağlıdır.
Bu tür anlayışın takdiri ise şöyledir: “biz ta başlangıçta sizin neslinizi
tamamen kesmek üzere değil sizi bedenlerinizle değiştirmek üzere aranızda ölümü
takdir ettik (ölümlü olmanıza kara verdik). Bir kısmınız ölürken onların yerine
başkaları gelecektir. Biz aranıza ölümü böyle koyduk. Biz ölümü bütün insanları
yok edecek biçimde değil benzerlerinizi yerinize getirmek üzere aranızda takdir
ettik. Sizi öldürüp götürür, yerinize başkalarını getiririz. Daha sonra sizi,
bilmediğiniz biçimde yeniden yaratırız. Buna göre benzerleri öldürülen
insanların kendileri değil başkalarıdır. Yani insanlardan kimi ölürken, onların
yerine yine kendileri gibi insanlar doğar, hayat kendisini tazeler.[336] Ateş, Elmalı'ının bu âyet
hakkındaki görüşlerini de naklederek kendi yorumunu desteklemek istemiştir[337] İzzet Derveze'nin de,
sadedinde bulunduğumuz âyet hakkında yukarıdaki anlayışı destekler biçimde
şöyle bir yorumda bulunmuştur: “...yani Allah sizi benzerlerinizle
değiştirebilir. Onu aciz bırakamazsınız. Ona üstün gelemezsiniz. Ona hiç kimse
engel olamaz. O Allah, sizi başka hal ve vasıfta yahut da başka yerlerde
yaratır da haberiniz olmaz.[338]
Ateş,
Vakı'a suresinin 61'inci âyetindeki ^ALkd J'^-4 j Jk “Sizin yerinize
benzerlerinizi getirelim” cümlesinden, ölen kuşakların yerine yine kendilerine
benzer kuşakların getirileceği;” jj-^k2 İd U ^j ffiş* ıtj: sizi
bilmediğiniz bir biçimde ve sıfatta inşaa edelim” anlamındaki ikinci
cümlesinden de ölen insanların bilinmeyen bir biçim ve sıfatta yeniden
yaratılacakları anlamaya müsait olduğu görüşünü savunmuştur. Zira ona göre,
daha önce geçen benzeri âyetlerle karşılaştırılırsa bu âyetlerden de kemal
bulmadan ölmüş insan ruhunun, bilinmeyen bir bedene sokulup bedensel hayata
getirileceği
manası
çıkarılabilir.[339]
Reenkarnasyon
anlayışında, insanın ruhu ikinci bir kere başka bir bedende yeniden
dünyaya
gelecek ise, şöyle bir soru akla gelebilir: “Bu ikinci bedenlenme nasıl
olacaktır?” Bu mukadder sorunun cevabı Ateş'e göre Vakı'a 62'inci âyette
mevcuttur. Çünkü, yeniden yaratılacak insanın yaratılma eylemi “halk” fiiliyle
değil, “inşaa” filiyle anlatılmaktadır. Ateş bu söylemden, insanın yeniden
yaratılışının yine ilk yaratılması gibi hücrelerin bölünüp çoğalmasıyla olacağı
yorumunu çıkarmıştır. Ateş'in böyle bir sonuca varmasının sebebi ise, “inşa”
kelimesinin anlamlarından birinin yapı malzemelerini üst üste koyup binayı
yapmak anlamına gelmesidir. İnsanın anne karnında yaratılma eylemi de bölünüp çoğalan
hücrenin üst üste binerek inşa
edilmesidir
ki, Ateş'e göre, bu eylemin ifadesi için “inşa” fiili daha uygun düşmektedir.[340]
Ateş,
her ruhun Reenkarnasyon işlemine tabi tutulmayacağı görüşündedir. Bu
anlayışının sebebi ise, mezkur âyetlerin olgunluk kazanmış mü'min insanlara değil;
âhireti
inkâr eden kemal bulmamış cehennem halkına hitap ettiğine inanmasıdır. Yani
olgunlaşmamış inkarcı insanlar, olgunlaşmak üzere yeniden bedenlere sokularak
yaratılacaklardır. Ateş'e göre bu takdirde ba's, (yeniden bedensel hayata
çıkarma, öldükten sonra dirilme) olayı kemal bulmamış ruhlara mahsus olabilir.
Kemal bulmuş ruhlar, huld cennetine gittiklerinden bedensel hayata dönemezler.
Zira Ateş'e göre, bedenden bedene geçen ruh, ancak bu bedenler içinde dünyanın
ıstırabını ve sıkıntılarını çekerek olgunlaşır.[341]
Kanaatimizce
ruhun dünyada kaç kere bedenleneceği konusu Reenkarnasyonu savunanlarca izah
edilmesi gereken bir sorundur. Yani ruh bu dünyada kaç bedene girecektir.
Âhireti inkâr edenlere göre bunun sınırı yoktur. Zira onlar için yaşam bu dünya
hayatıdır. Ancak Ateş gibi âhiret inancında şüpheleri bulunmadığı halde Reenkarnasyonun
var olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduranların bu döngüselliğe bir son
bulmaları gerekmektedir. Ateş bu problemin sebep olabileceği mukadder soruların
cevabını kendine göre Reenkarnasyona delil olabileceğini düşündüğü şu âyetle
vermiştir: j-^ £j>k ^İJ LUâ UjjjSj
LjâJjklâ jj-SjjI L^yk-İj j^' Ükd IjjJ 'Â^
J^“
“Rabbimiz bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik.
Şimdi
(şu ateşten) çıkmak için (bize) bir yol var mı (acaba)?”[342]
Ateş bu âyetten cehennemliklerin iki kez bedenlendirilmiş ve iki kez ölümü
tattıktan sonra cehenneme atıldıkları yorumunu çıkarmıştır. Zira ona göre, bu
kadar geniş fırsattan sonra olgunlaşmayan insan da cehennemi hak etmiştir.
Dünyada iki kere bedenlenmesine rağmen olgunlaşamayan kişinin ruhu cehennemde
azaba çakıla çakıla olgunlaşacaktır. Çünkü her ruh olgunlaşmaya mecbur ve
mahkumdur.[343] Ancak bazı müfessirler bu
âyetin tefsirini yaparken birinci öldürme, dünya hayatını bitiren ilk ölüm;
ikinci öldürme kabirdeki birinci diriltmeyi takip eden ölüm; ikinci diriltme de
ölümden sonra kıyametteki dirilmedir. Bu görüşte olanlara göre, dünya hayatı
dikkate alınmamıştır. Çünkü dünyada inkâr ettiklerini kabul ve itiraf ile günahlarını
itiraf etmişlerdir. Buna
karşılık
müminlerin “Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek... değil miyiz?”[344] diyeceklerini; bir başka âyette
de müttakiler hakkında “Orada ilk ölümden
başka
ölüm tatmazlar,”[345] buyrulacaklarına dikkat
çekilmiştir. Bu müfessirlere göre, ilk ölüm ve hayatın bedene ait ölüm ve
hayat, ikincinin de ruha ait ölüm ve hayat diye düşünülmesi ve
değerlendirilmesi ve mümin ruhunun “Allah'ın diledikleri kimseler müstesna”
ifadesindeki zümrenin arasına dahil olarak doğrudan doğruya baki kalacağına,
ölmeyeceğine işaret olması da ihtimal dahilindedir. Burada kafirlerin
sözlerindeki “iki”yi, “Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak).”[346] âyetin deki “ikil (tesniye)
gibi sırf tekrar ve çokluk manasına alanlar da olmuştur, bu türlü bir yorum
sonucunda âyetin anlamı ise,” Sen bizi kaç kere öldürdün, kaç kere dirilttin,
bunları görüp kudretinin, büyüklüğünü ve dolayısıyla iadeyi de yapabileceğini
anladık.” şeklinde olmalıdır.[347] Ateş, bu yorumlar ne kadar
geçerli ise, kendi yorumunun da o kadar geçerli olduğunu savunmuştur. Zira
Ateş'e göre bu izahlar âhireti inkâr değildir. Zaten o'na göre, suçlu ruh cennete
giremez. Dünyada bu ruha bir kez daha fırsat
tanınır.
Eğer yine kemale erişemez ise cehennemde cezasını çekerek kemal'e erer.
Zaten
Ateş'e göre cehennem cennet gibi baki de değildir.[348]
Ancak Ateş başka bir eserinde ise, ölen
kişinin tekrar bu dünyada bedenlenemeyeceğini
savunmuş
ve şöyle demiştir: “Kur'an da ölen insanların tekrar dünyaya dönmeyecekleri
kesinlikle belirtilmiştir: 'Görmediler mi kendilerinden önceki nesilleri yok
ettik. Onlar bir daha kendilerine dönüp gelemezler.”[349]
Âyetin açıklamasına göre insanlar ikinci kez dünyaya gelmeyeceklerdir.[350] Oysa Reenkarnasyon inancı,
insanın pek çok defa çeşitli bedenlerde dünyaya gelmesi inancıdır. Bundan da anlaşılmaktadır
ki, Ateş bu konuda
tam
anlamıyla durulmuş da sayılmaz.
Reenkarnasyona
karşı çıkanların en önemli delilleri ise : “Nihâyet onlardan birine ölüm
geldiği zaman: “Rabbim, der, beni geri döndürünüz!” “Ki terk ettiğim dünyâda
yararlı bir iş yapayım.” Hayır, bu onun söylediği bir sözdür. Önlerinde tâ
diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır,[351]
âyetleridir. Bu âyette geçen “Berzah” kelimesi, tenasüh
inancını
reddeden bu âyetin anahtar kelimesidir. Zira berzah Peygamberden rivâyet
edilen
hadise göre dünya ile âhiret arasındaki şeyin adıdır.[352]
Ragıb'a göre berzah; engel, iki şeyi birbirinden ayıran sınırdır. Kıyametteki
berzah ise, insan ile âhiretteki varılacak yüce menzile ulaşma arasındaki
engele denildiği gibi, ölümle kıyamet arasınsa ki şeye de denmiştir.[353] Bu berzah âyetinden ve
yorumlarından anlaşılan o ki, inkarcı
ruhlar,
kabir azabını gördüklerinde dünyaya sâlih amel işlemeleri için tekrar geri
döndürülmelerini isteyecekler; fakat bu istekleri asla kabul edilmeyecektir.
Ölümle birlikte amelleri ve mükellefiyetlikleri sona erecektir. Bu aşamadan
sonra mizan, terazi kurulacak ve hiçbir kula zulmedilmeyecektir. Nitekim bu
anlamda “Kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık
edilmez (insanın yaptığı iş), bir hardal dânesi ağırlığınca da olsa onu getiririz.
Hesab gören olarak biz yeteriz,”[354]
gibi
âyetler mevcuttur. Bu âyetler, “İslam'ın
suç ve ceza prensibini ortaya koymaktadır. Herkes yaptığının karşılığını iyi
veya kötü yine kendisi görecektir kimse başkasını yükünü yüklenmez. İslam'ın bu
genel prensibi de Reenkarnasyonu reddetmektedir. Zira Reenkarnasyon anlayışına
göre, günahkar bir insanın ruhu itaatkar bir insanda, kafir bir insanın ruhu
mü'min bir kimsenin bedeninde tekrar dünyaya gelebilmektedir. Bu durumda bu
ruhların önceki hayatları sebebiyle ceza görmeleri ya da sonraki hayatları
sebebiyle mükafatlandırılmaları nasıl mümkün olacaktır. Farz edelim ki,
Reenkarnasyon
gerçektir
ve tekrar ruhlar dünyaya dönüş yaparak bir başka bedende yeniden
yaşamaktadırlar. Orada azap gören bir ruhun, yeni hayatında inkarcı, günahkar
ve asi olmaması, ibadet ve tatla günlerini geçirmesi, kabir ahvalini hatırlayıp
ondan haber
vermesini
gerekli kılardı. Hâlbuki bunun böyle olduğunu söyleyemeyiz. Zaten
Reenkarnasyona inanıp da önceki hayatlarından haber verdiklerini iddia edenler
de bu dünya hayatından başka bir şey anlatamamaktadırlar.”[355]
Reenkarnasyon gerçek olmadığına göre ister tabi yollarla olsun ister hipnoz
yoluyla olsun geçmişten verilen haberleri nasıl açıklayabiliriz? Reenkarnasyonu
reddedenlere göre bu sorunun cevabında cinler bulunmaktadır. Kur'an'da geçen
bazı âyetlerden de anlaşılmaktadır ki, cinler insanlardan farklı olarak bazı bilgilere
sahip olabilirler. Bu cinler ruh çağırma ve hipnoz seanslarında asırlar önce
yaşamış bazı kimselerin hayatlarından haber verebilirler. Nitekim onların
ömürleri ve nitelikleri insanlardan çok farklıdır. Çok kısa zamanda uzun mesafeleri
dolaşabilirler. Bu şekilde kendilerini şunun bunun ruhu
olarak
da tanıtabilirler. Kimi bilgileri doğru, kimi bilgileri de yanlış
aktarabilirler. İnsanlar cinleri beş duyu ile göremedikleri için sanki hipnoz
olan kişinin ağzından konuşan kişinin asırlar önce yaşamış kişinin ruhu
zannedebilirler. Bunların hepsi aldatma ve kafir cinlerin aldatmasından başka
bir şey değildir. Bu sebeple bütün bunlar Reenkarnasyonun varlığına delil
olamazlar.[356] Reenkarnasyona karşı
çıkanlara göre, ölümle birlikte, dünyada olduğu gibi, noksanlıkların telafi
edilmesi mümkün değildir. Artık amel safhası bitmiştir. Bununla ilgili pek çok
sahih hadis mevcuttur. Şâyet böyle bir şey mümkün ise, bu ruhların ikinci bir
bedene girene kadar bekledikleri yer olmalıdır ki, böyle bir yer hakkında sahih
kaynaklarda da bir bilgi mevcut değildir. [357]
Sonuç
olarak bu konu ile yapılan yorumlardan anlaşılan odur ki, Kur'an'da
Reenkarnasyon inancının varlığına dâir iddialar sadece bir yorumdan ibarettir.
Binaenaleyh Ateş, konunun başında değindiğimiz gibi, bu âyetlerin
Reenkarnasyona “kesin delil” olamayacağını vurgulamıştır. Ancak realitede İslam
düşünce tarihinde bu görüşü savunup Kur'an'dan kendi görüşlerini, destekleyecek
deliller getiren akımlar da mevcuttur. Araştırmamızın sonucunda Ateş'in
Kur’an’da reenkaryasyonun lehinde kesin delil olmasa da İslam düşüncesinde
böyle bir anlayışın var olduğuna dikkat çektiğini görmekteyiz.
Hz.
Âdem'in çıkarıldığı cennetin ebedi olan cennet olup olmadığı konusu İslam
alimleri arasında eskiden beri tartışılan bir meseledir. Bu tartışma, Kur'an'ı
anlamada kullanılan yöntem ve ilkeler bağlamında, bizim açımızdan önemlidir.
Aksi halde, bu cennetin nerede olduğu ve keyfiyetinin ne olduğu bizi pek de
ilgilendirmemektedir. Çünkü, cennet denilen yer ister terim anlamında
âhiretteki ebedi cennet olsun, ister bu dünyada bağlık bahçelik bir yer olsun
pratik sonuçları açısından bize pek fazla bir şey kazandırmamaktadır. Eğer Hz.
Âdem'in içinden çıkarıldığı cennet, âhiret hayatındaki ebedi cennet ise, bu
cennetin halen mevcut olup olmadığı hususu günümüze kadar tartışıla gelmiştir.
Bu tartışmalar sonucu ortaya iki türlü görüş çıkmıştır. Kimileri Hz. Âdem'in
içine konulduğu cennetin ebedi cennet olduğunu, kimileri de yeryüzünde bir
bahçe olduğunu ileri sürmüştür. Örneğin İbni Kayyım, cennetin mevcudiyetini
kabul edenlerin Hz. Âdem kıssasını delil göstermelerini eleştirmiş ve Hz.
Âdem'in iskan edildiği yerin ebediyet cenneti olup olmadığı konusunun bilginler
arasında tartışmalara yol açtığını söylemiştir.[358]
Biz konuya sadece usul açısından yaklaşıp, Kur'an'da konuyla alakalı geçen
âyetlerin anlaşılıp yorumlanması konusunda Ateş'in hangi yöntemle, nasıl bir
sonuca vardığını inceleyeceğiz.
Ateş
diğer konularda olduğu gibi bu konuda da anahtar kelimelerin sözlük anlamına önem
vermiştir. Nitekim, “cennet” kelimesinin içerdiği sözlük anlamı Ateş'in tezini
temellendirmede kullandığı en önemli dayanaklarından birisidir. Çünkü bu
kelimenin sözlük anlamı “gözden saklı, sık ağaçlı bahçe” anlamına gelmektedir.
Kelimenin sözlük anlamı itibariyle dünya bahçeleri için kullanıldığı gibi,
terim anlamı itibariyle de dünyadan sonra varılacak ebedi varlık için de
kullanılmıştır. Acaba Hz. Âdem'in yaratıldığı cennet yeryüzü cenneti midir?
Yoksa ebedi olan âhiret cenneti midir? Ateş, bazı ulemanın cennetin dünyada
olduğu görüşünden hareketle, “Filistin veya Faris ile Kirman arasında bir yer
olduğunu fikrini ileri sürdüklerini” söylemiş; bu sebeple “Hz. Âdem'in
cennetten inişi de buradan Hindistan'a gidişi olarak yorumlanmıştır” der.
Nitekim, Ateş de bu görüştedir.[359]
Ateş,
tefsir kitaplarında genellikle Hz. Âdem'in yaratıldığı cennetin İslamî
literatürde terim anlamında kullanılan ebedi cennet olduğu anlayışının ağır
bastığını, ancak bu anlayışın Kur'an metninden kaçıp peşin fikirlerin Kur'an'a
uygulanmasından başka bir şey olmadığını iddia etmiştir.[360]
Binaenaleyh Ateş, âyetleri anlama ve yorumlama faaliyetini gerçekleştirirken
kullandığı yöntem üzere, aksi bir karine olmadıkça öncelikle âyette geçen
kelimelerin sözlük anlamlarından hareket etmiştir. Bu sebeple Ateş'in, bir
âyeti yorumlarken kelimelerin sonradan ortaya çıkmış terim anlamlarının yerine,
güncel dilde kullanılan kavram anlamlarını kullanmanın gerektiğini benimsediği
görülmektedir. Ateş açısından bu konu, yukarıda işlediğimiz Hz. Âdem'in
yaratılışı ile bir iç içelik arz etmektedir. Aşağıda görüleceği üzere cennetle
ilgili görüşünün temel dayanaklarından biri de Hz. Âdem'in nasıl yaratıldığı
konusudur. Ateş, diğer konularda olduğu gibi bu konuda da geleneksel tefsirin
cennet hakkındaki görüşlerini bize sunmuş; ancak bu görüşlerin âyeti
yorumlamada kendisini mutlak anlamda bağlamadığını dile getirmiştir. Geleneksel
tefsir anlayışının terim anlamında uhrevi kurtuluşu yansıtan huld cenneti
anlayışına muhalefet ederek Hz. Âdem'in bu dünyada yaratıldığı fikrini
savunmuştur.[361] Nitekim bazı âyetlerde, bu
kelimenin yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede kavram anlamında kullanıldığı da
görülmektedir.[362] Diğer konularda olduğu gibi
bu konuda da Ateş ile gelenek arasındaki tartışmaların önemli sebeplerinden
birisi, âyetlerde geçen kilit konumdaki kelimelerin terim anlamında mı, yoksa
temel anlamı olan kavram anlamında mı! kullanıldığı konusundaki görüş
farklılığı oluşturmaktadır. Ateş Hz. Âdem'in içinden çıkarıldığı cennetin
dünyada olduğunu ve kavram anlamında kullanıldığını dolaysıyla bağ ve bahçelik
bir alandan çıkarıldığını savunmuştur
Ateş'in Hz. Âdem'in dünyada ki bir bağ ve bahçe olan
cennetten çıkarıldığı görüşünün temel dayanağı ise, insanın yeryüzünün
toprağından yaratıldığına dair âyetlerin varlığıdır. ^>lî ^>^ UVî Ab
‘kSltâlk t^j* “Sizi şu topraktan yarattık yine ona
döndüreceğiz
ve bir kez daha ondan çıkaracağız.”[363]
j-* 4JH p' J-^ <^' ^—^ J^ u'
uj-^ j-S Al JLS jij <—>IJ3 “Allah
onu topraktan yarattı.”[364] Bu âyetlerden hareketle
insanın bu dünyanın toprağından yaratıldığını bu sebeple Hz. Âdem'in içinde
yaratıldığı cennetin de ebedi aleme ait “Huld” cenneti olmadığını, aksine bu
dünyada bir bahçe olduğunu savunmuştur. Ateş'in hareket noktası ilginçtir. O'na
göre eğer Hz. Âdem içinde yaşadığımız dünyanın toprağından yaratıldıysa
-Ateş'in, Hz. Âdem'in ilk insan
olmadığını,
onun dünyaya gelişinin de normal insanlar gibi anne ve baba yoluyla olduğunu
savunduğunu daha önce evrim konusunda değinmiştik- ki, âyet bunu ifade
etmektedir; o halde, Hz. Âdem'in ebedi cennetten çıkarıldığını söyleyenler neye
göre bunu söylemişlerdir. Nitekim, geleneksel görüşe göre Hz. Âdem ya bu
dünyada yaratılmış ve sonra gökteki ebedi cennete çıkarılmış[365] ya da Hz. Âdem, bu dünyadan
toprak alınarak ebedi cennette yaratılmıştır. Ateş bu yorumların âyetin zahir
manasından çıkarmayı mümkün görmemiş ve âyetlerde Hz. Âdem'in yeryüzünde
yaratıldıktan sonra göğe çıkarıldığından da söz edilmediğini vurgulamıştır.
Çünkü Ateş'e göre, eğer Hz. Âdem bu dünyada yaratıldıktan sonra ebedi cennete
çıkarılmış olsaydı elbette bu duruma işaret olunması lazım gelirdi.[366] Bu konuda bir başka problem
ise; âyetlerde âhiretteki cennetin ebedi olduğunun bildirilmiş olmasıdır.
Geleneğe göre, Hz. Âdem bu cennete ilk olarak ebedi kalmamış, bir misafir gibi
girmiştir.[367] Ateş bu noktada, “Eğer Hz.
Âdem ebedi cennette idiyse niçin ebedi olmak için şeytana kanarak ebediyet
ağacı diye şeytanın takdim ettiği ağaçtan yemiştir?” sorusunu sormuş ve şöyle
cevap vermiştir: “O ebedi cennetin nimetleri kesintisiz ve ebedidir. Ç^jH^ İdj
ÇojLâ^ İd Vakıa
suresinde
ebedi cennette her şeyin kesintisiz ve yasaksız olduğu belirtilmektedir.[368]
Eğer
Hz. Âdem'in bulunduğu cennet ebedi cennet olsaydı, orada zaten ebediyet içinde
olduğu için ebediyet aramasına gerek olmazdı . Hâlbuki Hz. Âdem, ebediyete
ermek için yasak ağacın meyvesini yemiştir. Eğer bu cennet ebedi cennet olsaydı
ne Hz. Âdem oradan çıkarılır ne de şeytan oraya girebilirdi[369].
Bu noktada üçüncü bir problem ortaya çıkmaktadır ki, o da şeytanın cennetten
kovulmuş olmasıdır. Zira, şeytan oraya nasıl tekrar girmiştir? Elmalılı'ya
göre, Şeytanın tekrar cennete girmesinde şaşılacak bir şey yoktur.[370] Ancak, ^$.3 Uj i-4^ J*J İd
HİS t^js jjk jUu “Orada bir kadeh kapışırlar ki içinde ne saçmalama var, ne de
günaha sokma.”[371] Ateş'e göre bu âyetin
ifadesinden anlaşılan, ebedi cennette günah işlenmez ve şeytan zaten oraya
giremez. Hâlbuki Hz. Âdem bulunduğu cennete günah işlemiş ve Allah'ın emrine
karşı gelmiştir. Bir başka âyette[372]
ise, Hz. Âdem'in bulunduğu ilk cennette acıkma ve susamanın olmadığı
belirtilerek tasvir edilmiştir. Yukarıda sunduğumuz âyete göre ise, insanların
ebedi cennette cennet içeceğini içmek için kadeh kapıştıkları ifade edilmiştir.
Şâyet her iki âyette ki cennet'in ebedi cennet olduğunu iddia edecek olursak
iki âyet arasında açık bir çelişki ortaya çıkar ki bu muhaldir. Bu sebeple
Ateş'e göre geleneksel anlayışın cennetle ilgi görüşleri pekte tutarlı
değildir.[373]
Ateş, geleneksel anlayışa göre cennette yaratılan
Hz. Âdem'e secde etmeyen İblis'in ebedilik cennetinden kovulmasını ise şöyle
değerlendirmiştir: 1^-kıÂI “...oradan
in...”
ifadesinde müfessirlerin çoğu “W^” da mevcut olan zamirin cennet'e raci
olduğunu,
bu sözün “.cennetten in.” anlamına geldiği söylerler. Fakat âyette daha önce
cennet sözü geçmemiştir. Bu sözden yüce melekut alemindeki konumundan inmesi
anlamı çıkmaktadır.[374] Ateş müfessirlerden bir
kısmının kendisinin benimsediği görüşü benimsediklerini belirterek, bu görüşü
benimseyenlerden Ebu Müslim el- İsfehani'yi de örnek olarak vermiştir. Ateş'in
bu konuyla ilgili bir başka delili ise, âyette geçen b^l kelimesinin Kur'an'da
ki kullanımlarıdır. nitekim Bu kelime sözlükte “...ininiz” anlamında yüksek bir
yerden aşağıya doğru, yokuş aşağı inmek anlamına gelmektedir. Ateş bu kelimenin
Kur'an'da bu anlamda kullanıldığını nakletmiştir. Mesela, “ b-kpd Ijl^” İsrail oğullarına
“.şehre ininiz”[375] şeklinde hitap edilmiştir. Ateş
bu noktadan
hareketle,
“Hz. Âdem'in yaratıldığı cennetin bir tepe üstünde bulunması ve Hz. Âdem'in
oradan düzlüğe inmesi” şeklinde anlaşılmasının hem kelimenin sözlük anlamı hem
de Hz. Âdem'in topraktan yaratılması açısından daha uygun bir anlayış olacağını
savunmuştur.[376]
Bu
konuda Ateş'in savunduğu bu tezi Ebu'l-Kasım el-Belhi, Ebu Müslim el-İsfehani
gibi
bir çok Mutezili alim ile bazı Ehli Sünnet alimleri de savunmuşlardır. Ateş
kendi tezini desteklemek için İmam Maturi'den nakillerde bulunmuştur. Nitekim,
İmam Maturidi Hz. Âdem'in iskan edildiği cennetin genel anlamı ile bağlık
bahçelik bir yer olduğu şeklindeki açıklamaları ile buranın yer yüzünde olduğu
görüşüne katılmıştır. Ancak, buranın tam olarak yerini tespit etmenin imkansız
olduğunu selefin de bu kanaatte olduğunu belirtmiştir.[377]
Ateş
bu konuda çeşitli işâri yorumlara da gitmiştir. Binaenaleyh bir kısım âyetlerde
Hz.
Âdem
ve eşinin bulunduğu cennette acıkma susama, çıplak kalıp üşüme, yahut güneşin
altında sıcaktan bunalma gibi sıkıntıların bulunmadığı anlaşılmaktadır.[378] Ateş'e göre “bu hal, ya
insanın henüz bu zorlukları duymayacak ilkel bir safhasını ya da eşiyle
birlikte bulundukları cennette kendilerine gerekli gıdaların bol bol bulunduğu,
ağaçların altında üşümeden yanmadan rahatça yaşadıkları bir duruma işaret
etmektedir. Yasak meyveden de yeyince hemen cinsel organların görülmeye
başlaması ve bu ağaca “şeceratu'l- huld” (ebedi yaşam ağacı) denmesi, bu ağaçla
cinsel organ arsında bir bağın bulunduğunu gösterir. Allah bilir bu ağaç cinsel
birleşmeden kinayedir. Ömrün sonluluğuna göre insan ebedi yaşamın yolunu arar. Fert
olarak ebedi olamaz. Ancak
çocuk
sahibi olmakla nesli aracılığıyla insan ebedileşir. İçlerine sonsuzluk ateşi
düşmüş olan Hz. Âdem ve eşi, bu sonsuzluk ağacından yemeye yönelmişler, cinsel
birleşme yapmışlardır. Bunu yapınca da utanma duyguları belirmiş; cinsel
organlarını cennet yapraklarıyla örtme gereğini duymuşlardır. Cinsel
birleşmeden sonra Hz. Âdem'in eşi hamile kalmış, doğurmuş ve çocukları
çoğalınca artık içinde yaşadıkları ilk cennet yaşamları için yetmemiştir.
Önceleri kendilerine yeterli her şeyin bulunduğu bu cennet yetersiz gelince,
oradan aşağı inmeleri, ziraat yapabilecekleri düz araziye yerleşmeleri
kendilerine emredilmiştir.[379]
Ateş'in,
Hz. Âdem'in iskan edildiği cennet hakkındaki görüşlerinin iki temel dayanağı
mevcuttur. Bu esaslarının ilkini âyetleri yorumlarken yöntem olarak âyet
merkezli düşünmesi; ikincisini ise, Hz. Âdem'in nerede yaratıldığı ve ilk insan
olup olmadığı görüşü oluşturmaktadır. Ateş'in bu görüşlerinden dolayı “Huld”
cenneti inkâr ettiği veya karşı çıktığı anlaşılmamalıdır. Ateş'in karşı çıktığı
konu ilk olarak, âyetlerden hareketle düşüncelerin oluşturulması değil de,
zihinlerde şu ya da bu şekilde oluşmuş ön bilgilere göre âyetleri yorumlamak ve
bunun sonucunda düşüncelerin oluşturulmasıdır. Aslında önbilgilerden mutlak
anlamda kurtulup nesnel anlamda olayları algılayıp anlamak ve yorumlamak mümkün
müdür?
Bu
soru ayrıca cevaplandırılması gereken bir sorudur. Ancak, Ateş burada elden
geldiğince âyet merkezli ve Kur'an bütünlüğü içinde bir hareket noktası çizerek
harici bilgileri anlayışının odağına koymaktan kaçınmış ve kendine bu şekil bir
yöntem çizmiştir. İkinci olarak Ateş, evrim konusunda değindiğimiz üzere
öncelikle Hz.
Âdem'in
yeryüzünde hatta normal insanlar gibi bir anadan ve babadan türediğini
savunmuştur. Bu düşünceden Hz. Âdem'in bir anne ve babası olduğu, öyleyse doğal
olarak
Hz. Âdem'den önce de yeryüzünde insanların yaşadığı sonucu çıkmaktadır. Bundan
da Hz. Âdem dünyaya gelmeden önce yeryüzünün yaşanabilir bir yer olduğu
anlaşılmaktadır.
Ancak Ateş'e göre Hz. Âdem insan oğlunun ruh açısından kemâle ermiş ilk kişisi
olduğu için ağaçlık ve yeşilliklerle dolu farklı bir mekana yerleştirilmiş; o
sebeple buraya sözlük anlamı gereği cennet denmiştir. Âyeti anlarken kullanmış
olduğu bu iki temel hareket noktasının sonucunda da müfessirlerin Hz. Âdem'in
yaratılışı
ve iskan edildiği cennet konusunda hata ettiklerini ısrarla vurgulamıştır.
Bu
konunun problem olarak ortaya çıkmasında, temelde tarafların Allah'ın
rahmetinin ve adaletinin keyfiyeti hakkındaki inançları olduğunu düşünüyoruz.
Kimileri “Allah'ın rahmetinin azabının önünde olmasından dolayı asıl hedeflenen
şeyin rahmet olduğunu, zabın ise amaç olmaktan ziyade bu amacı gerçekleştirmede
bir araç olması sebebiyle amaca ulaşmakla aracın ortadan kalkacağını
savunmalarıdır.[380] Yani bu kimselere göre cehennem
mü'minleri korkutmak, günahkarları da hatalardan temizlemek için yaratılmıştır.
Günahkarlar Allah'ın rahmetine nail olana kadar cehennemde suçları nispetinde
Allah'ın adaleti gereği temizlendikten sonra yani azabı gerektiren sebep olan
manevi kirlilik ortadan kalkınca sadece rahmetin gereği olan rahmet ortada
kalır ki, o zaman Allah'ın rahmeti azabına galip gelmiş olur. Böylece hem Allah'ın
adaleti hem
de
rahmet gerçekleşmiş olur. Zira Allah cezayı suça göre verir. Dünyadaki suçları
cezaları için şer'i miktar olduğu gibi âhiretteki suçların cezası içinde şer'i
bir miktarı olmalıdır. Hakimler hakiminin adaletine yakışan da budur,”[381] şeklinde bir iddiada
bulunarak cehennemin ebedi olmadığını savunmuşlardır. Bir kısım İslam
bilginleri ise Allah'ı inkarın ve şirkin affedilmez suç olması sebebiyle
cezasının da affedilmeyeceğinden hareketle cehennem azabının ebedi olduğunu
dile getirmişlerdir. Hatta günümüz bilim adamlarından bazıları cehennemin ebedi
olduğunu savunarak Kur'an'ın ebediyen cehennemde kalma cezasıyla beşeri hukuka
müebbet hapis cezası kavramını kazandırdığını dahi iddia etmişlerdir.[382] Nitekim, Cehennemin veya
azabının ebedi olup olmadığı konusu İslam uleması arasında ve İslam'dan önceki dinlerde
de
çokça
tartışılmış bir konudur. Dinler Tarihi alanında yapılan incelemeler sonucu,
uhrevi cezayı kabul etmeyen hiçbir dinin bulunmadığı ve genellikle de cezanın hak
edildiği
kadar
devam edip, bir gün sona ereceği inancının kabul edildiği görülmüştür. [383]
Biz
çalışmamızın bu kısmında tarafların Allah'ın rahmeti ya da adaleti hakkındaki
görüşlerini incelemekten daha ziyade konu ile ilgili delil olarak kullandıkları
âyetlerden hareketle Ateş'in bu bahisle ile ilgili düşüncelerini ve delillerini
inceleyeceğiz.
Ateş,
cehennem azabının günün birinde son bulup cehennemin yok olacağına inanmış ve
Cehennemin ebedi olmadığına dair görüşlerini aşağıda sunacağımız âyetlerden
hareketle temellendirmeye çalışmıştır.
2_jjŞ]| j-2 “La iââljî I4J ojJIA
p.$.k Jj ^î jıSjXlIj ^\^ı JÂİ u* IjjâS jjjll jl “Kitap ehlinden ve (Allah'a) ortak
koşanlardan olan nânkörler, sürekli olarak cehennem Ateş'indedirler. Onlar,
halkın en şerlisidir.[384] Geleneksel tefsir anlayışında
bu gibi âyetler tefsir edilirken Cehennem azabının ebediyeti her zaman
vurgulanagelmiştir.”[385]
Ateş,
âyette geçen UîA-U- kelimesinin
süreklilik bildirdiğini, ancak sonsuzluk anlamına gelmediği görüşüne varmıştır.
Çünkü O'na göre, bu kelimenin anlamı çok uzun zaman anlamına gelmektedir. Ne
kadar uzun olursa olsun bu uzun zaman bir gün bitecek, son bulacaktır. Onun
için Mü'minlerin elde edecekleri mükafatın ve rahat hayatın geçici olma ihtimalini
bertaraf etmek üzere, sekizinci âyette Ua^
den sonra M kaydı
kullanılmıştır. Cennet ehlinin nimetler içinde sürekli
kalışları ebediyet ile
nitelendirilmiştir.
Burada dikkat çekici olan husus ise, cehennem ehlinin ateşte kalışlarının M
kaydıyla vasıflanmamasıdır.[386]
Geleneksel
İslam anlayışını savunan Elmalılı ise, her ne kadar UîaM kelimesinin ebedilik bildirdiğini belirtse de aynı
surenin sekizinci âyetinin tefsirinde ise, M kaydının altıncı âyette geçen
cehennemliklerin ebediyetini anlatırken getirilmediği halde cennetliklerin
anlatıldığı sekizinci âyette kullanılmasını ise şöyle yorumlamaktadır:
“Gerçekte “hulud” ebedilik demek olduğu için sadece L-ü» UîA-U- “ orada ebedidirler”
denilmekle
de aynı mana ifade edilmiş olur. Ancak “hulud”, uzun müddet kalmak
manasında
da kullanılması sebebiyle, bu ihtimali defetmek için M ile de tekit
olunmuştur.
Bu tekit, pek çok âyetlerde cehennem ehlinin ebediliğinde de, cennet
ehlinin
ebediliğinde de vardır. Fakat görülüyor ki bu surede kafirlerin cehennem
Ateş'inde ebedi oluşları “ebeden” kelimesi ile tekit edilmemiş olduğu halde
müminlerin cennetlerde ebedi oluşları açıkça te'bid (devam ettirme) ile de
tekit edilmiştir.” Elmalılı bu yorumunu ızhar ettikten sonra niçin
cehennemliklere “ebeden” kaydın getirilmediği halde cennetlikler için
kullanıldığı sorusuna, Razi'den yapmış olduğu şu nakille cevap vermeye
çalışmıştır: “Razi Tefsirinde bununla ilgili iki vecih söylemiştir: Birincisi:
Rahmetin, öfkeden daha fazla olduğuna tembihtir. İkincisi: Cezalar, hadler,
keffaretler birbirine girer. Fakat sevabın kısımları birbirine girmez.”[387] Elmalılı'nın bu yorumundan
“hulud” kelimesinin hem ebedilik anlamına hem de uzun bir müddet anlamın
gelebileceğini yani bu kelimenin cümleye ebedilik anlamı katacağı gibi, uzun
olmakla
birlikte zamansal açıdan bir sınırlamada getirebileceğini anlıyoruz. O halde,
tek başına bu âyet cehennemin ebedi olabileceği tezi için sanki yeterli bir delil
olarak
görülmemektedir.
Ateş de bu anlayıştan hareketle bu âyeti cehennemin ebediyetine
değil,
aksine sonlu olduğuna delil olarak anlamıştır.
Cehennemin
ebediliğine delil olarak kullanılan bir başka âyet ise, * '-’-^ j^ ^’-S ^14^ ÖJ
EUkİ
L$jı jA’j * GG İjjpl-Ul “Cehennem de gözetleme yeri olmuş (suçluları gözetleyip
durmakta)dır. Azgınların varacağı yerdir. Orada çağlar boyu kalacaklardır.”[388] Ateş'e göre bu âyetten
suçluların cehennem de “hukublarca” kalacakları anlaşılmaktadır. GtSJ kelimesi
ise, “hukub” un çoğuludur. Bu kelime belirsiz, uzun süre anlamına gelmektedir.
Bir hadise göre “hukub” seksen yıllık süreye, İbn-i Abbas'a dayanan bir
rivâyete göre üç yüz yıllık süreye denir. Bunun kırk yıl, yahut otuz bin yıl
olduğu hakkında da rivâyetler vardır. Fakat Ateş'e göre “hukub” kelimesi
hakkında yapılan yorumların en doğrusu Hasan Basri'nin anlayışıdır. “Hukub” ve
çoğulu tJl5k.î kimsenin bilemeyeceği kadar uzun bir zamandır. t-al5^î I4J c«W
âyetinde cehennemliklerin orada uzun çağlar boyu kalacakları ifade
edilmektedir.[389] Konunun bu kısmında İslam
uleması arasıda pek de farklı düşünenlerin olmadığı anlaşılmaktadır. Elmalılı
da GjISJ kelimesinin anlamı
hakkında Ateş'in nakletmiş olduğu anlamlara benzer bilgiler vermiştir. Konu ile
ilgili asıl problem ise Gtâkl kelimesinin bu sözlük anlamından hareketle
Cehennemin bir gün son bulup bulmayacağıdır. Geleneksel anlayışa göre tekil bir
kelime olan “hukub”' un, sonlu olan bir süreyi ifade etmesinden çoğul olan
“ahkâb”'ın da sonlu olması gerekmez. Bu kelimede art arda gelme manası bulunduğu
ve az bir müddetin de artarda gelmesi halinde sonsuza kadar gidebileceği
cihetle demek, devirlerce, sonsuza kadar demek olur. Nitekim, bir çokları da
“hukub” kelimesinin, bütün zamanları içine alan “dehr” manasında olduğunu
söylemişlerdir. Bu anlayış sebebiyle Cehennem'in sonunun olması mümkün
görülmemiştir.[390]
Güçlü
bir dirâyet tefsircisi olan Fahrettin er-Razi ise, Nebe suresindeki tJl5k.î ile
ilgili olarak tefsirinde; tJl5k.î sonluluğu ifade ettiğini, fakat kelimenin
cehennemden çıkma anlamını ifade etmemesi mefhumun delaletinden çıkarıldığını
dile getirmiştir. Bir hukub'tan sonra başka bir hukub geleceğini ve bunun ebedi
olarak devam edeceğini
savunmuştur.
Ancak bu manayı mefhumun delaletinden değil de mantukun delaletinden
çıkarmıştır. Zira Razi'ye göre mefhumun delaleti huruca yani sonluluğa delalet
etmektedir.
Ancak mantukun delaleti ise, cehennemden çıkılamayacağına delildir. Buna delil olarak
da “Ateşten çıkmak isterler ama oradan çıkacak değillerdir. Onlar için
sürekli
bir azab vardır”[391] âyetini kullanmıştır. Razi'ye
göre mantukun delaleti hiç şüphesiz daha racihtir. [392]
Ancak Ateş bu anlayışı kabul etmemiştir. Zira ona göre, tJl5k.î her ne kadar
uzun zaman ifade etmiş olsa da yine sınırlı bir zaman bildirir. Bundan Cehennem
azabının bir gün sona ereceği anlaşılır. Ateş bazılarının bu âyetin, û^ 'jb^ (jIS£ İdi £ijjj “Tadın, bugün size
azaptan başka bir şey artırmayacağız” âyetiyle nesh edildiğini söylediklerini,
ancak bu iddianın gâyet gülünç ve anlamsız olduğunu savunmuştur. Çünkü, Ateş' e
göre âyetler aynı anda inmiştir. Bu âyetler arasında zaman farkı da yoktur. Ayrıca
bu âyetlerde kullanılan cümleler haberidir.Haberi cümlelerle
ifade
edilen ayetlerde nesih olmaz. Bu sebeplerden dolayı Ateş nesh iddialarını kabul
etmemiştir.
Ona göre, Allah bu âyetlerle cehennemliklerin uzun zaman azap çekeceklerini
bize bildirmiştir.[393] Geleneksel anlayışa göre bu
âyetlerden ebedilik anlaşılabileceğini yukarıda zikretmiştik. Fakat Elmalılı'ya
göre, bu âyetlerden bir sona erme anlamının çıkarılabilmesi varsayılsa bile, bu
bir mefhum-u muhaliftir. Belki
Cehennemin
sonlu olması “azgınlar” tabiri, “takva sahipleri” karşıtı olarak müminlerin
asilerini de kapsayan bir manada düşünülmesi halinde cehennemde kalışın sona
ermesi âsî mü'minlere nazaran olabilir. Gerçekte cehennemin müminlerin
asilerine ait olan tabakasının neticede söneceği hakkında bir hadis-i şerif de
rivâyet edilmiştir.[394] Ancak, Ateş bu gibi yorumlara
da karşı çıkmış ve bu türlü bir anlayışı makbul saymamıştır.[395]
Ateş
bu konu ile ilgili en geniş malumatı Hud suresindeki şu âyetlerin tefsirinde
vermiştir. * JfrAj j^âj I4J ‘k^l JU! ^iâ 1jî2 jjjîl HU * A^j ^12 ‘k^â aAL Vj u-A AA V <dj /^
Sjjj U JAâ Ajj ji AJj ^U 1» Vj ^jVlj Aılj-AA o»l3 1» t^ıâ jjAA O geldiği gün, hiç kimse
O'nun
izni olmadan konuşamaz. O(raya toplana)nlardan kimi şaki (bahtsız), kimi
sa'id(mutlu)dur. Bahtsızlar ateştedirler. Onların orada (o bunaltıcı ateş
içinde) bir soluk alıp verişleri vardır ki!... Gökler ve yer durdukça orada sürekli
kalacaklardır. Meğer
Rabbin,
çıkmalarını dilemiş olsun. Çünkü Rabbin, istediğini yapandır.[396] Ateş bir kısım İslam
alimlerinin “gökler ve yerler durdukça” âyetinden hareketle âhiret azabının
sürekli, olmayıp geçici olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Ateş ve onun gibi
düşünenlere
göre suçlular, gökler ve yer durdukça ateşte kalıcıdırlar. Nitekim İslam Dini
gibi hemen hemen her dinin anlayışında gökler ve yer varlıklarını sürekli devam
ettirici
değiller. Bir gün yok olacaklar. Bu tür bir inancın mantığı bize “O zaman
cehennem Ateş'indekiler de bir gün gelecek ateşten kurtulacaklardır” anlayışını
vermektedir. Ancak Ateş, “bu anlayışa cehennemin ebediliğini, savunanlarca
çeşitli cevaplar verildiğini,”[397] Ehl-i Sünnetin çoğunluğunun
ise “suçlu mü'min cehennemden günahı ölçüsünde ceza gördükten sonra çıkacağı,
kafirlerin ise orada ebedi kalacakları” görüşünde olduğunu nakletmiştir. Fakat,
Ateş'e göre bu anlayış zorlama yorumların bir neticesidir ki, bu türlü yorumlardan
sarfı nazar edilmelidir. Çünkü Ateş, Hud Suresi
107'inci
âyetin sonundaki istisnadan dolayı âyeti “Cehennem azabının Allah'ın dilediği
kadar olacak ve O dilediği zaman son bulacak” şeklinde anlamıştır. Ona göre bu
istisnanın açık anlamı da budur. Başka yönlere çekmek âyetin özünden uzaklaşmak
olur. Altmış yıllık bir ömrün cezasını Allah milyarlardan da fazla bir zamanla vermez.
Zira,
“Kötülüğün cezası, onun benzeri bir kötülüktür.”[398]
Kısacası, Ateş'e göre ceza
işlenen
suç oranındadır. Fazlası ise zülümdür. Allah zulüm etmekten münezzehtir.
Ateş
bu konuda kendisi gibi düşünen sahabe, tabiin ve diğer asırlarda yaşamış
ulemanın da görüşlerini naklederek kendi görüşünde tek olmadığını ispatlamaya
çalışmıştır. Abdullah İbn-i Mesud'dan “Cehennem için öyle bir zaman gelir ki,
kapıları serbest bırakılır. İçinde çağlar boyu kalmış olanlar çıkarlar. Artık
hiç kimse orada kalmaz” şeklinde ve Ebu Hureyreden de bu manada bir hadis
rivâyet etmiştir.[399]
Ateş,
Allamme Sadruddin Ali'nin İmam Tahavi'nin akidesine yazdığı şerhte
cehennemliklerle ilgili mezheplere ait görüşleri sekiz maddede topladığını
nakleder. Mutezilenin, Haricilerin, Cehmiyyenin, Şianın, Vahdet'i Vücutçuların,
Yahudilerin ve Ebul Huzeyl Allaf ın görüşlerini özetledikten sonra bunların
Cehennem hakkındaki düşüncelerinin batıl olduğunu savunmuştur.[400] Bu görüşü sadece kendisinin
savunmadığını, kendisinden önce de bu düşüncede olan birtakım İslam
bilginlerinin bulunduğunu ifade etmek için İbn-i Kayyım'dan nakillerde
bulunmuştur. Nitekim Ateş, İbn-i Kayyım ve hocası İbn-i Teymiye'nin de
Cehennemin ebedi olmadığı görüşünde olduklarını nakletmiştir. Ateşe, İbn-i Kayyım'ın:
>jV
<^j uJ
A-BI ^L2 ’_» VJ l«Jâ İJjJta- ^'>V jLJl J-j “(Allâh da) buyurur ki “Durağınız
ateştir.
Allâh'ın, dile(yip affet)mesi hariç, orada ebedi kalacaksınız.” Şüphesiz Rabbin
hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir.”[401]
löAİ^ * 3j^j j-ğj ty ^4İ j-jJI ^L Ij!2 jAÎI -LÛ Ljj U
J-L ^İJ uJ *^b ;’-“ -» VJ ^jVlj LıIjLİdl o»Ij -» t^js “Bahtsızlar ateştedirler. Onların orada (o
bunaltıcı ateş içinde) bir soluk alıp verişleri vardır ki! Gökler ve yer
durdukça orada sürekli kalacaklardır. Meğer Rabbin, çıkmalarını dilemiş olsun.
Çünkü Rabbin, istediğini yapandır. Mutlu kılınanlar ise cennettedirler. Gökler
ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Meğer Rabbin, çıkmalarını dilemiş
olsun. Bu, kesintisiz bir vergidir!”[402]
LıUkİ -_y jA’—j “Orada çağlar boyu kalacaklardır,”[403]
âyetlerinde cehennemden söz ederken, onun ebedi olmadığı anlamını veren bir
ifade kullanıldığı görüşünde olduğunu naklederek konu ile ilgili kendi
iddiasını desteklemiştir.
Ateş
İbn-i Kayyımın bu görüşünü: “Eğer cennetin ebediliği ve sürekliliğini gösteren
kesin
kanıtlar olmasaydı Hud 107'inci âyette cehennemin sürekliliğinden istisna ile,
108'inci âyette cennetin sürekliliğinden istisna aynı olurdu. Ancak iki istisna
arasında fark vardır. Çünkü birincisinde “Rabbin dilediğini yapar” buyurarak
cehennemlikler hakkında bir şeyler yapacağı anlatılmıştır. Ama cennetliklere
verilen nimet hakkında “kesintisiz bir vergi, lütuf” buyurarak bu verginin
onlardan hiç kesilmeyeceğini bildirmiştir. Bu sebeple Ateş azabın muvakkat,
nimet ise ebedi olduğu savunmuştur,” şeklinde bir temellendirmeye gittiğini, bu
görüşü kendisinin de benimsediğini dile getirmiştir. [404]
Ateş'in çağdaşı olan Yusuf el-Kardavi “Fetevayü'l-Muasıra”
isimli eserinde ise, İbn-i Teymiye'den daha ziyade talebesi İbn Kayyım'ın bu
görüşü savunduğunu, İbn-i Teymiye'nin eserlerinde böyle bir görüşe
rastlamadığını nakletmiştir.[405] Bununla birlikte Kardavi
Cehennemin ebedi olmadığına dair sahabeden de rivâyetlerin mevcut olduğuna
dikkat çekmiş ve Hz. Ömer'den : “Cehennem ehli ateşte bir kum yığını kum sayısınca
kalsa da elbette bir gün cehennem ehli için çıkış vardır (oradan bir gün
çıkacaklardır) ve İbn Mes'ud'dan ise : “öyle bir zaman gelece ki, cehennemin
kapıları o gün kapanacak (çarpılacak) cehennemde hiçbir kimse kalmayacak. Bu,
cehennem ehlinin cehennemde çağlarca (ahkaba) kaldıktan sonra olacaktır”
şeklinde rivâyetlerde bulunmuştur. Abdullah İbn-i Amr İbn-i As'dan da buna
benzer rivâyetlerde bulunmuş; Tabiîn ve seleften Şabi, Ebu Melcez ve İshak
İbn-i Rahviye gibilerinin de bu görüşte olduğunu rivâyet etmiştir.[406] Kardavi, İbn-i Kayyım'ın
cehennemin ebedi oluşu konusunda icmanın varlığı hususuna karşı çıktığını İbn-i
Kayyım'ın şu sözleriyle ispatlamaya çalışmıştır: “Bu konuda icmanın varlığını
savunanlar bu konuda mevcut tartışmaları bilmeyenlerin zannıdır. Bu konuda
kadim ve yeni tartışmanın olunduğu kesinlikle bilindiği halde nasıl olurda
iddia edilen şeyin hilafına sahabe ve tabiinden nakillerde bulunulur?”[407] Kardavi'nin bu
açıklamalarından da Ateş'in bu konudaki düşünce ve yorumlarında yalnız olmadığı
anlaşılmaktadır. Ateş, bu tezinin önemli bir kısmını da Cehennem ehlinin ateşte
kalışlarının M kaydıyla vasıflanması üzerine kurduğunu görmekteyiz.[408] Ateş'in görüşünü
temellendirmede kullandığı âyetlerde bu kayıt yoktur. Ancak Kur'an'ı genel
olarak taradığımızda günahkarların Cehennemde kalışlarını anlatan üç âyette
ebediyet kaydının bulunduğunu gördük. Bu âyetler sırasıyla gözden geçirecek
olursak: O43 Vl * ’AJ^ Î=4)a4^
Vj ‘^41 Jj«jJ A_ül (j£ş ^J I^İİLj
IjJâS jjjîl jl 'j—1 <2* ^£> j’-S; M IjjJâ İJjJIa.
4^4^- “ O inkâr edip zulmedenler var ya, Allâh onları ne
bağışlayacak,
ne de yola iletecektir. Sadece cehennemin yoluna (iletecek ve) orada sürekli
kalacaklardır. Bu da Allah'a çok kolaydır.”[409]
Ateş'in bu âyetin tefsirinde ebediyet kaydı ile ilgili olarak hiçbir açıklaması
mevcut değildir.
’j-^
Qj Ab jj2-^ A W AA üjA^
* ’j^— p— AAj üj-A1-^' ü«
^' u( Allah kâfirlere la'net etmiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır.
Orada ebedi olarak kalacaklar; (kendilerini koruyacak) bir dost ve yardımcı bulamayacaklardır.[410] [411]
Ateş,
Ahzab Suresi 63 ilâ 68'inci âyetlerin oluşturduğu pasajı tefsir ederken,
münafık ve fasıkların şiddetle cezalandırılacakları ihtarına karşı bu grupların
azabı küçümsediklerini hatta alaya aldıklarını nakletmektedir. Kıyamet ile alay
edip inanmayınca Allah, inkarcıları lanetlemiş ve onlar için çılgın bir ateş
hazırladığını, sürekli kalacakları o ateşten kendilerini kurtaracak hiçbir dost
ve yardımcılarının olmayacağını vurgulamıştır. Burada ise Cehennem azabının
sürekliliğinden 411 bahsetmiştir.
I2J k—â üjA-M
pl -S j^ 3_1 jLs Alj_LıJj Ol (^-«j
j-^j Aff-^jj 4_JH ü-d> t-iÜŞ Lîl “Benim
yapabileceğim
sadece Allah'tan (bana vahiy edilenleri) size duyurmak ve O'nun elçilik
görevlerini yerine getirmektir. Artık kim Allah'a ve Elçisine baş kaldırırsa,
ona içinde sürekli kalacağı cehennem ateşi vardır.”[412]
Bu
âyetlerin tefsirinde de Ahzab suresindeki âyette olduğu gibi “Allah ve Resulüne
baş kaldıranların ebedi olarak Cehennem de kalacaklarını” dile getirmiştir. Bu son
iki
âyetin
tefsiri ile ilgili olarak ızhar etmiş olduğu görüşleri yukarıda incelemeye
çalıştığımız “Cehennemin sonluluğu” görüşü ile çelişmektedir.[413]
Konunu
başında da belirttiğimiz gibi, Cehennemin ebedi olup olmaması ile ilgili
tartışmanın kökeninde kanımca tarafların adalet anlayışı bulunmaktadır.
Binaenaleyh taraflardan hiçbirinin âhirette Allah'ın adaletinden şüphesi
yoktur. Ancak, bu dünyada işlenmiş suçlara karşı azabın ne kadar, yani ebedi
olup olmamasında fikir ayrılığı vardır. Her ne kadar taraflar kendi görüşlerini
âyetlerden çıkardıklarını savunsalar da, aslında kendi zihinlerinde kabul
ettikleri adalet anlayışı gereği âyetleri kendi görüşleri açısından
yorumladıkları sezilmektedir.
Asırlar
boyu, Âhiret'te şefaatin olup olmayacağı, eğer şefaat var ise kimin kime nasıl
ve ne ölçüde şefaat edebileceği problemi din âlimleri tarafından
tartışılmıştır. Hatta bu konu mezhepler arasında gerginliklere de sebep
olmuştur. O kadar ki, kimi mezhep ve tarikatlar neredeyse şirke varan yanlışlar
yapmışlar; Mutezile gibi kimileri geleneksel anlamda şefaati reddederken,[414] kimileri ise şefaati aşırı
derecede genelleştirmişler; hem şefaat ediciler hem de şefaat edileceklerin
sınırını geniş tutarak Müslüman olan herkesin şefaatle uhrevi kurtuluşa
ereceğini iddia etmişlerdir. Üçüncü bir grup ise, şefaati birinci grup gibi ne
toptan reddetme ne de ikinci grup gibi her “müslümanım” diyeni şefaat kapsamına
dahil etmeyi uygun görmüşlerdir. Bu grup, orta yolu tutarak üç mesele üzerinde
yoğunlaşmışlardır. Bu üç temel meselenin ilki şefaat'in Allah'a ait olduğu ve
Allah'ın bu izni kimlere vereceği, ikinci husus ise, şefaatin kimliklere göre
mi, yoksa kişiliklere göre mi! yani kimlere ne sebeple şefaat edilebileceği, üçüncüsü
ise, şefaatin
hangi
vasıfta insanlara niçin ulaşamayacağı konusudur.
Şefaat
hakkındaki bu görüş farklılıklarının altında yatan asıl mesele, insanoğlunun
ameli gereği kurtuluşa eremediği noktada bazı kimselere şefaat aracılığıyla
iltimas sağlanıp sağlanılmayacağı bu inancın Müslüman'ın hayatına olumlu ya da
olumsuz etkisidir. Yoksa bizim gayba ait olan bir konuda şefaati toptan
reddetmemiz ya da kabul etmemiz, âhirette ne şefaatin uygulanmasına engel olur,
ne de bizim dediğimiz kimselere şefaatin uygulanmasına sebep olur. Bu konuda en
iyisini Allah bilir. Bizim bu konuda gördüğümüz problem ise, nasıl bir şefaat
anlayışının İslam'ın temel prensipleri ile çelişmeyeceğidir.
Biz
bu farklı görüş ve tartışmaları bir tarafa bırakarak çalışmamızın bu kısmında
Süleyman Ateş'in şefaat hakkında ne gibi düşünceleri olduğunu inceleyeceğiz.
ŞEF:
Teki çift yapmak anlamındadır. Kur'an'ı Kerimde tek anlamındaki vetr
kelimesinin karşıtı olarak kullanılan şefaat; yardımsız olan kişiye destek olup
onu yalnızlıktan kurtarmak, çift yapmak anlamına geldiği gibi, birinin
huzurunda iltimas, aracılık yaparak ona mevki menfaat sağlamak veya onu cezadan
kurtarmak anlamına da gelmektedir. Şefaat çoğunlukla rütbe bakımından daha
yüksek olanın daha aşağı olana katılmasına şefaat denir. Âhiret'teki şefaat de
birinin kurtuluşu, derecesinin yükseltilmesi için Allah katında ona yardımcı
olmak, iltimas ve aracılık yapmak şeklindedir.[415]
Ateş, şefaatin teki çift yapmak ve destek olmak anlamlarından hareketle
“Allah'a inanan ve sâlih amel işleyen insanlara Peygamberlerin şefaat etmesini,
Peygamberlerin bu insanların yanında bulunacakları,onları yalınız başına
bırakmayacakları, cennette onların yanında olacakları” yorumunu çıkarmıştır.[416]
Ateş, şefaatle ilgili Kur'an
da pek çok âyetin varolduğunu, bu âyetlerden bir kısmının müşriklerle ilgili
olduğunu dile getirir. Çünkü, müşrikler Allah'ın kızları sandıkları ve taş
heykellerle sembolleştirdikleri meleklerin, Allah ile kendileri arasında
şefaatçi olacaklarını sanmışlardır.[417]
Ancak, Ateş'e göre, “asıl şefaat yetkisi kime aittir?”bu sorunun cevabını
geçmeden önce Allah'ın bazı âyetlerde kullandığı “Allah'tan başkasını dost edinenler”[418] ifadesine değinmekte yarar
vardır. Zira Allah'tan başka
tapınılan, aracı ve şefaatçi
kabul edilen her şey bu kavramın içine girebilmektedir.
“Allah'tan
başkası” izafi bir kavram olup, zaman içinde farklılık gösterebilir. Nitekim
Ateş'e göre, insanların bir zaman melekleri, diğer bir zaman din adamlarını,
başka bir zaman da tarikat şeyhlerini şefaatçi kabul etme ihtimali her zaman
bulunmuşlardır. Hatta bu anlayış ihtimal olmaktan çıkmış insanlar bu saydığımız
zümreleri zamanla şefaatçi dahi kabul etmişlerdir. O halde asıl şefaat yetkisi kime
ait olmalıdır? Ateş bu
soruya,
“Şefaatin tamamı Allah'a aittir” şeklinde cevap vermiştir. Çünkü putları
Allah'a aracı ve kendilerine şefaatçi kabul edenlere Kur'an şu suali
yöneltmiştir: “Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? Deki: “Onlar, hiçbir
şeye malik olmayan,
düşünmeyen
şeyler olsalar da mı?”[419] Ateş, bu âyetlerin “birtakım
aciz şeyleri Allah ile kendi aralarında şefaatçi olarak tapanlara yaptıklarının
mantık yönünün olmadığı” görüşünü vurguladığını söylemiştir. Aslında bir
sonraki âyette Ateş'in bu anlayışını desteklemekte ve bir önceki âyetin sorduğu
soruya yine Kur'an kendisi cevap vermektedir: “Deki: şefaat tamamen
Allah'ındır.” Ateş, bu âyetlerden şefaatin yegane sahibinin Allah olduğunu,
şefaatin onun izni ve yetkisi ile olacağı, onun izin vermediği kimsenin şefaat
edemeyeceği, bu sebeple aciz, düşüncesiz, cansız şeylere tapmanın hiçbir yararı
olmayacağı sonucuna varmıştır. Çünkü, bu âyetler müşriklerin taptıkları
tanrıların Allah katında kendilerine şefaatçi olacakları inancını şiddetle
reddetmiştir.[420]
Mutlak
anlamda şefaat etme hakkının Allah'a ait olduğu bu âyetlerden anlaşılmaktadır.
Acaba, Allah başkalarına şefaat etme izni vermiş midir? Geçmiş asırlarda mezhep
ve tarikat mutaassıplarının savunduğu gibi, din adamlarına, tarikat şeyhlerine veya
bir
başkasına
ya da başkalarına şefaat izninin verildiğine dair Kur'an'da herhangi bir izin
var mıdır?
Ateş'e
göre Kur'an Allah'tan başkasının şefaatte bulunabileceği konusunu
reddetmemiştir. Fakat Ateş'e göre bundan, şefaat işini her önüne gelenin
yapabileceği anlamı da çıkarılmamalıdır. Çünkü, Kur'an'da şefaat konusu
açıklanırken, Allah katında bazı kimselerin şefaat edeceği anlaşılıyorsa da,
kimlerin şefaat edeceğine açıklık getirilmemiştir. “Şefaatin tamamı Allah'a aittir”[421] âyeti ile “O'nun izni olmadan
kendisinin
katında kim şefâat edebilir?”[422] âyeti bir birine zıt
görülmemelidir. “Şefaatin tamamı Allah'a aittir” ilkesi, Allah'ın başkasına
şefaat izni vermeyeceği anlamına gelmez. Yukarıdaki âyette şefaat edecek olana
da şefaat iznini Allah'ın vereceği beyan edilmiştir. Nitekim, d-A j.A İSİ £±i jl
aiş İdi üj-d A-i’-kd ^_ikj U oİJULdİ ^J di j.^ dj
^-^jlj
“Göklerde nice melek var ki onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın
dilediği
ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin
faydası olur),[423] âyetinde ve <yiA j.^
>-* j ^^Jİ û-4 İÎJ jAA Llj ik
ij ^il ji A^ j>Ü “(Allah) Onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir.
(Allah'ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar, O'nun
korkusundan titrerler,”[424] buyrulmaktadır. Birinci
âyetten Ateş, meleklerin veya Allah katında makbul kişilerin şefaat
edebileceklerinin anlaşıldığını, ikinci âyetten ise, âhirette Allah'ın izin vermediği
kimselerin şefaat edemeyeceği; ancak, kesin belli olmamakla birlikte Allah'ın
doğru söyleyen, Mü'min olan yüce ruhlara şefaat yetkisi vereceğinin, bu gibi
âyetlerden zımnen anlaşılabileceği sonucunu çıkarmıştır.[425]
Ateş, âyetlerde söz konusu edilen asıl şefaatin meleklerin şefaati olduğunu
söylemiş ve bu konuyla alakalı olan âyetleri inceleyerek âyetlerin meleklerden
bahsettiği yorumuna varmıştır.
Ateş,
Peygamberin şefaat edeceğini inkâr etmediğini üstüne basa basa dile
getirmiştir. Çünkü O'na göre, Hz. Muhammed Allah'ın razı olduğu kullarının
başında
gelmektedir.[426] Bu konuya delil olarak da
^İjtll <j^ iâî jjl 1>AİA “Senin için son ilkten hayırlıdır”[427] âyetinin gösterildiğini
söylemiştir. Ateş, bu âyetten iki mananın anlaşıldığını dile getirerek: Peygamberin
sonraki hayatının önceki hayatından daha iyi olacağı belirtilmiştir. Ateş bazı müfessirlerin
bu âyetten Hz. Peygamberin âhiret
hayatının
dünya hayatından daha iyi olacağını, bazı müfessirlerin ise, “Allah sana
verecek sen de razı olacaksın” manası çıkardıklarını dile getirmiştir. Ateş'e
göre ise bu âyetin anlamının bazı şeylerle sınırlandırılması doğru değildir. Bu
sebeple Ateş bu âyetten Hz. Peygambere razı olacağı her şeyin verileceği
anlamını çıkarmıştır.[428] [429]
Ateş, “Senin için son ilkten hayırlıdır” manasının âyeti anlama ve yorumlama açısından
daha
uygun olacağı görüşünü savunmuştur. Çünkü Ateş'e
göre, bu durum gaybi bir konuyu içermektedir. Peygamberin orada nasıl
davranacağını, ne ölçüde şefaat izni vereceğini ancak Allah bilir. Bu sebeple
Ateş, bu âyetin şefaate delil olarak kullanılamayacağı < .■ .429
kanaatine
varmıştır.
Ateş,
Kur'an'da peygamberlerin âhirette şefaatte bulunacağı hakkındaki yaygın görüşün
aksine, suçluların aleyhinde tanıklıklarından söz edildiğini dile getirir.
Örneğin Ateş, “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz gün, artık ne nankörler(in
konuşmaların)a izin verilir, ne de onların özür dilemeleri istenir. Zulmedenler
azabı gördükleri zaman artık azap onlardan ne hafifletilir, ne de onlara fırsat
verilir. Ortak koşanlar, ortak koştukları şeyleri gördükleri zaman: “Rabbimiz,
işte senden başka yalvarıp taptığımız ortaklarımız!” derler. (Onlar da
bunlara): “Siz tamamen yalancılarsınız!” diye söz atarlar. O gün (ortak
koşanlar) Allah'a teslim olmuşlar ve uydurup durdukları şeyler kendilerinden
sapıp gitmiştir. Nankörlük edip Allah'ın yoluna engel olan kimselerin, -
bozgunculuklarından dolayı- azaplarının üstüne azap katmışızdır! Her ümmet
içinde, kendi aralarından, aleyhlerine bir şahit getireceğimiz gün, seni de
bunların aleyhine
şahit
getirmiş olacağız. Sana bu Kitabı, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara yol
gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik,”[430]
bu ve benzeri âyetlerden hareketle âhirette her ümmetin suçları aleyhinde bir
şahit, Hz. Muhammed'in de bu ümmetin inkarcı ve suçluları aleyhinde şahit
olarak getirileceğini belirtilmiştir. Ancak, Ateş Peygamber'in aleyhlerine
tanık olarak getirileceği kimseler Peygamberlerine uyan sâlih
Mü'minler
olmadığını, aksine fasık ve suç işleyip nankörlük edenler olduğunu söylemiştir.[431] Ateş, Abduh'un da bu görüşte
olduğunu nakletmiştir.[432]
Çağdaş
müfessirlerimizden Elmalılı'nın da Bakara 255. âyetin tefsirini yaparken
kimlerin şefaat edeceği konusunda Ateş gibi düşündüğünü görmekteyiz. Zira
Elmalılı, şefaat hakkının Allah'a ait olduğunu, Allah izin vermedikçe hiçbir
kimsenin şefaat edemeyeceğini söylemiştir. Hatta, şefaat edeceği umulan
kimselerin evvela kendi haline bakması gerektiğini; çünkü, şefaat edecek
kimsenin şefaat edilecek kimseden halinin daha çok endişe vermeyeceğini
Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini vurgulamıştır.[433]
Elmalılı da Ateş gibi, her önüne gelene şefaat etme iznini verilmeyeceğini, bu
dünyada şeyhlerden, mürşitlerden ve kabirlerden şefaat umanların ellerinin boş döneceğini
dile getirerek toplumsal bir yaraya dikkat çekmiştir. Nitekim
Elmalılı'nın
da Ateş gibi, Allah bir kimseye şefaat izni vermiş olsa dahi kendi istediğine
değil de, Allah'ın dilediklerine şefaat etme yetkisine sahip olacakları görüşünü
benimsediğini
görmekteyiz.[434]
Şefaat
konusunda şefaatin var olup olmadığı ve kimlerin şefaat edebileceği önemli
olduğu
kadar, kimlere şefaat
edileceği
hususu daha fazla önem arz etmektedir. Zira İslam alimleri arasıda mutlak
anlamda
şefaati kabul etmeyen yok gibidir. Asıl tartışmalar kimlerin bu şefaat hakkını
kazanabileceği konusu etrafında gerçekleşmiştir. Kur'an'da ise kimlere şefaat
edilmeyeceği açıkça anlatılarak kimlere şefaat edileceğine işaret edilmiştir.
“Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi? (Onlar da) Dediler ki: Biz namaz
kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte
dalardık. Cezâ gününü yalanlardık. İşte böyle iken ölüm bize gelip çattı. Artık
onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.”[435]
Bu âyetlerden bu olumsuzluklara sahip olanların şefaatçinin şefaatinden
istifade edemeyeceğini anlamaktayız.
Ehl-i
Sünnet alimleri şefaati ikiye ayırmışlar; birine “şefaati uzma” diğerine de
“şefaati suğra” demişlerdir. Şefaat'ı uzmanın Hz. Peygamber ait olduğunu ve
ümmetinin büyük günah işleyenleri için kullanılacağını dile getirmişlerdir. Bu
görüşlerine Hz.
Peygamberden
rivâyet edilen “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah ehli içindir”[436] hadisini delil olarak
kullanmışlardır. Şefaatle ilgili pek çok hadis mevcuttur. Bu hadisler
kelamcılar tarafından şöhret derecesine ulaşmış hadisler olduğu iddia
edilmiştirler. Ancak, mutezilenin geleneksel anlamda şefaati kabul etmediğini
dile getirmişledir.[437]
Ateş'e
göre şefaatle ilgili âyetlerden anlaşıldığı kadarıyla, geleneğin şefaat
hakkındaki bu ayrımı âyetlerin anlamı ile çelişmektedir. Nitekim Ateş, bazı
hadislerde büyük günah işleyenlere de Hz. Peygamber tarafından şefaat
edileceğine dair rivâyetlerin sübutu konusunda şüphe duymuş ve bu rivâyetlerin
abartılı olduğunu savunmuştur. Zira ona göre, Kur'an meleklerin şefaatine bel
bağlayan müşrikleri, peygamber ve din adamlarının şefaatine bel bağlayan Ehl-i
Kitap'ı kınamıştır. Büyük günah işleyen kimsede de Allah'ın rızası yoktur. Hal
böyle ikin nasıl olur da bir peygambere büyük günah işleyen kimselere şefaat
etme yetkisi verildiği iddia edilebilir.[438]
Çünkü, Buhari'nin naklettiğine göre Osman b. Maz'um vefat edince bir kadın
(veya bir rivâyette kendi karısı) : “Cennet sana kutlu olsun ey Maz'um oğlu
Osman!” deyince, Allah'ın Elçisi, o kadına kızgınca bakmış: “Ne biliyorsun
(onun cennetlik olduğunu)” deyince kadın: Ey Allah'ın Elçisi o senin şövalyen
ve sahabindir” demiş, Allah Elçisi : “Vallahi ben Allah'ın Elçisiyim, ben bile
bana ne yapılacağını bilmem” demiş, halk Osman'ın durumuna acımıştır”[439] Ateş'e göre, bu hadisten şu
iki önemli sonuç çıkarılabilir: İlki, şâyet Hz. Peygamberin şefaat edeceği
kimseler bizzat kendi tasarrufuna bırakılmış olsaydı, elbette Hz. Peygamber
kadına sözlerinden dolayı kızmazdı. İkincisi ise, Hz. Peygamber'in bırakınız
kimlere şefaat edeceğini, kendi halinin dahi ne olacağını bilmediği anlaşılmaktadır.[440] Zira Ateş'e göre Kur'an'dan
anlaşıldığı kadarıyla Allah'a kulluk için aracılara gerek yoktur. Allah ile kul
arasına
aracı
sokmak, Allah'tan başkasının insanı azaptan kurtaracağına inanmak, ad
değiştirmiş şirkten başka bir şey değildir. Zira, “Ey inananlar, ne
alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, size
verdiğimiz rızktan (Allâh için) harcayın. Kâfirler, zâlimlerin tâ kendileridir.
Allâh, ki O'ndan başka tanrı yoktur, daima diri ve yaratıklarını koruyup
yöneticidir. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutmaz. Göklerde ve yerde
olanların hepsi O'nundur. O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat
edebilir?...”[441] âyetleri de iltimas ve
fidyenin âhirette hiçbir işe yaramayacağı vurgulanmıştır. Nitekim, Kur'an'da
buna benzer âyetler[442] [443]
de 443 mevcuttur.
Ateş,
“Allah'ın razı olduğundan başkalarına şefaat edemez,”[444]
âyetinden hareketle Allah kendisine ortak koşan ve günah işleyen kimseden razı olmayacağını
vurgulayarak;
bu davranışları, Allah'a karşı nankörce işlenmiş ameller olarak kabul etmiştir.[445] Binaenaleyh Ateş, “Eğer
nankörlük ederseniz, şüphesiz Allâh, siz (in imanınız) a muhtaç değildir. Fakat
kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizin için ona razı olur.
Hiçbir günahkar, diğerinin günâhını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir, (O)
size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin özünü bilir,”[446] âyetlerinde de
Allah'ın ancak kendisine inanan ve yalnızca kendisine kulluk eden kimseden razı
olacağı görüşünü çıkarmıştır. Bu sebeple Ateş, sapıkların şefaate bel
bağlamalarını boş hayalden
ibaret saymıştır.[447] Çünkü, Kur 'an büyük günahlar
meselesine önem atfetmiştir. “Allâh, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz,
bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan da gerçekten büyük
bir günâh işlemiştir,”[448] âyeti ile aynı surenin daha
sonra gelen bir âyetinde de, “Her kim bir Mü'mini kasten öldürürse -onun
cezâsı- içinde sürekli kalacağı cehennemdir. Allâh ona gazap etmiş, lanet etmiş
ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır!”[449]
ve bir başka
âyette “Bundan dolayı
İsrâil oğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış, ya da
yeryüzünde
bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş
gibidir. Kim de onu(n hayâtını kurtarmak sûretiyle) yaşatırsa, bütün insanları
yaşatmış gibi olur. Ant olsun elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler, ama bundan
sonra
da onlardan çoğu, yine yeryüzünde israf etmekte(aşırı gitmekte)dirler.”[450] “Ve onlar Allâh ile beraber
başka tanrıya yalvarmazlar. Allâh'ın haram ettiği canı haksız
yere
öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa cezâsını bulur,”[451] gibi Kur'an âyetlerinden ve Peygamber
Efendimizin “Zina esnasında bir zani, Müslüman olarak
zina
etmez,”[452] hadisinden, zina ve kasten
adam öldürmek büyük günahlardan olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an diğer günahların
tövbesinde sadece tövbe ve sâlih ameli şart
koşmuşken,
Allah'a ortak koşanlar, haksız yere adam öldürenler ve zina edenlerin
tövbesinde, tövbe ve sâlih amele ek olarak birde “iman edenler” şartını
koşmuştur. Bu oldukça dikkat çekici bir ayrıntıdır. “Zina etmişlerin nikahı
Mü'minlere haram kılındı” ifadesinden ve Mü'minin katili ile zani için âhirette
verileceği vaat edilen cezanın,
kafirlere
verilecek cezaya denk tutulması ve bununda cehennemde kafirler gibi ebedi
olarak kalmaları... gibi ifadelerden, zinanın küfre denk bir suç olduğu, kişinin
iman
vasfını
götürmese de işlediği suç itibariyle müşrike denk sayıldığı anlaşılmaktadır.[453]
O
halde nasıl olur da böyle bir suç işleyen kimse Kur'an'da “ebedi cehennemde
kalacağı” ifade edilmişken şefaatle affedilebilir! Kanımızca Ateş'in büyük
günah işleyenlerin şefaatten yararlanamayacağı ile ilgili görüşü isabetlidir.
En azından âyetin ifadesine göre “Allah'a şirk koşan, kasten bir Mü'mini
öldüren ve zina edenin” iman etmemesi, tövbede bulunmaması ve sâlih amel
işlemediği taktirde hiçbir surette azaptan kurtulamayacağı anlaşılmaktadır.
Büyük günahların affı ile ilgili pek çok hadis mevcuttur. Eğer bu hadisler
sahihse şöyle te'vil edilebilir: Büyük günahların affı ancak bu günahlara tövbe
etmekle mümkündür. Kişi eğer bu günahlara tövbe ederse Peygamber da elbette bu
günahların bağışlanması için Allah'tan şefaatte bulunabilir. Çünkü Kur'an,
küçük günahların affını büyük günahların işlenmemesine bağlamıştır. “Eğer size
yasaklanan büyük günâhlardan kaçınırsanız, sizin küçük günâhlarınızı örteriz ve
sizi güzel bir yere sokarız.”[454] Şah Veliyyullah Dihlevi ise,
konuya yukarıda sunduğumuz düşünceye benzer bir açıdan yaklaşmıştır. Büyük
günah işleyip de tövbe etmeden ölen bir kimsenin durumunun tartışmalı olduğunu
belirtmiştir. Acaba bu şekilde ölen birini Allah'ın affetmesi caiz midir? bu
sorunun cevabını tartışırken şöyle demektedir: “Allah'ın fiilleri iki şekil
üzeredir. İlki âdet üzere cari olanlar, ikincisi cari adetin dışında kalanlar.
Alimlerin ele aldığı konular bu iki çeşit üzere değerlendirilir. İki şey
arasında tenakuz olabilmesi için, mantıkçıların ortaya koyduğu gibi çelişkinin
aynı yönde olması şarttır. Bazen cihet atılır, o zaman da karinelere tabi
olunur. Mesela,
“Zehir
içen herkes ölür” desek, bu sözümüz cari olan adet üzere söylenmiş olur. “zehir
içen herkes ölmemiştir” desek, bu sözümüzde cari olan adetin dışına çıkılması
nokta-i nazarından söylenmiş olur ve aralarında bir çelişki olmaz. Nasıl ki,
Allah'ın dünyada: bir kısmı, cari olan adeti üzere bidüziyelik arz eden, bir
kısmı da adet dışına çıkan fiilleri varsa, aynı şekilde âhirette de, adet üzere
cari olan ve öyle olmayan fiilleri vardır. Âhirette cari olan adeti ilahi, büyük
günah işleyen kimsenin tövbe etmeden ölmesi
halinde
uzun süre cezalandırılması şeklindedir. böyle olmakla birlikte bazen bu adeti
dışına çıkılabilir. Kul haklarının durumu da aynıdır. Kulun işlemiş olduğu büyük
günah
sebebiyle
azap içerisinde ebedi olarak kalması doğru değildir.”[455]
Bu
sebeple, eğer büyük günahlar önemli olmasa ve her halükarda şefaatle
affedilecekse, niçin Kur'an küçük günahların affını büyük günahların
işlenmemesine bağlamıştır? Allah elbette mağfireti geniş olandır. Ancak adaleti
de, mağfireti kadar kendi üzerine farz kılmıştır. Elbette günahtan kaçınıp
sâlih amel işleyenle, günaha dalıp sâlih ameli terk eden kimse arasında fark olmalıdır.
Şefaat umudu ile tembellik etmek, sonunda
insanı
hüsrana götürebilir. Çünkü mutlak ümit de, mutlak ümitsizlik de küfür
sayılmıştır.
Kul görevini yapacak ve daha sonra da Allah'tan kurtuluş umacaktır. Sadece
şefaat'ın varlığına güvenerek çalışmamak Allah'ın adalet vasfını unutmak
demektir ki, buna hiçbir kulun hakkı yoktur.[456]
SÜLEYMAN ATEŞ'İN SOSYAL İÇERİKLİ AYETLERE
GETİRDİĞİ ÇAĞDAŞ YORUMLAR
Tenzil
dönemi ile içinde bulunduğumuz zaman arasında on dört asır gibi uzun bir müddet
geçmiştir. Hz. Peygamber, kendi zamanın sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel
problemlerine çözümler üretmiştir. Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte bu
toplumsal görevi sahabenin ileri gelen şahsiyetleri yerine getirmişlerdir.
Son
birkaç asra kadar toplumsal hayatta değişim ve gelişim çok hızlı olmamış; İslam
aleminde hakim kültür de İslam kültürü olmuş, değişmenin yavaş gerçekleşmesi
sebebiyle toplumsal problemler de günümüzde olduğu gibi çok çeşitli olmamıştır.
İslam dünyasında görülen gerileme ve batı kültürünün zamanla İslam dünyasında
etkisini göstermesi sonucu, İslam coğrafyasında değişim yeni bir ivme kazanmış
ve hızını artırmıştır. Hızlı gelişim ve değişim sonucunda yeni sayılabilecek
pek çok sosyokültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik problemler İslam
coğrafyasında görülmeye başlamıştır. İşin en acı tarafı ise, bu hızlı değişim
ve gelişime hazırlıksız yakalanan İslam dünyasının güncel pek çok toplumsal
probleme çözüm getirememiş olmasıdır.
Biz
çalışmamızın bu kısmında önemli gördüğümüz bazı çağdaş ve toplumsal problemleri
algılamada Ateş'in nasıl bir yol izlediğini ve bu problemlere ne gibi çözümler
getirmeye çalıştığını inceleyeceğiz. Konunun boyutları çok geniş olması sebebiyle
çalışmamıza dahil ettiğimiz konuları, ya toplumda çok tartışılan, ya da Ateş'in
geleneksel İslam anlayışına muhalif gördüğümüz fikirlerini içeren konulardan
seçmeyi uygun gördük. Bu sebeple bu bölümde faiz, piyango ve kadınla alakalı
problemlere Ateş'in yaklaşımını, bu problemlere ne gibi çözümler getirmeye
çalıştığını inceleyeceğiz.
Faiz
deyince akla ilk gelen şey ribâdır. Zira, Kur'an ribâyı yasaklamıştır. Ancak
Kur'an'ın indiği dönemde birkaç çeşit ribâ uygulamasının toplumda cari olduğu
bilinmektedir. İslam bilginlerinin pek çoğu ribânın her çeşidini haram görmekle
birlikte bir kısım bilginler ise cahiliye ribâsı olarak bilinen nesie ribâsının
haram olduğunu dolayısıyla ribe'l fadl'ın ise caiz olduğunu savunmuşlardır.[457] İslam tarihinde ribâ ile ilgili
bu gibi tartışmaların yanı sıra, Müslüman toplumlarda birkaç asırdır tartışılan
konulardan biri de “Faiz” kavramıdır. Faiz kavramının Kur'an'ın yasaklamış
olduğu ribâ ile aynı manada olup olmadığı veya hangi durumlarda faiz ile
ribânın aynı anlama geldiği hususu bu tartışmaların başında gelmektedir.
Ribânın
haramlığı üzerine hiçbir devirde şüphe oluşmamıştır. Aşağıda da değinileceği
üzere ribânın haramlığı delalet ve sübut yönünden katidir. Fakat Asr-ı Saadetten
bu
tarafa,
özellikle sanayi devrimiyle birlikte insanlar ve toplumlar arasındaki ekonomik
ilişkiler gittikçe çeşitlenmiş ve karmaşık bir hal almıştır. İslam dünyası
zamanla modern batının ekonomik şartlarından da ister istemez etkilenmiştir.
Dolayısıyla ekonomik işleyiş çeşitliliği eskiye nazaran daha da fazlalaşmasıyla
birlikte ticaret yoları da farklılaşmış; çok çeşitli kazanç yolları ortaya
çıkmıştır. Karma, Liberal, Sosyalist vb. pek çok ekonomi türleri dünyada etkili
olmaya başlamıştır. Bu saydıklarımız ve burada değinemediğimiz daha pek çok
sebeplerden dolayı azımsanmayacak sayıda pek çok çağdaş sorun ortaya çıkmıştır.
Bu ekonomik sorunlardan en önemlisi faiz kavramı ve dolaysıyla enflasyon,
taksitle alış veriş, bankacılık ve kredi kullanımı gelmektedir. Çalışmamızın bu
kısmında Süleyman Ateş'in bu problemler hakkındaki görüşlerini ve ortaya
koyduğu çözüm önerilerine değineceğiz.
Ateş bu konuyu işlerken konu
ile ilgili yazılmış klasik araştırmaların aksine konuya faizin haramlığını
ispatlayarak başlamamıştır. Şu âna kadar bu tür mevzularda yazılmış eserlerin yöntemi
genellikle işlenen konunun hükmünü delilleriyle ortaya koyarak
başlanmasıdır. Ateş ise, öncelikle
işlediği konunun yani ribânın ne olduğunu ortaya koyarak konuya başlamıştır.
Ateş'in izlediği bu yöntem itibarıyla tutarlıdır. Zira
aşağıda
da inceleneceği üzere Ateş, ribânın mahiyeti konusunda şu âna kadar kabul
görmüş geleneğin anlayışından farklı düşünce ve yorumlara sahiptir. Bu sebeple
biz de çalışmamızda Ateş'in ortaya koyduğu fikri bütünlüğü bozmadan
inceleyebilmek için onun yöntemini takip ederek araştırmamızı sürdüreceğiz.
Konunun
önemine binaen Ateş, evvela ribânın kısaca terimsel tanımını ve aslı
itibariyle
ribâ, alış verişin konusu olduğu için kısaca alış veriş ve kâr kavramlarının da
tanımlarını, farklarını belirterek bu terimler arasındaki anlam kargaşasını
önlemeyi ve konunun daha açık ve seçik anlaşılmasını hedeflemiştir.
Ribânın
terimsel anlamına geçmeden önce kavram anlamına değinmekte yarar vardır. Kavram
olarak ribâ: ziyadeleşmek, fazlalaşmak mânâsında j ^j kökünden mastardır.[458] Ateş'e göre
ribânın terim manası ise: “Karşılıklı değişme akdinde karşılıksız kalan her
hangi bir fazlalıktır ki, bugün faiz denen ziyadenin adıdır. Karşılıklı
değiştirme akdinin esası, mal ile malı aynı tartı ya da ölçü birimiyle
değiştirmek olan be'y satışıdır. O'na göre, satış bazen kazanç anlamına gelir. Fakat
kazanç iki akdin ürünü olduğundan
ivazsız
da olamaz. Yani on liraya alınan bir mal on bir liraya satıldığı zaman aradaki
bir lira kar sayılır. Bu kar, alış ve satışın karşılaştırılmasından oluşur.
Hâlbuki ribâ, yalnız bir akdin ürünüdür. Bir akitte cins ve miktarı aynı olan
iki mal, birbiriyle değiştirildiği zaman bir tarafın alacağı karşılıksız
ribâdır.” Ateş, bu tanımlamalardan sonra ribânın çeşitlerine değinmiştir. İncelememizde
gördüğümüz kadarıyla Ateş ribânın çeşitleri konusunda geleneksel ulemadan
farklı düşünmemektedir. Ancak bu çeşitlerinden hangisinin haram olduğu konusuna
gelince, Ateş bu noktada kısmen geleneksel anlamda haram olan ribâ anlayışından
farklı bir anlayış benimsemiştir. Nitekim Ateş'in bu farklı görüşlerinden
hareketle, günümüzde uygulanan faiz çeşitlerin haramlık açısından eşdeğer
olmadığını savunmuştur. Bu sebeple ribânın ne olduğunu daha iyi anlayabilmek
için çeşitlerine kısaca değinmekte yarar vardır.
Ribâ
nesie ve fadl olmak üzere iki kısma ayrılır.
1-
Nesie Ribâsı: Bir şeyi bir süre ertelemek, veresiye vermek demektir. Yani bir
mali, kendi cinsinden bir mal ile, bedelini bir süre sonra almak üzere
değişiklikten doğan fazlalıktır. Buradaki fazlalık bedelin veresiye olmasından
doğmuştur. Bu fazlalığı veren kimse de tamamen karşılıksız vermiştir. 2- Fadl Ribâsı
: Aynı cins ve miktarlardaki
malların
peşin olarak değiştirilmesinden doğan fazlalıktır. [459]
Acaba
Kur'an ribânın her iki çeşidini mi yoksa sadece birini mi haram kılmıştır?
Bunun tespit edilebilmesi için öncelikle ribânın haram kılındığı dönemde hangi
çeşidinin bilindiği Ateş'e göre önem kazanmaktadır. Zira problemlere çözüm
üretmekte kullanılan yöntem önemlidir. Ateş de bu konuda Fazlur Rahman'ın ikili
hermenötik anlayışını kullanmıştır.[460]
Bu yönteme göre algılanıp yorumlanması gereken âyeti ya da bir konuyu daha iyi
anlayabilmek için öncelikle ilk zuhur ettiği mekan ve zamanda nasıl anlaşıldığı
incelenir. Bu hareket ikili hareketin ilk adımıdır. İkinci adım ise, bu
incelenme sonucu konu zamanımıza nasıl uyarlanmalıdır ki, konu ile ilgili
problem çözülebilmiş olsun? Bu sebeple Ateş, öncelikle tenzil döneminde ribânın
hangi türünün cari olduğunu araştırmıştır. Ateş'in bu incelemesi sonucunda, âyetin
indiği zamanda Araplar arasında nesi'e ribâsının yaygın olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim Ateş, Araplar'ın nesie ribâsı haricinde diğer ribâ türünü
bilmediklerini her fırsatta vurgulamıştır. O dönemde nesie ribâsının işleyişi
ise şöyledir: “birine bir süre için verilen borcun süresi dolunca “Borcunu öde
veya artır” denilir; borçlu borcunu ödeyemezse borcu artırılması şeklindedir.
Arapların uyguladıkları bu artış sayıda olabileceği gibi kalitede de olabilirdi.
Mesela verilen bir deve zamanında ödenmezse
iki
deveye çıkartılır; yahut zamanında ödenemeyen bir yaşındaki deve yerine iki
yaşındaki deve alacak olarak kararlaştırılırdı.” Ateş ribânın keyfiyet ve
kemiyetini bu şekilde ortaya koyduktan sonra, haram kılınan nesie ribâsı olduğu
kanısına varmıştır. Bu sebeple Ribânın sadece bu çeşidinin Kitap, Sünnet ve
icma ile kesin olarak haram kılındığı görüşünü savunmuştur.[461]
Ateş'in, ortaya koymuş olduğu bu hükümle ribânın her türünü savunan geleneksel
anlayıştan ayrıldığı görülmektedir.[462]
Ribânın
haramlığı âyet[463] ile sabit olmakla birlikte,
ribânın hangi şartlarda meydana geldiğine dair âyet mevcut değildir. Ribânın
şeklini bize hadisler bildirmektedir. Konunun net bir şekilde anlaşılabilmesi
için yapılması gereken konu ile ilgili hadislerin etraflıca incelenmesi gerekmektedir.
Nitekim Ateş bunu yapmış, ribâ hakkındaki hadisleri derinlemesine incelemiştir.
Bu inceleme sonucunda, Ateş'in naklettiklerine
göre
kimi hadislerde hem ribel fazl'ın hem de ribe'n-nesie'nin, kimi hadisler de ise
sadece ribe'n-nesienin haram kılındığı anlaşılmaktadır. Ateş ise, konu ile
ilgili olarak şu hadisleri nakletmişi: Ebu Sâlih'den rivâyet olunduğuna göre;
“Ebu Said el-Hudri'nin, 'dinar dinarla, dirhem dirhemle ancak misli misline değiştirilebilir.
Fazla alan veya
veren
ribâ yapar' dediğini işittim. Kendisine, İbn-i Abbas'ın aksi görüşte olduğunu
söyledim. Bana dedi ki:
“İbn-i
Abbas'ı gördüm. Bu söylediğini Allah'ın elçisinden mi duydun yoksa Allah'ın
kitabında mı gördün?” dedim. “Allah'ın elçisinden işitmedim Allah'ın kitabında
da görmedim. Ancak bana Usame b. Zeyd, Peygamber'in “Ribâ ancak veresiye
verilen mallarda olur” buyurduğunu söyledi dedi. Dariminin ise, Usame b. Zeyd,
Abdullah b. Abbas'a “Ribâ ancak borçtadır” dediğini rivâyet etmiştir. Ateş, bu
incelemeleri sonucunda âyette haram kılınan ribâdan kastın, nesi'e ribâsı
olduğu yorumuna varmıştır. Yukarıda zikredilen hadisleri ve Abdullah b.
Abbas'ın, peşin olunca aynı cinsten iki malın değişiminde fazlalığın ribâ
olmayacağı görüşünü bu iddiasına delil olarak kullanmıştır. Nitekim Ateş'e
göre, Araplar arasında o zaman cari olan ribâ da zaten nesie ribâsıdır. Bu
sebeple hadislerin ribel'fadl'ı yasakladığı söylenemez. Böyle bir düşünce
Ateş'e göre, Kur'an 'ın haberi vahitle tahsis edilmiş olması demektir ki, bu
caiz değildir.[464] Ancak değişik kaynaklarda
İbni Abbas'ın bu görüşünden daha sonra vazgeçtiği rivâyet edilmiştir.[465] Lâkin, Ateş bu olasılığı
zayıf bulmuş ve kendi görüşünden dönmemiştir.[466]
Ateş'in savunduğu bu görüşü çağdaş bir kısım İslam bilginleri de benimsemiştir.
Nitekim, çağımızda faiz konusunda ortaya çıkan ilk şüphe Kur'an'da asıl
yasaklanan faizin katlı nesie faizi olduğu iddiası olup, bu fikrin ilk
savunucusu Mısırlı Şey Abdul Aziz Caviş'dir.[467]
Ateş,
nakli delillerle görüşünü temellendirdikten sonra belli bir mantık örgüsü içinde
akli deliller sunarak görüşünü desteklemeye çalışmıştır. Zira Ateş'e göre, bir şeyi
kendi cinsiyle
değiştirmek yaygın bir işlem değildir. Çıkarı olmadıkça kimse böyle bir
işlem yapmaz. Ancak
iki şeyden birinde, ötekine kalite farkı veya fazla bir yarar
bulunduğu
taktirde değiştirme işlemi yapılır ki, o zaman da Abdullah b. Abbas'ın da
isabetli düşündüğü anlaşılır. Çünkü Ateş, Kur'an'ın faizi haram kılmadaki
amacını, faizle borç vermenin ve tefeciliğin önüne geçmek şeklinde anlamıştır.
Bu sebeple Ateş, kalite farkından dolayı aynı cinsten şeylerin fazlalık
olmasını haram görmemiştir. Mesela 10gr.Külçe altınla, 10gr. işlenmiş altın
cins ve ölçü olarak aynıdır. Fakat değer olarak farklıdır. İşlenmiş altında
kuyumcunun emeği vardır. Bu durumda Ateş'e göre 10gr. işlenmemiş altını 9gr.
işlenmiş altınla değiştirmek haram değildir.[468]
Ancak geleneksel anlayışa göre her ne suretle olursa olsun eğer aynı cinsler ve
ölçüler arasında fazlalık olursa peşin de olsa veresiye de olsa, ya da cins ve
ölçülerinden biri farklı biri aynı ise, veresiye alış verişlerde bu uygulama
ribâdır ve haramdır. Kalite farkı önemli değildir.[469]
Ateş'in
ribâ hakkındaki görüşlerini bu şekilde sunduktan sonra, günümüzde ribâ yerine
kullanılan faiz kelimesinin kavram ve terim anlamlarına değinebiliriz. Faiz
Arapça'da ^ j ^ kökünden türeme bir isimdir. ^La kavramı sözlükte, ödünç verilen
paraya
karşı
alınan kar, bolluk, taşkınlık, çokluk gibi anlamlara gelmektedir.[470] Faiz kavramı sözlüklerde
genelde bu temel anlama gelmekle birlikte, terim anlamda ise genel de
ribânın
karşılığı olarak kullanılır olmuştur.[471]
Yapmış olduğumuz araştırma sonucunda faiz kelimesinin terim anlamında ribâ ile
aynı anlamda kullanıldığını net olarak tespit edebilmiş değiliz. Nitekim,
birkaç asır öncesine kadar yazılmış Arapça sözlüklerde faiz kelimesinin ribâ
anlamındaki terim manasında kullanıldığını görmedik. Bu lafzın ekonomik anlam itibariyle
İslamî kaynaklarda, yani ne Kur' an' da, ne hadislerde, ne de
klasik
fıkıh kitaplarında kullanımına rastlamak mümkün değildir.
Zamanımızda
faiz olarak kullanılan bu lafız Osmanlı'da RIBH olarak kullanılmıştır.[472] Ancak son arsıda
yazılmış olan Mucemu'l Vasît ve Râid gibi sözlükler ^ j ^ maddesinde bu
kelimeyi ribâ anlamında kullanmışlardır. Nitekim, Elmalılı faiz kelimesinin
haram olan ribâ anlamında kullanmakla birlikte[473]
Ömer Nasuhi Bilmen ise, ribâ konusunu işlerken faiz kelimesini hiç
kullanmamıştır.[474] Bu da bize bu kelimenin ribâ
anlamında son birkaç asırdır kullanıldığını göstermektedir.
Müslümanlar
on asrın üzerinde ribâ kelimesini kullandıkları halde, son asırlarda insanları faiz
kelimesini kullanmaya iten sebep ne olmalıdır? Kanaatimizce bu sebep
modern
batının ekonomisinin doğuyu etkilemesi, bu etkileşim sonucunda batı
emperyalizminin ürünü olana birtakım ekonomi enstrümanlarının doğu da da
kullanılmasıdır. Nitekim batıdan İslam dünyasına ithal edilen özellikle
bankacılık sistemi, çeşitli faiz uygulamalarının da İslam dünyasına
nakledilmesine sebep olmuştur. Bu gelişme sonucunda İslam dünyasında nesie ve
fadl olmak üzere iki çeşidi bilinen faiz türü çeşitlenmiş ve ribâ kavramı bu
uygulamaları isimlendirmede yetersiz kalmış, bu durum sonucunda bu uygulamalara
İslam dünyasının kimi bölgelerinde ribâ yerine faiz kelimesi kullanılmaya
başlanmıştır. İslam bilginleri arasında faiz kelimesinin ribâ ile aynı olup
olmadığı tartışılmış, nitekim kimileri ribâ ile faizi aynı kabul ederken,[475] kimileri ise faiz
ile ribâın birbirlerine benzemekle birlikte pek çok farklı yanlarının olduğunu
savunmuşlardır. Nitekim, bu grup ribâyı tefecilik olarak nitelendirmişler,
faizi ise ribânın, zarar ve rizikosundan arındırılmış şekli olarak
görmüşlerdir.[476] Faizle ribânın farkını uzun
uzadıya anlatarak ribâ ile faiz arasında hem muhteva hem de maksat ve şekil
bakımından pek çok farkın olduğunu savunmuşlardır. Bu farklar sebebiyle faize
ribânın hükmünün verilemeyeceğini iddia etmişlerdir.[477]
Günümüzde yapılan tartışmaların da temelinde yukarıda kısaca değindiğimiz bu
iki görüş vardır. Tezimizin bu kısmında Ateş'in faiz ve ribâ hakkında ne
düşündüğünü inceleyip, bu iki anlayıştan hangisini benimsediğini tespit etmeye
çalışacağız.
Faiz
kavramı hakkında yaptığımız bu açıklamadan sonra Ateş'in faizle ilgili çeşitli
çağdaş problemler hakkındaki görüşlerini incelemeye geçebiliriz.
1.1.
Dalgalı Para Sisteminde Ribânın Durumu
Bugün
uygulanan dalgalı para sistemlerinde, paraların yıldan yıla hatta aydan aya
değer kaybına uğradıkları olmuştur. Bir yıl önceki bin lira bir yıl sonraki bin
liranın alış gücüyle aynı olmayabilir. Nitekim, Ateş'in naklettiğine göre
1996'da bir ekmek 25 lira iken şimdi bir ekmek 200 bin liradır. Kuvvetli
ekonomilerde yıllık enflasyon en fazla %3-5 iken, zayıf ekonomilerde ise bu
oran iki haneli hatta üç haneli rakamlara ulaşmaktadır. Ateş bu ekonomik
gelişmelerin farkındadır. Böyle bir sistemde insanlar birbirlerine Karz-ı Hasen
olarak borç verdikleri taktirde, alacaklarını tahsil ettikleri zaman paraları
değer kaybına uğrayacağı için, değer kaybını önlemek amacıyla, borç veren, borç
alandan enflasyon artıştı kadar fark alabilir mi? Alırsa bu fazlalık faiz olur
mu? Ateş' e göre böyle bir durumda, paraları borç verenlerin verdiği borcu,
borç verdiği tarihteki değerini karşılayacak oranda bir fazlalık alması,
Kur'an'ın yasakladığı ribâya girmez. Çünkü Ateş'e göre ribâ, reel bir artıştır.
Binaenaleyh bu kelime artmak büyümek anlamına gelmektedir.
Enflasyondan
kaynaklanan artış ise gerçekte bir artış değildir. Bu noktadan hareketle Ateş,
paranın aşınan değeri oranındaki reel artışı ribâ saymamıştır. Çünkü Ateş'e
göre bu durum enflasyondan kaynaklanan bir problemdir. Zira alacaklı alacağını tahsil
ederken
verdiği tarihteki değerinden aşağı bir meblağı tahsil ederse bu sefer insanlar
borç
vermekten kaçınacaktır. Nitekim geçmiş senelerde ülkemizde enflasyon yüzde
yüzleri aşınca insanlar birbirlerine borç dahi vermez olmuşlardır. Bu sebeple
Ateş'e göre, ödünç veren verdiği paranın enflasyondan doğan değer kaybını karşılayacak
oranda
fazlalık almaz ise bu sefer faiz tersine dönmüş olur; yani borcu veren değil
alan borç verenden ribâ almış olur. Bu fazlalık enflasyon oranında hesaplanabileceği
gibi, altın gibi her devirde aşağı yukarı değerini koruyan bir cins üzerinden
de hesaplanabilir.[478] Nitekim birtakım çağdaş İslam
bilginleri de, bu konuda Ateş gibi düşünmüşler ve dalgalı kur sistemlerinde
banka faizlerinin her zaman ribâ kapsamına girmeyeceğini savunmuşlardır.[479] Ancak Ateş, bireylere
özellikle fakir kimselere verilen borçlardan bu değer kaybını almayı doğru
görmemiştir. Çünkü Kur'an'da eli darda olanın borcunu ertelemesini veya tamamen
tasadduk edilmesini emretmiştir.
İkinci
bir hususta taksitle alış veriştir. Taksitli alış verişlerde mesela; peşin olarak
yüz
bin
liraya satılacak bir mal veresiye yüz yirmi beş bin liraya satılsa bu fazlalık
haram değildir. Ateş, İmam Fahrettin er- Razi'nin de bu görüşte olduğunu
nakletmiştir. Satıştaki peşin veresiye farkına gelince Ateş'e göre, eğer alınan
verilen iki bedel aynı cinsten değilseler bunlar bir akitte bir biriyle
karşılaştırıldıkları ve bir biriyle ölçüldükleri zaman aralarında fazlalık
farkı olmaz. Fazlalık bunları bir akitte değiştirmeyle değil aktin dışında
kalan üçüncü bir ölçü ile olur. Bundan dolayı yalnız bir satış akti hiçbir şey
ifade etmez. Satışta kazanç, bir şey üzerine birkaç aktin yapılması sonucudur.
Mesela bir lira şu anda bir kilo buğdayın karşılığı olabildiği gibi başka bir
zaman ve akitte iki kilo veya yarım kilo buğdaya da karşılık gelebilir. Parayla
buğday arasında cinslerinin ve yararlarının farklılığından dolayı iki taraf her
zaman gerçek mübadele yapabilir. Hiçbir kayba uğramaz. Bu akit taraflardan
birine bir kar sağlıyorsa, bu kar yalnız bir akitten değil daha önce yapılmış
başka bir akitle bu aktin karşılaştırılmasından kaynaklanmaktadır. On kilo unu
on liraya satmış olan kişi, bu unu sekiz liraya almış olabilir. Ticari
işlemlerde kar ve zarar hep bu şekildedir. Nitekim Ateş, bu akitlerin yalnız
kendileri düşünüldüğü zaman ne karın ne de zararın olmayacağını vurgulamıştır.
Bundan dolayı Ateş'e göre bir şeyi peşin ayrı, veresiye ayrı bir fiyata satmak
faiz değildir. Faiz açıklandığı üzere cinsi ve miktarı aynı olan malların
değişiminde gerçekleşir. Un ya da kumaşı para ile değiştirmek ne suretle olursa
olsun bir satıştır. Ateş, Bakar 275'inci âyette ribâ ile alış verişin ayrı
şeyler olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü Ateş' e göre alış verişte kazanç, bir
çabanın, vakit ve mal harcamanın ürünüdür. Hâlbuki oturduğu yerde parayı faize
verenin hiçbir çaba ve riski yoktur.[480]
İnsanın
malını karşılıksız olarak almak haramdır. Bu sebeple Ateş'e göre, eğer mal,
sahibinin elinde uzun süre kaldıysa adamın onunla ticaret yapıp kazanç
sağlaması mümkündür. Nitekim, bu parayı borçlunun eline verince borçlu bu
parayı çalıştırıp kazanç sağlayabilir. O halde Ateş'e göre, borçlu neden para
sahibine, sağladığı yarara karşılık bir fazlalık vermesin?[481]
Geleneğe göre, bu düşünce doğru değildir. Zira borçlunun o para ile ticaret
yapıp kazanç sağlaması kesin değil bir varsayımdır ve şüphelidir. Şüpheli bir
şeye karşılık kesin olan bir şeyi vermek borçlunun aleyhine olur.
Bu
konuda Ateş'in kanaati ise; asıl haram olan faiz, bir ihtiyacı için fakire
verilen paradan alınan fazlalıktır. Ama aldığı kredi ile iş kurup büyük para
kazanan kimseden, eğer işin kar getireceği garantili ise, kardan bir miktar
borç verene pay vermesi yasak olan faiz sayılmaz. Çünkü borç alanın zorunlu bir
ihtiyacı yoktur. İş kurmak için almış, işini kurmuş gelir sağlamıştır. Bu
sebeple gerek devletin gerekse kişilerin iş sahiplerine sağladıkları kredinin
karşılığında bir miktar fazla almalarını Ateş faiz olarak görmemiştir. Nitekim O'na
göre günün ekonomik şartları da bunu gerektirmektedir.[482]
Ateş'e
göre, ribânın kalkması bireyin işi değil, toplumun işidir. Her muamelesinde
faiz olan bir toplumda yaşayan birey ister istemez faize bulaşır. Korunmak için
bankalara yatırılan paralardan banka yüzde yüzün üstünde kar ederken mudiinin
aldığı faiz aslında paranın bankada kaldığı süre içinde yitirdiği değerin de
altında kalmaktadır. Zarurete binaen mudi parasının faizini alabilir. Kişinin
takvası buna müsaade etmiyorsa bu parayı bankada bırakmaz. Alır fakirlere ve hayır
kuramlarına verir. Çünkü Ateş'e
göre,
“Kur'an'ın amacı yoksula ihtiyaç sahibine verilen şeyden fazlalık almayı
yasaklamaktır. Yoksulların ezilmesini engellemektir. Yoksa zenginin aldığı
parayla cebinin doldurulmasına müsaade etmek değildir” der ve bu görüşünü her
fırsatta vurgulamıştır. Çünkü ona göre, zenginin karlı yatırımlarından
yararlanmak Kur'an'ın amacına aykırı değildir.[483]
Faiz
hakkında genel bir değerlendirme yapacak olursak; faiz, İslam hukukunda çokça
üzerinde
durulan bir konu olup fıkıh kitaplarında faizin tanımı, nevileri, hukuki
sonuçları ile ilgili olarak getirilen ölçü ve sınıflamalar şekilseldir. Konuya
sadece şekli olarak yaklaşmak, gerçekte faiz olmaya bilen bazı ticari işlemleri
yasak kapsamında göstere bilir. Bu sebeple faiz konusunda, ekonomik ilişkilerin
günümüzden çok farklı olan hicri ilk asırlarda konmuş ölçü ve tanımlamaları
esas almak yerine günümüzün ve toplumumuzun şartları içerisinde İslam'ın genel
ilke ve prensipleri ile çelişmemek kaydıyla faizin ne olup olmadığını
belirlemek daha isabetli olacaktır.[484]
Bunun gerçekleşebilmesi için ise, bir takım hazırlık çalışmalarının yapılması
gerekmektedir. Bu çalışmaların en önemlileri; “Konu ile ilgili Kur'an'da geçen âyeti
kerimelerin ve
hadislerin
etimolojik, sosyolojik ve ekonomik yönden tahlillerinin yapılması, Konu ile
ilgili Hz. Peygamber, dört halife devrindeki uygulamaların ve tarih boyunca çeşitli
bölgelerde mezhepler tarafından
faiz muamelesi ve uygulamaları araştırılması, bu
çalışmalar sonucunda faizin
evrensel ve tarihsel olan yönlerinin ortaya konması,
günümüzde
ticari ve ekonomik bakımdan faiz nazariyesinin ve uygulamasının, banka ve şahıs
faizlerinin tabi olduğu değişik işlemlerin incelenmesidir.”[485]
Kanaatimizce, ortaya çıkan bu veriler ışığında Kur'an'da geçen ve haram olduğu
bildirilen ribâ ile günümüz faiz çeşitleri arasındaki benzerlikler ve
farklılıklar ortaya konmuş olup probleme kısmi de olsa çözüm getirilmiş
olabilir. Aksi halde bu tartışmalar daha uzun bir zaman sürüp gideceğe benzemektedir.
İçinde
yaşadığımız modern çağda, kişilerin harcamalarının artması ile birlikte, buna
paralel olarak kazanç yolları da çeşitlenip farklılaşmıştır. Çağdaş pek çok
problemin ortaya çıkmasına sebep olan etkenlerin başında ise, modernizm
gelmiştir. Çalışmamızın başında da değindiğimiz gibi modernizmin batıdan
Müslüman toplumlara geçişi birtakım sorunları da beraberinde getirmiştir.
Modern dünyanın ihtiyaçları, geçmişten gelen geçim yolları hayatın özellikle
ekonomik açıdan sürdürülebilmesi için yeterli olmayınca, toplumu yeni kazanç
araçları aramaya sevk etmiş; dolayısıyla yeni gelir getirici kalemler ihdas
edilmiştir. Bu tür kazanç yollarından biri de piyango gibi şans oyunlarıdır.
Çalışmamızın
bu kısmında Süleyman Ateş'in bu konuda ne gibi fikirlerinin olduğunu ve bu
fikirlerini hangi delillere dayandırdığını inceleyeceğiz.
Ateş,
piyango ile ilgili fikirlerini açıklamadan önce konu ile alakalı olduğu
düşünülen kumar kısmına değinmiş; kumar hakkındaki görüş ve düşüncelerini
belirttikten sonra piyango ile alakalı görüşlerini açıklamıştır. Bu hareketinin
sebebi kimi alimlerce piyangonun kumara kıyasla haram kabul edilmiş olmasıdır. Bu
sebeple öncelikle
kumarı
konu edinen âyetleri zikrederek Ateş'in bu konu hakkındaki görüşlerini
incelemek yararlı olacaktır.
ü-â
u^âjjj İSVJo ^jftlûj Lİ£*jj j* JjSİ
LI^İjIj oÜll (kşfj^j j^£ j^jj b>^ ÜS j-^d'j j— je tdjjltLy jjj£=2
(kSîkl ^Vi ^1 A_ül jLj -3ES ^1 “Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki; ‘O
ikisinde büyük günah ve insanlara bazı yararlar vardır. Fakat onların günahı
yararından
büyüktür.’
Ve sana Allâh yolunda ne vereceklerini soruyorlar. De ki; ‘Af (yani
ihtiyaçlarınızdan fazlasını veya helal ve güzel olan şeyleri verin!)’ Allah
size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz[486]
Bir başka âyette ise, “Ey inananlar, şarap, kumar,
dikili
taşlar, şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa
eresiniz. Şeytan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı
anmaktan
ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçecek misiniz?”
buyrulmaktadır.[487]
Her
iki âyette de j-*^ ile beraber anılan j—^, j— veya j’-— kökünden türemiştir. j—
parçalara
ayrılacak şeye denir. Boğazlanacak deveye de_-^ denir. Deveyi kesip
parçalayana
j-—- dendiği gibi, kesilecek olan deve üzerinde kumar oynayacak olana da j—E
denir.
Allah'ın
haram kıldığı “meysir” oklarla oynanan piyangoya benzer bir kumardır. Benzerlik
dolayısıyla tavla ve diğer kumar biçimlerine de “meysir” denilmiştir.[488]
Kur'an'da
geçen meysir'in nasıl oynandığı konusuna değinmekte yara vardır. Meysirin
oynanış şekli bize piyango ile şeklen bir benzerliğinin olup olmadığı konusunda
bir fikir verecektir. Meysir hakkında verilmiş olan bilgilere baktığımızda,
meysirin cahiliye devrinde fakirlere ikram için oynanan bir kumar çeşidi olduğu
anlaşılmaktadır.
Nitekim
Ateş bu oyunun oynanışını şu şekilde anlatmıştır: “Ezlâm ve aklâm denen oklarla
oynanırmış. Bu okların adları: fezz, tev'em, rakîb, hils, müsbil, mu'allâ,
sefih, menîh ve vağd idi. Bu on oktan sadece yedisine pay verilmiştir. Diğer
üçü boş bırakılırdı. Yedi okun payların da rakamları oranında idi. Fezzin bir
payı, tev'emin iki payı,...mu'allâ'nın yedi payı vardı. Her okun üzerinde adını
ve payını belirten işaretler bulunurdu.
Kesilen
deve 28 parçaya ayrılırdı. Okları Ribâbe denilen bir torbanın içine koyup mucîl
denilen âdil bir kişinin önüne bırakırlardı. Son üç ok, bu adama pay ayırmak
için ilâve edilirdi. Ayrıca bir başka kişi de arkasından onu gözetler, birini
kayırmamasına dikkat ederdi. Sadece başını çıkarabileceği bir elbise giydirilen
mucîl torbayı karıştırıp oyuna katılanlardan birinin adına bir ok çekerdi.
Kendisine fezz çıkmış olan, bir hisse, tev'em çıkmış olan iki hisse, mu'alla
çıkmış olan da yedi hisse alırdı. Boş ok çıkanlar bir şey almaz, devenin
parasını öderlerdi. Oyuna katılanlar, kazandıkları payları yemezler, fakirlere
verirlerdi. Araplar bu oyunu bir meziyet bilir ve oyuna katılmayanları
kınarlardı. Bundan ayrı olmak üzere, muhatara denilen, bir oyun çeşidi daha
vardı. Bu oyun için ortaya mallarını ya da hanımlarını koyarlardı. Bu oyunda
kaybeden malını ya da karısını kaybederdi.”[489]
Ateş
meysirin sözlük anlamı ve uygulanış biçimini bu şekilde sunduktan sonra,
“Meysir denen oyun kumarın sadece özel bir çeşidinin adı mı, yoksa bütün kumar
çeşitlerinin ortak adı mıdır? şeklinde akla gelebilecek olan mukadder bir
sorunun cevabını aramıştır. Her şeyden önce Ateş bu hususun ihtilaflı olduğunu belirtmektedir.
Zira,
bütün
kumar çeşitlerine “meysir” deniyorsa, o zaman bu âyetle kumarın her çeşidi
günah
dolayısıyla haram sayılmıştır. Şâyet “meysir” yalnız bu özel oyunun adı ise,
diğer oyunlar da buna kıyasen haram kılınmıştır. Binaenaleyh, diğer kumar
çeşitlerine göre sadece fakirlere dağıtılmak üzere oynanan bir oyunun
yasaklanması demek, zevk ve kişisel çıkar, oturduğu yerden para kazanmak için
oynanan kumar çeşitlerin de elbette yasaklanması anlamına gelmektedir. Ayrıca
hadislerden de bir menfaat karşılığında oynanan kumar türü oyunların hepsinin,
“meysir” tabiri içine girdiği anlaşılmaktadır.[490]
Ateş
bu noktadan sonra Hz. Peygamber(s.a.v.) zamanında olmamakla birlikte sonradan
ihdas edilmiş ve kendine göre problemli gördüğü piyango hakkında görüş
belirtmeden önce hakkında ihtilaf bulunan “satranç oynamanın” hükmüne
değinmiştir. Bunun sebebi ise, Kur'an'da geçmeyen ve kimilerince kumarla direk
ilişkilendirilemeyeceği savunulan oyun şekilleri hakkında mezheplerin izlemiş
oldukları usulleri incelemekte ve bu durum ile piyangonun hükmü arasında bir
ilişki kurmaktır. Nitekim Ateş, bu incelemesinin sonucunda kısaca mezhep
imamlarına göre satrancın hükmünü açıklamıştır. Mesela, İmam Ebu Hanife, İmam
Malik ve İmam Ahmet b. Hanbel satranç oyununu dahi haram saymışlardır. İmam
Şafiye göre ise, “Satranç ortaya bir şey konmadan, kötü söz söylemeden, kişiyi
ibadetten alı koymadan oynanırsa” haram değildir. Ateş, bu görüşleri
naklettikten sonra genel olarak oyunlar özel olarak da meysir isimli oyun hakkında
yavaş yavaş kanaatini ifade etmeye başlamıştır. Ateş
satranç
hakkındaki görüşleri nakletmekle, aşağıda değinileceği gibi, piyangonun da
satranç gibi ihtilaflı olabileceğini ispatlamaya çalışmış gibidir. Ancak
satrancı mubah sayanlar, mubahlığı için bazı şartlar koşmuşlardır. Şâyet
satranç bu v.b. ihtilaflı konular bu şartları taşımaz ise haram olacağını dile
getirmişlerdir. Koşulan şartların temel yapısını şunlar oluşturmaktadır: Dini
gereklerden bir vacibi yerine getirmekten alı koymamalı, kumara
karıştırılmamalıdır. Oyun esnasında Allah'ın emrine muhalif bir şey sadır
olmamalıdır.[491]
Ateş'e
göre ise, haram olan oyun, bir menfaat karşılığı oynanan oyundur. Menfaat
karşılığı olmaksızın zevk için oynanan oyun kumar olmaz.[492]
Kumarda ise, insanlar bir birilerinin mallarını batıl yollarla yemektedirler.
Bunun sonucunda bir taraf emeksiz mal kazanmakta, diğer taraf ise yok yere
malını kaybetmektedir.[493]
Ateş
bu tür menfi sonuçlarından hareketle kumarın haram kılınmasının sosyolojik
boyutuna kısaca değinir ve kumarın illet ya da sebebini şöyle yorumlar:
“İslam'ın
tanıdığı meşru kazanç yollarında mutlaka karşılıklı fayda vardır. Hâlbuki
kumarda bir taraf kazanırken diğer taraf kaybetmektedir. Bu sebeple kumar nice
ocakları
söndürmüştür.”
Acaba
çağımızda bir gelir kapısı olarak geliştirilmiş olan Piyango da kumar kapsamı
içine
girer mi? Ateş bu sorunun cevabına geçmeden önce Reşit Rıza'dan bu konu ile
ilgili
aktarımlarda bulunur ve kumarın haram kılınmasının ardında yatan illetleri
araştırır. Ona göre meysirin yasaklanmasının iki illeti vardır: Bunlardan ilki;
insanlar bu oyunu oynamak için hayvan bulma, bir araya toplanıp okları çekme
v.b. işlemlerle zaman harcarlar, böylece bu oyuna katılanlar ibadet yapmaya ve
Allah'ı anmaya zamanları kalmaz. Başka bir ifade ile meysir Allah'ı anmaya
engel teşkil etmiş olur. İkincisi ise, kaybeden taraf bütün masrafları üslenmesinden
dolayı insanlar arasında
düşmanlık
ve husumet meydana gelir. Buradan hareketle Ateş, Reşit Rıza'nın bu iki illetin
piyangoda mevcut olmadığı görüşünde olduğunu nakleder. Zira piyango ve benzeri
oyunları öncelikle hükümet ya da herhangi bir kurum düzenlemektedir. İki oyun arasında
ilk farklılık başta düzenleyicileri açısından ortaya çıkmaktadır. Meysirde
oyunun aktörleri ve düzenleyicileri fertler iken, piyangoda ise aktörler
fertler olmakla birlikte düzenleyiciler farklıdır. Piyangoda amaç kamu
hizmetidir. Nitekim Ateş'e göre, basılıp halka satılan biletlerde de kamu
yararı gözetilmektedir.[494]
Meysir
ile piyangonun icra ediliş yönleri açısında bir takım benzerlikler vardır. Ateş
bu
benzerlikler
kabul etmiştir. Zira her ikisinde de çekiliş şeklinde icra edilir. Ateş'in asıl
itirazı, piyangonun haram telakki edilmesi için gerekli olan illetin piyangoda
mevcut olup olmadığı noktasınadır. Ateş'e göre, yukarıda zikrettiğimiz meysirin
haram kılınmasına sebep olan iki illet piyangoda bulunmamaktadır. Piyangoda
katılımcılar sadece biletlerini alır ve çekilişi beklerler. Dolayısıyla oyuncu,
piyango oynamakla zamanı israf etmemiştir. Bu oyuna katılmak da, bireyi Allah'ı
anmaktan da alıkoymamaktadır. Ayrıca piyango oynayanlar meysirde olduğu gibi
birbirlerini tanımaz ve bilmezler. Ödedikleri ücrette meysirin aksine cüzi
miktarlardır. Kaybedilen para da sadece aldıkları biletin parasıdır. Meysirde
ise kaybeden taraf bahsin hepsini ödemekle yükümlüdür. Bu sebeplerle piyango şekil
olarak meysire benzese de onun
tam
aynısı da değildir. Hatta piyangoda satılan biletlerin paralarının sadece bir kısmı
katılımcılara
çeşitli oranlarda dağıtılır. Paranın çoğunluğu kamu hizmetine aktarılmaktadır.
Böylece halkın malları batıl yollarda harcanmamış, kamu hizmetleri aracılığıyla
tekrar halka dönmüş olur. Ateş'e göre, yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden
dolayı, durumu şüpheli olan piyangonun meysire kıyaslanması ve meysir gibi haram
kabul
edilmesi mümkün değildir. Ancak Ateş'in piyangonun mubah olduğunda konusunda
kuşkusu da vardır. Bu sebeple Ateş'e göre, “Takvaya uygun olan şüpheli
şeylerden kaçınmaktır.”[495]
Ateş
her ne kadar Reşit Rıza'nın meysir hakkında âyette geçen iki illetin piyango
hakkında
geçerli olmadığını nakletse de, Reşit Rıza tefsirinde Ateş'in nakilde
bulunduğu
kısmın devamında piyangonun zararına dair can alıcı tespitler de yapmıştır.
Nitekim Reşit Rıza, piyangonun insanların mallarını batıl yolla yenmek gibi
Kur'an'ın yasakladığı bir illeti de içerdiğine dikkat çekmiş, piyangodan elde
edilen para ile hastane, okul yaptırmak gibi hayır işlerine kullanılmak sureti
ile başkasının malının batıl yolla elde edilemeyeceğini dile getirmiştir.[496]
Ateş
bu düşünceleri benimsemekle birlikte sanki kendi içinde de kendisi ile
çelişmektedir. Zira, piyangonun kumardan farkını ispatlamak için bu kadar çaba
sarf etmiş ancak yine de kesin bir dille mubah demekten çekinmiştir.
Ancak
başta Elmalılı merhum olmak üzere birçok alim piyangoyu kumar kategorisinde
değerlendirmişlerdir. Piyangoyu ve âyette j—şeklinde isimlendirilip yasaklanan
oyunu
yani kumarı sonuçları açısından değerlendirmişlerdir. Bu değerlendirme sonucu
varılan nokta ise; gelirin paylaşılması açısından piyangodan daha ehven'i şer
olan j—
'in
haram kılınması demek, piyangonun meysirden daha kuvvetli bir şekilde haram
olması
demektir. Zira piyangoda bir kısmı hayır kuramlarına ve kamuya aktarılırken
meysir denen oyunda elde edilen gelirin tamamı halka aracısız ve direk olarak
aktarılmakta ve katılımcılara en ufak bir pay dahi verilmemektedir.[497]
Ayrıca
“piyango katılımcılarının kendi rızaları ile bu oyuna katılmaları, elde edilen
gelirin bir kısmının hayır için harcanmasının piyangoyu meşru kılmayacağı”
şeklinde itirazlarla piyangonun haram olmayacağı görüşünü
reddetmişlerdir.Piyango spor-toto, müşterek bahis gibi tertip ve oyunlar da
kumardır. Kumarın bütün unsurlarını içine aldığı görüşünü benimsemişlerdir.[498] Hatta kumar içerikli olan
oyunlar ittifakla haram görülmüştür. Kumar oynamayı alışkanlık haline getiren
kişilerde ise, adalet vasfının kalktığı, bu sebeple bu tür kişilerin
şahitliklerinin kabul edilmeyeceğine hükmedenler dahi olmuştur. [499]
Sonuç
olarak şunu diye biliriz:
Bir
şeyden kazanılan gelirin helal olması için bazı şartlar aranır. Bu şartlar;
mal, emek ve sorumluluktur. Kişiler kazanç elde etmek için ya sermayeye ortak
olurlar, sermayeye ortak olmaları oranında gelirden pay sahibi olurlar veya
emek karşılığı anlaşmanın başında belirtilen oranda pay alırlar ya da ne
emekleri nede sermayeleri olmadığı halde insanlar arasında itibar görmesi
sonucu sorumluluk yüklenirler ve bu sorumlulukları sebebiyle gelirden pay elde
ederler. Mesela bir mobilya fabrikası düşünelim. Sermaye sahibi mal karşılığı,
içinde çalışan işçi emeği karşılığı fabrikanın gelirinden belirli bir pay alır.
Ya da üretici ile alıcı arasında bağlantı kurarak üreticinin malını alıcıya satan
simsarlar gibi şahıslara, bu alış veriş sonucu elde ettikleri gelir sorumluluk
yüklenmeleri sebebiyle helal olur.[500]
Piyangodan
para kazananları bu açıdan incelediğimiz zaman evvela kazanmış oldukları para
ne katılımları oranında nede bu parayı kazanmada emek sarf etmekteler ne de
sorumluluk yüklenip bu sorumlulukları oranında kazanç elde etmektedirler. Küçük
bir azınlık alın teri dökmeksizin birden zengin olmakta, pek kişi için ise
hayal kırıklığına sebep olmaktadır. Bir çok insan uyuşturucuya müptela olmuş
gibi şans oyunlarına müptela olarak kimi zaman ailesinin rızkından kesip bu
oyunları oynamaktadır. İnsanlar büyük ikramiyeyi kazanamadıkları zaman
üzülmekle birlikte bir sonraki haftanın biletini ya da şans oyununu
çekilişlerin yapıldığı gün oynamaktadırlar. Sadece konuya bu açıdan bakılmış
dahi olsa, piyangonun haramlığına hükmedenlerin görüşlerinde daha isabetli
oldukları görülmektedir.
3.
KADINLARLA İLGİLİ ÂYETLER VE YORUMLARI
Asrımızın
en önemli problemlerinden birisi de, hiç şüphesiz kadın hakları ve kadın erkek
eşitliği sorunudur. Bu sorun genel olarak tüm İslam aleminde, özel olarak da
Türkiye'de son birkaç asrın en hararetli tartışma konularından birini
oluşturmuş ve halen de tartışılmaktadır. Bu sorun çözülmediği müddetçe
gelecekte de tartışılacağı anlaşılmaktadır. Nitekim kadın konusu, Osmanlının
son zamanlarından beri batılılaşma sürecine giren Türkiye'de hiç gündemden
düşmeyen konuların başında gelmektedir.
Tartışmanın
ana gündem maddesini oluşturan Müslüman kadınların geleneksel olarak maruz kaldığı
mahrumiyetler ise, birçok farklı kültürel geleneğin toplumun İslam
anlayışına
etkisiyle İslam dünyasında oluşmuş olan bir toplumsal çevrenin ürünüdür.[501] Bu sebeple,
özellikle son yıllarda İslam aleyhine konuşanlar genellikle İslam'ın zayıf
tarafı olarak telakki ettikleri “kadın” sorununu seçmektedirler. Aleyhte
yapılan bu tür faaliyetlerde kullanılan malzemeler ise, ya İslam'ın temel
kaynağı olan Kur'an ve Hadislerdeki kadınlarla ilgili hükümleri ve haberleri
değerlendirmektedirler, ya da tarih boyu İslam dünyasında kadına verilen değer
ve konum gereği kadının içinde bulunduğu durumu eleştirmektedirler. Bu
eleştirilerin bir kısmı gerçeği yansıtmakla birlikte, kanaatimizce özellikle
Kur'an ve Hadislerdeki kadınlarla alakalı malumatları anlayıp yorumlamada sıkıntı
çekildiği anlaşılmaktadır. Konu ile ilgili eleştirileri yapanlar, yapmış
oldukları eleştirilere esas olarak kendilerince belirledikleri kriter ise,
“kadın ve erkeğin her sahada eşit olduğu” düşüncesidir. Bu sebeple kadınlarla
ilgili problemlere sağlıklı bir çözüm üretilebilmesi için bu sorunun şu üç
temel çerçevede tartışılıp konuşulması gerekmektedir. Bu üç alan: Kur'an, Hadis
ve İslam Tarihi'dir. Daha açık bir ifade ile söyleyecek olursak, Kur'an'da
kadınlarla ilgili âyetleri, Hadislerde geçen kadın konulu sahih rivâyetleri ve
son olarak da İslam Tarihinin başlangıcından günümüze kadar Müslümanların kadın
konusunda uygulamaları ve bu uygulamaların hangi anlayış çerçevesinde
yapıldıkları enine boyuna incelenip araştırılmalıdır. Biz çalışmamızın bu kısmında
tez konumuzun Tefsir bilim dalı içinde olmasından dolayı, yukarıda kısaca
değindiğimiz üç temel konudan sadece Kur'an'da kadınlarla ilgili âyetlerin
yorumları üzerinde duracağız. Özellikle kadın erkek eşitliği, kadının
şahitliği, kadının mirastan aldığı pay, kadının giyimi vb. konuları
inceleyeceğiz.
Tefsir
geleneğinde âyetlerin anlaşılmasında sebebi nüzulün bilinmesi şüphesiz önem arz
etmektedir. Ancak bugün âyetlerin içerdiği hikmet ve illetleri anlamak için
nüzul sebeplerini bilmenin tek başına yeterli olmadığı aşikardır. Zira, tarihin
bir döneminde gerçekleşmiş olan sosyal bir olayın anlaşılması için olayları
şekillendiren pek çok bağlamın bilinmesi gerekmektedir. Şu da bir gerçektir ki,
sosyal bir olayı etkileyen
arka
planda pek çok sosyal olay mevcut olabilmektedir. Bu sosyal olaylar da ister
istemez
toplumu şekillendiren bir takım ekonomik, siyasi, kültürel vb. faktörlerden
etkilenmektedir. Nüzul sebepleri ise geriye doğru gidildiğinde genellikle
inzale konu olan somut olayda durmuş; olayın kendisini etkileyen diğer ikincil
ve üçüncül faktörleri nadiren dikkate almıştır. Hâlbuki âyetleri anlamada bu
faktörlerin de bilinmesine şiddetle ihtiyaç vardır. Nitekim, çoğu zaman âyetler
yorumlanırken nüzul sebebinin bilinmesi ile yetinilmesi, âyetlerin içerdiği
hükümlerin nüzul sebebi olan olaylarla sınırlandırılması anlamına gelmektedir.
Bunu sonucu olarak âyetlerde asıl hedeflenen maksatlar göz ardı edilmiş
olabilmektedir. Oysa ki, zaman içinde olaylar şekil değiştirdiği zaman özde
maksat aynı olmakla birlikte problemin şekli de değişmiş olabilir. Biz âyetleri
dar çerçevede değerlendirirsek hükmü durağanlaştırmış ve içini boşaltmış ve
hükmü maksada hizmet ettirmekten çıkarmış olabiliriz. Bu sebeple problem olarak
telakki edilen konularla alakalı âyetleri anlarken diğer faktörlerin de göz
ardı edilmemesi gerekmektedir. Kadınlarla ilgili problemlere de bu çerçevede
yaklaşmamız gerektiğine inanmaktayız. Bundan dolayı çalışmamızı bu metot içinde
sürdürmeye gayret göstereceğiz. Bu bağlamda, Süleyman Ateş'in günümüzde problem
olarak insanların önüne konulan kadınlarla alakalı ilgili âyetleri nasıl
yorumladığını ve değerlendirdiğini tetkik edeceğiz.
İlk
olarak, Kur'an'ın indiği döneme kadar diğer dinlerde ve ülkelerde kadına nasıl
bir gözle bakıldığını irdelememiz gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü, Kur'an'ın
kadın için getirmiş olduğu bakış açısının daha iyi anlaşılması, indiği dönemde
kadına nasıl bir gözle bakıldığına bağlıdır. Ancak, insanlık tarihinde geriye
dönük olarak kadının toplum içinde almış olduğu değer ve bu değer sonucu elde
etmiş olduğu konumu incelerken konuyu dağıtmamaya özen göstereceğiz. Bu
araştırmayı yaparken de özellikle kadın erkek eşitliği, kadının mirastan aldığı
pay vb. olaylara değinmekle yetineceğiz.
3.1.
İslam'dan Önceki Devirlerde Kadın
Tarihi
bilgilere kabaca bakılacak olursa, İslam'ın geldiği devirlerde ve öncesinde pek
çok coğrafyada kadın yurttaşlık haklarından yoksun bir vaziyette, ya babasının
veya kocasının, bunlar da olmazsa en yakın erkek akrabası olan velilerinin
vasiliği altında yaşamış olduğu görülmektedir. Hiçbir işte kadının fikri
sorulmaz, erkek istediği zaman karısını boşayabilir; kadın ise boşanma
talebinde bulunmazdı. Nitekim eski Yunanlılarda, onlar erkeğin kendisi hayatta
iken karısını bir başkasına devretmesi, yahut öldükten sonra kadının bir başka
kimsenin vesâyeti altına alınmasını da mümkün görmüşlerdir. Hatta kadın o
zamanlar genel ve umumi hayata katkıda bulunmaz, pis ve necis kabul edilip
şeytani varlıklardan kabul edilmiş ve kadına mirastan hiçbir pay verilmemiştir.[502] Yunan uygarlığının ihtişamlı
devirlerinde ise, kadının toplumdaki yeri azda olsa değişmiş, ancak bu değişime
paralel olarak da fuhuş ve zina yayılmaya başlamıştır. Bu değişim inançlarına
dahi yansımış; Afrodit isminde aşk ve güzellik tanrıçası dahi edinmişlerdir.[503] Eski Çağ Roma'da da durum
bundan pek de farklı olmamıştır. O halk arasında cari olan medeni kanunlarda,
babanın kendi kız ve erkek çocuklarını ailesine kabul etme zorunluluğu olmayıp,
erkek ailenin tüm mallarına sahip olmuş; ondan başkası özellikle kadınlar
ailede mülk edinme hakkına sahip olmamışlardır. Kadınlar ancak, Bizansların son
dönemlerinde mali açıdan az da olsa kazanımlar elde edebilmişlerdir. Nitekim,
Justinyen döneminde kadınlar az da olsa toplum içinde çeşitli haklara sahip
olabilmişlerdir.[504]
Yürürlükte
bulunan Yahudi şeriatına göre ise kadın, erkeğin akrabaları bulunduğu müddetçe
mirastan herhangi bir şey alamazdı. Tevrât'a göre kadının adak adaması bile
babasının ya da kocasının iznine bağlı idi.[505]
Hatta Yahudilerin her sabah şu duayı yaptıkları söylenmiştir: “Ezeli ilahımız,
kainatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun.”[506] Kadını şer kaynağı kabul eden
ilk kilise adamları ise, kadının erkek gibi Allah'a ibadet etme haklarının dahi
olmadığını ileri sürümüşlerdir. Hatta bu din adamları kadını, şeytanın insan
ruhuna giriş kapısı ve insanı yasak ağaca yönelten ve Allah'ın yasasını bozan
olarak itham etmişlerdir. Nitekim bu din adamları miladi beşinci asırda toplanan
Makon Konsilinde “Kadının ruhu var mıdır, yok mudur?”
sorununu
tartışmışlardır. Zira Hıristiyanlıkta kadın, haram meyveyi Âdem'e yedirterek
cennetten kovulmasına, bunun sonucu olarak insan neslinin günahkar olarak
doğmasına sebep olmuş birisi olarak görülmüştür. Bu yüzden Hıristiyanlık cinsel
ilişkiyi bir günah ve kirlenme saymıştır. Bu sebepledir ki, birçok kadın
kurtuluşu manastırlara kapanmada aramıştır.[507]
Fars
kanunları ise, kadının alınıp satılmasına imkan tanımıştır. Adetli kadın pis ve
ucube kabul edilmiştir. Nitekim, adet halindeki kadın evden çıkarılarak kent dışında
küçük bir çadıra kapatılırmış. Ona yemek götüren hizmetçiler dahi ellerini ve
burunlarını
kapatıp onun değdiği hiçbir şeye değmemeye çalışırlarmış. Toplum açısından daha
da vahimi anne, kız kardeş, hala, teyze gibi birbirine kan bağı ile çok yakın akrabalar
bir erkeğin nikahında aynı anda toplanabilirmiş. [508]
Mısır'da başlangıçta kadınlar bazı haklara sahip idiyseler de firavunun emriyle
köleleştirilmişlerdir. Zaten Firavunlar kız kardeşleriyle dahi
evlenebilmişlerdir.[509]
3.2.
Cahiliye Döneminde ve İslam'da Kadının Durumu
İslam
öncesi Arap toplumunda, ailenin namus ve şerefini koruyamaz ve savaşamaz
düşüncesiyle
kız çocuğundan utanç duyulmuştur. Bu sebeple Araplar arasında kızlarını
öldürenler, diri diri toprağa gömenler olmuştur.[510]
Kur'an bu çirkin ve insanlık dışı davranışı şöyle dile getirir: “Onlardan
birine dişi (çocuğu olduğu) müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara
kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden
dolayı
kavminden gizlenir. (Şimdi ne yapsın) onu, hakaretle tutsun mu yoksa onu
toprağa
mı gömsün! Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!”[511]
Araplar
kadını o kadar değersiz gömüşlerdir ki, onu çarşıda pazarda alınıp satılan bir
meta yerine koymuşlar, kadınlarına mirastan pay alma hakkı tanımamışlar, çok
evliliğe bir sınırlama getirmemişlerdir.[512]
Dünyanın
çeşitli toplumlarında kadın böyle horlanırken, İslam ise kadının değerini ve
toplumdaki yerini yüceltmiştir. Toplumun yanlış anlayışlarını değiştirerek kız
çocuğunun da erkek gibi Allah'ın lütfu olduğunu, Allah'ın dilediğine kız
dilediğine ise erkek çocuk vereceğini vurgulamıştır.[513]
Ateş,
İslam'ın kadına bakışını anlatırken, Arap toplumunda, ölen kimsenin kadını da
varislerine
intikal ettiğini, kadının üvey oğlu ya da ölen erkeğin en yakın varisi kadına
mihir dahi vermeden evlenebildiğini, ya da bir başkasıyla evlendirip kadının
mihrini kendisi aldığını vurgulayarak İslam'dan önceki kadının toplum içindeki
durumuna dikkat çekmiştir. Ateş, Arapların vasisi bulundukları yetim kızların mallarına
sahip
olmak
için onlarla evlenmek gibi, ahlaken hoş olmayan yollara sıkça baş vurduklarını
vurgulamıştır. Nitekim, Câhiliyye çağında kişinin kan akrabası, malına varis olduğu
gibi,
dul kalan karısına da vâris olduğu bilinmektedir. Bir adam, yakınlarından biri
öldüğü zaman onun karısının üzerine paltosunu atar: “Malına vâris olduğum gibi
karısına da varis olurum, benim onda hakkım var” diyerek kadını yönetimine
alırdı. Artık dilerse kadını kocasının ödediği mihirle başka bir adamla
evlendirip parayı kendisi alırdı; dilerse kocasından kadına düşen mala sahip
çıkmak için kadını bekletir, evlenmekten men ederdi. Bu hususta kadının rızası
olup olmadığına bakılmazdı.[514]
Ateş,
Arapların bu uygulamalarına karşılık Kur'an'ın ise, kadını mirasla intikal eden
bir meta durumuna düşüren bu aşağılayıcı gelenek ve uygulamaları kaldırıp,
kadının toplum içindeki değerini yüceltip özgürlüğünü vererek kadına bir değer
atfettiğini dile getirmiştir.[515] Nitekim, “Kadınlara
mihirlerini bir hak olarak (gönül hoşluğuyla) verin; eğer kendi istekleriyle o
mihrin bir kısmını size bağışlarlarsa, onu da âfiyetle yeyin,”[516] âyeti kadının
erkek üzerindeki hakkı olan mihrin verilmesini emretmektedir. Aynı surenin
devamında kadınlara miras yoluyla sahip olmanın helal olmadığı ve verilen
mihirlerin alınamayacağını bildirmektedir.[517]
Aslında Arapça'da kadın manasına gelen “Nisa” isimli surenin dahi Kur'an'da
varolması İslam'ın kadına verdiği önemi anlatmaya yeter kanaatindeyiz.
3.3.
Kadınla İlgili Konulara Süleyman Ateş'in
Yaklaşımı
Aile,
insanlık tarihi boyunca var olan değişmeler karşısında sürekliğini her zaman
koruyan bir kurumdur. Nitekim, tarih boyunca hüküm sürmüş olan hemen hemen
bütün medeniyetlerde, hukuk sistemlerinde ve dinlerde toplumsal hayat
içerisinde birlik ve bütünlüğü sağlamaya yönelik yapılmış olan çalışmaların
odağını aile oluşturmuştur. Aile, her toplumda fertlerin maddi ve manevi
ihtiyaçlarını öncelikle karşılayan temel bir kurum niteliğindedir. Bu sebeple
aile, öncelikle toplumsal yapının sıhhati ve neslin devamı için göz ardı
edilmesi mümkün olmayan bir kurumdur.
Ailenin
iki temel öğesi ise, bilindiği üzere kısaca “eşler” diye de adlandırdığımız,
kadın ve erkektir. Aile toplumun da en küçük birimi olduğuna göre, o halde
toplumun sağlığı, kendisini oluşturan aile yapısı ile yakından ilişkili
olmalıdır. Toplumsal yaşam içinde bu denli bir öneme sahip olan aile kurumunu
elbette Kur'an'ın göz ardı etmesi beklenemez. Çalışmamızın bu kısmında ise,
aile içinde, ailenin temelini oluşturan karı koca arasındaki ilişkilere
Kur'an'ın bakış açısını, ilgili âyetleri ve bu âyetlere Süleyman Ateş'in getirmiş
olduğu yorumları inceleyeceğiz.
3.3.1.
Eşitlikle İlgili Sorunlar
Konuya
giriş olması açısından Kur'an'ın kadın ve erkeğe bakış açısına kısaca değinmek
faydalı olacaktır.
Kur'an
gelinceye kadar kadın aşağı yukarı her toplumda horlanmıştır. Kur'an ise,
doğmasından
utanç duyulan kadını horlandığı mevkiden alıp ona değer verip öncelikle aile
içinde konumunu yükseltmiş, her iki cinsi Allah'a kulluk açısından eşit
saymıştır.
Bu
sebeple, Kur'an kadın ve erkeğin birbirini tamamladıklarını birisi olamadan
diğerinin
de olmayacağını, insanlık bakımından aralarında bir fark olmadığını
vurgulamıştır.[518] Yüce Allah bu âyette erkek ya
da kadın olsun hiçbir ayrım yapmadan onlardan her birinin iyi işlerini
mükafatlandıracağını bildirmiş; hiçbir cinsin diğer cinse bir üstünlüğü olmadığını
vurgulamıştır. Yüce Allah bu manayı “Hepiniz birbirinizdensiniz” ifadesiyle
pekiştirmiş; kadın ve erkeği birbirinin tamamlayıcısı ve bir bütünün parçaları
olduğunu ifade etmiştir. [519] Yüce Allah, başka bir âyette[520] ise, millet ve kabileye
mensup olmanın hiçbir kimseye hiçbir üstünlük vermediğini vurgulamıştır.
Kabileler ve milletlere ayırmasının temel sebebinin ise, insanları eşit olarak
bir erkek ve bir kadından yarattığını ve insanların birbirlerini tanıyıp
kaynaşmaları olarak açıklamıştır. İnsanların birbirine ancak takva bakımından
üstün olabileceklerini dile getirmiştir.[521]
Nitekim, bazı âyetlerde[522] kadın ve erkeğin bir tek
nefisten yaratıldığını, kadının da erkek gibi insan olduğu ve ancak onunla
huzur bulacağı rahat edeceği anlatılmaktadır.[523]
Dünyada kadının ruhu var olup olmadığı tartışılırken İslam kadını, erkeğin tamamlayıcısı,
bir parçası saymış, onu erkek gibi
teklif
ehli, insanlık bakımından erkeğe eşit yapmak üzere şöyle buyurmuştur: “Erkek ve
kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu (dünyâda) hoş bir
hayâtla yaşatırız, onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz.”[524] Âyetlerin pek çoğunda da
erkek ve kadınlar peş peşe zikredilmiş, böylece kadın ve erkek arasında din
açısından hiçbir farklılığın bulunmadığı ortaya çıkmıştır.[525]
Bu
âyetlerden de anlaşılmaktadır ki, Allah kadın erkek ayrımı gözetmeksizin,
yaratıcı önünde ayni ve özdeş olma açısından değil, insan olma değeri ve
kendisine kulluk açısından her insanı eşit yaratmıştır. Zira, insanlık değeri açısından
eşitlik, aynilik ve
özdeşlik
anlamında değildir. Bu sebeple hukuki açıdan da eşitlik, fizyolojik özdeşlik
iddiasını
da beraberinde getirdiği müddetçe anlamsız ve yaratılışa aykırı olacaktır.[526] O halde denilebilir ki,
Kur'an, kadın ve erkeği kulluk ve insan olma açısında eşit yaratmış; fiili
açıdan ise, yaşanılan dünyada kadın ve erkek arasında adaletle hükmetmiştir.
Aşağıda tafsilatlı geleceği üzere toplum ve aile hayatındaki kimi konularda
erkek, kimi konularda ise kadın ön planda tutulmuştur. Kur'an'da olgudan
bağımsız olarak inmediğine göre, kimi zaman olguyu değiştirmiş, kimi zamanda
olguyu ıslah ya da tasdik etmiştir. Konu ile ilgili âyetleri yorumlarken de bu
hususu gözden kaçırmamak gerekmektedir.
Genel
anlamda Kur'an'ın kadın ve erkek eşitliğine bakış açısını değindikten sonra,
aile içi ilişkilerde Kur'an'ın kadın ve erkeğe biçmiş olduğu rolü incelersek
konu daha da net olarak ortaya çıkmış olacaktır.
Fransız
ihtilaliyle birlikte kendini gösteren milliyetçilik ve buna bağlı olarak
gelişen hürriyet anlayışı toplum hayatının her kademesinde kendini
göstermiştir. Öyle ki, toplumları oluşturan ve gelenekten gelen pek çok
sosyo-kültürel yapıyı dahi değiştirmiştir. Kadınlarla ilgili konunun başında da
ifade ettiğimiz gibi bu değişiklik her sahada kadın ve erkeğin mutlak olarak
eşit olması gerektiği şeklinde bir telakkiye dönüşmüştür. Özellikle geride
bıraktığımız son birkaç asır içinde, kadın erkek eşitliği açısından hararetle
tartışılan konulardan birisini de kadının mirastan almış olduğu pay olmuştur.
Nitekim, İslam aleyhinde yapılan eleştirilere baktığımız zaman bu konu ile
ilgili
tartışmaların daha köklü ve keskin olduğunu görmekteyiz. Hiç kuşkusuz İslam
hukukunda
kadına miras hususunda, erkeğin almış olduğu payın yarısının verilmiş olması bu
tartışmaların kaynağını oluşturmaktadır. Bazı çevreler mirastan erkeğe iki,
kadına bir pay verilmesinden hareketle İslam'ın erkeği kadından üstün tutuğu
iddiasında bulunmuşlardır. Problemin birinci ayağını bu eleştiriler
oluşturmaktadır. Diğer ayağı ise, bireylerin inançları ve yaşayışları arasında
sıkışıp kalmalarıdır. Şöyle ki, bu konu, son asırda özellikle de ülkemizde,
yaygın olarak yapılan tartışmaların başında gelmektedir. Kanaatimizce bunun
sebebi, pek çok güncel meselede olduğu gibi bu konuda da bireylerin içinde
bilfiil yaşadıkları dünya ile inanmış ve kutsal olarak kabul etmiş oldukları
inançları arasında bir tercih yapmak zorunda kalmalarıdır. Zira laik bir devlet
olan Türkiye Cumhuriyet anayasasında kanun koyucu kardeş olan erkek ve kadının
hangi şartlarda olursa olsun eşit paya hak sahibi olduklarını belirtmiştir.
Resmi olarak uygulanan hukuk da budur. Bir kısım kimseler inançlarının bu
konudaki hükmünü düşündüklerinde nasıl bir uygulama gerçekleştirecekleri
hususunda kararsız
kalmışlardır.
Lâkin bireyler içinde yaşadıkları devlette hakim olan bu cari hukuka göre
hareket ettikleri zaman, inançlarının emrini yerine getiremedikleri korkusunu
kapılmışlardır. Özellikle Anadolu'da ve genelde de kırsal kesimde dini duyguların
daha ağır basması sonucu, malın sahibi olan ebeveynin
resmiyette olmasa da çeşitli kılıflar altında mirasını daha hayatta iken kız ve
erkek çocukları arasında ikiye bir şeklinde paylaştırdığı görülmüştür. Hatta
kızları tümüyle mirastan men eden ebeveynlere dahi rastlanmıştır. İslam'ın
kızları mirastan men etmesi elbette mümkün değildir. Ancak gerçekler, bundan
pek de farklı değildir. Sonuçta kişiler inanmış oldukları gerçeklikler ve
yaşamış oldukları gerçeklikler arasında bocalayıp
durmuşlardır.
Böylece günümüzde miras denilen bir problem ortaya çıkmıştır.
Çalışmamızın
bu kısmında da Süleyman Ateş'in mirasla ilgili âyetleri nasıl anlayıp
değerlendirdiğini
açıklayacağız.
Konu
hakkında yapılan tartışmaların net bir şekilde anlaşılabilmesi için tarafların
konuyu algılayıp yorumlamada kullandıkları metotları ve kendilerine esas
aldıkları temel ilkeleri bilmemiz önemlidir. Binaenaleyh bu konu etrafında
yapılan tartışmalar temelde iki nokta etrafında cereyan etmektedir. Bu
noktalardan ilki, bir kısım kimselerce ileri sürülen ve her alanda düşündükleri
gibi mirasta da geçerli olmasını istedikleri kadın erkek eşitliğidir. Diğer
nokta ise, İslam'ın taraflara yüklemiş olduğu fonksiyonların göz önünde
bulundurulması sonucu nimet külfet dengesi açısından adalet prensibidir.
Nitekim, Süleyman Ateş de mirasla ilgili âyetlerin adalet prensibine göre
anlaşılması gerektiğini savunmuş, mirasla ilgili konularda eşitlik anlayışında
bulunanların yanıldıklarını ifade etmiştir.
Konu
ile ilgili âyetlerin tam anlamıyla anlaşılması için İslam'dan önceki dönemlerde
ister Araplarda olsun ister diğer milletler de olsun kadına hangi gözle
bakıldığının iyi bilinmesi gerekir ki, Kur'an'ın kadına kazandırmış olduğu
haklar daha iyi anlaşılmış olsun. Aksi halde günümüzün kadına yüklediği değer
ve bakış tarzı ile Kur'an'da mevcut bulunan kadınlarla ilgili âyetlere bakılırsa
hata edilecektir. Ateşte bu durumun
farkında
olduğu için öncelikle konuyla ilgili âyetleri iyice gözden geçirmiş ve
Kur'an'ın indiği zamanda kadına dünya sahnesinde hangi gözle bakıldığını
irdelemiştir. Biz bu irdelemenin gerekli olduğuna inandığımız için bu bakış
tarzlarını kısaca kadınlarla ilgili kısmın başında zikrettik. Orada da
değindiğimiz gibi, İslam kadına
mirastan alması gereken
payını anlatırken çevresindeki toplumlarda kadına mirastan pay verilmesi şöyle
dursun; kadının insan sayılıp sayılmaması dahi hararetle tartışılan konulardan
olmuştur. Bu açıdan Kur'an'ın o dönemde kadınlara bu derece bir hak tanıması
aslında insanlık tarihinde bir devrim niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu
sebeple biz de bu âyetleri anlayıp yorumlarken ne gibi sosyo-kültürel şartlar içinde
âyetlerin nazil olduğunu gözden
uzak tutmayacağız. Konumuz doğrudan miras
olmadığı
için mirasta kadın ve erkek arasındaki sayısal hisse farkını inceleyeceğiz.
Konu
ile ilgili ayetlerden birisi, ^jj
1^ v'j^ 1 ;l_ıijj uj-ijâVlj j'M'jl' ^jj
kkl *.'>^>1 Jâ-j^ t-^jjl
kx^ « j-k j« A_L» D-â t_L» uj4j^'j
j'M'jİ' “Ana babanın ve akrabanın geriye
bıraktıklarından
erkeklere pay vardır; ana babanın ve akrabânın geriye bıraktıklarından
kadınlara da pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan bir hisse ayrılmıştır.”[527] bu âyette anne, baba ve akrabaların
bıraktığı mallarda kadın ve erkeğin miras hakkının
olduğu,
şu âyet ise; “Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeylere göz dikmeyin.
Erkeklere de kazandıklarından bir pay var, kadınlara da kazandıklarından bir
pay var. Allah'tan, O'nun lütfünü isteyin. Kuşkusuz Allah, her şeyi bilendir,”[528] hem erkeğin hem de kadının
kazandıklarında kendi hakları olduğu vurgulanmaktadır.
Kur'an,
pek çok meselede tedricilik metodunu kullandığı gibi bu konuda da tedrici
davranmıştır. Evvela kadınların mirastan pay sahibi olduklarını vurgulayarak
toplumu bu gerçeğe hazırlamıştır. Âyetlerin nüzul sebeplerine de bakıldığı
zaman bu durum daha iyi anlaşılacaktır. Nisa Suresindeki 7'nci âyetin, kocası
ölmüş ve geriye üç çocuk ile bir başına kalmış kadının şikâyeti üzerine indiği
rivâyet edilir. Zira, erkeğin amca oğulları mirasın tamamını almışlar, kadın ve
çocuklara hiç bir şey bırakmamışlar. Allah Resulün bu kimselere bir adam
göndermesi ve malı alanların almış oldukları malın kendilerine ait olduğunu
iddia etmeleri üzerine bu âyetin indiği rivâyet edilmiştir. Bu âyetler indiği
zaman, bazı Müslümanların Hz. Peygambere gelerek “Ya Rasülallah, babasının
bıraktığı maldan ata binemeyen düşmanla savaşamayan kıza malın yarısını mı
vereceğiz?” dedikleri kitaplarımızda geçmektedir.[529]
Kadınların da, mirastan pay almaya hak sahibi oldukları bu âyetle ilan
edildikten sonra, varislerin haklarını belirleyen âyet inmiştir.[530]
Bu
âyetlerden hareketle, “Kadın, erkekten daha zayıf ve daha yufka yürekli daha
muhtaç
bir yaratılışta olduğuna göre mirastan hissesi erkekten daha fazla olması, hiç
olmazsa
eşit gözetilmesi gerekmez mi? Bundan dolayı erkeğin payının iki kat olmasında
hikmet nedir?” bu türden sorularla muhtemelen çokça karşılaşmış olan Ateş,
İslam'da kız çocuğunun erkek kardeşinin yarısı kadar miras verilmesini, kızın
erkekten aşağı görülmesi ile hiçbir ilgisinin olmadığını; aksine erkeğin, bir
aileyi geçindirmek, kızın ise bir başka erkek tarafından bakılmak durumunda
bulunmasına bağlamıştır. Ateş bu görüşünü aşağıdaki âyetlerle delillendirmeye
çalışmıştır. “(Boşadığınız) O kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin
bir bölümünde oturtun ve onları sıkıştır(ıp evden çıkmağa zorla)mak için kendilerine
zarar vermeğe kalkışmayın. Şâyet gebe iseler,
yüklerini
bırakıncaya kadar onların geçimini sağlayın. Sonra sizin için (çocuğunuzu)
emzirirlerse onlara ücretlerini verin ve aranızda güzellikle konuşup anlaşın.
Eğer (anlaşmakta) güçlük çekerseniz (o zaman) çocuğu, başka bir kadın emzirecektir.
Eli
geniş
olan, genişliğine göre nafaka versin. Rızkı kısılmış bulunan da Allâh'ın
kendisine verdiğinden versin. Allâh, bir kişiye ne vermişse ancak onu yükler,
(kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez). Allâh, bir güçlükten sonra bir
kolaylık yaratacaktır.”[531] “İçinizden ölüp
geriye eşler bırakan(erkek)ler eşlerinin, (evlerinden) çıkarılmadan bir yıla
kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şâyet kendileri çıkarlarsa,
onların, kendileri hakkında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günâh
yoktur. Allâh dâimâ üstündür, hüküm ve hikmet sâhibidir.”[532]
Bu tür âyetlerden kadın erkek arasında mirasla doğrudan olmasa da dolaylı
olarak ilgili olan bir çok yorumlar çıkarılmıştır.
Ateş
de bu âyetlerden hareketle, boşanmış kadının dahi henüz iddeti içinde iken
nafakasını ve konutunu sağlamak, erkeğin görevi olduğunu,[533]
kocası ölen bir kadının bir yıl geçiminin ve konutunun sağlanması gerektiğini
dile getirmiş ve sanki, “boşanmış bir kadının iddet, gebelik ve doğan çocuğu emzirme
müddeti içinde kadının bakımını erkeğin üzerine bir zorunluluk şeklinde
yükleyen İslam'ın, elbette boşanmamış kadının geçimini kocasının üzerine farz
kılacağı görüşüne varmıştır. Ancak Ateş'e göre, kadın zengin de olsa kendi
malından kocasına bakmak zorunda değildir. Ayrıca kocası
tarafından
geçimi sağlanmayan kadının kocası adına borçlanması da caizdir. Zira, Hanefiler
haricinde üç mezhebe göre kadının geçimini sağlamamak boşanma sebeplerinden
sayılmıştır. Ateş' e göre, erkeğe yüklenen bu kadar sorumluluk karşısında ona
aile reisliğini tanımak ve mirasta bir kat fazla pay vermek adalet ve hikmete
uygundur. Zira toplumun en küçük idari birimi ailedir. Bu sebeple Ateş, aileye
de bir baş ve yöneticinin gerektiğini düşünmüştür. Çünkü Ateş' e göre, hayat ancak
bu şekilde düzenli yürüyebilir. Ateş'i bu kanıya iten tarihi tecrübelerdir.
Zira tarih eskiden beri aile reisinin erkek olduğunu aktarmaktadır. Nitekim
bugünkü laik bir çok toplumda da durum böyledir. Bu sebeple Ateş, erkeğin
hakkının ve düşüncesinin biraz daha ağırlıkta olmasını gâyet doğal
karşılamaktadır.[534]
Yer
yer Ateş'le karşılaştırmada bulunduğumuz çağdaş müfessirlerden Derveze, bu
konuda Ateş'den de bir adım ileri gitmiş; bu konuda müsteşrikler tarafından
İslam'a yapılan saldırıların bulunduğunu, hâlbuki bu meselenin tamamen ihsan ve
adaletin de
üstünde
bir şey olduğunu savunmuştur. Çünkü Derveze'ye göre, beşeriyet ne kadar
gelişirse
gelişsin kadın erkeğin her zaman korumasına ihtiyaç duymuş ve erkeğin
sorumluluğunda olmuştur. [535]
Buraya
kadar yaptığımız incelemelerden de anlaşılmaktadır ki, Ateş miras meselesinde
geleneksel anlayıştan farklı yorumlar getirmemiştir. Zira geleneksel anlayışı
pek çok meselede bize yansıtan merhum Elmalılı da bu konuda Ateşten pek de
farklı bir şeyler söylememiştir.[536]
Özde bir olmakla birlikte yapmış olduğumuz incelemelerde konu ile ilgili
âyetlerin yorumunda Hayri Kırbaşoğlunun sunumunu dikkat çekici bulduğumuz için
burada zikretmeden geçemeyeceğiz. Kırbaşoğlu, Kur'an'da kadının erkeğin aldığı
mirasın yarısını alacağına dair genelleme yapmanın yanlış olduğunu savunmuştur.
Bu tür bir anlayışın sebebini de konu ile ilgili âyetlerin ya sathi olarak
okunmasına ya da kasıtlı olarak saptırılmasına bağlamıştır. Zira ona göre,
yukarıda zikredilen âyetler dikkatlice okunduğu zaman kadına mirasta erkeğin
aldığı payın yarısının verilmesinin, kadının mirascı olabileceği bütün durumlar
için geçerli değildir. Bu durum sadece kadının aynı ana ve babanın çocuğu olan
erkek kardeşi ile birlikte mirasçı olduğu zaman caridir. Kırbaşoğlu bu görüşünü
âyetin “Allah size çocuklarınız hakkında şunu emreder...” bu kısmına
dayandırmıştır. Ona göre âyetin bu kısmı sadece ana baba bir çocuklara delil
teşkil etmektedir. Kırbaşoğlu ölen kişinin sadece kızı olup kızlar da iki'den
fazla ise, terekenin üçte ikisini alabileceklerini, geride tek kız çocuğunun
bulunması durumunda ise terekenin yarısına hak sahibi olduğunun anlaşıldığını
kuvvetle vurgulamıştır. Âyetin devamında bir anne ve babanın çocukları ölür ve
geriye anne ve babası ile birlikte ölenin çocukları terekeye mirasçı oldukları
zaman ölenin annesin ve babasının mirastan almış oldukları payın birbirine denk
olduğu, hatta ölen kişinin ne çocukları ne de anne ve babası hayatta değil ise,
bir erkek ve birde kız kardeşi varsa her ikisini de mirastan eşit olarak altıda
bir pay alacaklarını, bunun da her halükarda kadının erkeğin almış olduğu payın
yarısını alacağına dair genel kanının geçerli olmadığına delil olarak
kullanılmamıştır. Ana baba bir erkek ve çocuk arasındaki ayrıma gelince
Kırbaşoğlu da konuya hakkaniyet ve insaf prensipleri gereği yaklaşılması
gerektiğini savunmuştur. Kendince bunu sebeplerini, araştırmış ve birkaç
maddede özetlemiştir. En başta erkeğin hem kendi hem usul ve furuunun hem de
hanımının bakımında mükellef tutulmasıdır ki, yukarıda bu konuya değindik.
İkinci olarsak kadının kendi malı hakkında erkeğe bakmakla mükellef olmaması ve
kendi istediği şekilde kullanmasıdır. Kırbaşoğlu buradan hareketle şâyet erkek
ile kadın eşit pay sahibi olmuş olsalardı durum erkeğin aleyhine bozulacağına
dikkat çekmiştir. Diğer bir nokta ise kadına erkek tarafından verilen mihir
erkeğin ödemesi gerekli bir yükümlülüktür. Kadının erkeğe karşı bu tür bir
yükümlülüğü yoktur.[537]
Konuya
bu açıdan bakanlar olduğu gibi, nimet külfet dengesine tarihsel açıdan
değerlendirenler de olmuştur. Nitekim konu ile ilgili bir makalesinde Mustafa
es-Sıbai bizim yukarıdaki değindiğimiz konulara değinmiş; İslam düşüncesini
miras hususunda daha sağlam ve mantıklı bulmakla birlikte, miras hususunda
kadın ve erkek arasında bir eşitlikten söz edilebilmesi için, öncelikle kadın
ve erkek arasındaki yükümlülük ve görevlerin eşitlenmesi gerektiğini dile
getirmiştir. Ancak bu eşitlikten sonra mirasla ilgili eşit pay alma hususunun
gündeme getirilebileceğini savunmuştur. Zira O, bu konuları birbirine bağlı
olarak telakki etmiştir.[538] Bu düşünce Ateş'de daha
ziyade nimet külfet dengesi olarak kendini göstermiştir. Zira O'nun ilgili
âyetlerden çıkardığı sonuç erkeğin görev ve sorumluluk açısından kadına oranla
aha fazla yük üslenmesi erkeğin mirasta kadından fazla pay almasına etki eden
en büyük sebeplerden birisidir.[539] Lâkin nimet külfet dengesinde
zamanla bir değişiklik gerçekleşir, kadın da sorumlulukta en az erkek kadar
yükümlülük yüklendiği zaman mirastaki paylar nasıl dağıtılmalıdır? Şeklinde
zihne gelebilecek bir soruya Ateş, herhangi bir cevap vermemiştir.
Yakın
zamana kadar İslam dünyası haricinde kadına hukuki bir şahsiyet ve ehliyet
tanınmamıştır. İslam ise, asırlar öncesinden kadına hak ettiği değeri verirken
şahit olma ehliyetini vermiştir. Asırlardır problem olarak görülmeyen pek çok
konu gibi bu konu da, özellikle son yüz yıldan beri kadın hakları açısından
hararetle tartışılan konuların başında gelmiştir. Batı dünyasından bütün dünyaya
yayılan ulusal ve bireysel
hürriyetçilik
anlayışı sebebiyle her alanda olduğu gibi şahitlik konusunda da kadınlarla
erkeklerin eşit olması gerektiği savunulmuş; nitekim, bu savından hareketle
İslam eleştirilmeye başlanmıştır.
Ülkemizde de
Tanzimat'la başlayan batılılaşma hareketi Cumhuriyetle birlikte hız
kazanmıştır. Batılılaşma yolunda gerçekleştirilen ilk değişikliklerden birisini
ise, kadın konusu oluşturmuştur. İçinde bulunduğumuz bu günlerde de batlılaşma
yolunda atılan adımların en büyüğü sayılabilecek olan Avrupa Birliği'ne tam
üyelik konusunda da önümüze çıkan konuların başında “kadın hakları” problemi
gelmektedir. İslam'a kadın hakları açısından yapılan eleştirilerden birisi de
iki kadının şahitliğinin bir erkeğin
şahitliğine denk olmasıdır. Bu konu son yıllarda
İslam'a yöneltilen eleştirilerin
odağında
olmuştur. Çalışmamızın bu kısmında Süleyman Ateş'in bu konuda ne gibi bir
görüşe sahip olduğunu inceleyeceğiz.
Kur'an'da
iki kadının şahitliğinin bir erkeğe denk tutuldu âyet şudur: j-* ûÎÂM-’2
bV“ ’’ü ^J-^V' HÂlÂkl jSi-Jâ HÂlÂk] ck^-J j’ ^I3i^l jı (jj-^JJ
j-Ü1 (J-j’ji'j <Jkjâ jilkj İJj^i jlâ fSllkj “Erkeklerinizden iki
kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek yoksa râzı olduğunuz şahitlerden bir
erkek, iki kadın (şahitlik etsin). Tâ ki kadınlardan biri şaşırırsa diğeri ona
hatırlatsın.”[540]Bu âyet İbn-i Abbas'tan gelen
bir rivâyete göre Kur'an'ın en son inen âyetidir. Aynı zamanda bu âyet
Kur'an'ın en uzun âyeti olma vasfını da taşımaktadır.
Faizin
ve alışverişin durumunu bildiren âyetlerle bir bütün teşkil etmektedir.[541] O halde, âyetin indiği
dönemin ekonomik, sosyal vb. şartların gözden geçirilmesi âyeti anlama ve
yorumlamada yararlı olacaktır.
O
dönemde kabilesel ve coğrafi yapıya bağlı olarak tarım ve zanatin pek
gelişmediği, ekonomik hayatta ağırlıklı olarak mal mübadelesine dayalı bir ekonomik
hayatın cari
olduğu
görülmektedir. Bu durum Mekke'de kendini daha belirgin hissettirmektedir.
Medine'de, Mekke'ye nazaran tarım ağırlıkta olsa da ticaret de özellikle
hicretten sonra toplumsal hayatta kendini hissettirmiştir. Çevre toplumlara kıyasla
Araplar ümmi bir toplum olup okuma yazma oranı da hayli düşüktür. Bedir
savaşında ele geçirilen esirlerin serbest bırakılmaları için koşulan şartlardan
birisi de okuma yazma bilenlerin on Müslüman'a okuma yazma öğretmeleri olduğu
meşhur bir olaydır. Bununla birlikte kültürel hareketlilik canlı olup sözlü
kültür topluma hakimdir. Bir taraftan hesap kitaba dayalı ekonomik bir hayat
diğer taraftan okuma yazma oranı düşük bir toplum mevcuttur. Böyle bir yapıda ister
istemez çeşitli anlaşmazlık ve sıkıntıların özellikle
mali
konularda ortaya çıkması elbette mümkündür. Kabile içinde erkeklerin ağırlıkta
olduğu bir toplumda yetkilerin erkeklerin elinde olması da kaçınılmazdır.
Okuryazar
insanların az bulunduğu ve ağırlıklı olarak ticaretin yaygın olduğu bir
ekonomik hayatın içinde borçlanma gibi mali işlerin zaptını da doğal olarak hafıza
tutmuş
olacaktır. Hafıza ise her zaman nisyan tehlikesi altındadır. Böyle bir durumda
ise, en güvenli yol bu türlü muamelelerde yazışmayı kullanmak ve bu yazışmanın
üzerine de şahit tutmak en iyi çözümdür. Ne var ki, o zamanlar ticaretle de
ağırlıklı olarak erkekler ilgilenmektedir. Kadınlar ticaretle ilgilenseler de
bu ilgi genellikle doğrudan olmayıp dolaylı yollardan olmaktadır. Sonuçta
kadının ticari işlerini de yine bir erkek yürütmektedir.[542]
Böyle bir ortamda Kur'an borç alıp verme gibi, alışverişle ilgili işlemlerin
kayıt altına alınmasını; bu işlemin de şahitler huzurunda yapılmasını bildirmiş
olması, o zamanki sosyo-ekonomik yapıyı da düşündüğümüz zaman iktisadi alanda
yadsınamayacak derecede sosyo-ekonomik bir devrimdir.
Nitekim
o zaman pek çok toplumda özellikle de Araplar'da kadın insan dahi kabul edilmez
iken, Kur'an bu işlemler yapılırken kadının da şahitliğinin geçerli olduğunu
bildirmiş
olması ise toplumsal hayatta İslam'ın kadına verdiği değerin ölçüsünü
yansıtmaktadır. İslam'ın bu konuda eleştirildiği nokta niçin iki kadının bir erkeğin
şahitliğine
denk tutulduğu ve bu ikili birli şahitlik anlayışının şahitliği gerekli kılan
her türlü konuda geçerli olup olmadığı noktasıdır. Bu sebeple öncelikle kadının
şahitliği konusunu bu âyet çerçevesinde borçlanma hususunda, daha sonra da
diğer şahitlikler açısından değerlendireceğiz.
Yukarıda
kısaca değindiğimiz sosyal, ekonomik ve kültürel faktörler ışığında âyeti
inceleyecek olursak, bir erkek yerine iki kadının tanıklık etmesi kadının erkekten
aşağı
telakki
edilmesinden kaynaklanmadığı anlaşılacaktır. Bu konjonktürel yapı itibariyle
alış veriş, ticaret gibi işler kadınlardan daha ziyade erkekleri ilgilendirdiği
ortadadır. Bu sebeple bu gibi hususlarda ilk etapta şahitlik edecek olanın da
erkek olmasından daha tabi bir şey olamaz. Bu noktadan hareketle Ateş, erkek
olmadığı zaman kadına şahitlik görevinin verilmesini “kadının asıl görevi
dışında bir vazifeyi yüklenmesi” olarak telakki etmiştir.[543]
Zira, kadının âyetin nazil olduğu dönemlerde asli görevi olmayan bir meselede
erkek kadar bilgi sahi olması düşünülemez. dolayısıyla âyette de geçtiği gibi
kadının bu gibi konularda şaşırması veya bazı tefsirlere göre unutması doğal bir
olaydır. Nitekim Ateş de, âyette geçen 3^ jl kısmını unutma şeklinde tercüme
edilmesini
kabul etmemiştir. Ona göre âyetin bu kısmının şaşırma ile tercüme edilmesi
aslına
daha uygundur. Çünkü Ateş'e göre, kadın unutmaktan daha ziyade heyecandan şaşırabilir
veya erkeğe nispetle daha çabuk kanabilir. Böyle bir durumda tanıklık tehlikeye
düşebilir, hukuk da zayi olabilir. Halkın hukukunu korumak ve garanti etmek
için borç, ticaret gibi daha çok erkeklere özgü işlerde, bir erkek yerine iki
kadının tanıklık etmesi emredilmektedir. Ateş'e göre bunun sebebi ise, kadının
bu gibi işler hakkındaki tecrübesizliğinden ve hassaslığından kaynaklanan bir
şaşırmayı ve yanlış beyanı önlemek istenmiş olmasıdır.[544]
Bazı
kimseler iki kadının bir erkeğe denk tutulmasını kadının aklının kısa olduğu
iddiasından hareketle açıklamak istemişlerdir. Derveze de Ateş gibi, bu
görüşlere şiddette karşı çıkmıştır. Konuyu Bakara suresinin 13'üncü âyetinin
tefsirinde uzun uzadıya tartışmıştır.[545]
Bu konuda kadının ilgi alanın, cinsiyetinin ve doğasının belirleyici olduğuna
savunmuştur.[546]
İki
kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk tutulmuş olmasını Ateş,
sadece borçlar konusuna has bir durum olarak kabul etmiştir. Ona göre bunun
sebebi borcun
mali
bir iş olmasıdır. Ancak Ateş, mali konuların dışındaki meselelerde şahitlik
etme hususunda kadın ve erkeğin eşit olduğu görüşünü savunmuştur. Hatta doğum
tespiti gibi bazı durumlarda tek kadının şahitliğini dahi yeterli görülmüştür.
Had konuları gibi bazı konularda kadınlar hakkında şahitlik edemeyeceklerine
dair bazı tabiin ve mezhep imamlarının görüşleri olsa da Ateş, bu tür
anlayışları kabul etmemiştir. Nitekim Ateş'e göre, İbn-i Kayyım şahitlikle
ilgili âyet ve hadisleri inceleyerek, kadınların her hususta şahitlik edeceği
görüşünü savunmuştur.[547] Geleneksel anlayışın tersine
Derveze de, İbn- i Kayyım'dan nakilde bulunarak, Kur'an ve hadislerde kadının şahitliğinin
“şu
meselelerde
geçerli şu meselelerde geçersidir” şeklinde bir kayıtın bulunmadığını dile
getirmiştir. Sonuçta kadının şahitliğinin her konuda geçerli olduğunu
vurgulamıştır.[548] Bu açıklamardan da
anlaşılmaktadır ki, hem Ateş hem de Derveze bu konuda İbn-i Kayyım'dan oldukça
etkilenmişlerdir.
Kur'an'da
şahitlik ile ilgili pek çok âyet mevcuttur. Şu an tartışmakta olduğumuz borçların
yazılması ile ilgili âyet haricinde hiçbir âyette kadın erkek ayrımı
yapılmamıştır. [549] Bakara suresindeki ilgili
âyetin dışındaki âyetler dikkatlice incelenirse görülecektir ki, Kur'an'ın
şahitlik hususunda asıl gözettiği maksat, şahitlerin erkek ya da kadın
olmasından daha ziyade, adil olmalarıdır. Müdayene âyeti diye de bilinen Bakara
282'inci âyet haricinde de şahitlikle ilgili hiçbir âyette cinsiyet ayrımına
gidilmemiştir. Aksine lian âyetinde kadın ve erkeğin Allah'ı şahit tutarken
dörder defa yapmaları da bunu desteklemektedir. Eğer her türlü şahitlikte iki
kadın bir erkeğe eşit olmuş olsa idi, lianda erkek dört kere doğru söylediğine
dair Allah'ı şahit tutarken kadının bunu sekiz kere yapması gerekirdi. Hâlbuki
durum hiç de böyle olmamış, kadın ver erkekten dörder kere bu işi yapmaları
istenmiştir. O halde “Kur'an ve hadislerde madem böyle bir kayıt yok da iki
kadının şahadetinin bir erkeğe denk olduğu hususunu, ya da hadler gibi bazı
konularda kadının şahadetinin kabul edilmeyeceğine dair mezhep görüşlerinin
sebebi nedir?” Bu tür bir sorunun cevabını iki meselede özetleyebiliriz.
İlki
Kur'an'da bir konu ile ilişkili inen âyetlerden birinin manası genel (âmm)
olsa, ancak kısmen aynı konuyla ilgili diğer âyetin manası da has olsa, bu has olanın
diğer
âmm
olan âyetleri tahsis edip edemeyeceği hususudur. Başka bir ifade ile özel bir
sebebe binaen gelmiş olan bir âyetin sadece bu olaya has kılınıp kılınamayacağı
konusudur. İslam alimlerinin birçoğu sebebi nüzulün has olmasının hükmün umumi
olmasına engel teşkil etmeyeceği görüşünü bir ilke olarak benimsemişlerdir.[550] Hâlbuki sebepleri ve
içerikleri birbirinden farklı olabilecek pek çok âyet, ortaya konan bu kaide
gereği hükümleri tahsis edilerek anlamları daraltılmıştır. Şahitlik konusu da
bu hükmü daralan konulardan birisidir. Hâlbuki şahitlikle alakalı âyetlere
baktığımızda sebebi nüzuller o kadar birbirinden farklıdır ki, Bakara
süresindeki âyetle diğer âyetlerin tahsisi çok zordur.
İkinci
mesele ise, tarihi kökleri bulunan bir takım kadın erkek telakkileridir.
Ataerkil bir toplum yapısında kadının yeri her zaman erkekten bir adım geri
olmuştur. Her ne kadar Kur'an cinsler arasında temelde bir ayrım gözetmemiş ise
de, toplum içinde örften kaynaklana bazı sebeplerden dolayı, kadın daima
erkeğin bir adım gerisinden gelmiştir. Bir sonraki konuda da değineceğimiz
gibi, ne âyetlerde ne de hadislerde kadının yüzünün kapatılması emredilmez
iken, zamanla fitne bahanesi ile tarihsel birtakım şartlardan dolayı kadının
gözünün dahi açılmasını helal görmeyen kimseler çıkmıştır. Yine, Hz. Peygamber
zamanında kadınlar mescitlere namaz kılmak için gittikleri halde sonraki
yıllarda buna fitne bahanesiyle kısıtlamalar getirilmiştir.
Sonuç
olarak İslam'ın bizzat kendisi kadın ile erkek arasında şahitlik hususunda
Bakara 282. âyette geçen hüküm haricinde bir ayrım yapmazken, tarih içinde
haklı ya da haksız çeşitli sebeplerden dolayı kadının bu hakkı daraltılmış, hatta
bazı konularda kadın,
şahitlik
dahi edemeyecek bir duruma getirilmiştir. Ateş'e göre ise, mali işlerde uzman
olmayan kadınların sadece iktisadi alanda şahitlik ettikleri zaman, iki kadın
bir erkeğin şahitliği geçerlidir. Bu durum haricinde ister erkek olsun ister
kadın olsun her ikisinin de şahitliği bir birine eşittir. Bu konu da
kanaatimizce eksik anlaşılmıştır. Zira bir konuda şahit tutulmak başka bir
şeydir, o konu ile ilgili bir mahkemelik mesele olduğunda şahitlerin şahitlik
etmesi ise biraz daha farklı bir şeydir. Örneğin alış veriş gibi konularda bir
problem ortaya çıktığı zaman taraflar hakime müracaat ettiklerinde mahkemede
sadece iki şahit yeterlidir. Nitekim âyetin ifadesine dikkat edildiğinde
anlaşılacağı üzere iki kadının şahitliğinde tanıklık eden yine bir kadındır;
yani nisabı (şahitlik için gerekli sayı) doldurma bakımından bir kadın, bir
erkek gibidir. Diğer kadının işi, hemcinsinin unutması veya yanılması halinde
ona hatırlatmaktan, hatırlamasına yardımcı olmaktan ibarettir.[551]
3.3.2.
Kadınların Aile İçindeki Konumu İle İlgili
Âyetlerin Yorumu
3.3.2.I.
Erkeğin Kavvamlığı ve Kadının Nüşüzu
Kadın
erkek eşitliği açısından İslam'a yöneltilen eleştirilerin başında, erkeklerin
kadınlar üzerinde kavvamlığı konusu gelmektedir. Eleştiride bulunanlar aşağıda
açıklamaya çalışacağımız âyetten hareketle, erkeklerin kadınlar üzerinde
baskıcı hakimiyetinin olduğunu savunmuşturlar. Onlara göre olması gereken ise, kadın
ve
erkeğin
ister toplum içinde olsun, ister aile bireyleri arasında olsun her alan ve
durumda eşit olmalarıdır. Bu noktadan hareketle bir kısım kimseler Kur'an'ın
âyetlerini kendilerine hedef olarak seçmiş ve İslam'ı baskıcı bir din olarak
göstermeye çalışmışlardır. Nitekim Ernest Renan, 1883'de Sorbonne'de verdiği
bir konferansta İslam'a çatarak, İslam'ın terakkiye mani olduğunu söylemiştir.[552] Kimileri ise, Kur'an'da geçen
pek çok âyeti okuyup sosyal hayata tatbik ederken, bu âyetlerin illet ve
hikmetlerini düşünmeden, geleneksel olarak yüz yıllardır bu âyetler toplumsal
hayata nasıl uygulandı ise, aynı formda uygulamayı İslam'a sıkı sıkıya bağlı
kalmak şeklinde görmüşler, çağdaş dünyada özellikle kadın erkek ilişkilerinde
problem olabilecek uygulamalarda bulunmuşlardır. Bu problemlerden birisi de
erkeklerin kadınlar üzerinde kavvamlığı meselesidir. Çalışmamızın bu kısmında
konu ile ilgili tartışmaların odağında bulunan aşağı sunacağımız âyetin
tahlilini yapıp Ateş'in ilgili âyet hakkında yapmış olduğu yorumları
inceliyeceğiz.
^tM*. ^M^iu ^i b^i t^ ^M j₺ £^u ahi A^ ti ml3i
J₺ ûb^ at^jı
Ijkjj
^â ‘k^jkU jtâ jÂjjj^Ij £^.1^111 ^â
jÂj^kklj jÂjL*â jÂjjISj jjsIAj
^Allj Ali ik Hj .ftfl
'j-^ Ok jLS AJİI j! -A— o^j-Ik “Allah, insanları
birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harca(yıp kadınların geçimini
sağla)dıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bundan dolayı
iyi kadınlar itâ'atkâr olup, Allâh'ın kendilerini korumasına karşılık (Allâh'ın
verdiği başarı ile) gizliyi korurlar (kocalarına asla ihanet etmezler).
Hırçınlık, etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarda onlara
sokulmayın, onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine
başka bir yol aramayın. Çünkü Allah yücedir, büyüktür. Eğer (karı-kocanın)
aralarının açılmasından endişe duyarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve
kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar uzlaştırmak isterlerse, Allah
onların arasını bulur. Çünkü Allah (her şeyi) bilendir, haber alandır.”[553] [554]
Bu
âyet hakkında yapılan tartışmalar genel olarak âyette geçen ve konunun
anlaşılmasında anahtar kelime olan ^5$ kelimesi üzerinde
odaklaştığı görülmektedir. Çünkü bu kelime genel olarak “hakim olmak, bir şeyin
üzerinde hakimiyet kurmak” şeklinde anlaşılmıştır. Ateş, bu kelimeye anlam
vermek için öncelikle kelimenin sözlük kullanımını nasıl olduğunu inceleme
hususunda fayda görmüştür. Ateş, Kavvam
kelimesi
kıvam fljS kökünden mubalağalı bir isim olduğunu dikkat çekmiştir. Zira f^
kelimesi bir şeyin direği ve düzeni anlamına gelmektedir. Bu sebeple Ateş,
“^'"^” “Kavvam” kelimesini, hakim olmak, bir şeyin üzerinde hakimiyet
kurmak anlamından daha ziyade; yönetici ve kollayıcı amir anlamlarına
gelmesinin daha uygun olacağı 554
savunmuştur.
Ateş,
bu kelimenin sözlükte çeşitli kullanılışının tespit edilmesinde fayda görmüş ve
bu kullanımlara da değinerek kelime hakkında etraflı bilgi vermeye çalışmıştır.
Nitekim, Arap dilinin kendine has bir çok kuralı vardır. Örneğin, Arapça'da
fiillerin özelliklerinden biri de lazım ve müteaddî manalar içermesidir. Kimi
fiiller hiçbir harici etkiye ihtiyacı olmaksızın müteaddî olurken, kimi fiiller
de lazımî mana taşıdıkları için harici etkilerle müteaddî olabilirler.
Arapça'da lazımî filleri müteaddî yapmanın bir yolu da fiilden sonra harfi cer
getirmektir. Ancak bir fiilin anlamı aldığı harfi cerre göre de az çok
farklılaşmaktadır. Ateş bu tür dil inceliklerini çok iyi bildiği için, bu
kelimenin kökü olan fM mastarının ^ harfi cerri ile müteaddî olarak
kullanılması
halinde
“yapmak” anlamını içereceğini dile getirmiştir. Mesela; “^^ e^a” şeklinde
kullanıldığı zaman “bir şeyi yaptı” anlamına gelmektedir. Ateş, Arap dilindeki
bu inceliği dikkate alarak bu kelime ^-^ ve J harfi cerleri ile kullanıldığı
zaman ise “korumak, gözetmek, yönetmek, işini görmek, geçimini sağlamak,” gibi
anlamlara geldiğini belirtmiştir. Mezkur âyette ^A harfi cerri ile kullanıldığı
için Ateş, fl>S kelimesinin “yönetici, koruyup kollayıcı, geçimini
sağlayıcı” anlamlarına gelmesinin daha uygun olacağı görüşünü benimsemiştir.[555]
Ateş
âyetteki ^5$ kelimesi hakkında bu açıklamaları yaptıktan sonra âyetin sosyolojik
tahlilini
yapmıştır. Nitekim Ateş'e göre, bu “âyet grubu” aile hayatının mutluluk
içerisinde sürmesi için insanoğluna, bazı durumlarda alması gerekli olan
tedbirleri ve erkeklerin, bütün kadınların değil kendi kadınlarının
yöneticileri, koruyup kollayıcıları oldukları bildirmiştir. [556] Derveze'nin de ilgili âyetin
tefsiri hakkında Ateş'in bu fikirlerine yakın görüşlere sahip olduğunu
görmekteyiz. Çünkü Derveze, erkeklerin kadınlar üzerine kavvam olmasını
“kadınların yöneticisi ve koruyucusu” olarak yorumlamıştır. Ateş erkeklerin bu
konumunun sadece kendi hanımları için geçerli olduğunu savunurken, Derveze bu
sınırı daha da daraltarak erkeklerin bu üstünlüğünün başka dünyevi işlerden
daha ziyade sadece evlilik hayatında geçerli olduğunu savunmuş ve kendisince
ortaya konan bu anlayışın âyetin ruhuna en uygun yorum olduğunu iddia etmiştir.
Bu görüşünü desteklemek içinde Kur'ani saydığı bazı hükümleri delil olarak
zikretmiştir. Mesela, kadının kendi malında tasarrufunun, kendisini evlendirme salahiyeti,
mirastan pay alma, mal edinme hakkı ve bunlarda
tasarruf
hakkının oluşu, malını hibe verebilme ve borç verip alabilme v.b. haklar gibi
konularda kadının, kocasının koruma ve yönetimine ihtiyacı olmaksızın
tasarruflarda bulunabileceğini; kadının evlilik dışı konularda erkeklerden
farklı olmadığını vurgulamıştır.[557]
Ateş,
âyet hakkındaki sosyolojik tahlilini devam ettirerek, erkeğin kadınlar üzerine
koruyup kollayıcı olmasını biri yaratılıştan gelen diğeri de sonradan kazanılan
iki sebebe bağlamıştır. Ateş bu iki sebebi şöyle açıklamıştır: “Öncelikle
Allah, yaratılıştan bazı kimseleri diğer bazılarından birtakım özelliklerle
üstün kılmıştır. Mesela; beden yapıları bakımından erkekler kadınlardan daha
güçlü daha iri yapılıdır. Bu sebeple kadınların yapamayacakları bazı işleri
erkekler yapabilmektedirler. Bu sebeple çalışıp ailenin geçimini sağlamak kadının
üzerine değil erkeğin üzerine farz kılınmıştır. Erkek
bazı
yönlerden üstün olmakla birlikte kadına karşı böbürlenme, ona baskı yapma
hakkına
sahip değildir. Çünkü kadın ile erkek bir bütünün parçaları durumundadır.
Nitekim âyette : 4-ûll J’-^Jl ^>1 J^-a ’-^j “Allah
erkekleri kadınlara üstün kıldığı için”
dememiş
aksine, ^» ^e^ »j ^>l J^ -^j “Allah bazı insanları diğer bazı insanlara
üstün
kıldı” demiştir.” Nitekim Ateş bu anlayıştan hareketle, bu üstünlüğü cinslerin
üstünlüğü yani erkek cinsinin kadın cinsine üstünlüğü şeklinde yorumlamış; tek
tek her erkeğin her kadından üstün olduğu anlamını taşıyamayacağını
savunmuştur.[558].
Ateş'e
göre, erkeğin koruyup kollayıcı, yönetici olmalarının ikinci sebebi ise,
kadının geçimini sağlamanın erkeğin üzerine farz kılınmış olmasıdır. Ateş,
erkeklerin kadınlar üzerine yönetici olmalarının sebebi olarak gördüğü bu
ikinci durumu, erkeklerin çalışıp kazanmaları, mallarıyla kadınların
mihirlerini vermeleri ve kadınların geçimlerini sağlamalarına bağlamıştır. Zira
Ateş, kendilerini koruyup geçimlerini sağlamalarına karşılık kadınların da kocalarına
sevgi saygı gösterip itaat etmeleri gerektiğini dile getirmiştir. Ancak Ateş bu
itaatin gerçekleşmesini, aile içinde bu mutluluğun sağlanmasını, evliliklerinin
karşılıklı saygı ve sevgiye dayanmasına bağlamıştır. Çünkü ona göre, kadın ile
erkek bir bütünün iki parçası gibi bir birini tamamlamıştır. Nitekim âyette
“Allah erkekleri kadınlara üstün kıldı” demeyip “Kimilerini kimilerine üstün
kıldı demiştir. Ateş'e göre bu ifadelerden anlaşılması gereken erkeğin
kadından, kadının da erkekten üstün bulunan taraflarının olduğuna işaret
edilmiş olmasıdır.[559] Ancak Ateş, erkek
cinsi anlamına gelmesi gereken erkeklerin bu üstünlüğünün, kadınların büsbütün
erkeklerin egemenliği altında olmaları anlamına gelmediğini, erkeğin bu konumu
sebebiyle ona karşı böbürlenme ve baskı kurma hakkının da olmadığı görüşünü
vurgulamıştır.[560] [561]
Nitekim Derveze de Ateş gibi düşünmüş, isimlerini zikretmemekle beraber bu
konuda bazı müfessirlerin “Erkeğin kadına infakının olmadığı ya da bu görevi
yerine getiremediği zamanlarda ‘kavvam’ vasfını, yani idare ve üstünlük vasfını
yitireceğini söyleyenlerin bulunduğunu; kendisinin de bu görüşe katıldığını
dile getirmiştir. Bu görüşün de âyetin manasına uygun olduğunu 561 zikretmiştir.
Konu
ile ilgili olarak yapmış olduğumuz çalışmadan anlaşılan o ki, öncelikle Ateş'in
bu âyetin kadın erkek eşitliğine mani olmadığı görüşünde olduğu görülmektedir.
Âyette geçen kavvam kelimesi hakimlik anlamından daha ziyade, işi evirip
çeviren, yönetici ve görüp kollayıcı anlamlarına gelmektedir. Âyetin devamındaki
üstünlük bahsi ise, kadını erkekten üstünlüğünden daha ziyade erkek cinsinin
yaratılış gereği kadın cinsinden fizyolojik açıdan daha üstün olduğuna işaret
etmektedir. Bu sebeple erkekler evin ve ailenin dünyalık geçimlerini sağlamakla
mesul tutulmuşlardır.
Erkeğin
“kavvam” olması hangi yetkileri ve vazifeleri ihtiva ettiği sorusuna verilen
cevaplar geçmişten günümüze kadar değişik olabilmiştir. Yalnızca âyet ve
hadislerin lafızlarını değil, bunların yanında uygulamayı ve dolayısıyla örf ve
âdeti de göz önüne alan müçtehit ve müfessirler, sözlük manası “bir şeyin
üzerinde duran, hâkim olan, özen gösteren, onunla yakından ilgilenen” demek
olan kavvamlığa, “reislik, yöneticilik, eğitim, koruma, savunma, ıslah,
kazanma, üretme” mânalarını yüklemişlerdir, Tarih boyunca erkekler bu işleri ve
sıfatları, fiilen kadınlardan daha ziyade yüklenmişlerdir. Çağımızda kelimeye
yüklenen hâkim mâna ise “aile reisliği”dir. Âyetten erkeklerin yönetim, savunma
ve koruma bakımlarından genel olarak önde oldukları anlaşılmakla beraber, takip
eden cümleler göz önüne alındığında burada, aile kurumunda hâkimiyet ve
yöneticilik manasının ağır bastığı görülecektir. Ailede kurucu unsur
karı-kocadır. Bu temel kurumu oluşturan, yöneten, yönlendiren dinî, ahlakî, hukukî
kurallar vardır.
Kurallara
uyulduğu müddetçe mesele yoktur. Taraflar kuralları bozar, hakları çiğnerse,
düzeni sağlamak ve adaleti gerçekleştirmek üzere çeşitli tedbirler ve
müeyyideler devreye girecektir. Bu âyette hanımın, 128. âyette ise kocanın
hukuku çiğnemesi ve düzene baş kaldırması yani nüşuzu ele alınmıştır. Nitekim
âyette aile hayatı içinde kadın, kurallara göre rolünü ifa edip etmemesi
yönünden iki sıfatla nitelendirilmiştir: Sâliha ve nâşize. Sâliha kadınlar hem
kocalarının ve diğer aile fertlerinin yanında hem de onların bulunmadıkları
yerlerde vazifelerini hakkıyla yerine getirir; Allah'ın koyduğu, toplumun
benimsediği kuralların dışına çıkmaz, aileye İhanet etmez, şerefine leke
sürmezler. Bazı davranış ve tavırları sebebiyle yoldan çıkma, nüşûzuda bulunma
belirtileri gösteren, böylece nâşize olması ihtimali beliren kadınlara karşı ne
yapılacak, aile düzeni ve hukuku nasıl korunacaktır? Bu noktada Kur'ân-ı Kerîm
vazifeyi ailenin reisi sıfatıyla önce kocaya vermektedir. Öngörülen tedbirlere
başvurmasına rağmen koca düzeni sağlayamazsa ve ailenin dağılmasından
korkulursa sıra hakemlere gelecektir. Âyette hukuka baş kaldıran, meşru aile
düzenini bozmaya kalkışan nâşize kadına karşı erkeğin yapabileceği şeyler
bildirilmektedir.Bunlar öğüt vermek, yatakta
yalnız
bırakmak ve darbetmek şeklinde sıralanmıştır. Öğüt vermek ve yatakta yalnız
bırakmak, küsmek gibi tedbirler problem teşkil etmemiş; ancak darbetme tedbiri
özellikle
çağımızda, kadın hakları ve insanlık haysiyeti gibi yönlerinden önemli bir
tartışma konusu olmuştur. Esasen tefsir ve hadis kitaplarına bakıldığında
kadının baş kaldırma durumunda bile kocası tarafından dövülmesini, eski
tefsirciler arasında da farklı yorumlayanların, bunun caiz olmadığını ileri
sürenlerin bulunduğu görülmektedir.[562]
Biz
konuya öncelikle nüşuz kelimesinin tahlilini yaparak başlamakta fayda
görüyoruz. Çünkü nüşuzun ne olduğu ne kadar iyi bilinirse konunun çözümü için
âyette zikredilen yöntemler de o derece daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz.
jjJull
: sözlükte j^jll kelimesinden J4j
fiilinin mastarıdır. Bu kelimenin kök manası yükseklik ve tümseklik
anlamındadır. Bu manadan hareketle kadının, kocasına kafa tutup baş kaldıracak[563] bir durum içinde olmasıdır
ki, kadın sözde kendisini yüksek sayıp kocasına itaatini ortadan kaldırmış
olur. Bunu açıklamak için büyük müfessirlerden şu açıklamalar yapılmıştır:
İbn-i Abbas'a göre kadının nüşûzu kocasına isyan etmesi, Atâ'ya göre, kadının
koku sürünmemesi, kocasını birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına yaptığı
muameleyi değiştirmesi, Ebu Mansur'a göre ise, kocasından hoşlanmaması,
kocasının şer'i mesken olarak belirlediği konutta beraber oturmaktan kaçınıp
onun istemediği bir yerde oturmasıdır denilir ki, bu manalar az çok
birbirlerine yakındırlar.[564]
O
halde “Nuşuz” diklenmek baş kaldırmak, hırçınlık yapmak demektir.[565] Yukarıdaki mezkur âyette de,
kocasına itaat etmeyen, tersine onun meşru emirlerine baş kaldıran kadınlar da
uyarılmıştır. Nitekim, bu âyetin ikinci kısmında da böyle huysuz ve nâşiz
kadınları eğitmenin yöntemi öğretilmektedir. Ateş'e göre bu yöntem, önce
kadınlara öğüt vererek “Allah tan kork kocana itaat et” gibi sözlerle, hatta
onlara hediyeler verilerek iyiliğe yöneltmeye çalışılmakla başlanmalıdır. Böyle
yola gelmezlerse kadınlarla ayrı yatmak etkili olabilir. Zira kocasını seven kadın,
bu şekilde hatasını
anlayıp
yanlış tutumunu değiştirebilir. Fakat kadın bununla da yola gelmez ise, isyanda
diretirse,
son çare olarak aşırı olmamak kaydıyla dövülebilir. Ateş'e göre dövme yöntemi
akla gelecek en son çare olmalıdır. Ona göre dövme, Kur'an'da başvurulacak son
uslandırma yöntemi olarak anılmıştır. Başka eğitim yolları denenmeden bu yola
gidilmemelidir. Döverken de aşırılıktan sakınmak, kamçı ve sopa ile değil de,
bükülmüş mendil veya el ile vurmak, yüz ve göz gibi nazik yerlere vurmaktan
sakınmak, bedenin aynı yerine değil farklı yerlerine vurmak gerektiğini buna
bir kısım müfessirlerin de dikkat çektiklerini belirtmiştir. İbn-i Abbas ve Atâ
misvakla dövülebileceğini söylemişlerdir.[566]
Derveze de Ateş'den farklı düşünmemektedir. Hatta Derveze, erkeğin bu hakkını
kavvam vasfına bağlamıştır. Âyette erkeğe çeşitli yollarla edeplendirme işi de verilmiştir.
Kadın, erkeğin kendi üzerine düşen görevi yerine
getirdiği
halde, halen ahlaksızlığa devam ederse erkek bu hakkını evlilik hayatında
kullanabilir. Derveze'ye göre zaten âyet bu edeplendirmenin yöntemini de
tedrici olarak bildirmiştir. Nitekim Derveze dövmenin en son başvurulacak çare
olmasından hareketle dövmenin de hafif olması gerektiğini savunmuştur.[567]
Kur'an'ın
amacı, toplumun çekirdeğini oluşturan aileyi sağlamlaştırmak, yuvanın
bozulmasını, ailenin dağılmasını önlemektir. Aile içinde anlaşmazlıklar
olabilir. Bu sebeple Ateş, önce öğüt vermek sonra ayrı yatmak sonra da hafifçe
dövmek de fayda vermez ise, anlaşmazlık büyür, yuvayı bozacak boyutlara
ulaşırsa, bir sonraki âyetin hükmü gereğince karı ve kocanın arasını bulmak
üzere erkek ve kadının ailelerinden birer hakem tayin etmeleri gerektiği
görüşündedir. Çünkü, ona göre bu Mü'minlere farzdır. Ateş, genelde ulema
hakemlerin hem tarafları birleştirmeye hem de ayırma yetkisine sahip oldukları
görüşünde olduklarını nakleder. Ancak Katade, Zeyd b. Eslem, Ahmet b. Hanbel,
Ebu Sevr ve Davut gibileri sadece birleştirmeye karar verebilecekleri görüşünü
savunmuşlardır. Ateşe göre de, doğru olan budur. Zira âyetin ruhuna bu görüş
daha uygundur. [568]
Kimileri
ise, âyette geçen u^ÂÂ^Ij kısmının anlamını cumhur ulemanın anladığı gibi dövme
şeklinde anlamamışlardır. Bu gruptan bazıları ^j-^ kelimesinin sözlük
anlamlarını sıralayarak bu anlamlardan kendi kanaatlerine uygun olan manayı
seçmek suretiyle âyeti yorumlamışlardır. Nitekim bu kelimenin sözlükte kovma ve
defetme
anlamlarından
hareketle âyetin ilgili kısmını “kadınları kovunuz” şeklinde anlamanın
psikolojik olarak daha etkili olacağını savunanlar dahi olmuştur.[569] Nitekim Yaşar Nuri Öztürk ^j^
kelimesinin Kur'an'da elli küsür yerde geçtiğini belirtmiştir. Bunlarda sadece
Nisa suresindeki 34'üncü âyete sözde dövmek manasının verildiğini, bu
anlamlandırmanın makul olmadığını savunmuştur. Öztürk, ^j-^'nin sözlük
anlamlarını sıraladıktan sonra bu anlamlar içerisinden yolculuğa çıkarma veya
bulunduğu yerden uzaklaştırma anlamlarının ilgili âyet için uygun bir kullanım
olacağını savunmuştur.[570] Ancak, bu anlam
kanaatimizce pek makbul olmayıp, âyetin sevk ediliş gayesine muhalif gibidir.
Çünkü kanaatimizce, âyet sallantılı bir vaziyette olan evlilik hayatının nasıl kurtarılacağına
yönelik bazı tedbirleri bize bildirmektedir. Dinin temel ilkelerine
de
uygun olan, evvela yıkılmak üzere olan evlilik bağını güçlendirilmesidir. Kadının
evden kovulması,
eşleri birbirine bağlama yerine, eşler arasındaki bağın yıpranıp kopmasına
sebep olabilir. Çünkü gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Nitekim eşler
arasında ric'i boşanmalarda kadının kocasını evinden uzaklaştırılması hoş
görülmemiştir. Zira İslam'ın amacı, aileleri yıkmak değil, aksine sağlam
ilişkiler üzerine kurulmuş sevgi dolu aileler oluşturmaktır. Kadını evden
kovmak ise, açıkça boşanmaya zemin hazırlamaktan başka bir şey değildir. Şâyet
âyet tarafların boşanmasını hedeflemiş olsaydı, üç aşamalı tedbire ihtiyaç duymaksızın
tarafların
boşanmasını emrederdi.
Ancak âyet, bizlere dağılmak üzere olan yuvayı nasıl bir
yöntem
izlediğimiz taktirde kurtarabileceğimizin yollarını göstermektedir.
Görülen
o ki, Ateş özellikle darp konusunda geleneksel anlayıştan farklı düşünmemiştir.
O'da gerektiği zaman kadının hafif de olsa dövülebileceği görüşünü
benimsemiştir. Nitekim kitaplarında dövmenin şekli ve miktarı üzerinde
durulmuş, kadına zarar vermemesi, iz bırakmaması, yüze vurulmaması genel olarak
kaydedilmiştir.[571] Bazı tefsircilere göre ise,
vurma tamamen semboliktir. Nitekim Atâ'ya göre misvak (dişlerin temizlendiği,
fırça büyüklüğündeki özel, yumuşak ağaç dalı) gibi bir şeyle yapılmalıdır. Atâ,
kocasına karşı hukuku çiğneyen kadına
uygulanacak
cazai yaptırımlarla ilgili genel olarak kadını dövme konusundaki hadisleri
birlikte değerlendirmiş ve şu sonuca varmıştır: Erkek, namusunu lekeleyecek
fahişelik
gibi bir davranışta
bulunmayan, sadece nâşize olan karısını dövemez, ancak ona karşı öfkesini
ortaya koyabilir. Ebû Bekir İbnü'l-Arabî Âta'nın bu görüşünden hareketle,
âyette geçen dövmenin mubahlık ifade ettiğini, genel olarak erkeğin karısını
dövmesini yasaklayan hadislerin ise kerahet hükmü getirdiğini tespit etmiş ve
sonuç olarak “Koca, karısını dövemez” demiştir. Kocasına baş kaldırdığı, aile
hukukunu çiğnediği, uzun zaman sevdiği ve kabullendiği kocasını istemez olduğu
için karının, kocası tarafından - belli ölçüler içinde- dövülebileceği hükmüne
tarihîlik açısından bakanlar da olmuştur. Nitekim İbn-i Âşûr' a göre dövme izni
bazı toplulukların veya toplum tabakalarının örf, âdet ve ruh hallerine riâyet
edilerek verilmiştir, her zamanda ve her durumda geçerli değildir. Nüşûz
durumunda kocanın karısını dövebilmesi için aralarında yaşadıkları toplumda
dövmenin ayıp, anormal, aşağılayıcı, zarar verici, hukuka aykırı telakki
edilmemesi, kocanın öfkesinin
karısı tarafından ancak bu vasıta ile hissedilir olması
gerekir,
izin böyle topluluklar ve durumlar için geçerlidir.[572]
Kadının
nüşuzu durumunda bu türlü tedbirlere müracaat edilmekle birlikte Ateş, ilgili
surenin bir başka âyetinde “Ve eğer bir kadın, kocasının huysuzluğundan, yahut
kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, anlaşma ile aralarını düzeltmelerinde
ikisine de günâh yoktur. Barış dâimâ iyidir. Zaten nefisler cimriliğe hazır
duruma getirilmiştir (insanın mayasında cimrilik vardır). Eğer güzel geçinir,
(kötülükten) sakınırsanız, Allâh yaptıklarınızı haber alır (yaptığınız güzel
işler boşa gitmez),”[573] erkeğin nüşuzu konusunda ise,
“Aile ilişkilerini düzenleyen nisa 128'inci âyette de kocasının diklenip
huysuzluk etmesinden, ya da kendisinden yüz çevirmesinden korkan kadınla
kocasına uzlaşmaları öğütlenmekte, uzlaşmanın daha hayırlı olduğu
bildirilmekte; insanın cimriliğe eğilimli olduğu belirtildikten sonra, bu
duyguyu yenerek iyilik edip korunanların güzel davranışlarını Allah'ın bildiği
vurgusuyla insanlar, iyiliğe, özveriye yöneltilmektedir”[574]
şeklinde sığ bir yorumlama yapmakla yetinmiştir.
İslam'a
ve çeşitli İslam anlayışlarına yapılan eleştirilerden birisini de, birden fazla
evlilik konusu oluşturmaktadır. Bu eleştirilerin bir kısmı bazı art niyetli
kimseler tarafından direk İslam'a yapılırken, bir kısım kimseler ise,
eleştirilerini İslam'ın bu
konu
ile ilgili ortaya koymuş olduğu âyet ya da hadislerden çıkarılmış olan
geleneksel yorumlara karşı yapmışlardır. Birinci tür eleştirileri genelde
müsteşrikler yaparken ikinci tür eleştirileri ise Müslüman kimliğe sahip olan kimselerin
yaptığı görülmüştür.
Ancak
İslam'ın zuhur ettiği dönemlerde kadının toplumsal yapı içindeki konumunu
düşünmeden İslam'a bu konuda eleştiri getirmenin pek de sıhhatli olmayacağı
inanıcındayız. Bu sebeple konunun tartışmasını yaparken yer yer cahiliye
devrinde cereyan etmiş olan evliliklerin çeşitlerine de değineceğiz. Süleyman Ateş'in
konu ile
ilgili
âyetler hakkında nasıl yorumlar getirdiğini inceleyeceğiz.
Konu
ile ilgili âyet şudur:
jİ SxJ> 1JJ.5 VI AK jlâ ^U3^ Kk A^JI ji JS Jk li
1 jkŞlâ ^1 ^ 1 K.K VI j5
I^İjİj Vi ^X>i ^£> K'K İ^SÜ li
“Şâyet öksüz(kızlarla evlendiğiniz takdirde on)lar hakkında
adâleti
yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan kadınlardan ikişer,
üçer, dörder alın. O(kadı)nlar arasında da adâlet yapamayacağınızdan
korkarsanız bir tane alın; yahut ellerinizin altında bulunan(câriye)lerle yetinin.
Cevr (ve haksızlık)
etmemeniz
için en uygun olan budur.”[575] Âyetin anlaşılmasında
karşımıza çıkacak olan en önemli soru şudur: “Bu âyetin birden fazla kadınla
evliliği helal kılmak için mi veya kaç kadınla evlenilebileceğini belirtmek
için mi nazil olmuştur? yoksa âyetin nüzulünün altında bir başak hikmet mi
bulunmaktadır?
Konu
ile ilgili tartışmalara ve Ateş'in bu tartışmalarla ile ilgili görüşlerine
geçmeden önce, âyeti daha sıhhatli anlamamıza yardımcı olacak olan Hz. Aişe'den
rivâyet edilen
âyetle
ilgili şu yorumu burada nakletmemiz olacaktır: Urve b. Zübeyr Hz. Aişe'den
“Yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız...”
âyetinden sordu. Hz. Aişe şöyle cevap verdi: “Kız kardeşimin oğlu, bu yetim
kızdır ki, velisinin yanında olur, malını onun malına katar. Güzelliği ve malı
adamın hoşuna gider. Bu veli adaletli biçimde diğer kadınlara verilen mihri ona
vermeden onunla evlenmeye kalkar. İşte öylelerine en yüksek mihri vermedikçe
onlarla evlenmek yasaklanmış ve başka kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir.”[576]
Âyetle
ilgili Hz. Aişe'nin bu açıklamasından da anlaşılacağı gibi, özellikle yetim
kızların durumunu insani ve hukuki bir statüye kavuşturmak amacıyla nazil olan
bu
âyet,
Müslümanların her birinin, ikişer, üçer, dörder kadın alabileceği bildirilmektedir.
Âyetin
amacı kaç kadın alınacağını belirlemek değil, yetimlere zulmü önlemek için
başka kadınlarla evlenme yolunu göstermektedir.
Ateş
de Hz. Aişe'nin bu yorumundan hareketle, âyette “ Ij^-a” Evleniniz... emri
vucup değil aksine nedb ifade ettiğini savunmuş ve Kur'an'ın birden çok
evliliği zorunlu görmediği sonucuna varmıştır. Başka bir ifade ile Ateş, bu
emrin hükmünün farza değil mubahlığa hamledilmesi gerektiğini düşünmüştür.[577] Ateş, birden fazla kadınla
evlenmenin farz olmadığını kısaca net olarak ortaya koyduktan sonra bu âyetin
nazil olmasındaki maksada yoğunlaşmıştır. Acaba Ateş'e göre, âyet
evlenilebilecek kadınların sayısını mı bildirmekte, yoksa başka bir duruma dikkat
çekmek için mi
inmiştir?
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için cahiliye devrinde geçerli kabul edilen
evlilik çeşitlerine değinmekte yarar vardır. Zira, Kur'an'ın nazil olduğu bu dönemde
toplumda
evlilik hususunda cari olan adetleri bilmeden Kur'an'ın âyetlerini yorumlamaya
kalkışılırsa hata edileceği kanaatindeyiz. Zira her âyetin birebir sebebi
nüzulü olmayabilir. Ancak, olayların sosyo-kültürel ve tarihi arka planının da
bilinmesi gerekmektedir. Bu bilgiler olmadan dinin içeriğini ve amaçlamış olduğu
ilkeleri
anlamanın
zor olacağı açıktır.
Müt'a
nikahı, erkeğin kadından belirli bir para ve dengi şey karşılığında belirli bir
süre faydalanma isteğinde bulunmasıdır. Kadın da bu icabı kabul ederse müt'a
nikahı gerçekleşmiş olur. Bu tür nikah çeşidi İslam'ın bazı dönemlerinde
uygulanmış ise de daha sonra yasaklanmıştır. Muvakkat nikah ise, erkeğin
şahitler huzurunda bir kadından belirli bir zaman için belirli bir miktar mihir
karşılığında evlenmek istemesidir. Kadın bu teklifi kabul edince evlilik gerçekleşmiş
olur. Bu nikah çeşidi de müt'a gibi batıl ve yasaklanmıştır.[578] Şiğar nikahı ise, bir
kimsenin diğerine, “sen kızını bana ver, ben de kızımı san vereyim” gibi bir
çeşit trampaya benzeyen bir nikah çeşididir ki, İslam bunu da yasaklamıştır.[579] İslam'dan önce, ölen kişinin
başka kadından olan en büyük oğlu analığını mihirsiz alma, yahut onu mihir
mukabilinde başkasına verme yahut da ölene kadar evlenmesine mani olup mirasına
konma hakkına sahip idi. İslam “Nikahu'l- makt” denilen bu çirkin adeti de[580] iki kız kardeşle evlenmek ya
da sınırsız olarak da evlenmeyi de yasaklamıştır.[581]
Bu
açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, İslam cahiliye devrinde uygulanan pek çok
nikah şekillerini kaldırmış, bugünkü uygulanan nikah akdini de çeşitli
yönlerden ıslah ederek bu akdin toplum arasında icra edilmesine müsaade etmiştir.
O halde İslam'ın
uygulamada
tek evlilik geçerliymiş de, sonradan İslam bunu dörde çıkarmış gibi yanlış
vehmin doğru olmadığı ortadadır. Hakikatte ise İslam'ın sınırsız ve
çirkinliklerle dolu evlilik şekillerini toplumdan temizleyerek sağlam aile
yuvalarının oluşturulması için tek evliliği öngörmekle birlikte bazı durumlarda
birden fazla evliliğe izin verdiğini görmekteyiz. Ateş'de bu kanaati benimsemiş
ve âyeti ince ince, kelime kelime tahlil ederek bu görüşünü temellendirmeye
çalışmıştır. Zira, Kur'an dan anlaşıldığına göre birden fazla evlilikte asıl
olan eşler arasında adil davranmaktır. Âyette adalet, “ ^-' ^£> IjJjİj Vİ” şeklinde ifade edilmiştir.
Müfessirlerin bir çoğuna göre ise “1jJj«j
Vİ ^jJ &£” kısmındaki “M^Z”
kelimesi, cevr anlamındaki Jj-^ den gelmektedir. Bu şekilde olunca âyetin
manası; “Cevr ve zulüm etmemeniz için en uygun olan bir tane almanızdır”
şeklinde olur. Nitekim Ateş, tabilere atfedilen bir tefsire göre “IjJj«j” kelimesinin, fakirlik
anlamındaki Jj& kökünden
türediğini nakletmiştir. Ateş'e göre Tevbe Suresinin 28. âyetinde geçen
“ÂA’kelimesi bu anlamı güçlendirmektedir. O taktirde Ateş'e göre mana,
“Fakirlik çekmemeniz için en uygun olan bir tane almanızdır” anlaşılmalıdır.
Ateş, Zeyd b. Elsem, Süfyan b. Üyeyne ve İmam Şafi de bu manayı tercih ettiğine
dikkat
çekerek mütekaddim İslam bilginlerinden de kendisi gibi düşünenlerin olduğunu
vurgulamıştır. Dolayısıyla Ateş'e göre, âyetin nüzulünden anlaşılması gerekli
olan amaç, erkeğin alacağı kadınların sayısını belirtmekten çok geçmişten gelen
adet üzere birden fazla evliliklerde eşler arasında adaleti sağlamaktır.[582] Ancak biz Ateş'in, “lj_!j*j”
kelimesine vermiş olduğu ikinci mananın bu görüşü desteklemediği kanaatindeyiz.
Zira fakirlik korkusundan birden fazla evlenmekten korkanlar için getirilmiş
olan kısıtlama zenginler için geçerli değilmiş gibi bir mana anlaşılmaktadır.
Ancak
aynı âyetin siyakında gelen başka bir âyette ise, fakir zengin ayrımı
yapmaksızın her hangi bir sebepten dolayı birden fazla evlenmiş olan erkeklerin
kadınlar arasında
adaletle
davranamayacaklarına[583] dikkat çekilmiştir. Adalet
belki kısmen zenginlikle ilgili olabilir. Eşlerinden birisine her ne almış,
giydirmiş, yedirmiş v.b. şeyler yapmışsa eksiksiz diğerlerine bunu yapması
gerekmektedir. Adaletin bu kısmı hiç kuşkusuz maddiyatla alakalıdır. Ancak
evlilik hiç kuşkusuz sadece maddi objeler üzerine kurulu bir bağ değildir.
Evlilikte asıl olan manevi bağlar olmalıdır ki, eşler iyi günde de kötü günde
de birbirlerine yardımcı ve destek olsunlar. Fakat sevgi insanın elinde olmayan
bir şeydir. Erkek eşlerinden hepsine maddi olarak aynı ölçüde davranabilirken
eşlerin hepsini aynı derece de sevemeyebilir. Bu sebeple tavsiye edilen tek
eşliliktir. Birden fazla evlenmek de sadece zenginliğe bağlanmaması
gerekmektedir. Nitekim Ateş'de bu düşüncededir. Ancak Ateş' e göre, müfessirin
pek çoğu bu âyetin bir erkeğin alabileceği kadın sayısını belirlediği ve ancak
dört kadınla evlenmeye izin verdiği kanaatindedir. Onlara göre bir erkek en çok
dört kadınla evlenebilir. Yukarıda da değindiğimiz gibi bu âyet inmeden önce bazı
kimseler beş, on, on beş kadın ile evlenebilmişlerdir.
Peygamber
efendimiz de on beş kadınla evlenmiş ve bunlardan on üçü ile zifaf olmuş, ve
yanında on bir kadın bir arada nikah altında bulunmuştur. Vefatı sırasında
nikahı altında yalnız dokuz kadın bulunmuştur. [584]
Âyetin
evlenilecek kadınların sayısını belirtme amacı taşımadığı, yalnız yetimlere
zulmetmeyi önlemeyi hedeflediğini ileri sürenler de olmuştur. Bunlar bir
erkeğin dörtten fazla kadınla evlenebileceğini ileri sürmüşlerdir. Zira, “chj j ^7Ü ^jj-”, “ikişer, üçer, dörder,” anlamlarına gelmektedir. Bu
durumda âyetin anlamı ise, “Velisi bulunduğunuz yetimlerin dışında her biriniz
ikişer, üçer, dörder kadın alabilirsiniz” şeklinde olmaktadır. Bu tür bir
anlayışın kabul edilmesi, evlenilecek kadın sayısında bir sınırın olmadığını savunmak
demektir. Şia ve Zahirilere göre “£İ-jj j
^^ ^-“-”
kelimeleri
’Âhj ^7Ü t^pSI” kelimelerinden
dönüştürülmüştür. Âyette geçen vav harfleri de toplama içindir. Bu sayıların
toplamı ise dokuz eder. Buna göre bir erkek dokuz kadını nikahı altında
toplayabilir. Bu görüşü savunanlara göre, Hz. Peygamberin, dörtten fazla
kadınla evli olan sahabelere, dörtten fazlasını boşamalarını emrettiğine dair
rivâyetler zayıftır. Onlar dörtten fazla evli olmanın sadece Hz. Peygambere ait
olduğuna dair bir rivâyetin bulunmadığını savunmuşlardır. Ateş ise, âyet
hakkında yapılan bu yorumları kabul etmemiştir. Zira Ateş, dört halife devrinden
bu tarafa dörtten fazla kadınla evlenmiş bir Müslüman'ın bulunmaması onların
delillerini zayıflattığı inancındadır. Çünkü bu türlü meselelerde uygulamalar
çok önemlidir. Nitekim Ateş,bu görüşünü Ahzap suresindeki şu âyetle
desteklemiştir; jj- û^ ^ 2^dU. op^JI
“Bu Müminlere değil yalnız sana mahsustur”[585]
cümlesi, bu müsaadenin yalnız Peygamber'e mahsus olduğunu göstermektedir.[586] Dreveze'nin de bu konuda Ateş
gibi düşündüğünü, böyle bir tezin hakikatten uzak telakki ettiğini görmekteyiz.[587]
Dört kadınla evlenmeye
müsaade etmesinden dolayı İslam'ı eleştirenler çoktur. Ateş'e
göre bu tür eleştirilerde
bulunanlar âyetin ifade etmek istediği ruhu tam olarak
anlayamamışlardır.
Gerçekte ise Kur'an, bu âyetlerle birden çok kadınla evlenme hususunda yeni bir
hüküm getirmemiştir. Sadece kimsesiz yetim kızların hakkını korumak istemiştir.
[588]
Cumhurun
görüşüne göre bu âyetler, sınırsız olan çok evlenmeyi eşler arasında adil
davranma şartına bağlı olarak dört ile sınırlamış ve kadınlar lehine bir
düzeltme yapmıştır. Âyet bununla birlikte tek kadınla evlenmeyi tavsiye
etmiştir.[589] Nitekim geleneksel anlayış
da, çok eşliliği mubah görmekle birlikte, adalet noktasında zaaf bulununca çok
eşliliği mekruh addetmiştir. Ancak kimileri, âyetten bazı çıkarımlar yapmış ve
bazı durumlarda da birden fazla evliliğin mendup, kadın ve erkek için zina ve fuhuş
tehlikesinin baş göstereceği durumlarla sınırlı olmak kaydıyla bazı
durumlarda
da vacip olabileceğini savunmuşlardır.[590]
Konumuz
olan Nisa Suresindeki üçüncü âyet her ne kadar eşler arasında adil
davranmayı
öngörmekte ise de, aynı surenin bir başka âyetinde ise; “Ne kadar isteseniz de
kadınlar arasında (tam) adâlet yapamazsınız. Öyle ise (birine) tamamen yönelip
ötekini askıda (kocasızmış) gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, sakınırsanız,
Allâh
bağışlayandır,
esirgeyendir,”[591] kadınlar arasında her
halükarda adaletli davranmanın mümkün olmadığı belirtilmek suretiyle tek
evlilik öğütlenmiştir.
Gerçekten
de kadınlar arasında adaleti tesis kolay bir şey değildir. Adalet yapılamayınca
da bir kadınla evlenme zarureti ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple Ateş'e göre
İslam, dört kandınla evlenmeyi teşvik etmemiştir. Sadece zaruri durumlarda
toplumun selameti için birden fazla kadınla evlenmeyi en fazla dört olmak ve
eşler arasında mutlak anlamda adaleti sağlamak şartıyla bu kapıyı açık
tutmuştur.
Örneğin
kadın kısır olup, hastalıklı olduğu zaman, kocası tarafından kadının
boşanmasındansa ikinci bir evliliğe izin verilmekle bu tür hastalıkları taşıyan
ilk eşin şefkatle muhafaza edilmesi sağlanmış olacaktır. Çünkü Ateş'e göre,
çocuk sahibi olmak her insanın en büyük arzusudur. Kadının kısır olması ise,
çocuğun olmaması demektir. Fakat çocuk insanın en büyük desteği ve mutluluk
kaynağıdır. Her şeyden önemlisi, kişinin ölümünden sonra neslinin devam
etmesini sağlayacak olan çocuklardır. Dolayısıyla Ateş'e göre, kısırlık,
hastalık, savaş v.b. haller birden fazla kadınla evliliği gerekli kılmakta ve
çok eşlilik için zaruri haller olarak görülmektedir.[592]
Derveze'de, Ateş'in
yukarıda değindiği kısırlık v.b. durumlara değindikten sonra, çok eşliliğin bir
zorunluluk olmaktan daha ziyade çeşitli istisnai şartlarda alternatif bir çözüm
yolu olarak telakki edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bunu sebebini de İslam'ın
değişik konu ve ortamlara uygun çözüm yolları zikretmesine bağlamıştır. Çünkü
Derveze'ye göre, İslam her hal
ve durumda ortaya çıkabilecek problemlere uygun
çözüm
yolları ortaya koymuştur. Bu çözüm yollarından birisini de çok eşlilik
oluşturmaktadır. O'na göre önemli olan ise, İslam'ın ilkeleri dahilinde bizim
bu çözüm yollarına en sıhhatli bir şekilde ulaşmamızdır. [593]
Ateş'in
kaynakları arasında önemli bir yeri olan Abduh, çok eşlilik konusunda Ateş ve
Derveze'den
konuya farklı açıdan eğilmiş ve çok eşliliğin sınırlarını daraltmış ve
şartlarını zorlaştırmıştır. Abduh konuya sosyolojik ve psikolojik açıdan
yaklaşmayı daha isabetli görmüştür. Nitekim Abduh'a göre, çok eşlilikten
kaynaklanan eşler arasındaki huzursuzluklar sebebiyle birden fazla eşliliğin
yaygın olduğu toplumu eğitip yükseltmenin imkanı yok gibidir. Zira O'na göre,
iki ya da daha fazla kadının bulunduğu evlerde aile fertleri arasındaki “aile”
mefhumuyla bağdaşır bir huzur ve düzenin olması günümüzde çok zordur. Evdeki
her bir fert ötekinin düşmanı haline gelir, bunun sonucunda kavga ve
huzursuzluklar baş gösterir. Zira kadınlarımız ciddi din eğitiminden
yoksundurlar. Onların bu bilgisizlikleri ailede onarılmaz yaralar açabilir.
Binaenaleyh Abduh, aile içindeki bu huzursuzluklar kadınların eğitilmesinin de
çok güçleştireceğinden dolayı, çok eşliliği kadının eğitimi önünde büyük bir
engel olarak görmüştür. Mefsedeti def etmek, menfaati celb etmekten daha
evladır külli kaidesince Abduh, çok eşlilik yukarıda sayılanlarla kısıtlı
kalmayacak derecede aileye dolaysıyla da topluma zarar verdiği için, eşler
arasında adaletten korkan herkese çok eşlilik haram olduğunu iddia etmiştir.[594]
Çağdaş
problemlerden biri olan çok eşliliğin İslam'da mutlak mevcudiyeti konusunda,
geleneksel İslam anlayışına sahip olanlarla çağdaş problemlere yeni yorumlar
getirerek çözüm yolları arayanlar arasında farklı görüşler yok gibidir. Ancak
çok eşliliğin uygulanması aşamasında Ateş ve onun gibi düşünenler, her durum ve
kişiler için geçerli gibi görülen bu birden fazla kadınla evlilik konusunu bazı
kayıtlarla sınırladıklarını görmekteyiz. Nitekim, bu konuda Süleyman Ateş, ne Elmalılı
gibi bu konuyu yerine
göre
vacip telakki ederek ifrata, ne de Abduh gibi çokça sınırlamalarla, hatta bu
konuyu haram derecesine ulaştırarak tefrit konumunda olmuştur. Orta bir çizgi
takip etmiş; asıl olanın tek eşlilik olmakla birlikte yukarda değindiğimiz
sebepler hasıl olunca birden fazla kadınla evlenmeye izin verilmesi gerektiği
kanısına varmıştır. Kendince de bu görüşün, problemin çözümü açısından en uygun
olarak kabul etmiştir.
Çağımızda,
İslam'a kadın hakları konusunda yöneltilen eleştirilerden birisi de, İslam'ın
giyim kuşam açısından kadınların özgürlüklerini sınırladığı iddiasıdır. Birkaç
yüzyıldır süregelen doğunun çağdaşlaşma ve modernleşme hareketi sonucunda her
ne kadar Batı medeniyetinin ilim ve tekniğinin alınması hedeflenmiş olsa da, teknikten
önce kültürel
bir
etkileşimin olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Son çeyrek yüz yıldır toplu
iletişim araçlarının da sınır tanımaz bir halde gelişimi bu etkileşimi baş
döndürücü hızda etkilediği görülmüştür. Kadınların giyim kuşamı ile ilgili
problemin temeline inecek olursak, problemin altında batı medeniyetinin kendi
kültürel değerlerini, elinde bulundurduğu ekonomik ve teknik gücünü kullanarak
zorla da olsa, doğuya empoze etme girişimlerinin yattığını görürüz. Doğunun 18.
yüzyıldan itibaren özellikle ilim ve teknikte Batının üstünlüğünü kabul etmeye
başlaması ile başlayan çağdaşlaşma ve onun ardından gelen batılılaşma rüzgarı
ister istemez doğuyu sosyo-kültürel olarak kökten salladığı ve halen de
sallamaya devam ettiği görülmektedir. İlim ve tekniğin batıdan alınması ve
özellikle harp sanatlarında batı ile boy ölçüşebilme arzusu ile başlayan
çağdaşlaşma hareketi modernleşmeyi getirmiştir. Nitekim bu konuya çalışmamızın
giriş kısmında uzunca değindiğimizden, çalışmamızın bu kısmında sadece taklit
ve şekilcilik açısından batılılaşmaya değinip gececeğiz.
İlim
ve teknik alma arzusu ile başlayan bu hareket zamanla Batı'yı tanıma ve kuru
kuruya taklide dönüşmüştür. Şu bir gerçektir ki, taklit evvela şekilcilikten
başlar. Bir insan kimi taklit etmek ister ise öncelikle elinden geldiği kadar
onun gibi giyinme, konuşma, hal ve hareketlerini ona benzetmek ister. Zanneder
ki, o insan gibi giyinip hal ve hareketlerini ona benzetmekle her açıdan onunki
gibi olacaktır. Hâlbuki bu sadece zahiri benzeyiş olup taklitten başka bir şey
değildir. Doğu toplumları da, Batının teknik ve ilmini alıp onlar gibi her
alanda güçlü olunabilmenin yolu “evvela onlar gibi görünmekten geçtiği” gibi
düşünsel bir yanılgıya düşmüşlerdir. İş taklit boyutuna ulaşınca, akla ilk
gelen şey taklidin en önemli kısmı olan şekilcilik ve dolaysıyla giyim
kuşamdır. Mesela, Osmanlıda ıslahat hareketlerinin başında devlet memurlarına
fes giyme zorunluluğunun getirilmesi bunun en güzel örneğini oluşturmaktadır.
Kadınların giyim kuşamı konusu ise bilahare Tanzimat'la birlikte özelilikle
Osmanlının son yıllarında hız kazanmış bir problemdir. Bu problem günümüze
kadar gelmiştir. Bunun sebebi ise, modern ve çağdaş olmanın ölçüsü Batıyı
taklit etmekten geçtiğine dair inanç olunca, Batı tarzı giyim ve kuşam da
çağdaş modern medeniyetin gereği olarak telakki edilmiş olmasıdır. Tarihi
gelişmelere genel hatlarıyla da olsa bakıldığı zaman, konunun arka planında
kültürel etkileşimden daha ziyade medeniyetler arasındaki çatışma ve siyasi
mülahazaların olduğu görülecektir. Lâkin bizim tez çalışmamızın bu kısmını,
kadınların giyim kuşamları hakkındaki âyetlere Ateş'in bakış tarzını incelemek
oluşturduğu için meselenin sadece tefsir açısından değerlendirmesini yapmakla
yetineceğiz.
Konu
ile ilgili âyetleri incelerken de anahtar kelime konumunda olan cilbab, humur
ve ziynet kelimelerini inceleyip Ateş'in bu kelimelerin içini nasıl
doldurduğunu araştıracağız. Kadının örtünmesi ile ilgili birden fazla âyet bulunduğu
için Ateş'e göre
nüzulü
önce olan âyetten başlayacağız.
Kadının
giyim kuşamı Ahzab ve Nur surelerinde işlenmiştir. Ateş'e göre resmi Mushaf
sırasında daha geride olmasına rağmen nüzul sırasında Ahzab suresi önde
gelmektedir.
Zira
Ahzab suresi resmi sırası 33 iken Nur suresi 24. sıradadır. Fakat Ateş Ahzab
suresinin nüzul sırasına göre 97'inci[595]
Nur suresinin ise 102'nci[596] sırada olduğu kanısındadır. O
halde evvele Ahzab suresindeki âyetle incelememize başlayabiliriz.
jt£J ÖÎÎA^ U* ö*J*J j ^-' ^£> û^tlk û» ûr-Â ûÂAÎ UiiA^I
-’■-“jj ^JJj «4>'jjtt Ja ^JJİI 1*51 U
t^Aj
1jji& “Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle: (Bir
ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar; onların
tanınıp incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allâh çok bağışlayan, çok
esirgeyendir.”[597]
Bu âyette
Peygambere (s.a.v.) hanımlarına ve kızlarına müminlerin kadınlarına,
cilbaplarını
üstlerinden aşağıya salmaları emredilmektedir. Tanınmaları ve kendilerine
sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmektedir.
Âyette
geçen m-£ ^-> gömlek ve örtü
olarak tanımlanmıştır U-jVm çoğuludur. mA
ve ya mi> fillerinden bir
isimdir.[598] Acaba bu kelime günümüzde Türkçe'ye
tercüme
edildiği
zaman hangi kelime ile daha sıhhatli aktarılabilir? Ateş'de bu sorunun cevabını
“çarşaf’ olarak buluyoruz. Zira Ateş'e göre, U-jk- kelimesi Türkçe de çarşaf denilen
giysiyi
karşılamaktadır. Ancak Araplar günümüzde bu giysiye “abaye” demektedirler.
Abaye baştan aşağı salınan, iç giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtüdür.
Cilbab'ı tek gözü açık bırakan elbise şeklinde de tanımlayanlar dahi olduğu
gibi, alından bağlanıp aşağı sarkıtılan elbise şeklinde tanımlayanlar da
olmuştur.
Ateş'e
göre, Cilbab âyeti bizlere, Araplarda cilbab giymenin gelenek olduğunu
göstermektedir.
Zira Araplar bu giysinin nasıl olduğunu bilmektedir. Bu giysinin âyete konu
olmasının sebebini anlamak Ateş'e göre, tarihi arka plana bir göz atmakla ancak
mümkündür. Nitekim Ateş'e göre âyetin Nüzul sebebi “Araplarda, zamanımızda olduğu
gibi tabi ihtiyaçların görüleceği tuvaletler mevcut değil idi. İnsanlar bu
ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkarlardı. Birtakım ahlaksız kimseler de geceleri
tuvalet
için dışarı çıkan kadınları izlerlerdi. Bu kimselerin asıl hedefleri
cariyelerdi. Kadınları üzerinde cilbab olursa hür olduklarını anlar onlara
ilişmezlerdi. Ancak üzerinde cilbab görmedikleri kadınları cariye zannı ile
peşlerine düşerler ve onlara sataşırlardı. Âyette bu gibi sebepler üzerine nazil
olmuştur. Bu konu ile ilgili kaynaklarda pek çok rivâyet de geçmektedir.
Örneğin Süddi’den
şöyle rivâyet edilmiştir: “Medine evleri dar idi. Gece olunca kadınlar tuvalet
için yollara giderlerdi. Fasık kimseler de onları izlerlerdi. Kadının üzerinde cilbab
görürler ise “bu hürdür” deyip ona ilişmezlerdi. Ancak, kadının
üzerinde cilbabı görmedikleri
zaman cariye zannı ile ona sataşırlardı” Ateş bu gibi
rivâyetlerden
hareketle Arapların bu giysiyi adet olarak giydiklerinin anlaşıldığını
söylemiştir.[599]
Diğer
taraftan klasik tefsir kitaplarındaki bilgileri ve tarihi arka planı esas
aldığımız zaman, cilbabın özgür ve kölelerden oluşan Arap toplumunda hür
kadınlarla cariyeler arasındaki farkı belirginleştirip hür kadınların itibarını
koruma gibi bir hava sezilmektedir. Kimileri, yaptığı araştırmalarda cilbab
ismindeki bu kıyafetin ne tür bir kıyafet olduğu konusunda, Hz. Peygambere nispet
edilen merfu bir haberin
bulunmadığını
zikretmiştir. Bu durumda, Ateş'in de savunduğu gibi, Kur'an'ın ilk
muhataplarının cilbabın nasıl bir kıyafet olduğu hakkında problem yaşamadıkları
şeklinde yorumlanmasında bir sakınca yok gibidir. Her ne kadar cilbabın ne tür
bir giysi olduğu hakkında kayda değer bir bilgi olmasa da klasik tefsir
kitaplarında cilbabın mahiyeti hakkında pek çok görüşler zikredilmiştir. Bu görüşleri
şu şekilde şöyle özetlemek mümkündür:
"
Rıda': Baş örtüsünün üzerine örtülen ya da baştan ayağa kadar bütün bedeni
kapsayan uzun üstlük, baş örtüden büyük rıda' dan küçük çapta bol bir elbise, peçe,
kadının dış
kıyafeti
olarak giydiği bütün elbiseler, yüz ya da bedeni örten herhangi bir kıyafet,
çarşaf, kadının bütün bedenini örten tüm elbise çeşitleri, geniş kesimli ızar
ya da kamis veya baş örtüsü yani hımar.”[600]
Bu
konu ile ilgili olarak Derveze'nin görüşleri Ateş'in cilbab anlayışıyla
örtüşmektedir. Hatta Derveze âyette kullanılan ifade üslubunu hukuki olarak
görmekle birlikte, âyetin ruhu ve nazil olduğu ortamı da göz önüne alarak konu
ile ilgili hukuki olguyu şekli olmaktan çok kıyasi olarak görmüştür. Yani ona
göre mümin kadınlar fesatçıların eziyetinden korunmak için elbette özel bir
giysi biçimine sahip olmalıdırlar. Ancak âyetin nazil olduğu dönemde cari olan
giyiniş şekline bağlı kalmakta zorunlu
olmamalıdır.
[601] Bir kısım çağdaş
müfessirlerimiz ise, âyetin indirildiği ortam ve nüzul sebebi, metnin mantuku
ve amacı göz önünde bulundurulduğu taktirde, cilbab Mü'min kadınların Mü'min
olmayan kadınlarla bir arada yaşadıkları toplumlarda şâyet Mü'min kadınlar
iffet ve kimliklerini korumada zorluk çekip bir eziyete maruz kalıyorlarsa
cilbablarını üzerlerine almaları gerektiğini savunmuştur. Ancak, Duman,
toplumda kadınların tamamı mümin ve iffetliyse o beldede cilbab giymeye gerek
kalmadığı ve asli tesettürün yeterli olacağı kanaati benimsemiştir. Mümin
kadınlardan başka kadınların olmaması sebebiyle cilbab'a illet olarak gördüğü
“tanınma ve eziyet” probleminin ortadan kalkmasından dolayı cilbab için bir
sebep olmadığını savunmuştur.[602] Kimi çağdaş İslam hukukçuları
da, yukarıda değindiğimiz cilbaba sebep olan durum ve tarihi şartların değişmesiyle,
ya da cariyelerin kalmadığı bir
durumda,
yahut mümin kadınları ayırt edecek başka bir alamet bulunduğu zaman yani bir
başka toplumda başka alametle diğerlerinden ayrıldığı zaman cilbab emrinin
bağlayıcı olmaktan çıkacağı kanısındadır.[603]
Bütün bu yorumlar Ateş'in modern dünyada kadına bakış açısını desteklemektedir.
Zira Ateş, geçim şartlarının günden güne değişmesi sonucu gerektiğinde
kadınında evinin ve kendisinin zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kaldığı
durumların olabileceğine dikkat çekmiştir. Bu durumda kadın şer'i ölçüler içinde
evinin dışında, üniversitede, devlet daireleri gibi iş
yerlerinde
yabancı erkeklerle birlikte çalışabileceğini savunmaktadır. Hal böyle iken
kadını cilbab giyecek diye tepeden tırnağa gözleri dahi görünmeyecek şekilde
çarşafa büründürmeyi Ateş giyimde aşırılık olarak nitelendirmektedir. Nitekim
Ateş'de, zaman ve zeminin değişmesiyle de âyetin emrettiği örtünme ruhuna bağlı
kalınmakla birlikte giysilerin şekil ve renklerinin değişebileceği görüşünün
ağır bastığı görülmektedir.[604]
Çağdaş
alimlerimiz cilbab konusuna bu şekilde yaklaştıkları halde yukarıda da arz
ettiğimiz gibi, klasik tefsir kitaplarında kadının örtünmesi hakkında o kadar
ileri gidilmiştir ki, kadının yerine göre tek gözü haricinde her yerini
kapatması gerektiği savunulmuştur. Nitekim geleneksel anlayışa göre; “İDNA:
Yaklaştırmak demek ise de, âyette «J& ile kullanılması, kapsamak suretiyle
sarkıtmak manasını da ifade ettiğinden üzerinden sıkı örtmek demek olur.
Cilbabdan örtmek tabirinde de iki şekil vardır. Birisi
cilbablarından
birisiyle bütün bedenini sıkıca örtmek, birisi de bir cilbabın bir tarafıyla
başından yüzünü örtmek demek olur. Bu beyanda da iki suret vardır. Birisi
kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir
gözünü açık bırakmak, ikincisi de alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun
üzerinden
dolayıp
gözlerini ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen
örtmüş bulunmaktır.”[605]
Ateş'in
kanısına göre bu tutumun sebebi, örtünme konusunda zamanla daha titiz bir
anlayışın egemen olmasından kaynaklanmaktadır.[606]
Mütekaddim İslam bilginlerinden İkrime ise cilbab'ı boğazın çukurunu kapatıp
aşağı doğru sarkıtılan bir giysi olarak tanımlamıştır. Ateş de bu tanımdan
hareketle cilbab'ın boyundan aşağı salınan ve dış giysiyi kapatan bir örtü
olduğu şeklinde anlamıştır.[607] Şâyet hımarın üzerinden
örtülen cilbab tek göz hariç bütün vücudu kapatacak bir elbise olsaydı, Ateş'e
göre o zaman “Mü'min kadınlara söyle baş örtülerinini göğüs yırtmaçlarının
üstüne koysunlar” âyetinin anlamı kalmamış olurdu. Eğer cilbap bütün vücudu
kapatan bir elbise ise artık cilbab tan sonra baş örtüsünün emredilmesine gerek
kalmaz idi.[608]
Konu
ile ilgili olarak yapılan tartışmalardan birisini de Ahzab suresinden daha sonra
inmiş
olan Nur suresindeki şu âyetler oluşturmaktadır: “İnanan erkeklere söyle: “Bazı
bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir.
Şüphesiz Allâh, onların her yaptıklarını haber almaktadır. İnanan kadınlara da söyle:
“Bazı bakışlarını
kıssınlar,
ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler
hariç. Baş örtülerini (göğüs) yırtmaçlarının üstüne koysunlar. Süslerini
kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının
babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kardeşlerine,
yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerinin oğullarına, yahut
kadınlarına, yahut ellerinin altında bulunan(köle)lerine, yahut kadına ihtiyacı
bulunmayan erkek tâbi'lerine, yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan
çocuklara gösterebilir. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını
vurmasınlar. Ey mü'minler, topluca Allah'a tevbe edin ki felâha eresiniz.”[609]
Bu
âyetlerden de Kur'an'ın amacının “iffet ve namusun korunması, toplumun
nezihliğinin muhafaza edilmesi” olduğu net olarak anlaşılmaktadır. Bu sebeple
Kur'an kadın ve erkek ayırmaksızın müminlere iffet ve namuslarını korumalarını
bunun yolunu ise başkasının iffet ve namusuna göz dikmemekten geçtiğini
vurgulamaktadır. Zira Kur'an toplumun kötü düşüncelerden arınmasını nezih
davranışlar sergilemesi için önce erkeklere sonrada kadınlara iffet ve namus
hakkında hitapta bulunmuştur.
Bu âyette üzerinde durulması
gereken birkaç anahtar kelime bulunmaktadır. Bu
kavramlar üzerinde durulduğu zaman âyet
daha sıhhatli anlaşılabilecektir. Bu
kavramlar
“ziynet ve humr” kavramlarıdır. Ateş'de bunu bildiği için bu kavaramlar
üzerinde odaklanmış ve âyetleri bu kavramlara verdiği anlamlar açısından
yorumlamaya çalışmıştır.
j-^-
kelimesi jk^- kelimesinin çoğuludur. Örtmek anlamındaki j-k- kökünden
türetilmiştir. Ragıb'a göre genel anlamda kendisi ile örtünülen şeylere hımar denir.
Asıl
anlamı örtü demektir. Aklı örttüğü içinde Kur'an'da sarhoş edici şeye humur
demiştir[610] Fakat örfte kadının baş
örtüsünün adı olmuştur. Acaba bu kelime Kur'an'ın indiği dönemde de bu anlamı
kazanmış mıydı? Yoksa daha sonra mı bu kelimeye bu anlam verilmiştir? Ateş bu
sorunun cevabını bilmediğini söylemiştir.[611]
^-^ yaka
gömleğinin göğüs yırtmacıdır. “u^j-^ ^-^ u*j^ lHj^-^j”
“Örtülerini yakarının üzerine koysunlar” cümlesinde eğer j-*- kelimesi
özel anlamıyla değil de genel anlamı olan örtü manasında ise, âyette kadınların
örtülerini yaka yırtmaçlarını üzerine koymaları emredilmektedir. Bu durumda
saçtan ya da saçın örtülmesinden söz edilmemiştir. Buna göre âyette saçtan
değil de göğüsün örtülmesi emredilmiştir. Ancak, j^ kelimesine baş örtüsü
anlamı sonradan yüklenmemiş ve Kur'an'da da bu özel anlamda kullanmış ise ki,
Ateş de Kur'an'ın bu kelimeyi baş örtüsü anlamında kullandığı görüşünü
benimsemiştir. Bu takdirde Ateş'e göre, bu âyette kadınların baş örtülerini
yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmaları emredilmiştir. Dolayısıyla
Ateş' e göre, j-*- kelimesinden saçları örten baş örtüsü anlamına geldiği
anlaşılmaktadır. Zaten Kur'an'ın indiği dönemde hür ve özellikle aristokrat kadınların
başlarını örttükleri muhakkaktır. Kur'an'ın da bu anlamda kullanmış olma
ihtimali daha güçlüdür. [612] Zira Muvatta'da zikredilen
bir hadiste Abdullah b. Ömer'in eşinin abdest alırken “hımarını” yani baş
örtüsünü çıkarıp suyla başını mesh ettiği rivâyet edilmiştir.[613] Diğer taraftan Hz. Aişe'den
rivâyet edilen bir hadiste, “Allah ilk muhacir kadınlarına rahmet etsin! Onlar
hımarlarını yakalarının üzerine vursunlar âyeti indiği zaman yünden örülmüş
peştamallarının kenarlarını yırtıp kendilerine baş örtüsü yaptılar.”[614]
Tefsircilerin
nakline göre cahiliye kadınları da baş örtüsü kullanmışlardır. Fakat onlar
baş
örtüsünü yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar, yakaları önden
açılır, gerdanları ve gerdanlıkları açığa çıkacak şekilde örtünürlermiş.[615]
İçinde
yaşamış olduğumuz bu asırda kimileri Kur'an'ın bu emrini Peygamber döneminin
sosyo-kültürel şartları ile ifade ederken, bazıları da bu âyette geçen hımar
kelimesinin kökenini ve anlam çerçevesini ele alarak baş örtme anlamına
gelmediğini sadece boynu örtmek anlamına geldiğini savunarak baş örtüsü diye
bir emrin Kur' an' da bulunmadığını iddia etmişlerdir.[616]
Her
ne kadar İslam öncesi hımar kelimesinin baş örtüsü olup olmadığı konusunda
ihtilaflar olsa da, kanaatimizce zikrettiğimiz hadislerden anlaşılan en azından
ilgili âyetin indiği dönemde Müslümanlar hımarı başları örten bir örtü olarak bildikleri
anlaşılmaktadır. Bundan dolayı Kur'an'da geçen bu emrin Ateş'in savunduğu gibi
baş örtüsü anlamında olduğu görüşünü daha kuvvetli gibidir. Yapılan
tartışmaların ise, içinde yaşanılan toplumun siyasi, sosyal ve kültürel
etkilerin sonucunda oluşmuş olan olgu ile kişilerin inanmış oldukları
gerçeklikler arasında bocalamalarına bağlamanın daha doğru olacağı
inancındayız. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan problemlere kimi insanlar çözüm yolları
ararken ilgili nasların yeni bir bakış açısı ile yorumlanması gerektiğini
düşünmeleri sonucu farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun da doğal
karşılanması gerektiğini düşünüyoruz.
Konu
ile ilgili olarak ikinci bir problem ise kadınların yabancı erkeklere
göstermeleri haram olan yerleri Kur'an'ın “ziynet” tabiri ile kullanmasıdır.
Ziynet kelimesi hakkında çok çeşitli görüşlerin ileri sürüldüğü görülmektedir.
Bu görüşlere kısaca değinecek olursak kimileri ziynete taç, küpe, gerdanlık,
bilezik v.b. takılar, sürme kına v.b. elbise süsleri gibi şeyler olurken;
kimilerine göre de âyette zikredilen hal olmakla birlikte kastedilen mahal
anlayışında hareketle bu ziynetlerin takıldığı yerleri açmanın haram olduğudur.
Kimileri de kadının vücudunun her yerinin ziynet olduğu fikrini
benimsemişlerdir.[617]
Ateş
ise, ziyneti süs anlamında almıştır. Kelimenin manasını bu kadar geniş alması
sonucu, kadının takındığı takıların bu kelimenin kapsamına girebileceğini
demekle birlikte, kadının cazip yerlerinin de bu kapsama dahil olabileceğini
savunmuştur. Bu görüşünün sonucunda ziynetin gösterilmesi haram olmasından
dolayı ziynetin takıldığı yerinde gösterilmesinin haram olduğu görüşüne
varmıştır. Ona göre şâyet ziynet ile, giyilen elbise, yapılan süs, takılan takı
kastedilmiş ise, kendiliğinden görünen ziynetler bunun dışında tutulmuştur.
Tefsirler bunları; sürme, yüzük, kına, bilezik gibi şeyler olarak açıklamışlardır.
Bu noktadan hareketle Ateş, gizlenilmesi gereken ziynet eşyası olması durumunda
yani halhal, küpe bilezik, göğüs yırtmacı üstünde kalan ve baş örtüsü ile
örtülmesi emredilen gerdan ve takılar dışındaki takılar ve bu takıların
yerlerinin namazda açmak ne de yabancı erkeklerin bunları görmesi haram
değildir. Zira Kur'an 14* j4^i-^M “...kendiliğinden görünenler hariç...”
cümlesi ile kendiliğinden, yani normalde görünen ziynet eşyasını ve ziynet
yerlerini örtme dışında tutulmuştur. Abdullah b. Abbas da, bu cümle ile iki yüzün,
iki avucun ve yüzüğün
kastedildiğini
söylemiştir.[618]
Hz.
Ebu Bekir'in kızı Esma'nın rivâyetinden de bu anlaşılmaktadır. Esma , Peygamber
(s.a.v.)'in yanına ince bir elbise ile girmiş, Hz. Peygamber yüzünü öteye
çevirmiş:
“
Ey Esma, kadının ergenliğe erince şundan, şundan başkasını göstermesi doğuru
değildir” diyerek yüzünü ve avuçlarını göstermiştir.[619]
Ateş'e
göre şâyet yüz ve eller şâyet haram olsaydı, hacda kadının yüzünü örtmesi
haram
sayılmazdı. Çünkü ihramda yüzü örtmek haramdır. Bu sebeple Ateş hac zamanında
herkesin yanında açılması zorunlu olan yer diğer zamanlarda örtülmesi
gerektiğine inanmamıştır. Ateş bu görüşünü desteklemek ve kimilerinin kadının
bütün vücudunu ziynet kabul ederek gözünü dahi açmalarına izin vermeyen
anlayışı çürütmek için Taberi'den nakillerde bulunmuştur. Zira, A1^
j—L^ Lîl ile Taberiye göre görüşlerin en doğrusu âyetin bu kısmından ellerin ve
yüzün kastedilmiş olmasıdır. Yabancı erkeklerin kadının elleri ve yüzleri hariç
diğer yerlerine bakmaları haramdır.[620]
Ateş,
değişen şartlar gereği kadının da erkekler gibi çalışabileceğini,
okuyabileceğini kısacası toplum içinde etkin bir şekilde faaliyetlere
katılabileceği görüşündedir. Zira ona göre bu din fıtrat dinidir, zorluk
dilemez. Her zaman için ihtiyaçların giderilmesinde kolaylığı ön planda
tutmuştur. Ancak Ateş'e göre, bu çalışma ya da toplum içine katılıp toplumda
aktif rol oynaması kadına İslami ölçüleri aşma serbestliğini tanımamıştır.
Aslında Ateş'e göre, erkek için de aynı durum geçerlidir. Zira, erkek ve kadın
için kanun koyucu tarafından belirlemiş sınırları korumak şarttır. Bu sebeple
Ateş, bir işyerinde çalışırken kadın olsun erkek olsun kendisine nikah
düşebilecek karşıt cinslerden kimselerin bir odada yalnız kalmalarını tasvip
etmemektedir. Fıkıhta bir terim olarak geçen ve “halveti sahiha” denen bir
ortamın gerçekleşmemesi için tarafların ellerinden geldiği oranda çaba sarf
etmelerinin gerektiği görüşündedir. Tarafların birbirlerini tanıması ya da
tanımaması Ateş'e göre fark etmez. Asıl olanın tarafların birbirlerine nikahın
düşüp düşmemesidir. Ateş bu görüşlerine hadislerden çeşitli deliller getirerek
desteklemiştir.[621]
Ateş,
erkeler için ^-^ jj-^ IJ^Jj
f^jt^jl û^ Ij^İj ve kadınlar
içinde u* j’-^-f o-* j-A.^k: u^jj-s
u-k^kjj gibi âyette geçen ifadeli yorumlarken, erkek ve kadının
birbirlerini şehvetle bakmalarının haram olduğunu vurgulamıştır. Şâyet
bakışlarda şehvet yok ise, yani şehvet duygusu olmadan, tarafların birbirlerine
görmelerinde bir sakınca yoktur. Ateş, “Birinci bakışın zararı yoktur. İkinci
bakışın senin aleyhinedir” hadisini ise, şehvetle birbirinin arkasına takılarak
meydana gelen bakışlar olarak değerlendirmiştir. Zira âyetlerde de bakışların
tamamen değil kısmen kısılması emredilmiştir. Bununla birlikte fercin tamamının
korunması emredilmiştir. Çünkü Ateş'e göre şâyet tarafların birbirlerine
bakmaları tamamen nehiy edilmiş olsa idi, ferclerin tamamen korunması
emredildiği gibi bakışlarda tamamen yasaklanmış olması gerekirdi. Hâlbuki
âyetin metni û-^jj-s û— û ^A:
şeklinde “Ferçlerinizden bir kısmını koruyun” şeklinde
gelmemiştir.
Zira, ferc den kasıt ırzın tamamen korunması demektir. Bu sebeple Ateş, ne
erkeğin kadına, ne de kadının erkeğe kötü niyetle bakmasını caiz görmemiştir.
Fakat temiz niyetle birbirlerine bakmalarında ve konuşmalarında bir sakınca
olmadığını da dile getirmiştir. Ateş bu görüşüne delil olarak da, Hz. Peygamber
mızrak oyunu
oynayan
Habeşlileri seyrederken Hz. Aişe'nin de onun arkasından oyun oynayanları
seyretmesi hakkında varit olan hadisi nakletmiştir.[622]
Nitekim, Derveze de bu konuda Ateş gibi düşünmüş, bu âyetlerin kadının ilim
öğrenmesine, sosyal, siyasi ve ticari faaliyetlerde bulunmasına engelleyici bur
hükmün olmadığını vurgulamıştır.[623]
Ateş'e
göre Kur'an örtünmek için belirli bir kıyafet tayin etmemiştir. Zira, kılık
kıyafet zamana göre değişebilir. Ateş bu sosyal olguyu iyi bildiği için
örtünmede temel ilkenin hangi kıyafetin giyileceği değil, nasıl bir kıyafetin
giyileceğinin önemli olduğunu vurgulamıştır. Ateş'e göre, Kur'an'ın dediği
biçimde vücudu örten elbiseler giyilmelidir. Bu, zamana göre çarşaf da olabilir
bir başka elbise de. Önemli olan Kur'an'ın çizmiş olduğu şekilde örtünme
gerçekleştirilmesidir. Zira burada Ateş'e göre, Kur'an ölçüyü vermiş, kişiler
ise bu ölçülerde istedikleri kumaştan elbise dikip giyebilirler. Ateş bu
görüşleri belirtmekle birlikte makbul olanın da toplumda yadırganmayan elbise
olması gerektiğini de vurgulamıştır.[624]
Konu ile ilgili olarak Deveze, Ateş'den farklı düşünmemiştir. Aksine âyete
geçen örtünme emrinden tek tip bir giysi şeklinin anlaşılamayacağını
vurgulamıştır. Derveze'ye göre bu âyetten çıkarılacak en önemli sonuç Kur'ani
hedefin iyice anlaşılmasıdır. O'na göre bu hedef'de, giyside fitneye sebebiyet
verecek bir durumun olmamasına ve kadınların giyinişlerinde gösterişli olmamalarıdır.[625]
Konu
üzerine yapmış olduğumuz bu çalışma neticesinde tartışmaların erkeğin giyim
kuşamından daha ziyade kadınların giyim kuşamı üzerinde cereyan ettiği
anlaşılmaktadır. Kanaatimizce konunun tartışılması gereken başka bir boyutu
olan ve erkeklere hitap eden ^-^kj-^ lj kAij ^a j’_^J 'j^^ âyetin bu kısmıdır. Ancak bu ilgili kısmının
yüzeysel olarak yorumlanarak geçildiği kanaatindeyiz. Görülen odur ki, fitne
bahanesi ile kadınların yüzlerinin dahi açılamayacağını savunan pek çok İslam
alimi olmuştur. Hâlbuki bu kısıtlama Allah'ın helal kılmış olduğu hakların
kadının elinden
alınmasından
başka bir şey değildir. Bu durum sanki bir kimsenin evine hırsız girmiş de, ev
sahibi evinin güvenliğini tam olarak sağlamadığı için hırsız yerine ev sahibini
cezalandırmaya benzemektedir. Hırsızın bu konuda hiç mi günahı yoktur! İslam
kadına harama bakmasını yasaklarken, konumuzla ilgili âyette kadından önce
erkeğe bu yasağı koymuştur. Fitne döneminde de kadının, erkeklerin yapacağı
serkeşliklerden ötürü sanki hakları gasp edilmiş ve bütün sorumluluk kadına
yüklenmiş görülmektedir. Avret yeri şeklinde isimlendirilen ve örtülmesi kesin
olarak emredilmiş yerleri yabancı erkeklere gösteren kimseler için elbette
sorumluluk vardır. Ancak aynı sorumluluk bu gibi kimselere bakanlar için de
geçerlidir. Zaten Ateş de bunun farkında olduğu için tartışmanın bu kısmını uzun
uzadıya değerlendirmiştir. Ateş'i de klasik tefsir
anlayışlarından
uzak kılan bu gibi yorumları olsa gerektir.
Ateş'in tefsiri, tefsirindeki metodu ve kaynakları
hakkındaki genel
değerlendirmelerimizi,
birinci bölümde eserleri başlığı altında tefsirini tanıtırken yaptık. Burada
ise sadece Ateş'ten olumlu yada olumsuz etkilenenler ve Ateş'in görüşlerine
yapılan eleştirler açısından genel bir değerlendirme yapacağız.
Ateş'in
tefsirindeki bazı kendisine has görüşlerinden dolayı reddiye niteliğinde bir
kısım eserler yazılmıştır. Örneğin, Yılmaz Yiğit ve Mehmet Ergene tarafından
kaleme alınan “Çağdaşlık mı?inhiraf mı?” isimli kitap da, Ateş'in Peygamberlerin
ismeti,
cehennem
azabının ebediliği, şefaat, nasih mensuh, ehl-i Kitap v.b. konulardaki
görüşleri araştırılıp tenkit edilmiştir.[626]
Yine Süleyman Hatipoğlu tarafından kaleme alınmış olan “Ateş Ateşle
Oynuyor”” isimli eserde de, Ateş'in Ehl-i Kitap'ın cennete girip
giremeyeceği konusundaki görüşlerini hakarete varacak derecede kıyasıya
eleştirilmiştir.[627] Bir tıp doktoru olan Orhan
Kuntman ise, “Çağdaş Tefsirdeki Çelişkiler” isimli eserişinde Ateş'in
bir çok konudaki görüşlerini eleştirmiştir.[628]
Ateş
âyetleri yorumlarken Kur'an merkezli bir metot takip etmesi sebebiyle bir takım
sahih diye bilinen hadisleri tenkide tabi tutmasından dolayı çeşitli
eleştirilere maruz kalmıştır. Örneğin, Buhari'nin naklettiği bir hadiste Hz.
Peygamber kendine daha önceki peygamberlere verilmeyen beş şeyin verildiğini belirtilmektedir.
Bu beş şeyden biri de daha önceki peygamberlerin yalnız kendi kavmine, Hz.
Peygamber'in ise bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş olmasıdır.[629] Ateş, “Biz seni ancak bütün
insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu
bilmezler,”[630] âyeti
münasebetiyle bu hadisi incelemiştir. Ateş'e göre bu âyette geçen <^
kelimesi ism-i fail ve sonundaki »'da mübalağa için olabilir. Bu taktirde
âyetin manası “Biz seni insanlara küfürden men edici, müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler,” şeklinde olur. Nitekim
Ateş'e göre “(Ey Muhammed) Biz seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik,”[631] âyeti de bu manayı
desteklemektedir. Ateş, bir kısım
müfessirlerin
<^ kelimesine “hepsi” anlamını verdiklerini söylemiş, ancak bu anlamın
âyetin siyakının birinci yorumu güçlendirdiğini savunmuştur. Ateş, <-^
kelimesi hakkında bu yorumları yaptıktan sonra yukarıdaki hadisi şöyle eleştirmiştir:
“Bu hadis böyle rivâyet edilmiştir ama bu tür rivâyetler, Hz. Muhammed'in
(s.a.v.) daha önce uyarılmamış, kendilerine elçi gönderilmemiş olan bir kavme,
kendi dilleri ile Allah'ın buyruklarını izah için gönderildiğini bildiren
âyetlerin nassına uygun düşmemektedir. Bu âyetlerden dolayı biz, 2—A
kelimesini, hepsi anlamına değil, men edici anlamına geldiğini tercih
ediyoruz.”[632]
Bu tutumu sebebiyle pek çok eleştiri de almış, kimilerince
hadisleri kendi heva ve hevesine göre reddeden biri olarak değerlendirilmiş,
aleyhinde bir çok makale ve kitaplar yazılmıştır. Nitekim, Yavuz Göktaş '“Diyanet
ilmi” dergisinde yazmış olduğu bir makalesinde Ateş'in tefsirindeki bazı
hadisleri tenkidini konu edinmiş ve Ateş'i eleştirmiştir. Ateş'in yukarıdaki hadis
hakkında yapmış olduğu yorum ve kelimesine vermiş olduğu anlam sebebiyle,
Ateş'i uzun uzadıya tenkit etmiş ve müfessirin ne tefsirindeki meal kısmında ne
de müstakil olarak yazmış olduğu meallerde ilgili âyette geçen <^ kelimesine
“men edici” manasını vermediğini, “hepsi” manasını verdiğini, bunun da dikkate
değer bir durum olduğunu ifade ederek Ateş'in kendi içinde çeliştiğini
ispatlamaya çalışmıştır.[633]
Ateş'in
İslami Araştırmalar dergisinde yayımlanan "Cennet Kimsenin Tek
Elinde Değildir” makalesine, aynı derginin bir sonraki sayısında Talat Koçyiğit
“Cennet Mü'minler'in Tekelindedir” isimli makalesiyle çeşitli
eleştirilerde bulunmuş, Ateş de aynı derginin bir başka sayısında Talat
Koçyiğit'e, “Cennet Tekelcisi mi” isimli makalesiyle yanıt vermiştir.[634] Ateş'e yukarıda
naklettiklerimiz haricinde pek çok kimse tarafından eleştiri ve tenkitler
yapılmıştır. Konuyu daha fazla uzatmamak için bu kadar ile yetineceğiz.[635] Ateş'den etkilenmiş bir çok
çağdaş düşünürümüz de vardır. Nitekim Ateş'in tefsiri bir çok çalışmada kaynak
olmuştur. Örneğin, Diyanet Vakfı tarafından Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof.
Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş'e
yazdırılan “Kur'an Yolu” isimli tefsirin mukaddimesinde Ateş'in
tefsirinin de kaynak olarak kullanıldığı bildirilmektedir[636]
Bir başka Çağdaş İslam bilgini olan Bayraktar Bayraklı'nın halen yazımına devam
ettiği “Yeni bir Anlayış Işığında Kur'an Tefsiri” isimli eserinde yer
yer Ateş'in tefsirinden de istifade ettiği görülmektedir[637]
Ateş'den etkilenenlerin beklide başında Yaşar Nuri Öztürk gelmektedir. Zira
Öztürk, pek çok konuda Ateş'in etkisinde kalmış ve Ateş'den zaman zaman övgü
ile söz etmiştir. Örneğin Reenkarnasyon ile ilgili olarak Ateş'den oldukça
etkilendiği görülmektedir.[638] Öztürk, reenakarnasyonla
ilgili olarak Mü'min suresinin 11'inci âyetini yorumlarken Ateş'den uzunca
alıntılar yapmış,[639] Reenkarnasyonun
münkir her beşer için mutlak olarak şart olmadığını ifade etmiştir.[640]
Ateş'in
tefsiri Milliyet Gazetesince halka promosyon olarak dağıtıldığı zaman pek çok
ilahiyatçı Ateş'in eserinden istifade ettiklerini dile getirmişlerdir.[641]
Yapmış
olduğumuz bu çalışmaya göre diyebiliriz ki, Ateş engin bir bilgi birikimine
sahip bir müfessirdir. Bu sebeple ondan pek çok kişi etkilenmiştir.
Kanaatimizce Ateş, Cumhuriyet dönemi Türk tefsir tarihinde en önemli sıçrama
noktalarından birini teşkil etmektedir. Bu sebeple ondan menfi ve müspet yönde
etkilenen pek çok kimse olmuştur. Pek çok kimse Ateş'i zaman zaman ağır bir
üslupla eleştirseler de, bu bu eleştirilerin Ateş'in ilmi kişiliğine hiçbir
zarar vermeyeceği gibi onun değerini de düşürmeyeceği kanaatindeyim.
Tanzimat’tan
bu yana çağdaşlaşma ve modernleşme sürecinde bulunan İslam dünyasının pek çok
yeni problemle karşı karşıya kaldığı görülmüştür. İslam toplumlarının sıhhatli
bir şekilde gelişip medenileşebilmesi için, bu problemlere çözüm önerileri
sunulması öteden beri süregelen bir gelenektir. Bu bağlamda, İslam
bilginlerinin çağdaş problemleri sebep-sonuç ilişkisi içinde ele almaları,
kanaatimizce yapılması gereken bir faaliyet olmuştur.
Bu
düşünceden hareketle biz de bu çalışmamızla, Çağdaş İslam Düşüncesi'nin
ne olduğunu önce tanıdık ve İslam dünyasının yüz yüze kaldığı çağdaş
problemleri ve kaynağını, sebep-sonuç ilişkisi içinde tespit ettik. “Tefsir
Bilim Dalı ” ile alakalı olması sebebiyle problemlere Kur' an âyetleri
ekseninde ortaya konan çözüm önerilerinin neler olduğunu, problemlere farklı
açılardan çözüm önerileri sunma gayreti içinde gördüğümüz Süleyman Ateş'in “Yüce
Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri” örneğiyle gerçekleştirdik.
Bu
çalışmamız sonucunda, Çağdaş İslam Düşüncesi ve kültürel arka planını
tanıdık. Çağdaşlaşma sürecinde ortaya çıkan problemleri sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde tespit etme açısından büyük ölçüde hedefimize ulaştığımızı gördük.
Ele aldığımız bu problemlere Ateş'in getirmiş olduğu çözüm önerilerini
incelediğimizde, kimi konularda Ateş'in orijinal fikirlere sahip olduğunu, kimi
konularda ise bazı İslam düşünürleri ile büyük ölçüde aynı görüşleri
paylaştığını tespit ettik.
Ateş'in,
nesh konusunda geleneksel görüşe muhalefet ettiği, bununla birlikte bazı
noktalarda neshi kabul etmeyenlere de muhalif olduğu, Kur'an'ın kendisinden
önce inmiş olan ilahi kitapları nesh etmediği, aksine onları tasdikleyici
olarak gönderildiği kanaatinde olduğunu gördük. Kur 'an 'm Tarihselliği
konusunda, bazılarının iddia ettiği gibi Kur'an'ın tamamen tarihsel olmadığını;
ancak bir takım âyetlerin nazil olduğu tarihi çerçeve ile sınırlı olduğu, Durumsallık
konusunda ise Celal Kırca'nın konu ile ilgili makalesinin tamamına yakınını Kur'an
Ansiklopedisi isimli eserinde aynen naklettiği için durumsallığı bir
yöntem olarak benimsediği ve Celal Kırca ile aynı kanaatte olduğu sonucuna
vardık.
Kelâmî
ve sosyal bir takım çağdaş problemlerle alakalı konularla ilgili olduğu
düşünülen ayetleri, Ateş'in geleneksel anlayıştan farklı yorumladığını gördük.
Mesela, Kur'an ile amel etmese de Ehl-i Kitab 'ın cennete gideceğinin
muhtemel olduğu, evrim konusunda, bilinen geleneksel anlayışın aksine
Hz. Âdem'in ilk insan olmadığı, çamurdan yaratılmadığı, Hz. Âdem'in ilk
peygamber olmadığı, evrim anlayışına rağmen, türler arasında bir evrimin
olmadığı; ancak cinsler arasında bir evrimin olduğu, Hz. Âdem'in içinden
çıkarıldığı cennetin terim anlamında ebedi kurtuluş mekanı olan Cennet
olmadığı, aksine yeryüzünde yüksek bir yerde bol yeşilli ve ağaçlı bir bahçe
olduğu düşüncesini benimsediğini tespit ettik.
Ateş,
Şefaatin varlığını kabul etmekle birlikte, her önüne gelene şefaat
edilmeyeceğini savunmuş; geleneksel şefaat anlayışının aksine büyük günah
işleyen kimselere, tövbe etmedikleri müddetçe, hiçbir şefaatin fayda
vermeyeceği görüşünü benimsemiştir. Tenasüh ile Reenkarnasyonu
bir birinden ayırmış; tenasüh inancını, günahkar insan ruhunun hayvan
bedenine geçmesi olarak tanımlamış ve bu inancı şiddetle reddetmiştir. Reenkarnasyonu
ise, günahkar bir insanın ruhunun, kemale ermek için başka bir zaman da bir başka
insan şeklinde dünyaya gelme olarak tanımlamış, bu inancın kesin olmamakla
birlikte, bir takım ayetlerden anlaşılabileceğini söylemiştir.
Ateş,
faiz ile ribayı bir birine eşit olarak görmemiş, aşırı faizleri
ve fakirlere ihtiyaç karşılığında verilen şeyden alınan fazlalığı haram faiz
olarak değerlendirmiştir. Haram faizin vadeli alışverişlerde
gerçekleşebileceğini; ancak iş kurmak vb. şeyler için alınan kredilerden cüzi
bir miktar fazlalık alınabileceği sonucuna varmıştır. Piyango konusunda
ise, geleneksel anlayışın piyangoyu meysire kıyasla haram gördüğünü
nakletmiş; ancak piyangonun bir çok açıdan meysire benzemediğini
ispatlamaya çalışmıştır. Dolayısıyla meysire kıyaslanamayacağını
düşünerek piyangonun caiz olduğu kanısına varmıştır. Ateş, kul ve insan
olarak kadın ile erkeğin eşit olduğunu özellikle vurgulamıştır. Erkeğin kavvamlığını
yaratılışın tabiatından gelen ve bütün toplumlarda erkeğin “aile reisi”
olarak görülmesine bağlamıştır. İki kadının şahitliğinin bir erkeğin
şahitliğine denk tutulmasını ise, sadece ekonomiyi bilmeyen kadınlar için
geçerli olabileceğini, diğer konularla ilgili şahitliklerde kadın ve erkeğin
eşit olduğunu dile getirmiştir. Miras hususunda geleneksel görüşün
aynısını savunmuştur. Birden fazla kadınla evlenmeyi ise, çeşitli şartlara
bağlamış, bu şartların gerçekleşmesi durumunda birden fazla evliliğin caiz
olabileceğini söylemiştir. Giyim-kuşam konusunda kadınların aşırı derecede
yıpratıldığını, bu anlayışın Kur'an'la bağdaşmadığını, Kur'an'da sadece avret
yerlerini uygun bir şekilde örtmenin emredildiğini özellikle vurgulamıştır.
Kadınlara çarşaf giydirmeye ve gözleri kapalı olacak derecede onları örtmeye
dair Kur'an'da bir ayetin olmadığını sık sık dile getirmiştir. Kadın sesinin
haram olmadığını, iffetini koruması kaydıyla kadının kendisine uygun işlerde
çalışmasında da bir sakınca görmemiştir.
Bu
çalışmamızdan edindiğimiz sonuç, problemlere çözüm önerileri sunmanın kolay bir
şey olmadığı, İslam dünyasının geri kalmasında, geleneği körü körüne taklit
etmenin ve taassubun önemli etkisinin olduğudur. Sosyal problemlerin çözümü için
iki önemli adımın atılması bizce önemlidir. Bu adımların ilki taklit ve
taassubun terk edilmesi ikincisi ise, Kur'an'ın sahih sünnet ve aklı selim
ışığında yeni bakış açılarıyla yorumlanmasıdır. Ateş'in “Yüce Kur'an'ın
Çağdaş Tefsiri”de bunu yapmaya çalıştığını, çağdaş problemlere Kur'an
merkezli yorumlarla çözüm önerilerinde bulunduğunu söylemek gerçeğin ifadesi
olacaktır.
A'CLUNİ, İsmail b. Muhammed; Keşf ul-Hafa, Dar'ul-
Kutub'ul-İlmiyye, Beyrut,
1988,
ABDU'L-HAMİD, Muhammed Muhyi'd-Din;
el-Ahvalu'ş-Şahsiyye fi Şeraiti'l- İslamiyye, el- Mektebetü'l-İlmiyye, Beyrut
2003
AKDEMİR, Salih; “Tarih Boyunca ve
Kuran'ı Kerimde Kadın”, İslami Araştırmalar, c. 5, Sayı 4, Ekim 1991, s.
260-270; “Cumhuriyet Döneminde Yayınlanan Türkçe Telif ve Tercüme Tefsirler
Üzerine Bir Değerlendirme”, İslami Araştırmalar, c. 2, Sayı 8 Ağustos 1988, s.
17-34.
ALGÜL, Hüseyin, Kur'an'ı Nasıl
Anlamalıyız? Tartışmalı İlmi Toplantı, Rağbet Yayınları, İstanbul 2002, s.
155-157.
ANABRİTANİKA;
Çağdaşlık mad., Ana Yayıncılık, c. 20, İstanbul 1988, s. 520.
APAYDIN, Yunus; Piyango Maddesi,
İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, M.Ü.İ. Fak. Vakfı
Yayınları, c. 3, İstanbul 1997, 556-557.
ARSAN, Adnan; “Geleneksel Ekolün
Modernizim Eleştirisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları”, İslam ve Modernleşme,
İSAM, İstanbul 1997, s.56-58.
ATALAY
, Orhan; 20. Yüzyılda Tefsir Akımı, Beyan Yayınları,İstanbul 2004.
ATAY,
Hüseyin; Kur'an'da ki İlkeler, Atay ve Atay Yayımcılık, Ankara 1999.
ATEŞ, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul 1988, c.I-
XII.
Kur' an Ansiklopedisi, Kur'an Bilimleri Araştırma Vakfı, İstanbul
1997, c.I-XXX
Kur'
an'da
Nesh Meselesi, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004.
İslam'a İtirazlar, Kur'an'ı Kerimden
Cevaplar, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004.
Kur' an Nizamı, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004.
Kur' an Prensipleri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2003.
İşâri Tefsir Okulu, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul 1998.
İnsan ve İnsanüstü, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul 2003.
İslam 'da Kadın Hakları, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul
2000.
Kur'an'ın Işığında Sorular ve
Cevaplarla İslam, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004, c.I-III.
Hac Rehberi, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul
1993.
Hatip lere Hutbeler, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1996.
Yeni İslam İlmihali, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul 1996.
Müslüman'ın
Cep Kitabı, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1996.
İslam Tasavvufu, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul 1992.
Kur'an -ı Kerimin Evrensel Mesajına
Çağrı, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1990.
Kur'an'ı Kerime Göre Evlenme ve Boşanma
ile İlgili Âyetlerin Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998.
Kur' an'ın Hedefleri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, Ts.
Din ve Vicdan Özgürlüğü , Yeni Ufuklar,
İstanbul 1997.
Hz.
Muhammed'in
Getirdiği Ekonomik Düzen, Yeni Ufuklar, İstanbul, Ts.
Kur' an Meleğin Vahyidir , Yeni Ufuklar, İstanbul 1997.
Allah Katında Din İslam'dır, Basım evi yok,
Byy. 1968.
Sülm
i
ve Tefsiri (Doktora Tezi), Basım evi yok, Byy. 1969.
“Cün
eyd-i
Bağdadi ve Mektupları, Basım evi yok, Byy. 1970.
Gerç ek Din Bu 1, 2, Yeni Ufuklar Neşriyat,İstanbul 1992.
Açıkl amalı Büyük Dua Mecmuası, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul 2005.
Tefsi r Dersleri, İmam Hatip Liseleri için, Basım yeri ve
tarihi yok.
Din
Dersleri,
Basım yeri ve tarihi yok Lise 2'inci sınıflar için ders kitabı.
Görü
nmez
Âlemin İzleri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2005.
İslâ m’da Güncel Tartışmalar, Vatan Yayınları, İstanbul
2002.
Cüm
le
Meâli, Milliyet Yayınları, İstanbul 2002.
Kur’ ân-ı Kerîm’e Göre Hz. Muhammed,
Milliyet Yayınları, İstanbul 2002, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2005.
Kur’ ân’da Peygamberler Tarihi, Vatan Yayınları, İstanbul
2002.
Kur’ ân-ı Kerîm’e Göre Büyü, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul Ts.
Die
Geistige Einheit der Offenbarungsreligionen, İlâhî Dînlerin
Ruh Birliği, (Almanca, Çev: Abdullah Takım), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul
1998.
Die
Ziele des Korans, (Kur'ân-ı Kerîm'in Hedefleri’nin çevirisi, Almanca,
Çev: Abdullah Takım), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998.
99
Soruda
Kur’ân-ı Kerîm, Radikal Yayınları, İstanbul 1997
Mak aleler, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, Ts.
Nam az Sûrelerinin Tefsîri, Yeni UfUklar Neşriyat,
İstanbul, Ts.
Yeni
den
İslâm'a, İstanbul, 1996, 1-2 cilt
Müsl üman'ın Cep Kitabı, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul
2000.
Kur’ân-ı Kerîm Tefsîri, (Yüce Kur'an'ın Çağdaş
Tefsîri'nin özeti). Hürriyet Yayınları, İstanbul 1999-2000.
İnsan Hakları, Bilgi Vakfı, Ankara 1994.
Mahabbetullah,,
Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1997
Müzekkirâtü't-Tefsir, Tefsiru Süratey'r-Rad
ve'l- Haşr, İmam Muhammed
Üniversitesinde okutmuş olduğu basılmamış tefsir notları, Ts.
Müzekkiratü't-Tefsiru Suretey' l- İsra ve' l-
Kef, İmam Muhammed Üniversitesinde okutmuş olduğu basılmamış tefsir notları,
Ts.
Tis'atü Kütüb fi Usuli't-Tasavvuf li Ebi
Abdirrahman es- Sülemi, Dirase, Beyrut 1414/1993.
Süalatü
Ebi Abdirrahman es- Sülemi li'd-Darekutni, Dirase, Riyad 1991.
r”,
AÜİF Dergisi, Sayı 14, Ankara 1966, s. 235-244.
“Üç Müfessir Bir Tefsir”, A.Ü.İ.F. Dergisi,
Sayı:18, Ankara s.85-104.
“İmamiyye Şia'sının Tefsir Anlayışı”,
A.Ü.İ.F. Dergisi, Sayı: 20, Ankara 1975, s.147-172,
“Kur'an'ı Kerime Göre Evrim Teorisi”,
A.Ü.İ.F. Dergisi, Sayı: 20, Ankara 1975, s.127-146,
“Hz. Muhammed'in Getirdiği Ekonomik
Düzen”, A.Ü.İ.F. İslami İlimler Enstitüsü Dergisi, Ankara 1980, s. 79-95.
“Müslüman Türkler Hiçbir Kavme
Zulmetmemiş”, A.Ü.İ.F. Dergisi, Ankara 1983, s. 765-778,
“Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir”,
İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı 1, Ankara 1989, s.7-24.
“Cennet Tekelcisi mi?, İslami
Araştırmalar, c. 4, Sayı 1, Ocak 1990, s. 2837.
“Kur 'an ve Sünnet Işığında Abdestte
Ayakları Meshetme veya Yıkamanın Hükmü”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 3,
Sayı 1, Ankara 1990, s. 29-37.
“İslam'ın Kadına Getirdiği Haklar”,
İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 5, Sayı 4, Ankara 1991, s. 320-327.
“İslam Araştırmalarında Yerleşik Bazı
Terimlerin Sağlık Derecesi”, Günümüz Din Bilimleri Araştırmaları Sempozyumu,
Samsun 1989, s. 207-228.
“İslami Araştırmalarda Tercüme Eserlere
Güven Sorunu,” Günümüz Din Bilimleri Araştırmaları Sempozyumu, Samsun 1989, s.
3-13.
“Bazı Âyetleri Müteşabih olan Kitab
Kur'an mıdır?”, Tefsirin Dünü ve Bugünü Sempozyumu, 22-23, Ekim 1992,
niyet
Tecdidi Şarttır”, Din Şurası, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1993,
“Ahmet Hamdi Akseki'nin Namaz Sureleri
Tefsiri”, Ahmet Hamdi Akseki Sempozyumu, Antalya 1994.
“El- Kur'an'u Kelamullahi Yuvafiku'l-
Akle ve'l-İlme ve Yüeyyiduhuma”, Riyad, Davha Dergisi, Sayı 671, 1398 h. / 1978
m., s. 20-2.
“Kitabun
fi Makali: Ulumu'l Hadis ve Tarihihi”, Riyad, Davha Dergisi.
Sayı 1074, 1987, s. 40-41.
“Et- Tevcihu'l- İlmiyyü fi'l-
Kur'an'i'l-Kerim”, İmam Muhammed Üniversitesi, Yüksek Hukuk ve Davet Fakültesi
Dergisi, Suudi Arabistan, 1985.
“Mekanatü'l- İlmi fi'l-İslam”, Suudi
Arabistan İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Dergisi,
“Örtünme”,
Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1997.
“Süle mi, Tasavvufta Fütüvvet”, Tenkitli tercümesi.
Basılamamış.
“Tas avvufiın Ana İlkeleri” (Sülemî Risaleleri), Basım evi
yok. Ankara 1974.
ATİK, M. Kemal; İslami Kavramlar, Ehl-i
Kitap Maddesi, Sema Yazar Gençlik Vakfı Yayınları, Ankara 1997, s.204-206.
BAĞÇECİ, Muhittin; Şamil İslam
Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, c. 6, İstanbul 1994, s. 17-18,
BARDAKOĞLU,
Ali; Faiz Maddesi, İslamî Kavramlar, Sema Yazar Gençlik Vakfı
Yayınları, Ankara 1997, s. 233-235.
BAYRAKLI, Bayraktar; Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur'an Tefsiri, İşaret Yayınları, İstanbul 2001.
BAYRAKTAR, Mehmet; İslam Düşünce
Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir, 1999.
BÂZERGAN, Mehdi; Kur'an'ın Nüzul
Süreci, Fecr Yayınevi, Birinci Baskı, Ankara 1998.
BEHİY,
Muhammed; İslami Direniş ve Islahat, Ekin Yayınları, İstanbul 1996.
BERKES
, Niyazi; Türkiye'de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, Ankara 1973.
BİGİYEF, Musa Carullah; Uzun Günlerde
Oruç, (Sağ: Yusuf Uralgiray), Ankara 1975; Halk Nazarına Bir Nice Mesele ,
Kazan 1912.
BİLGİ,
Mücahit; “ Milliyetçilik Ve Cemaatlerin Din Söylemleri”, İslamiyat, c. 4, Sayı
BİLMEN, Ömer Nasûhi; Hukuku İslamiyye
ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul, Ts.,
BOLAY, Süleyman Hayri; Hz. Âdem
Maddesi, İslam Ansiklopedisi; T. D. V. Yayınları, c. 1, s. 360-362.
BUHARİ;
Mezalim, 30;
BULAÇ,
Ali; “Makasıdu'ş-Şeria Bağlamında Kadının Şahitliği” İslami Araştırmalar, c.
5,
Sayı 4 Ekim 1991,
s.297-309.
CARRA DE VAUX; Tenasüh Maddesi, İslam
Ansiklopedisi, M.E. Basımevi, c. 12/1, İstanbul 1974, s. 158-159.
CERRAHOĞLU
, İsmail; Tefsir Usulü, TDV Yayınları, 10. Baskı, Ankara 1995.
CEVİZCİ,
Ahmet; Felsefe Sözlüğü, Paradiğma, İstanbul 1999.
CEVZİYYE , İbn Kayyım; Zadu'l-Maad,
(Çev.: Mehjmet Erdoğan) c. 5, İklim Yayınları İstanbul 1990.
CÜNDİOĞLU
, Dücane; Kur'an'ı Anlama'nın Anlamı, Kitabevi, İstanbul 1998.
ÇAĞRICI, Mustafa; Hayrettin Karaman, , İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin
Gümüş;Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2004,
ÇAVİŞ;
Abdülaziz, Anglikan Kilisesine Cevap (Çev: Mehmet Akif Ersoy, Sad:
Süleyman Ateş) Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara Ts.
ÇİÇEK,
Yakup; Bünyamin Açıkalın; “Türkiye İlahiyat Fakülteleri Tefsir Ana Bilim
Dalı Öğretim Elemanları Biyografileri” İstanbul 2000.
ÇİFTÇİ
, Adil; Fazlur Rahman ile İslam'ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat, Ankara 2000.
DEMİR,
Şehmus; Kur'an'ın Yeniden Yorumlanması, İnsan Yayınları, İstanbul 2002.
DERVEZE, İzzet; et-Tefsirü’l Hadis(Tercüme:Vahdettin
İnce), Ekin Yayınları,
Birinci Baskı, İstanbul 1998.
DEVELİOĞLU, Ferit; Faiz Maddesi,
Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi Yayınları, On Dokuzuncu
Baskı, Ankara 2002.
DİHLEVİ, Şah Veliyyullah;
Hüccetullahi'l Baliğa, (Çev.: Mehmet Erdoğan), Yeni Şafak Yayınları, İstanbul
2003.
DÖNDÜREN,
Hamdi; Ticaret ve İktisat İlmihali, Erkam Yayınları, İstanbul 1993.
DUMAN, Zeki; Kur'an'ı Nasıl
Anlamalıyız? Tartışmalı İlmi Toplantı, Rağbet Yayınları, İstanbul 2002,
171-175.
Beş Surenin Tefsiri, Feci,r Yayınevi, Birinci
Baskı, Ankara 1999,
Dum
an; “Kur'an da Örtünmenin Temel Sınırı”, İslamiyat, c. 4, Sayı 2, Nisan-
Haziran 2001, s. 35-52.
EBU
HANİFE; Fıkh-ı Ekber Şerhi, (Çev.: Ahmet Kara Davut), Akçağ Yayınları,
Ankara 1983.
ESED,
Muhammed; Kur’an Mesajı Meal Tefsiri, Beşinci Baskı, İstanbul, 1999.
FAZLUR RAHMAN; İslam ve Çağdaşlık
(çev.: Alparslan Açıkgenç ve Hayri Kırbaşoğlu), Ankara Okulu Yayınları, Ankara
1996; Rahman, Fazlu'r-; İslamî Yenilenme (Makaleler n) (Çev.: Adil Çiftçi) ,
Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1999.
FİRÛZÂBÂDÎ, El- Allâme el-Lugavî
Meciduddin b. Ya'kub; el-Kâmus'l-Muhît, Müessesetu'r-Risâle, Beyrut 1987.
GÖRENER,
İbrahim; “Edebi Metin Araştırmalarının Tabiatı ve Dini Netin Olarak
Kur'an” Basılmamış Makale, Kayseri 2005.
GÖRMEZ , Mehmet; “İlahi Dinlere Göre
Baş Örtüsü”, İslamiyat, c.: 4, Sayı: 2, Nisan- Haziran 2001, s. 19-34.
GÜNDÜZ, Şinasi; Din ve İnanç Sözlüğü,
Vadi Yayınları, Afrodit Maddesi, Birinci Baskı, Konya 1998, s. 18.
GÜNEŞ,
Abdulbaki; Akli Tefsir Hareketi, Ahenk Yayınları, Van 2003.
HANÇERLİOĞLU,
Orhan; Toplum Bilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986.
HATEMİ, Hüseyin; “Modern Mahrem ve
İslam'ın Kadına Bakışı”, İslami Araştırmalar, c. 5, Sayı 4, Ekim 1991,
s.328-331.
HATİPOĞLU, Haydar; Süleyman Ateş Ateşle
Oynuyor-Reddiye-, Mesaj Yayıncılık, Ankara 1990.
HİLMİ EFENDİ; Hacı Muhammed, Divan-ı
Sırri ( Sad: Çev: Süleyman Ateş), Basım evi yok. Ankara 1976.
HOCAOĞLU
, Durmuş; İslam ve Modernleşme, TDV İSAM, İstanbul 1997.
ISFEHANİ, Huseyn b. Muhammed el;
el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an, Kahraman Yayınları, İstanbul 1986.
IZITSU; Toshihiko, “Kur'an'da Allah ve
İnsan (Çev: Süleyman Ateş), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul Ts.
İBN CEVZİ Abdurrahman bin Ali bin
Abdullah; Zâdu’l Mesiyr Mektebu’l İslamiyye, Beyrut 1987; Nasıhu’l Kur'an ve
Nevasihuhu (Tahkik: Hüseyn Selim Ed- Darani), Daru’s-Sikafeti’l Arabiyye,
Beyrut 1990.
İBNİ KESİR, Ebu'l- Fadl İsmail,
Hadislerle Kur'an'ı Kerim Tefsiri( Tefsiru'l-Kur'ani'l Azîm), (Çev.: Bedrettin
Çetiner, Bekir Karlıdağ) Çağrı yayınlarıİstanbul, 1993.,
İKBAL, Muhammed; İslam'da Dini
Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, (Çev.: Sofi Huri ) Kırkambar yayınları, İstanbul
1999.
İMAM
GAZALİ, “Nurlar Feneri, (Çev: Süleyman Ateş), Bedir Yayınevi, Byy. 1966.
İSFEHANİ,
Hüseyin b. Muhammed el- Mağrûf bi'r'Râgıb; el- Müfredât fî
Garibi'l'Kur'an, Kahraman Yayınları, İstanbul 1986.
KÂDÎ,
Abdulfettah; Esbâb-ı Nüzul, (Çev.: Salih Akdemir), Fecir Yayınevi, Üçüncü
Baskı, Ankara 1996.
KARA, İsmail ; Türkiye'de İslamcılık
Düşüncesi, Gerçek Hayat Dergisi yayınları, İstanbul 2001.
KARADAŞ,
Cağfer; Çağdaş İslam Düşünürleri, Arasta Yayınları, Bursa 2003.
KARAMAN, Hayrettin; “Kadının Şahitliği,
Örtünmesi ve Kamu Görevi”, İslami Araştırmalar, c. 5, Sayı 4, Ekim 1991, s.
284-291.
Gerç ek İslam'da Birlik, İz Yayıncılık,
İstanbul 2003.
İsla m'In Işığında Günün Meseleleri, Marifet Yayınları,
İstanbul 1982.
Günlük
Hayatımızda Helaller ve Haramlar; Nesil Yayınları İstanbul 1991.
KARDAVİ,
Yusuf; Fetevai Muasıra, Mektebetü'l- İslamBirinci Baskı, Beyrut, 2000.
KATTAN , Menna Halil; Mebahis fi
Ulumu'l-Kur'an, Müessesetu'r-Risale, Beyrut 1990.
KAYA, Remzi; İslam Ansiklopedisi, Ehl-i
Kitap Maddesi, T.D.V.,c. 10, İstanbul 1993, s. 519.
KEMAL, Namık; Renan Müdafaanamesi, Haz.
Abdurrahman Küçük, Byy. Ankara 1988
KILAVUZ Saim, Ahmet; İman Küfür Sınır,
Marifet yayınları, Beşinci Baskı, İstanbul 1996.
KIRBAŞOĞLU, Mehmet Hayri; “Kadın
Konusunda Kur'an'a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler”, İslami Araştırmalar, c. 5,
Sayı 4, Ekim 1994, s. 271-283.
KIRCA,
Celal; “Kur’ an ve Değişim”, Bilimname, , c. 1, Sayı 1, Kayseri 2003, s. 7
13.
İslamî Kavramlar, “Şefaat” Maddesi,
Sema Yazar Gençlik Vakfı Yayınları, Ankara 1997, 346-347.
Kur' an ve İnsan, Marifet Yayınları, İstanbul 1996,
Kur'an'a
Yönelişler., Tuğra Neşriyat, İstanbul 1993.
İslami Kavramlar, “Tekamül” Maddesi,
Sema Yazar Gençlik Vakfı Yayınları, Ankara 1997, 682-683-684.
KOÇYİĞİT, Talat; “Cennet Mü'minlerin
Tekelindedir”, İslami Araştırmalar, c. 3, Sayı 3, temmuz 1989, s. 85- 94.
KÖKTAŞ, Yavuz; “'Yüce Kur'an'ın Tefsir’
Adlı Eserde Geçen Bazı Hadis Tenkitlerinin Değerlendirilmesi,” Diyanet İlmi
Dergisi, c. 40, Sayı 4, s. 5891.
KUTLUER, İlhan; TDV İslam
Ansiklopedisi, İslamcılık Maddesi, c. 23, İstanbul 1999 s. 66-67.
KUTUB; Seyit, Kur'an'da Edebi Tasvir (
Çev: Süleyman Ateş), Hilal Yayınları, İstanbul 1967.
Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, ( Çev: Süleyman
Ateş) ,Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2003.
MALİK BİN ENES; Muvatta, tahk. Muhammed
Fuad Abdu'l-Baki, Daru İhyai't- Turasi'l-Arabiyyi Mısır, Ts.
MATURİDİ,
Ebu Mansur; et-Tevhid, Daru'l Cemaatu'l Mısriyye, İskenderiye, Ts.
MERAD,
Ali; TDV İslam Ansiklobedisi, Islah Maddesi, İstanbul 1999, s. 143- 145.
MERGÎNÂNÎ, Şeyhu'l İslam Burhanu'd-Din
Eni'l Hasan Ali b. Ebi Ebekir b. Abdi'l Celil er-Reşedani; el-Hidayetü Şerhü
Bidayetü'l Mübtedi, Eda Neşriyat, İstanbul, Ts.
MEVSULİ;
İhtiyar, Çağrı Yayınları, İstanbul 1996.
MEYDAN LAROUSSE, Evrim Maddesi, Meydan
Yayınevi, c. 4, İstanbul 1971, s. 461-462.
MÜSLİM;
İman, 100,
NESEFİ, Ebu'l'Beekât Abdullah b. Ahmed
b. Mahmud; Medariku't-Tenzil ve Hakâiku't-Te'vî (Tahkik ve Tahriç: Yusuf Ali
Bedevî), Dâru İbn-i Kesîr, Beyrut , 1420 h./ 1999 m.
OKİÇ , M. Tayip; “İslamiyet'te Kadının
Eğitim ve Öğretimi”, İslam da Kadın Hakları, Rehber Basım Yayın, c. 2, Ankara
1993, s.11.
ÖZALP, Ahmet; Şamil İslam
Ansiklopedisi,; İslamcılık Maddesi, Şamil Yayınları, c. 3, İstanbul 1994,
s.191-192.
ÖZKALP , Enver; Sosyolojiye Giriş,
Anadolu Ü. V. Yayınları, Altıncı Baskı, Eskişehir 1993.
ÖZLEM,
Doğan; Mantık, Anahtar Kitaplar, İkinci Baskı, İstanbul 1996.
ÖZSOY,
İsmail; Faiz ve Problemleri, Nil Yayınları, İzmir 1993.
ÖZSOY, Ömer; “Müslümanların Yenilenme
Sorunları ve Kur’ an”, Değişim Sürecinde İslam, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara
1997, s. 6-14.
ÖZTÜRK , Mustafa; “Kılasik
Tefsirlerdeki Tesettür Formu Üzerine”, İslamiyat, c. 4, Sayı 2, Nisan- Haziran
2001, s. 145-162
“Çağ daşlık ve Çağdaş Dönem Kur'an
Yorumlarına Genel Bir Bakış”, İslamiyat, c. 7, Sayı 4, 2004, s. 71-94.
ÖZTÜRK,
Yaşar Nuri, “Cuma Sohbetleri”, Milliyet, 17 Temmuz 1992;
Kur'
an'da ki İslam, Otuz Yedinci Baskı, Yeni Boyut, İstanbul
Ts.,
400
Soruda İslam, Yedinci Baskı, Yeni Boyut, İstanbul 1997.
POLAT,
Salahattin; Hadis Araştırmaları İnsan Yayınları, İstanbul 1997,
“Peygamberin Sünneti ve Değişim”
Değişim Sürecinde İslam, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997, s. 17-26.
RABİ, İbrahim M. Abu; Modernlik ve
Çağdaş İsalm Düşüncesi, Yöneliş, (Çev.: Ünal Çağlar, Fahrettin Altun, )
İstanbul 2003.
RAZİ,
Ebu Bekir b. Abdu’l Kadir; Muhtaru es-Sıhâh, Mektebeti Lübnan Naşirun,
Beyrut 1415 h./1995 m.
RAZİ, Fahreddin Muhammed b. Ömer b.
El-Hüseyn, Tefsiri Kebir, Ekin Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 1998.
RIZA,
Reşit, Tefsiyru'l-Menar, İkinci Baskı, c. 2, Menar Matbaası, Mısır 1350
Gerç ek İslamda Birlik,(Eklerle
Birlikte Çev.:Hayrettin Karaman) İz Yayıncılık, İstanbul 2003.
SABIK,
Seyyit; Fıkh'u s-Sünne, Pınar Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 1992.
SABUNÎ, Muhammed Ali; Ahkam Tefsiri,
(Çev.:Mahzar Taşkesenoğlu), Şamil Yayınevi, İstanbul, Ts.
SABUNİ, Nurettin; Maturidiyye Akaidi
(Çev.: Bekir Topaloğlu), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Beşinci Baskı,
Ankara 1995.
SAN'ANİ, eş-Şeyhu'l-İmam Muhyiddin
İsmail Emiyru'l-Yemeni; Sübülü's-Selam Şerhu Buluğu'l-Meram, Daru'l-Marife,
Beyrut 2003.
SAYI,
Ali; Kur'an'ı Nasıl Anlamalıyız? Tartışmalı İlmi Toplantı, Rağbet Yayınları,
İstanbul 2002, s. 163.
“Faiz
ve muFaizin Tarihi Gelişimi”, Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, İslami İlimler
Araştırma Vakfı Yayınları, İstanbul 1987.
SIBAİ , Mustafa; “Tarih Boyunca Kadın
Haklarının Gelişimi” İslam da Kadın Hakları, Rehber Basım Yayın, Birinci Baskı,
Ankara 1993,
SIDDIKİ, Mazharuddin; İslam Dünyasında
Modernist Düşünce, (Çev.:Murat Fırat, Göksel Korkmaz) Dergah Yayınları,
İstanbul 1990.
SİCİSTANİ, Ebu Davud; Sünen-i Ebu
Davud, Libas, Had.no:4102, c.45, Daru'l Fikir, Beyrut, Ts.
SUYUTİ, Hafız Celalettin Abdurrahman;
el- Itkan fi Ulumul'Kur'an, Menşuratu'r'Rıda İkinci Baskı, 1397
ES-SÜLEMİ, Ebu Abdirrahman Muhammet b.
El- Hüseyin “Sülemi'nin Uyubü'n-Nefsi ve Mudavatuha Adlı Eser”, Tahkik Ve
Tercüme, A.Ü.İ.F. İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, Ankara 1977, s. 213- 264.
“Sülemi'nin el-Fark Beyne İlmi'ş-Şeri'a
ve'l- Hkikah Adlı Eseri”, Tahkik ve Tercüme A.Ü.İ.F. Dergisi, Sayı: 16,
s.219-231,
ŞABAN, Zekiyuddin; Usul'i Fıkıh,(Çev.:
İbrahim Kafi Dönmez) TDV Yayınları, Ankara 1999.
ŞAFİ,
Muhammed İdris; er-Risale (Çev.:Abdul Kadir Şener ve İbrahim Çalışkan),
T.D.V. Yayınları, Ankara 1997.
ŞATİBİ, Ebu İshak; El- Muvâfakat,
(Çev.:Mehmet Erdoğan), İz Yayıncılık, İstanbul 1999.
ŞENGÜL, İdris; Ulumu’l-Kur’an Konusu
Olarak Nasih ve Mensuh,Diyanet İlmi Dergi, c. 38, Sayı.3, s. 93-100.
ŞİMŞEK,
M. Sait; Yaratılış Olayı, Beyan Yayınları, İstanbul 1998.
TAYLAN,
Necip; Mantık Tarihçesi Problemleri, M.Ü.İFAV İstanbul 1996.
TOKSARI,
Ali; Delil Olma Yönünden Sünnet, Rey Yayıncılık, Kayseri 1994.
TOPALOĞLU, Bekir; Cennet Maddesi, İslam
Ansiklopedisi; T. D. V. Yayınları, c. 7. 384-386.
TUNÇ,
Cihat; Kelam, Erciyes üniversitesi Yayınları, Kayseri 1997.
TURHAN , Mümtaz; Kültür Değişmeleri,
Milli Eğitim Yayınları, İstanbul 1969. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları,Ankara 1990.
ULUDAĞ,
Süleyman; İslam'da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Dergah Yayınları,
Birinci Baskı, İstanbul 1988.
UYANIK, Mevlüt; Bilginin
İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara
1999.
ÜLKEN
, Hilmi Ziya; Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, Selçuk Yayınları, c. 1,
İstanbul 1966.
YAZIR
, Elmalılı M. Hamdi; Metalip ve Mezahib, Eser Neşriyat , İstanbul 1978.
Hak Dini Kur'an Dili Azim Dağıtım Zaman
Yayınları, (Sağ.: İsmail Karaçam, Emin Işık, Nusrettin Bolelli, Abdullah
Yücel), İstanbul, Ts.
YILMAZ, Hüseyin; Gelenekselciliğin
Modernlik Yorumu:’niceliğin Yorumu’, İslamiyat, c. 7, Sayı 4, 2004, s. 95-107.
YİĞİT,
Yılmaz; Mehmet Ergene; Çağdaşlık mı İnhiraf mı? Kaynak A.Ş., İzmir 1994.
YURDAYDIN
, Hüseyin G.; İslam Tarihi Dersleri; A.Ü.İ.Fak. Yayınları, Ankara 1971.
ZEMAHŞERİ, İmam Cadullah Muhammed b.
Ömer; El- Keşşef an Hakâiki Gavâmidi et-Tenziyl ve Uyunu el- Akâvîli fi Vucûhi
et-Tenzîl, Byy., Ts.
ZERKEŞİ, Bedreddin Muhammed b.
Abdullah; El-Burhan fi Ulumu’l-Kur’an, Daru’l- Kütübi’l- İlmiye,c. 2, Beyrut,
1422.
ZEYDAN , Abdu'l Kerim; el-Veciz fi
Usulu'l-Fıkıh, Müessesetu'r-Risale, Beyrut 2003.
ZUHAYLİ,
Vehbi; İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Rısale İstanbul 1994.
WATT, W. Montgommery, “İslamî Tetkikler
(Süleyman Ateş), Basım evi yok. Ankara 1968.
[1] Bak.
TDK Sözlüğü Çağdaş Maddesi, c. 1, Ankara 1988, s. 268.
[2] Bak.
Ana Britanika; Çağdaşlık mad., Ana Yayıncılık, c. 20, İstanbul 1988, s. 520
[3] Mustafa
Öztürk; “Çağdaşlık ve Çağdaş Dönem Kur'an Yorumlarına Genel Bir Bakış”,
İslamiyat, c. 7, Sayı 4, 2004, s.71.
[4] Orhan
Hançerlioğlu; Toplum Bilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986, s.68.
[5] Niyazi
Berkes; Türkiye'de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, Ankara 1973, s. 15.
[6] Fazlur
Rahman; İslam ve Çağdaşlık (Çev.: Alparslan Açıkgenç; Hayri Kırbaşoğlu), Ankara
Okulu Yayınları, Ankara 1996, s. 27-28.
[7] Cağfer
Karadaş; Çağdaş İslam Düşünürleri, Arasta Yayınları, Bursa 2003, s.1.
[8] Bkz.
TDK Sözlüğü; Muasırlaşmak Maddesi, c. 2, s.1037; Asri Maddesi, c. 1, s. 95.
[9] Adnan
Arslan; “Geleneksel Ekolün Modernizim Eleştirisi ve İslam Düşüncesine
Yansımaları'”, İslam ve Modernleşme, İSAM, İstanbul 1997, s. 56.
[10] Bak. TDK Sözlüğü, Modern Maddesi, c. 2, s. 1032.
[11] Hilmi Ziya Ülken; Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, Selçuk
Yayınları, c. 1, İstanbul 1966, s. 9.
[12] İbrahim M. Abu Rabi; Modernlik ve Çağdaş İslam Düşüncesi (Çev.:
Ünal Çağlar; Fahrettin Altun,) İstanbul 2003, s. 88.
[13] Arslan; a.g.m., s. 58.
[14] Durmuş Hocaoğlu; İslam ve Modernleşme, TDV İSAM, İstanbul 1997,
s.78-79.
[15] Bkz. İlhan Kutluer; TDV İslam Ansiklopedisi, İslamcılık Maddesi, c.
23, İstanbul 1999, s. 60.
[16] Kutluer; a.g.mad., s. 66-67; Ahmet Özalp; Şamil İslam Ansiklopedisi, İslamcılık Maddesi, Şamil
Yayınları,
c. 3, İstanbul 1994, 191-192.
[17] Bkz. TDK Sözlüğü; Tecdit Maddesi, c. 2, s. 1434.
[18] Bkz. TDK Sözlüğü; Form Maddesi, c. 1, s. 511,
Reform Maddesi, c. 2, s.1218.
[19] Mümtaz Turhan; Kültür Değişmeleri, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul
1969, s.7.
[20] Salâhattin Polat; Hadis Araştırmaları, İnsan Yayınları, İstanbul
1997, s. 250.
[21] Rad; 13 / 11.
[22] Polat; “Hz. Peygamberin Sünneti ve Değişim”, Değişim
Sürecinde İslam, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997, s.17.
[23] Celal Kırca; “Kur'an ve Değişim”, Bilimname, c. 1, Sayı 1,
Kayseri 2003, s.10.
[24] Kırca; a.g.m., s.10-11-12.
[25] Ömer Özsoy; “Müslümanların Yenilenme Sorunları ve Kur'an'”,
Değişim Sürecinde İslam, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997, s.7.
[26] Hadid; 57 / 17.
[27] Elmalılı M. Hamdi Yazır; Metalip ve Mezahib, Eser Neşriyat ,
İstanbul 1978, s.49-50; İsmail Kara;
Türkiye'de
İslamcılık Düşüncesi, Gerçek Hayat Dergisi Yayınları, İstanbul 2001, s.355.
[28] Ali Toksan; Delil Olma Yönünden Sünnet, Rey Yayıncılık, Kayseri
1994, s. 176.
[29] Bkz. TDK Sözlüğü Islah Maddesi , c. 1, s. 665.
[30] Bkz. Bakara; 2/228; En'am; 6 / 48; Huccurat; 49/ 9-10.
[31] Bakara; 2/ 11-12.
[32] Bkz. Ali Merad; TDV İslam Ansiklopedisi, Islah Maddesi, c. 19, s.
143.
[33] Hayrettin Karaman; Gerçek İslam'da Birlik, İz Yayıncılık, İstanbul
2003, s.25, 27. ( Bu kitap iki
bölümden
oluşmaktadır. Birinci bölümü Hayrettin Karaman'ın Afgâni, Abduh ve Reşit Rıza'nın
hayatları
ve düşünceleri hakkında verdiği bilgilerden oluşmaktadır. Bu bölüm yaklaşık 214
sayfadan oluşmaktadır. Diğer kısmı ise Reşit Rıza el-Huseyni'nin yazmış olduğu,
orijinal ismi “Muhaveratu'l- Muslih ve'l- Mukallid” ismini taşıyan, Türkçe'ye de Hayrettin Karaman tarafından “Gerçek İslamda
Birlik” adıyla çevrilen kısım
bulunmaktadır. Biz bu kitabın birinci bölümünden istifade ettiğimiz için
kitabın yazarını Hayrettin Karaman olarak verdik. )
[34] Muhammed el- Behiy; İslami Direniş ve Islahat, Ekin Yayınları,
İstanbul 1996, s. 169.
[35] Kaplam, bir kavramın işaret ettiği konu ve nesneler, Bkz. Doğan
Özlem; Mantık, Anahtar Kitaplar, İkinci Baskı, İstanbul 1996, s.77-78.
[36] İçlem, bir kavramın işaret ettiği, hatırlattığı özelliklerin
bütünü, Bkz. Özlem; a.y.; Ahmet Cevizci; Felsefe Sözlüğü, Paradiğma, İstanbul
1999, s.441; Necip Taylan; Mantık Tarihçesi Problemleri, M.Ü.İFAV İstanbul
1996, s.82,
[37] Kırca; Kur'an'a Yönelişler, Tuğra Neşriyat,
İstanbul, s. 53-54-55.
[38] Mehmet Bayraktar; İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yayını,
Eskişehir, 1999, s.263.
[39] Şehmus Demir; Kur'an'ın Yeniden Yorumlanması, İnsan Yayınları,
İstanbul 2002, s.24.
[40] Mevlüt Uyanık; Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam
Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1999, s. 13.
[41] Ülken; a.g.e., s.7.
[42] Hocaoğlu; a.g.e., s. 80.
[43] Bkz. Merad; a.g.mad., s.145.
[44] Büyük Larousse; Fransız Devrimi Maddesi, c. 8,
Milliyet Yayınları A.Ş., İstanbul, s. 4279.
[45] Mücahit Bilici; '“Milliyetçilik ve Cemaatlerin Din Söylemleri”,
İslamiyat, c. 4, Sayı 4, 2001, s.55-56.
[46] Hüseyin G. Yardaydın; İslam Tarihi Dersleri; A.Ü.İ.Fak. Yayınları,
Ankara 1971, s.158-59.
[47] Abu Rabi; a.g.e., s.91.
[48] Enver Özkalp; Sosyolojiye Giriş, Anadolu
Üniversitesi Vakfı Yayınları, Altıncı Baskı, Eskişehir 1993, s.335.
[49] Turan; Toplumsal ve Kültürel Değişme, Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Fakültesi Yayınları, Ankara 1990, s. 89-90.
[50] Turan; a.g.e., s.106.
[51] Bak. TDK Sözlüğü; Gelenek Maddesi, c. 1, s.534.
[52] Berkes; a.g.e., s. 17.
[53] Mazharuddin Sıddıki; İslam Dünyasında Modernist Düşünce, (Çev.:Murat
Fırat; Göksel Korkmaz) Dergah Yayınları, İstanbul 1990, s. 39.
[54] Hüseyin Yılmaz; “Gelenekselciliğin Modernlik Yorumu:'niceliğin
Yorumu'”, İslamiyat, c. 7, Sayı 4, 2004, s. 96.
[55] Adil Çiftçi; Fazlur Rahman ile İslam'ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat,
Ankara 2000, s. 33.
[56] İsmail b.Muhammed el- A'cluni; Keşf ul-Hafa, Dar'ul-
Kutub'ul-İlmiyye, Üçüncü Baskı, c. 1, Beyrut 1988, s.409.
[57] Ateş'in hayatı ve eserleri ile ilgili bilgiyi
kendisinin bize göndermiş olduğu hayat hikayesinin özeti ile Yakup Çiçek ve Bünyamin
Açıkalın'ın kaleme almış olduğu, İstanbul 2000 tarihli “Türkiye İlahiyat
Fakülteleri Tefsir Ana Bilim Dalı Öğretim Elemanları Biyografileri” isimli eserin Ateş ile ilgili
kısmından ve http://www.suleyman-ates.com/eserleri.html
sitesinden naklettik.
[58] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1,
İstanbul 1988 s. 59.
[59] Ateş; a.g.e., c. 1, s. 58.
[60] Sâlih Akdemir; “Cumhuriyet Döneminde Yayınlanan Türkçe Telif ve Tercüme Tefsirler Üzerine Bir
Değerlendirme”
İslami Araştırmalar, c. 2, Sayı 8 Ağustos 1988, s. 27.
[61]Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş
Tefsiri, c. 10, s.188-231.
[62] Ateş; a.g.e. c. 1, s.55.
[63] Kırca; Kur'an'a Yönelişler, s.249.
[64] Abdulbaki Güneşli; Akli Tefsir Hareketi, Ahenk Yayınları, Van 2003,
s. 258.
[65] Derveze; a.g.e., c. 5, s. 64-65.
[66] Bkz. Reşit Rıza; a.g.e., c. 2, s.329-30-31.
[67] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, Kur'an Bilimleri
Araştırma Vakfı, c.20, İstanbul 1997, s. 197.
[68] Bkz. Reşit Rıza; Gerçek İslamda Birlik (Eklerle Birlikte
Çev.:Hayrettin Karaman), İz Yayıncılık, İstanbul 2003, s.11-113; Yurdaydın;
a.g.e. s. 216-257.
[69] M.M. Şerif; İslam Düşünce Tarihi, İnsan Yayınları, c. 4, İstanbul
1991, s.362-4.
[70] Bkz. Muhammed İkbal; İslam'da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü,
(Çev.: Sofi Huri ), Kırkambar Yayınları, İstanbul 1999.
[71] Bkz. Musa Carullah Bigiyef; Uzun Günlerde Oruç (Sağ: Yusuf
Uralgiray), Ankara 1975; Halk Nazarına Bir Nice Mesele, Kazan 1912
[72] Ülken; a.g.e, s. 443.
[73] Kara; a.g.e., s. 285.
[74] Süleymen Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 25, Kuba Yayınları, ts.,
s.485,
[75] Bkz. Ateş; Kur'an'ın Evrensel Mesajına Çağrı, Yeni Ufuklar
Neşriyat, İstanbul 1990 s.181-188; Abdulbaki Güneş; Akli Tefsir Hareketi, Ahenk
Yayınları, Van 2003, s. 258,
[76] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 25, s.487.
[77] Ateş; a.g.e., c. 25, s.412.
[78] Ateş; a.g.e, c. 25, s.487-88-89.
[79] Ateş; a.g.e, c. 25, s.487
[80] Enfal: 8/ 60
[81] Ateş; a.g.e, c. 19, s.481
[82] Ateş; a.y.
[83] Ayrıntılı bilgi için bkz. Güneşli; Abdulbaki, Akli Tefsir Hareketi,
s.264
[84] Karaman; Gerçek İslam'da Birlik, s. 25,27.
[85] M. Said Şimşek; Günümüz Tefsir Problemleri, Esra Yayınları, Konya
1997, s. 103, 107, 395. Ateş;
Kur'an
Ansiklopedisi, c. 25, s.487
[86] Abdulbaki Güneşli; a.g.e., s. 258.
[87] Cerrahoğlu; Tefsir Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 1991, s. 127.
[88] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1,
İstanbul 1988, s.213, Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s.95.
[89] Nahl; 16/ 101; Bk. Bakara, 2/ 109
[90] Bu kısımda, “ağırlıklı olarak geleneksel anlayış” dememizin sebebi;
hicri ikinci asrın sonlarından
itibaren
oluşan bir anlayışı kastetmekteyiz. Zira, Selef-i Salihin sonrası oluşan bu
yapıda, nesh anlayışı “geleneğin kabullendiği gibi” şekillenmiş ise de, Ebu
Müslim el-İsfehani gibileri Kur'an'da neshin varlığını kabul etmemişlerdir.
Zerkeşi ise insa kavramını unutturma anlamı yerine tehir etme şeklinde anlamış
ve mensuh addedilen âyetin hükmünün baki olarak kalmadığını, illetin kalmasıyla
hükmün illet geri dönene kadar ertelendiği görüşünü benimseyerek geleneksel
anlayıştan belirli noktalarda ayrılmıştır. Bkz. Bedreddin Muhammed b. Abdullah ez-Zerkeşi; El-Burhan fi Ulumu'l-Kur'an, Daru'l-Kütübi'l-
İlmiye, c. 2, Beyrut, 2001, s
51; Ebu'l-Fadl İsmail İbni Kesir; Tefsiru'l-Kur'an'i'l-Azîm (Çev.: Bedrettin
Çetiner ; Bekir Karlıdağ), Çağrı Yayınları, c. 2, İstanbul 1993, s.486.
[91]Ebu
Bekir b. Abdu'l Kadir er-Râzi; Muhtaru es-Sıhâh, Mektebeti Lübnan Naşirun,
Beyrut, 1415 h./ 1995 m., s.15, Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 1, s. 252;
İsmail Cerrahoğlu; Tefsir Usulü, TDV Yayınları, 10. Baskı, Ankara 1995, s. 55.
[92] Rad; 13/ 1.
[93] Bakara; 2/129.
[94] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 1, s.252-253.
[95] Mü’minun; 23/27.
[96] Rum ,30/22-3-4-5, 46,; Fussilet; 41/ 37.
[97] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 1, s.252-53-54,
[98] Ateş; a.g.e., c. 16, s.98,
[99]Zerkeşi;
a.g.e., s .51; Fahreddin Muhammed b. Ömer b. El-Hüseyn er-Râzi, Tefsiri Kebir,
c. 3, s.302; İzzet Derveze; et- Tefsirü'l Hadis (Tercüme:Vahdettin İnce), Ekin
Yayınları, Birinci Baskı, c. 5, İstanbul 1998, s.110.
[100] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s.83-87.
[101] Ateş; a.y.; İdris Şengül; Ulumu’l-Kur'an Konusu Olarak Nâsih ve
Mensuh, Diyanet İlmi Dergi, c. 38, Sayı.3, 2002,s.96.
[102] Ebu'l'Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefi;
Medariku't-Tenzil ve Hakâiku't-Te'vîl, Dâru İbn-i Kesîr(Tahkik ve Tahriç: Yusuf
Ali Bedevî) , c. 1, Beyrut , 1420 h./ 1999 m., s.199.
[103] Menna Halil el-Kattan; Mebahis fi Ulumu'l-Kur'an,
Müessesetu'r'Risle, Beyrut 1990, s. 232,
[104] Cerrahoğlu; a.g.e, s. 122,
[105] Hafız Celalettin Abdurrahman es-Suyuti; el- Itkan fi Ulumul'Kur'an,
c. 3, Menşuratu'r'Rıda, İkinci Baskı, 1397 h., s.68-69-70-71,
[106] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c.1, s.214.
[107] Ateş; a.g.e., c. 1, s. 215.
[108] Ateş; a.g.e., c. 1, s.213,
[109] Bkz. Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 30, s.493-514,
[110] Ateş; a.g.e., c. 16, s.90-91,
[111] Ateş; a.g.e.s. c.:4, s.484
[112] Abdurrahman b. Ali b. Abdullah b. Cevzi; Zâdu’l Mesiyr
Mektebu’l'İslamiyye, c. 4, Beyrut 1407 h. /1987 m., s.337-338; Nasıhu’l Kur'an
ve Nevasihuhu (Tahkik: Hüseyn Selim Ed-Darani), Daru’s- Sikafeti’l Arabiyye
Beyrut 1411 h./ 1990 m., s. 111-112-113
[113] Râzi, a.g.e., c. 13, s.469.
[114] Elmalılı Hamdi Yazır; Hak Dini Kur'an Dili (Sağ.: İsmail Karaçam;
Emin Işık; Nusrettin Bolelli; Abdullah Yücel), Azim Dağıtım, c. 5, İstanbul
1992, s.160
[115] İbni Cevzi; Nasıhu’l Kur'an ve Nevasihuhu, s.118.
[116] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s.215.
[117] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 91.
[118] İzzet Derveze; a.g.e., c. 4, s.55.
[119] Nisa; 4/ 82.
[120] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s.215.
[121] Muhammed İdris eş-Şafi; er-Risale (Çev.:Abdul Kadir Şener; İbrahim
Çalışkan), T.D.V. Yayınları, Ankara 1997, s.65; Ateş; Kur'an Ansiklopedisi,c.
16, s.93.
[122] el- Kattan; a.g.e. s.332.
[123] Ateş; a.g.e., c. 16, s.92-93.
[124] Ateş, a.g.e., c. 17, s.490.
[125] Ateş; a.g.e., c. 17, s.491- 492.
[126] Ateş; a.g.e., c. 17, s.495-496.
[127] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 214-215.
[128] Bkz. T.D.K. Sözlüğü, Kavram Maddesi, c. 2, s. 817.
[129] Bkz. T.D.K. Sözlüğü, Kavram Maddesi, c. 2, s. 1458.
[130] İbrahim Görener; “Edebi Metin Araştırmalarının Tabiatı ve Dini
Netin Olarak Kur'an"” Basılmamış Makale, Kayseri 2005, s.1.
[131] El- Allâme el-Lugavî Meciduddin b. Ya'kub el-Feyruzâbâdî;
el-Kamusu'l'Muhit, "F-K-H" Maddesi, s. 1614.
[132] Hud; 11/ 91.
[133] Vehbe Zuhayli; İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Rısale , c. 1, İstanbul
1994, s. 17.
[134] el-Feyruzâbâdî; a.g.e., “N-S-H” Maddesi, s. 334.
[135] Abdulfettah el-Kâdî; Esbâb-ı Nüzul (Çev.: Salih Akdemir), Fecir
Yayınevi, Üçüncü Baskı, Ankara 1996, s. 34.
[136] Bakara; 2/ 144-145.
[137]Zeki Duman; Beş Surenin
Tefsiri, Fecir Yayınevi, Birinci Baskı, Ankara 1999, s. 198-199.
[138] Bakara; 2/ 105,
[139] İmam Cadullah Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri; El- Keşşef an Hakâiki
Gavâmidi et-Tenzil ve Uyunu el- Akâvîli fi Vucûhi et-Tenzîl, Byy., Ts., c.: 1,
s. 175.
[140] Yunus; 10/ 57,
[141] İbrahim b. Musa b. Muhammed eş-Şatibi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık,
İkinci Baskı, İstanbul 1999, .s.97.
[142] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c.1, s..213; Derveze; a.g.e.,
c. 5, s. 110-111.
[143] Furkan; 25/ 32,
[144] Bkz. Maide, 5/ 48; Nisa; 4/ 47; Fatır; 35/ 31, vb.
[145] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi,c. 16, s. 87-88.
[146] Ateş; a y.
[147] Ateş; a.g.e.,. 16, s. 91.
[148] Hicr; 15/ 9.
[149] Kıyame; 75/16-17-18-19.
[150] A'la; 87/6-7.
[151] Ateş; a.g.e. c. 10, s.175,
[152] el- Kattan; a.g.e., s. 238-39,
[153] Muhammed Esed; Kur'an Mesajı Meal Tefsiri, Beşinci Baskı, c. 1,
İstanbul, 1999, s.30-31.
[154] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 30, s.493.
[155] Ateş; a.g.e., c. 30, s. 494.
[156] Nisa; 4/ 92.
[157] Maide; 5/ 89.
[158] Mücadele; 58/3-4.
[159] Ateş; a.g.e., c. 30, s. 494,
[160] Huccurat; 49/ 9,
[161] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c.30, s. 495,
[162] Ateş; a.g.e., c. 30, s. 496.
[163] Ateş; a.g.e., c. 30, s.500-504.
[164] Kırca; Kur'an Mesajı Araştırmaları Dergisi, “Tenzil Yönteminin
Tarihselliği, Problemi ve Kur'an Yorumuna Olan Etkisi” Sayı 2, Aralık 1997,
s. 51-60.
[165] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 30, s. 505-514.
[166] Ateş; a.g.e., c. 30, s. 505.
[167] Ateş; a.g.e., c. 30, s. 505-506.
[168] Ateş; a.g.e., c. 30, s.506.
[169] Ateş; a.g.e., c. 30, s.507.
[170] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 30, s.508.
[171] Ateş; a.g.e.,c. 30, s.502.
[172] Ateş; a.g.e., c. 30, s.508-509.
[173] Enfal; 8/ 61.
[174] Bakara; 2/ 83.
[175] Ateş; a.g.e., c. 30, s. 509.
[176] Maide; 5/ 32.
[177] Ateş; a.g.e., c. 30, s. 509.
[178] Ateş; a.g.e., c. 30, s.510.
[179] Ateş; a.g.e., c. 30, s.510.
[180] Bkz. es- Suyuti; a.g.e., c. 1, s.36-90.
[181] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 30, s.510.
[182] Ateş; a.g.e., c. 30, s.511.
[183] Ateş; a.g.e., c. 30, s.510.
[184] Ateş; a.g.e., c. 30, s.511.
[185] Ateş; '“Kur'an Tefsirinin Yeniden
Yapılanmasını Gerektiren Sebepler” Kur'an'ı Nasıl Anlamalıyız? (Tartışmalı
İlmi Toplantı), Rağbet Yayınları, İstanbul 2002, s.143
[186] Ahmet Saim Kılavuz; İman Küfür Sınır, Marifet
yayınları, Beşinci Baskı, İstanbul 1996, s. 64,
[187]Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c.
11, s. 532.
[188] Remzi Kaya; İslam Ansiklopedisi, Ehl-i Kitap Maddesi, T.D.V., c. 10,
s.516.
[189] Ateş; a.g.e, c. 11, s. 533.
[190] Ateş; a.g.e., c. 11, s.538.
[191] Ateş; a.g.e., c. 11, s.538.
[192] Ateş; a.g.e., c. 11, s.533.
[193] Ateş; a.g.e., c. 11, s.533.
[194] Bakara; 2/ 62; Mâide; 5/ 69.
[195] Bkz. Bakara; 2/ 62; Mâide; 5/69; Hac; 22/ 17.
[196] Bkz. Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 175.
[197] Ateş; a.g.e, c. 1, s. 176,
[198] En'am; 6/ 156.
[199] Kırca; İslamî Kavramlar, Sabiî Maddesi, Sema Yazar Gençlik Vakfı
Yayınları, Ankara 1997, s.617,
[200] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 11, s. 533.
[201] Kaya; a.g.e., c. 10, s. 517.
[202] Ateş; a.g.e., c. 11, s.538.
[203]Ateş; a.g.e., c. 11, s.538.
[204] Ateş; a.g.e., c. 11, s.539.
[205] A'la; 87/ 18.
[206] Şuara; 26/196.
[207] Kaya; ay.
[208] M. Kemal Atik; İslami Kavramlar, Ehl-i Kitap Maddesi, Sema Yazar
Gençlik Vakfı Yayınları, Ankara 1997, s.205
[209] Âl-i İmran; 3/ 65-66-67.
[210] el-Kâdî; a.g.e., s. 88-89.
[211] Mâide, 65-66.
[212] Bakara;105,
[213] Ateş,Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s.213.
[214] Nisa; 4/153.
[215] Bakara; 2/80-82.
[216] Bakara; 2/62.
[217] Ateş, a.g.e., c. 1, s. 175.
[218] Ateş, a.g.e, c. 3, s. 400, c. 7, s. 176, c. 7, s. 176.
[219]Ateş; a.g.e., c. 3, s.400.
[220] Ateş; “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir , İslami
Araştırmalar, c. 3, Sayı 1, Ocak 1989, s. 7.
[221] Bakara; 2/ 285.
[222] Nisa; 4/163.
[223] Kalavuz; a.g.e., s. 143.
[224] Cihat Tunç; Sietematik Kelam, Erciyes üniversitesi Yayınları,
Kayseri 1997, s.56.
[225] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 4, s. 314.
[226]Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş
Tefsiri, c. 1, s.174.
[227] Ateş; Kur'an'ı Nasıl Anlamalıyız?, s.143-144.
[228] A'raf; 7/157.
[229] Ateş; “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir”, s. 14-15.
[230] Bkz. Ateş; a.g.m., s.17-18-19.
[231] Fussilet; 41/ 30.
[232] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s.174.
[233] A'l-i İmran; 3/113-115.
[234] Ateş; a.g.e., c. 1, s.175.
[235] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 4, s.313.
[236] Bakara; 2/80-82.
[237] Ateş; a.g.e.s., c..4, s.315.
[238] Bakara; 2/38.
[239] Elmalılı Hamdi Yazır; Hak Dili Kur'an Dili, c. 1, s.312.
[240] İsra; 17/ 15.
[241] Fussilet;41/30-31; Ahkaf; 46/13.
[242] Hüseyin Atay; Kur'an'da ki İlkeler, Atay ve Atay Yayımcılık, Ankara
1999, s.35.
[243] Ebu Mansur Maturidi; et-Tevhid, Daru'l
Cemaatu'l Mısriyye, İskenderiye, Ts., s.332.
[244] Bkz. Ateş; '“Cennet Kimsenin Tek Elinde Değildir” İslami
Araştırmalar, c. 3, Sayı 1, Ocak 1989, s. 7
4
[245] Bkz. Talat Koçyiğit; “CennetMü'minlerin Tekelindedir”, İslami
Araştırmalar, c. 3, Sayı 3, Temmuz 1989, s.88-89.
[246] Bkz. Bu eleştiriler ve cevapları için, Kur'an'ı Nasıl Anlamalıyız, s154-186., Talat
Koçyiğit; a.g.m.,
İslami Araştırmalar, c. 3,
Sayı 3, Temmuz 1989; Ateş; “Cennet Tekelcisi mi?”, İslami Araştırmalar,
c. 4, Sayı 1, Ocak 1990; Yılmaz Yiğit, Mehmet Ergene; Çağdaşlık mı İnhiraf mı?,
Kaynak A.Ş., İzmir 1994, s.163-205; Haydar Hatipoğlu,; Süleyman Ateş Ateşle
Oynuyor-Reddiye-, Mesaj Yayıncılık, Ankara 1990,
[247] A'l-i İmran; 3/ 31-32.
[248] A'l-i İmran; 3/ 132.
[249] Nisa; 4/59.
[250] Bkz. Mâide, 5/ 92; Enfal; 8/1, 20-21,46; Nur; 24/ 54,56, vb.
[251] Nur; 24/39.
[252] Bakara; 2/79.
[253] Ateş; Tefsir, c. 1, s. 187.
[254] Ateş; “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir”, s.10.
[255] En'am; 6/ 154-155.
[256] A'raf; 7/ 3.
[257] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 160; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 19, s. 284.
[258] Al'i İmran; 3/110.
[259] Al'i İmran; 3/113-114.
[260] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 90.
[261] Mehdi Bâzergan; Kur'an'ın Nüzul Süreci, Fecr Yayınevi, Birinci
Baskı, Ankara 1998, s.151.
[262] TDK, Evrim Maddesi, c. 1, s. 480.
[263] Meydan Larousse, Evrim Maddesi, Meydan Yayınevi, c. 4, İstanbul 1971
, s. 461.
[264] Meydan Larousse, a.g.mad., c. 4, s.461.
[265] Ateş; “Kur'an-ı Kerim'e Göre Evrim Teorisi”, İslami
Araştırmalar Dergisi, Sayı 16, 1975, s.127.
[266] Kırca; İslami Kavramlar, Tekamül Maddesi, s.682,
[267] Hud; 11/ 7.
[268] Fussilet;41/ 9.
[269] Secde; 32/ 5, Meariç; 70/4.
[270] Ateş; a.g.m., s.128.
[271] Hud; 11/7.
[272] Enbiya; 21/30.
[273] Ateş; a.g.m., s.129.
[274] Ateş; a.g.m., s.129-130.
[275] Âl-i İmran; 3/ 59; Kef; 18/ 37; Hac; 22/ 5; Rum; 30/ 2; Fatır; 35/
1; Ğafır; 40/ 67.
[276] En'am; 6/2; A'raf; 7/12; İsra; 17/61; Secde; 32/ 7; Sad; 38/ 71, 76.
[277] Mü'min; 23/12.
[278] Saffat;37/ 11.
[279] Hicr; 15/ 26,27,33.
[280] Hicr; 15/ 26, 28, 33; Rahman; 55/14.
[281] Secde; 32/7,8.
[282] M. Sait Şimşek; Yaratılış Olayı, Beyan Yayınları, İstanbul 1998,
s.29-30; Elmalı; eg.e., c. 2, s.497.
[293] Ateş; a.g.e., c. 9, s.520.
[294] Ateş; a.g.e., c. 9, s. 526.
[295] Ateş; a.g.e., c. 9, s. 527.
[296] Ateş; a.g.e., c. 1, s. 106.
[297] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s.142-143; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 1, s. 123.
[298] Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 17, s. 46.
[299] Ateş; a.g.e., c. 9, s.521.
[300] Ateş; a.g.e., c. 9, s.523.
[305] Ateş; a.g.e., c. 9, s. 522-523.
[306] Ateş; a.g.e., c. 10, s.7.
[307] Ateş; a.g.e., c. 10, s. 8.
[308] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 149,
[309] Kırca; a.g.e., s. 683,
[310] Ateş; a.g.e., c. 1, s. 149.
[311] Şimşek; a.g.e., s. 46.
[312] Muhittin Bağçeci; Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, c 6,
İstanbul 1994, s. 17-18,
[313] Kırca; Kur'an ve İnsan, Marifet Yayınları, İstanbul 1996, s. 163.
[314] Carra De Vaux; Tenasüh Maddesi, İslam Ansiklopedisi, M.E. Basımevi,
c. 12/1, İstanbul 1974, s. 158159.
[315] Ateş; İnsan ve İnsan Üstü (Ruh, Melek, Cin, İnsan), Yeni Ufuklar
Neşriyat, Üçüncü Baskı, İstanbul, 1995, s.144, Kur'an Ansiklopedisi, c. 30, s.
236.
[316] Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 30, s. 237,
[317] Bakara; 2/ 28.
[318] Elmalılı; a.g.e., c. 1, s. 248.
[319] Ateş; a.g.e., c. 20, s. 252.
[320] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 3, s. 412; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 18, s. 66.
[321] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 20, s. 252.
[322] Bayraktar Bayraklı; a.g.e., c. 1, s.281.
[323] Şems, 91/7-8.
[324] Ateş; a.g.e., c. 20, s. 255.
[325] A'raf; 7/172-173.
[326] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 3, s.413; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 20, s. 257.
[327] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 3, s. 414; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 20, s.263.
[328] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 20, s.264.
[329] Mülk 67/2.
[330] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 20, s. 265.
[331] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 9, s.527.
[332] Mü'minun; 23/ 99-100.
[333] Kırca; a.g.e., s. 172; Ayrıca bkz. Mustafa Çağrıcı ve Arkadaşları;
Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,c. 4,
Ankara 2004, s.74.
[334] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 6, s. 118.
[335] Vakı'a; 56/57-62.
[336] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 9, s. 228-229; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 20, s. 267.
[337] Elmalılı; a.g.e., c. 7, s. 405-406; Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c.
20, s. 268-269.
[338] İzztet Derveze, a.g.e., c. 2, s.207.
[352] Buhari; Cenaiz 90.
[353] Hüseyin b. Muhammed el- Mağrûf bi'r'Râgıb el-İsfehani; el- Müfredât
fî Garibi'l'Kur'an, Kahraman Yayınları, İstanbul 1986, s. 56.
[354] Enbiya; 21/35; Bkz. En'am, 6/ 164; Zümer; 39/ 7; Necm; 53/ 38.
[355] Kırca; a.g.e, .s. 177.
[356] Kırca; a.g.e., s. 185-186.
[357] Geniş bilgi için bkz. Kırca; a.g.e., s. 160-186.
[358] Bekir Topaloğlu; Cennet Maddesi, İslam
Ansiklopedisi; T. D. V. Yayınları,c. 7, s.385.
[359]Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş
Tefsiri, c. 1, s. 145
[360] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 1, s.129.
[361] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 146; Kur'an Ansiklopedisi,
c. 1, s. 129-130.
[362] Bakara; 2/ 265-266; İsra; 17/ 35, 39-40; Furkan; 25/ 8; Kalem; 62/
17.
[363] Taha; 20/ 55
[364] Al'i İmran ; 3/ 59.
[365] Elmalılı, a.g.e., c. 1, s. 275.
[366] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 146.
[367] Elmalılı, a.g.e., c. 1, s. 275.
[368] Vakıa; 56/ 33.
[369] Ateş; a.g.e., c. 1, s. 146.
[370] Elmalı; a.g.e. c. 1, s. 275.
[371] Tur; 52/ 23.
[372] Tâha; 20/118-119.
[373] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 147; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 1, s. 130.
[374] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 1, s. 109.
[375] Bakara; 2/61.
[376] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 131; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 1, s. 147.
[377]Süleyman Hayri Bolay; Hz. Âdem
Maddesi, İslam Ansiklopedisi; T. D. V. Yayınları, c. 1, s. 361,
[378] Tâha; 20/ 115-127.
[379] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 1, s. 114.
[380] Ateş; a.g.e., c. 1, s.351.
[381] Ateş; a.g.e., c. 1, s. 352-353.
[382] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur'an Tefsiri, c. 5,
İşaret Yayınları, İstanbul 2001, s. 429.
[383] Topaloğlu, Cehennem Maddesi, İslam Ansiklopedisi; T. D. V.
Yayınları, c. 7, s. 231.
[384] Beyine; 98/ 6.
[385] Elmalı; a.g.e., c. .9, s. 364.
[386] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 42; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 2, s. 61.
[387] Elmalı; a.g.e. c. 9, s. 366.
[388] Nebe; 78/21-22-23.
[389] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 10, s. 291
[390] Elmalı; a.g.e., c. 8, s. 499.
[391] Mâide; 5/ 37.
[392] Fahrettin er-Razi; a.g.e., c. 16, s. 13-14.
[393] Ateş; a.g.e., c. 10, s. 291.
[394] Elmalı; a.g.e., c. 8, s. 499.
[395] Ateş; a.g.e., c. 10, s. 291.
[396] Hud; 11/ 105-106-107.
[397] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 1, s.346.
[398] Şura; 42/ 40.
[399] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 4, s.
332.
[400]Bkz. Ateş; a.g.e., c. 4, s.
333.
[401] En'am; 6/ 128.
[402] Hud; 11/ 106-108.
[403] Nebe; 78/ 23.
[404] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 4, s.335-336.
[405] Yusuf el- Kardavi; Fetevai Muasıra, Mektebetü'l- İslam, Birinci
Baskı, c. 2, Beyrut 2000 m., s. 200.
[406] Kardavi; a.g.e, c. 2, s. 203,
[407] Kardavi; a.g.e., c. 2, s.205,
[408] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 42; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 2, s. 61.
[409] Nisa; 4/168-169.
[410] Ahzab; 33/ 64,65.
[411] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 204.
[412] Cin; 72/ 23.
[413] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 10, s.105.
[414] Kırca; İslamî Kavramlar, “Şefaat” Maddesi,
s.646.
[415] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 157; c. 4, s. 202; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 19, s.276.
[416] Ateş; a.g.m., Kur'an'ı Nasıl Anlamalıyız?, s.147.
[417] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 4, s. 202; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 19, s.276.
[418] Zümer; 39/ 3.
[419] Zümer; 39/ 43.
[420] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 8, s. 21.
[421] Zümer; 39/ 44.
[422] Bakara; 2/255.
[423] Necm; 53/ 26.
[424] Enbiya; 21/ 28.
[425] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 9, s. 116; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 19, s. 281.
[426] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 160; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 19, s. 284.
[427] Duha; 93/ 4.
[428] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 159; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 19, s. 282.
[429] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 283.
[430] Nahl; 16/ 84-89.
[431] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 5, s. 131; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 19, s. 288-289.
[432] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 290-291.
[433] Elmalı; a.g.e., c. 2, s.155-56.
[434] Elmalı; a.g.e., c. 2, s. 156.
[435] Müddessir; 74/ 42-48.
[436] İmam-ı Âzam Ebu Hanife; Fıkh-ı Ekber Şerhi (Çev.: Ahmet Kara Davut),
Akçağ Yayınları, Ankara 1983, s.300.
[437] Nurettin es- Sabuni; Maturidiyye Akaidi (Çev.: Bekir Topaloğlu),
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1995, s.165,.
[438] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 282.
[439] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 160; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 19, s. 284.
[440] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 285.
[441] Bakara; 2/ 254-255.
[442] Bakara; 2/ 48, 123.
[443] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 285.
[444] Enbiya;21/ 28.
[445] Ateş;Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 5, s. 500-501.
[446] Zümer; 39 / 7.
[447] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 281.
[448] Nisa; 4/ 48, 116.
[449] Nisa; 4/ 93.
[450] Mâide; 5/ 32.
[451] Furkan; 25/ 68.
[452] Buhari; Mezalim 30; Müslim; İman 100.
[453] Duman; Beş Surenin Tefsiri, s. 185.
[454] Nisa; 4/ 31.
[455] Şah Veliyyullah Dihlevi; Hüccetullahi'l Baliğa, (Çev.: Mehmet Erdoğan),
Yeni Şafak Yayınları, İstanbul 2003, s. 278.
[456] Kırca; a.g.e.,s. 647.
[457] Çağrıcı; Mustafa, Hayrettin Karaman ve
Arkadaşları; a.g.e., c. 1, s. 301.
[458] Feyrûzâbâdî; a.g.e., s. 1659.
[459] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 18, s. 9.
[460] Ayrıntılı bilgi için bkz. Adil Çiftçi; a.g.e., s.127.
[461] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 478; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 18, s. 9- 10.
[462] Mevsuli; İhtiyar, Çağrı Yayınları, c. 1, İstanbul 1996, s. 31; Vehbi
Zuheyli, İslam Fıkhı Ansiklopedis
(el-
Fıkhu'l İslamiyyu ve Edilletuhu), (Tercüme: Heyet), Risale Rayıncılık, c. 5, İstanbul 1994, s.
495;
Elmalı,
a.g.e. c. 2, s. 236-237; Hamdi Döndüren; Ticaret ve İktisat İlmihali, Erkam
Yayınları, İstanbul 1993, s.383.
[463] Bakara; 2/ 275-276.
[464] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s.
479- 480; Kur'an Ansiklopedisi, c. 18, s. 11.
[465]Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş
Tefsiri, c. 1, s. 480, Hamdi Döndüren; a.g.e., s. 389.
[466] Ateş; a.g.e., c. 1, s. 480; Kur'an Ansiklopedisi, c. 18, s. 11.
[467] Ayrıntılı bilgi için Bkz.İsmail Özsoy; Faiz ve Problemleri, Nil
Yayınları, İzmir 1993, s. 253.
[468] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 480- 48; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 18, s. 12.
[469] Bkz. Hayrettin Karaman; İslam'In Işığında Gününmüz Meseleleri,
Marifet Yayınları, c. 2, İstanbul 1982, s. 182; Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c.
18, s. 12; Hamdi Döndüren; a.g.e., s.389.
[470] Ferit Develioğlu; Faiz Maddesi, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat,
Aydın Kitabevi Yayınları, On Dokuzuncu Baskı, Ankara 2002, s249.
[471] Ali Bardakoğlu; Faiz Maddesi, İslamî Kavramlar, s. 234.
[472] Ali Sayı; '“Faiz ve Faizin Tarihi Gelişimi”, Faizsiz Yeni Bir
Banka Modeli, İslami İlimler Araştırma Araştırma Vakfı Yayınları, İstanbul
1987, s.19-20.
[473] Elmalılı; a.g.e., c. 2, s.326.
[474] Ömer Nasûhi Bilmen; Hukuku İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, c. 6, Bilmen Basım ve
Yayınevi,
İstanbul, Ts., s. 104-111.
[475] Elmalılı; a.g.e., c. 2, s. 326.
[476] Süleyman Uludağ; İslam'da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Dergah Yayınları, Birinci Baskı,
İstanbul
1988, s.203.
[477] Bkz. Uludağ, a.g.e.,s. 206-207-208-209-210.
[478] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 482-483; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 18, s. 14.
[479] Yaşar Nuri Öztürk; Kur'an'daki İslam, Otuz Yedinci Baskı, Yeni
Boyut, İstanbul Ts. s.451.
[480] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 483-484; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 18, s. 17.
[481] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 18, s. 21.
[482] Ateş; a.g.e., c. 18, s. 22.
[483] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 487-488; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 18, s.23.
[484] Bardakoğlu, a.g.mad., s. 235.
[485] Hüseyin Atay; a.g.e., s.109-110.
[486] Bakara; 2/ 219.
[487] Mâide; 5/ 90-91.
[488] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s.374; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 17, s. 64; Elmalılı; a.g.e. c. 2, s. 90.
[489] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 375-6; Kur'an Ansiklopedisi,
c. 17, s.65.
[490] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 17, s. 65.
[491] Seyyit Sabık; Fıkh'u s-Sünne, Pınar Yayınları, İkinci Baskı, c. 3,
İstanbul 1992, s. 204.
[492] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 17,s.65,
[493] Ateş; a.g.e., c. 17, s. 66.
[494] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 376; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 17, s. 66.
[495] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 377; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 17, s.67.
[496] Reşit Rıza, Tefsiyru'l-Menâr, İkinci Baskı, c. 2, Menâr Matbaası,
Mısır 1350 h./ 1931m., s.330.
[497] Elmalılı; a.g.e. c. 2, s. 90.
[498] Hayrettin Karaman; İslam'ın Işığında Günümüz Meseleleri, c. 2,
s.389; Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar; Nesil Yayınları İstanbul 1991,
s.166; Yunus Apaydın; Piyango, İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış
Ansiklopedisi, M.Ü.İ. Fak. Vakfı Yayınları, c. 3, İstanbul 1997, s. 566-567.
[499] Zuhayli; a.g.e., c. 4, s. 374.
[500] Bkz. Şeyhu'l İslam Burhanu'd-Din Eni'l Hasan Ali b. Ebi Ebekir b.
Abdi'l Celil er-Reşedani el-
Merğiyani;
el-Hidâyetü Şerhü Bidâyetü'l Mübtedi, Eda Neşriyat, c. 3, İstanbul Ts, s.3-12; Zuheyli;
a.g.e.
c.4, s.74,107.
[501] Fazlu'r-Rahman; İslamî Yenilenme ( Makaleler
n) (Çev.: Adil Çiftçi) , Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1999, s. 129.
[502] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 11, s. 86.
[503] Sâlih Akdemir; '“Tarih Boyunca ve Kuran'ı Kerimde Kadın”,
İslami Araştırmalar, c. 5, Sayı 4, Ekim
1991,
s. 262; Şinasi Gündüz; Din ve İnanç Sözlüğü, Afrodit Maddesi, Vadi Yayınları, Birinci Baskı,
Konya
1998, s.18.
[504] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 86; Mustafa Sıbai; “Tarih Boyunca Kadın Haklarının
Gelişimi”,
İslam da Kadın Hakları, Rehber Basım Yayın, Birinci Baskı, c. 1, Ankara 1993,
s. 19-8-19; Akdemir; a.g.m., s. .262.
[505] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s.86.
[506] M. Tayip Okiç; “İslamiyet'te Kadının Eğitim ve Öğretimi”,
İslam da Kadın Hakları, Rehber Basım Yayın, c. 2, s.11.
[507]Bkz. Akdemir; a.g.m., s.
262-263; Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 11, s. 87.
[508] Ateş; a.g.e., c. 11, s. 87
[509] Ateş; a.g.e., c. 11, s. 88; Akdemir; a.g.m., s. 262.
[510] Ateş; a.g.e., c. 11, s. 88.
[511] Nahl; 16/ 58-59; bkz. Tekvir; 81/ 8-9.
[512] Mustafa Sıbai; a.g.m., s.23.
[513] Şura; 42/ 49-50.
[514] Ateş; a.g.e.,c. 11, s. 93.
[515] Ateş; a.g.e. c. 11, s. 89.
[516] Nisa; 4/ 4.
[517] Nisa; 4/ 19-21.
[518] Âl-i İmran; 3/ 195.
[519] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 2, s. 161.
[520] Huccurat; 49/ 13.
[521] Ateş; a.g.e., c. 8, s. 530.
[522] A'raf; 7/ 189.
[523] Ayrıntılı bilgi için bkz. Ateş; a.g.e., c. 3, s.429-430.
[524] Nahl; 16/ 97.
[525] Bkz. Ahzap; 33/ 35, Tevbe; 9/ 67-68, 71.
[526] Bkz. Hüseyin Hatemi; “Modern Mahrem ve İslam'ın Kadına Bakışı”,
İslami Araştırmalar, c. 5, Sayı 4, Ekim 1991, s.329-330-331.
[527] Nisa; 4/ 7.
[528] Nisa; 4/ 32
[529] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 138.
[530] Nisa; 4/ 11-12.
[531] Talak; 65/ 6-7.
[532] Bakara; 2/ 240.
[533] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 1, s. 140.
[534] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 141.
[535] Derveze; a.g.e., c. 6, s.85.
[536] Elmalılı; a.g.e., c. 2. s.5210-521-522.
[537] Mehmet Hayri Kırbaşoğlu; '“Kadın Konusunda Kur'an'a Yöneltilen
Başlıca Eleştiriler"”, İslami Araştırmalar, c. 5, Sayı, 4, Ekim 1994,
s.277-78-79.
[538] Mustafa es-Sıbai; a.g.m, s. 32.
[539] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 141.
[540] Bakara; 2/ 282.
[541] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 490.
[542] Ali Bulaç; “Makasıdu'ş-Şeria Bağlamında Kadının Şahitliği"
İslami Araştırmalar, c. 5, Sayı 4, Ekim 1991, s. 297-309.
[543] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 491.
[544] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 152.
[545] Derveze; a.g.e., c. 5, s.47-50.
[546] Derveze; a.g.e., c. 5, s.319.
[547] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 152.
[548] Deveze; a.g.e., c. 5, s. 320.
[549] Bkz.Nisa; 4/ 135, Mâide; 5/ 8,106, Nur; 24/ 4, 6-7-8-9, Talak; 65/
2.
[550] Zekiyuddin Şaban; Usul'i Fıkıh (Çev.: İbrahim
Kafi Dönmez) TDV Yayınları, Ankara 1999, s.358; Abdu'l Kerim Zeydan; el-Veciz
fi Usulu'l-Fıkıh, Müessesetu'r-Risale, Beyrut 2003, s.324.
[551] Mustafa Çağrıcı; Hayrettin Karaman, ve Arkadaşları, a.g.e.,c. 1,
s.315-316.
[552] Ernest Ranan'ın iddiaları ve Namık Kemal'in verdiği cevaplarla
ilgili olarak bkz. Namık
Kemal;
Renan
Müdafaanamesi, Haz. Abdurrahman Küçük, Ankara 1988,
[553] Nisa; 4/ 34-35,
[554] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 2, s. 274.
[555] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 2, s. 274; Kur'an
Ansiklopedisi , c. 11, s. 93.
[556] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s.93.
[557] Derveze; a.g.e., c. 6, s. 122.
[558] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 94.
[559] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 2, s. 275; Kur'an
Ansiklopedisi , c. 11, s.98.
[560] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 2, s.275.
[561] Derveze; a.g.e. c. 6, s. 123.
[562] Bu farklı görüşler için bkz. Mustafa Çağrıcı; Hayrettin Karaman,
İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş; Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri c. 2,
s. 46-47.
[563] Feyruzabadi; a.g.e., N-Ş-Z Maddesi, s.678.
[564] Elmalılı; a.g.e., c. 2, s.558.
[565] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 311.
[566] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 2, s. 276-77-78-79; Kur'an
Ansiklopedisi , c. 11, s. 99; Derveze; a.g.e, c. 6, s. 123.
[567] Derveze; a.g.e., c. 2, s. 124.
[568] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 101.
[569] Bayraklı; a.g.e., c. 5, s.124-125, Dücane Cündioğlu; Kur'an'ı
Anlama'nın Anlamı, Kitabevi, İstanbul 1998, s.32.
[570] Öztürk; Kur'an'daki İslam, s. 555.
[571] Muhammed Ali Sabunî; Ahkam Tefsiri, (Çev.:Mahzar Taşkesenoğlu), c.
1, Şamil Yayınevi, İstanbul,Ts, s.401.
[572] Mustafa Çağrıcı; Hayrettin Karaman ve Arkadaşları; Kur'an Yolu
Türkçe Meal ve Tefsiri c. 2, s. 4647.
[573] Nisa; 4/ 128.
[574]Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş
Tefsiri, c. 2, s.378; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 314.
[575] Nisa; 4/ 3.
[576] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 2, s. 196.
[577] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 1, s. 107.
[578] Muyhammat Muhyi'd-Din Abdu'l-Hamid; el-Ahvalu'ş-Şahsiyye fi Şeraiti'l-İslamiyye,
el- Mektebetü'l-İlmiyye, Beyrut 2003, s. 35-36; eş-Şeyhu'l-İmam Muhyiddin
İsmail Emiyru'l-Yemeni es- Samn'ani; Sübülü's-Selam Şerhu Buluğu'l-Meram, c. 3,
Daru'l-Marife, Beyrut 2003, s. 197.
[579] İbn Kayyım el-Cevziyye; Zadu'l-Maad, (Çev.: Mehjmet Erdoğan) c. 5,
İklim Yayınları İstanbul 1990, s. 215.
[580] Nisa; 4/ 32.
[581] Nisa; 4/ 23.
[582] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 2, s. 198.
[583] Nisa; 4/ 129.
[584] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 107.
[585] Ahzab; 33/ 50.
[586] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri,; a.g.e., c. 2, s. 198-199;
Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 108; Derveze; a.g.e., c. 2, s. 67.
[587] Derveze; a.g.e., c. 6, s. 39-42.
[588] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi , c. 11, s. 108.
[589] Ateş; a.g.e., c. 11, s. 109.
[590] Elmalılı ; a.g.e, c..2, s. 512.
[591] Nisa; 4/ 129.
[592] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri,; c. 2, s, 201; Kur'an
Ansiklopedisi , c. 11, s. 110.
[593] Derveze; a.g.e., c. 2, s .69.
[594] Orhan Atalay; 20. Yüzyılda Tefsir Akımı, Beyan
Yayınları, İstanbul 2004, s.238.
[595] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 129.
[596] Ateş; a.g.e., c. 6, s. 143.
[597] Ahzap; 33/ 59.
[598] el-Isafehani; a.g.e., s. 134.
[599] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 483.
[600] Mustafa Öztürk; "Kılasik Tefsirlerdeki Tesettür Formu Üzerine'”, İslamiyat, c. 4, Sayı 2, Nisan-
Haziran
2001, s. 70-71.
[601] Derveze; a.g.e., c. 6, s. 51.
[602] Duman; “Kur'an da Örtünmenin Temel Sınırı'. İslamiyat, c. 4,
Sayı 2, Nisan- Haziran 2001, s.51.
[603] Hayrettin Karaman; “Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi',
İslami Araştırmalar, c. 5, Sayı 4, Ekim 1991, s. 288,
[604] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 4, s.385-86-87.
[605] Elmalılı; a.g.e., c. 6, s. 337-38.
[606] Ateş; Yüce Kur'an'ın
Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 202.
[607] Ateş; Yüce Kur'an'ın
Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 202; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 484.
[608] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 6, s.183.
[609] Nur; 24/ 30-31.
[610] El-İsfehânî; a.g.e., H-M-R Maddesi, s. 187.
[611] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 487.
[612] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 487.
[613] İmam Malik b. Enes; Muvatta (tahkik: Muhammed Fuad Abdu'l-Baki,
Daru İhyai't-Turasi'l- Arabiyyi), Mısır, Ts. Kitabu't-Taharet,c. 2, Had no: 70,
s. 35.
[614] Ebu Davud es-Sicistani; Sünen-i Ebu Davud, Libas, Had no:4102, c.45,
Daru'l Fikir, Beyrut, tarihsiz. s. 61.
[615] Elmalılı; a.g.e., c. 6, s. 15.
[616] Mehmet Görmez; “ İlahi Dinlere Göre Baş Örtüsü “, İslamiyat,
c. 4, Sayı 2, Nisan- Haziran 2001, s32.
[617] Elmalılı; a.g.e, c. 6, s. 13.
[618] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri,; c. 6, s. 178; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 16, s. 487.
[619] Ebu Davut ; a.g.e., Libas, c. 4, Had no: 1104, s.62.
[620] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri,; c. .6, s 179; Kur'an
Ansiklopedisi, c. 16, s. 488.
[621] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 494.
[622] Ateş; Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 6, s.184.
[623] Derveze; a.g.e, c. 6, s.342-43-44.
[624] Ateş; Kur'an Ansiklopedisi, c. 16, s. 495.
[625] Derveze, a.g.e. c. 6, s. 344.
[626] Eleştiriler Hakkında Geniş bilgi için bkz. Yılmaz Yiğit, Çağdaşlık
mı, İnhiraf mı?,Kaynak A.Ş., İzmir, 1994,
[627] Süleyman Hatipoğlu, Ateş Ateşle Oynuyor, Mesaj Yayıncılık, Ankara,
1990,
[628] Orhan Kuntman, Çağdaş Tefsirdeki Çelişkiler, Byy. 1994.
[629] Buhari,; Salat, 56, Müslim, Mesacid, 3.
[630] Sebe; 34/ 28.
[631] Enbiya; 21/ 107.
[632] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 253.
[633] Yavuz Köktaş; “Yüce Kur'an'ın Tefsiri Adlı Eserde Geçen Bazı
Hadis Tenkitlerinin Değerlendirilmesi”, Diyanet İlmi Dergisi, c. 40, Sayı
4, s. 67-68.
[634] bu tartışmalar için bkz. Ateş; İslami Araştırmalar, c. 3, Sayı 1,
Ocak 1989, s.7-24,; Talat Koçyiğit; “Cennet Müminlerin Tekelindedir.”, İslami
Araştırmalar c. 3, Say 3, Temmuz 1989, s.85-94,; Ateş; “Cennet Tekelcisi mi?”,
İslami Araştırmalar, c. 4, Sayı, 1, Ocak 1990, s.29-37,
[635] Başka eleştiriler İçin Bkz., Hüseyin Algül, Kur'an'ı Nasıl
Anlamalıyız? s.155-156, Ali Sayı; Kur'an'ı Nasıl Anlamalıyız? s.163-164, Zeki
Duman; Kur'an'ı Nasıl Anlamalıyız? s.171-174.
[636] Çağrıcı; Mustafa Hayrettin Karaman ve
Arkadaşları, a.g.e., c. 1, s. XLIV.
[637]Örneğin Bkz. Bayraktar
Bayraklı, a.g.e., c. 1, s. 402.
[638] Yaşar Nuri Öztürk, “Cuma Sohbetleri”, Milliyet, 17 Temmuz
1992, s.11.
[639] Öztürk; Kur'an'da ki İslam, s. 249.
[640] Öztürk; 400 Soruda İslam, Yedinci Baskı, Yeni Boyut, İstanbul 1997,
s. 46.
[641] Bu kimseler için bkz. Ateş;”Kur'an-ı Kerîm Tefsiri”, Milliyet
Gazetesi Promosyonu, İstanbul 1995, c. 1, s. 5-16.