Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Kuşlar Risalesi...Ahmed-i Gazzalî

 


Hazırlayan: Nimet Yıldırım  

Öz

Ahmed-i Gazzalî Tus'ta doğdu. İlköğrenimini burada yaptı. Babasıyla birlikte sufîlerin sema meclislerine katıldı. Öğrenimini bitirdikten sonra Bağdat'a giderek Nizamiye Medresesi müderrisliği görevinde bulundu. Müderrisliği bırakıp halvete çekilen kardeşi İmam Gazzalî'ye vekâleten bu medresede dersler verdi. Ancak daha sonra tasavvuf sevgisi ağır bas­tığından inziva ve halvet yolunu seçti.

İmam Muhammed-i Gazzalî'nin Kuşlar Risalesi sadece tasavvufi içerik ve amaçla yazılmış ilk eserdir. Eser, yazarın yaşadığı çağda bizzat kardeşi Ahmed tarafından Farsçaya çevrilmiş ya da yeniden yazılmıştır. Muhammed-i Gazzalî ile Ahmed-i Gazzalî'nin risaleleri birinin Arapça diğerinin Farsça olması dışında konuları ve anlatım ayrıntıları hemen hemen aynı­dır. Her iki risale kısalıklarının yanı sıra oldukça özlü sözlere ve derin an­lamlara yer vermeleri, hem teorik ve hem de bilimsel kısımlarıyla dikkat çekerler.

İlk bölümleri daha çok teorik ve hayali; ruhun yolculuğunun tasarlan­ması ve bir bakıma yol haritası çizilmesi aşamasına yer verirken; ikinci kısımları ise tasavvufun bilimsel yönünü ele alması açısından oldukça önemlidir. Bu bölümde her iki yazar da okuyucuya; gaflet uykusundan uyanmalarını, kuşların şekillerine bürünmelerini, onların dillerini öğrene­rek kendilerini arındırmalarını, hakka yönelip ibadet ve kulluklarını yap­malarını salık vererek belki bu yolla hükümdarın huzuruna erişebilecek­lerini salık vermektedirler.

Ahmed-i Gazzalî

Ahmed-i Gazzalî Tus'ta doğdu. İlköğrenimini aynı şehirde yaptı. Ba­basıyla birlikte sufîlerin sema meclislerine katıldı. Öğrenimini bitirdikten sonra Bağdat'a giderek Nizamiye Medresesi müderrisliği görevinde bu­lundu. Müderrisliği bırakıp halvete çekilen kardeşi İmam Gazzalî'ye vekaleten bu medresede dersler verdi. Ancak daha sonra tasavvuf sevgisi ağır bastığından inziva ve halvet yolunu seçti. Çeşitli yerleri gezdi ve sufîlere hizmet etti. Kazvin'de vefat etti. 1

Ahmed-i Gazzalî, tasavvufta ağabeyi İmam Gazzalî'den farklı bir yol tuttu. İmam Gazzalî; ilim, marifet, şeriat ve ahlaki kurallara öncelik tanı­yan bir tasavvuf anlayışını egemen kılmaya uğraşırken, o aşk ve vecde önem veren bir tasavvuf anlayışını yaymaya çalıştı ve aşk üzerine yazdığı Sevânihu'l-uşşâk adlı Farsça eseri ile bu vadide bir çığır açtı. Onun bu ese­rindeki görüşleri Senaî, Ruzbihân-ı Baklî, Attâr, Fahreddîn-i Irakî gibi bü­yük mutasavvıflar üzerinde etkili oldu. Talebesi Aynu'l-kuzât Hemedanî, Temhîdât ve Levâih, Irâkı de Lemeât isimli eserlerinde Sevânih'i örnek almış­lardır. Ahmed-i Gazzalî'nin bu tasavvuf anlayışı, Celaleddîn-i Rumî ve İbn Fâriz'de en yüksek düzeyine ulaşmıştır.  

Tasavvufî hayatın esasını sema, aşk, vecd, cezbe ve şevkten ibaret gö­renler, Ahmed-i Gazzalî'yi İmam Gazzalî'den üstün tutarlar. Rivayete göre İmam Gazzalî, kardeşine, “Şeriata daha çok bağlı kalmak için gayret gös­termesini" tavsiye etmiş, o da ona “Hakikat konusunda marifet sahibi olmayı daha da önemsemesi gerektiğini" söylemiştir. İmam'ın tasavvufa kardeşinin etkisiyle girdiği ve “Biz aradık, o buldu" dediği rivayet edilir.  

Evrendeki her şeyi aşkla açıklayan Gazzalî, ilahi güzelliklerin “gözle gö­rülür güzeller" şeklinde tecellisine inanır. Bu düşünceleri onu, Hallâc'tan itibaren çeşitli şekillerde kendini gösteren İblis'i mazur, hatta haklı görme yargısına götürmüştür. O, 'İblis'in Adem'e secde etmemesini', ‘ebedî bed­bahtlığı göze alarak yüce maşuku Allah'tan başkasına secde etmeme' şek­linde açıklar. Ona göre İblis, Allah'a o kadar büyük bir aşkla bağlıdır ki cehennemde ebedi olarak azap görme pahasına bile olsa, O'ndan başka­sına secde etmedi ve gerçek bir muvahhid olduğunu böylece ispat etti. Sevânih’te, “İblis'teki aşkın konusu, sıfatları yüce olan maşuktur" diyen Gaz­zalî'nin “İblis'ten tevhid dersi almayan zındıktır" dediği aktarılır.  

Gazzalî'nin en önemli eseri, konusu aşk olan Sevânihu'l-uşşâktır. İmam Gazzalî'nin İhyâu Ulûmi'd-dîn'ini Lübâbü'l-İhyâ adıyla ilk defa o özetlemiş, semaın haramlığını savunanların görüşlerinin reddi için Bevâriku'l-İlmâ adlı eserini yazmıştır. Diğer eserleri ez-Zahîrefî İlmi'l-Basîre, Sırru'l-Esrâr, Teşkîlu'l-Envâr, Havâssü't-Tevhîd'tir. Bu son eser, talebesi Saîd b. Fâris el- Lübbanî'nin onun vaaz meclislerinde tuttuğu notlardan derlenmiştir.  

Ebû Hamid-i Gazzalî, Bağdat ve Bağdat'ın Nizamiye'sini terk ettiğinde yerine kardeşi Şeyh Ahmed'i bıraktı. Ancak bir süre sonra o da, orada ders verme görevini terk ederek kardeşinden daha sıcak bir ilgiyle tasavvufa yöneldi ve daha derin bir sufîlik yoluna girdi. İmam Gazzalî'nin bunca şöhreti ve başta İhyâ adlı kitabı olmak üzere eserlerinin sufî yolunun yay­gınlaşması ve yücelmesinde son derece etkili olmasına rağmen küçük kar­deşi Ahmed'in kendisinden daha çok tasavvuf dünyasında çok daha fazla ün ve önem kazandığı bir gerçektir.   Bundan da öte sufî gelenek ve töre­lerinde yaygın olduğu gibi irfan ve tasavvuf dünyasında kardeşi İmam Gazzalî'den daha yüce makamlarda olduğunu dillendiren birtakım kera­metlerinden de söz edilmektedir.  

Her halükarda Şeyh Ahmed vaaz vermekle uğraştığından, vaaz mec­lisleri de son derece ün kazandığı ve halk kitleleri tarafından da yoğun ilgi gördüğü için kitlelerin zihinlerinde alabildiğine ilginç bir keramet kahra­manı olarak yer etmişti. İmam Gazzalî'nin şöhreti ve her tarafa yayılan ünü yukarıdaki örnekte olduğu gibi bu kerametlerden bazılarının ona ait olduğu algısını oluşturmuştu. Künyesi "EbuTFeth" olan Şeyh Ahmed'in lakabı da "Mecdüddîn" idi. İbn Hallikân'ın kayıtlarına göre birtakım ri­vayetlerde aktarılmasına karşın o ne ümmi ve ne de bir hangah zahidiydi. O, sufîyane eğilimleri bulunan bir bilgin ve fakihti. Bunun yanı sıra, vaaz vermeği ders vermekten daha çok severdi. Fıkıh dalında kardeşi İmam Gazzalî'nin Bağdat'ı hacca gitme amacıyla terk ettiğinde, yerine Niza- miye'de bir halifesi ve yardımcısı olarak bırakabileceği kadar bilgi ve bi­rikim sahibiydi. Bununla birlikte o da bir süre bu görevi sürdürdükten sonra Nizamiye'deki ders halkalarını terk ederek vaaz, seyahat ve sufî şeyhlerle birlikte bulunmaya yöneldi. Ancak onun sözleri olarak aktarılan ve kardeşinin hayatının son anlarını konu alan bir rivayetten kardeşinin bu son günlerinde Tus'a yerleştiği ya da gidip geldiği anlaşılmaktadır.  

Diğer vaizler gibi genellikle hayatı seyahatlerde geçen Ahmed-i Gaz­zalî, daha çok Rey, Kazvin ve Hemedan'da yaşamaktaydı. Zaman zaman Bağdat'a da gidiyor, bütün sohbet meclisleri yoğun kitlelerin olağanüstü ilgisini çekiyordu. Vaazlarına böylesi bir ilginin duyulmasının gerekçeleri arasında İbn Neccâr'ın da aktardığı gibi, yumuşak yaradılışlı olmasının yanı sıra güzel görüşlülüğü, sözleri ve sohbetinin son derece tatlı olması da vardı. İbn Hallikân da bu konulara değinmektedir. Bütün bunlarla bir­likte onun sözleri arasına serpiştirdiği son derece ince ve derin anlamlı nükteler de, İbn Cevzî'nin belirttiği gibi onun vaaz meclislerinin kitleleri olağanüstü bir şekilde kendisine çekmesinin en önemli etkenleriydi.  

Şeyh Ahmed'in sözleri arasında Hallâc'ın öğretilerini hatırlatan nükte­ler de vardır. Belki de Hallâc'ın, Şeyh Ahmed'in öğrencisi Aynu'l-kuzat üzerindeki daha açıkça görülen etkisi de işte bu yoldan olmuş olabilir. İbn Cevzî'nin, Şehy Ahmed'in, şeytan hakkında taassubu olarak nitelediği konu da bu kategoridendir. Şöyle dediği de aktarılır: “İblisten tevhid öğren­meyen zındık olur." Musa Tur eşiğinde İblis ile karşılaştı. Ona: “Neden Adem'e secde etmedin" diye sordu. İblis ona şöyle cevap verdi: “Haşa ben bir insana nasıl secde ederim?! Ben tevhid davasının eriyim. Nasıl olur da ondan başkasına değer veririm." Bu tür İblis hikayeleri, Yezidîler gibi birtakım gnostik grupların İblis'i ululama ya da ondan özür dileme için bahane ola­rak algılanmaktadır. Belki de onların inançlarından da bir miktar etkilen­miş olabilir. Elbette bu İblisten özür dileme işinin Hallâc'tan onun çağdaş­larına kadar birtakım sufîlerde belli düzeylerde geçmişi vardır. Allah'ın dergahından kovulmuş olan İblis'in ilahi yazgı ve bilgiyle ilişkisi sürekli olarak sufî düşüncesinde ve ibret alma konusunda ektili olmuştur.  

İblis konusunda kutsama ve taassup konusu, Şeyh Ahmed'in Sevânih adlı eserinde de söz konusu edilmektedir. Bu eserde Şeyh Ahmed'in; aşk, gerçek aşk ile mecazi aşk arasındaki irtibat da yansımasını bulmaktadır. Görünürde onunla ilgili, cemalin tezahürlerine karşı şiddetli hassasiyetini gösteren bir hikaye bu risalenin içeriğinin etkisiyle oluşmuş olabilir. Bü­tün bunların yanı sıra bu risalede insani aşk ile tanrısal aşkın ilişkisi sa­dece işaretlerle açıklanmaktadır: aşkın, aşıkların ve sevgilinin bir tek ol­duğu ariflerin aşkı. Bu durumda aşık varlığını yok ettiğinde her şeyi sev­gili olarak görür. Bunu öylesine ileri bir düzeye götürür ki, sevgilinin biz­zat kendisi olduğuna inanır. Şeyh Ahmed'in dillendirdiği aşk, Hallâc'ın heyecanı ve neşesiyle heyecana geldiği aşktır; ulu ve ruhani aşk. İşte böy- lesi bir aşkta aşık, sevgilisini kendisi için istemez, kendisini de onun için istemez, tam tersine Hallâc gibi onun hoşnutluğunu kazanma yolunda can vermeği de bir oyun gibi görür. Hatta yine Hallâc gibi sevgilinin yo­lunda kendisini kaybetmiş gerçek aşığı İblis varlığında gösterir. Bu da de­falarca şeyhe karşı saldırmaların da gerçek sebebi olan İblis'i kutsama ve güzel görme özelliğidir.  

Şeyh Ahmed'in Sevânihu'l-Uşşâk adlı eseri tasavvuf edebiyatında ola­ğanüstü bir ün kazandı. Büyük sufîler bu eser için şerhler yazdılar. Irakî ve Camî, Lemeât ve Levâmi adlı eserlerini onun tarzında kaleme aldılar. Onun diğer eserleri arasında kardeşi Ahmed-i Gazzalî'nin İhyâu ulûmi'd- dîn adlı eserinin bir özeti olan Lubâbu'l-İhyâ dışında Farsça ve Arapça çok sayıda eseri vardır. Bu eserlerinden biri de Bevâriku'l-ilma’ dır. Bu eserinde Şeyh Ahmed sema konusuna bir vaiz ve fakih bakışından daha çok bir sufî ve bir arif olarak bakmaktadır. Bu yüzden sema hakka yaklaşma aracı olarak algılanır. Kardeşi İmam Gazzalî'nin caiz oluşu ve şartlarını ayrın­tılarıyla İhyâ adlı eserinde anlatmasına rağmen Şeyh Ahmed'in bu konu­daki görüşleri özgün bir incelik ve yeniliktedir. Eserinin tam adı, Bevâriku'l-ilmâ fi'r-redd-i alâ men yuherrimu's-sema bi'l-icmâ da onun bu ko­nuya yaklaşımını göstermektedir. Şeyh konuya bir fakih yaklaşımıyla gir­mekle birlikte konuyu sonuca bağlaması sufîcedir. O da bu eserinde kar­deşinin İhyâ'da yaptığı gibi fakihlerin ilk aşamalarından hareketle söze girmekte bu görüşlerini de ayetlerle ve rivayetlerle de desteklemiştir. An­cak semaı tasavvuf dünyası için şartlar, zaman ve mekan ile uygun kar­deşler bulunduğunda caiz olmaktan öte vacip olarak nitelemektedir.  

KRİSALELERİ

V-VI. yüzyıllarda sufi ve ariflerin yoğun ilgileri ve dikkatlerini çekmiş olan konulardan bir de, kuşların hükümdarları Anka ya da Simorğ'a eriş­mek için çıktıkları yolculukları hikayelerini örnek alarak manevi seyr u suluk aşamalarını simgesel ve benzetme yoluyla dillendiren anlatılardır. Nefsi olgunluk ve erginliğe ulaştıran aşamaları kat ederek manevi birta­kım makamlar ve bir bir arkalarında bırakarak karşılarına çıkan sorunları aşamalı olarak aşmaları ve bu şekilde tehlikelerle karşılaşmamaları, bu hi­kayelerde aradıkları çıkış yollarını aramaları konularını oluşturuyordu. Söz konusu temalar bu amaçlar için çok uygun ve yeterli olduğundan V./XI. yüzyıldan bu yana söz konusu hikayelerin yazılması, eklemelerle tamamlanması ve betimlemelerle mistik-psikolojik birtakım incelikler ve ayrıntılar ile yaygınca uğraşılması konunun önemini göstermektedir.  

Bu hikayenin genel yapısı ve tasarımı; kuşların kafes zindanından kur­tuluşları ve yücelere kanat çırpmaları; sayısız çöllerden, şehirlerden, de­nizlerden ve dağlardan geçerek son hedeflerine erişmeleri ve hükümda­rıyla görüşmeleri temelleri üzerinde yükselmektedir. Bu hikaye kuşkusuz ruhun asıl ve gerçek yurduna yolculuğu ve hakka yaklaşma çabalarını simgesel anlatımlarla kurgulayan bir yolculuktur. Bu tür hikayelerin en çok bilineni ve en yaygın olanı, Feridüddîn-i Attâr'ın Mantıku't-Tayr adlı eseridir. Kuşların yolculuğunu konu alan hikayeler değişik yazarlar tara­fından kaleme alınmıştır. İbn Sinâ'nın Risâletü't-tayr'ı bunların en eskileri­dir. Ancak bu hikayenin geçmişi ve kökeni İbn Sinâ'dan da eski çağlara gitmektedir. Eski Yunan ve Eski Hint dünyalarında belki de daha başka eski dünya uygarlıklarının geleneklerinde söz konusu hikayenin değişik versiyonları bulunmaktadır. Müslüman ulusların Yunanlılar ile daha çok yakın temasları bulunmasından burada bu hikayeye ve Yunanlıların bu hikaye eksenli temel aktarımlarına değinmemiz yerinde olacaktır.  

Yunan dünyasında ruhun uçuşunu söz konusu eden ilk hekim Parme- nides'tir. Gerçeğin Yolunda adlı eserinin giriş bölümünde kendi ruhsal fizi- kötesi yolculuğu konusunda simgesel ve gizemli bilgiler vermektedir: At­lara nasıl bindiğini, arzuladığı yerlere nasıl gidip eriştiğini, Güneş'in kız­larının birlikteliğinde evini geceleyin terk ederek aydınlıklara doğru nasıl ilerlediğini anlatmaktadır. Bu yolculuğu hakkında verdiği bilgilerden; bi­neğinin kanatlı olduğu anlaşılsa da yazar bu konuda ayrıntılı ve net bilgi­ler vermemektedir.  

Bir başka Yunan bilgesi Eflatun, Phaydaros ile konuşmasında Kuşlar hikayesine benzer bir simgesel hikaye anlatmakta, bu hikayede ruhu ara­bayı süren arabacıya ve kanatlı atlara benzetmektedir. Eflatun'a göre; ha­reket ruhun olmazsa olmaz gereklerinden biridir. Ruh ya da can, yok ol­mayan bir gerçektir, ilahi özellikler taşır ve kendiliğinden hareketlidir, fani değildir. Diğer varlıkların hareketini sağlayan da odur. Ruhun hare­ket yönü de bilgisizlik yerinden bilgi göklerine doğrudur. Onun asıl amacı da yüce evrenlerde ve göklerin ötesinde bulunan hep yücelmekte olan gerçektir. Ruhu o evrenlere yüceltip taşıyan da o kol kanat gücüdür. Sa­dece insan ruhu arabasının kanatlı atları yoktur, ilahi nefislerin/Tanrıların de arabaları, sürücüleri ve kanatlı atları vardır. Phaydaros'taki topluca uçan ve gerçeğe erişen ruhlar insanların canları değil tam tersine ilahi ne­fislerdir.  

İslâm kültüründe bu hikayeyi ilk kez kaleme alan İbn Sinâ'dır (ö. 428). Yunan kültürünün İslâm kültürü üzerindeki derin etkisine karşın bu hi­kaye de diğer birçok hikaye ve konular gibi İslâm öğretilerinde ve Kur'ân'da da bulunmaktadır. Peygamber'in miracı da bu bağlamda bir tür ruhsal bir yolculuk olarak kabul edilir. Bazı Müslümanlar Peygamber'in miraç gecesi bindiği Burak'ın kanatlı olduğuna inanırlar. Daha da ileri gi­dilerek Kur'ân kanatlı kuşlar grubunu insanlar grubuna benzetilir:

“Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna ol­mamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu Kitap'ta, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar, sonunda Rableri önünde haşredilirler."  Aynı şekilde Kur'ân’da açıkça Tanrının melekleri kanatlı olarak yarattığı belirtilmektedir: “Hamd, Fâtır olan Allah'adır; gökleri ve yeri yaratan, melek­leri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan O'dur. Yaratışta/yaratılmışlarda di­lediğini artırır O. Hiç kuşkusuz, Allah her şeye gücü yetendir.'"  Ancak İslâm dininin gerçek ve hak din oluşu, onun yüce öğretileri Müslümanların gök­lere yükselme hikayesini sadece olduğu gibi Yunan ya da diğer ulusların kültüründen almadıklarını, bu hikayenin insanlığın ilk devirlerinden beri ortak bir kültürel değeri olduğu, sonsuz hikmete erişmek için bir araç ol­duğu kanısı daha yaygındır.  

İbn Sinâ, kendi Kuşlar Risalesi'nde ruhu 'kanatlı atlar'a benzetmek ye­rine kuşlara benzetir. Bu da onun Kur'ân'dan etkilendiğini göstermekte­dir: “Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna ol­mamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu Kitap'ta, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık.''  Bu örnekten hareketle İbn Sinâ da, Eflatun gibi ruhun kanatlı olduğu tezini vurgular, onun 'hareketi kendisinden kaynaklanan bir varlık olduğunu' kabul eder.  

V./XI. yüzyıldan itibaren, İbn Sinâ'dan sonra 'Kuş Hikayeleri' misti­sizm dünyasının ve özelikle de İranlı sufilerin dikkatlerini çekmeğe baş­lamış ve bu hikayelere ilgi her geçen gün artmıştır. Nitekim bu konudaki iki önemli eserlerden biri Ahmed-i Gazzalî bir diğeri de Feridüddîn Attâr tarafından kaleme alınmıştır. Bunun yanı sıra VI./XII. yüzyıl sufilerinin eserleri arasında ‘can kuşunun ten kafesinde tutsaklığı, Simorğ'a doğru yola çıkışı ve muradına erişi' konularında anlatılara yer verilmiştir. Örne­ğin Ahmed-i Gazzalî'nin müritlerinden biri olan Aynu'l-kuzât-i Heme- danî mektuplarından birinde şunları dillendirir: "Ey yiğit, kuşlar yıllarca simorğ'u aramakta idiler. Onun dergahına vardıklarında yıllar yılı bekle­diler, huzura erişmek istediler ama izin çıkmadı. Sonra onlara cevap ve­rildi: “Açık seçik deliller, İbrahim 'in makamı vardır orada. Oraya giren, güvene ermiş olur. Yoluna gücü yetenin o evi ziyaret etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim nankörlük ederse hiç kuşkusuz, Allah bütün âlemlere muhtaç olmayacak bir ganî'dir."  

Bu hikaye sadece Ahmed-i Gazzalî ekolünde defalarca tekrarlanmaz. Diğer bazı tarikatlarda da bu hikayenin varlığı görülür. VI./XII. yüzyıl su- filerinden, ünlü yazarlardan Gazzalî ile aynı çağda yaşamış, olmasına rağ­men eserlerinden doğrudan etkilenmiş olduğu konusunda kanıt bulun­mayan Ruzbihân Baklî-yi Şirazî (ö. 606/1210) buna rağmen bazı eserle­rinde Gazzalî gibi ruhu kuşa benzetmekte onun ten kafesinde tutsaklığını dillendirmekte, o kafesten kurtuluşunu, göklere yükselişini ve ceberut sa­rayına varışını anlatmaktadır.  

Aynı çağın bu hikayeye çok ilgi duyan ünlü bir diğer sufî yazarı da Şihabuddîn Sohreverdî'dir (ö. 586/1190) Sohreverdî sadece İbn Sinâ'nın Risâletü't-Tayr'ını Farsçaya çevirmekle kalmamış, diğer eserlerinde de can kuşunun ten kafesinde tutsaklığını ve oradan kurtulamaya duyduğu ihti­yacı defalarca dillendirmiştir. Burada adları anılan sufî yazarlar ve daha başkaları arasında VI./XII. yüzyıl boyunca kuşlar hikayesinin ne denli yaygın olduğunu gösteren birçok örnek verilebilir. Sözün özü şudur: özel­likle bu yüzyılda kuşlar hikayesi mistik kültüre derin olarak etki etmiş, gerçekte Attâr'ın şaheseri Mantıku't-Tayr'ında anlattığı hikaye sufî dünya­nın dilden dile dolaşan başyapıtı olmuştur.  

Bu hikayenin en önemli ve en mükemmel şekli Attâr'ın Mantıku't- Tayr'ında anlatılmaktadır. Bu eserde tasavvufun çok önemli ayrıntıları ele alınmaktadır. Ancak ondan önce İbn Sinâ, İmam Muhammed Gazzalî ve kardeşi Ahmed-i Gazzalî mensur kuş risaleleri yazmışlardı. Attâr hem İbn Sinâ'dan hem de Gazzalî'den etkilenmiş olsa da tarzı İbn-i Sinâ'dan çok Gazzalî'ye daha yakındır. Dolayısıyla Mantıku't-Tayr'daki hikayenin ta­sarlanışı Gazzalî'nin risalesindekinin aynıdır. Bu yüzden Gazzalî'nin Kuş­lar Risalesi önem kazanmaktadır.  

İmam Muhammed-i Gazzalî'nin Kuşlar Risalesi sadece tasavvufi içerik ve amaçla yazılmış ilk eserdir. İbn Sinâ'nın eseri gibi kısa ve öz bir anla­tımla Arapça kaleme alınmıştır. Eser, yazarın yaşadığı çağda bizzat kar­deşi Ahmed tarafından Farsçaya çevrilmiş ya da yeniden yazılmıştır. Mu- hammed-i Gazzalî ile Ahmed-i Gazzalî'nin risaleleri birinin Arapça diğe­rinin Farsça olması dışında konuları ve anlatım ayrıntıları hemen hemen aynıdır. Her iki risale kısalıklarının yanı sıra oldukça özlü sözlere ve derin anlamlara yer vermeleri, hem teorik ve hem de bilimsel kısımlarıyla dik­kat çekerler. İlk bölümleri daha çok teorik ve hayali; ruhun yolculuğunun tasarlanması ve bir bakıma yol haritası çizilmesi aşamasına yer verirken; ikinci kısımları ise tasavvufun bilimsel yönünü ele alması açısından ol­dukça önemlidir. Bu bölümde her iki yazar da okuyucuya; gaflet uyku­sundan uyanmalarını, kuşların şekillerine bürünmelerini, onların dillerini öğrenerek kendilerini arındırmalarını, hakka yönelip ibadet ve kullukla­rını yapmalarını hatırlatarak belki bu yolla hükümdarın huzuruna erişe­bileceklerini salık vermektedirler.  

Kuşların yolculuğu teması Ahmed-i Gazzalî'nin oldukça önem verdiği bir konudur. Hem bu eserinde ve hem de diğer eserlerinde bu konuya sık sık değinmekte, örneğin Sevânih'te: 'ruhu aşkın biniti" olarak değerlendir­mekte rubailerinden birinde de onun yükseliş ve alçalışını anlatmaktadır:

Aşk ile çıktı yokluktan yola, yürüdü bineğimiz

Vuslat kandilinden aydınlık hep gecemiz

Bizim inanışımızda haram olmayan o şaraptan içe içe

Yokluk gelinceye dek kurumayacak dudağımız

Bu eserinde Gazzalî aşkın tartışmasız gerçekliğinden ve zatından za­man zaman "kuş" ya da "ezel kuşu" olarak söz etmektedir.  

 هو

الطيور

رساله فارسي و رساله عربي

جامع العلوم و المعارف و مجمع الكرامات و المكاشف العالم العالی حضرت

 شیخ احمد غزالی طوسی

 

شمّه‌ای از فرمایشات وی

در یکی از فصول رسالۀ سوانح می‌فرماید که معشوق در همه حال معشوق است پس استغناء صفت اوست، و عاشق در هر حال عاشق است و افتقار صفت اوست و عاشق را همیشه معشوق دریابد پس افتقار همیشه صفت اوست، و معشوق را هیچ چیز در نمی‌یابد که خود را دارد و لاجرم صفت او استغناء باشد. و نیز در سوانح فرماید: عاشق را در ابتدا بانگ و خروش و زاری‌ها باشد که سوزِ عشق ولایت تام نگرفته است، چون کار به کمال رسید ولایت بگیرد، حدیث زاری در باقی شود که آلودگی به پالودگی بدل یافته. و نیز گفته است که اگر چه عاشق دوست او را دوست گیرد و دشمن او را دشمن، چون کار به کمال رسید عکس شود از غیرت، دوست او را دشمن گیرد و دشمن او را دوست، بر نامش او را غیرت بود فضلاً منه.

شطری از کرامات وی

روزی یکی از وی حال برادرش حجة الاسلام را پرسید: فرمود: وی در خون است. سائل در طلب حجة الاسلام بیرون آمده، وی را در مسجد یافت. از گفته شیخ احمد در تعجب ماند. قضیه را با حجة الاسلام در میان نهاد که برادرت سراغ شما را در خون داد. حجة الاسلام گفت: شیخ درست گفته که من در مسئله‌ای از مسائل استحاضه فکر می‌کردم و همه وجود من مستغرق خون بود، برادرم به نور ولایت آن را مشاهده نموده است. و هم گویند برادرش حجّة الاسلام غزالی وقتی به طریق عتاب به آن جناب گفت: اصناف عباد از اقصی بلاد برای درک نمازی در خلف دعاگو به این دیار می‌آیند و آن را ذخیره اخروی می‌شمارند، چون است که تو با وجود سِمت برادری و قرب جوار، نمازی در پشت سر من نمی‌گزاری، این رفتار از اهل سلوک بعید است، شیخ گفت: اگر شما به امامت جماعت که قیام می‌نمائید در اقامة صلوة بذل جهد کنید، من هرگز روی از متابعت و اقتدا نپیچم. آنگاه در خدمت حجة الاسلام به مسجد رفت تا هنگام نماز رسید و حجة الاسلام به امامت جماعت مشغول شد. شیخ نیز اقتدا به وی نمود ولی در بین نماز مسجد را ترک گفته بیرون آمده و با اصحاب خود نماز را اعاده کرد. چون حجة الاسلام از نماز فارغ و از مسجد خارج شد، شیخ را ملاقات کرده عتاب آغازید که چرا نماز را شکستی و از مسجد خارج شدی؟ شیخ گفت: ما به مقتضای شرط خود عمل کردیم، تا حضرت حجة الاسلام در نماز بودند شرایط اقتدا به جای آوردیم وقتی که رفتند اَستر خود را آب دهند ما بی‌امام ماندیم و نتوانستیم نماز تمام کنیم! حجة الاسلام را وقت خوشی دست داد و گفت: سبحان الله، خداوند را بندگانی باشد که جواسیس قلوبند، برادرم راست می‌گوید که در اثنای نماز به خاطرم گذشت که امروز آیا استرم را آب داده‌اند. گویند پس از آن حجة الاسلام را رغبت سلوک پیدا شد.

 

نقل از كتاب رهبران طریقت و عرفان

نگارش حاج میرزا محمّدباقر سلطانی گنابادی،

 انتشارات حقیقت؛ تهران، چاپ پنجم، 1383.


بسم الله الرّحمن الرّحیم

رساله الطّيور

 

امام ربّاني، سيد الاولياء، قطبالاصفيا، احمد بن محمد الغزالي ـ قدّس الله روحه العزيز ـ گفتا: اگرچه مرغان بسيار بودند و خوي و سرشت و آواز ايشان مختلف بود، و هر يك از ايشان را كشش به آشيانه دگر و منزلگاه ديگر بود، ليكن همگنان با يكديگر ياور شدند و اتفاق كردند كه: مارالابد پادشاهي بايد كه به هر وقت به درگاه وي رويم و حاجت خويش بر وي عرضه داريم. پس اتفاق كردند كه هيچكس را كلاه مملكت و تخت پادشاهي زيبنده تر از سيمرغ نيست، و شرايط پادشاهي او را ميسر است. او را به پادشاهي ببايد نشاند، كه اگر مابي مالكي در صحرا زندگاني كنيم، در دام دشمن افتيم. «اِنّ َالشَيطانَ لَكُم عَدوٌّ فَاتَّخِذُوهَ عَدُوّآ»، و بدان مبتلا شويم.

شهري كه درو سايه سلطان نبود

ويران شده گير اگرچه ويران نبود

و اگر سايه حشمت ملك بر ما نبود، از دشمن ايمن نباشيم. «اِنَّ عِبادِي لَيَسَ لَكَ عَلَيهِم سُلطانٌ[1]» پس خبر پرسيدند و آشيان وي طلب كردند. كساني كه به حضرت رسيده بودند ايشان را خبردادند. گفتند كه: ملك سيمرغ در جزيره عزّت و شهر كبريا و عظمت است. آرزوي حضرت ايشان را، يك انديشه و يك همت كرد. و طوق شوق بر گردن افكندند، و نطاق اشتياق در ميان بستند، و نعلين طلب در پاي كردند، و به يكبار قصد برخاستن كردند تا پيش تخت ملك شوند، و از وي خلعت سعادت يابند، و در مرغزار كرم و روضة رضاي وي چرا كنند. و آتش شوق از دل ايشان شعله ميزد و راه را به زبان طلب مي جستند.

گفتم كه كجات جويم اي زيبا يار

گفتا كه دگر به وصل اميد مدار

ايشان بر سر اين آتش نشسته، منادي آواز داد كه: خويشتن را در تَهلُكه ميندازيد. «وَلا تُلقُوا بِاَيدِيكُم اِلَي التَّهلُكَهِ[2]». و از آشيانه خويش بيرون، كه اگر شما پاي از آستانه به در نهيد، آسيا بلا بر سر شما بگردانند، و پاي شما به كنج رنج فرو شود. و مصلحت كار شما آن است كه همه در خانه خويش مُقام كنيد. چون اين ندا بشنيدند شوق ايشان زيادت گشت و بيآرام گشتند و گفتند:

بل تا بشود ز بهر جاني جانم

توبه نكنم ز عشق تا توانم

و همگنان گفتند: ما را از آن مقصد چاره نيست، تا كه هلاك شويم پشت نگردانيم.

چون دوري از آن روي نميدارد روي

آن به كه از آن روي نگرداني روي

به حكم آنكه شفاي بيماري ما، جز در خدمت نيست، و آرزومندي ما به شفا جز به طبيعت نيست. و اگر ما بدين سعادت نرسيم، آن بود كه بي عقل و مدهوش شويم. فخر و شرف ما در بندگيست. «لَن يَستَنكِفَ المَسِيحُ اَن يَكُونَ عَبدَا للّهِ وَلاَالمَلئِكَهُ المُقَرَّبُونَ[3]».

چون زلف تو يك ساعتم آرام مباد

جز در حلقم حلقه تو دام مباد

تا نام و نشان عشق باشد به جهان

جز بنده و عاشق توام نام مباد

پس چون به يكبار به بال همت در پرواز آمدند، منادي آواز داد كه: «العافيه فيالزاويه». سلامت را به غنيمت داريد، و پا در بيابان بي پايان منهيد، كه در راه شما درياهابلاي خونخوار است كه عمق آن را نهايت نيست، و كوههاي بلند است كه بلندي آن را غايت نيست. و شهرهاي گرمسير و شهرهاي سردسير. و بسياري از خلايق بدين سبب پشت بدين خدمت كردهاند، و از خطر راه ترسيدهاند كه: «اِنّا عَرَضنا الا َمانَهَ عَلَيالسَمواتِ وَالا َرضِ وَالجِبالِ فَاَبَينَ اَن يَحمِلنَها وَ اَشفَقنَ مِنها و حَمَلَها الا ِنسانُ[4]». بر قوت خويش اعتماد مكنيد و بدانيد كه: هيچ زياني بيش از فرمان بردن دشمن نيست، و روا بود كه تقدير مرگ راه شما بزند و شما به مقصود نارسيده، و از كوي دوست هيچ ناديده. چون اين ندا بشنيدند، كه: «اَلنّاسُ حَريصٌ عَلي ما مُنِعَ»، حرص ايشان زيادت شد و به يكبار بيقرار شدند و به صفت اضطرار گشتند و گفتند:

ما خيمه عاشقي بر افلاك زديم

پس آتشي نيستي در املاك زديم

در عشق دلي بود سرآمد ما را

در بتكده‌ها شديم و در تاك زديـم

پس هر يك از ايشان بر بادگير همت نشستند، و لگامي از عشق بر كام وي كردند، و وي را فرهيخته شوق كردند و پاي در راه نهادند و هوش و قرار و آرام از خود مي بردند و مي گفتند.

هر دل شدهاي بهوش نتوان بودن

بي نـاله و بي خــروش نتـوان بـودن

در محنت بيدلي و با درد فراق

زين بيــش همـي خموش نتوان بودن

پس پاي در باديه اختيار نهادند كه تا به كنار درياي اضطرار رسيدند. بعضي در دريا غرق شدند، و هركس كه در شهرهاي گرمسير خو كرده بود، چون به شهرهاي سردسير رسيدند هلاك شدند. پس چون به وادي كبريا رسيدند، باد تقدير برخاست و صاعقه عظيم تمتّن ايستاد و خلقي از ايشان هلاك شدند. پس گروهي اندك بماندند كه: «و قليلٌ مِن عِباديَ الشَكورُ[5]» و به جزيره ملك آمدند و به درگاه عزت او نزول كردند و كسي را فرستادند تا ملك از ايشان خبر دادند. و ملك بر تخت عزتّ بود در حصار كبريا و عظمت. پس ملك سيمرغ فرمود تا از ايشان پرسيدند كه: به چه مقصود آمده‌اند؟ گفتند: آمديم تا تو ملك باشي كه: «اِيّاكَ نَعبُدُ وَ اِيّاكَ نَستَعينُ». ملك سيمرغ گفت: ايشان را بگوئيد كه ما پادشاهيم اگر شما گوئيد و اگر نه ـ و اگر گواهي دهيد و اگر نه، ما را به خدمت و طاعت شما حاجت نيست باز گرديد. پس همگنان نوميد شدند و خجل گشتند و متحير و سرگردان اندوهگين شدند. نه روي مقام ديدند و نه روي بازگشتن، و رنج از دل ايشان موج ميزد. گفتند: كارزار است اكنون.

اين بار دلم ز عاشقي جان نبرد

اينست سزاي آنكه فرمان نبرد

اندر بُنَه دارم از غم اكنون باري

دردي كه به هيچ روي درمان نبرد

پس همگنان در اين مقام عاجز گشتند و گفتند: بازگشتن با نوميدي كار نامردان بود، و بازگشتن نيز با چندين ضعف و بيماري كه به سبب اين راه دراز بر ما مستولي گشته است ممكن نباشد، كه يك بار ديگر پيغام فرستيم تا باشد كه ما را به حضرت خويش راه دهد. پيغام دادند و گفتند كه اگرچه تو از خدمت ما بي نيازي، ما از خدمت و دولت و مملكت تو بي نياز نيستيم، و اين درگاه نيازمندان است، ما را به حضرت خود راه ده.

در عشق تو دل خود به وفا ميآريم

بد عهدي را به زير پا ميآريم

گر تو نكني هيچ خداوندي خويش

ما بندگي خوش به جا ميآريم

ما مهمان كرم توايم، به نظر لطف تو خرسنديم. پيغام ملك باز آمد كه: برخيزيد و با كلبه احزان خود شويد كه اين حضرت كبريا و بزرگي است، چشم شما طاقت تجلي اين حضرت را ندارد، چنانكه چشم خفاش را طاقت ديدن خورشيد نباشد، شما را طاقت حضرت ما نباشد. «فَلَمّا تَجَلّي ربُّهُ لِلجَبَلِ جَعَلهُ دكَّآ و خَرَّ موسي صَعِقآ[6]». كار اين بار افتاده است. و به يك بار نوميد گشتند و مدهوش شدند و كأس يأس نوش كردند و لباس افلاس در پوشيدند و همه دل به قضاي آسماني بنهادند و جان بر كف دست نهادند كه: «لاراحه كالموت».[7]

هر شب كه ز اندوه تو سرباز زنم

لختــي دگــر از اميــد بر باد دهم

اي كاش بسوزمي چو پروانه شمع

كآخر چو بسوختم ز خود با زر هم

پس چون نوميدي ايشان محقق شد، منادي آوا داد كه: نوميد مشويد «لا يَايئَسُ مِنرَوحِاللّهِ اِلاَّ القَومُ الكافِرونَ[8]». اگر كمال استغناي ما و نهايت عزّ ما موجب ردّ است، كمال كرم ما موجب قبول است و نزديك گردانيدن و چون شما قدر بي قدري خويش بدانستيد و از درگاه ما عاجز گشتيد و نوميد شديد، لايق به كرم ما آن است كه شما را به سراي كرم و آشيانه نعم فرو آوريم كه بدين درگاه، نيازمندان و محتاجان و مسكينان و درويشان رسند، و منزل درويشان است و جايگاه نيازمندان و قرارگاه بي كسان. و براي اين بود كه صاحب شرح اعظم عليهالسلام فرمود: «اَلّلهُمَّ اَحيِنِي مِسكينآ و اَمِتنِي مسكينآ واَحشُرنِي فِي زُمره ِالمَساكينِ[9]». و هركه به حقيقت نيازمند و مسكين است، ملك سيمرغ را نديم و جليس و قرين است.

پس همگنان با قرار و سكون آمدند، و در رياض نزهت فرود آمدند، و لباس شادي پوشيدند و در خدمت ملك ايستادند و پيش تخت وي صف زدند. پس چون حال ايشان قرار آمد و به نظام شد و به پادشاه مقرّب گشتند، از ياران و حال او پرسيدند. گفتند: اين جماعت كه در باديه هلاك شدند حال به چه رسيد كه  آرزومند ديدار ايشانيم و غمخوار ايشان؟

از بــس كــه برآورد غمت آه از من

ترسم كه شود به كام بدخواه از من

دردا كه ز درد هجرت اي جان جهان

خون شد دلم و دلت نه آگاه از من

و آن جماعت ديگر كه موج دريا ايشان را هلاك كرد و تمساح تقدير ايشان را فرو برد، كجايند تا اين قربت و نزديكي ما بينند و بدانند كه چه منصب يافتيم و به كدام درجه رسيديم.

در كف سر زلف يار مي بايد نيست

بر لب مي خوشگوار ميبايد نيست

چون دامن وصل تو به دست آورديـم

زور و زر و روزگـــار مي بايـد نيست

گفتند: ايشان در حضرت ملكاند، «في مقعد صدق عند مليك مقتدر[10]». و زندگي به حقيقت يافتهاند. و لا تَقُولُوا لِمَن قُتِلَ في سَبيلاللّهِ اَمواتآ بَل اَحياءٌ عِندَ رَبِهِم[11]». «و مَن يَخرُج مِن بَيتِهِ مُهاجِراً اِلَياللّهِ و رسولِهِ ثُمَّ يُدرِكهُ المَوتُ فَقَد وَقَعَ اجرُهُ عَلَياللّهِ[12]». چنانكه كند لطف ما، شما بدينجا كشيد كه پاي در باديه طلب نهاديد و ياسمين طلب بوئيديد، دست لطف ما ايشان را برداشت و به حضرت نزديك گردانيد. ايشان در حضرت قدّوس و پرده جبروتاند.

اندر ره عاشقي كم و بيشي نيست

بــا هيچكسي زمـانه را خويشي نيست

افكنــده عشق را ملامت چه كني

كين كـار به خواجگي و درويشي نيست

گفتند: ما را آرزوي ديدار ايشان است، به كدام طريق بديشان رسيم؟ گفتند: شما هنوز دربند بشريت و قيد اجل و هراسان از كاريد ايشان را نتوانيد ديد.

چون از اين خدمت فارغ شويد و از آشيانه قالب بپريد، آنگه يكديگر را ببينيد و به زيارت يكديگر شويد كه: «اَلنّاسُ نِيامٌ فاذا ماتوا انتَبَهُوا». اما تا مادام كه شما در قفس قالب باشيد و رسن تكاليف بر پاي شما، بديشان نرسيد.

چون رويم زرد ديد آن سبز نگار

گفتا كه به وصل اميد مدار

زيرا كه تو ضد ما شدي از ديدار

تو رنگ خزان داري و ما رنگ بهار

گفتند: كه حال اين جماعتي كه به حكم ناكسي و بدبختي و عجز از اين خدمت بازايستادند چگونه است؟ گفتند كه: هيهات! كه اين نه بحكم عجز ايشان بود، بلكه به حكم نادوستي ما بود. اگر ارادت ما بودي، اسباب آمدن ايشان ساخته شدي. «وَلَواَرادُ والخروجَ لاَ َعَدُّوا لَهُ عُدَّهً ولكِن كَرِهَ اللّهُ انبِعاثَهُم فَثَبَّطَهُم[13]». اگر ما خواستمي، ايشان را به خود نزديك گردانيدمي، لكن نخواستيم ايشان را، برانديم. و همانا كه شما گمان بريد كه به خود آمديد و آرزومندي شما از ذات شما برخاست ـ نه، لكن ما شما را آرزومند گردانيديم، و بيآرام كرديم، و به نزديك خويش آورديم، كه: «و حَمَلناهُم فيالبَرِّ والبَحرِ[14]». چون اين ندا بشنيدند، كمال عنايت ديدند و به غايت هدايت رسيدند و به لطف و كرم پادشاه استوار گشتند و ارباب دين كه: «وَلَتَعلَمُنَّ نَبَاَهُ بعدَ حِينٍ[15]».

 

فصل

 اين سخن كه: «ما به حضرت ملك آمديم». از كساني درست باشد كه ابتدا بدين حضرت آيند. اما آن كس كه از آشيانه ملك پريده باشد و به نداي ملك باز آنجا ميآيد كه: «يا اَيَّتُهَاالَنفسُ المُطمَئِنَّهُ اِرجِعِي اِلي رَبِّكَ راضيهً مرضيهً[16]». نگويند كه چرا آمديد؟ بازگرديد. لكن گويند چرا شما را خواندند؟

ملك چرا شما را برداشتند و بياوردند؟ و اين بلاد بلاد قربت و دارالملك كبرياء و عظمت است. جواب بر وفق سوال، و سوال بر قدر جذبات ملك. «جَذبَهٌ مِن جَذَباتِ الحَقِ تُوازِي عَمَلَ الثَقَلَينِ».

فصل

هركه را حوصله فهم اين سخنها و نكتها نباشد، گو عهد تازه كن و به طور مرغان آي و بر آشيان مرغان مقام كن و آسايش روحيان طلب كن تا سليمان صفت گردي. زبان مرغان بياموزي كه: «عُلّمنا منطقالطير[17]» كه «زبان مرغان، مرغان دانند». و تازه كردن عهد، به تازه كردن باطن است از جمله آلودگي و خباثت. و طهارت ظاهر از جمله نجاسات و احداث. پس از آن ملازم اوقات نماز باش، و زبان را جز به ذكر حق مگردان، كه خلق يا در خواب غفلتاند يا بيدار ذكراند و بر كشيده حقاند كه: «فَاذكُرُونِي اَذكُركُم[18]». و اگر در خواب غفلتاند، رانده حقاند كه: «نَسُواللّهَ فَنَسِيَهُم[19]» اَنفسهُم. هركه بيدار ذكر گشت قرين سلطان شد[20] كه «و مَن يَعشُ عَن ذِكرِ الرّحمنِ نُقَيِّض لَهُ شَيطانآ فَهُوَ لَهُ قَرينٌ[21]». و آدمي در هيچ حالت ازين دو معني خالي نيست، و آن اثر بر وي ظاهر ميشود. گاهي اين صفت در حق وي درست ميشود كه: «يُعرَفُ المُجرِمونَ بِسِيماهُم[22]» ـ و گاه اين صفت كه: «سيماهُم في وجُوهِهِم مِن اَثَرِالسُجودِ[23]». حق تعالي توفيق كرامت كند، و بر راه راست و حقيقت كار هدايت دهد. «يَومَ لايَنفَعُ مالٌ و لابَنُونَ اِلاّ مَن اَتَياللّهَ بقلبٍ سَليمٍ[24]». تمّتِ الرساله بعونِاللّهِ و توفيقهِ.


رسالة الطّيور

 

اِجتَمَعَت أَصنافُ الطُّيورِ علي اختلافِ أنواعِها و تَبأيُنِ طِباعِها. و زَعَمَت أَنَّهُ لابُدَّ لَها مِن مَلِكٍ. وَاتَّفَقُوا أنَّهُ لايَصلَحُ لِهذَا الشَّأنِ اِلاَّالعَنقاءُ و قد وَجَدُوا الخبرَ عنِ استِيطانِها في مواطنِ العِزِّ و تَقَرُّرُها في بعضِ الجَزائرِ. فَجَمَعَتهُم داعيهُ الشّوقِ و همّهُ الطّلبِ. فَصَمُّوا العزمَ علَي النُّهوضِ اِلَيها والا ِستِظلالِ بِظِلِّها والمُشُول بِفنائِها الاستِعباد بخدمتها. فَتَناشَدُوا فَقالُوا:

قُومُوا اِلَيالدّارِ مِن ليلي نُحيَيِّها

نَعَم و نَسأَلَهُم عن بعضِ أَهلِيها

و اِذَا الا َشواقُ الكامِنَه قد بَرَزَت مِن كمينِ القلوبِ، و زَعَمَت بِلِسانِ الطّلبِ:

بأَيِّ نَواحِيألاَرضِ أَبغِي وصالَكُم

و أنتُم مُلوكٌ ما لِمَقصَدِكُم نَحوُ

و اِذاهُم بِمُنادِيالغيب يُنادي مِن وَراءِ الحُجُبِ: «ولا تُلقُوا بِأَيدِيكُم اِلَي التُّهلُكَهِ». لازِمُوا أَماكِنَكُم، ولا تُفارِقُوا مَساكِنَكُم، فَاِنَّكُم اِن فارَقتُم أَوطانَكُم ضاعَفتُم أشجانَكُم، فدُونَكم والتَّعَرُّض لِلبلاءِ، والتَّحَلُّل بِالفَناءِ.

اِنَّ السّلامهَ مِن سُعدي وَ جارَتِها

أن لا تَحُلَّ علي حالٍ بِوادِيها

فَلَمّا سَمَعُوا نِداءَ التَّعَذُّرِ من جنابِ الجبروتِ، مَا ازدادُوا اِلاّ شوقآ و قَلِقآ، و تَحَيُّرآ و أَرِقآ، و قالُوا من عِندَ آخرهم:

ولَو داواكَ كلُّ طبيبِ اِنسٍ

بغَيرِ كلامِ ليلي، ما شَفاكا

و زَعَمُوا:

اِنَّ المُحِبَّ الَّذِي لا شيء يَقنَعُهُ

أَو يَستَقِرُّو مَن يَهوي بهِ الدّار

ثُمَّ نادي لَهُمُ الحَنين، و دَبَّ فيهِمالجنون، فَلَم يَتَلَعَّثُمُوا فِيالطّلبِ اهتِزازاً مِنهُم اِلي بُلوغِ الا َربِ. فقيلَ لَهُم: بَينَ أَيدِيكُمُ المَهامه القَيح، والجِبال الشّاهِقَه، والبِحار المُغَرَّقَه، و أماكِنِ القُرّ، و مساكن الحَرّ، فَيُوشَكَّ أن تَعجِزُوا دُونَ بلوغ الاَمنيّه، فَتَختَرِمكم المنيّه، فَالاحري بِكُم مساكنه أو كارالاوطار، قبلَ أن يَستَدرِجكم الطّمع. و اِذا هم لايَصغونَ اِلي هذَالقولِ و لايُبالونَ، بَل رَحَلُوا و هُم يَقُولونَ:

فَرِيدٌ عَنِ الخُلاّنِ في كلِّ بلدهٍ

اِذا عَظُمَ المَطلوُبُ قَلَّ المُساعِدُ

فَامتَطي كلُّ مِنهُم مَطيّهَ الهمّهِ، قد اَلجَمَها بِلِجامِ الشّوقِ، و قَوَّمَها بِقَوامِ العِشقِ، و هو يَقُولُ:

أُنظُر اِلَي ناقَتِي في ساحَهِ الـوادِي

شديدهٌ بِالسُّري مِن تحتِ مَيّادِ

اِذا اشتَكَت مِن كَلالِ البَينِ أو عَدَها

روحُ القُدومِ فَتَحيا عِندَ مِيعادِ

لَها بِـــوَجهِك نــورٌ تَستَضيِيءُ بِهِ

و في نَوالِكَ مِن أعقابِها حادِي

فَرَحَلُوا مِن مَحَجَّهِ الا ختيارِ، فَاستَدرَجتَهُم بحدِّ الا ِضطرارِ. فَهَلَكَ مَن كانَ مِن بِلادِ البحَرِّ في بلادِ البَردِ، و ماتَ مَن كانَ مِن بلادِالبَردِ في بلادِ الحَرٍّ. و تّصَرَّفَت فِيهِم الصَّواعِقُ، و تَحَكَّمَت عليهمِ العَواصِفُ. حتّي خَلَصَت مِنهُم شرّ ذِمَّه قليله اِلي جزيرهِ المَلِكِ. و نَزَلُوا بِفَنائِهِ، وَاستَظَلُّوا بِجنابِهِ. وَالتَمَسُوا مَن يُخبِرُ عَنهُم الملِكَ ـ و هو في أَمنَعِ حِصنٍ من حِمَي عِزَّهٍ. فَأَخبِرَ بِهِم. فَتَقَدَّمَ اِلي بعضِ سُكّانِ الحضرهِ أن يَسأَلَهُم: مَاالَّذِي حَمَلَهُم علَي الحضورِ؟ فقالُوا: حَضَرنا لِيَكونَ مَلِيكنا. فقيلَ لَهم: أَتعَبتُم أنفُسَكُم. فَنَحنُ المَلِك، شِئتُم أَوأبَيتُم، جِئتُم أو ذَهَبتُم، لا حاجهَ بِنا اِلَيكُم.

فَلَمّا أَحَسُّوا بِالاِستغناءِ والتَّعَذُّرِ، أَيسُوا و خَجِلُوا. و خابت ظُنُونُهُم، فَتَعَطَّلُوا. فَلَمّا شَمَلَتهُمُ الحيرهُ، و بَهَرَتهُمُ العِزَّهُ، قالُوا لاسبيلَ اِلَيالرّجوعِ. فقد تَحاذَلتِ القُوي، وأَضعَفَنا الجَوي، فَليتَنا تُرِكنا في هذِه الجزيرهِ لَنَموتُ عن آخرِنا. واَنشَأُوا يَقولونَ هذهِ الاَبيات:

أَسُكّانَ رامَهٍ هل مِن قِريً

فَقَد دَفَعَ اللَيلُ ضَيفآ قُنُوعآ

كَفاهُ مِنَ الزّادِ أن تَمَهَّدُوا

لَهُ نَظَراً و كلاماً وَسِيعاً

هذا و قد شَمَلَهُمُ الدّاءُ، و أَشرَفُوا علَي الفَنَاءِ، و لَجَأُوا اِلَيالدُّعاءِ:

ثَمَلٌ نُشاوِي بِكَأسِ الغَرامِ

فَكلٌّ غَدا لاِ َخِيهِ رَضِيعا

فَلَمّا عَمَّهُمُ اليَأسُ، و ضاقَت بِهِم الا َنفاسُ، تَدارَكتَهُم أنفاسُ الا ِيناسِ، و قيلَ لَهُم: هيهات! فلا سبيلَ اِلَياليَأسِ ـ «لايَيأَسُ مِن رَوحِ اللّهِ اِلاَّ القَومُ الكافِرونَ». فَاِن كانَ كمال الغني يُوجَبُ التَّعَزُّزَ والرَّدَّ، فَجمالُ الكَرمِ أوجَبَ السَّماحهَ والقبولَ. فَبَعدُ أَن عَرَفتُم مِقدارَكُم فيالعجزِ عن معرفهِ قَدرِنا، فَحَقيقٌ بِنا اِيواؤُكُم فَهوَ دارُالكَرَمِ و منزل النِّعَمِ، فَاِنَّهُ يَطلُبُ المساكينَ الَّذينَ رَحَلُوا عَن مساكِنَهِ الحُسبان. و لَولاهُ لَما قالَ سَيّدُ كُلِّ و سابِقهم: «أَحيِنِي مِسكينآ و أَمِتنِي مِسكينآ». و مَنِ استَشعَرَ عدم استحقاقِهِ، فَحَقيقٌ بالمَلِكِ العَنقاء أَن يَتَّخِذَهُ قَرِينآ.

فَلَمّا استَأنَسُوا بعدَ انِ استَيأَسُوا، وانتَعَشُوا بعدَ أَن تَعَسُوا، وَ وثَقُوا بفيضِ الكرَمِ، و اطمأَنُّوا اِلي دُورِ النِّعمِ سَأَلُوا عن رُفقائِهِم، فقالُوا: مَاالخَبر عن أقوامٍ قُطِعَت بِهِم المَهامِهُ وَالاَ ودِيهُ، أمَطلُولٌ دِماؤُهُم أَم لَهُم دِيَهٌ؟

فقيلَ: هَيهات! هَيهات! «و مَن يَخرُج مِن بَيتِهِ مُهاجِراً اِلَياللّهِ و رسولِهِ ثُمَّ يُدرِكهُ المَوتُ فقد وَقَعَ أجرُهُ علَياللّهِ». اِجتَبَتهُم أَيادِي الا ِجتباءِ، بعدَ أَن اَبادَتهم سَطوَهُ الا ِبتلاءِ. «ولا تَقُولُوا لِمَن يُقتَلُ في سبيلِ اللّهِ أَمواتاً بَل أَحياءٌ».

قالوا: فَالَّذِينَ غَرَقُوا في لُجَجِ البِحارِ، و لَم يَصِلُوا اِلَي الدّارِ، ولا اِلَيالدَّيارِ، بلِ التَقَمتَهُم لَهَواتُ التَّيّارِ.

قيل: هيهات! «ولا تَحسَبَّن الَّذِينَ قُتِلوا فِي سَبيل ِاللّهِ أمواتآ بل أَحياءٌ». فَالَّذِي جاء بِكُم و أماتَهُم أَحياهُم، والَّذِي وَ كَّلَ بِكُم داعيهَ الشّوقِ حتّيَ استَقلَلتُمُ الفَناء وَالهلاكَ في أَريَحِيَّهِ الطّلبِ، دَعاهُم و حَمَلَهُم، و أَدناهُم و قَرَّبَهم، فَهُم في حُجُبِ العِزَّهِ و أستارِ القدرهِ. «فِي مَقعَدِ صِدقٍ عِندَ مَلِيكٍ مُقتَدِرٍ».

قالُوا: فَهَل لَنا اِلي مشاهَدَتِهِم سَبيلٌ؟

قيل: لا. فَاِنَّكُم في حجابِ العزّهِ و أستارِالبشريهِ، و أَسرِالا َجَلِ و قيّدِهِ فَاِذا قَضَيتُم أوطارَكُم، و فارَقتُم أوكارَكُم، فَعِندَ ذلكَ تَزاوَرتُم و تَلاقيتم.

قالُوا: وَالَّذينَ قَعَدَ بِهِم اللُؤمُ والعجزُ فَلَم يَخرُجُوا؟

قيلَ: هيهات! «و لَو أرادُوا الخروجَ لاَ عَدُّوا لَهُ عُدَّهَ، و لكِن كَرِهَ اللّهُ انبِعاثَهُم فَثَبَّطَهُم». و لَوأَرَد ناهُم لَدَعَوناهُم، ولكِن كَرِهناهُم فَطَرَدناهُم. أنتُم بِأَنفُسِكُم جِئتُم أم نَحنُ دَعَوناكُم؟ أَنتُمُ اشتَقتُم أَم نَحنُ شَوَّقناكُم؟ نَحنُ أَقلَقناكُم فَحَمَلناكُم. «و حَمَلناهُم فِيالبَرِّ والبَحرِ».

فَلَمّا سَمعُوا ذلكَ، وَ استَأنَسُوا بكمالٍ العنايهِ و ضَمانِ الكِفايهِ، كَمَل اهتِزازُهُم، و تََمَّ وُثُوقُهُم، فَاطمَأَنُّوا و سَكَنُوا. واستَقبَلُوا حقائقَ اليقينِ بدقائقِ التّمكينِ، و فارَقُوا بدوامِ الطّمأنيَنهِ اِمكان التَّلوينِ، «وَ لَتَعلَمُنَّ نَبأَهُ بَعدَ حِينِ».

 

فصل

 أَتَري هل كانَ بينَ الرّاجع اِلي تِلكَ الجَزيرهِ و بينَ المُبتَديءِ مِن فرقٍ؟ انَّما قالَ: «جِئنا مَلِكنا». مَن كانَ مُبتدِئآ. امّا مَن كانَ راجعآ الي عيشهِ الا صليِّ: «يا أَيَّتُهَاالنَّفسُ المُطمَئِنَّهُ اِرجِعِي». فَرَجَعَ بسماعِ النّداءِ، كيفَ يُقالُ لَهُ: لِمَ جِئتَ؟ فيَقولُ: لِمَ دَعَيتَ؟ لابل فَيقولُ: لِمَ حَمَلتَ اِلي تِلكَ البِلادِ و هي بلادُ القربهِ؟ والجوابُ علي قدرِ السّؤالِ، والسّؤالُ علي قدرِالتَّفَقُّهِ، والهُمومُ بقدرِ الهِمَمِ.

 

فصل

مَن يَرتَاعُ لِمِثلِ هذهِ النُّكَتِ فَليُجَدِّدِ العَهدَ بطورِ الطَّيرِيَّهِ وأَريَحِيَّهِ الرّوحانيّهِ. فكلامُ الطُّيورِ لايَفهَمهُ اِلاّ مَن هو مِنَ الطّيورِ.

و تجديدُ العهدِ بِملازمهِ الوضوءِ، و مراقبهُ أوقاتُ الصّلاهِ، و خلوهُ ساعه الذِّكرِ، فهو تجديدُ العهدِ الحُلوِ في غفلهٍ. لابُدَّ مِن أَحَدِ الطَّريقَينِ: «فَاذكُرُونِي أَذكُركُم». أو ـ : «نَسَواللّهَ فَنَسِيَهُم». فمَن سَلَكَ سبيلَ الذِّكرِ: «أَنَا جليسُ مَن ذَكَرنِي». و مَن سَلَكَ سبيلَ النسيانِ: «و مَن يَعشُ عن ذِكرِالرّحمانِ نُقَيِّض لَهُ شيطانآ فهو لَهُ قَرينٌ».

وابن آدم في كلّ نَفَسٍ مُصَحِّحٍ أَحَدُ هاتَينِ النّسبتَينِ، ولابدَّ يَتلُوهُ يومَ القيامهِ أَحَدُ السِّيمائَينِ: أما «يُعرَفُ المُجرِمونَ بِسِيماهُم». أو: «سِيماهُم في وُجُوهِهِم مِن أَثرِ السُّجودِ».

أَنقَذَكَ اللّهُ بِالتّوفيقِ، و هَداكَ اِلَيالتّحقيقِ، و طَوي لَكَ الطّريقَ، اِنَّهُ بذلكَ حَقيقٌ. والحمدُ لِلّهِ ربّ العالمينَ، و صلَّياللّهُ عَلي سيّدِنا محمّد و علي آلهِ أجمعينَ.

 

 



[1] - قرآن 15/42 هرگز تو را (ابليس) بر بندگان (مخلص) من تسلّط نخواهد بود.

[2] - قرآن 2/195 و خود را به مهلكه خطر نيفكنيد.

[3] - قرآن 4/171 هرگز مسيح از اينكه بنده خداست استنكاف ندارد و فرشتگان مقرب هم [به بندگي خدا] معترفند.

[4] - قرآن 33/72 ما به آسمانها و زمين و كوهها امانت الهي را عرضه كرديم همه از تحمّل آن امتناع كرده تا انسان ( ناتوان) آنها را بپذيرد.

[5] - قرآن 34/13 هرچند عدّة قليلي از بندگان ما شكر گزارند.

[6] - پس وقتي رب او به كوه تجلّي كرد موسي را صاعقه‌اي گرفت و مدهوش افتاد. قرآن 7/142.

[7] - آسايشي مثل موت نيست.

[8] - از رحمت خدا نا اميد نمي گردند الا گروه كافران. قرآن 12/87.

[9] - خدايا مرا با بيچارگان زنده گردان و با بيچارگان بميران و در زمره مساكين محشور گردان.

[10] - قرآن 54/55 در منزلگاه صدق نزد خداوند مقتدر قرار دارند.

[11] - قرآن 3/169 مگوئيد كه آنها كه در راه خدا شهيد شده اند، مرده اند بلكه نزد خدا روزي خوارند.

[12] - قرآن 4/99 هرگاه كسي از خانه خود براي خدا و رسولش هجرت كرده و بيرون آيد و در راه مرگ را درك كند اجر وثواب چنين كسي با خداست

[13] - قرآن 9/47 اگر آنها قصد جهاد داشتند، درست مهيّا مي شدند ليكن خداوند كراهت داشت از اينكه آنها را [براي جهاد] بر انگيزاند پس آنها را باز داشت.

[14] - قرآن 17/70 و آنها را بر خشكي و دريا [مسخّر] و سوار كرديم

[15] - قرآن 38/88 شما منكران بعد از مرگ [بخوبي] آگاه مي شويد.

[16] - قرآن 89/27 اي صاحبان نفس مطمئنه برگرديد به سوي ربتّان خشنود و راضي.

[17] - قرآن 27/16 به ما زبان پرندگان آموختند.

[18] - قرآن 2/152 مرا ياد كنيد تا شما را ياد كنم

[19] - هركه ياد من كند همنشين من است.

[20] - «اَنَا جَليسُ مَن ذَكَرَنِي».

[21] - قرآن 43/36 هركه از ياد خدا اعراض كند شيطان را بر انگيزيم تا همنشين وي گردد.

[22] - قرآن 55/41 مجرمين به صورت شناخته مي شوند.

[23] - قرآن 48/29 بر سيماي آنها از اثر سجده نشانه هاي [نورانيّت] پديدار است.

[24] - قرآن 26/89 روزي كه مال و فرزندان هيچ يك سودي به حال انسان نمي كنند مگر آن كس كه با دل پاك به درگاه خدا روي آورد.

Ahmed-i Gazzalî, Kuşlar Rİsalesi 

Rabbın özel kullarından, veli kulların efendisi, seçkin kulların kutbu Ahmed b. Muhammed-i Gazzalî, -Tanrı aziz ruhunu kutsasın- şöyle dedi:

"Sayıları alabildiğine fazla; huyları, yaradılışları ve sesleri birbirinden oldukça farklı olsa da; her birinin özgün yuvaları, yurtları ve makamları bulunan kuşlar, hep birlikte birbirlerine de yardım ederek kendileri için kesinlikle her zaman dergahına çıkabilecekleri, ihtiyaç duydukları şeyleri kendisinden isteyebilecekleri, dileklerini iletebilecekleri bir hükümdar seçmeleri gerektiği konusunda anlaştılar.

Sonra da aralarında ülkenin hükümdarlık tacına ve sultanlık tahtına Simorğ'dan başkasının yaraşır olmadığında, hükümdarlık şartlarının ve gereklerinin sadece onda bulunduğunda, dolayısıyla ancak onun hüküm­dar olabileceği konusunda söz birliği ettiler. Ardından şöyle görüş bildir­diler: "O hükümdarlık tahtına oturtulmalı. Yoksa biz hükümdarsız olarak bu bölgelerde yaşarsak düşmanın tuzaklarına düşeriz. Onunla başımız derde girer: "Şeytan sizin için apaçık bir düşman. Siz de onu düşman olarak bilin.”  

Sultanın gölgesinde bulunmayan şehri

Yıkılmamış olsa da yıkık bil sen.

Hükümdarın görkemli gölgesi üzerimizde bulunmazsa düşmanın kö­tülüklerinden güvencede olamayız: "Şüphesiz benim kullarım var ya, senin için onların üzerinde bir hakimiyet yoktur. Vekil olarak da Rabbin kâfidir."  

Bunların ardından o ulu hazrete erişmiş olanlardan, onun hakkında bilgi istediler ve onun yuvasının nerede olduğunu sordular. Onlara sor­dular: dediler ki; Simorğ'un ülkesi izzet adasında yücelik ve ululuk ken­tindedir. O ulu kişiye erişme arzusu onları birlikte düşünmeğe, aynı doğ­rultuda düşüncelere varmaya ve aynı amaca erişmek için çabalamaya yö­neltti. Boyunlarına aşk halkasını geçirdiler. Bellerine aşk kemeri bağladı­lar. Ayaklarına istek ayakkabılarını giyindiler. Hep birlikte hükümdarın huzuruna çıkmak için, elinden mutluluk elbisesini giymek, onun cömert­lik tarlasında, rıza bağında onunla birlikte otlamak için istek amaçlarını dillendirdiler. Aşk ateşi yüreklerinden alev saçıyordu, istek dilleriyle yol arıyorlardı:

"Seni nerede bulurum ey güzel sevgili” dedim.

"Artık vuslata umut bağlama” dedi.

Onlar bu ateşin başına oturmuşlarken: “Kendinizi tehlikeye atmayın" diye çağırılmaya başlandı: “Allah yolunda harcama yapın/nimetleri paylaşın; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Güzel düşünüp güzel işler yapın. Çünkü Allah, güzellik sergileyenleri sever."  Bir de yuvalarınızdan çıkmayın. Eğer yuvalarınızdan dışarı adım atacak olursanız, bela değirmenleri baş­larınızın üzerinde döner, ayaklarınız çöllere saplanmış olur. Sizin için ya­rarlı olan, kendi evinizde kalıp kendi yuvanızda oturmanızdır. Bu çağrıyı duyduklarında aşkları iyice alevlendi, artık huzurları kalmadı, yerlerinde duramaz oldular:

Bir can için canım katlanıncaya dek

Tövbe etmem aşktan asla ben gücüm tükeninceye dek

Sonra da hep bir ağızdan şöyle dediler: “Dostlar o amaca erişmekten başka çaremiz yok; yok oluncaya dek bu amacımızdan ve bu yolumuzdan geri dönmeyeceğiz:

yüzden yüz çevirmen mümkün değil ya

yüzden yüz çevirmemen yeğdir

Bizim tutulduğumuz hastalığın, senin huzurunda bulunma dışında ilacı ve şifası olmadığından biz bu mutluluğa erişemez isek aklımızı kay­beder, dehşetler içerisinde kalırız. Bizim onurumuz sana kulluk etmekte­dir: “Mesih de, yakınlaştırılmış melekler de, Allah'a kul olmaktan kesinlikle çe­kimser kalmazlar. Kim O'na ibadet etmeğe karşı çekimser davranırsa ve büyük­lenme gösterirse bilmeli ki, onların tümünü huzurunda toplayacaktır."  

Zülfün gibi senin bir an bile rahatım olmasın

Çimenliğimde zülfünün halkası dışında ağım olmasın

Aşkımızın adı sanı dünyaya yayılıncaya dek

"Senin kulun" ve "aşığın”dan başka adım olmasın

Bu sözlerin ardından birlikte göklere havalanma niyetiyle kanat çırp­maya çabaladılar. Yine gizliden bir ses şöyle yankılandı: “Esenlik bir köşeye çekilmektedir". Elinizde hazır sağlık ve huzurunuz var, uçsuz bucaksız çöl­lere heveslenip yola çıkmayın. Çünkü yolunuzda, önünüze derinlikleri bi­linmeyen kan emen denizler, yükseklikleri bilinmeyen, başları göklere eri­şen dağlar, soğuk sıcak şehirler var. Bu yüzden nice yaratıklar bu hizmette bulunmaya devam etmekteler ve bu yolların tehlikelerinden korkmaktalar: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."   Onların güçlerine güveniyorsunuz; bilin ki; düşmanın buyruğuna uymak­tan daha büyük bozgun yoktur! Sizlerin amacınıza ulaşamadan, dostunu­zun mahallesini hiç göremeden yolunuzun ölümle kesilmesi hiç yaraşır mı?!

Bu çağrıyı duyduklarında: “İnsan yasaklanana düşkündür" sözü gereği hırsları arttı, hepsi birden rahatsızlık duymaya başladılar, tedirgin oldu­lar, şöyle dediler:

Biz aşk çadırını göklere kurduk

Sonra aşk ateşini ülkelere saldık

Bir yüreğimiz vardı aşk dolu; yok oldu o da

Yerlere sürdük yüzümüzü gittik tapınaklara da

Ardından her biri tek tek birer himmet bineğine bindiler, aşk gemini bineklerinin ağızlarına verdiler, onu kamçılayıp teşvik ettiler; akılları kal­madı, düzenleri bozuldu, huzurları kaçtı.

Her aşık akıllı olamaz

İniltisiz, hıçkırıksız olunamaz

Aşk sıkıntısında ayrılık derdiyle

Bundan artık sessiz kalınamaz

Sonra irade çölüne ayak bastılar ve hep birlikte sıkıntılar denizine var­dılar. İçlerinden bazıları bu engin denizde boğuldu, sıcak ülkelerde yaşa­maya alışkın olanlar soğuk şehirlere varınca dayanamayıp öldüler. Soğuk şehirlerde yaşamaya alışmış olanlar ise sıcak şehirlerde yok oldular. Ar­dından ululuk ülkesine vardıklarında yazgı rüzgarı esmeğe başladı ve korkunç büyüklükte bir yıldırım çaktı, bir kısmı da onun ateşiyle kav­ruldu. Bütün bu yolculuğun ardından küçücük bir topluluk kalıverdi: “Onlar Süleyman için, mihraplardan/kalelerden, heykellerden, havuzlar gibi ça­naklardan, yerinden kaldırılamaz kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi, şükür olarak iş yapın! Kullarım içinden şükredenler o kadar az ki!"  Sonra da hükümdarın adasına geldiler. Onun güç dergahına vardılar. Birini hü­kümdara gelişlerini haber vermeleri için gönderdiler. Hükümdar güç tah­tında ululuk ve görkem hisarında oturuyordu. Sonra da hükümdar Si- morğ, onlara hangi amaçla geldiklerinin sorulmasını buyurdu.

“Geldik size hükümdarımız olun diye" cevap verdiler: “Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız senden yardım isteriz."  

Hükümdar Simorğ şöyle dedi: “Onlara söyleyin: Biz hükümdarız, siz söy­leseniz de söylemeseniz de, kabul edip tanıklık etseniz de etmeseniz de biz hüküm­darız. Bizim sizin ibadetinize, boyun eğmenize ihtiyacımız yok. Geri gidiniz."

Bunun üzerine hepsi umutlarını kestiler, utandılar, şaşırıp kaldılar ve üzüntülere boğuldular; ne bir makam yüzü gördüler ne de dönmeğe yüz­leri vardı. Yürekleri sıkıntı dalgalarıyla çalkalanıp duruyordu. İşler kö­tüye gitti şimdi.

Bu kez gönlüm aşktan kurtaramadı kendini
Buyruğu dinlemeyene yaraşan da budur
Şimdi, şimdi öylesine ağır ki
Asla dermanı olmayan bir dert yükü

Bütün bunların ardından hepsi bu makamda aciz ve çaresiz kaldılar. Aralarında: “Ümitsiz olarak geri dönmek namertlerin işidir; üstelik dön­memiz de bu yolculuk sürecinde yolculuğun ağır şartları ve bizi kuşatan zayıflık ve hastalık nedeniyle imkansızdır. Gelin biz bir daha o ulu hazrete bir mesaj gönderelim; ola ki bizi makamına kabul eder. Şu mesajları iletti­ler: “Senin bizim hizmetimize ihtiyacın olmasa da biz senin hizmetinde bulunmaya, devletine muhtacız; burası da ihtiyacı olanların sığınacağı dergahtır. Bize huzuruna çıkmamıza izin ver.

Senin aşkın yolunda gönlümüze vefa yığarız

Vefasızlığı ayaklarımız altına alırız

Sen bize karşı yapmasan da hükümdarlığını

Biz sana kulluğumuzu yine de yaparız

Bu dilekler üzerine hükümdarın cevabı ve mesajı geldi: "Kalkın ve üzüntüler kulübenize geri dönün; burası ululuk ve yücelik makamı, sizin gözleriniz bu ulu hazreti görmeğe dayanamaz. Yarasanın gözleri de gü­neşi görmeğe dayanamadığı gibi. Dolayısıyla sizin gözleriniz de bizim hu­zurumuzda bulunma gücüne sahip değil: "Musa, bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi de kendisiyle konuşunca şöyle yakardı: "Rabbim, göster bana kendini, gö­reyim seni!" Dedi: "Asla göremezsin beni! Ama şu dağa bak! Eğer o yerinde du­rabilirse, sen de beni göreceksin!" Rabbi, dağa tecelli edince onu parça parça etti. Ve Musa baygın vaziyette yere yığıldı. Kendine gelince şöyle yakardı: "Tespih ederim seni. Tövbe edip sana yöneldim! İman edenlerin ilkiyim ben."  

Bu sözler üzerine hepsi umutlarını kestiler, şaşkına döndüler ve umut­suzluk kadehini yudumladılar, iflas elbisesini giyindiler. Gönüllerini gök­sel yazgıya bağladılar. Canlarını vermeğe bile razı oldular: "Ölüm gibi ra­hatlık olmaz".

Her gece üzüntüden yastığa baş koyunca

Umutlarımızdan birazını daha tüketiriz

Keşke mumun kelebeği gibi yansam da

Sonunda yanıp da kendimden kurtulsam

Umutsuzlukları koyulaşıp kesinleşince yine bir çağrı duyuldu: "Umut­suz olmayın!: "Ey oğullarım! Gidin, artık Yusuf'u ve kardeşini bulmak için dik­kat kesilin. Allah'ın rahmetinden de ümit kesmeyin; çünkü, Allah'ın rahmetinden de, küfre sapanlar topluluğundan başkası ümit kesmez. ”  Bizim sonsuz ihtiyaç- sızlığımız ve sonsuz gücümüz sizi reddetmemizi gerektirse de, sonsuz cö­mertliğimiz sizi huzurumuza kabul etmemizi ve kendimize yaklaştırma­mızı gerektiriyor. Sizler değersiz olduğunuzun değerini bildiğiniz için; bi­zim dergahımıza erişmekten aciz olduğunuz için, ümitleriniz tükendiği için bizim cömertliğimize yaraşan sizleri cömertlik sarayımıza, nimetler yuvamıza kabul etmemizdir. Bu dergaha ihtiyaçlı olanlar, çaresiz kalan­lar, yoksullar ve zavallılar erişebilsinler. Burası yoksulların evi, ihtiyaçlı- ların makamı ve kimsesizlerin yuvasıdır. Bu yüzden bu dinin tebliğcisi Peygamber şöyle buyurur: “Allahım beni miskin olarak yaşat miskin olarak öldür, miskinlerle birlikte dirilt." Gerçekte ihtiyaçlı ve miskin olan kişi Hü­kümdar Simorğ'un veziri ve yakınıdır.

En sonunda hepsi görüş birliğiyle sakinleştiler ve arılık duruluk bağına indiler, mutluluk elbisesi giydiler, sonra da hükümdarın huzurunda hiz­mete hazır olarak saf tuttular. Bunların ardından kalpleri sükûnet bu­lunca, yeniden düzene kavuşunca hükümdara daha da yaklaştılar ve ve­falı dostlarına birtakım sorular sordular: “Bu çöllerde yok olan insanların durumu neydi, sonuç ne oldu? Biz onları görme arzusundayız, onların üzüntülerini çekiyoruz."

Öylesine üzüntün ah vah ettirdi beni ki,
Düşmanımın bendeki arzularına erişeceğinden korkuyorum.
Ne yazık ki ayrılığının derdinden ey evrenin canı
Kan ağlıyor yüreğim, ama yok haberin senin benden

Denizin dalgaları arasında boğulup yok olup gidenler, yazgı timsahla­rının kendilerini yutuverdiği kişilerin bizim hükümdarımıza ne denli yak­laştığımızı ve nasıl makamlara eriştiğimizi, nasıl mevkilere layık görüldü­ğümüzü görmelerini isterdik.

Elde sevgilinin zülfünün ucu olmalı, yok
Dudakta tatlı şarap olmalı, yok
Vuslat eteğinin ucuna eriştim ya
Güç, altın ve zaman olmalı, yok

Onların bu sorularına şöyle cevap verildi: “Onlar yüce hükümdarın hu­zurundular": “Güçlü bir padişahın/bir Melîk'in katında, özü-sözü birlere has oturma yerlerinde."  onlar gerçek hayata eriştiler. “Allah yolunda öldürülen­ler için ölüler demeyin. Tam aksine, onlar dirilerdir ama siz farkında olmazsı­nız." , “Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde, varıp sığınarak karşı ha­rekete girişecek çok yer bulur; geniş bir imkân da bulur. Ve her kim, evinden Al- lan’a ve resulüne hicret niyetiyle çıkar da kendisine ölüm yetişirse onun ödülünü

vermek Allah'a düşer. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.''  Bizim lütuf kemendimiz sizi buraya çekip getirdi. Sizler yokluk çölüne adım atmıştınız. İstek ve arzu yasemenlerini kokladınız. Bizim güvence elimiz onları tutup kur­tardı ve ulu hazrete yakınlaştırdı. Onlar şimdi kutsal hükümdarın ve güç perdesinin huzurunda bulunmaktalar.

Aşk yolunda azlık çokluk yok

Zamanın yabancılığında tanıdık yok

Aşkın yıktığını kınamak niye

Bu işte efendilik kölelik yok

Şöyle dediler: "Bizler insaniyet adına hangi yolla onlara erişiriz?"

Dediler ki: "Sizler henüz insanlık bağıyla bağlı ve ecel ile sınırlı ve yap­tıklarınızdan korkuyorsunuz. Onları göremezsiniz; bu hizmetinizi yerine getirdiğinizde, ten kalıbından çıkıp kurtulduğunuzda ancak birbirinizi görebileceksiniz, birbirinizi ziyaret edebileceksiniz: "İnsanlar uykudadır­lar, öldüklerinde uyanacaklardır." Ancak siz ten kalıbından kurtulamadı­ğınız sürece, o kafeste esir olduğunuz, sorumluluk bağları ayaklarınızda bulunduğu sürece onlara erişemeyeceksiniz.

Yüzümü sararmış görünce o gencecik güzel

Artık vuslat umudu taşıma dedi

Baksana sen ayrı kıyıda biz ayrı

Sen hazan rengindesin, biz bahar

arada şöyle bir şey söylendi: "bahtsızlıkları ve kişiliksizlikleri nede­niyle, bu hizmete yaraşmamaları sebebiyle bu hizmetten geri çekilenlerin lideri ne durumda? Şöyle cevap verildi: "Heyhat! Bu durum onların aciz­likleri sebebiyle değil, bizim dostluğumuzun olmayışı nedeniyleydi. Eğer bizim elimizde olsaydı, onların gelip huzura varma imkanları oluşurdu: "Sefere çıkmak isteselerdi elbette ki, bir sefer hazırlığına girişirlerdi. Ama Allah, harekete geçmelerini istemedi de onları yerlerine çiviledi ve "oturun, oturanlarla beraber" denildi."  

Biz isteseydik onları kendimize yaklaştırırdık, ancak biz istemedik ve onları huzurumuzdan kovduk. Sizler kendinize geldiğinizi sandığınızda,  yüreklerinizdeki arzu ve isteklerinizin çıkıp gittiğini anladığınızda; hayır bizler sizleri böyle arzu ve isteklerle donattık ve huzurunuzu bozup raha­tınızı kaçırdık ve katımıza yaklaştırdık: “Yemin olsun, biz, âdemoğullarını onur ve üstünlükle donattık, onları karada ve denizde binitlerle yükledik. Onları, güzel ve temiz rızıklarla besledik. Ve onları, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”  

Bu çağrıyı duyduklarında güçlerine güç oldu, kendilerini doğru yolun tam ortasında buldular, hükümdarın lütfu ve cömertliğiyle ayağa kalkıp dirildiler: “Yemin olsun, bir süre sonra onun haberini bileceksiniz."

“Biz hükümdarın huzuruna geldik" sözü önce bu hazretin makamına gelenler için doğru ve geçerlidir. Ancak hükümdarın saray yuvasından uçup gidenler, yine hükümdarın çağrısıyla oraya dönenler için: “Ey sükûna kavuşmuş benlik! Dön Rabbine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak!"   “ne­den geldiniz geri dönünüz" derler. Ancak şöyle derler: “Neden sizi oku­dunuz? Melek neden sizi alıp buraya getirdi." Bu ülke yakınlık ülkesidir, ulular ve yüceler diyarıdır; soruya uygun cevap ve hükümdarın cezbeleri kadar soru: “Hakkın cezbelerinden bir cezbe iki evrende yapılan işlere denktir".

Bütün bu sözleri ve incelikleri anlama yetisi bulunmayanlara söyle; verdikleri sözleri yenilesinler, kuşlar gibi geliversinler, kuşların yuvala­rında makam edinsinler, iki evrenin esenliğini istesinler de Süleyman gibi olsunlar. Kuşların dilini öğren ki: “Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve şöyle dedi: "Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize her şeyden biraz verildi. Kuşkusuz bu, apaçık lütfun ta kendisidir."  Kuşların dilini kuşlar anlar sa­dece. Ancak sözünü/ahdini yenilemek iç dünyasını bütün bulanıklıklar­dan, kirlerden ve kötülüklerden temizlemekle, dış görünüşünü de görü­len ve görülmeyen pisliklerden arındırmak ve yenilemekle olur. Bütün bunlardan sonra namazı vaktinde kılanlardan ol, dilini de hakkı anma dı­şında bir sebeple asla döndürme. Şunu iyi bil ki; insanlar ya gaflet içinde­dirler ya hakkı anarlar veya Hak onları yüceltmiştir : “Anın beni ki, anayım sizi. Şükredin bana, sakın nankörlük etmeyin!"  Eğer gaflet uykusunda iseler,

hakkın huzurundan kovulmuşlardır: “İkiyüzlülerin erkekleri de kadınları da birbirinin aynıdır: Kötülüğe özendirirler, iyilikten alıkoyarlar, harcamamak için ellerini sıkarlar. Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. İkiyüzlüler, yoldan sapmışların ta kendileridir."  Hakkı anmakla göklere erişen kişi, hü­kümdarın huzuruna ve makamına erişir: “Ben, beni ananla birlikteyim". Gaflet uykusunda kalmış olan şeytana yaklaşmış olur: “Kim Rahman'ın Zikrini görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur."  

İnsanoğlu hiçbir durumda şu iki halden birinden uzak kalmaz; bu ha­lin belirtileri de kendisinde görülür. Bazen şu anlam onu tam da göstermiş olur: “Suçlular, yüzlerinden tanınır da yakalanırlar perçemlerinden ve ayakla­rından."  Bazen de şu nitelemeler onun için biçilmiş kaftan gibi olur: “Gö­rünüşlerine gelince, yüzlerinde secde eseri/izi vardır. "

Yüce Tanrı başarılar versin, doğru yola ve gerçeğe eriştirsin, şeytanın tuzaklarından ve entrikalarından kurtarsın: “Bir gündür ki o, ne mal fayda verir ne oğullar. Yalnız temiz bir kalple Allah'a varan kurtulur."

Risale Tanrının izni ve başarı yetisi vermesiyle sona erdi.

Kaynakça

Abdulhuseyn-i Zerrinkûb, “İmam Gazzalî ve Kardeşi", Coctucû Der Tasavvuf- i Îrân (çev. Nimet Yıldırım), Doğu Esintileri, Erzurum 2018, VIII, Tahran 1387 hş., s. 153.

Purcevâdî, Nasrullâh, Dâstân-i Morğân-i Hâce Ahmed-i Gazzalî, Tahran 1970 Uludağ, Süleyman, “Ahmed-i Gazzalî", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklope- disi/DİA, II, 70.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to