ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI’NIN ESERLERİNDE HZ. ALİ TASAVVURU:
KAYNAKLARI VE ETKİLERİ
Hazırlayan:LEYLA İLKAY
ÖZSÜER
1.
Konunun Mahiyeti, Önemi ve Ele Alınış Yöntemi
Hz. Ali yüzyıllardır müslümanlara ilham kaynağı olan çok önemli bir
kişidir. Ancak aynı Hz. Ali ihtilafların ve ayrılıkların odak noktasında yer
almıştır. Müslümanlar Hz. Ali ve soyuna olan bakış açılarına göre
guruplaşmışlardır.
Bu ihtilafların ilk çıkışı hilafet meselesindedir. Kendilerini sünneti
takip edenler olarak gören müslüman çoğunluk Hz. Peygamber’in yerine kimseyi
halef bırakmadığını savunurken, Ehl-i Beyt taraftarları olarak
isimlendirebileceğimiz topluluklar hilafetin Hz. Ali ve soyuna ait olduğunu,
onlara bu görevin yani velayetin Allah tarafından verildiğini savunur.
Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonraki dönem bugün anladığımız manada
mezhepleşmeden uzaktır. Günümüzdeki ihtilafların çıkışı sahabe devrine dayansa
da, o dönem müslümanlarının görünümü çeşitli sahabelere taraftarlık
biçimindedir. Ancak bu taraftarlıklar zaman içinde guruplaşmalara ve ardından
mezhepleşmeye dönüşmüştür. Mezheplerin sistematiği ve inanç esasları oluşmuş,
ayrılığın merkezinede hilafet müessesesi konulmuştur.
O günden bugüne ayrılıklar azalacağına daha da artmış, olaylar
müslümanların birbirini tekfir etmesine kadar gitmiştir.
İşte tam bu noktada biz ülkemizin yetiştirdiği Caferi âlimlerden
Abdulbaki Gölpınarlı’nın görüşlerine yer vererek müslümanların birbirlerini
daha iyi tanımalarına bir nebze de olsa katkıda bulunmak istedik.
Gölpınarlı ılımlı bir Şii’dir. O’nun Hz. Ali hakkındaki görüşleri Şii
doktirinini özetler niteliktedir. O’nun kaleminde İslam tarihi farklı bir hal
almış ve Hz. Ali’nin başrolde olduğu bir bakış açısıyla sunulmuştur. O, Hz.
Ali’yi anlatmaya ta doğumundan başlamış, O’nun Kâbe’nin içinde doğmasını, Hz.
Peygamber’in evindeki hayatını, müslüman oluşunu, Hicret esnasında yaptıklarını
ayrıntılarıyla bizlere aktarmıştır.
Gene Gölpınarlı’ya göre hilafet insanların takdirine bırakılamayacak
kadar önemli bir meseledir. Hilafet dinin temelidir. Halifelerse hüccettir.
Allah’ın bizi Kur’an’ın zahirini ve batınını bilen imamlardan mahrum
bırakmaması O’nun adaletinin sonucudur. Halife yani vasi günahlardan
korunmuştur, masumdur. Yüklendikleri göreve velayet denir. Velayet Hz. Ali’ye
ve O’nun Hz. Fatma’dan gelen soyuna aittir. Bu seçilmiş olan imamlar 12 kişidir
ve 12.leri olan Mehdi hala hayattadır ve saklanmaktadır. Birgün geri dönecek ve
dünyayı adaletle dolduracaktır. Bu 12 imamın dışında kalan tüm yöneticiler
gasıbdır. İmamın görevleri o gelene kadar din alimlerince yürütülür.
Bu şekilde özetleyebileceğimiz görüşler Gölpınarlı tarafından kimi ayet,
hadis ve rivayetlere dayandırılır. Bizim konumuz Hz. Ali olduğu için sadece
onunla ilgili görüşlerine yer verdik. Bu görüşler Hz. Peygamber’in birçok defa
Hz. Ali’nin onun halefi ve vasisi olduğunu söylemesi, Tebük seferi sırasında
söylediği “menzile hadisi”, “sakaleyn hadisi”, Hayber’in fethi, mubaheale
olayı, yazılamayan vasiyet vb. birçok konu etrafında şekillenmiştir. Gene Hz.
Ali’nin Hz. Fatma ile olan evliliği, Ehl-i Beyt’ten olması, Rasûlullah’ın
soyunun onunla devam etmesi hep Hz. Ali’nin velayetinin delilleridir.
Ancak asıl üstünde durulan konu Gadir-i Hum ve Maide sûresinin 3. ve 67.
ayetlerinin Hz. Ali’nin velayeti ile ilgili olduğu iddialarıdır. Ahzab
sûresindeki Ehl-i Beyt’in temizlenmesi ile ilgili ayet ve Şura sûresindeki
sevilmesi istenenin Hz. Ali ve ailesi olduğuna dair görüşler de Gölpınarlı’nın
konuyla ilgili iddaları arasındadır.
2.
Abdulbaki Gölpınarlı; Hayatı, Kişiliği,
Eserleri
Abdulbaki Gölpınarlı, hicri 1317 yılı Ramazan ayının onuncu gecesinde (12
Ocak 1900) Sultanahmet civarında Kâtip Sinan Mahallesi’nde doğdu.
Ailesinin kökeni Azerbaycan’dan gelmekteydi Gence’nin Gölbulağ köyüne
mensup olduğu için, köyüne nispetle, Gölpınarlı soyadını aldı. Ailesi Rus
savaşından önce Bursa’ya oradan da İstanbul’a göçmüştü. Babası Ahmet Âgâh
Efendi “Tercümân-ı Hakikat” gazetesinde çalışmaktaydı. Başarılı çalışma
hayatından dolayı insanlar ona “Şeyhü’l Muharrirîn” ve “baba” gibi unvanlar vermişlerdir.
Annesi gene Kafkas göçmen olan Aliye Şöhret hanımdır.
İlk öğrenimini Babıâili yokuşundaki Yusuf Efendi Mektebi’nde (Şimdiki
BasınYayın Derleme Müdürlüğü), orta öğremini özel Menbaulirfan İdadisi’nde
bitirdi. Lise tahsilini Gelenbevi İdadisi’nde gördü ancak son sınıftayken
babası vefat etti ve okulu burakmak zorunda kaldı.
Bundan sonra kendi okuduğu ortaokulda üç yıl Türkçe, Farsça ve
komposizyon dersleri verdi. Bir ara ticarete atıldı ve kendine Vezneciler’de
bir kırtasiye dükkanı açtı fakat işi yürütemedi. Mütareke yıllarında annesiyle
Çorum’a giderek ilkokul öğretmenliği ve müdürlüğü yaptı. Dört yıl Çorum’da
kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Evlerine yerleşenler olmuştu. Kumkapı’da
sahip oldukları mülkleri satarak elde ettiği paranın bir kısmı ile yarım
bıraktığı eğitimine geri döndü.
Gölpınarlı Edebiyat Fakültesi’ne girmek istiyordu ancak lise eğitimini
tamamlamamıştı. Bunun için Yüksek Muallim Mektebi’ne girdi Okulun süresinin
uzatılmasından dolayı çeşitli zorluklarla karşılaştı. Bu zor günlerinde bir çok
kişiden yardım gördü fakat bunların en önemlileri kendisi gibi Mevlevi olan
Hasan Ali Yücel ve Galip Ata ( Nurullah Ataç’ın ağabeyi)’dir.
Bu yardımlarla Bitlis Milli Eğitim Müdürlüğü’ne çıkan tayinini İstanbul’a
Mahmudiye İlkokulu’na aldı. Tüm dersleri tek günde toplandı. Böylelikle
Gölpınarlı’ya üniveriste kapıları açılmış oldu. 1930 yılında İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Hemen ardından Konya Lisesi’ne
edebiyat öğretmeni olarak atandı. Bunu sırasıyla Kayseri, Kastamonu ve Balkesir’de
yaptığı öğretmenlik izledi. 1937 yılında Yunus Emre’nin Hayatı adlı teziyle
doktora imtihanını verdi. Daha sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde
doçent oldu. Burada Türk Edebiyat Tarihi ve Metin Şerhi derslerini okuttu.
1940’ta sağlık problemleri nedeniyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’ne tayin oldu. Burada Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı dersleri
verdi. Emekli oluncaya kadar burada çalıştı.
1945 yılında İleri Gençler Derneği’ne üye olduğu iddiasıyla kovuşturmaya
uğradı, tutuklandı, kominizm suçlamasıyla askeri mahkemeye sevk edildi. On ay
süren davanın sonucunda beraat etti.
Ankara’dan İstanbul’a taşınınca önce Nakkaştepe’de, sonra da vefatına dek
yaşadığı Üsküdar’da ki iki katlı ahşap bir evde oturdu.
Asıl ilmi kariyerini İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan
sonra yaptı. Çok iyi derecede Arapça, Farsça ve okuduğunu anlayacak kadar
Fransızca bilmekteydi. Kültürel zenginliğe sahip bir aile ortamında büyümüştü.
Şiir, tasavvuf, edebiyat, islami ilimler ve çeviri dallarında bir çok eser
kaleme aldı.
1949 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 25 Nisan 1982’de kısa
süreli bir hastalıktan sonra vefat etti. Gölpınarlı’nın kabri Üsküdar
Seyidahmet deresinde ki Şii mezarlığındadır.
Gölpınarlı’nın birçok ilim dalında başarılı olmasının kökenleri şüphesiz
çocukluğunda aranmalı. Daha küçüklüğünde Mevlevi muhibbi olan babasıyla
Kulekapısı ve Eyüp’te ki Bahariye Mevlevihanesi’nde ayinlere katılmaya başladı.
Böylece tasavvuf bilgisini hem yaşayarak hem okuyarak öğrendi. Tarikat âdâbını
ve semaî eğitimini mürşidinin görevlendirdiği Zuhûrî Dede’den öğrendi. Mevlevî
anlayışına göre çile çıkardı. Farsça öğrendi, Fahreddin Razi’nin felsefesi
hakkında bilgi edindi. Mevlevi Ali Celal Çelebi’den hilafet-name aldı. Böylece
Mevlevi tarikatının en yüksek derecesi olan halifeliğe yükseldi.
Hayatının bir döneminde bir aile dostlarının ısrarıyla Bektaşi dergahına
intisap etti. Ancak burada aradığı mutluluğu bulamadı. Mevleviliğe geri döndü.
Gölpınarlı bu durumu şöyle anlatmıştır: “Bazı Mevleviler Bektaşi olmuşlardı.
Fakat buna rağmen onlardaki Mevlevilik ön plandadır. Hiçbir Mevleviyi
Bektaşilik tam surette tatmin edemez. Musikisiyle, semaıyla, safâsıyla, vecd ve
şiiriyle, bilgisiyle Mevlevilik, Mevlevinin ruhuna öyle bir yerleşmiştir ki,
Bektaşilik bu estetik unsurlara ancak bir damla neşe katabilir. Ben onlarda
aradığımı bulamadım ve bir sabah kalktığımda “ Al külahını Eyvallah içinde”
sözünü yazdım, külahımı üstüne kapayıp tekkeden ayrıldım, ayrılış o ayrılış.”
Biz onun bir dönem Bektaşiliği denemesinde ahbaplarının ısrarından çok
Şiiliğinin rolü olduğunu düşünüyoruz çünkü Mevlevilik Sünnî bir tarikattır.
Mevlana’nın Hz. Ebubekir’in soyundan geldiği inancı Mevlevilerin tasavvufi
hareketlerin çoğunluğu gibi kendilerini Hz. Ali’ye ve ehl-i beyt’e
bağlamalarına engel olmuştur. Oysaki Bektaşilik teoride İmamiye mezhebine
bağlıdır. Ne var ki, Gölpınarlı mezhebinden önce Kur’an’a bağlıydı ve
Türkiye’deki Şii kökenli tarikatların şeriatın uygulanması konusundaki
vurdumduymazlıkları, ibadeti geri plana alıp yerel ve menkıbevî bir İslam
anlayışı benimsemeleri bizce Gölpınarlı’nın Bektaşi iken mutlu olmasının önünü
kapamıştır. Bu yüzden şeriata sıkıca bağlı olan Mevleviliğe geri dönmüştür.
Gölpınarlı’nın sert mizaçlı, çabuk sinirlenen, sözünü sakınmayan bir kişi
olduğu söylenir. Melami tabiatlıydı. Zekiydi, kuvvetli bir hafızaya sahipti.
Kur’an’ın çoğunu ezbere bilirdi. Hitabeti kuvvetli idi, insanları etkilerdi.
Tezat gibi görünen davranışları kendi içinde uyumlu idi. Nitekim onun “Tasavvuf”
adlı eserini okuyan bir kişi onun Caferi değil Vahhabî olduğunu sanabilirdi.
Oysa Gölpınarlı neredeyse tüm klasik tasavvuf eserlerini dilimize
kazandırmıştı. Bir çok değerli alimden dersler almış ve kendisini Fuad Köprülü
ekolünden kabul etmişti.
Gene onun kominizm suçuyla yargılanması bizce yadırganmamalıdır. Çünkü o
Ebu Zerr’in, Ammar’ın takipçisidir. Yani her şeyin önüne sosyal adaleti ve
paylaşımcılığı koymaktadır. Türkiye açısından bakınca çok tuhaf görünen bu
durum yıllarca İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde etkili olmuştur.
Gölpınarlı’yı tanımanın en iyi yolu onun eserlerini tanımaktır. Bu yüzden
onun eserlerine kısaca değinmek istiyoruz. Gölpınarlının büyük küçük 140 telifi
ve çevirisi, çeşitli ansiklopedi, dergi ve gazetelerde yayınlanmış 400 kadar da
makalesi vardır. Biz onun belli başlı eserlerini çeviriler ve telifler ana
başlıklarıyla tanıtmak istiyoruz.
1.
Tıp îlmi ve Meşhur
Hekimlerin MaharetiFarsçadan çeviri, İstanbul, 1936. 17’nci asırda İran
Selçukluları zamanında yaşayan Semerkandlı Nizamî Ârûzi’nin “Çehâr Makale””
adlı eserinin tıpla alakalı dördüncü makalesinin tercümesidir.
2.
Sıhhat ve Maraz, Farsçadan
çeviri, İstanbul, 1940.
16’ncı asır şairlerimizden Fuzûli’nin Farsça olarak kaleme aldığı bu
küçük eserde, insan vücudunun teşrihi ve fizyolojik tetkiki, zamanın tıp
bilginlerinin bedenle alâkalı piskolojik yönleri ele alınmaktadır.
3.
Mesnevi, Farsçadan çeviri,
İstanbul, 1943-46.
Altı cilt halindedir. Cumhuriyet
Türkiye’sinde Mesnevi’nin ilk çeviri ve şerhidir.
4.
Hafız Divanı, Farsçadan
çeviri, İstanbul, 1944.
14’ncü yüzyılda dünyaca ünlü İran’lı şair
Hafız’ın dîvânının tercümesidir.
5.
Mantık Al-Tayr, Arapçadan
çeviri.
İran’lı şair Attârın tasavvufî manzum
eserinin tercümesidir. Sûfînin manevi yolculuğunu anlatmaktadır.
6.
İlahi-nâme, Farsçadan
çeviri, İstanbul, 1945.
17’nci yüzyılda yaşamış Attârın tasavvufî
hikayelerinden meydana gelir.
7.
Hayyam-Rubailer ve
Silsilet’tüt Tertip, İbn-i Sina’nın Temcid tercümesi, İstanbul, 1953.
İran’lı ünlü bilgin ve şair Ömer Hayyam’ın
hayatı, rûbâîlerinin tercümesi ve adı geçen diğer iki eserin tercümelerini
içerir.
8.
Yediler Meclisi, çeviri,
Konya, 1965.
Mevlânâ’nın tasavvufî hayata başlamadan önce
verdiği vaazlardan ibarettir.
9.
Caferi Mezhebi ve Esasları,
çeviri, İstanbul, 1966.
ÂluKâşifil-Gıtânın eserinin tercümesidir. Şii
mezhebi hakkında gerekli bilgileri vermektedir.
10.
Caferiler Kimlerdir? ,
çeviri, İstanbul, 1969.
Şirâzî’nin 22 sayfalık kitabının
tercümesidir.
11.
Nehc’ül-Belaga Tercümesi,
İstanbul, 1972.
Dördüncü halife Ali’den nakledilen hutbe,
mektup, emir ve vecizlerden ibarettir.
12.
Abdullah b. Sebâ, Bir
Yalancını Düzmeleri, çeviri,İstanbul, 1974.
Mûrteza el-Askeri’nin yazdığı eserin tercümesidir. Yüzyıllar boyunca
Şiiliğin kurucusu zannedilen, Yahudi asıllı bu Sebâ adlı kimsenin aslında
olmadığını ortaya koyar.
2.3.2.1.
Tasavvufa ve Edebiyata Dair Eserleri
1.
Melamilik ve Melamiler,
İstanbul 1931.
Gölpınarlı’nın ilk önemli eseridir. Fakülteyi bitirme tezidir.
16’ncı yüzyıl şairlerinden Bâkî’nin hayatı ve divânından seçilmiş
şiirlerinden meydana gelmiştir.
16’ncı yüzyıl şairlerinden Fuzulî’nin şiirlerinden seçmeleri ihtiva eden
bu eser tanıtma mahiyetindedir.
4.
Kaygusuz Vizeli Alaaddin,
Hayatı ve Şiirleri, İstanbul, 1933.
Melâmi - Hamzavî halk edebiyatının ileri gelen şairlerinden Kaygusuz’un
şiirleri ve hayatını içerir.
5.
Yunus Emre, Hayatı,
İstanbul, 1936.
Geniş bir şekilde Yunus’un hayatını ve edebi yönünü anlatır.
6.
Yunus Emre ve Aşık Paşa ve
Yunus’un Batiniliği,İstanbul, 1941.
13’üncü yüzyılda Anadolu’da yaşayan iki sufinin batiniliği üzerinedir.
7.
Yunus Emre Divanı,
İstanbul, 1943-48.
Eser iki cilt halinde olup, ikinci cilt
birinciyi tamamlamaktadır.
8.
Gülşen-i Râz,
İstanbul.1944.
13’üncü yüzyıl Moğol devrinde İran’ın tanınmış sufilerinden Şeyh Mahmud
Şebusteri’nin kendine sorulan tasavvufi sorulara verdiği cevaplardır.
9.
Nesimi, Usuli,Ruhi,
İstanbul,1953.
10.
Şeyh Galip, İstanbul,1953.
11.
Kaygusuz Abdâl, Hatâyi, Kul
Himmet, İstanbul, 1953.
12.
Divan Şiiri, XV. yy’dan XX.
yy’ya kadar.
Varlık yayın evinin çıkardığı küçük boydaki
bu kitaplar kısa fakat faydalı bilgi ve örnekler kapsamaktadır.
13.
Nasreddin Hoca, Akşehir,
1963.
14.
Alevi Bektaşi Nefesleri,
İstanbul,1963.
Alevi-Bektâşi edebiyatının karakteri,
inançları, giyim ve kuşamları, insanı görüşlerini aksettiren çok önemli bir
eserdir.
15. Sımavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin, İstanbul, 1966Pir Sultan
Abdâl, İstanbul, 1991.
Meşhur Türk mutasavvıfının hayatını içerir.
16.
100 Soruda Tasavvuf,
İstanbul, 1969.
Soru cevap şeklindebir tasavvuf tarihidir,
konsunda ki her konuya cevap vermektedir.
17.
Tasavvuftan Dilimize geçen
Deyimler ve Atasözleri, İstanbul, 1972.
Sahasında çok önemli bir eserdir.
18.
Pir Sultan Abdal, İstanbul,
2001
2.3.2.2.
İslamiyet ve Mezhepler Tarihi Hakkındaki
Eserleri
1.
Kur’ an-ı Kerim Meali,
İstanbul, 1955.
İki cilt halindedir. Remzi kitapevinden yayınlanmıştır.
2.
Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ve Hadisler, İstanbul,
1957.
3.
Kur’an- Kerim Hakkında
Tartışmalar Munasebetiyle, İstanbul, 1958.
1955’te yaptığı Kur’an tercümesi dolayısıyla yapılan tenkitlere verilen
cevaplardan meydana gelmiştir.
4.
İmam Ali Buyruğu, Ankara,
1958.
Hz. Ali’ye ait 54 hutbe, 17 mektup, 44 hikmet
ve vecize ile 48 şiirin tercümesinden ibarettir.
Şii mezhebinin kabul ettiği 12 imamın haytını
anlatmaktadır.
6.
Sosyal Açıdan İslam Tarihi,
İstanbul, 1969.
7.
Müminlerin Emiri Hz. Ali,
İstanbul, 1978.
Dördüncü halife Hz. Ali’nin hayatını
anlatmaktadır.
8.
Tarih Boyunca İslam
Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul, 1979.
İslam mezhepleri bilhassa Şiilik
üzerine geniş bilgi veren bir eserdir. Birinci
Bölüm: Hz. Peygamber Döneminde Hz. Ali
Abdulbâki Gölpınarlı’nın eserlerindeki Hz. Ali tasavvurunu iyi
anlayabilmek için Hz. Ali’nin doğumu, bu esnada görülen mucizeîi olaylar ve ailesinin faziletiyle ilgili
bilgiler ayrıntılı biçimde ele alınmalıdır.
Hayatlarının merkezine peygamberi ve onun ev halkı ile övünmeyi koyan
Müslümanlar için aile kavramı kişilere duyulan sevgi ve saygının dayanağıdır.
Kişiler yaptıkları yanında mensup oldukları aile ve çevre ile de itibar
görmektedirler. Bu yüzden Hz. Ali’yi hilafete daha layık bulanlar ve halifeliği
Kureyş’ten olmak şartıyla herhangi bir kişinin üstlenebileceği bir görev olarak
görenler arasında yüzyıllardır bir tartışma söz konusu olmuştur. Bununla
beraber en önemli sorun Ali ya da Muaviye arasında yapılması gereken seçimdir.
Çünkü her iki kesimde haklılıklarını ispatlamak için ailelerinin faziletiyle
ilgili bir yarışa girmişlerdir.
Bu yüzden konumuza Hz. Ali’nin ailesi, doğumu ve yetiştiği şartlardan
başlamayı uygun gördük.
Babası Ebû Talib, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in amcası
olup Haşimoğullarından Abdulmuttâlib’in oğludur. Hz. Ali’nin annesi ise Esed
kızı Fatma’dır. Fatma, Haşimoğullarından olup kendi boyundan biriyle evlenen
ilk kadındır. Hz. Peygamber onu çok sever, ana derdi. Vefat ettiği zaman kendi
gömleğiyle sardırmış ve kabre bizzat kendi indirmiştir.
Ebû Tâlib’in Talib, Akîl, Cafer ve Ali adlı dört oğlu, Ümmühânî adlı bir
de kızı vardı. Her oğlunun arasında onar yaş fark bulunuyordu. Buna göre en
büyük oğlu olan Tâlib, Ali’den otuz yaş büyüktür. Hepsinin de anneleri Esed
kızı Fatma’dır.
Tâlib, müşrikler tarafından Bedir Savaşı’na katılmaya zorlanmış, fakat
kabul etmeyip şehirden çıkmış, bir daha ondan haber alınamamıştır. Ebû Talib’in
soyu diğer çocuklarından yürümüştür. Akîl, Araplarca çok önemli olan soy boy
bilgisinde çok ileriydi.
Cafer ise İslam’dan sonra Habeş diyarına hicret etmiş, Hayber’in fethi
günü gelip Hz. Peygamber’e katılmış ve hicretin sekizinci yılında yapılmış olan
Mu’te Savaşında şehit düşmüştür. Şehadetinden önce savaşta elleri kesilmiş,
Resulullah ona cennette meleklerle birlikte kanatları olan manasına “Tayyâr”
lakabını vermiştir.
Dedesi Abdulmuttalib ölünce, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
’i amcası Ebû Tâlib yanına almıştır ve vefatına dek onu korumuştur. Kureyş,
Müslümanlara sosyal boykot uygulayıp, onlarla görüşmemeyi, alış verişte
bulunmamayı, evlenmemeyi kararlaştırdıkları zaman Müslümanları kendi
mahallesine alıp, onlara destek olmuştur. Müslümanlar’ın tecrit edildiği o yıllarda
Ebû Tâlib, geceleri elinde kılıç sokakta gezer, Râsul-i Ekrem’e bir kötülük
yapılmaması için evin ve mahallenin çevresinde dolaşırdı. Bazı geceler Ali’yi,
Rasul’ün yatağına yatırır, ona yapılacak bir kötülüğe karşı Ali’yi fedâ ederdi.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
Ali ile namaz kılarken Cafer’e: “Sen de amcanın oğluyla namaz kıl, O’na
uy” demiş Cafer’de babasını dinlemiştir.
Buraya kadar anlattıklarımızda herkes hemfikirdir. Ancak Sünnîlerin çoğu
Ebu Talib’in kafir olarak öldüğüne inanırken, Şiiler onun Müslüman olduğuna,
İslam’ını inşad ettiği şiirlerle açıkladığına inanırlar.
Bazı müfessirler göre:
“Şüphe yok ki, sen sevdiğini doğru yola sevk edemezsin, fakat Allah,
dilediğini doğru yola sevk eder ve O’dur hidayete erecekleri daha iyi bilen.”
ayeti Ebû Talib ölüm döşeğindeyken
Peygamberimizin çok üzülüp dua etmesi üzerine inmiştir.
Gölpınarlı ise bu ayetin Abdimenaf oğlu Numan’ın oğlu Hars hakkında
indiğini ve Medine’de nazil olduğunu, hâlbuki Ebû Talib’in Mekke’de öldüğünü
ileri sürmekte, bu hususta Şii literatüründen örnekler ve kaynaklar
vermektedir.
O, Ebû Talib’in Müslümanlığını ispat etmek içinde irşad ettiği şu şiiri
örnek verir:
Gerçekten de bildim ki Muhammed’in dini,
Yeryüzünde, halk arasında dinlerin en hayırlısıdır.
Şunu söylemeliyiz ki, Ebû Tâlib’in varlığı ve Peygamber’i himaye edişi
İslâm’ın yayılması için çok faydalı olmuştur. Ebû Talib, Peygamber’i ve O’na
uyanları elinden geldiğince korumuştur. Tüm bu çabalar ve Peygamber’in
mucizelerine tanık olması göz önüne alındığında Ebû Tâlib’in müşrik olarak
ölmesi ne derece mantıklıdır bilemiyoruz?
Ebû Tâlib, Peygamber’in halkı dâvete başlamasının onuncu yılında, ramazan
ayının yedinci günü, Hz. Hatice’nin vefatından üç gün önce vefat etmiştir. Hz.
Ali, babasının vefatını Rasul’e bildirince, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] , babasını yıkamasını söylemiş, cenazesini teşyi etmiş, bizzat kabre
koymuş: “Yakınlığını ispat ettin amca, beni, küçükken büyüttün, büyüyünce de
bana yardım ettin, beni korudun.” buyurmuşlardır.
Tüm bu verdiğimiz bilgilerin ışığında ben Ebû Talib’in iman etmiş
olduğuna ancak Müslümanları daha iyi koruyabilmek adına inancını
açıklamadığına, müşriklerle anlaşma yoluna gittiğine inanıyorum. Bu korumacı
tutumun sadece akrabalık bağlarına dayandığını idda etmek Ebu Leheb ve Abbas’ın
Müslüman olmadan önceki tutumları göz önüne alındığında pek inandırıcı
görünmüyor.
Gölpınarlı bazılarının Ebu Talib’in kafir olarak öldüğünü savunurken,
İslam’ın azılı düşmanı olan, Müslümanları yok etmek için maddi manevi her
şeyini ortaya koyan Ebû Süfyan ve karısı Hind’in, Mekke’nin fethinde Müslüman
olmaları sebebiyle imanlı saymalarını rencide edici bulur.
Ali’nin annesi Esed kızı Fatma, Peygamber’e analık etmiştir. Peygamber
O’nun için, “Bu beni doğuran anamdan sonra anamdır.” buyurmuştur. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Medine’ye Hicretinden sonra Ali ile hicret
eden Fatma’lardan biridir. İslam’ı kabul eden kadınların onbirincisi, Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e bey’at eden kadınların da ilkiydi.
Hz. Ali, annesinin ölümünü ağlaya ağlaya Peygamber’e söyleyince kendisi, “Benim
anam vefat etti” buyurmuşlardır. Zeyd, Eyyûb el-Ensârî ve Amr’ı gönderip
kabrini hazırlatmış, gaslinden sonra gömleklerini gönderip kefen olarak
sardırmış, namazlarını kılıp, bizzat kabre indirmişlerdir.
Gölpınarlı’nın eserlerinde şöyle bir iddia yer almaktadır:
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Fatma’yı kabre indirince
bir müddet kabirde kalıp, “Oğlun, oğlun, oğlun. Cafer’de değil, Akîl’de değil
oğlun oğlun, Ali b. Ebû Tâlib” buyurmuşlar ve kabirden çıkmışlardır. Bu
sözlerle ne demek istediği sorulunca, “Sorgu melekleri Rabbini, Peygamberi’ni
sorunca cevap verdi, velin ve imamın kim sorusuna oğlum demekten utandı. Onun
için söyledim” buyurmuşlardır.
Verdiğimiz bu rivayet Caferiler için imametin ne derece önemli olduğu,
kabirde sorgu melekleri tarafından bile sorulduğu, Ali’nin imametinin Allah
tarafından önceden emrolunduğu ve nassla tayin edildiği gibi konuları açıklar
mahiyette bulunduğundan önemli bir rivayettir.
Bu kısa bilgilerden sonra Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
’in, Ebû Tâlib ve Fatma’nın evinde geçirdiği çocukluğu, gençliği ve evlenmesi
konularına da kısaca değinmek istiyorum.
Resul’ün dedesi Abdulmuttalib, o sekiz yaşındayken öldü. Oğlu Ebû Tâlib’e
vasiyet olarak Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i korumasını ve
kollamasını söyledi.
Amcası Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’i oğullarından fazla severdi, O’nu
yanında yatırırdı. Bir rivayete göre Şakk-ı Sadr, Resulullah, Ebû Tâlib’in yanındayken
14
olmuştur.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in çocukluğunda bir yıl
yağmur yağmamıştı. Kıtlık baş göstermişti. Halk Lât, Uzza gibi putlara dua
edelim diyordu. İçlerinden yaşlı bir kimse, “Hz. İbrahim’in soyu içimizdeyken
putlardan mı yardım isteyeceğiz?” deyip, Ebû Tâlib’e baş vurdu. Ebû Tâlib, Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i de yanına alıp Kâbe’ye gitti.
Ellerini Kâbe’nin duvarına koyup dua etti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] , göğe doğru parmaklarını kaldırdı. Ortada hiçbir bulut yokken tüm
Mekke’yi bulutlar kapladı, yağmur yağdı, seller aktı. Bunun üzerine Ebû Tâlib
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i öven bir şiir söyledi.
Gene Resul, on yaşlarındayken ticaret maksadıyla Suriye’ye yola çıkan
amcasına eşlik etti. Busra denen kasabadaki rahip, Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’de Peygamberlik alametleri gördü. Arkalarında bulunan Mühr-i
Nübüvvet’e yüzünü gözünü sürdü. Ebû Tâlib’e Şam’a gitmemesini, orada başlarına
kötü şeyler gelebileceğini söyledi. Ebû Tâlib’de alışverişini o kasabada yaptı.
Gene yakın tarihlerde haram olan aylarda yapıldığı için “Ficar” diye
anılan savaşlar oldu. Bu savaşlar Kays ve Kureyş boyları arasındaydı.
Savaşlarda Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , yere düşen okları
toplar, amcasına verirdi. Dört kere olan Ficâr Savaşları’nın sonuncusunda Hz.
Peygamber’in ondört ya da yirmi yaşlarında olduğu rivayet edilir.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hz. Hatice ile
evlenmesinde amcası Ebû Tâlib’in büyük rolü olmuş. Hz. Hatice’yi istemeye Ebû
Tâlib gitmiştir.
1.2.
Hz. Ali’nin Doğumu ve Çocukluğu
Hz. Ali (R.A) Fil yılının otuzuncu senesi Receb’inin onüçüncü Cuma günü
Mekke’de, bir çok tarihçinin rivayetine göre Kâbe’nin içinde doğmuştur (29
Temmuz 599). Kâ’beyi Muazzama’nın içinde doğan tek kişi kendileridir. Hz. Ali doğunca annesi ona babasının adı olan
ve aslan anlamına gelen “Esed”, bir rivayete göre de “Haydar” adını verdi.Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’nin doğumunu duyunca amcasının
evine geldi. Ali’yi kucağına aldı, dilini ağzına verip emzirdi. Adını sordu.
Fatma “Esed koymak istiyorum” deyince, “Hayır” dedi, “O’nun adı Ali’dir”. Fatma
Araplar’da olmayan bu adı daha önce duymuştu. Ali koydular.
Hz. Ali’nin birçok lakabı vardır. Bunlardan bazıları “arslan” manasına
gelen “Haydar”, Allah’ın üstün arslanı demek olan “Esedullahi’l-Gâlib”,
Allah’ın rızasını kazanmış demek olan “Murtaza”dır.
Künyeleri ilk oğullarına nisbetle Ebû’l-Hasan’dır. Ayrıca Peygamber ona
toprak babası anlamına gelen Ebû’t-Turab künyesini vermişti. O yüzden bu
künyeyi çok severlerdi.
Buhârî’nin tahric ettiği bir hadise göre peygamber bir gün kızı Fatma’nın
evine gelmiş, Ali’yi göremeyince nerede olduğunu sormuş, Fatma “Birbirimize
biraz kızdık, oda gitti” demiş, bunun üzerine Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] Ali’yi aratmış, onu mescitte
ridâsı sırtından düşmüş, vücudu toza toprağa bulanmış halde uyurken bulmuş,
bunun üzerine, “Kalk ya Ebâ Turab” buyurmuşlar, bu künye bu yüzden kalmış.
Bu olayın Hz. Ali’nin Fatma’nın üstüne evleneceğini sanan Peygamber’in,
Ali’ye sinirlenmesi, “Kızlarımı verirken üzerlerine evlenmeyeceğinize dair söz
aldım. Eğer evleneceksen kızımı boşa ve bana gönder” buyurup Ali’yi azarlaması,
Ali’nin kesinlikle böyle bir niyeti olmadığını söylemesi üzerine vukû bulduğunu
söyleyenler varsa da, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, Taberî’nin Tarih’inde,
Halebî’nin Siyer’inde, Tarihü’l-Hamis ve Riyazu’n-Nadıra’da, Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] , hicretin ikinci yılında Useyre Savaşı
dönüşünde Ali’yi toprağa uzanmış, tozlara bulanmış yatıyor görünce, “Kalk otur
ya Ebâ Turâb” buyurmuştur. Bu hadis Ammar b. Yasir’den rivayet edilmiştir.
Dikkat çekici bir nokta Gölpınarlı’nın bir kitabında Fatma’nın Ali’nin
üzerine evleneceğini sanması sebebiyle eşiyle kavga edip durumu babasına
bildirmesi yüzünden geliştiğini söylerken, başka bir eserinde bu olayın tamamen
uydurma olduğunu söylemesidir. Ayrıca Gölpınarlı “madem ki çok evlilik şeriatın
kabul ettiği bir şey Fatma’nın kocasına kızması ve buna karşı durması
düşünülemez” diyor.
Oysa her ailede ufak tefek kavgalar olur. O devrin şartları
düşünüldüğünde herkesin kızını Hz. Ali’ye vermeye çalıştığına hiç şüphe yok.
Aşırı ısrarlar karşısında Ali böyle bir işe meyletmiş, ya da hiç niyeti olmamasına
karşın suskun kalarak böyle bir intibaya sebeb olmuş olabilir. Ayrıca çok
evliliğin dinen caiz olması, Peygamberin kızlarının üzerine evlenilmesine izin
vermemesine mâni değildir. Nitekim dul kalan kadının evlenmesi caizken,
Peygamber’in hanımlarının O’nun ölümünden sonra evlenmesi yasaktır. Hz. Ali’yi
asla hata yapmaz ve evliliğinde hiçbir sorun çıkmaz göstermek için harcanan bu
çabaları çok anlamsız buluyorum. Kusursuzluk Allah’a mahsustur. Hz. Ali’nin
faziletleri, Fatma ile evlenmesinin Allah’ın ve elçisinin takdiri olduğu,
birbirlerini ne kadar sevdikleri ortadayken sürekli bir savunma içinde olmak
çok yersiz. Hiç tartışılmayan ev mi olur? Peygamber’imizin bile hanımlarıyla
bazı sorunları olmuştur, Ali ile Fatma’nın neden olmasın?
1.3.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
’in Ali’yi Yanına Alması
Bir kıtlık yılında Rasulullah, diğer amcası Abbas’a “Gidelim de Ebû
Tâlib’in yükünü hafifletelim”, buyurmuş, beraberce gidip oğullarından birer
taneyi almayı teklif etmişler. Ebû Tâlib, oğullarından Akîl’i çok severmiş,
“O’nu bana bırakın da ne yaparsanız yapın” demiş, bunun üzerine Abbas Cafer’i,
Hamza Talib’i, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’de Ali’yi almış.
Cafer, Müslüman oluncaya dek Abbas’ın evinde kalmış, Ali ise hicrete kadar
Peygamber’in evinden ayrılmamış. Böylece Hz. Ali, beş yaşında geldiği evde on
sekiz yıl kalmış, Hz. Peygamber’in terbiyesi altında yetişmiştir.
Hz. Ali o günleri şöyle anlatıyor:
“Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı, yatağına alırdı, vücudunu bana
sürer beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. Ne bir yalan
söylediğimi görmüş, ne bir kötülük ettiğimi duymuştur. O sütten kesildiği andan
itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmiştir. O melek
gece gündüz Peygamber’e yücelikler yolunu gösterirdi, âlem ehlinin en güzel
huylarını belletirdi. Ben de her an, devenin yavrusu nasıl anasının ardından
giderse onun ardından giderdim. Her yıl Hirâ dağına çekilir, kulluğa koyulurdu.
Onu benden başkası göremezdi. O gün (İslam’ın ilk tebliğ edildiği gün) İslam,
Allah’ın salatı onun ve soyunun üstüne olsun, Resulallah’la Hatice’den
başkasının evinde yoktu ve ben de onların üçüncüsüydüm. Vahy ve Peygamberlik
nurunu görürdüm, kokusunu duyardım. Ona vahiy gelirken bir feryad duydum da,
“Ya Resulallah, bu feryad nedir?” diye sordum. “Bu feryad eden şeytandır,
kendisine halkın kulluk etmesinden ümidi kesti artık. Sen benim duyduğumu
duymadasın, gördüğümü görmedesin, ancak sen Peygamber değilsin, fakat vezirsin
ve hayra karşısın, ona ulaşmışsın” buyurdu.
Gene İbn Ebi’l-Hadîd, Fazl b. Abbas’tan rivayet eder. “Babama, Hz. Rasul
erkeklerden en çok kimi severdi?” diye sordum, “Ebû Tâlib oğlu Ali’yi hepsinden
fazla severdi” dedi. Ben oğulları sordum deyince, “Ebû Tâlib oğlu Ali’yi
herkesten çok severdi, oğullarından fazla O’na muhabbeti vardı. Biz
Rasulullah’ın Ali’ye olan muhabbeti derecesinde oğlunu seven bir baba
görmediğimiz gibi Ali’nin Hz. Resul’e itaatinden daha fazla itaat eden bir
oğulda görmedik” dedi.
1.4.
Hz. Ali’nin Müslüman Oluşu
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] halkı davete başlar başlamaz erkeklerden ilk
olarak Hz. Ali, kadınlardan Hz. Hatice Müslüman olmuş, Peygamber’e inanmış,
iman etmiştir. Bu konuda Tirmizi, Hâkim’in Müstedrek’i, Ahmed b. Hanbel’in,
Müsned’i, Kenzü’l- Ummal gibi hadis kitaplarıyla El-İsabe, Usdü’l-Gabe gibi
sahabenin hal tercümelerini bildiren kitaplar ve tarihler müttefiktir.
İbn İshak ise Ali’nin Müslüman olmasıyla ilgili şöyle bir rivayet
anlatır; Ali, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ve Hatice’yi namaz kılarken görmüş, ne
yaptıklarını sormuş. O zaman Peygamber, Ali’ye tebliğde bulunmuş, Ali de
Müslüman olduğunun babasına söylenmemesini rica ederek Müslüman olmuştur.
1.5.
Hz. Ali’nin Vezirliği, Vekilliği
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e “En yakın hısımlarını
korkut, inananlardan sana uyanlara karşı kanadını indir, mütevazı ol. Sana
isyan ederlerse de ki: Şüphe yok ki ben sizin yaptıklarınızdan uzağım” şeklinde
ki Şuara Suresi’nin 214, 216. ayetleri inince halkı açıkça davete başladı. İlk
önce soy ve boy bakımından kendine en yakın olanları davete memur olmuştu.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , hanımına yemek
hazırlamasını söyledi. Hz. Ali’yi de Haşimoğullarını çağırması için yolladı.
“Gelenler 40 kişi kadardı. İçlerinde Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in amcaları Ebû Tâlib, Ebû Leheb ve Hamza da vardı. Ancak bize gelen
kimi rivayetler İslam’ın ve Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
elçilik görevinin gizliden gizliye halk arasında bilindiği, bu bilginin kadınlar
arasında özellikle Haşimoğulları’nın kadınları arasında paylaşıldığı ve yemek
davetinden çok önce Peygamber’in kadın akrabalarından bir kısmının Müslüman
olduğunu biliyoruz.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] açıkça tebliğe başlaması emredilince bir ay
kadar dışarı çıkamadı. Halaları O’nu hasta zannedip ziyarete geldi. Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
durumu halalarına anlatınca, halaları toplantıya Ebu Leheb’i
çağırmamasını söyledi. Peygamber gene de yemeğe Ebû Leheb’i çağırdı. Ebû
Leheb’in, İslam’a davet edilince yaptığı sert konuşmadan sonra kız kardeşi
Safiye bint Abdulmuttalib, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i
destekler mahiyette bir konuşma yaptı, iki kardeş tartıştı.
Gölpınarlının anlatımına dönersek birinci gün gelen 40 kişi sofraya onar
onar oturdu, yenildi, içildi.Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] söze başlarken Ebû Leheb, “arkadaşınız sizi
büyüledi.” gibi sözlerle Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in sözünü
kesti. Gelenler dağıldı. Ertesi gün Haşimoğulları gene çağrıldı ama Peygamber
gene konuşamadı. Üçüncü gün Resulallah, “Ey Abdü’l-Müttalib oğulları, bana
itaat edin, yeryüzüne hâkim olun. İçinizde kim bana yardım eder, bu işte beni
kuvvetlendirirse kardeşimi vâsim, vezirim, varisim ve benden sonra halifem
olur” buyurdu. İçlerinden hiçbiri cevap vermedi. En küçükleri olan Ali, ayağa
kalkıp “Ey Allah’ın elçisi bu işte ben sana yardım edeceğim” dedi. Peygamber
“Otur” buyurdu ve sözünü bir kere daha tekrarladı. Gene Ali’den başka kimse bu işe
talib olmadı. Üçüncü defasında da Resul, Ali’ye “otur” buyurdu. Artık kardeşim,
vâsim, vezirim, varisim ve benden sonra halifem sensin”.
Misafirler dönüşte Ebû Tâlib’le “yeğeninin dinine girersen oğlun sana
emir olacak” diye alay ettiler. İmanını halkın içinde ilk açıklayan Ali’dir.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
pazartesi halkı davete başlamış, Ali ise salı günü imanını açıklamıştır.
İbnü Abdü’l-Birr, el-İstiâb’da, Afifu’l-Kindî’den şöyle bir olayı rivayet
eder. Kindî, “Ben ticaretle uğraşırdım. Bazı şeyler almak için Abdulmuttalib
oğlu Abbas’ın yanına gittim. Birisi çıktı namaza durdu, geldiği taraftan bir
kadın geldi arkasına geçti. Derken aynı taraftan genç bir çocuk geldi, Oda
yanlarında namaza durdu. Abbas’a; bu nedir, ne yapıyorlar” diye sordum. Abbas,
“Bu benim yeğenimdir, namaz kılıyor, Peygamber olduğunu sanıyor. Peygamber
olduğunu kabul eden de ancak hanımı ve amcasının oğludur” şeklinde cevab
verdiğini rivayet etmiştir.
Buraya kadar Hz. Ali’nin ailesi, doğumu, çocukluğuyla ilgili bilgileri
Gölpınarlı’nın eserlerini temel alarak anlatmaya çalıştık. Çoğunluğu hem Sünnî
hem Şii kaynaklarda da bulunan bilgilerin farklılık gösterenlerini de elimizden
geldiğince belirttik. Bu bilgileri yeterli buluyor, konumuza “Hicret”le devam
etmek istiyoruz.
Arapça’da bir yerden göçmek bir yeri terk etmek anlamına gelen hicret,
Kur’an-ı Kerim’de on sûrede yirmi kere anılır. İnançları yüzünden yurtlarından
çıkan, çıkartılan, eziyet çeken kişiler, canlarıyla mallarıyla Allah yolunda
savaşan ilk muhacirler ve onlara yardım edenlerle sonradan inançta onlara
uyanlar övülür.
Peygamber âshabı her türlü işkenceye uğramış, fakirler-köleler dövülmüş,
öldürülmüş, onlarla alış veriş edilmez, selam verilmez olmuştu, kimse onlarla
konuşmuyor, evlenmiyordu. Ebû Tâlib mahallesinde toplanmak zorunda kalmışlardı,
adeta toplumdan tecrit edilmişlerdi.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in açıkça davete
başlamasının onuncu yılında Müslümanların durumu buydu. Ve gene bu yıl Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
üç gün arayla amcası Ebû Tâlib ve eşi Hz. Hatice’yi kaybetti. Bu seneye
hüzün yılı anlamında “Senetü’l-Hüzn” dendi.
Müslümanların çektiği eziyetler dayanılmaz hale gelmişti. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem]
Müslümanların bir kısmını Ca’fer b. Ebû Tâlib eşliğinde adil hristiyan
bir hükümdarın yönettiği Habeşistan’a yolladı. Kendisi Mekke’de çok yalnız
kaldı.
Ancak bu yalnızlık duygusu onun görevlerini yapmasına engel olmadı. Daha
önce Taif’e tebliğ için gitmiş, halkın hakaretlerine, çocukların taşlı
saldırısına uğramıştı.
Her yıl Hac mevsiminde Mekke’nin dışına çıkar, gelenleri İslam’a davet
ederdi. Onbirinci yılda Akabe yakınlarında Medineli Hazrec boyundan kimselerle
buluştu. İslam’ı tebliğ etti. Tüm bu insanlar Müslüman oldular ve dinlerini
Medine’de yaydılar.
Onikinci yılda daha fazla Medineli, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in dinine girdi. İslam’ın hükümlerine uydu. Öyle bir ortam oluştu ki
Evs ve Hazrec boyları arasında yıllardır süregelen düşmanlık İslam kardeşliğinin
etkisiyle yumuşadı.
İslam’ın doğuşunun onüçüncü yılında Medineliler, Hz. Peygamber’i
canlarıyla mallarıyla koruyacaklarına söz verdiler. Allah, da Haşr suresinin 9.
ayetinde “Medine’nin bir iman yurdu haline geldiğini buyurdu. Allah Rasul’u, Müslümanların
Medine’ye göçmelerine izin verdi, onlar da birer ikişer göçmeye başladı.
Dâru’n-Nedve’de Ebû Cehl liderliğinde toplanan müşrikler Müslümanlığı yok
etmek için neler yapabileceklerini tartışmış, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] [salla'llâhü aleyhi ve
sellem]’i öldürmekten başka bir çare bulamamıştı. Kan davasına sebep olmamak
için Haşimoğullarından bir kişi de dahil olmak üzere her boydan bir kişinin
bulunacağı bir gurubun Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i öldürmesi
üzerinde anlaşmaya varıldı. Diyetin kaç para olacağı önemli değildi, müşrikler
ödemeye razıydı. Ebû Tâlib’in ölümü onları cesaretlendirmişti.
O gece hicret sırası Allah Elçisi’ne gelmişti. Ali’yi yanına çağırdı.
Hicrete izin verildiğini söyledi. Ali’nin Mekke’de kalmasını, borçlarını
ödemesini, kendisinde bulunan ve verilmesi icabeden emanetlerin verilmesini,
sonrada Mekke’de bulunanlarla kendisine katılmasını istedi.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’ye şöyle buyurdu:
Yatağıma yat, hırkamla örtün, Sana haber vereyim ki Ali, ulu Allah dostlarını
imanları derecesinde sınar. İnsanlar içinde uğradıkları belaler en çetin
olanlar Peygamberlerdir, sonra onların vasiyleri, sonra onlara uyanlar ve
uyanlara benziyenler derde uğrar. Ey amcamın oğlu, Allah İbrahim Peygamber’i
nasıl İsmail’i kesmeye memur ederek sınadıysa, beni de seninle sınamakta.
Sabret, Sabret, çünkü şüphe yok ki Allah’ın rahmeti iyilik edenlere pek
yakındır.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’yi kucakladı, göğsüne
bastı, ağlamaya başladı. Hz. Ali de Peygamber’den ayrılacağı için ağlıyordu.
Başka insanların Peygamber’e
yapılacak suikasti bilirken korkacağı, hatta kabul etmeyeceği bu teklifi Hz.
Ali büyük bir sevinçle karşıladı. Derhal kabul etti ve gözyaşları içinde şükür
secdesine kapandı. Ümmet
içinde ilk şükür secdesi Ali’ninkidir.
Yatsı namazını kıldıktan sonra Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] evden çıktı. O sırada düşmanlar
evi sarmıştı. Rasul, Ya Sin Suresinin 9. ayetini okudu, “Onların önlerine bir
sed çektik, arkalarına bir sed, bu yüzden göremezler.”
Yerden bir avuç toprak aldı, geceleyin bekleşen o topluluğun üzerine
serpti. Yürüyüp gitti, kimse onun çıktığını anlamadı.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] sözleştikleri yerde Ebû Bekir ve üvey oğlu
Hind Ebu Hale’yle buluştu. Tarih risaletin onüçüncü yılı, Rebîulevvel ayının
başlarıydı. Yola çıktılar. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ebu Bekir “Gâr-ı Sevr”e girdi, Hind
ise Mekke’ye geri döndü.
Üstlerine toprak serpilmiş olan müşrikler gece yarısından sonra
kendilerine geldiler. Eve saldırdılar. Saldırganların başında Halid b. Velid
vardı. Halid yatağa kılıçla saldırınca, Ali kalkıp elini tuttu, büküp kılıcı
aldı ve önüne katıp evden çıkardı.
Müşrikler saldırdıklarının Ali olduğunu görünce çok şaşırdılar.
Peygamber’i sordular, Ali’den cevap alamayınca onu hapsettiler. Sonra Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i bulma kaygısıyla Ali’yi bıraktılar.
Ali, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in borçlarını ödedi,
emanetlerini teslim etti ve Peygamber’den gelecek haberi beklemeye başladı.
Ebû Bekir ile mağarada üç gün saklanan Resul, Medine yolunda Kubâ’da
konakladı. Ebû Vâkıdü’l-Leysi ile Ali’ye mektup yolladı.
Ali mektubu alınca hazırlandı. Peygamber’in ona emanet ettiği biricik
kızı Fatma’yı, kendi annesi Esed Kızı Fatma’yı, Abdulmuttalib oğlu Zübeyr kızı
Fatma’yı alıp yola çıktı. Yolda Ümmü Eymen oğlu Eymenle, Ali’ye mektubu getiren
Ebû Vakidü’l-Leysi onlara katıldı.
Decnan denen yerde yüzleri örtülü 8 kişi onlara saldırdı, dönmeleri için
tehdit ettiler. Ali dönmeyeceğini söyleyince, Ümeyye oğlu Harb’in kölesi
kılıçla Ali’ye saldırdı. Ali ona öyle bir kılıç vurdu ki adamın başına inen
kılıç, atının eğerine kadar işledi. Diğerleri korkup dağıldı. Ali ve
yanındakiler yollarına devam ettiler. Bir gün konakladılar ve Mekke’den gelen
fakir Müslümanları beklediler. Bu Müslümanların arasında Peygamber’in cariyesi
Ümmü Eymen de vardı.
Hz. Ebu Bekir’in hayatlarının tehlikede olduğunu, bir an önce Medine’ye
gitmeleri yönündeki tüm ısrarlarına rağmen Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] , Kûba’da, Ali ve yanındakileri tam on gün bekledi. Onlarsız Medine’ye
giremiyeceğini söylüyordu. Beklenen kâfile gelince yola koyuldular. Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali ve Zeyd’le ortaklaşa bir deveye
biniyordu.
Gölpınarlı’nın eserlerinde bir çok ayetin nüzul sebebinin Hz. Ali olduğu
vurgulanır. Vereceğimiz çeviriler, Gölpınarlı’nın Kur’an-ı Kerim mealinden
alınmıştır.
1. Bakara 207: “İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah rızâsına nâil
olmak için varlığını, canını satar da Allah rızasını alır. Allah kullarını pek
esirger.
Gölpınarlı’ya göre bu ayet hicret esnasında Peygamber’in yerine Ali’nin
geçmesi, Ali’nin de Allah ve Peygamber’i uğrunda canını seve seve vermeye râzı
olması ile ilgili olarak inmiştir.
2. Al-i İmran 190: “Onlar Allah’ı ayakta, otururken ve yan üstü
yatarken anarlar ve göklerle yeryüzünün yaratılışını düşünürler de Rabbimiz
derler, bunları boş yere yaratmadın. Sen noksan sıfatlardan arısın. Sen bizi
ateşin azabından koru.” Gölpınarlı, bu ayette anlatılan kişilerin Hz. Ali ve
O’nunla hicret edenler olduğunu, onların yolda düşmana karşı koyuşlarını
anlattığını iddia eder.
3.1.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
’in Hz. Ali’ye İkinci Kez Kardeş olması
İslâmî literatürde yerini yurdunu, malını, mülkünü inançları uğruna
bırakıp Medine’ye göçenlere “Muhacirun” (göçmenler), Medine’de onları
bağırlarına basan, onlara yardım edenlere “Ensar” (yardımcılar) denir. Bu
terimler Kur’an’da geçer (Bkz. Tevbe Sûresi 100, 117).
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , ashabı olan bu iki gurubun
daha da kaynaşmaları, birbirlerini daha da çok sevmelerini sağlamak için bir
göçmeni bir yardımcıya kardeş etmeyi kararlaştırdı. Hicretin beşinci ayında
soy-boy, ırk-köken ayrımına göre değil, inanç temeline dayanan bu kardeşliği
sahabe arasında düzenledi.
Bu sırada Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in kendisi ve Ali
hariç herkesi birbirine kardeş ettiği, yalnız ikisinin kaldığı, Ali’nin Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e, “Ya Resulallah herkesi birbirine
kardeş ettin beni ise yalnız bıraktın” dediği, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] ’in ise Ali’ye, “Sen, Musa’ya Harun ne menzildeyse bana o
menzildesin, ancak benden sonra peygamber yok. Sen, dünyada da benim
kardeşimsin, ahirette de” buyurduğudur. Rivayetlerin çoğunluğu bizim
anlattığımız şekilde olsa da, İbn Sa’d, Tabakat’ında Ali’nin o gün Sehl b.
Huzeyf’le kardeş olduğunu kaydeder.
Menzile hadisi diye meşhur olan ve Şiiler’in Hz. Ali’nin hilafetinin
nasla sabit olduğuna dair iddalarının önemli delillerinden biri sayılan bu
hadis, Müsned, Kenzü’l-Ummal, Siyer-i Halebi, İstiab, Tirmizi, Müstedrek,
er-Riyadu’n-Nadıra, Savaik vs. gibi hem Sünni hem Şiilerin muteber kabul ettiği
hadis, siyer, tarih kitapları vasıtasıyla bize ulaşmıştır.
Medine’de, tüm ashabın önünde aldığı bu güzel iltifat karşısında Ali,
sevincinden ağlamaya başladı ve şöyle söyledi: “Ben Allah’ın kuluyum,
Resulallah’ın kardeşiyim, Sıddıykü-l-Ekber’im.”
Gölpınarlı, Hz. Ali’nin hilafeti söz konusu olduğunda diğer Şiî alimler
gibi Menzile hadisini önemli bir delil sayıyor.
Gölpınarlı’ya göre Hz. Peygamber buna benzer sözleri hem Mekke hem
Medine’de birçok defalar söylemiştir.
Objektif bir inceleme yapıldığında Resul-i Ekrem’in Ali’ye bu ve benzeri
sözleri birçok defa söylediği şüphe götürmez. Ancak Sünnîler bu hadisin
söylendiği yer ve söylenme amacı hakkında farklı fikirlere sahip
bulunmaktadırlar. Kimi rivayetler Menzile hadisinin söylenme sebebinin Tebük
Gazvesi’ne giderken Hz. Ali’yi Medine’de ailesine bakmak için bırakan Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Ali’nin üzülmesi üzerine söylediği
yönündedir. Bazı kaynaklar ise Hz. Ali’nin Medine’ye vekil olarak
bırakıldığını anlatırken , iddia edildiği dönemde vekil olarak
bırakılan kişinin Muhammed b. Mesleme’ olduğunu kaydetmektedir.
Ali’nin Medine’de kalması, münafıkların onun gözden düştüğüne dair
dedikodular çıkarmasına neden olmuş ; ayrıca Hz. Ali savaşa
katılamadığı için çok üzülmüştü. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resûlü! Beni kadın
ve çocuklarla geride mi bırakıyorsun?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.v.) Hz. Ali’ye, “Sen, bana karşı Harun’un Musa’ya olan mertebesi gibi
olmak istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yok.” buyurdu.
Kurtûbî’ye göre bu hadiste hilafet kastedilmiyor. Çünkü Hz. Harun,
Musa’dan önce ölmüştür. Hz. Musa’nın halefi Yuşa b. Nûn’dur. Peygamber’in amacı
Ali’nin hilafetini vurgulamak olsa, “Senin bana karşı olan durumun, Yuşa’nın
Musa’ya karşı olan durumu gibidir.” buyururdu. Oysa Resulallah nasıl ki Harun
Musa’nın yaşarken halefliğini yapıyorsa, Rabbi’yle konuşmaya gittiği zaman,
İsrailoğullarına başkanlık ediyorsa, Ali de yokluğunda Peygamber’in
halifesidir. Ölümünden sonra değil. Kurtûbî, Hz. Peygamber’in buna benzeri sözler
diğer halifeler için de söylediğini kaydediyor, ancak bu iddalarını
destekleyecek hiçbir örnek veya kaynak sunmuyor.
Bu hadis Sünni kaynaklarda bazı küçük farklarla çeşitli şekillerde
geçmektedir. Genel kanı bu hadisin Tebûk Seferi öncesinde söylendiğidir.
Tabatabâi ve Kazvinî gibi Şii müellifler benzeri sözlerin birçok defa Peygamber
tarafından Ali hakkında söylendiğini idda etmişlerdir.
Son olarak Menzile hadisinin çeşitli kaynaklarda aldığı biçimleri
örneklerle 35 anlatmak
istiyorum.
1.
“Senin bana yakınlık (ve
bağlılığın), Harun’un Musa’ya bağlılığı mesabesindedir. Şu farkla ki benden
sonra peygamber yok.”
Bu hadis Buhari, “Fedailü Ashabi’n-Nebi”, Tirmizî, “Menakıb”, İbn Mâce,
“Mukaddime”.
2.
“Harun’un Musa’ya durumu
gibi kardeşim olmayı, benim de senin kardeşin olmamı istemez misin? Bilmiş olun
ki benden sonra nebî yoktur. Eğer benden sonra nebî
olsaydı, bunun sen olduğunu söylerdim. Sen ümmetimde halifemsin, sen benim
dünyada da ahirette de vezirim ve kardeşimsin”. Kummi, I, 293.
Şu kadarını söylemeliyiz ki bu hadisin Tebûk
Seferiyle ilgili olduğunu, hilafeti ya da Peygamberin Ali’ye duyduğu özel bir
sevgiyi anlatmadığını idda eden kimi kişiler, Peygamberin daha önce
Haşimoğulları’na İslam’ı tebliğ ettiği sırada kendisine yardım ve desteği kabul
eden tek kişi olan Ali’ye benzer sözler söylediğini ayrıca Medine’de Ali’yi
kendine kardeş edindiği gibi tarihi gerçekleri göz ardı edemezler. Peygamber
ölümünden sonraki hilafeti kasdetmiyorsa da Ali’yi çok sevdiği, ona ettiği
iltifatları başka hiçbir sahabiye söylemediği tartışmasız bir gerçektir.
Peygamber ilk 3 halife ve diğer sahabeleri hakkındada birçok güzel söz
söylemiştir, ancak görünen o ki, ençok iltifata layık görülen kişi hep Ali
olmuştur.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ve muhacirler Medine’ye yerleşmişler
yardımcılar bulmuşlardı. Fakat Kureyşliler onları rahat bırakmıyordu. Sünen-i
Ebû Dâvud’da anlatıldığı gibi Kureyşli müşrikler, Medineli münafıkların reisi
olan ve hükümdarlığa aday gösterilen Ubeyy oğlu Abdullah’ı Peygamberi
öldürmesi, aksi takdirde şehirdeki erkekleri öldürüp, kadınları esir alacakları
yönünde tehdit etmişlerdi.
Peygamber, Medine’de yaşayan Museviler’den hakaret görüyor, yürüdüğü
yolun toz olduğu gibi saçma iddalarla ona sataşılıyordu.
Resulallah’ın hayatı tehlike altındaydı. Geceleri insanlar kapısında
nöbet tutuyordu. Paraya düşkünlükleriyle tanınan müşriklerle Müslümanlar ile
Mekke kervanlarının güvenliğine karşılık zoraki bir barış sürdürüyorlardı.
Derken savaşın görünen sebebi ortaya çıktı. Peygamber’in halasının oğlu
Abdullah b. Cahş, Kureyş kervanlarını gözlemek için gittiği Nahl yolunda Amr
İbni’l-Hadramiyi öldürüp mallarını aldı. Bu olay Peygamber’i çok üzdü,
Müslümanlarda Abdullah’ı bu saldırıyı haram aylarda yaptığı için kınadılar. Allah
Bakara Sûresi’nin 217. ayetiyle Abdullah’ın yaptığının suç olduğunu ancak bu
suçun müşriklerin suçlarının yanında hafif kaldığını bildirdi.
Amr’ın ölümü Kureyşlileri şok etti. Çılgına dönen müşrikler hemen savaş
hazırlıklarına başladılar. Peygamber ashabını topladı, savaş konusunda ne
düşündüklerini sordu. Başta Mıkdad ve Sa’d b. Muaz olmak üzere sahabenin çoğu
Allah Resulüne hak yolunda ölmeye hazır olduklarını söylediler. Savaş
hazırlıkları başladı.
Müslümanların ordusu sekseni kılıçlı, altısı atlı, üçyüz onüç kişiden
oluşuyordu. Bunların yetmişyedisi muhacirden, ikiyüzaltısı ensardandı. Ordunun
yetmiş devesi, iki de atı vardı. Peygamber’in sancağı Ali’de, ensarın sancağı
Sa’d b. Ubade’deydi.
Müşrik ordusu ise dörtyüzü atlı olmak üzere bin kişi civarındaydı. İki
ordu Mekke’ye seksen mil mesafedeki Bedir’de karşılaştı.
Kuyular daha önce gelen müşrikler tarafından tutulmuştu. İslam ordusu
kalan son kuyunun yanına yerleşti, ancak bu su yeterli gelmedi. Müslümanlara su
getirme işini Ali üstlendi. Düşmanların yanındaki kuyulardan su alıp
Müslümanlara ulaştırdı.
Müşriklerden ilk olarak öne çıkan Velid b. Şeybe, Utbe b. Rabia ve Velid
b. Utbe karşılarına çıkan kişileri beğenmediler. Bu sefer karşılarına Ali,
Hamzâ ve Haris b. Ubeyde çıktı. Hamza, Utbe’yi öldürdü, Ali Velid’i, Ubeyde ise
Şeybe’yi yaraladı ancak kendi de yaralandı. Ali ve Hamza, Ubeyde’nin yerine
Şeybe’yi öldürdüler. Ubeyde, Peygamber’e şehit olup olmayacağını sorduktan
sonra Medine yolunda şehit düştü.
Bedir’de yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi de esir alındı. Müşriklerin
otuzbeşini, bir rivayete göre otuzaltısını Ali öldürdü. Ali’nin öldürdükleri
arasında müşriklerin ileri gelenlerinden As b. Said b. Ümeyye, Tuayme b. Adiy,
Nevfel b. Huveylid, Hanzala b. Ebu Sufyan da vardı. Bu aileler Hz. Ali’nin
kendine ve soyuna olan düşmanlıklarını hep sürdürdüler.
Gölpınarlı’nın eserlerinde verdiği değişik rakamlara karşılık Vakıdi
(Megazi’nin I/69) bu sayıyı onyedi olarak vermiştir. Ayrıca bazı kaynaklar Hz.
Peygamber’in Ali’ye Zülfikar adlı kılıcı bugün ödünç verdiğini sonra da hediye
ettiğini anlatır. Oysa Gölpınarlı bu olayın Uhud’da olduğunu söyler.
Bedir Savaşı’yla ilgili belirtmek istediğim birkaç husus var. Bunlardan
birincisi Hz. Peygamber’in amcası Abbas, bu savaşta müşriklerin yanında yer
almış ve savaşta esir düşmüştü. Bu olay Peygamber’i çok üzdü. İnanç uğruna
kardeşin kardeşi öldürdüğü bu savaşta Abbas, fidye için istenen paranın
kendisinde olmadığını
söylemiş, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Abbas’a sakladığı
paranın yerini ve miktarını söylemesi üzerine Müslüman olmuştu.
Diğer bir üzücü olay da Hz. Peygamber’in damadı, kızları Zeyneb’in eşi
Ebu’l- As’ın da müşriklerden olup esir düşmesiydi. Ebu’l-As’ın fidyeyi ödeyecek
parası yoktu. Zeyneb, ana babasının düğünde kendisine taktığı gerdanlığı
yolladı. Bu olay Peygamber’i sarstı. Ebû’l-As’ı müslüman olmadığı takdirde
Zeyneb’i boşayıp Medine’ye göndermesi şartıyla serbest bıraktı.
3.3.
Hz. Fâtımatü’z-Zehra ile Olan Evliliği
Her ne kadar bir takım Şii fırkalar Muhammed b. Hanefiyye’nin imametini
ortaya atarak Ali soyunun öneminin Peygamber’le olan damatlık ilişkisinden
değil Ali’nin kendi kanından olduğu gibi bir inancı savunsalar da, Şiilerin
ezici çoğunluğu Hz. Ali’nin soyunun öneminin çocuklarının taşıdığı Peygamber
kanından olduğuna inanır.
Gölpınarlı’ya göre Hz. Peygamber’in soyunu yürüten öz kızı olan
Fatma’dır. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Gerçekten de Allah,
her peygamberin soyunu o peygamberden yürüttü. Benim soyumuysa Ali b. Ebû
Tâlib’den ızhar etti.” buyurmuşlardır.
Fatma’nın kelime anlamı sütten kesilmiştir. Bazı hadis kitaplarına göre
Allah, Fatma’yı ve Fatma’yı sevenleri cehennemden ayırdığı, onları azabdan azad
ettiği için kendilerine bu ad verilmiştir.
İmam Ali er-Rıza, da Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
“Kızım Fatma’ya bu adı verdim, çünkü üstün ve ulu Allah O’nu ve O’nu sevenleri
cehennemden ayırmış, azad etmiştir.” buyurduklarını rivayet eder.
Doğdukları zamana ait çeşitli rivayetler vardır. Ehl-i Beytten gelen
rivayet dâvetin beşinci yılı Cumâd’el âhırasının yirminci Cuması doğduklarıdır.
İbn Abbas, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dâvete
başladıklarında kırk, Hz. Hatice’nin kırküç yaşında olduklarını, Fatma’yı
doğurduklarındaysa 48 yaşında olduklarını söylüyor.
Allah Elçisi, kızına öyle düşkündü, ona o kadar çok değer verirdi ki, bu
tavrı değil o günün Arap toplumunda günümüzde bile kız çocuklarının
ulaşabildikleri bir konum değildir. Peygamber kızı her geldiğinde onu ayağa
kalkıp karşılar, öper, halini hatırını sorar, yanına oturturdu. Aynı sevgi ve
saygıyı Fatma da babasına gösterirdi. Ümmü Seleme, “Yüzü Resulallah’a en fazla
benzeyen Fatma’ydı.” buyurmuştur.
Hadis kitaplarında Hz. Fatma’yla ilgili tahric edilmiş birçok hadis
vardır. Buhari Sahih’inde, Nesaî Hasaîs’de, “Fatma bendendir. Onu kızdıran beni
kızdırmıştır” buyurduklarını, tahric eder. Müslim de, “O benim kızımdır,
vücudumdan bir parçadır. onu inciten beni incitmiştir.” hadisini tahric
etmiştir ki bu hadis İsâbe’de de mevcuttur. Hâkim, Müstedrek adlı eserinde, Hz.
Peygamber’in bir seferden bir savaştan dönüşte önce mescide uğrayıp iki rekat
namaz kıldıklarını, sonra Fatma’yı ziyaret ettiklerini, ondan sonra eşlerine
gittiklerini, bir yere gidecekleri zaman da en son Fatma’nın yanına girip en
uzun vedâyı onunla yaptıklarını anlatır. İstiab’da Hz. Ayşe’nin Rasul en çok
kimi severdi sorusuna “Fatma”yı cevabını verdiği, erkeklerden sorusuna ise
“O’nun zevcini” dediği 42 anlatılır.
Hz. Fatma daha küçücük bir çocukken babasını her hususta korumaya
başlamışlardı. Bir gün Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] namazda secdedeyken Kureyş’ten birileri
sırtına pislik koymuş, beş altı yaşlarında olan Fatma bunu duyunca koşup
pislikleri atmış babasının sırtını temizlemiştir. Bu koruyucu tavrı yüzünden
Hz. Fatma’ya babası “Ümmü Ebiha, babasının anası” demişlerdir.
Uhud savaşında Hz. Peygamber yaralanınca Fatma bulduğu bir hasır
parçasını yakıp, kanayan yaraya bastırmış kanamayı durdurmuştur.
Hz. Fatma evlilik yaşına gelince herkes bu şerefe ulaşabilmek için O’nu
istedi. O’nu isteyenler arasında Hz. Ebu Bekir ve Ömer de vardı. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] her
gelene Allah’ın emrini beklediklerini söylüyordu. Hz. Ali de Fatma’yla evlenmek
istiyordu. Fakat bunu bir türlü Allah Elçisi’ne açamıyordu. Derken bir gün Ali
Sahabeden bazı kişilerin de cesaretlendirmesiyle Fatma’yı istedi. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] , bu isteği Allah’ın emrine uygun bulup Fatma’ya
sordu. Fatma utançlarından hiçbir söz söyleyemediler. Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] bu suskunluğun kabul
anlamına geldiğini anladı ve onu Ali’ye verdi.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Kızımı sana verdim, bir
şeyin var mı” buyurdu. Ali “Bir zırhım ve bir atım var” deyince, “At sana
lazım, zırhını sat parasını getir” buyurdular. Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet
edilir, “Zırhı dörtyüz seksen dirheme sattım, parayı Rasul-i Ekrem’in kucağına
koydum. İçinden bir kabze aldı, Bilal
nerede buyurdu, Bilal gelince güzel koku almasını emr etti. Hurma
lifinden bir döşek, deriden bir yastık yaptırdı, evi de kumla döşetti”.
Düğün yemeği için Sa’d b. Ubade bir koç kesti, pişirdiler. Resulullah
Ümmü Eymen’e Fatma’yı getirmesini buyurdu. Nikah hutbesini ve akid sigasını
ashabın önünde okudular. Fatma’yı Ali’nin evine gösterişsiz bir düğün alayı
fakat ilâhi bir sevinçle gönderdiler. Kendileri de onlarla gidip su istediler,
bir avuç su alıp Fatma’nın başına ve göğsüne serptiler, “Allah’ım Fatma’yı ve
soyunu şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum” buyurdular. Aynı şeyi Ali’ye de
yaptılar.
Enes’ten şöyle rivayet edilmiştir, “Ben Hz. Peygamber’in yanındaydım,
kendisine vahy geldi. Kendine gelince bana, “Biliyor musun Cebrail arş
sahibinden hangi emirle geldi?” buyurdu. Ben “Anam babam sana feda olsun ne
emir getirdi? dedim. “Allah Fatma’yı Ali’ye vermemi emrediyor” buyurdular.
Ashaba okudukları nikah hutbesinden sonra Ali geldi, Peygamber gülümseyerek
Ali’ye, “Allah kızım Fatma’yı sana vermemi emrediyor, ben de dört yüz miskal
gümüş karşılığında verdim.” buyurdu. Hz. Ali, “Razı oldum ya Rasulallah”
diyerek şükür secdesine kapandı. Başını kaldırınca Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] “Allah ikinizi de
kutlu etsin, sizden birçok tertemiz kişiler üretsin” buyurdu.
Ali ile Fatma’nın evlilik tarihleri hakkında birçok rivayet vardır. Genel
kabul hicretin birinci yılının, yirmi Muharrem’inde evlendikleridir. Bu
evlilikten Hasan, Hüseyin ve
doğmadan düşen Muhsin adlı üç erkek; Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adlı iki kız
çocukları olmuştur.
Hz. Fatma annesi ölünce kalan tüm mirası İslam yolunda harcaması için
babasına vermiş, evlendikten sonra da geçim sıkıntısına tahammül etmişlerdir.
Bu zor hayat şartlarında Hz. Ali ev işlerinde hanımına yardım eder, ev işlerini
paylaşırdı. İmam Câfer Sadık, Hz. Ali’nin eve odun ve su getirdiğini, evi
süpürdüğünü, Hz. Fatma’nın da un öğütüp hamur yaparak ekmek pişirdiğini
bildirir. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in de geçim sıkıntısı
çeken ve hizmetçisi bulunmayan kızına yardımcı olduğu rivayetlerle sabittir.
Ali savaştan döndüğünde Fatma onun kanlı elbiselerini yıkar, savaşa dair
haberler sorardı. Ali şöyle buyurmuştur: “Eve gelince Fatma’yı görürüm, bütün
derdim geçer, gider.”
Cenâb-ı Peygamber, “Ali olmasaydı Fatma’a layık bir eş bulunamazdı.”
. . 46
buyurmuştur.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Fatma’nın cennet
kadınlarının, inanan kadınların, Muhammed ümmetinden olan kadınların en üstünü
ve ulusu olduğunu bildirmişlerdir. Bu konuyla ilgili hadisler, bütün hadis,
rical, tefsir ve tarih kitaplarında senedleriyle mevcuttur.
Kimi insanlar Hz. Ali’nin değerini düşürmek için Ali ile Fatma’nın
evliliklerinin mutlu olmadığını, sık sık kavga ettiklerini uydurma rivayetlerle
ispatlamaya çalışmışlardır. Dayanak noktaları da Resul’un Ali’ye Ebû Turâb
lakabını Fatma ile aralarında geçen bir kavga sonucunda sitem mahiyetinde
verdiği iddası olmuştur. Ancak Gölpınarlı bu olayın Useyre Gazvesi dönüşü
yorgun düşüp mescide uzanan Ali’yle Ammar’ı görünce ona iltifat için
söylediğini kaydeder. Peygamber’in ve on iki İmamı’ın gaybı bildiğine inanan
Şiiler gene bu sırada Peygamber’in Ali’ye “Sana insanların en kötüsü ve azgını
olan iki kişiyi haber vereyim mi? Birisi Salih Peygamber’in devesini öldüren,
öbürü de seni burandan vurup buranı boyayan”
48
buyurarak Ali’nin başlarını ve sakallarını işaret etmişlerdir.
Bu olay ister Fatma’nın, Ali’nin evleneceğini sanıp üzülmesi üzerine
gerçekleşsin, ister Usayre Gazvesi dönüşü gerçekleşsin, evliliklerinin mutsuz
olduğu anlamına gelmez. Yüce Peygamber kızını sevmediği, istemediği birine
verir mi? Ya da kızını ezdirir mi? Fatma mutsuz olsa boşanırdı, herkesin
çeşitli sebeplerle iki üç eş değiştirdiği o dönemde Fatma’ya başka bir eş mi
bulunmazdı? Karı koca kavgası her evde olur ve maalesef ana babalara dert
yanılır. Bu olayın abartılıp Ali’nin Fatma’nın üstüne evlenmeye çalışan ve
Rasul’ü üzen kötü damat şekline dönüştürülmesi yanlıştır. Aynı zamanda
Şiiler’in masal âlemini anımsatan abartılı mutluluk tabloları da doğru
değildir.
Kaynaklarda geçen başka bir anlaşmazlık konusu da Ebu Zerr’in
Habeşistan’da kendisine hediye edilen bir cariyeyi Ali’ye bağışlaması, Ali’nin
de kızı eve göndermesi üzerine Fatma’nın gücenip babasının evine gitmesi, Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Fatma’nın gönlünü alıp eve
yollaması, Ali’nin de o cariyeyi âzad etmesi şeklindedir.
Oysa Gölpınarlı’ya göre bu rivayetin aslı yoktur. Çünkü Ebû Zerr
Habeşistan’a hicret etmemiştir. Gölpınarlı bu açıklamasını Biharü’l-Envar’dan
aldığı bir bilgiye dayandırıyor.
Hz. Ali’nin, Ebu Cehil’in kızını almak istemesi üzerine Fatma’nın küsüp
babasının evine gitmesi, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in,
“Fatma bendendir, benim parçamdır. Onu inciten beni incitmiştir.” buyurması,
Ali’nin böyle bir niyeti olmadığını söylemesi şeklindeki rivayette
Gölpınarlı’ya göre uydurmadır. Zaten şeriatın izin verdiği bir şeye Fatma karşı
çıkamaz. Oysa birçok kaynakta belirtildiği gibi Hz. Peygamber kızlarını
evlendirirken damatlarından onların üstlerine evlenmeyeceklerine dair söz
almıştır.
Uhud Savaşı savunma yapmak yerine düşmanın üstüne gitmek isteyen
Müslümanlar yüzünden yenilgiyle sonuçlanmıştır. Peygamber’in sözünü dinlemeyen
Müslüman askerler daha sonra onun öldüğünü zannedip dağılmış, Halid b. Velid ve
askerleri tarafından bozguna uğratılmışlardır.
Peygamber, Gölpınarlı’nın eserlerine göre Zülfekâr’ı bu savaşta Ali’ye
vermiştir. Bu savaşta Hz. Ali düşman sancağını elinde bulunduran tüm
müşrikleri, sancağı bir kadın devralana dek öldürmüştür. Dağılan askerler
yüzünden yalnız kalan Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] yaralanmış, zırh sağ yanağına batmış ve yan
dişleri kırılmıştı. Bunu gören bir gurup müşrik Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’e saldırdı. Ali, saldırganların başı olan Amr’ı öldürdü,
dağıldılar. Daha sonra saldıran başka bir müşrik gurubu da Ali tarafından
dağıtıldı. Hz. Ali, Ebû Ubeyde ve Malik; Peygamberimizin yaralarını tedavi
ettiler. Ali o gün tam doksan yara aldı. Hz. Hasan’ın doğumu da Uhud Savaşı’ndan
sonraya rastlar.
Uhud’dan sonra yapılan Benî - Nadir seferi ve Uhud’da müşriklere verilen
söz tutularak gidilen Bedir’de sancak hep Hz. Ali’nin elindeydi.
Bu savaşları ana başlıklar halinde vermemiz konuyla ilgisiz gibi görünse
de bunlar sadece İslam’ın değil, İslam’la bütünleşmiş olan Ali’nin de tarihini
içeriyor. Bu savaşlarda Hz. Ali’nin oynadığı aktif rol, gösterdiği
kahramanlıklar, O’nu sevsin ya da sevmesin herkesin hayranlık duymasını
gerektirecek kadar destansıdır.
Hendek kelime anlamı olarak çukur demektir. Ordunun etrafına çukurlar
kazarak düşmanların saldırma potansiyelini en aza indirmeyi ve düşmanı
şaşırtarak tek yoldan savaşmaya mecbur etmeyi amaç edinir. Bu taktiği Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e öneren kişi Selman-i Fârisi’dir.
Selman İranlıdır ve daha önce Müslüman olmuş İranlı bir cariyenin kendisini
Peygamber’e getirmesiyle İslam’la şereflenmişim Ayrıca Selman bu savaşta Hz. Peygamber
tarafından, “Selman ehl-i beyttendir” iltifatına layık görülmüş bir kişidir.
Kendisi aynı zamanda Şiiler’in, “Dört Direk” olarak adlandırdığı Ebû Zerr
el-Gıffari, Ammar b. Yasir, Ebu Eyyub el-Ensari’den oluşan gurubun
dördüncüsüdür. Bu dört kişinin ortak noktası Allah’a, Peygamber’ine ve ehl-i
beytine duydukları sonsuz sevgidir. İslam’ın sosyal adalet ilkesini hep ön
planda tutan bu sahabiler, hilafet konusunda önceliği Ali’de görmüş ve son
nefeslerine kadar ehl-i beyti yalnız bırakmamışlardır.
Bu savaşta müşriklerin en iyi askeri olan Amr, dövüşmek için kendisine
bir rakip istemiş, Müslümanlardan hiç kimse karşısına çıkmaya cesaret
edememişti. Bu çağrıya tek yanıt Ali’den geldi. Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] , Ali’yi Amr’la dövüşmeye yollamak istememiş ancak başka
hiçbir Müslümanın gönüllü olmaması yüzünden ona izin vermişti.
Kimi rivayetlere göre Peygamber Ali’yi kendi sarığıyla sardı, Zülfekar’ı
verdi ve şöyle buyurdu. Allah’ım, O’nu önünden, ardından, sağından, solundan,
üstünden, altından sen koru. Yâ Rabbî, Bedir günü benden Ubeyde’yi, Uhud günü
Hamza’yı aldın, bugün Ali’yi sen koru, Rabbim beni tek bırakma, Sensin
mirasçıların hayırlısı.
İlginç olan bir nokta şudur ki: Bu savaşta yüzüne tüküren Amr’ı, Ali
hemen öldürmemiş, sinirinin geçmesi için oyalanmıştır. Bunun sebebini soranlara
“Amr’ı kendi nefsim için değil, Allah için öldürdüm” demiştir.
Bu karşılaşmanın sonucunda Ali, Amr’ı öldürmüş ve Peygamber bu dövüş
için, “Ali’nin Hendek günü bir kılıç vuruşu, kıyamete dek insanların ve
cinlerin ibadetinden üstündür” buyurmuştur.
Ayrıca, Amr’ın güzel zırhını neden almadığını soranlara bir insanı
soymanın ne kadar kötü bir davranış olduğunu anlatması Şiilerce, Hz. Ali’nin
gaybı bildiği ve Kerbela’da Hz. Hüseyin’in uğrayacağı zulümlere işaret ettiği
yönünde anlaşılmıştır.
Bu savaşta esir düşüp Medine’ye getirilen dokuzyüz erkeğin, Hz. Ali
tarafından öldürüldüğü gene kaynaklarda yer alır.
Şüphesiz Hudeybiye Barışı’nın İslam tarihinde çok önemli bir yeri vardır.
Bu Müslümanların siyasi ve askeri bir güç olarak görülmeye başlanmasının bir
sonucudur. Müşrikler Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i Peygamber
olarak tanımıyorlarsa da Müslümanların lideri olarak kabul etmeye mecbur
olmuşlardır.
Ancak Gölpınarlı’ya göre bu barışı önemli kılan diğer bir sebep Hz.
Ali’nin hilafeti esnasında başına gelecek kimi olayları açıklamasıdır.
Barış kağıdını Hz. Ali yazıyordu. Hz. Ali, antlaşmaya besmeleyle başlamak
istedi ancak müşriklerden Suheyl b. Amr buna itiraz etti ve Allah’ım senin
adınla anlamına gelen “Bi ismike’lallahümme” yazdırttı. Antlaşmanın sonuna
tarafların isimleri yazılırken Ali, “Rasulallah Muhammed” yazmış gene Amr, “Biz
senin Allah Elçisi olduğuna inansak buna lüzum kalır mıydı” diyerek bu unvanı
sildirmek istemişti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Ali’den, Allah Elçisi kısmını silmesini
istedi, ancak Ali böyle bir şey yapamıyacağını söyledi. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] yazıyı
kendisi sildi ve “Bu zorla senin de başına gelecek” buyurdu.
Gölpınarlı bu rivayetle, Hakemeyn Olayı esnasında Hz. Ali’nin başına
gelenlerin açıklandığını idda ediyor.
Aynı rivayet Neseî’nin Hasâis’inde şu şekilde yer almıştır: Hudeybiye
Barışı kaleme alınırken kâğıttan “Allah Elçisi” sıfatının sildirilmesi üzerine
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
şöyle buyurmuştur: “Bu senin de başına gelecek, sen de ileride zora
düşeceksin bu zorda kalacaksın”
Ancak İbn Hişâm’ın es-Sîre adlı eserinde barış kâğıdını Ali’nin yazdığı,
şahit olarak adının yazıldığı, Rasulallah ibaresinin sildirildiği anlatılmakla
birlikte Peygamber’in Ali’ye “bu iş senin de başına gelecek” tarzı bir söz
söylediğinden bahs etmez.
Hayber Kalesi, içinde Kureyş taraftarı Yahudiler’in yaşadığı, Medine’nin
Şam tarafına yakın bir yerleşimdi.
Hicretin yedinci yılında Müslümanlar kaleyi kuşattı. Çok sağlam olan ve
iyi savunulan Kale bir türlü feth edilemiyordu. Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] , sancağı ilk gün Hz. Ebu Bekir’e, ikinci gün Ömer’e verdi.
Ancak başarıya ulaşılamadı.
Peygamber, “Yarın” dedi, “Sancağı öyle bir kişiye vereceğim ki Allah ve
Peygamber’ini sever, Allah ve Peygamberi de onu sever, döne döne saldırır,
hücum eder de kaçamaz, Tanrı kaleyi onun elleriyle açmadıkça geri
dönmez.”Sahabenin çoğu, bu övülen kişi olmayı umarak sabahı etti. Hz. Ali
hastaydı, kuru göz ağrısı vardı. Sabah olunca Nebî, Ali’yi çağırttı, başını
dizine koydu, ağzının yarıyla gözlerini sıvazladı, “Allah’ım” buyurdu “O’nu
sıcaktan da koru, soğuktan da”. Sonra sancağı verdi. Önce insanları imana davet
etmesini, gerekirse savaşmasını tenbih etti. Hz. Ali, o gün dillere destan bir kahramanlık
gösterdi. Düşmanın en yiğit askeri olan Merhab’ı ve kardeşini öldürdü.
Ali kaleye yaklaştığı sırada bir Yahudi Ali’nin kalkanına vurdu. Kalkan
elinden yere düştü. Bunun üzerine kalenin hendeğine atlayıp, kapıya sarıldı.
Yerinden çıkarıp kalkan gibi kullandı. Kale teslim olunca fırlatıp attı.
Peygamber’in kölesi Ebî Rafî der ki “Biz yedi kişiyle beraber o kapıyı
kaldırmaya çalıştık, fakat yerinden bile kıpırdatamadık”. Hayberin fethinde Müslümanlar daha önce elde
etmedikleri kadar ganimet elde etmiştir.
Has’am boyundan Haris adlı bir kişi ve yanındakiler Peygamber’i ve Ali’yi
öldürmek, Medine’yi ele geçirmek üzere yola çıktı. Peygamber, bunlarla
savaşması için Ali’nin önderliğinde bir grup gönderdi. Saldırganlar yenildi.
Tutsaklar ve malları Medine’ye götürüldü. Tutsakların birbirine bağlanıp kafile
halinde Medine’ye götürülmesinden dolayı zincire bağlananlar ismini alan bu
savaş, Kur’an-ı Mecid’in Adiyat Sûresin’de soluya soluya koşanlar olarak
anlatılır.
Mekke’nin fethine geçmeden önce İslam tarihinde önemli bir problem haline
dönüşen Fedek hurmalığının, Hayber’in fethi sırasında Peygamber’in payına
düştüğünü, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in de bu hurmalığı İsra
Sûresi’nin 26. ayeti sebebiyle kızı Fatma’ya hediye ettiğini belirtelim. Ancak bu miras “Peygamberler miras bırakmaz” hadisi
sebebiyle Hz. Ebû Bekir’in hilafeti esnasında Fatma’dan alınmış, yüzyıllarca
dönemin halifesinin siyasi görüşüne ve ehl-i beyte olan tavrına göre el
değiştirmiştir.
Hicretin sekizinci yılında Müslümanların emânında olan Huzâa boyuna,
içlerinde Kureyş’ten kimselerin de olduğu bir grup saldırdı. Bu boydan yirmi üç
kişi öldürüldü. Kureyş’ten ölenlerin diyetini vermesi yahut katilleri teslim
etmesi istendi. Ancak onlar bu iki isteği de kabul etmediler. Bunun üzeirne Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
Mekke’yi fethetmeye karar verdi ancak fetih hazırlıklarının Kureyşliler
tarafından bilinmemesini istiyordu.
Hatib b. Ebû Beltaa, o sırada Medine’ye gelmiş olan, fakat henüz
Müslümanlığı kabul etmemiş bir kadına parayla birlikte bir mektup verdi ve
bilinmeyen bir yoldan Mekke’ye giderek, oradakileri fethe karşı uyarmasını
istedi.
Allah, Cebrail aracılığıyla bunu Peygamber’ine bildirdi. Peygamber Ali’yi
çağırdı ve “Sahâbemden biri hazırlığımızı Mekkeliler’e bildirmek için bir
mektup yazdı, O kara kadınla gönderdi, az bilinen bir yoldan Mekke’ye gitmekte.
Kılıcını al, ona ulaş, mektubu bana getir.” buyurdu. Sonra Zübeyr b. Avvam’ı
çağırdı, onu da gönderdi.
İkisi de kadına ulaştı. Önce Zübeyr sordu, kadın inkar etti, yanında bir
şey olmadığına dair yemin edip ağlamaya başladı. Zübeyr “Yâ Ebe’l-Hasan, bu
kadında bir şey yok, dönelim” dedi. Ali ise “Rasulullah bana, bunda bir mektup
olduğunu söyledi ve getirmemi emretti, sen ise bunda bir şey yok diyorsun”
deyip kılıcını çekti. Kadına, “Mektubu çıkarmazsan üstünü arayacağım, sonra da
boynunu vuracağım” dedi. Bunun üzerine kadın. Saçlarını çözdü ve örgülerinin
arasında 58 bulunan
mektubu çıkardı. Ali kadını bıraktı, Mektubu Hz. Peygambere teslim etti.
Bu rivayeti Ali’nin Peygamber’e olan bağlılığını ve güvenini göstermesi
açısından önemli buluyoruz.
Müslümanların on iki bin kişilik bir orduyla yola çıkacağını öğrenen
Mekkeliler paniğe kapıldılar. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’le
anlaşması ve barışı tazelemesi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Ebû
Süfyan, Peygamber’in yanına gelince Ömer koşup boynunu vurmak istedi. Ancak
Abbas, O’nun kendi emânında olduğunu söyleyerek buna engel oldu. Ebû Süfyan,
Peygamber’den istediği mühleti alamadı. Huzurundan çıkıp önce Ebû Bekir’e, sonra
Ömer’e baş vurdu. Onlardan Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e gidip
Mekke’yi almaması için yardımcı olmalarını istedi. Sonra kızı ve Hz. Peygamber’in eşi olan Ümmü
Habibe’nin evine gitti. Yere serili döşeğe oturacağı sırada Ümmü Habibe döşeği
kıvırdı. Ebû Süfyan, “Bir döşeği bana çok mu gördün, kızım ?” dedi. Ümmü
Habibe, “Bu, dedi “Rasulullah’ın döşeği, sen müşriksin, pissin oturamazsın ona”
Babası “Sen benden sonra şerre uğramışsın” dedi ancak kızından, “Hayır, bilakis
Allah beni Müslümanlığa hidayet etti” cevabını aldı.
Ebû Süfyan şaşkın bir halde kızının yanından çıktı. Fatma’nın evine
gitti. “Sen Arabın Seyidinin kızısın, Kureyş için babandan eman iste” dedi. Hz.
Fatma kendisinin de, oğullarının da böyle bir şey yapamayacağını bildirdi. Ebû
Süfyan, son çare olarak Ali’ye gitti. Yâ Ebe’l-Hasen dedi, “İşler çok
çetinleşti, bana öğüt ver”, Ali, “Sen Arab’ın önde gelen büyüklerindensin,
mescidin kapısında dur, ben Kureyş’i emanıma aldım de, sonra dön Mekke’ye git”
buyurdu. Ebû Süfyan’ın bunun bir işe yarayıp yaramıyacağını sorması üzerine,
Ali aklına başka bir çare gelmediğini söyledi. Ebû Süfyan, Ali’nin dediğini
yaptı. Hz. Peygamber, Ebû Süfyan’ın dönmeden önce, bir gece Abbas’ın yanında
kalmasına izin vermişti. Ertesi gün Ebû Süfyan, Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’in yanına girince, Peygamber, “Allah’ın birliğine inandın
mı?” buyurdu. Ebû Süfyan, “Eğer O’ndan başka bir Tanrı olsaydı Bedir’de,
Uhud’da bize yardım ederdi” dedi. Hz. Peygamber, “Benim, Allah’ın elçisi
olduğuma inandın mı?” buyurunca Ebû Süfyan, “Anam babam sana feda olsun; bunda
biraz şüphelerim var” dedi. Abbas, “Şehadet getir boynun vurulmadan diye
bağırdı. Ebû Süfyan, şehadet getirdi. Hz. Peygamber Abbas’a, Mekke’ye dönmeden
önce Ebû Süfyan’a İslam ordusunu göstermesini söyledi. Abbas söyleneni yaptı.
Boyları geçtikçe Ebû Süfyan bunların kimler olduğunu soruyor, hayretli gözlerle
zırhlar içindeki muhacir ve ensara bakıyordu. Abbas’a dönüp, “Ey Ebe’l-Fazl,
kardeşinin oğlunun saltanatı gerçekten pek büyümüş, pek yücelmiş” deyince
Abbas, “Sen ne diyorsun, bu saltanat değil, nübüvvettir” dedi. Ebû Süfyan’sa
“Evet, gerçekten öyle” dedi.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ebû Süfyan’ın ve o sırada
Müslüman olan Hakim’in evine sığınanın, kapısını kapayanın ve savaşmayanın emin
olacağını buyurdu.
Ebû Süfyan Hakim’le beraber İslam ordusundan önce Mekke’ye geldi.
Müşrikler O’na ne yaptığını sorduğunda Ali’nin tavsiyesini anlattı. Mekkeliler,
Ali’nin onunla alay ettiğini söylediler.
Hz. Peygamber sancağı Sa’d b. Ubade’ye vermişti. Ubade, “bugün savaş
günü, bugün Mekkeliler esir olacak” mealinde bir şiir okuyordu. Abbas bunu
Peygamber’e haber verince O, “Bugün öldürme değil, merhamet günüdür” buyurup
sancağı Ubade’den aldı ve Ali’ye verdi.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Ka’be’ye yöneldi. Ordu Mekke’ye giriyordu.
Sadece bir yerde küçük bir çarpışma yaşandı. Sokaklar bomboştu, herkes evine
kapanmıştı. Harem’de Mekke’nin ileri gelenleri korku içinde bekleşiyordu.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] üç kere tekbir getirip, “Allah birdir, O’ndan
başka tanrı yoktur, o kuluna yardım etti, askerini yüceltti, bölükleri üst
etti” buyurdu. Ka’be’nin anahtarını istedi, verdiler. Çevresindeki putları
attırdı, kırdırdı. İçeriye Ali’yle girdi, alçaktaki putları kırdılar.
Yüksekteki putları kırması için Ali’ye, “Ya Ali, sırtıma çık, şunları indir,
kır” buyurdu. Ali, “Rasulallah ben senin sırtına çıkamam” deyince Peygamber
Ali’nin sırtına çıktı. Ali, nübüvvet yükünün altında yere çökmeye başladı.
Peygamber gülümseyerek “çık” buyurdu. Ali, Peygamber’in sırtına çıkarak tüm
putları kırdı.
Hz. Ali daha sonra o günü anlatırken, “Hz. Peygamber’in sırtına binince
gökyüzünün en yücesine eriştim sandım” demiştir. O gün Peygamber tüm Mekkelileri azad etti.
Bunların bir kısmı Müslüman oldular. Bu kişilere “Tulekaa” azad edilmişler,
denildi.
Yalnız birkaç kişi hakkında ki; bunlardan bazıları dinden dönüp Uhud’da
müşrikleri kışkırtan Sa’d b. Ebi Serh ve savaşta şiir okuyup müşrikleri
çoşturan iki kadındır. Peygamber “Bu kimseleri nerede bulursanız öldürün”
buyurmuştur. Bunlardan Nukayd oğlu Huvayrisi ve Sâre’yi Ali öldürmüştür. Bir
kısmı saklanmış, sonra Müslüman olup af dilemişlerdir.
3.10.
Halid b. Velid’in Yaptıkları ve Ali’nin Tavrı
Mekke’nin fethinden sonra Huzeyme boyuna Abddurahman b. Avf’la Halid b.
Velid gönderildiler. Bu boyun hemen tamamı Müslüman olmuştu. Hz. Peygamber, bu
iki elçiyi onlarla savaşmaları için değil, İslam’a davet için göndermişti. Bu
boyun mensupları müslüman olmadan önce Halid’in amcasıyla, Abdurrahman’ın
babasını öldürmüştü. Bu insanların müslüman olduklarını söylemelerine rağmen
Halid önce silahlarını aldı, sonra da amcasının öcünü almak için hemen hepsini
öldürttü. Abdurrahman, bunun cahiliye adeti olduğunu söyledi, Halid’e engel
olmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Peygamber bu rezaleti duyunca mübarek
ellerini açıp, “Allah’ım ben Halid’in yaptıklarından beriyim” buyurdu ve o
boydan alınan malları fazlasıyla Ali’ye verip diyet ödemesi için gönderdi. Ali
gidip öldürülenlerin fidyelerini verdi. “Başka hakkınız kaldı mı?” diye sordu.
Razı olduklarını söylediler. Artan bütün malları onlara veren Ali, “Bunlarda
bilmediğimiz şeylere karşılık” buyurdu. Cenab-ı Ekrem, Ali’nin bu hareketini
çok beğendi.
Bu olayda Müslüman olduğunu idda eden pek çok kişinin Allah’ın emirlerini
içine sindirememiş olduğunu ve cahiliye adetlerini devam ettirdiğini bize bir
kez daha göstermiştir.
Mekke’nin fethinden sonra gerçekleşen Huneyn savaşında Peygamber’in bir
rivayete göre on bin, bir rivayete göre on iki bin askeri vardı. Savaşacakları
yere vardıklarında, müşriklerin önceden gelmiş ve pusu kurmuş olduklarını
gördüler. Müşrikler birden saldırıp Müslümanları dağıttılar. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yanında on kişi kalmıştı. Bunların dokuzu
Haşimoğulları’ndandı, onuncusu ise ümmü Eymen’in oğlu Eymen’di. Eymen şehit
düştü. Dokuzu savaşmaya devam etti. Bunlar: Abbas, Fazl b. Abbas, Peygamber’in
diğer amcaoğlu Ebû Süfyan, Ali ve birkaç kişiydi. Ali devenin önünde
savaşıyordu. Diğerleri çevresindeydi. Sesi gür olduğu için Peygamber Abbas’tan
sahabeye seslenmesini istedi. Abbas, “Ey Akabe’de bey’at edenler, ey Râzılık
ağacının altında bey’at edenler” diye bağırmaya başladı. Gecenin karanlığında
bu sesi duyan Müslümanlar “lebbeyk, lebbeyk” diye cevap verdiler. Abbas,
Allah’la ettiğiniz ahd ne oldu diye bağırıyordu. Müslümanlar, Peygamber’in
yanında toplanmaya başladılar.
Havazin boyunun önde gelen savaşçılarından Cervel adlı birisi, uzun bir
mızrağa asılı siyah bayrakla, devesinin üstünde Müslümanlara saldırdı. Önüne
geleni öldürüyordu. Ali karşısına geçti ve onu öldürdü. Bunu gören müşrikler
dağılmaya başladılar. Bu sırada Evs ve Hazrec boylarının liderleri mensuplarına
sesleniyordu. Savaş şiddetlendi. Hz. Peygamber, devesinin özengilerine basıp
ayağa kalktı. “Tandır şimdi kızdı” buyurdu. Daha sonra, “Ben yalancı değilim,
ben Peygamber’im, ben Abdulmuttalib’in oğluyum” mealindeki şiiri okuyup
düşmanın üzerine bir avuç toprak attı. Ali bu savaşta müşriklerden kırk kişiyi
öldürdü.
Daha sonra Hz. Peygamber, Taif’teki putları ve puthaneyi yıkmaları için
Ali’yle birlikte bir grup yolladı. Bunlar puthaneyi ve en meşhur put olan Felis
dahil tüm putları yıktılar.
Bu, Peygamber’in katıldığı son gazvedir. Ayrıca Hz. Ali’nin Peygamber’in
sağlığında katılmadığı tek savaştır. Peygamber’in Ali’yi Medine’de bırakması
münafıklar için bir dedikodu kaynağı oldu. Ali’nin gözden düştüğünü, onun için
kadınların ve çocukların yanında bırakıldığını konuşuyorlardı. Ali, bu sözlere
çok üzüldü. Peygamber’in peşinden gitti. Hz. Peygamber’e “Beni Medine’de
kadınlara ve çocuklara mı halife bırakıyorsun? Oysa ben savaşmak istiyorum”
deyince Cenab-ı Peygamber, “Ali Medine ancak benimle ve seninle düzene girer.
Razı değil misin ki, Harun Musa’ya ne menzildeyse sen de bana o menzildesin;
ancak benden sonra Peygamber yok” buyurdu. Hz. Ali, “Razı oldum, razı oldum” buyurdular.
Menzile hadisi diye meşhur olan bu hadisten sonra Ali, razı edilmiş anlamına
gelen “Murtaza” lakabıyla anılmaya başlandı.
Hz. Peygamber daha önce de Haşimoğullarına ilk tebliği yaptığında ve
Medine’de Müslümanları birbirine kardeş ederken Ali’ye bu anlama gelen sözler
söylemiştir.
4.
Hz. Ali’nin Velayetine Dair Bazı Deliller
4.1.
Ali’nin, Ebû Bekir’in Ardından Yollanması
Tevbe Sûresi’nin ilk ayetleri inince Hz. Peygamber, hem bu emirleri
Mekkeliler’e bildirmesi hem de Hacc etmeleri için üç yüz kişiyi Hz. Ebu Bekir
önderliğinde göndermişti. Kâfile yoldayken Ali’yi çağırdı. Onlara yetişmesini,
yeni emirleri Mekkeliler’e kendisinin tebliğ etmesini ve buna memur olduğunu
Ebû Bekir’e söylemesini buyurdu. Ali’yi kendi develerine bindirip yolladı. Ali,
Zi’l- Huleyfe denen yerde kafileye ulaştı. Emirleri tebliğ etti. Gölpınarlı’nın
anlattığı rivayete göre, Hz. Ebû Bekir Medine’ye geri döndü. Peygamber’e
kendisi hakkında bir şey inip inmediğini sordu. Peygamber, “Hayır” buyurdu,
“Bunun bizzat benim tarafımdan, yahut benden, ehl-i beytimden biri tarafından
tebliğ edilmesi emredildi.”
Diğer bir rivayetse Ebû Bekir’in aynı soruyu Ali’ye sorduğunu, Ali’nin
böyle bir şey olmadığını ancak Hz. Peygamberin tebliği bizzat kendinin ya da
kendisinden birinin yapması gerektiğini buyurduğunu söylemesi şeklindedir.
İnen bu ayetler müşriklerin Müslümanlarla olan anlaşmaları ve Kâ’be ile
bundan sonra olacak ilişkilerini kapsamaktaydı.
Hz. Ali’nin tebliği yapmak için Ebû Bekir’in arkasından gönderilmesinden
birçok anlam çıkartılabilir. Sebebin Arap geleneklerinde kabileler arası
anlaşmalarda kabile reisi veya onun yakınlarının söz sahibi sayılması
olabileceği ve bu ayetlerin müslüman-müşrik ilişkilerine dayandığı yada Hz.
Peygamber’in yerine halef olarak Ali’yi bırakmak istediği veya tebliğ işine Ebû
Bekir’den daha layık olduğuna inandığı düşünülebilir. Ancak Hz. Peygamber’in ne
düşünerek böyle davrandığını anlayabilmemiz mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah, kitab ehlinin cizye vermek şartıyla dinlerinde
kalabileceğini bildirdi. Kitab ehlinin hemen hepsi buna razı oldu. Sadece
Necran şehri mensupları buna karşı çıktı. Üç yüz yahut daha kalabalık bir heyet
Medine’ye gelerek Peygamber’e Hz. İsa hakkında sorular sordu. Aralarında Ebû
Hârise adlı bilgili bir keşiş de bulunuyordu. Bu kişi diğer Peygamberler’in
babalarının kim olduğunu sorup cevap aldıktan sonra İsa’nın babasının kim
olduğunu sordu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , İsa’nın babasız
bulunduğunu, fakat onun da Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğunu söyledi.
Bunu üzerine Al-i İmran Sûresini, 59-61. ayetleri indi. “Allah katında
İsa, Adem’in örneğidir, onu topraktan yarattı da sonra “ol” dedi, oluverdi.
Gerçek Rabbindendir, şüphe edenlerden olma artık. Sana iyice bildirildikten
sonra gene bu hususta seninle tartışan olursa de ki; Gelin oğullarımızı ve
oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, biz bizzat gelelim, siz
de gelin. Ondan sonra da dua edelim ve Allah’ın lanetini yalancılara havale
edelim”.
Bu ayetten sonra Hz. Peygamber Necranlı Hıristiyanları mübaheleye, yani
karşılıklı Allah’ın lanetini yalancıya havale etmeye çağırdı. Necranlılar
mühlet istediler ve bu işi ertesi güne bırakmayı teklif ettiler. Ebû Hârise
onlara, Muhammed yarın ehl-i beytiyle gelirse sakın onunla mübaheleye
girişmeyin, ashabıyla gelirse mübaheleye girişin dedi.
H. 9. yılın Zilhicce ayının yirminci günü olan o gün Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] Hasan ve
Hüseyin önünde, Fatma arkasında ve Ali ile el ele geldi. Necranlılar da
aralarında kadın ve çocukların olduğu yetmiş kişiydiler. Ebû Hârise tercümana
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yanındakilerin kimler olduğnuu
sordu. Ehl-i beyti olduğunu anlayınca, “Nasıl da kendinden emin olduğunu
görmüyor musunuz, bir şüphesi, bir tereddüdü olsa bunlarla gelmez, mübaheleye
cesaret etmezdi. Kayser’den korkmasaydık iman ederdik, mübaheleye
kalkışmayalım, yoksa yeryüzünde su içer tek bir hristiyan kalmaz” dedi.
Necranlılar mübaheleye girişmeyeceklerini söylediler. Kaynaklarda
ayrıntılı bir biçimde anlatılan cizyeyi vermeye razı oldular. Hz. Ali,
Sulh-nâmeyi yazdı, imzalayıp geri döndüler.
Bu isimle meşhur olan Şura Sûresi 23. ayeti kerimesinde Allah (c.c.)
şöyle buyuruyor: “Allah’a inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını
müjdelemesidir; de ki sizden ecir istemiyorum (dünyalık bir şey dilemiyorum).
İstediğim ancak yakınlara sevgidir, kim güzel ve iyi iş yaparsa, onun güzel ve
iyi mükafatını arttırırız. Şüphesiz Allah gerçekten suçları örtendir. İyiliğe
mükafatla karşılık verendir.”
Gölpınarlı, burada geçen yakınlardan kastın Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin
olduğunu söylemektedir. Ayetin inişini de hicretten sonra çok maddi
sıkıntı çeken Hz. Peygamber’e Ensar’ın tüm malını mültünü vermek istemesi
sebebiyle olduğu şeklinde açıklamaktadır. Bir hadise göre, Hz. Peygamber’e
sevilmesi gereken yakınlarının kimler olduğu sorulunca da “Ali, Fatma, Hasan ve
Hüseyin” buyurmuştur. Ayrıca Nur Sûresi 63. ayetteki “Artık O’nnun emrine
aykırı hareket edenler”den kastın ehl-i beyti sevmeyerek Allah’ın emirlerine
karşı gelenler olduğunu savunmuştur. Gölpınarlı İmam Razi’nin bu konuda ki şu
görüşlerini de savunmuştur; buna göre Âl-i İmran 31’deki “Deki Allah’ı
seviyorsanız artık bana uyun da Allah’da sizi sevsin” ve Ahzab 21’deki “Allah
ve Rasulünde sizin için uyulacak en güzel örnekler var” ayetleriyle hep ehl-i
beyt sevgisi anlatılmıştır. İmam Razi, Salavat ve dûanın ehl-i beyt için büyük
bir şeref olduğunu ve başka kimsenin bu şerefe nail olamadığını anlatır. Bu
görüşler Suyuti’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’unda, Zehâirü’l-Ukbâ’da ve
Mecmau’z-Zevaid’de de anlatılmıştır. Hâkim’in tefsirinde yer alan şu rivayet
ilginçtir. Bahili’den nakledilen rivayete göre Hz. Peygamber, “Yüce Allah Peygamberleri
ayrı ayrı ağaçlardan halk etti. Ben ve Ali bir ağaçtan yaratıldık. O ağacın
aslı benim fer’i Ali’dir, Fatma verimidir, Hasan ve Hüseyin meyveleri, Şiamız
yapraklarıdır. Kim o ağacın dallarından bir dala yapışırsa kurtulur. Kim ondan
uzaklaşırsa yok olup gider. Kul, Allah’a bin yıl ibadet etse, sonra bin yıl
daha ibadette bulunsa da yerlere döşense, fakat bizi sevmese, gene Allah onu
yüz üstü cehenneme attırır, buyurduklarını ve meveddet ayetini okuduklarını
tahric etmiştir.
Gene müstedrikü’s-Sahihayn’de Hz. Ali’nin şehadetinden sonra Kufe’de
hutbe okuyan İmam Hasan’ın kendilerinin evine Cebrail indiği, günahlardan
temizlendiklerini, sevgilerinin her müslümana farz kılındığını, meveddet
ayetinin onlar hakkında indiğini salatın onlara getirildiğini anlatması kayda
değerdir.
Gölpınarlı; bu ayetten yakın akrabayı sevmek, korumak manasını çıkaranlar
olduğunu fakat bu mananın ayetin nuzül sebebine uymadığını söyledikten sonra,
bu ayetin Sebe 47, “De ki: sizden bir ücret bir karşılık istemiyorum, sizin olsun
o, benim ecrim ancak Allah’a aittir. O, her şeye tanıktır.” Sebebiyle
neshedildiğini söyleyenlerin yanıldığını anlatır. Sebe 47, Peygamber’in
kimsenin minnetine ihtiyacı olmadığını bildirir. Meveddet ayeti ise ensarın
müracaatı üzerine inmiş ve tüm Müslümanlara ehl-i beyt sevgisini vacib
kılmıştır. Gene Gölpınarlı, nasihi - mensuhu, muhkemi - müteşabihi en iyi
bilenin ehl-i beyt olduğunu; akıllarıyle bir yana yamanmaya çalışanların hata
ettiğini vurgular.
Ayetin Mekke’de indiğini yani Ali ve Fatma’nın daha evlenmemiş,
çocuklarının da doğmamış olduğunu söyleyenler ise ya boş söz söylemektedir ya
da ehl-i beyt düşmanlarıdır. Yoksa bu ve sonraki üç ayetin Medine’de indiği İbn
Abbas ve Katade’den gelen rivayetler yoluyla Sa’lebi ve Begavi’ye, Vahidi’nin Esbâbü’n-
Nuzül’üne ve Ehl-i Beytten gelen haberlerin ittifakına ve tevatürüne göre
Medine’de inmiştir. Tertib dolayısıyla Mekke’de inen sûrelerde Medenî ayetler
olduğu gibi bunun tam terside mümkündür.
Gölpınarlı’ya göre Meveddet ayetinin ehl-i beyt hakkında inmediğine dair
rivayetler İkrime adlı bir kişiye dayanır. Bu şahıs Tathir Ayetini’de kafasına
göre yorumlamış, Mukaatil b. Süleyman’a uyan aşırı bir haricidir. İmam Hanbel,
İbn Müseyyib gibi alimlerce yalancılıkla suçlanmıştır.
4.4.
Tebük Seferi ve Menzile Hadisi
Müslümanlar İslâmı kabûl etmeyen kitâp ehlinin, yani Mûsevi ve
Hristiyanların (kimi rivayetlere göre Mecusiler’de buna dâhildir) belirli bir
vergi vermek şartıyla İslâm ülkesinde yaşıyabileceklerini söylemişlerdi. Ancak
Bizans İmparatoru Hırakl, Hristiyan Araplar’ın da yardımıyla müslümanlara karşı
bir ordu hazırlıyordu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ve müslümanlar zor durumdaydı. Savaş için
kadınlar ziynet eşyalarını bile verdi. Yirmibeşbin kişilik bir ordu hazırlandı. Ancak
bu hazırlıklar hasat zamanına rastlamıştı. Hava sıcak, gidilecek yer uzak ve
düşman da çok güçlüydü. Bu yüzden münafıklar savaşa katılmamak için türlü
bahaneler ortaya atmış. Tevbe Sûresi’nin birçok ayeti bu münafıklar hakkında
inmiştir.
Hz. Peygamber, Tebük Seferi’ne giderken Hz. Ali’yi Medine’de, yerine
halife olarak bıraktı. Ancak münafıklar, Ali’nin gözden düştüğünü, Hz.
Peygamber’in Ali’yi bu yüzden yanında götürmediğini söylüyorlardı. Bu
söylentileri duyan Hz. Ali çok üzüldü. Medine sınırında Hz. Peygamber’i uğurlarken
bu söylentileri anlattı ve “Ya Resûlullah, beni kadınlara ve çocuklara mı
halife ediyorsun? diye sordu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Ya
Ali, Medine ancak benimle ve seninle düzene girer. Râzı değil misin ki sen
bana, Mûsa’ya Hârûn ne menzildeyse o menzildesin. Ancak benden sonra Peygamber
yok” buyurdu. Hz. Ali “Razı
oldum” dedi ve ondan sonra lâkapları razı edilmiş anlamına gelen “Murtazâ”
oldu.
Gölpınarlı başka bir eserinde hadisin metnini şu şekilde vermiştir,
“Yalan söylemişler, dön benim halifem ol, ehlimin ve ehlinin arasında beni
temsil et. Çünkü Medine ancak benimle ve seninle düzene girer. Sen Ehl-i
Beyt’im içinde ve hicret yurdunda benim halifemsin. Mûsâ’ya Hârûn ne menzildese
sen de bana o menzildesin, râzı değil misin? Ancak benden sonra Peygamber yok”.
Hadis-i Menzile denen bu hadis Şia’nın Hz. Ali’nin vasi ve halife
olduğuna dair delillerinden biridir. Hz. Peygamber tarafından birçok kez
söylenmiş olan bu söz ilk olarak Abdulmuttalib oğullarının İslam’a dâvet
edilişi sırasında karşımıza çıkar. Gölpınarlı bu hadisin değişik zamanlarda
söylenmiş, ufak değişiklikler içeren ama aynı anlama gelen örneklerini
eserlerinde verir. Gene Gölpınarlı’ya göre Tâhâ Suresinin 29-32. ayetleri
inince, - ki bu ayetler Hz. Mûsâ’nın Allah’tan Harun’u kendisine vezir etmesini
istemesini anlatır- Hz. Peygamber de “Allah’ım beni kadeşim Ali ile güçlendir,
O’nu bana vezir et” diye dûa etmiştir. Gene aynı eserinde Gölpınarlı,
Kenzü’l-Ummal’den naklen şu rivayeti verir. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem]
Ali’ye şöyle buyurmuştur; “Râzı değilmisin ki, yâ Ali, sen benim kardeşimsin,
vezirimsin, borcumu ödeyensin, vaadimi yerine getirensin. Ben hayattayken seni
seven sözümü tutmuştur; benden sonra, sen hayattayken seni seven kişinin ömrünü
Allah hidayete ermiş olarak imanla sona erdirir. Senden sonra seni görmeden
seven kişinin ömrünün de hidayet üzere ve imanla bitirir. Onu korku gününde
emin eder. Sana buğzederek ölen kişiyse küfür üzere ölür; İslam’da işlediği
işlerden dolayı da „75 onu
sorguya hesaba çeker.
Gölpınarlı bu konuyla ilgili olarak Enes b. Malik’in, el-İsâbe’de
anlattığı şu rivayeti de bizlere sunuyor:
Hz. Muhammet Nasr Sûresi’nin Ali’nin faziletini anlattığını bildirdikten
sonra, ‘‘o gerçektende kardeşimdir, vezirimdir. Ehl-i Beytimin içinde
halifemdir, benden sonra bana halef olan en hayırlı kişidir.’’buyurmuştur.
Tâhâ Sûresi’nin inme sebebini Ebû’z-Zerr’il Gıffari şu şekilde anlatıyor;
“Ali inanan kişilerin reisidir, muktedâsıdır, kafirleri öldürendir. Ona yardım
edene Allah tarafından yardım edilir; onu horlayan Allah tarafından
horlanmıştır. Bir gün Rasûlullah’la namazdaydık; yoksul bir kimse geldi, bir
şey istedi; kimse bir şey veremedi. Ali, rûkû’da, elindeki yüzüğü işaret etti.
O kişi gelip parmağındaki yüzüğü çıkararak aldı. Hz. Rasûl yüce ve ulu Allah’a
yalvardı, kardeşim Mûsâ senden dilekte bulundu; Rabbim dedi, gönlümü genişlet;
işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz de sözümü anlasınlar ve bana ehlimden
Harun’u vezir et; beni onunla güçlendir, onu işime ortak et, seni noksan
sıfatlardan tenzih edelim ve çok analım, gerçekten sen bizi görmektesin.’’ diye
dûa etti, Sen O’na ‘‘Yâ Mûsâ, dileğini verdim.’’ buyurdun. Allah’ım ben de senin kulunum,
peygamberinim, benim de gönlümü genişlet, işimi kolaylaştır, ehlimden Ali’yi
bana vezir et de onunla güçlendir beni. ’’buyurdu. Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] sözünü tamamlamadan
Cebrail bu ayet-i kerimeyi getirdi diye rivayet 78 etmiştir.
Bu olay Ibn Abbas’tan da bu şekilde rivayet edilmiştir. Ebu Bekir er.
Râzi , Taberi, Ali Kuşçu gibi bir çok alimin eserlerinde yer bulmuştur. 9
Gölpınarlı âyet-i kerimede geçen ‘’Sizin veliniz ancak Allah’tır,
Rasûldür ve iman edenlerdir ki ....’’ diye geçen cemi sigasının anlamı
değiştirmeyeceğini Hz.
Ali’nin bütün müminleri temsil ettiğini bütün müminlerin vilayetine hâiz
bulunduğu belirtmekte. Ali’nin şanı yüceltilmekte demektir. Ayrıca Gölpınrlı,
müfret yerine cemi siggasının kullanılmasının hem Kur’an’da hem Arapça’nın
genelinde yaygın bir davranış olduğunu belirtmektedir.
Bu konuyla ilgili Gölpınarlıdan aldığımız son rivayet şudur; ‘’Ali’nin
eti etimden, kanı kanımdandır. O, nûbûvvetten başka her hususta beni
temsileder, O’nun buyruğu benim buyruğumdur, müminlerin emiri
odur.’’buyurmuşlardır.
Hz. Ali olmadan çıkılan Tebük Seferi’nde savaş olmamış, Hristiyanlar’ın
bir kısmı vergiye bağlanmış ve geri dönülmüştür.
Şimdi bu hadisin söylendiği yer, zaman ve sebep hakkındaki farklı
görüşleri aktarmak istiyorum.
Önceki sayfalarda “Menzile Hadisi”nin kritiğini yapmıştık. Ancak asıl
önemli olan konu Şiiler’in bu hadisin söylenişini Gadir-i Hum olayıyla
birleştirmeleridir. Hz. Peygamber’in burada yaptığı konuşmada Hz. Ali’yi açıkça
halife tayin ettiği, Sakaleyn ve Menzile hadislerini de içeren kapsamlı bir
konuşma yaptığı ve orda bulunan herkesin bu olaya şahit olduğu en temel dayanak
noktalarıdır.
Ancak Sünniler Menzile hadisinin Gadir-i Hum’la alakası olmadığı Tebük
Seferi’nde önce Medine’de söylendiği ve hilafetle ilgisi olmadığı
fikrindedirler.
Kaynakların bir kısmı Hz. Ali’nin Medine’de bırakıldığını söylerken,
diğer bazı kaynaklar Hz. Ali’nin
rasûlullah’ın ailesine bakmak için bırakıldığını, vekil olarak bırakılan
kişinin Muhammed b. Mesleme olduğunu söyler.
Önceki bütün savaşlara katılan Ali’ye bu durum ağır gelmiştir. Hz.
Peygamber’e ettiği sitem üzerine bu iltifata layık görülmüştür.
Burada bazı noktalara değinmek istiyorum, daha önce hiç geride
bırakılmamış olan Ali neden şimdi Hz. Peygamber’in ailesine bakmak için geride
bırakılıyor? Peygamber her savaşa çıktığında ailesini birine mi emanet
ediyordu? Ya da Medine’ye vali olarak mı bırakılmıştı? Medine’de daha önce
olmayan olağanüstü bir durumu mu vardı?
İkinci olarak “Sen bana karşı Harun’un Musa’ya karşı olan mertebesindeki
gibi olmak istemezmisin? Ancak şu var ki benden sonra peygamber yoktur.” sözüyle Hz. Peygamber ne demek istiyordu? Hz.
Harun’un ağabeyi Mûsâ gibi Peygamber olduğunu biliyoruz. Kitap verilmeyen bir
peygamber olan Harun’la Hz. Ali arasında Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] sürekli bir bağ kurmaya
çalışıyor. Sözlerinde, dûalarında, hatta torunlarına verdiği isimlerde. Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
torunlarına daha önce Araplarca kullanılmamasına rağmen Harun’un
çocuklarının isimleri olan Şeber, Şubeyr ve Müsbir’in Arapça’larını yani Hasan,
Hüseyin ve Muhsin koymuştur. Bizce bu durum Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’in gözünde Hz. Ali’nin peygamberlik hariç, Rasûlullah’ın
siyasi ve dini liderlik vasıflarına sahip olduğunun, Hz. Peygamber’in bu işe
Ali’yi layık bulduğunun ifadesidir. Yoksa neden sık sık Hz. Harun’a atıfta
bulunsun ve Hz. Ali’nin Peygamber olmadığını insanlara hatırlatsın?
Kurtubî, Hz. Harun’un Mûsâ’dan önce öldüğü ve Hz. Mûsâ’nın yerine
bıraktığı vekilin Yuşa b. Nun olduğu yönünde. Oysa Mûsâ Harun hayattayken tüm vekillik
işlerini (hem siyasi hem dini) Harun’a bırakmıştır. Eğer Harun ölmemiş olsa
Mûsâ’dan sonra halifesi olacağına şüphe yoktur. O halde Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’yi Harun’la kıyaslarken neden bunu
kastetmiş olmasın? Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Ali’nin kendisinden önce ölüp ölmeyeceğini
bilmiyordu ki. Eğer Hz. Ali, Allah elçisinin sağlığında vefat etmiş olsaydı Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
müslümanları başka bir sahabeye yönlendirirdi.
4.5.
Yemen Seferi ve Hz. Ali Hakkındaki Şikayetler
Hicretin onuncu yılında Halid b. Velid İslâm’a dâvet için Yemen’e
gönderilmişti. Halid orada 6 ay kalmasına rağmen kimse İslâm’ı kabul etmemişti.
Bunun üzerine Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Ali’yi Yemen’e yolladı. O’na şöyle buyurdu:
Allah’a and olsun ki Ali, birisinin senin vasıtanla hidayet bulması güneşin
doğup battığı bütün yeryüzüne sahip olmandan hayırlıdır. Ayrıca Hz. Ali’nin “Ben daha gencim, böyle
büyük ve tecrübeli kişiler karşısında doğru hüküm veremem” deyip çekincesini
belirtmesi üzerine Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Allah’a Ali’nin herzaman doğru hüküm vermesi
konusunda dûa etmiş, Ali de bu dûadan sonra hiçbir sorun karşısında tereddüte
düşmediğini belirtmiştir.
Hz. Ali sabaha yakın Yemen’e vardı, namazını kıldıktan sonra halka Hz.
Peygamber’in mektubunu okudu Hemdan boyunun hepsi birden müslüman oldu. Hz. Ali
bunu Rasûl-i Ekrem’e yazdı. Mektup yerine ulaşınca Hz. Peygamber şükür
secdesine kapandı ve üç defa “Esenlikler Hemdan’a” buyurdu.
Bu sırada Hz. Peygamber bütün ashabıyla haccetmek üzere Medine’den yola
çıktı. Hz. Ali’ye de gelip kendine yetişmesini yazdı.
Ancak Hz. Ali ile kimi askerler arasında tatsızlıklar yaşanıyordu. Durum
Gölpınarlı’nın anlattığı gibi güllük gülistanlık değildi.
Özetleyecek olursak Hz. Ali ve askerleri arasında ganimet yüzünden
anlaşmazlık çıkmıştı. Bu konuyla ilgili rivayetlerden birisi Hz. Ali’nin burada
edinilen cariyelerden biriyle ilişkide bulunmuş olması, bir diğeride beraberindeki
askerlerin zekat malından olan develeri ve elbiseleri kullanma isteklerini red
etmesidir. Ancak Hz. Ali’nin Rasûlullah’la haccetmek için yerine bıraktığı
vekil askerlerin isteklerini kabul etmiş, hac zamanı bunu öğrenen Ali de vekili
azarlamıştır. Yani Hz. Ali Müslümanların ortak malı olan, daha sahiplerinin
eline
89
geçmeyen malların kullanılmasını adil bulmamıştır.
Cariye meselesi de kaynaklarda birçok farklı şekilde geçer. Yemen
seferinden ayrı olarak bir seriyye sırasında meydana geldiğini anlatan rivayet
Tirmizi’de geçer. Bu olayın sonucunda Bureyde Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’e
şikayet etmiş ve ondan “Ali’nin ganimet malının 1/5’teki hissesi aldığı
cariyeden daha çoktur.” cevabını 90
almıştır.
Sonuç olarak bu sefer sırasında Hz. Ali ve askerleri arasında geçen
münakaşalar askerlerin Ali’yi Hz. Peygamber’e şikayet etmesiyle sonuçlanmıştır.
Bu şikayetlerin hepsinde Hz. Peygamber Ali’yi desteklemiştir. Kimi yazarlar
burada geçen hadiselerin Gadir-i Hum’la bağlantılı olduğunu idda etmiştir.
Ancak bu bağlantı ilk dönem yazarlarında görülmez.
Şikayet olayıyla ilgili rivayetlerin bir kısmı şöyledir: Hz. Peygamber
hac için yola çıktığı bir esnada Bureyda gelerek kendisine Hz. Ali’nin yaptığı
şeyleri anlatmış, onu şikayet etmişti. Bunun üzerine Rasûlullah ona “Ben
müminlere canlarından daha evla değil miyim?” diye sormuş, “evet” cevabını
alınca da “Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur” buyurmuştur.
Olayın başka bir anlatımıda şu şekildedir. Yemen Seferi sırasında Halid
b. Velid ve Hz. Ali, Zeydoğulları kabilesiyle yaptıkları çarpışmalarda bir
miktar esir almışlardı. Hz. Ali bu esirlerden bir kadını kendisi için seçince
Halid b. Velid ve Bureyde bunu bir mektupla Hz. Peygamber’e şikayet etmişlerdi.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
mektubu okuyunca yüzünde kızgınlık alametleri görülmüş ve şöyle
buyurmuştu: “Ali’ye dokunmayın, çünkü o benden, ben de ondanım, o benden sonra
sizin velinizdir.”
Bu olayın anlatıldığı başka bir rivayette şikayet konusu gene cariyedir
ama şikayette bulunanlar askerlerden dört kişidir. Bu kişiler Medine’de Hz.
Peygamber’in huzuruna gelirler, önce ilki kalkar ve “Ya Rasûlallah Ali b. Ebi
Talib’e bakmaz mısın, şöyle şöyle yaptı.” der. Hz. Peygamber ondan yüz çevirir.
Aynı şikayeti diğer üç kişi de dile getirir. Hz. Peygamber her seferinde
onlardan yüz çevirir. Sonuncu kişiden sonra kızgın bir biçimde onlara döner ve
“Ali’den ne istiyorsunuz? (3 kere) Ali bendendir, ben de ondanım. O benden
sonra her müminin velisidir.” 93
buyurmuştur.
4.6.
Vedâ Haccı ve Sakaleyn Hadisi
Hicretin onuncu yılında Hz. Peygamber (s.m) haccetmek üzere ashabıyla
yola çıktı. Mevsim ilk bahardı. Hac günleri Mart ayına rastlamıştı.
Hacc Suresinin 27-29. ayetleri olan: “Ve insanları hacca dâvet et, uzak
uzak bütün yerlerden yaya olarak, yahut hayvana binerek gelsinler sana.
Gelsinler de kendilerine aid olan menfaatleri elde etsinler. Kendilerine rızık
olarak verilen dört ayaklı hayvanları, muayyen günlerde Allah’ın adını anarak
kessinler. Yeyin artık onlardan ve yoksulu fakiri doyurun. Sonra ihramdayken yapılmayan
şeyleri yapıp temizlensinler. Ve Beytü’l-Atıyk’ı tavaf etsinler.” ayetleri
nâzil oldu.
Hz. Peygamber, bütün civardaki boylara haber vermiş, hepsi de haccetmek
üzere gelmişti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Yemen seferinde olan Ali’ye de gelip
kendisine yetişmesi için mektup yazmıştı.
Bu hac törenine katılanların sayısı hakkında çeşitli ihtilaflar olmakla
birlikte, yetmiş binle yüz bin arası sayılar verilir.
Hz. Peygamber “Bu hacc, son haccımdır sanıyorum, hacc törenini benden
iyice belleyin” buyurmuş, her gelenin sorusuna cevap vermişlerdir.
Arafe günü meşhur “Veda Hutbesi”ni okudular. Bu hutbede bizim konumuzu
ilgilendiren şu kısımlar vardır:
“Benden sonra yolunuzu saptırıp da birbirinizin boyunlarını vurmayın,
rabbinize ulaşacaksınız, yaptıkalrınızdan sorguya çekileceksiniz, Allah
câhiliyet geleneklerini, o kötü âdetleri, atayla, babayla övünmeyi sizden
giderdi. Bütün insanlar Âdem’dendir, o da topraktan. Ne Arabın Arab olmayana,
ne beyazın siyaha üstünlüğü var; üstünlük, ancak Allah’tan çekinmektedir.”
Ondan sonra, o günün, o ayın ve o şehrin kıymetini müslümanlara
hatırlatan Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“üstün ve ulular ulusu Allah kıyamete dek kanlarınızı, mallarınızı,
ırzlarınızı, birbirinize haram etmiştir. Burada bulunanlar bulunmayanlara
bildirsin, ey insanlar, ben size bir şey bırakıyorum ki o da Allah’ın
kitabıdır, O’na yapışında sapıklığa hiç düşmeyin. Benden sonra Peygamber yok,
sizden sonrada ümmet yok, bu söylediklerim sizden sorulacak, tebliğ ettim mi?”
buyurdular.
Ashâb evet ya Rasûlullah diye bağırışınca, “Allah’ım şahid ol tebliğ
ettim.” buyurdular.
Gölpınarlı Sosyal Açıdan İslam Tarihi adlı eserinde Hz. Peygamber’in bize emanet ettiği şeyin
Kur’an-ı Kerim olduğunu söylerken diğer bir eserinde “Ey insanlar ben ancak beşerim, Rabbimin
elçisinin geleceğini ve benim de O’nun dâvetine icâbet edeceğimi umuyorum. Ben,
sizin içinizde iki büyük şey, iki paha biçilmez şey, iki ağır şey bırakıyorum,
bu iki şeyin birincisi Allah’ın kitabıdır, onda hidâyet vardır, Allah’ın kitabıyla
amel edin ve O’na yapışın. İkincisi Ehl-i Beyt’imdir, Ehl-i Beyt’im hakkında
Allah adına öğüt veriyorum size.” Bu son sözünü üç kez tekrarladı.
Bu hadisin farklı senedlerle gelen ve kimi değişiklikler taşıyan
metinleride Gölpınarlı’nın eserinde yer alır. Bu hadisin Hanbel’in
Müsned’indeki hali, “Ben sizin aranızda iki büyük ve ağır şey bırakıyorum.
Onları tutar onlara sarılırsanız benden sonra ebediyyen sapıklığa düşmezsiniz.
Onların biri, öbüründen daha büyüktür, ulu ve yüce Allah kitabı ki gökten yeryüzüne
uzatılmış bir iptir ve soyum Ehl-i Beyt’im, gerçekten de lütuf sahibi ve
herşeyi bilen Tanrı, bana haber verdi ki onlar, havuz kıyısında bana
kavuşuncaya dek bir birinden ayrılmazlar, artık bakın onlar bana nasıl halef ve
halife olurlar.” buyurduğunu tahric etmiştir.
Gölpınarlı bu hadisin Cabir’den naklen Tirmizi ve Nesai de, gene Tirmizi
de bu sefer Arkomoğlu Zeyd’den naklen, Ahmed b. Hanbel de yirmi küsur yolla
birçok sahabeden tahric edildiğini, Hz. Peygamber’in bu hadisi bir kere
Gadir’de, bir kere arefe hutbesinde, bir kez Taif dönüşünde, bir kez Medine
minberinde, bir kere de hastalığı esnasında odasında söylediğini Seyyid
Abdülhüseyin Şerafeddin’in el- Murâcâat isimli eserine dayanarak anlatmıştır.
Hutbenin Ehl-i Beyt’le ilgili kısmı Sünni kaynakların çoğundada
mevcuttur. Yalnız bu metinlerde “Artık bakın, onlar bana nasıl halef ve halife
olurlar” kısmı yoktur.
Ehl-i Beyt’in havuzda Hz. Peygamber’e döndürülünceye kadar Kur’an’dan
ayrılmayacağına dair hadis “Sekaleyn Hadisi” adını alır. Birçok yerde geçer ve
aşağı yukarı aynı anlama gelir. Sakaleyn hadisinin Veda Hutbesi sırasında
söylendiğini rivayet edenler olduğu gibi Humm’da söylendiğini idda edenler,
hatta yeri ve zamanı belli olmayan nakiller de vardır.
Bu konuyu biraz açarsak Ahmed b. Hanbel’de geçen ve Ebû Said el-Hudri’ye
dayandırılan rivayetlerde Gadir’den bahsedilmeksizin Rasûlullah’ın şöyle
buyurduğu ifade edilmektedir. “Ben size iki ağır şey bırakıyorum, birincisi
diğerinden daha büyüktür; Allah’ın kitabı ki gökten yere uzanır. Ehl-i Beytim,
Itratım. Bunlar havuzda bana döndürülünceye kadar birbirinden ayrılmazlar.”
Ebû Said el- Hudri’den nakledilen
başka bir rivayette hadisin son kısmında “Latif ve Habir olan bana bildirdi ki
onlar, havuzda bana döndürülünceye kadar birbirinden ayrılmazlar. Bundan sonra
onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin.” demektedir.
İbn Teymiyye’ye göre bu sözle sadece Hz. Ali değil tüm Benî Haşim
kastedilmiştir. Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’in haklarına riayet etmemiz
hususunda zaten “Veda Haccı”nda bizleri uyardığını, havuzda Hz. Peygamber’e
kavuşuncaya kadar Ehl-i Beyt’le Kur’an’ın ayrılmamasının Ehl-i Beyt’in icmaının
hüccet olmasından kaynaklandığı ve onların delalet üzerine hemfikir
olamıyacağının anlatıldığını savunmuştur.
Bu şekilde düşünen birçok alim vardır. Bunlar Ehl-i Beyt mensuplarının
icma ettiği konularda onlara uyulması gerektiğnii, ayrılığa düştüklerinde ise
taraf tutmayıp Allah’a havale edilmeleri gerektiğini savunurlar.
Ancak Hz. Peygamber’in bu hadisteki manayı veren başka sözleri de vardır.
Mesela bir rivayete göre şöyle buyurur: “Size iki şey bırakıyorum, bunlara
tutunursanız dalâlete düşmezsiniz. Allah’ın kitabı ve Peygamber’in Sünneti”
demektedir. Bazı kaynaklarda sadece Allah’ın kitabı kısmı bulunurken, hadisin
Ehl-i Beyt’i değilde Hz. Peygamber’in Sünnetini kapsayan kısmı sünniler
arasında şöhret bulmuştur. Şiilerin Hz. Ali’nin halifeliği konusunda delil
saydığı, Sünnileri ise varlığı üstünde bile tartıştığı “Sakaleyn” hadisi
aslında birçok Sünni kaynakta da yer bulmuştur. Olay dönüp dolaşıp tek bir
noktada toplanır; Gadir-i Hum.
Hz. Ali’nin hilafetinin nasla tayin olduğu ve Hz. Peygamber tarafından
halka bildirildiği konusundaki en önemli delil Gadir-i Hum olayıdır.
Gadir-i Hum, Mekke’yle Medine arasında, Cuhfe yakınlarında bir yer
ismidir. Hz. Peygamber ve yanındaki Müslümanlar burada konaklamış ve Hz.
Peygamber müslümanlara Hz. Ali ile ilgili bazı şeyler söyemiştir. Olay bu
şekliyle birçok Sünni kaynakta da vardır. Ancak Hz. Peygamber’in burada yaptığı
konuşmanın içeriği hakkında gerek şiilerin kendi içinde, gerek sünniler
arasında çeşitli ihtilaflar vardır. Bu ihtilaflar konusunu önceliği
Gölpınarlı’nın görüşlerine vererek açalım.
Hz. Peygamber Veda Haccı’ndan dönerlerken yolda Mâide Sûresi’nin 67.
ayeti olan “Ey Peygamber, ey insanlara, hidâyete dâvete memur olarak
gönderilen, Sana Rabb’inden indirilmiş olan emri bildir; bunu ifâ etmezsen.
O’nun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah Seni insanlardan korur; şüphe yok ki
Allah kâfir kâvme, doğru yolu buldurmak hususunda başarı vermez.” ayeti
indi.(Maide, 67))
Gölpınarlı’ya göre Allah’ın bu ayetle emrettiği şey Hz. Peygamber’in
Ali’nin velayetini müslümanlara bildirmesi, Allah’ın Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ’i bu konuyla ilgili çıkabilecek sorunlardan koruyacağı, Ali’nin
vasiyliğini açıklamadan İslâm’ın tamamlanmayacağıdır.
Hz. Peygamber Medine yolu üstünde Cuhfe vadisindeki bir su birikintisinin
yanına geldi, tarih Zi’l-Hicce ayının onsekizinci Perşembe günüydü, öğle
vaktiydi.
Hz. Peygamber, bineklerinden indiler. İleriye gidenlerin geri dönmeleri,
geride kalanların gelip yetişmeleri için münadilerin seslenmelerini emir
buyurdular. Halk tamamen toplanınca namaz kıldırdılar. Bu sırada orada yüzyirmi
dörtbinden fazla kişi vardı.
Daha sonra deve hamutlarından yapılan üç basamaklı minbere çıkıp halka
şöyle buyurdular: “Ey insanlar, Allah bana ömrümün sona geldiğini, yakında
dâvetine icabet edeceğimi, varlık yurdundan göçeceğimi bildirdi. Bende
sorumluyum, siz de sorumlusunuz ne dersiniz?
Sahâbenin hepsi “Şehadet ederiz ki sana emredileni tebliğ ettin,
savaştın, öğüt verdin, Allah sana hayırla karşılık versin.” diye cevab verdi.
Hz. Peygamber (s.m.), “Allah’ın varlığına, birliğine, Muhammed’in, O’nun
kulu ve rasûlü olduğuna, cennetin, cehennemin, ölümün, ölümden sonra dirilmenin
gerçek olup kıyametin kopacağına ve bundan şüphe olmadığına şehadet eder
misiniz?” buyurdular.
Ashâb, “Evet şehadet ediriz” diye bağırışınca Rasûl-i Ekrem (s.m.) sağ
ellerinin işaret parmağını göğe kaldırarak üç kere “Şahid ol Ya Rab”
buyurdular. Sonra dediler ki, “Âhirete göçmekte ve havuzun kıyısına varmakta
hepinizden önde bulunacağım; sizde havuz kıyısında bana ulaşacaksınız.
Havuzumun genişliği San’â ile Busrâ arası kadardır. Bana ulaştığınız zaman
sizden iki değer biçilmez şeyi soracağım, onlarla nasıl geçindiniz diyeceğim.”
Bir rivayete göre birisi, “Ey Allah’ın Rasûlü, o iki değer biçilmez şey
nedir?” diye sordu. Hz. Peygamber, “O iki değer biçilmez şeyin büyüğü Yüce ve
Ulu Allah’ın kitabıdır. Bir ucu Allah’ın (Kudret) elindedir; öbür ucu sizin
elinizde. (Allah’ın rızâsına ulaşmak için bir vâsıtadır size Al-i İmran
3/103’ün meali) Ona yapışında sapmayın, değiştirmeyin onu. Öbürü de benim Ehl-i
Beytimdir. Lûtuf sahibi ve herşeyden haberdar olan Allah, bu ikisinin havuz
kıyısında bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmayacağını bana haber verdi. Bu
ikisinden size nasıl halef ve halife olur bakında görün. Bilmezmisiniz ki ben,
inananlara nefislerinden evlayım (onların veliyy-i emriyim).
Sahabe hep birden “Evet yâ Rasûlullah” dedi. Sonra, evvelce yanlarına
çağırdıkları, minberde sağ yanlarına aldırdıkları Ali’nin elini tutup öyle bir
kaldırdılar ki, halk ikisinin de koltuk altlarının beyazlığını gördü ve şöyle
buyurdu; “Ben kimin mevlâsı isem, Ali, onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana
dost, düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu horlayanı horla,
nerede olursa olsun gerçeği onunla beraber kıl.”
Bu konuşmadan sonra Mâide Sûresi’nin 3. ayeti olan, “Bugün dininizi ikmâl
ettim, sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladım; Size din olarak İslâm’ı seçtim
ve hoşnud oldum, râzı oldum” ayeti nâzil oldu.
Bu ayetin inişinden sonra başta Hz. Ebû Bekir ve Ömer olmak üzere tüm
sahabe Hz. Ali’yi tebrik etti. Hz. Ömer Ali’ye, “Ne mutlu sana ey Ebû Tâlib’in
oğlu, bugün benim ve tüm müminlerin mevlası oldun, kutlarım” diyerek Hz. Ali’yi
tebrik etti.
Bu olaydan sonra övgü için Hassan b. Sâbit şu manada ki şiiri inşad etti.
“Peygamber Gadir-i Hum’da herkese hitaben dedi ki: Peygamberiniz kim? Herkes
birden senin Rabbin mevlamız sen de Peygamberimizsin, bu hususta sana isyan
edemeyiz dediler. Peygamber “Kalk ya Ali” buyurdular; “Benden sonra imam olarak
halka doğru yolu göstermek üzere seni seçtim, senden râzı oldum, ben kimin
mevlası isem Ali’de onun mevlâsıdır, özünüz doğru olarak ona uyun. Allah’ım onu
seveni sev, ona düşman olana düşman ol.”
Bu güzel şiirden sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Hassan, dilinle bize
yardım ettikçe Rûhü’l-Kudüs’ün yardımıyla güçlen.”
Gölpınarlı, Hz. Peygamber’in bu sözle Hassan’ı sonraki hali için tembih
ve ihtar ettiğini savunuyor. Ayrıca bu şiirin on bir ehl-i sünnet alimi ve
yirmi altı Şii alim tarafından rivayet edildiğini kaynaklarını vererek
açıklıyor.
Gölpınarlı ayrıca bu hadisin 2. halifenin ölümünden sonra yapılan şûrada,
3. halife zamanında mescidde yirmi küsur sahabenin karşısında ve Kûfe’de Hz.
Ali tarafından dile getirildiğini anlatıyor. Kûfe mescidinde Hz. Ali bu hadisi
hatırlatınca on dördü Bedir ashabından olmak üzere otuz sahabi Hz. Ali’ye
şahitlik etmiş, ayrıca
Hz. Ali bu hadisi Cemel’de Hz. Talha’ya, Sıffin’da ise insanlara anlatmıştır.
Gölpınarlı bu olayları kaynaklarıyla anlatmıştır.
Görüldüğü gibi Gölpınarlı Gadir’de yapılan konuşmanın Allah’ın emri
olduğunu, bu emrin Hz. Peygamber’e Mâide sûresinin 67. ayetiyle bildirildiğini,
hilafetin ve Hz. Peygamber’in tüm görevlerinin Hz. Ali’ye bırakılacağının
açıkça ortaya konmasından sonra Mâide Sûresinin 3. ayetinin nazil olduğunu ve
böylece Allah’ın dininin tamamlandığını ve buna başta ilk iki halife olmak
üzere yüzyirmidörtbin kişinin şahid olduğunu (diğer eserlerinde haccedenlerin
sayısını yetmişbinle yüzbin kişi arasında verirken, Gadir’de insan sayısı nasıl
oluyorsa hayli artmış) anlatıyor. Bu konuyla ilgili hem şiî hem sünnî
kaynaklardan deliller gösteriyor.
Âlûsî Gadir’deki konuşmanın sebebinin Yemen seferi esnasında Hz. Ali ve
askerler arasında çıkan anlaşmazlıklar olduğunu, adil bir davranış sergileyen
Ali’nin insanlar tarafından zalim ve cimri olarak nitelendirilmesinden dolayı
Hz. Peygamber’in onu savunma ihtiyacı duyduğunu idda eder. Böylece Hz. Peygamber, Ali’nin suçsuzluğunu
vurgulamıştır.
İbn Teymiyye başta olmak üzere kimi alimler ise bu ayetin inişini Hz.
Ali’nin hilafetine karşı çıktığı için başına taş yağdığı idda edilen Haris ile
ilişkilendirilmesinin büyük bir iftira olduğunu söylemekte ve “Rabbinden sana
indirileni tebliğ et...” ayetinin Hz. Peygamber’e Rabbinden inenlerin bütününü
kapsayan genel bir lafız olduğunu özel bir şeye işaret etmediğni
savunmaktadırlar.
Kimi farklı rivayetlerde ise Allah, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’e Ali’nin velayetini insanlara bildirmesini çok daha önce vahyetmiş,
ancak Rasûlullah bu durumun ashabından bazı kişilere ağır geleceğini düşünerek
tebliğden kaçınmıştır. Bunun üzerine söz konusu ayet inmiş. Benzer bir rivayetde Ali’nin velayetinin Veda
Haccı’nda emr olunduğu, ancak Hz. Peygamber’in dâvete zararı dokunur diye bu
hükmü tebliğ etmekten çekindiği, Mâide Sûresi 67. ayetin bu yüzden nâzil olduğu
yönündedir. Gene Tabatabâi’de
Ebû Hureyre’ye dayandırılan şöyle bir rivayet vardır; Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: “Yedi gök semaya çıkarıldığım gece Arşın altından “Şüphesiz Ali
hidayetin ayeti ve bana inananların sevgilisidir. Onu
tebliğ et” şeklinde bir nidâ işittim.” buyurdu. Ancak Hz. Peygamber semâdan
inince bu olay kendisine unutturuldu. Bunun üzerine Mâide Sûresinin 67. ayeti
nâzil oldu.
Bunun dışında kimi rivayetlerde Hz. Peygamber’in mi’râca çıktığında
Arş’ın altından Ali b. Ebî Ta.im’in hidayet bayrağı olduğunu işittiğini, fakat
yeryüzüne 113
inince bunu unuttuğunu anlatmıştır.
Sünnî kaynaklardaki rivayetlerin bazıları şunlardır:
I.
Rivayetlerin bir kısmında
yer ve zaman bildirilmeksizin hadisin meşhur olan kısmı yer almaktadır. Bu
bölüm “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlasıdır” bölümüdür. Tirmizi yer
belirtmeksizin rivayet ettiği bu hadisin hasen-gârib, Zehebi mütevatir olduğunu
söylemiştir. Aclûni ise hadisin mütevatir ya da meşhûr olduğunu söylemektedir.
II.
Bu konuyla ilgili
rivayetleden biri de Bureyde hadisidir. Yemen seferi dönüşü Bureyde’nin Hz.
Ali’yi şikayet etmesi üzerine Hz. Peygamber yüz ifadesi değişerek, “Ey Bureyde
ben müminler için nefislerinden evla değil miyim? Ben kimin mevlasıysam Ali de
onun mevlasıdır” buyurmuştur.
Bu rivayette dikkat çeken husus, olayın Yemen dönüşü olduğu belirtilmekle
birlikte, tam olarak nerede ve ne zaman gerçekleştiğinin belirtilmemiş
olmasıdır. Nitekim hem Veda Haccı hem Gadir, Yemen seferinin sonrasında olan
olaylardır.
İbn Kesir hadisin senedini, “İyi, kuvvetli ve bütün râvileri sika” olarak
vasıflandırırken Hakim, bu hadisin Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu
söyler. Âlbanî’ye göre ise bu hadis Şeyheyn’in kriterlerine göre sahihtir ama
bu hadis Buharî ve Müslim’de yoktur.
III.
Tirmizi’nin naklettiği
rivayette ise Hz. Peygamber Ali’yi bir gurup müslümanın başında bir seriyyeye
gönderdi. Alınan ganimetlerden olan bir cariyeyle Hz. Ali’nin beraber olmasını
doğru bulmayan dört kişi dönüşte Hz. Ali’yi şikayet etti. Daha önce de
anlattığımız bu rivyete göre Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] şikayetçilere “Ali’den ne istiyorsunuz, Ali
bendendir, bende ondanım. O, benden sonra her müminin velisidir” buyurmuştur.
Tirmizi bu hadisi garib olaraknitelendirmetedir. Bu rivayet Bureyde’den
nakledilenden farklıdır. Bureyde’de şikayet söz konusu olmuş, Hz. Peygamber’de
Ali’yi desteklemiştir. Ancak burada kullanılan ifadeler farklıdır. Olayın vukû
yeri belirtilmeksizin, Bureyde’ye atfedilen başka bir rivayette de bu cariye
meselesi 117 geçmektedir.
Demircan bu tür rivayetlerde Hz. Peygamber’in Ali’yi diğer sahabelerden
ayrıcalıklı tuttuğu, dokunulmaz gösterdiği gibi bir imaj olduğunu, bu imajı
kuvvetlendirmek için uydurulduğunu savunuyor. Râvilerin içinde aşırı şiilerin
ve zayıf kimselerin bulunduğunu söylüyor. Mesela Cafer b. Süleyman adlı bir
kişinin Muaviye’den bahsedildiğinde sövdüğü, Hz. Ali’den bahsedilince
ağladığını belirtiyor.
IV.
İbn Mâce’de yer ve zaman
bildirilmeden Hz. Peygamber’in müslümanlara nefislerinden evla olup olmadığını
sorduğunu, evet cevabı alması üzerine de “Ben kimin mevlasıysam Ali’de onun
mevlasıdır.” buyurduğunu nakleder.
V.
Zeyd b. Erkâm’dan
nakledilen bir rivayette ise, “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır.
Allah’ım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” ifadeleri yer
almaktadır. Kimi rivayetlerde hadis daha da genişletilmiş, metnin içine “Ona
yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak. Ona iâne edene
iâne et.” şeklinde farklılıklar vardır. Tartışma konusu olan kısımlar da
bunlardır.
Hadisin bu kısımları daha sahabe ve tabiin zamanında bile şüpheyle
karşılanmıştı. Bunu İbn Hacer’de geçen ve Ebû Hureyre’den nakledilen şu
rivayetten anlıyoruz: Ebû Hureyre mescide girdi ve insanlar onu dinlemek için
etrafına toplandı. Aralarından bir genç, “Allah aşkına doğru söyle,
Rasûlullah’ın ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana
dost düşman olana düşman ol dediğini duydun mu?” diye sordu. Ebû Hureyre
“Allah’a and olsun ki evet” diye cevap verdi. Halkın o devirde bile şüphe
duyduğuna dair başka bir rivayetse Irak halkından bir kişinin Zeyd b. Erkam’a
kendisine bir zarar gelmeyeceğini garanti ederek Hz. Peygamber’in Gadir’de Ali
hakkında ne söylediğini sorması. Zeyd cevab vermekte tereddüt ederek
işittiğinin “Ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlasıdır.” olduğunu
söylemesidir.
VI.
Gene başka bir rivayet Hz.
Ali’den gelmekte ve Allah’ın ona dost olana dost, düşman olana düşman ol
kısmını eklediklerini söylemektedir.
Tüm bu rivayetler Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ine girdiğine göre daha o
devirde bir takım insanlar hadisin ikinci kısmından şüphe etmiş olmalı. Ancak
hadisin birinci kısmı o devirde herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir.
VII.
Taberanî’de geçen ve Ammar
b. Yasir’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] şöyle buyurmuştur; “Bana inanan
ve beni tasdik edene Ali b. Ebi Talib’i veli edinmesini vasiyyet ediyorum. Kim
onu veli edinirse beni veli edinmiş olur, kim beni veli edinirse Allah Teâlâ’yı
veli edinmiş olur. Kim onu severse beni sevmiş olur. Kim beni severse Allah’ı
sevmiş olur. Kim ona buğzederse bana buğzetmiş olur, kim bana buğzederse
Allah’a buğzetmiş olur.” Heysemi bu rivayeti Taberânî’den almış ve konuşmanın
geçtiği yer ve zaman hakkında bilgi vermemiştir.
VIII.
Gene Taberânî’de geçen
başka bir rivayette Vehb b. Hamza birlikte yolculuk yaptığı Ali’yi Hz.
Peygamber’e şikayet etmiş ve Hz. Peygamber ona, “Bunları söyleme. O benden
sonra insanların evla olanıdır.” buyurmuştur.
IX.
Zeyd b. Erkam’dan alınan ve
Nesaî, Hakim, İbn Kesir gibi alimlerin kitaplarından alınan rivayete göre “Size
iki değerli şey bırakıyorum. Onların ilki diğerinden büyüktür. Allah’ın kitabı
ve ıtratım ehl-i beytim. Benden sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin.
Onlar havuza döndürülünceye kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Allah benim
mevlam, bende bütün müminlerin velisiyim. Ben kimin velisi isem Ali’de onun
velisidir. Allah’ım ona dost olana dost düşman olana düşman ol.” şeklindedir.
Ancak Zeyd b. Erkam’dan naklettiği başka bir rivayette hem hadisin ikinci kısmı
yoktur, hemde mevla yerine veli kelimesi kullanılmıştır.
X.
Müslim’de geçen ve Zeyd b.
Erkam’dan rivayet edilen başka bir hadiste Ali’nin ismi geçmeden sadece
Sakaleyn hadisinden bahsedilmekte ve ehl-i beytin kimler olduğu sorusuna Zeyd
daha öncede anlattığımız hanımları, çocukları ve sadakanın haram oldukları
cevabını verektedir.
Sünnilerin Gadir’e dair görüşlerini verdikten sonra gene Sünni
kaynaklarda Hz. Ali’nin Kufe mescidinde insanlara “Allah aşkına Rasûlullah’ın
Gadir günü söylediklerini duyanlar ayağa kalksın” demiş, mecliste bulunan kimi
kişiler ayağa kalkıp şahitlik etmiştir. Bu kişilerin sayısı hakkında 5’ten 30
küsura kadar sayılar verilmiştir. Bu rivayet İbn Kesir, Suyuti, Nesaî, Ahmed b.
Hanbel, Heysemî, Hatibu’l-Bağdadi, İbnü’l-esir gibi bir çok alimin eserinde yer
almıştır.
Başka bir rivayette bir gurup Arap Hz. Ali’ye gelip “Sana selam olsun ey
mevlâmız” demiş. Ali’nin “Siz Arab olduğunuz halde nasıl mevlanız olabilirim?”
diye sorması üzerine bu kişiler Gadir günü orada olduklarını, Hz. Peygamber’in
sözlerini işittiklerini söylemişlerdir.
Olayı etraflıca inceleyen Demircan, çağımız yazarlarından Âlusi’nin bu
hadisin tamamını kabul ettiğini, Sofuoğlu’nun hadisi kabul etmekle birlikte
mânasını Şiilerden farklı anladığını, yani bu hadisin hilafetle bir ilgsi
bulunmadığını, eğer hilafetle ilgisi olsa İbn Teymiyye’nin de değindiği gibi
şahitlerden hiç olmazsa birinin bunu açıklayacağını savunmuştur. A. Osman Ateş
ise bu hadisin râvilerini ashabtan olanlar da dahil tamamının Irak ekolünden
geldiklerini, bir kısmının şii olduklarını belirtmektedir. Şii görüşü
destekleyen bu rivayetlerin sünni kitaplarına girme sebebini alimlerimizin
Emevi istibdât ve zulmüne, arap Irkçılığına karşı duydukları tepki olduğuna
inanmaktadır.
Ancak Ateş’in söylediklerinde haklılık payı olsa da, o günün şartlarında
insanları bugün anladığımız manada sünni-şii diye ayırabilmek mümkün değil.
Çünkü o devirde mezheplerin inanç biçimleri oluşmuş değil. Ayrılıklar sadece
siyasi, iktidarın kimin olması gerektiğine dair. Bu hadislerin ravilerinin kimi
sahabilerde dahil olmak üzere Irak ekolünden gelmesi yani Hz. Ali ve İbn Abbas
ekolünden gelmesi onları neden daha az güvenilir yapıyor? Daha ilk günden
hilafet meselesinde Hz. Ali’yi destekleyen sahabiler, tarafsız kalan ya da
Ali’yi istemeyen sahabilerden daha mı az değerlidir? Yani Ebû Ubeyd el-Cerrah
kıymetli bir sahabedir de Ammar b. Yasir değil midir?
Bu konuyla ilgili görüşleri verirken hadis rivayetlerinin metinleri
üzerinde durmaya çalıştık. Bu hadislerin isnad zincirlerinde yer alan ravilerin
incelenmesi konusuda çok önemli. Bu konuyla ilgili olarak A. Osman Atiş’in
eserinden çokca faydalandık. Konuyu daha fazla uzatmamak için râvilerin
incelenmesine girmesek de Ateş, hadisin Yemen seferinde ya da Gadir’de
söylendiğine dair tüm rivayetlerin râvilerini incelemiş ve o günün şartlarında
hadis ilminin kapalı çevreler içinde yapıldığı, hadis kitaplarının yazılmaya
başlandığı 3. asra kadar insanların birbirinden haberdar olmadığı, bu yüzden
herhangi bir hadisin rivayet zincirinde bulunan kişilerin aynı bölgeden hatta
bazen aynı aileden olduğunu, bu durumun da siyasi görüşlerin ve çevrenin hadis
rivayetlerini etkilemesine yol açtığını söylemektedir.
4.8.
Şia’nın Gadir-i Hum’a Bakışı
Abdulbaki Gölpınarlı’nın eserlerinden genel hatlarını vermeye
çalıştığımız Şii bakışın da kendi içinde farklılıkları vardır. Biz burada
Gölpınarlı’nın eserlerinde hiç geçmeyen ama başka Şii alimlerin yer verdiği
Gadir’le ilgili farklı rivayetlere yer vermek istiyoruz.
Gölpınarlı, Mâide Sûresi’nin 67. ayetinin iniş sebebinin Hz. Peygamber’in
Ali’nin velayetini açıklaması olduğunu söylemesine karşın Hz. Peygamber’in bu
emir karşısında tereddüte düştüğü ve Cebrail’e “Ümmetim cahiliyye dönemine
yakındır.” buyurduğundan söz etmez.
Gene kaynaklarda Hz. Peygamber orada bulunan insanlardan gelip Hz. Ali’yi
“Emiru’l-Müminin” olarak kutlamalarını istemiştir. Hz. Ali’yi kendi hizasında
bir çadıra oturtmuş, bütün insanlar kadın-erkek gelip biata benzer bir kutlama
yapmıştır. Hz. Peygamber’in hanımlarıda gelip Ali’yi tebrik etmişlerdir.
Gölpınarlı Hz. Ömer’in Rasûlullah’a “Bu emir senden mi yoksa Allah’tan
mı?” diye sorduğunu söylerken Kazvini bu soruyu Ebû Bekir’le Ömer’in birlikte
sorduklarını nakleder.
Tüm bu olaylardan sonra Maide Sûresinin 3. ayeti inmiş ve Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur, “Dinin kemali, nimetin tamam olması, Rabbimin risâletimden
razı olması ve benden sonra Ali’nin velayeti için Allah’a hamd olsun.”
Ünlü Şii alim Kuleyni’nin eserlerinde ise Hz. Peygamber’le Cebrail
arasında geçen bazı konuşmalara yer verilir. Allah, Hz. Peygamber’e vasisini
ilân etmesini emir buyurunca Hz. Peygamber, “Allah’ım, Araplar yalınayak bir
kavimdi. onların bir kitapları yoktu, onlara Peygamber gönderilmemişti.
Peygamberlerinin nübüvvetinin faziletini ve şerefini bilmezler. Eğer onlara
Ehl-i Beyt’imin faziletini haber verecek olursam bana inanmazlar.” dedi. Bunun
üzerine “Onlardan dolayı kederlenme” ve “Size selam olsun de yakında bilecekler”
ayetleri indi. Böylece Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
Ali’nin faziletini açıkladı. Ama bu olay münafıkların kalplerine
nifak düşürdü. Hz. Peygamber bu durumu öğrendi. Bu olaylar Hz.
Peygamber’i çok üzdü ama o genede münafıkların kalbini kazanmaya çalıştı.
onlara Hz. Ali’nin faziletlerini anlattı. Ölümünün yaklaştığı haber verildi ve
şu ayet nazil oldu, “Boş kaldınmı hemen işe koyul ve Rabbi’ne yönel.” Bununla kastedilen ilk fırsatta Hz. Ali’nin
velayetinin açıklanmasıydı. Hz. Peygamber bu konuşmayı Gadir’de yaptı.
Kuleyni’nin naklettiği konuşmada başka kaynaklarda rastlamadığımız kimi sözler
var. Mesela, “Bir adam göndereceğim ki Allah ve Rasûlünü sever, Allah ve
Rasûlü’de onu sever. Kendisini savaştan dönenlerden gösterecek, arkadaşlarını
korkutan ve arkadaşlarından korkan bir kaçak olmayacaktır” ya da “Bundan sonra
hak için insanlara kılıç sallayacak odur”, “Nereye meylederse Hak Ali ile
beraberdir.”, “Sekaleyni geçmeyin yoksa helâk olursunuz. Onlara öğretmeyin,
çünkü onlar sizden çok bilirler” gibi diğer rivayetlerde geçmeyen ve başka
olaylardan tanıdık gelen hadisler arka arkaya toplanmıştır.
Gene Kuleyni, maddi sıkıntı çeken Hz. Peygamber’e mallarını vermek
isteyen Ensar sebebiyle inen Şûra 23’ün münafıklar tarafından bu ayetin
Allah’tan gelmediği, Hz. Peygamber’in Ali’yi diğer müslümanlara üst etmeye
çalıştığı, fey ve humus adı altında mallarını Ali’ye verdiğini idda etmelerine
yol açtı. Cebrail’se Hz. Peygamber’e Allah’ın ilim mirasını ve nübüvvet ilmini
Hz. Ali’ye vermesini, Allah’ın yeryüzünü velayetini bilen bir imam olmadan
bırakmıyacağını, bu velilerin başka bir Peygamber gönderilinceye kadar hüccet
olduğunu bildirdi. Bu bilgileri Kuleyni’nin nereden aldığını bilemiyoruz. Kur’an’da
böyle bir ayet olmadığına göre herhalde Kuleyni bunların hadis-i kudsi olduğnuu
idda ediyor. Ya da Kur’an’da tahrif iddalarıyla bağlantılandırıp, bu manadaki
ayetlerin çıkarıldığını kast ediyor. Gene Kuleyni bu ilim mirası ve nübüvvet
ilminin bin kelime ve bin bâb olduğunu idda ediyor. Bu kelime ve bâbların her
birinin gene biner kelime ve bâbda açıldığını anlatıyor.
Bu konuyla ilgili Kummî’de geçen bir rivayete göre ise Hz. Peygamber’in
Ali’yi vasi tayin etmek istediğini anlayan ashabtan 4 münafık Kâbe’de toplandı
ve Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in imâmeti ehl-i beytine vermek
istediğini, bunun asla gerçekleşmemesi için bir antlaşmaya varıp, imzaladı.
Bundan sonra, “yoksa bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu bizde kararlıyız.
Yoksa onlar bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi
mi sanıyorlar? Hayır öyle değil,
yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadır.” ayetleri indi. Daha sonra Gadir’de malum
konuşma oldu. Kummi’nin verdiği bilgilerde Hz. Ömer “Bu senden mi Allahtan mı?”
diye sorunca Rasûlullah “Allahtan” buyurdu. “Evet Allah’tan ve Rasûlündendir. O
müminlerin emiri, muttakilerin imamı ve meşhurların seçkin komutanıdır. Allah
onu kıyamet günü sıratın üzerine oturtur. Dostlarını çennete düşmanlarını cehenneme
girdirir.” buyurdu. Daha önceden Hz. Peygamber’e zıt tutmuş olan 4 münafık
kendilerine katılan on kişiyle birlikte Hz. Peygamber’in Hayfa’da
söylediklerini Gadir’de söylediğini, eğer Medine’ye dönerlerse Ali’ye biat
etmelerinin isteneceğini konuşup Rasûlullah’ı öldürmeye karar verdiler. (diğer
bazı rivayetlerde orada bulunan insanlar tek tek gelip Hz. Ali’ye biat etmişti.
Kummî’nin rivayetine göre ya hiç kimse Gadir’de Ali’ye biat etmemiştir, ya da
bu münafıkların hiçbiri o anda Gadir’de yoktur. İkinci seçenek idda edilen
münafıklar içinde ilk iki halifenin olma ihtimlini ortadan kaldırır). Bu
kişiler Akabe civarında Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e pusu
kurdular. Ayrıntılarına girmezsek Cebrail bu durumu Hz. Peygamber’e bildirdi.
Hz. Peygamber’de yanında bulunan Huzeyfe el-Yemani ile birlikte suikastçilere
adlarıyla seslenip onları tanıdığını belirtti. Kaçışıp kalabalığa karıştılar.
Ancak Hz Peygamber onları binekelrine bönmeye çalışırken yakaladı. Suçlarını
inkar ettiler. Bunun üzerine “Ey Muhammed, o sözleri söylemediklerine dair
Allah’a yemin ediyorlar... ayeti indi.
Sünniler bu suikast girişimini Tebük Seferi dönüşü olayları içinde
zikreder. Gölpınarlı da böyle rivayet etmiş, suikast sırasında Hz. Peygamber’e
yardım edenlerin Huzeyfe b. el-Yemân’la birlikte Ammar b. Yasir olduğunu
belirtmiştir.
Ayrıca Sünnî kaynaklarda suikasti haber veren Cebrail değildir. Huzeyfe
adamların konuşmalarını duymuş, onlar devesinde uyuyan Peygamber’i düşürmeye
çalışırken bağırmış Hz. Peygamber’i uyandırarak kurtulmasını sağlamıştır.
Gadir’deki konuşmanın metnine dönecek olursak Tabatabaî, Hz. Peygamber’in
hutbesinin devamında, “Burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin, bana inanıp
beni tasdik edene Ali’nin velayetini vasiyyet ediyorum. Dikkat!... Ali’nin velayeti
ile benim velayetim Rabbi’min bana ahd ettiği bir ahid olup, onu size tebliğ
etmem gerekti.” buyurduğunu rivayet etmiştir.
C. Sofuoğlu, E.R. Fığlalı, M.Y. Kandemir gibi bir çok kişi eserlerinde
Kazvini’den nakil yaparak Hz. Peygamber’in gene o gün Ali benim kardeşim, vasim
ve benden sonra halifemdir.
Ey insanlar! Alah onu size veli ve imam olarak tayin etti. Ona itaat
etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhalefet eden mel’un, sevgi gösteren ise
merhamete erecek olandır. Dinleyiniz ve itaat ediniz! Allah mevlânız, Ali ise
imamınızdır. İmâmet, ondan sonra kıyamete dek onun soyundan devam edcektir.”
buyurduğunu nakletmiştir.
Hem Gölpınarlı hem diğer Şii alimlerin eserlerinde geçen Haris b. Numan
el- Fihri’nin Hz. Peygamber’e Ali’nin hilafetine karşı çıkıp onunla tartışması
eğer Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] doğru söylüyorsa Allah’tan başına taş
yağmasını istemesi ve daha atına varamadan başına taş düşüp ölmesi de ilginç
bir rivayettir.
Bu tartışmaların odak noktasında “mevla” kelimesi bulunmaktadır. Şiilere
göre halife, imam manasına gelen bu kelime Sünnilerce aynı anlamda
düşünülmemiştir.
Gölpınarlı mevla kelimesinden kastın sevilen kişi, dost olamıyacağını
vurgulamaktadır. Ona göre böyle bir söz herhangi bir sebeple herkese
söylenebilir. Ama Hz. Peygamber bu sözü son haccı olduğunu bildiği Veda
Haccı’ndan dönerken, Mâide Sûresinin 67. ayeti inince söylemiş, Gadir’de büyük
bir kalabalığa seslenmiş, sözlerinin orada bulunan herkes tarafından duyulması
için yoğun çaba harcamıştır. Peygamber’in sekaleyn hadisinden önce söyledikleri
de bunun sıradan bir akraba sevgisi değil, tüm müslümanları ilgilendiren önemli
bir konu olduğunu ortaya koymuştur.
Ayrıca gene Hz. Peygamber halka Ali’nin mevlalığını açıklamadan önce
Ahzab Sûresi’nin 6. ayetini okumuş, bununla tüm inananlara nefislerinden evla
olduğunu hatırlatmıştır. Aynı sûrenin 36. ayetindeyse “Allah ve Rasûlü bir işe
hükmettimi erkek, kadın, hiçbir müslüman o işi istediği gibi yapmakta serbest
değildir. Ve kim Allah’a ve Peygamberine isyan ederse gerçektende apaçık bir
sapıklığa düşmüş, sapıtıp gitmiştir.” buyurulmaktadır. Hz. Peygamber herkesi bu
olaya şahid tutmuştur. Demek ki bu işte yani hilafet işinde insanların
istedikleri gibi davranma hakkı yoktur. Allah ve Rasûlü hilafetin Ali’nin işi
olduğunu zaten açıklamış, müslümanları dikkatli olmaları konusunda uyarmıştır.
Gene oradaki müslümanların Ali’yi tebrik etmeleri, Mâide 3’ün inip dinin
tamam olduğunun buyurulması, mevla kelimesine sadece dost, akraba, damat gibi 132
anlamların yüklenmesini imkansızlaştırmaktadır.
Gölpınarlı’nın mevlâ kelimesinin anlamıyla ilgili verdiği bilgilerde tüm
Şiiler müttefiktir.
İbn Haldun mevla kelimesinin anlamı konusunda Sünni ve Şii anlayış
arasında bir fark olmadığını, anlamın veli olduğunu idda etmektedir. Fakat bu tesbit doğru değildir. Şiilerin
anladığı siyasi ve dini vekilliktir.
Bu tesbit sünni anlayışı yansıtması açısından doğrudur. Hasan
el-Müsenna’dan nakledilen bir rivayette Hasan bu sözle emirliğin ve Sultanlığın
kastedilmediğini, eğer Hz. Peygamber emirliği kastetse bunu herkesin anlayacağı
şekilde açıkça söyleyeceğini, Hz. Peygamber gibi fasih konuşan bir kişinin
istediğini anlatmakta sorun yaşamıyacağını, böyle bir emir olsa Hz. Ali’nin bu
uğurda savaşacağını yoksa Allah’ın ve Rasûlünün emrini terketmiş olacağını
söylemiştir.
Tüm bu anlattıklarımızdan sonra Gadir’de Hz. Peygamber’in yaptığı konuşma
ve söylediği sözlerle ilgili kesin bir sonuca varmak mümkün görünmüyor.
İkinci
Bölüm: Hz. Peygamber’in Vefatından Sonra Hz. Ali
1.
Hz. Peygamberin Vefatı ve Sonrasında Olan
Gelişmeler
Hz. Ali’nin hilafeti konusunda Gadir-i Hum’dan sonra ortaya atılan ikinci
bir idda da Hz. Peygamber’in bir vasiyyet yazmak istemesi, fakat Ali’nin
hilafetine engel olmak isteyen kişilerin buna mâni olduğudur.
Ancak bu yazılamadığı idda edilen vasiyette Hz. Ebû Bekir’in isminin
olacağını söyleyen müslümanlarda vardır. Konuyla ilgili rivayetler çeşitlidir.
Şimdi Gölpınarlı’nın görüşlerini esas olmak suretiyle bu rivayetleri
inceleyelim.
Hz. Peygamber rahatsızlanmıştı, öleceğini biliyordu. Bunu kızı Fatma’ya
da söylemiş, Fatma’nın çok üzülmesi üzerine de ehl-i beytinden ona ilk
kavuşacak 135 kişinin
kızı olduğunu söylemişti.
Gene Hz. Fatma’ya ölümünün ardından dövünmemesini, ağıtlar yakmamasını
tembih etmişti.
Hastalığının ilerlediği bir sırada başında bir bez, sağında Hz. Ali,
solunda Fazl b. Abbas bulunduğu halde mescide gelerek insanlara eğer kendisinde
hakkı olan biri varsa almasını söylediği bir konuşma yaptılar. Ondan sonra
minberden inip namazı kıldırdılar ve Ümmü Seleme’nin evine gittiler. Birkaç gün
sonra Hz. Ayşe kendi evine gelmesini rica etti. Hz. Peygamber diğer
hanımlarının rızâsını alıp Ayşe’nin evine gittiler. Bilâl bir sabah namaz için
Hz. Peygamber’i çağırınca Hz. Rasûl rahatsızlıkları dolayısıyla namaza
gelemeyeceklerini söylediler. Ayşe babası Ebû Bekir’in Hafsa’da kendi babası
Ömer’in namaz kıldırmasını istediler. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] halsizliğine rağmen Ali ve
Fazl’a dayanarak mescide gitti. Ebû Bekir’in önüne geçip mamaza durdular. Bazı
rivayetlerdeyse Hz. Ebû Bekir’in namaz kıldırmasını Rasûlullah emretmiştir.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] hastalıkları esnasında bir vasiyyet yazdırmak
istemişlerdi. Sahâbe-i Kirâm bu hususta Hz. Peygamber’in yanında tartışmaya
başladı. İçlerinde Hz. Peygamber’in hastalık dolayısıyla böyle konuştuğunu
sananlar oldu. Hz. Peygamber’de vasiyyet yazdırmaktan
vazgeçtiler.
Kimi rivayetlere göre Hz. Ömer olayı şöyle anlatmıştır: Biz huzurdaydık.
Hz. Peygamber “Bana yedi tulum su getirin, yüzüme serpin, bir de kalem getirin.
Size bir şey yazdırayım ki benden sonra asla yol yitirmeyesiniz.” buyurdular.
Zevceleri Rasûlullah’ın istediklerini getirin dediler. (Kimi rivayetlerde bu
sözü söyleyen kişinin Zeyneb b. Cahş olduğu nakledilmiştir) Bense, “Susun, siz
o kadınlarsınız ki Rasûlullah hasta olunca ağlıyor görünmek için gözlerinizi
yumarsınız, esenleşince de boğazını sıkarsınız.” Bu söz üzerine Hz. Rasûl “Bu
kadınlar sizden hayırlıdırlar” 138
buyurdu ve odadan çıkmamızı istediler.
Gölpınarlı bu konuyla ilgili verdiğ ibaşka bir rivayeti İbn Sa’d’ın
Tabakat’ından almıştır, Cabir şöyle rivayet etmiştir; Hz. Peygamber ölüm
halinde ümmet için bir şey yazdırmak, ümmetin yol yitirmemesini başka birininde
yollarını vurmamasını sağlamak için bir vasiyyetname yazdırmak istediler.
Gene Gölpınarlı Hanbel’in Müsned’inden şu rivayeti aktarıyor: İbn Abbas
diyor ki; Hz. Peygamber’in vefatı yaklaşınca “Bir koyun kemiği getirin de size
bir şey yazdırayım. Benden sonra sizden iki kişi bile birbiriyle ayrılığa
düşmesin.” buyurdular. Zevcelerinden biri “Yazıklar olsun size Hz. Peygamber
vasiyyet yazmak istiyor” dedi. Şeklinde olayı anlatmıştır.
İbn Abbas’tan gelen başka bir rivayette şöyledir: Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] vefatlarıyla
sonuçlanan hastalıklarında, “Bana bir kağıt kalem getirinde size bir şey
yazdırayım. Ondan sonra asla yol yitirmezsiniz.” buyurdu. Hz. Ömer, “Rum
şehirlerinden filan şehir feşman şehir öylece kalacak mı? Rasûlüllah bu
şehirleri fethetmeden vefât etmeyecek. Vefât ederse bile tekrar dirilmesini
beklemeliyiz; nitekim Musa Peygamberi de İsrailoğulları beklediler” dedi. Hz.
Peygamber’in eşi Zeyneb, “Duymuyormusunuz Rasûlullah Size vasiyyet etmek
istiyor.” dedi. Derken bir görültüdür koptu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] “Kalkın, gidin buyurdular.
Onlar gidincede Hz. Peygamber vefat ettiler.”
Gölpınarlı bu vasyyetin yazılmış olsa dahi uygulanmmıyacağını,
yazılmasına engel olanların bu sefer Hz. Peygamber kendinde değilken yazıldı
deyip vasiyyeti kabul etmeyeceklerini belirttikten sonra Buhari’den naklen Hz.
Ömer’in şöyle dediğini naklediyor: Hastalık Rasûlullah’ın bütün duygularını
kaplamış, elinizde Kur’an var, Allah’ın kitabı bize yeter. Daha sonra Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e istediğinizi getirelim mi? Diye
sorulunca “Bundan sonra neye yarar?” buyurduklarını anlatıyor.
Son olarak Gölpınarlı, Taberani’den aldığı şu rivayetle uygulanan çifte
standardı göstermeye çalışmıştır: “Birinci halife ölümüyle sonuçlanan hastalığında
Osman b. Affân’ı yanına çağırdı. Gelince ona “Yaz” dedi. “Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adıyla, bu Ebû Kuhâfe oğlu Ebû Bekir’in müslümanlara vasiyyetidir;
emmâ bâd “Bu sözlerden sonra kendinden geçti. Osman halife baygınken onun adına
“Ben size, yerime geçmek ve halife olmak üzere Ömer b. Hattab’ı bıraktım.
Hayrınız için ne gerekiyorsa yaptım.” Sözlerini yazdı. Hz. Ebû Bekir kendine
gelince “Ne yazdın?” diye sordu. Hz. Osman yazdıklarını okuyunca “Allahu Ekber,
ne yazdıysan kabul ettim.” dedi, ona dûa etti.
Hz. Ebû Bekir’in cenaze işleri bitince Hz. Ömer elinde bir hurma dalıyla
halkın huzurunda oturdu. Ebû Bekir’in azadlı kölesi Şedid vasiyetnameyi elinde
tutuyordu. Ömer halka, “Dinleyin Rasûlullah’ın halifesi Ebû Bekir’in
vasiyyetine itaat edin. Halife diyor ki: Ben bu hususta sizin hayrınızı
diledim, bu taksirde bulunmadım. Şedid vasiyyeti okudu ve kabul edildi.
Gölpınarlı bu rivayetle şu noktaya değinmek istiyor; Hz. Peygamber
hastayken O’na vasiyyet yazdırılmamıştır fakat birinci halife baygınken yazılan
vasiyyet halka bir emir telakkıy edilmiştir.
Gölpınarlı’nın görüşlerini bu şekilde özetledikten sonra şunları söylemek
istiyoruz, insan bu iddalardan sonra Sünnilerin vasiyyet olayından hiç
bahsetmemesini bekliyor. Ama durum böyle olmamıştır. Bu tarz bir olayın hiç
vukû bulmadığının anlatılması yerine Hz. Peygamber’in Ali’yi değil Ebû Bekir’i
yerine halife bırakmak istediğinin anlatıldığı meçhul bir vasiyyetten söz
edilmiştir. Madem ki hem sünni hem şii kaynaklar Hz. Peygamber’in vefatından
önce bir vasıyyet yazdırmak istediğni anlatıyor, o zaman böyle bir olayın olma
ihtimalini de göz önünde tutmalıyız.
Ancak anlayamadığım rivâyetlerin Hz. Ali’yi kendisi ile ilgili tüm
konularda bu kadar silik, Ömer’in ve Ebû Bekir’in se bu kadar akıllı, atik ve
saldırgan göstermeliri. Hz. Ali’yi mazlum göstermeyi amaçlayan birçok rivayet
onu mazlum olduğu kadar kendi haklarını korumaktan aciz, insanlara söz
geçiremeyen biri olarak da gösteriyor. Bu tür vasıflarsa insanın halifeliğe
uygun olmaması sonucunu doğuruyor. Hz. Ömer’in tasviri ise haklı olmadığı
ortamlarda bile insanları korkutup sindirerek dediğini yaptırabilen, Hz.
Peygamber’e rağmen sözünü dinletebilen diktatör bir tipleme. Her ne kadar Hz.
Ömer sert mizaçlı, sinirli biri olsada, Hz. Peygamber’in dinlenmeyip Ömer’in
dinlenmesi mümkün olamaz. Savaştaki başarıları ortadayken ve Haşimoğulları’nın
desteğini de arkasına almışken, Hz. Peygamber’in soyunun devam ettirileceği
vasıflarına sahipken Hz. Ali’nin Ömer’den çekinip, on akarşı haklarını
koruyamama sebebinin ne olduğunu biz anlayamadık. Hz. Ali’nin Rasûlullah’ı
yalnız bırakmamak için kalem kağıt almaya gitmemesi de ayrıca ilginç bir idda.
Hz. Ali gibi Rasûlullah’ın hiçbir sözünden çıkmayan biri nasıl olurda böyle
hayati bir isteği yerine getirmez, kağıdı isteyecek bir kişidemi bulunmaz?
Tüm bu anlattıklarımız Hz. Peygamber’in Müslümanlara bazı şeyler vasiyyet
etmiş olabilecaği, onların da Allah elçisinin huzurunda tartışmış
olabilecekleri ihtimalini ortadan kaldırmaz. Bu tartışma ortamındaysa öne çıkan
isim herzaman Hz. Ömer. Hz. Ömer’i böyle davranmaya iten şey Rasûlullah’ın
Ömer’in arzu etmediği birini halife tayin etmesi böylece Hz. Ömer’e halife olma
kapılarının kapanacağı korkusu olabilir mi? Oysa Hz. Peygamber yerine birini
halife tayin etmek istese tek cümleden oluşan bu kelamı söyleyebilirdi.
Hz. Peygamber ölümüne yakın Hz. Ali’yi çağırmış, cenaze işlemlerinin,
kendisinin yıkanması gibi işlerin Ali tarafından yapılmasını istemişti. Hz.
Peygamber 142 başı Hz.
Ali’nin göğsündeyken vefât ettiler.
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] vefat ettiği zaman Ömer Medine’de, Ebû Bekir
ise Medine’ye bir mil mesafedeki Sünuhtaydı.
Hz. Ali Rasulullah’ı yıkarken şöyle söylüyordu: Babam anam feda sana,
senden başkasının vefatıyla kesilmeyecek olan şey, Peygamberlik, din haberleri,
gökten gelen hükümler senin vefatınla kesildi. Başkasından ayrılsak teselli
bulurduk; senden ayrılığaysa teselli yok, bu sana mahsus, elemin herkeste var;
kimse bu elemden hariç değil, bu umumi bir şey. Sabrı emretmeseydin, feryaddan
men etmeseydin, gözyaşlarım tükeninceye kadar ağlardım sana; feryadım
kesilmezdi, elemim bitmezdi, gene de bu senin için az görünürdü. Fakat neyleyim
ki ölüme karşı durmaya kimsenin gücü yok, bunu düşünüp susuyorum. Babam anam
feda olsun sana; Rabbinin katında bizi an, şefaat kanadını üzerimize ger.”
Hz. Ali Rasûlullah’ı perde ile ayrılmış bir yerde Abbas’ın oğulları Fazl
ve Üsame ile yıkıyordu. Ensâr arka taraftan, “Ya Ali Resûlullah’a hizmetten
bizi mahrum etme” dediler. Bu söz üzerine Ali, Evs b. Havli’yi içeri aldı.
Zühre oğulları da “Bizler Rasulullah’ın ana tarafından yakınlarıyız” dediler.
Onlardan da Abdurrahman b. Avf içeri alındı. Abbas’ın oğlu Kusem’in, Hasan ve
Hüseyin’in ailenin yardımcısı Şükran’ın da orada bulunduğu söylenmiştir.
Yapılacak şeyler bitince orada bulunan sahâbe, namazında kimin imamet
edeceğini sordular. Hz. Ali “Rasulullah hayatta da imamızdı şimdi de imamız,
kılan kendisi kılsın” dedi. Önce kendisi namazını kıldı, ashab da bölük bölük
gelip namazını kıldılar.
Nereye gömüleceği konuşulurken Bakî Mezarlığı’na götürelim diyenler oldu.
Hz. Ali Rasulullah’ın “Ben vefat ettiğim yere defnedilirim” buyurduklarını
hatırlattı. Böylece Hz. Ayşe’nin evine gömülmesi kararlaştırıldı.
Medine’de biri Mekkeliler’in diğeri Medineliler’in olmak üzere iki mezar
kazıcısı vardı. İkisine de haber salındı. Hz. Ali Allah’a hangisi daha hayırlı
olacaksa onun gelmesi için dûa etti, önce Medineliler’in mezarcısı olan Ebû
Talha geldi. Rasulullah Pazartesi günü vefat etmişlerdi. O gün, Salı günü ve
gecesinde namazı kılındı. Çarşamba gecesi sabaha karşı defnedildi. Zevceleri
biz kazma seslerini duyup Rasûlullah’ın defnedilmekte olduğunu anladık derler.
Hz. Ali, Rasulullah’ı kabre indirdiler; mübarek yüzlerini kıblaya çevirdiler ve
kefeni yüzlerinden açtılar, lâhitte biriken topraktan bir miktarını serptiler,
sonra kabirden çıktılar. Kabri yerden bir karış dört parmak yükselttiler.
Üstünü düz bir hale getirdiler ve su döktüler.
1.3.
Beni Saide Sakıyfe’sinde Halife Seçimi
Hz. Peygamber’in cenaze işleri görülürken Ensâr’ın Hazrec boyu Sa’d b.
Ubâde’nin halife olması için çabalamaya başlamıştı. Haşimoğulları’yla birlikte
Hâlid b. Sa’dü’l-Emevi, Berâ b. Âzibü’l-Ensari, Selman, Ebû Zerr, Mikdad ve
Zübeyr gibi birçok isimse bu işe Hz. Ali’nin uygun olduğu görüşündeydi. Hz.
Ömer, Ebû Ubeyde, Mugiyre, Abdurrahman b. Avf gibi bazı sahabelerse Hz. Ebû
Bekir’in hilafetine taraftardılar.
İbn Hişam’ın anlattığına göre Hz. Ebû Bekir ve Ömer, ensârın Benî Saide
Sakıyfesi’nde toplandığı haberini alınca Hz. Peygamber’in yıkanması, techiz ve
tekfini tamamlanmadan hemen oraya gittiler. Yolda Ebû Ubeyde’ye rastlayıp onuda
yanlarına aldılar.
Ensâr Sa’d b. Ubade’yi hasta olduğu halde yatağıyla Sakıfe’ye
getirmişlerdi. Sa’d Allah’a hamd-ü senâ’dan sonra ensârın dine olan
yardımlarını, düşmanlarla savaşlarını hatırlatmış, Hz. Peygamber’in ensârdan
râzı olarak dünyâdan gittiğini, hilafetin herkesten önce onlar tarafından
düşünülmesi gerektiğini söylemişti. Bu sözlere ensar hep bir ağızdan katıldı.
Sa’d b. Ubade’yi çekemeyen Hazrec’in önde gelenlerinden Beşir b. Sa’d,
“Ey ensar dedi, Allah’a and olsun ki biz müşriklerle savaşıp dini ilerletmede
üstünüz ama bu işte, Allah’ın rızasını kazanmaktan, Peygamber’in buyruğuna
uymaktan başka bir amacımız yoktu; bu yüzden de halka karşı başımızı yüceltmeye
kalkışmamız doğru olmaz. Biz dine dünya dileğiyle yardım etmedik; bu Allah’ın
bize nasib ettiği bir nimetti. Muhammed Kureyşten’dir. Onun boyunun hilafete
geçmesi daha doğrudur. Bu hususta Allah’a and olsun ki hiç kimse beni, onlarla
savaşa girişmiş göremez” dedi.
Derken Abdurrahman b. Avf ayağa kalkıp, “Ey ensar, sizin birçok
faziletiniz var; bunu söylemek gerek, fakat şu da muhakkak ki aranızda Ebû
Bekir, ömer ve Ali gibi kişilerden biri yok” dedi.
Bunun üzerine Münzir b. Arkam, “Biz adlarını andığnız kişilerin
üstünlüklerini inkâr etmiyoruz, hele bu üç kişiden biri, bize hükmetmeye
kalkarsa bir kişi bile ona muhalefette bulunmaz.” dedi. Bu sözle Ali’yi
kastediyordu. Ensar hep birden “Biz Ali’den başkasına biat etmeyiz” dedi.
Zübeyr’de Hz. Ali’nin halifeliğini isteyenlerdendi. Kılıcını çekmiş
“Ali’ye biat edilmedikçe kılıcımı kınına sokmam” diye bağırıyordu. Hz. Ömer’in
işaretiyle Zübeyr’in üstüne hücum ettiler, kılıcını alıp kırdılar.
Müslümanların halifelik konusunda öne sürdükleri delillere karşılık
kaynaklar orada bulunan ensarın Hz. Peygamber’in Arap kabilelerinden birine
özel bir değer vermediğini, hiçbir nesle hilafet konusunda işaret etmediğini
söylemişlerdir.
Gene kaynaklar bize Hz. Ebû Bekir’e biat etmeyen kişiler olduğunu
bildirmiştir. Ensar’ın halife adayı olan Sa’d b. Ubade, Hz. Ömer’in tüm
zorlamalarına rağmen biat etmemiş, Şam’ın Havran bölgesine gitmiş, orada atılan
zehirli bir okla öldürülmüştür. Sa’d’ın cin çarpması yüzünden öldüğü, bu yüzden
cesedinin yeşilleşti ği söylenmiş, konu burada kapanmıştır.
Sakife’de bunlar olurken ehl-i beyt cenaze işleriyle meşguldü.
Mes’ûdî’nin rivayetine göre Abbâs Ali’ye “Ey kardeşimin oğlu, gel sana biat
edeyim de iki kişi bile artık senin hilafetine muhalefette bulunmasın” demiş,
Zehebi’de ise bu olay şu şekilde yer almıştır. “Elini uzat da biat edeyim,
peygamber’in amcası, Peygamber’in amcasının oğluna biat etti densin, bu
takdirde boyunun hepsi de sana biat eder; biat tamamlanınca da artık
bozulmasına imkan yoktur.” Cevheri ise şöyle bir rivayet verir; Abbas’la
Ali’nin yanına Ebû Süfyan gelip hatırlarını sormuş, Abbas Ali’ye elini uzatmış
biat etmek istemiş, eğer Ebû Süfyan gibi ileri gelen biri de sana biat ederse
Abdülmenaf oğullarından bir kişi bile sana muhalefet etmez, o zaman Kureyş’ten
hiç kimse etmez, Kureyşliler etmezse hiçbir Arap etmez demiş, Hz. Ali ise, “Ben
Rasûlullah’ın cenazesiyle meşgulüm” demiştir.
1.4.
Hz. Ebûbekir’in Halife Seçilmesi Karşısında
Hz. Ali ve Haşimoğullarının Tutumu
Hz. Peygamber’in hizmeti henüz bitmemişken mescidden tekbir sesi duyuldu.
Hz. Ali şaşırarak “Bu nedir?” diye sordu. Abbas ise “Hiç böyle bir şey
olmamıştı, ben sana demiştim” ya da “Senin kabul etmediğin oldu” dedi.
Gölpınarlı’nın anlattıklarına göre sahabeden bir topluluk Hz. Ali’ye biat
etmek istiyordu. Fakat Ali, Hz. Peygamber’in cenazesiyle meşguldü; onu bırakıp
kendisine biat almakla uğraşamazdı. Bu hem inançlarına, hem karakterine tersti.
Ayrıca Abbas’ın Ali’yi kınar tarzda söylediği sözlerde gereksizdi. Çünkü Hz.
Peygamber Ali’nin velayetini zaten halka bildirmişti. Ebû Süfyan’ın Ali’ye biat
etmek istemesi,
Medine’yi savaşçılarla doldurma
vaadi ise boy gayreti gütmekten, müslümanlar arasına nifak sokmaktan başka bir
şey değildi.
Abbas ve Ebû Süfyan kendisine biat etmek istedikleri zaman Hz. Ali
şunları söyledi, “Ey insanlar, fetneler dalgalarını kurtuluş gemileriyle asın,
birbirinizden nefret etme yolunu yarın geçin, övünmek tacını başlarınızdan
atın. Ancak kanatlanıp uçanlar yahut teslim olup esenliğe kavuşanlar kurtulur.
Bir sudur ki kokmuş, bir lokmadır ki yiyenin boğazında kalmış, kursağına
oturmuş vakitsiz olmamış meyvayı da devşirmeye kalkışan, bitmeyecek yere tohum
ekene benzer. Bir şey söylesem baş olmaya hırsı var derler, sussam ölümden
korktu derler. Şu büyük küçük savaşlardan sonra buna imkân var mı? And olsun
Allah’a ki ölüme çocuğun anasının memesine düşkün olmasından daha düşkünüm.
Birde şu var, öyle gizlenmiş bir bilgiye sahibim ki açsaydım size, derin mi
derin kuyulara sallanmış ipler gibi sallanırdınız, titrerdiniz.”
Gene Nehcü’lBelaga’da, Ebû Süfyan’ın Hz. Peygamber’in ölümünü ve Ebû
Bekir’in halife seçildiğini öğrenince Ali ve Abbas’ın ne yaptığını sorduğu,
evlerinde oturdukları söylenince de “Andolsun Allah’a sağ kalırsam onların
başlarını en yüce mertebeye ulaştıracağım. Kalkan tozu dumanı kandan başka bir
şey yatıştırmaz” demiş, Medine’ye gelince de “Ey Haşimoğulları hükmetmek
hususunda insanların tamahını kökünden sökün, hele Teyyim ve Adiy boyunun bu
tamaha düşmesine hiç meydan vermeyin. Hüküm ve hükümet sizden çıkmıştır, gene
size dönmeli. Bu işe Ebü’l-Hasan’dan başka hiç kimse layık değildir” şeklindeki
beyitleri irşad etmiştir.
Hz. Ali’den yüz bulamayan Ebû Süfyan halifenin ve yakın çevresinin ondan
kuşkulandıklarını anlamıştı. Yanlarına gitti. Hz. Ömer şerrinden emin olunmayan
bu adama Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in davrandığı gibi
davranalım, sadakadan beytü’l-Malden birşeyler verelim dedi, verdiler. Böylece
Ebû Süfyan halifeye biat etti. Ancak Taberi, Ebû Süfyan’ın Suriye’ye gönderilen
ordunun başına oğlu Yezid komutan tayin edilinceye kadar halifeye biat
etmediğini nakleder.
Hz. Ebû Bekir’in halife seçildiğini duyan Ali ensarın ne dediğini sormuş,
bir emir bizden bir emir sizden teklifini duyunca da şöyle dimiştir,
“Rasûlullah’ın iyilerine iyilikte bulunmayı, kötülükte bulunanları bağışlamayı
vasiyyet buyurduğnu söylemediler mi? Emir olma hakkı onlarda bulunsaydı onları
vasiyyet etmezdi.” Kureyş’in ne dediğini sordu, Rasûlullah’ın Kureyş şeceresine
mensup oluşunu delil getirdiler dendi, Ali, “Şecereyi delil getirdiler, meyvayı
yitirdiler” demiştir.
Hz. Ebû Bekir’e başta Ali olmak üzere birçok kimse biat etmemişti. Bunlar
arasında Abbas, Fazl, Zübeyr, Halid b. Said, Mikdad, Selman, Ebû Zerr, Ammar b.
Yâsir, Berâ b. Âzıb, Ubeyy b. Ka’b, Huzeyfe, Ubâde b. Sâmit, Ebü’l-Heysemi’t-
Tayyihan gibi seçkin sahabeiler vardı. Bunlar geceleyin toplandılar. Halife
seçiminin yeniden ve tüm muhacirin ve ensarın anlaşmasıyla halledilmesini
istiyorlardı.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer (bir rivayete göre Mugıyra’nın yönlendirmesiyle)
Abbas’ın evine gitmiş, Haşimiler’in biatini sağlamak istemişti. Aralarında
geçen tartışmadan sonra Abbas “Rasulullah bir ağaçtan ki biz o ağacın dalları,
budaklarıyız. Sizse o ağacın gölgesinde oturmaktasınız” deyip biat etmemiştir.
Hz. Ali’nin biatini ne pahasına olursa olsun almak isteyen Ebû Bekir,
Ali’yi getirmesi için Ömer’i yollamıştı. Hz. Ali mescide gelince, “Ya Ebû Bekir
bizimde bu işte hakkımız yok muydu?” diye sordu. Ebû Bekir ise “Evet ama ben
fitne çıkmasından korktum” diye cevap verdi.
Bu münakaşadan sonra Hz. Ali ve taraftarlarının Fatma’nın evinde
toplandığını öğrenen halife gurubu dağıtması ve Ali’yi getirmesi için yolladı.
Ömer eve gelince Ali ile aralarında tartışmalar oldu, bir sonuç çıkmadı. Bu
sefer Hz. Ömer yanında Halid b. Velid, Zeyd b. Sabit, Abdurrahman b. Avf,
Muhammed b. Mesleme’nin de içinde bulunduğu bir gurupla geldi. Eline bir meşale
almıştı. İçeridekilere dışarıya çıkmalarını söyledi. Hiç kimse dışarı çıkmadı.
Hz. Ömer bu sefer, Allah’a and olsun ki dışarıya çıkmazsanız evi içindekilerle
beraber yakarım” dedi. Oradakiler Ömer’e ama Fatma da burada dediler. Hz. Fatma
kapıya çıktı Ömer’le yüzyüze geldi. Ömer’e “Beni evimde yakmaya mı geldin?”
diye sordu. Ömer ise “Evet, bu iş babanın getirdiğini sağlamlaştırır. Rasûlullah’ın
hiç kimseyi seni sevdiği kadar sevmediğini biliyorum ama bu yapacağınız işten
beni alı koymaz dedi.
Yakubi Hz. Ömer ve yanındakiler içeri girince Hz. Ali’nin kılıcının
kırıldığını, Zübeyr’in kınsız bir kılıçla çıkıp Ömer’e saldırdığını ayağı kayıp
kılıcının düştüğünü, Ömer’le gelenlerin O’nu tutukladıklarını bildirir.
Evin içinde Hz. Fatma, Ali, Hasan ve Hüseyin’den başka hiç kimse
kalmadığı halde, Hz. Ömer “Evi içindekilerle beraber yakın” demekteydi. Hz.
Fatma kapı önüne gelmişti, karnına gelen bir darbe sonucunda altı aylık çocuğu
Muhsin’i
düşürmüştü. Hz. Fatma, “Evimden çıkmazsanız saçlarımı döker, Allah’a sığınır,
sizi şikayet ederim diyordu. Bunun üzerine çıkıp gittiler.
Hz. Ali gene Ebû Bekir’in huzuruna götürülmüş ama biat etmemişti. İbn
Ebi’l- Hadid’den gelen bir rivayete göre Hz. Ali Fatma’yı bir eşşeğe bindirmiş,
gece vakti ensarın kapılarını çalarak onlardan yardım istemişti.
Çok daha sonraları Muaviye Hz. Ali’ye yazdığı bir mektupta “Daha dün
evindeki kadınını geceleri bir merkebe bindiriyor, oğullarının ellerinden
tutuyor, kapıları çalıyor, halkı yardıma çağırıyordun, unutkan olsam bile Ebû
Süfyan’a seni bu işe tahrik ettiği zaman söylediğin sözü unutmam, “Azim ve
irade sahibi 40 kişi bulsaydım hakkımı dilerdim.” demiştin diyerek bu olaya
işaret etmiştir.
Yakubî, Hz. Ali’nin ailesinin hayatlarından endişe edip ensârdan yardım
istemesinin sebebini şöyle açıklar: “Pazartesi günü Sakıyfe’de yapılan biatten
sonra halk Salı günü mescidde durumdan memnuniyetsizliğini Ebû Bekir’e bildirdi.
Daha sonra bir topluluk Ali’ye gelip biat etmek istedi. Ali ise onlara
“başlarınızı traş edip (ölüme hazırlanıp) gelin” dedi. Ancak ertesi sabah
sadece 3 kişi geldi. Bu olay üzerine Hz. Ali hanımı ve çocuklarını korumak
hususunda ensardan yardım istemiştir. Bu durum üzerine ensar, “Eğer Ebû
Bekir’den önce biat isteseydi onu hiçkimseyle bir tutmaz biat ederdik” demiş,
bu sözler üzerine Hz. Ali “Şaşılacak şey Hz. Peygamber’in cenazesini
yıkanmadan, kefenlenmeden evinde bırakıp riyaset için savaşmamı mı istiyordunuz.”
demiştir. Gene Fatma’nın “Ebu’l-Hasan gerekli vazifesini yaptı, onlarda
yapacaklarını yaptılar. Allah’da bunu onlardan soracaktır” dediğini Yakubî
nakletmiştir.
İnsanı dehşete düşüren bu rivayetlerden sonra halife seçimi ve Hz.
Ali’nin biatiyle ilgili anlattığı birkaç ilginç noktaya değinip, konuyla ilgili
farklı rivayetlere geçmek istiyorum. Bunların ilki Hz. Ebû Bekir’e biat için
yoğun çaba harcayan sahabelerin ilk iki halifenin yöneticilikleri zamanında
kayırıldıklarıdır. Hz. Ebû Bekir, ona ilk biat edenlerden Üseyyid b. Hudayr’ı,
bütün ensardan üstün tutardı. Hz. Ömer, Üseyyid’e kardeşim demiş, ölümünden
sonra da kabrinin başında oturup “yeryüzünde hiç kimse bu kabir sahibinden
iyiyim diyemez” demiştir. Hz. Ömer Ebû Ubeyde’yi Romalılar’la savaşan orduya
kumandan yapmış, “ölmemiş olsa onu yerime halife bırakırdım” demiştir.
Mugiyra’ya zina haddi vurdurmamış, Abdurrahman b. Avf’ı da ölümünden sonra
kurulacak olan şuraya başkan tayin etmiştir.
İkinci konu Hz. Ebû Bekir’in halife seçiminde ensarın kendi içindeki
kabileciliğin yani Evs ve Hazrec boylarının rekabetinin oynadığı roldür.
Üçüncü nokta ensarın Hz. Ali’nin orada bulunmamasına rağmen Ali’nin
hilafetini istemesi, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde’nin kargaşadan yararlanıp halife
seçimini bir oldu bittiye getirmesidir.
Gene Gölpınarlı’ya göre Zübeyr, ensarın kendisini desteklemeyeceğini
anlayınca Hz. Ali’ye taraf olmuş ve bu desteğini uzun süre sürdürmüştür.
Ensar’ın halife adayı Sa’d b. Ubade ile Hz. Ömer arasında Sakıyfe’de
geçen, birbirlerini ölümle tehdit ettikleri münakaşadan bir süre sonra Sa’d’ın
göç ettiği Havran’da zehirli bir okla öldürülmesi de ilginçtir.
Mescitteki biat sırasında Medine’ye gelen Eslemoğulları alış veriş için
gelmişti. İstedikleri ticareti yapabilmeleri için Eslemoğulları’na Hz. Ebû
Bekir’e biat şartı konmuştur, onlarda topluca biat etmişlerdir.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer, Rasulullah’ın defninde bulunmamıştır.
Hastalığı ağırlaşınca Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Ümmü Seleme’nin evine gitmiş, Ayşe’nin ısrarı
üzerine diğer hanımlarının rızâsını alarak Ayşe’nin evine gitmiştir.
Rasûlullah Ayşe’nin değil Ali’nin kucağında ölmüştür.
Hz. Peygamber’in Bakıy Mezarlığı’na gömülmesi fikri ağır basmışken Hz.
Ali, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in öldüğü yere gömülmek
istediğini belirtmiş, Rasûlullah’ın Ayşe’nin evine gömülmesine sebep olmuştur.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer Haşimoğulları biat etmeyince Abbas’ın evine gitmiş,
Hz. Ömer Abbas’a “Sanmayın ki gelişimiz sizden yardım istemek, sizin bize uymanızı
sağlamak için. Amacımız müslümanları birleştirmek ve muhalefetin sesinin
duyulmasına engel olmak. Bu işin ziyanı size ve muhalefette bulunanlara
dokunur” diyerek en başından Abbas’ı tehdit etmiştir.
Hz. Ali, Fatma’nın vefâtına kadar Ebû Bekir’e biat etmemiş, Hz. Fatma’nın
ölümünden sonra müslümanlar arasında ayrılık olmaması için, dinden dönenler ve
sahte peygamberlerle mücadele gibi konularda halifeye destek olmak için biat
etmiştir. Kaynaklarda Hz.
Ali’nin biatiyle ilgili farklı rivayetler de vardır. Genel eğilim müslümanların
Sakıyfe ve Mesciddeki biatine Hz. Ali ve taraftarlarının katılmadığı, ilerleyen
günlerde bu kişilerin tek tek biat ettiği yönündedir.
Sakıyfe toplantısında Hz. Ali’nin bulunmayışı ilgilide farklı rivayetler
öne sürülmüştür. Hz. Ali’nin böyle bir toplantıdan haberi olmadığı idda
edilidiği gibi , cenaze işleriyle uğraştığını ya da üzüntüden eve kapandığını
söyleyenler olmuştur. Kimi rivayetlerse o sırada Benû Haşim’in durum
değerlendirmesi yaptığı yönündedir.
Ali’nin biatiyle ilgili görüşlerden, ikinci gün genel biatle birlikte
biat ettiği, ve uzun bir aradan sonra biat ettiğine dair rivayetler şeklinde
sınıflandırılabilir. Hemen biat ettiğine dair rivayet Taberi’de yer alır, buna
göre Hz. Ali ebû Bekir’e biat edildiğini duymuş, üzerini tam olarak giymeden
koşup mescide gitmiş ve Ebû Bekir’e biat etmiştir.
Belazuri’den gelen bir rivayette ise mescidden gelen tekbir sesini duyan
Ali ve Abbas saşırmışlar, Abbas “Söylediğim gibi, bu iş sana dönmeyecektir.”
demiş. Bunun üzerine Ali Ebû Bekir’in yanına gitmiş, O’na “Bizim de bu işte bir
hakkımız yok muydu?” diyerek kırgınlığını belirtmişti. Ebû Bekir’in fitne
çıkmaması kaygısıyla böyle yaptığını söylemesi üzerine Ali, “Ben biliyorum ki
Rasûlullah namaz kılmakla seni görevlendirdi, sen mağarada iki kişiden birisin.
Ancak burada bizimde hakkımız vardı, sen bizimle istişare etmedin, Aallah seni
affetsin” dedi ve ona biat etti.
Başka bir rivayetse Hz. Ebû Bekir’in kendisine biat etmeyen Zübeyr ve
Ali’yi ayrı ayrı çağırttırması, müslümanların birliğini bozmakmı istediklerini
sorması, onlarınsa hayır diyerek hemen biat ettiğidir. Kimi rivayetlerde Ebû
Bekir’e sadece mürtedlerin ve irtidatı düşünenlerin biat etmediği
vurgulanmıştır.
İkinci gurup rivayetlerse Hz. Ali’nin 6 ay sonra biat ettiğini söylerken
kimileri 40 gün sonra Hz. Ömer’in tehditleri yüzünden biat ettiğini söyler.
Rivayetlerin geneli biatin Hz. Fatma’nın ölümünden sonra olduğu noktasında
toplanmıştır. Taberi’nin naklettiğine göre Hz. Fatma’nın ölümünden sonra halk
Ebû Bekir’e biat etmediği için Ali’den uzaklaşmıştı. Bu durumdan rahatsızlık
duyan Hz. Ali’de biat etmiştir.
Bazı rivayetlerde ise Hz. Ali’nin kısa süre sonra biat ettiği, ancak
Fatma ve Ebû Bekir arasında Fedek yüzünden soğukluk girdiği, bu yüzden Ali’nin
biati Fatma’nın ölümünden sonra tekrarladığı anlatılır.
Tüm bu rivayetlerin ışığında şunları söyleyebiliriz, Hz. Ali ve yakınları
halifelik seçiminde kendilerine danışılmadığı, yangından mal kaçırılır gibi
halife seçildiği, kendi derdine düşen müslümanların Hz. Peygamber’in cenazesine
saygısızlık ettikleri gibi konular yüzünden en azından kırılmışlardır. Bu
yüzden biati geciktirdiler. Herkesin söz hakkının olduğu adil bir seçim yapılsa
zaten çıkacak sonuca râzı olurlardı. Bu hususta Hz. Ali’nin Nehcü’l-Belaga’da
ki şu sözleri kayda değerdir. “Allah biliyor ki kalbimde ve nefsimde böyle bir
istek yoktu. Yardımma ve düşüncelerime başvurulmamasına, düşmanlıkla ve inatla
bu işten uzak tutulmama darıldım. Buna rağmen Alalh’a hesap vereceğimi
düşünerek nefsime engel oldum. İnşallah yarın gelip biat edeceğiz”.
Seçimle ilgili olarak Zübeyr’in, “Biz istişareden geri bırakıldığımız
için kızmıştık” dediği İbn kesir’de anlatılmıştır.
Biatın gecikmesinin sebeplerinden biride Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] ’in ölümüyle yıkılmış olan Fatma’nın Hz. Ebû Bekir’in hilafetini
istememesi ve Fedek yüzünden ona kırılmasıdır.
Bu yüzden Ali, hanımının vefatına kadar halifeden uzak durmuş, ölümünden
sonra kimi kaynaklara göre yalnız gelmesi şartıyla Hz. Ebû Bekir’i konuşmak
için cağırmıştı. Hz. Ömer Ebû Bekir’den başına bir şey gelebilir kaygısıyla
gitmemesini istemiş, buna rağmen Ebû Bekir konuşmaya gitmiştir. Ali’nin
kırgınlığını belirtmesi üzerine Ebû Bekir onun gönlünü almaya çalışmıştır.
Ertesi gün mescidde toplanılmış, Ebû Bekir söz almış, Ali’nin faziletlerini
dile getirmiştir. Daha sonra söz alan Ali ise “Ben Ebû Bekir’in faziletlerini
bildiğim halde ona biat etmemiş değilim. Ancak biz bu işte bizimde hakkımız
olduğuna inanıyorduk, bu hak elimizden alındı.” demiş, sonra da biat etmiştir.
Orada bulunanlar Hz. Ali’nin bu davranışını, takdirle karşılamış, müslümanlar
arasında olumlu bir hava oluşmuştur.
Bu konuyla ilgili anlatılabilecek birçok rivayet olmasına karşın biz bu
kadarını yeterli görüyoru ve başka bir konuya geçmek istiyoruz.
Hz. Peygamber, Hayber’in fethi sırasında Payına düşen Fedek Hurmalığını
İsra Sûresi’nin 26. ayeti ve Rum Sûresi’nin 38. ayeti nedeniyle en yakını olan
Hz. Fatma’ya vermişti.
Hz. Ebû Bekir hilafeti güçlenince Fatma’nın çalışanlarını Fedek’ten çıkartmış,
araziyi Beytü’l-mâl adına zapt etmişti. Halife bunu yaparken “Biz
Peygamberlerin mirası yoktur, bıraktıklarımız sadakadır” hadisine dayanmıştı.
Bu olay üzerine Hz. Fatma halifeye gelmiş ve mirasını istemiştir. Ayrıca
Hz. Ali ve Abbas da miraslarını istemişlerdi. Zaten Fedek miras değil, daha
hayattayken kızına hediye ettiği bir şeydir. Gölpınarlıya göre Hz. Ebû Bekir,
ne Fatma’nın, ne Ali’nin, ne Rabah’ın, ne Ümmü Eymen’in, ne de Hasan ve
Hüseyin’in şahitliklerini kabul etmiş, ne de Hz. Peygamber’in ailesine bir şey
vermiştir.
Bu konuyla ilgili hadis ve tarih kitaplarında çokça geçen bir rivayet Hz.
Ayşe’den gelmiştir. Buna göre Ayşe, “Fatma Ebû Bekir’e gelerek Allah’ın
Peygamber’ine tahsis etmiş olduğu mirasını istedi. Fatma o esnada Hz.
Peygamber’in Medine ve Fedek’teki hisselerini ve Hayber’in humusundan geriye
kalanı istiyordu. Ebû Bekir ona, “Biz Peygamberler miras bırakmayız,
bıraktıklarımız sadakadır” dediğini bu maldan Âl-i Muhammed’in de
yiyebileceğini, bu konuda Rasûlullah’ın uygulamasından başka bir şey
bilmediğini ifade ederek Fatma’nın isteğini geri çevirdi. Fatma bundan dolayı
Ebû Bekir’e kırıldı, ondan ayrıldı ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı.
Rasûlullah’tan sonra 6 ay yaşadı. Vefat ettiği zaman kocası Ali namazını
kıldırdı, Ebû Bekir’den herhangi bir izin almadan defnetti.” demiştir.
Hz. Ayşe’den gelen başka bir rivayette Fatma mirası almaya Abbas ile
birlikte gelmiştir.
Ümmü Hani’den gelen rivayet ise çok daha ayrıntılıdır. Fatma Ebû Bekir’e
gelerek, “Sen öldüğün zaman sana kim varis olur” diye sormuş, Ebû Bekir’de
“Oğlum ve ehlim” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Fatma, “O halde
Rasûlullah’ın mirası bizden başka kimi ilgilendirir?” demiş, Ebû Bekir ise, “Ey
Rasûlullah’ın kızı ben babana ev, mal, altın, gümüş gibi şeylerde varis
olmadım” demiştir. Fatma, “Evet, ancak Allah’ın ona tahsis ettiği hissesi ve
Fedek’teki hakkı bize düşmez mi?” demişti. Ebû Bekir’in cevabı, “Ben
Rasulullah’tan duydum, bunlar
Allah’ın bizi doyurduğu şeylerdir, ben öldüğüm zaman müminlerindir.”
buyurdu demiştir.
Hz. Ebû Bekir ve Fatma arasında geçen konuşmaya dair benzer birçok
rivayet vardır. Bunların hepsinde Fatma kırılmış ve bir daha bu isteğini
tekrarlamayacağını belirterek oradan ayrılmıştır.
Enes’ten nakledilen farklı bir rivayette ise Fatma Ebû Bekir’e
“Biliyorsun ki Rasûlullah hisselerinden biz ehl-i beytine miras bıraktı”
diyerek bu konuyla ilişkilendirdiği ganimetin 1/5’inin Hz. Peygamber,
yakınları, yetimler ve yolcular için olduğuna dair ayeti okudu. Ancak halife
humusun tamamının Hz. Peygamber’in ailesine ait olup olmadığı hususunda
kararsızdı. Ayrıca akrabaların kalabalık bir gurup olduğunu söylüyordu. Gene
Ebû Bekir, Hz. Fatma’ya güvendiğini, eğer babasından açıkça bunları Fatma’ya
verdiğini duymuşsa malları alabileceğini söyledi. Hz. Fatma, babasının
kendisine özel bir şey söylemediğini, fakat bu ayet inince Hz. Peygamber’in
“Allah Âl-i Muhammed’e Zenginlik verdi.” dediğini 171 anlatmıştır.
Gene kimi kaynaklar miras isteyenin sadece Hz. Fatma olmadığını, Hz.
Peygamber’in hanımlarının da paylarını istediklerini, yalnız Hz. Ayşe’nin
babasıyla aynı görüşü paylaşıp diğer eşlere karşı çıktığını anlatır. Müminlerin
anneleri Hz. Osman’ı elçi olarak göndermiş ancak Hz. Ebû Bekir bu isteklerini
red etmiştir.
Şia’ya göre bu olaya çok kırılan Fatma halka bir konuşma yapmış,
Kuran’dan haklılığını anlatan ayetler okumuş, halifeye karşı onlardan yardım
istemiştir.
Şia’nın bu iddalarına karşılık sünnilerde Zeyd b. Ali’den rivayet
ettikleri kimi rivayetlerle Hz. Ebû Bekir’in haklılığını kanıtlamaya çalışmışlardır.
Hz. Ömer’den gelen farklı bir rivayet daha biatın ilk günü Hz. Fatma gelip
mirasını istemişti. Hz. Ebû Bekir O’na, “Bağ olarak mı, bahçe olarak mı, arazi
olarak mı?” diye sordu. Fatma ise “Fedek ve Hayber Medineliler için sadakadır,
Sen öldüğün zaman kızlarının alacağı şekilde olan mirasımı istiyorum” dedi. Hz.
Ebû Bekir, “Vallahi baban benden hayırlıdır, sen de kızlarımdan hayırlısın,
fakat Hz Peygamber “Biz miras bırakmayız, bıraktıklarımız ancak sadakadır”
buyurdu. Eğer mevcut malları babanın sana verdiği hakkında bilgin kesin ise
dediklerini kabul eder senin sözünü tasdik ederim” dedi. Fatma ise “Ümmü Eymen
gelip babamın Fedeği bana bıraktığını söyledi” dedi. Halife, “Babandan bizzat
duyduğunu söylersen seni kabul ederim” deyince Fatma, “Bildiklerim sana
söylediklerimden ibarettir” dedi.
Bu miras meselesiyle ilgili anlatacağımız son rivayet Hz. Ali ve Abbas’ın
halifeye gelip miraslarını istemeleriyle ilgilidir. Ebû Bekir bunu bahsedilen
hadise dayanarak red etmiştir. Hz. Peygamber’in vermediği birşeyi ben veremem
demiştir. Hz. Ali ise Kur’an’da geçen Peygamberlerin miraslarıyla ilgili
ayetleri okumuştur. (Süleyman’ın Davud’a mirascı olması, Zekeriyya’nın kendine
mirascı istemesi, Yakub’un ailesine mirasçı olması gibi). Ebû Bekir ise
“Söylediklerin doğru, benim bildiklerimi sen de biliyorsun” demiş, Hz. Ali’nin
Kur’an’dan okuduğu ayetlere karşı hadisle amel etmeyi tercih etmiştir. Hz. Ali
ve Abbas orayı terk etmiş, konu da 174 kapanmıştır.
1.6.
Kur’an’ın Toplanmasıyla İlgili Rivayetler
Tarih boyunca Şia’nın Kur’an-ı kerim’e nasıl baktığı hep bir spekülasyon
konusu olmuştur. Ehl-i Sünnetteki genel kanı Şia’nın Kur’an’ın tahrif
edildiğine inandığı yönündedir. Şii alimler içinde bu düşünceyi haklı bulmamıza
neden olacak kişiler olduğu gibi, sağduyu sahibi ve kaynaklarda geçen bu tür
rivayetleri red eden alimlerde mevcuttur.
Tahrife inanan Şiileri böyle düşünmeye sevkeden şey Kur’an’da açıkca Hz.
Ali’nin velayeti, 12 İmam ve Mehdi inancını anlatan ayetleri bulamamış
olmalarıdır. Bu beklenti onlarda öyle bir hastalık haline gelmiştir ki, Hz.
Ali’nin velayetinin açıkça geçmediği kitap Allah’ın kelamı olan Kur’an olsa
bile, O’nda tahrif olduğunu idda edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Gölpınarlı, Kur’an’da tahrif olduğunu kesinlikle red eden Şii
alimlerdendir. O’na göre Kur’ân sûreleri bizzat Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] tarafından tertib
edilmiş, isimlendirilmiştir. Rasûlullah’ın âyetler indikçe, bu âyetleri filan
sûrenin filan yerine koyun
diye emir buyurduğu da hadislerle sâbittir.
Gölpınarlı daha Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
sağlığında sûrelerin isimlendirildiği ve müslümanlar tarafından okunduğu
hakkında birçok rivayete yer verir. Mesela, Ebû Said el-Hudri Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in kendisine Fatiha Sûresinin Kur’an’ın mânen
en büyük ve ulu sûresi olduğunu söylediğini anlatmakta, Abdullah b. Mes’ud Hz.
Muhammed’in Nisâ Sûresini okuduğunu söylemekte, Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme
ise tavafta, Kâ’be’nin yanında namaz kılarken Tûr Sûresini okuduklarını anlatmaktadır.
Hz. Ayşe’den gelen Bakara Sûresinin faize dair ayetleri inince secdeye varıp
okuduklarını söylemesi ve buna benzer sayısız rivayet, Gölpınarlı’ya göre bu
konuya örnektir.
Gölpınarlı, Kur’an’ın Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] zamanında yazılmış ve ezberlenmiş olduğunu,
ancak Yemâme savaşında Kur’an’ı ezbere bilenlerin çoğunun şehid olması yüzünden
müslümanların kaygılandığını, halife Hz. Ebû Bekir’in Kur’an’ı tek bir mushaf
olarak toplatıp çoğalttırmak için harekete geçtiğini anlatır. Hz. Ebû bekir bu
görevi Rasûlullah’ın vahiy katiplerinden Zeyd b. Sabit’e vermiştir. Zeyd başta
bu görevin sorumluluğundan korkmuş ve kabul etmek istememişse de kendisi gibi
konunun uzmanı olan Hz. Ali, Osman, Uby. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer ve
Abdullah b. Zübeyr’in yardımlarıyla Kur’an’ı cem etmiştir. Bu iş yapılırken
bütün sahabelerden yanlarında bulunan Kur’an ayetleri istenmiş, her ayet için
en az iki şahid aranmıştır.
Bu işi yaparlarken Zeyd, Berâe Sûresinin son iki ayetini bulamamış, daha sonra
bu ayetler Hz. Peygamber’in tanıklığını iki şahide denk saydığı Zü’ş-Şehadeteyn
Ebû Huzeyme’nin yanında bulunmuştur. Bu iki ayette yerine konup Kur’an’ın
toplanması tamamlanmıştır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ali’nin Kur’an’ı cem etmesi, Gölpınarlı’ya
göre Ali’nin ayetleri nüzul sırasına göre tertib etmek istemesindendir. Yoksa
cem edilen Kur’an’da eksiltmeler ya da eklemeler bulunması Hz. Ali’nin kabul
edeceği bir şey değildir. Bu iddalar Allah’a, Rasulüne kitabına ve Ali’ye
atılmış büyük iftiralardır.
Sonuç olarak Gölpınarlı’ya göre bugün elimizde bulunan Kur’an, Hz.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e inen bütün ayetleri toplamış, bizzat
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
tarafından tertib edilmiş bulunan Kur’ân-ı Mecid’dir. Kur’ân-ı daima
okumak gerekir ve o kıyamete dek bize şefaatçidir. Kur’ân’la gerçek ve yalan
birbirinden ayrılır. Gulâtın ve Bâtıniler’in hiçbir mesnede dayanmayan saçma ve
kasıtlı rivayetleri asla kabul edilemez.
1.7.
Hz. Ali ve Kur’an-ı Kerim
Hz. Ali Kur’an-ı Kerim’i en iyi bilen sahabelerden biriydi, hatta
muhtemelen en iyisi. O’nun “Bana Allah’ın kitabından sorun, Allah’a and olsun
ki ben Kur’an’daki herbir ayetin ne zaman ve ne hakkında nâzil olduğunu
bilirim. Çünkü, Rabbim bana akleden bir kalp ve çok sorup soruşturan bir lisan
lutfetti.” şeklindeki sözü birçok kaynakta yer alır. İbn Abbas’la birlikte Kûfe
kurrasının hocası olan ve pek çok alim yetiştiren Hz. Ali, insanlara Allah
kelamını, Rasûlullah’ın Sünnetini öğretmek için yoğun çaba harcamıştır.
Hz. Ali, 5 yaşından itibaren Hz. Peygamber’in yanında olmuş, ölümüne dek
O’ndan ayrılmamıştır. Bu durum O’nun güzel ahlakı ve üstün zekasıyla birleşince
ortaya bir Kur’an ve Sünnet otoritesi çıkmıştır.
Hz. Ali, Rasûlullah’ın vahiy katiplerinden biridir. Ayrıca O, Hz.
Peygamber’in Kur’an’ı öğretmekle görevlendirdiği 7 meşhur sahabiden biridir.
Hz. Ali’nin Kur’an’ı Rasul-i Ekrem’in hayatında ezberlediği akla daha uygun
olsa da, bunun aksini idda eden rivayetler de vardır. Mesela Buhâri’de geçen
bir hadiste Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Kur’an’ı bu 4
kişiden; Abdullah b. Mes’ud, Sâlim, Muâz b. Cebel, Übey b. Kab dan öğrenin”
buyurmuştur. Ancak İbn Nedim,
Hz. Ali’nin Kur’an’ı ezberleyen kişilerin ilki olduğunu söyler.
İslami ilimler konusundaki engin bilgisi, onun ayrı bir mushafa sahip
olup olmadığı, kıraat farklılıklarına, anlam merkezli okumaya, hadis yazımı,
içtihad metodları gibi konulara nasıl baktığı, İslâm tarihi boyunca tüm
mezheplerin etrafında şekillendiği Ali’nin görüşlerini öğrenmemiz bizce zorunlu
kılmaktadır.
Tevatür derecesine ulaşan rivayetlerden anlıyoruz ki ilk dönem
müslümanları için Kur’an’ın lafzından çok manası önemli idi. Bu yüzden
Kur’an’ın anlam merkezli olarak okunup aktarılması gayet normal karşılanıyordu.
Kaynaklar bize farklı kıraatlerin Hz. Osman zamanında yasaklandığını,
resmi mushafın dışında kalan ve farklı kıraatler içeren Kur’an’ların
yakıldığını ve bu konuda Ali’nin Hz. Osman’ı desteklediğini anlatmaktadır.
Böylece müslümanlar arasında farklı kıraatler yüzünden çıkan ihtilafların önü
alınmıştır.
Sünni alimler kıraat farklılıklarıyla ilgili iznin Kur’an’ın nuzül
dönemiyle sınırlı olduğunu, bu iznin de insanların Kur’an’ı daha kolay anlaması
için olduğunu
savunurken Şia, Kur’an’ın 7 harf üzere inmediğini, kıraat farklılıklarının
ümmeti sıkıntıya sokmaktan başka bir işe yaramadığını, Rasûlullah’ın ise ümmete
sıkıntı olabilecek birşeyi Allah’tan istemeyeceğini savunur. Ehl-i beyt
imamlarından farklı kıraatlere dair rivayetler gelmemesi de bundandır. Farklı
kıraatlerin varlığnıı rededen birçok rivayeti de konuyu açıklamak için
anlatırlar. Mesela Fudeyl b. Yesar birgün Ebû Abdillah’a “İnsanlar Kur’an’ın 7
harf üzerine nâzil olduğunu söylüyorlar, siz bu konuda ne dersiniz?” diye
sormuş, Ebû Abdillah’tan “Allah düşmanları yalan söylüyorlar. Kur’ an tek bir
harf üzerine, bir olan Allah tarafından indirilmiştir.” diye cevap vermiştir.
Buna Karşın Hz. Ali’nin kimi ayetleri farklı okuduğuna dair çeşitli
rivayetler vardır. Bu rivayetlerin şaz kategorisinde olduğu ve kesin sayılarını
belirtmenin zorluğu ortadadır. Ancak bazı tefsir ve hadis kitaplarındaki
kayıtlar Ali’nin Mâide 5/107, En’âm 6/33,159, Enfâl 8/6, Hûd 11/42, R’ad 13/31,
İbrahim 14/46, Nahl 16/9, İsra 17/44, 102, Kehf 18/102, Ankebût 29/3, Rûm
30/54, ahzâb 33/40, Yasin 36/52, Zuhruf 43/13,41,57,77, Tûr 52/21, Necm 53/15,
Vâkıa 56/29, Asr 103/1 ve Hümeze 179
104/9. ayetlerini mütevatir adledilen kıraatlerden farklı olarak
okuduğunu anlatır. 9
Ancak verdiğimiz bu örnekler kimi alimlerce anlam merkezli okumayla
farklı kıraatlerin aynı şey olmadığı belirtilerek eleştirilmiş, 7 harf
kıraatinin anlamla ilgili bir husus olmayıp lafzın telaffuzuyla ilgili olduğu
vurgulanmıştır.
Kaynakların çoğu Hz. Ali’nin Rasûlullah’ın vefâtından hemen sonra
insanların hafifmeşrep tutum ve davranışlarından rahatsız olup evine
kapandığını ve Kur’an’ı 3 gün içinde cem ettiğini anlatır. Ancak hafif
meşreplik olarak çevrilen “tayraten” kelimesi istikrarsızlık, kararsızlık, ne
yapacağını bilememe, acelecilik gibi anlamlara da gelir ki bu anlamlar Hz.
Peygamber’in vefâtından sonra müslümanların içinde bulunduğu durumu anlatmaya
daha uygundur. Bu toplama işini Ali’nin ezberden mi yaptığı, yoksa ayrı yerde
bulunan sureleri mi birleştirdiği hakkında elimizde kesin bilgi yoktur.
Şii kaynaklarda Hz.
Ali’nin mushafı ezberden değil, Hz. Peygamber’den aldığı yazılı metinlerden
topladığı inanç yaygındır. Bu görüşü savunanlara göre Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] ölüm döşeğindeyken
Ali’ye, “Kur’an sayfaları ipek kumaş parçaları ve kırtaslara yazılmış bir halde
yatağımın başucunda durmaktadır. Onları al ve derle. Onu Yahudilerin tevrat’ı
heder ettikleri gibi heder etmeyin” buyurmuş, bu emir üzerine Hz. Ali kalkmış,
Kur’an ayetlerinin yazıldığı muhtelif nesneleri sarı renkli bir kumaşla
bohçalayıp evine götürmüştür. Bu dağınık parçaları bir mushaf haline
getirinceye dek cübbesini giyip dışarıya çıkmamaya yemin etmiştir.
1.9.Sahife, Câmia, Cefr, Fatma Mushafı
Kaynaklar Hz. Ali daha yaşarken birtakım insanların O’nun başka
hiçkimsede olmayan bilgilere sahip olduğunu düşündüğünü anlatmaktadır.
Buhâri’deki bir hadise göre Ebû Cuhayfe adlı bir kişi Hz. Ali’ye gelmiş, “Sende
Kur’an’dan başka bir ilim var mı?” diye sormuş, Hz. Ali ise Allah’ın kendisine
lutfettiği akıl ve idrak kapasitesi ile temel dini metinlerden istinbat ettiği
bazı manâlar (hükümler-sonuçlar) dışında 181
herkesin bildiğinden farklı bir ilime sahip olmadığını belirtmiştir.
Gene Hz. Ali birçok defalar kendisinin Allah’ın kitabı ve kılıcının
kınında taşıdığı hadis sayfası dışında bir bilgiye sahip olmadığını, Hz.
Peygamber’in O’na özel bilgiler vermediğini belirtmiştir.
Ahmed b. Hanbel’de Hz. Ali’nin şöyle bir söz söylediği nakledilir, “Şunu
bilin ki ben ne bir peygamberim ve ne de bana vahiy geliyor. Ben sadece gücüm
yettiğince Allah’ın kitabı ve elçisinin sünnetiyle amel ediyorum.”
Ancak bu rivayetler kimi şiileri ve mutasavvıfları tatmin etmemiş olacak
ki, kimi şiiler Hz. Ali’nin diğer imamlara tevarüs eden gizli bilgilere sahip
olduğunu savunurken, mutasavvıflar bu bilgilerin tevarus yoluyla kimi
mürşidlere geçtiğini savunmuşlardır. Hz. Ali’nin “Allah’ın kitabından bana
isteğinizi sorun” şeklindeki sözünü “Bana kıyamete dek vukû bulacak herşey
hakkında sorun” biçimine dönüştürmüşlerdir.
Şii kaynaklarda geçen ve çoğu Ebû Abdillah’a dayandırılan garip
rivayetler vardır, bunlar dialog şeklindedir ve istenilen cevaplara uygun
sorularla yönlendirilir. Gayet uzun olan bu metinleri özetleyecek olursak
birinde Ebû Cafer şöyle demiştir: “Câmia uzunluğu Allah Rasulü’nün arşını ile
yetmiş arşından Rasûlullah’ın Ali’ye yazdırdığı içerisinde helal ve haramların,
yaralama diyetine kadar insanların muhtaç oldukları herşeyin olduğu bir
sahifedir. Bizde “Cefr” vardır, o deriden bir kaptır ki içerisinde nebilerin,
vasilerin ve İsrailoğulları’ndan geçmiş alimlerin ilmi vardır. Bizde Fatma
mushafı vardır. O sizin bu Kur’an’ınızdan üç kere daha büyük bir mushaftır.
Vallahi onun içerisinde sizin Kur’an’ınızdan tek bir harf yoktur. Ve bizde
meydana gelmiş olayların ve kıyamete dek olacakların bilgisi vardır.”
Kuleyni’de geçen bu rivayetin benzerleride vardır,
-
Cefr içi ilimle dolu olan
sığır derisidir.
-
İki Cefr vardır, beyaz
Cefr, kırmızı Cefr. Beyaz Cefrin içerisinde Davud’un Zebûr’u, Musa’nın
Tevrat’ı, İsa’nın İncil’i, İbrahim’in Suhufu, helal ve haram olanların bilgisi
ve Fatma mushafı vardır. Onda Kur’an ayetleri yoktur fakat ihtiyaç duyulan
herşeyin ilmi, hatta celde, yarım celde, çeyrek celde ve yaralama diyeti
vardır. Kırmızı cefrde ise silah vardır, bu Cefr öldürme cezası için öldürmeye yetkili
olan tarafından açılacaktır.
Gene Ebû Abdillah’tan naklen, Hz. Fatma’nın babasının ölümü yüzünden çok
üzüldüğü, Allah’ın Fatma’yı teselli etmek için bir melek gönderdiği, Ali’nin de
meleğin söylediklerini yazıp bir mushaf oluşturduğu ve mushafta helal ve harama
dair hiçbir bilgi olmayap geleceğin bilgisi olduğu anlatılmıştır.
Bir başka rivayetse Fatma mushafında Hasanoğullarına dair hiçbir bilgi
olmadığı, Hüseyin’in soyunun bilgisi ve Peygamber’in silahı olduğuna dairdir.
Ancak anlattığımız tüm bilgilerin ortak noktası müshaf, câmia gibi
kitapların Kur’an’dan farklı metinler olduğu ve Kur’an’ın tahrifiyle bağlantısı
olmadğıını göstermektedir. Hz. Ali’nin bir sahifesi olduğu, buna Hz.
Peygamber’den okuduğu kimi şeyleri yazdığı ve kılıcının kınında taşıdığı
herkesçe bilinen birşeydir. Bunun dışında Hz. Ali’nin yazdığı tefsir bilgileri
ve benzeri şeyler çocuklarına intikal etmiş olabilir. Bu tür bir kitabın
varlığı onda geleceğe ait bilgilerin ya da gizli vahiylerin olduğu anlamına
gelmez. Ayrıca Hz. Fatma’nın kendisine ait bir mushafı olması da doğaldır.
Çünkü Hz. Ayşe, Hafsa, Ümmü Seleme gibi bir çok sahabenin kendilerine ait
mushafları vardır. Hal böyleyken Hz. Fatma’nın bir mushafı olması bunun çeşitli
notlar içermesi neden garip olsun?
Hz. Fatma, Ehl-i Beyt içerisinde Rasûlullah’a ilk kavuşandır. Ehl-i Beyt
kanalıyla gelen rivayetlerde babasından sonra 95 gün yaşamışlardır. Diğer bazı rivayetlerde babasının vefatıyla
çok sarsılan Fatma’nın hastalandığı, her geçen gündaha kötüye giderek
babasından 5,5 ay sonra yani 3 Ramazan 11’de öldüğü yönündedir.
Kaynaklarda Hz. Fatma’nın gece vefât ettiği ve gene kendi isteğiyle ölümü
kimseye haber verilmeden gömüldüğü anlatılır. Kendisini Hz. Ali yıkayıp
kefenlemiştir. Gene kaynaklar Fatma’nın namazını Abbas’ın kıldırdığını, O’nu
mezara Ali ve Fadl b. Abbas’ın indirdiğini, gömülmesi hususunda Hz. Ebû
Bekir’den izin alınmadığını ve Hz. Fatma’nın başka bölgelerde insanların tabuta
konup mezara götürüldüğünü öğrenmesi üzerine tabuta konmayı istediği ve eşi
Ali’nin onun bu vasiyyetini yerine getirdiğini anlatır.
Hem halife seçimi, hem Fedek arazisi yüzünden Ebû Bekir ve Ömer’e kırgın
hatta küs olduğu idda edilen Fatma hasta iken Ebû Bekir’in O’nu ziyarete
geldiği, içeri girmek için izin istediği, Ali’nin hanımına izin verip
vermediğini sorduğu Şa’bi tarafından anlatılır. Bunun üzerine Fatma eşine “O’na
izin vermemi ister misin?” diye sormuş, Ali “İsterim” deyince izin vermiştir.
Hz. Ebû Bekir Fatma’nın gönlünü almak istemiş, “Vallahi Allah’ı, Rasûlünü, Siz
ehl-i beytini razı etmekten başka ehlime ve kavmime bir şey bırakmadım” diyerek
Fatma’nın gönlünü almaya çalışmış, kendini affettirene kadar da oradan
ayrılmamıştır. Ancak Şii kaynaklarda Hz. Fatma’nın birlikte gelen Ebû Bekir ve
Ömer’i evine kabûl etmediği, buna rağmen Hz. Ali ile konuşarak içeri
girdikleri, Hz. Fatma’nın onların selamını almadığı, onların yanında yüzünü
duvara dönerek oturduğu anlatılmaktadır.
Hz. Fatma’nın vefatından sonra Hz. Ayşe içeri girmek istemiş ancak orada
bulunan Esma bnt. Umeys bunu kabûl etmemiştir. Ayşe gidip bu olayı babasına
şikayet edince Hz. Ebû Bekir nedenini Esma’ya sormuş, Esma Fatma’nın kimsenin
içeri sokulmamasını vasiyyet ettiğini söylemiştir.
Gene kimi kaynaklarda Hasan ve Hüseyin’in annelerinin Rasûlullah’ın
yanına gömülmesini Hz. Ayşe’den istediklerini ancak Ayşe’nin “Sevmediğim bir
kimseyi benim odama defnetmeyin” dediği anlatılır. Her ne kadar Günal, bu rivayetin Hasan ve
Hüseyin’in böyle bir şey isteyemeyecek kadar küçük olduklarını söyleyerek yanlışlığını
ispatlamaya çalışsa da, ne Fatma’nın, ne Ali’nin, ne de Hasan ve Hüseyin’in
hiçbirinin Rasulullah’ın yanına gömülmediği gerçeği göz önüne alınınca
doğruluğu da mümkündür. Fatma ve ailesinin Rasûlullah’ın yanına gömülmeyi ne
kadar çok isteyecekleri şüphe götürmez ancak onlardan hiç biri Hz. Ayşe’nin
evine gömülemezken başta ilk 2 halife olmak üzere birçok sahabenin oraya
gömülmesi bizce manidardır. Ayrıca Hz. Fatma’nın yıkanması ve gömülmesi
esnasında ailesinden başka hiçkimseyi istememesi bizce sahabeye karşı duyduğu
kırgınlığın sonucudur. Ancak O’nun asaleti ve kibarlığı göz önüne alındığında
evine gelen Ebû Bekir ve Ömer’e kötü davranmış olması da bizce muhtemel
değildir.
Nehcü’l-Belâga’da Hz. Ali’nin Fatma’nın defni sırasında Rasûlullah’a
şöyle hitab ettiği anlatılır: “Selâm olsun sana benden ve civarına inen, sana
pek çabuk kavuşan kızından yâ Rasûlullah. Senin seçilmiş kızından ayrıldığımdan
dolayı sabrım azaldı, kudretim kalmadı. Ancak senden ayrılmam, senin vefâtını
görmek çok daha büyük bir acıydı, Ona sabrettikten sonra buna da sabretmek
gerek. Seni kabrine yatırdım; senin ruhun boynumla göğsüm arasında kabzedildi.
Emânetin benden alındı, bana verdiğin elimden çıktı. Fakat Allah beni de senin
bulunduğun yere alıncaya dek derdim sürüp gidecek, gecelerim uykusuz olarak
sabahı bulacak. Ümmetinden çektiklerimizi sana kızın haber verecektir, ona sor,
hadi ondan haber al. Hem de bunlar senden ayrılığımız uzamadan, senin anılışın
unutulmadan olup bitti. Selâm olsun ikinize de, Selâm verip ve dua eden kişinin
selamıyla, incinmiş darılmış kişinin selamıyla değil. Ayrılıp gidersem,
usancımdan değil, oturur derdimi söylersem de Allah’ın sabredenlere vaadettiği
ecir hakkında kötü bir zana düştüğümden değil.”
2.
İlk Üç Halife Döneminde Hz Ali
2.1.
Hz. Ebû Bekir Döneminde Hz. Ali
Kaynaklar Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesi ve Hz. Fatma ile aralarında
Fedek yüzünden geçen anlaşmazlıktan başka herhangi bir sorundan bahsetmez.
Aksine Hz. Ebû Bekir ve Ali birbirlerine karşı saygıyla davranmış ve Hz. Ali
Ebû Bekir’e her konuda yardımcı olmaktan çekinmemiştir.
Hem Hz. Ebû Bekir hem Hz. Ömer ashabla işbirliği içinde olmuş, onların
görüşlerine önem vermiş, devleti bu görüşleri göz önünde bulundurarak
yönetmiştir. Hz. Ali’nin bu iki halife döneminde aktif siyasi ya da askeri bir
görev almaması O’nun halifelere duyduğu kırgınlıkla açıklanabileceği gibi, ilk
iki halifenin iktidara alternatif olabilecek Haşimoğullarını kilit görevlere
getirmemeleriyle de açıklanabilir.
Hz. Ebû Bekir’in hilafeti döneminde iki önemli icraatı vardır. Kur’an’ın
toplanması ve dinden dönenlerle mücadele. Bu iki olayda da Hz. Ali’nin halifeye
çok büyük destek olduğunu görüyoruz. Ancak buna rağmen Hz. Ali fetih
hareketleride dahil olmak üzere hiçbir resmi görev almamış, istişare meclisinin
bir üyesi sıfatıyla halifenen danışmanlarından birisi olarak kalmıştır.
Özellikle Hz. Ömer, Ali’nin siyasi yönünden değil fıkıh bilgisinden istifade
etmeyi tercih etmiştir.
Hz. Ebû Bekir İslam’dan dönenlerle ve sahte peygamberlerle savaşmıştır.
Bu savaşlara Hz. Ali de katıldı. Müslümanları zora sokan başka bir gurup daha
vardı ki, bunlar müslüman kaldıklarını söylemelerine rağmen vergilerini yani
zekatlarını devlete vermeyi red ediyorlardı. Böyle davranan kişilerin iman ve
amelin ayrı şeyler olduğunu savunanların öncüleri olduğu söylenebilir. Ancak
Hz. Ebû Bekir iman ve amelin birbirinden ayrı olamayacağını düşünüyordu, bu
yüzden zekât vermeyenlerle . 193
savaştı.
Kaynaklarda Hz. Ebû Bekir ve Ali’nin birlikte anıldığı kimi rivayetler
vardır. Bunlardan birinde Hz. Ebû Bekir şöyle demiştir. “Allah’a yemin olsun ki
Rasûlullah’ın akrabaları, benim nazarımda kendi akrabalarımdan daha sevimli ve
üstündür.” Buna bağlı olarak şu rivayeti anlatmak istiyoruz bir defasında Hz.
Peygamber ashabı ile mescidde otururlarken Hz. Ali oraya gelmiş, bir müddet
oturacak yer aramıştı. Hz. Peygamber ona yer açılmasını ister bir biçimde
ashabın yüzüne bakarken, Rasûlullah’ın hemen sağında oturan Ebû Bekir durumu
sezmiş ve biraz yan tarafa yanaşarak “Buraya ey Ebâ Hasan” diyerek açtığı yere
oturmasını sağlamıştı. Hz. Ali gelip Rasûlullah’la Ebû Bekir’in arasına
oturmuştu. Bu duruma son derece memnun olan Hz. Peygamber “Ya Ebû Bekir
faziletli olan kişilerin faziletini ancak faziletli olanlar anlar” diyerek onu
taltif etmişti. Ukbe b. Haris’ten nakledilen bir rivayete göre de Hz.
Peygamber’in vefâtından birkaç gün sonra Ebû Bekir ile Ali birlikte ikindi
namazından çıkmışlar, Hasan’ı orada arkadaşları ile oynarken görmüşlerdi. Hz.
Ebû Bekir Hasan’ı omuzuna alarak “babasına değil Rasûlullah’a benzeyen çocuk”
diye sevmiş, Hz. Ali de bu sözlere gülmüştü.
Gene başka bir rivayetle Hz. Ali Kûfe’de iken yanına bir adam gelmiş Hz.
Ali’ye “Senden daha hayırlı bir kimseyi görmedim” diye seslenmiş. Hz. Ali adama
Rasûlullah’ı, Ebû Bekir’i ya da Ömer’i görüp görmediğini sormuş, adam üçünü de
görmediğini söyleyince Hz. Ali, “Eğer biri bana onları gördüğünü haber verirse
seni acıtacağım” demiştir. Hz. Ali’nin çocuklarından birinin adını Ebû Bekir
koyması da ona duyduğu sevginin bir sonucu olsa gerektir.
Hz. Ebû Bekir’in ölümü H. 13’tedir. Hz. Ali, Ebû Bekir’in ölümünü duyunca
istircâda bulunmuş, ağlayarak hızlı bir biçimde evine gitmiş, “Allah sana
merhamet etsin ey Ebû Bekir, vallahi sen İslam’a ilk giren, imanı tam olan,
teslimiyyet gösteren ve Allah’tan en çok korkan idin, Allah Rasûlü ile beraber
bulunup O’nu korudun; ahlak, fazilet ve hidayet olarak O’na en çok benzeyen sen
idin. Allah sana İslam’da büyük hayır ihsan etmiştir. İnsanlar Rasûlullah’ı
yalanlarken sen O’nu tasdik ettin... diye devam eden konuşmasında O’nun
faziletini dile getirmiştir.
Hz. Ebû Bekir ölmeden önce yerine Hz. Ömer’in geçmesini vasiyyet etmişti.
Bu konuyu daha önce anlattığımız için ayrıntıya girmeye gerek duymuyoruz.
2.2.
Hz. Ömer Döneminde Hz. Ali
Adiyy boyundan Hattab’ın oğlu olan Hz. Ömer çocukluğunu deve çobanlığıyla
geçirmiş, gençliğinde ticaret yapmış bir kişiydi. Babası gibi ensab bilgisini
çok iyi bilirdi. Kimi zamanlar Ukâz panayırında güreşirdi. Müslüman olmadan
önce okuma yazma öğrenmişti.
İslam tarihinde raşit halifelerin öne çıkan özellikleri vardır. Hz. Ebû
Bekir çok zeki, uyumlu, yerine göre hareket etmesini bilen bir kişiyken, Hz.
Ömer’in adil yönetimi ve sert yapısı ön plana çıkarılır. Kimi zaman aşırıya
kaçan bu sertlikler onun müslüman olmadan önce yaptığı bir çok şeyden büyük
pişmanlık duymasına yol açmıştır. Hz. Ömer cahiliyye döneminde müslüman olan
cariyesini sürekli döver, ona işkence ederdi. Aynı sert tavrını müslüman olan
kız kardeşi ve eniştesine karşı da sürdürmüştür. Ancak onların dindeki
sebâtlarından etkilenen Hz. Ömer, evinden Rasûlullah’ı öldürmek için çıkmış,
müslüman olarak geri dönmüştü.
Ancak onun sert mizacı müslüman olduktan sonra da sürdü, özel hayatında
ve hilafeti döneminde kadınlara karşı tutumu, Bedir esirleri hakkında herkesin
kendi akrabasını öldürmesine yönelik teklifi hep bu sert mizacın sonucudur.
Şii kaynaklar O’nun sert mizacıyla birlikte, Ebû Bekir’in etkisi altında
kaldığı, birçok şeyi anlamak için Ebû Bekir’e başvurduğu imajını öne çıkarır.
Ve bu iddalarına örnek olarak Hudeybiyye Barışı’nın gerekçesini anlayamayan
Ömer’in Rasûlullah’la konuştuktan sonra Ebû Bekir’e başvurmasını ve Hz.
Peygamber’in vefâtı sırasında yanına Hz. Ebû Bekir gelene kadar ki
davranışlarını gösterir.
Hz. Ömer uzun sayılabilecek hilafeti döneminde birçok ilginç icraata imza
atmıştır. Ayrıca Irak’ın bir bölümü ve Mısır, onun döneminde fethedilmiştir. O
hilafete gelince halkı cihada çağırmış, Irak’a yolladığı ordunun başına Ebû
Ubeyde’yi getirmişti. Burada yapılan savaşlarda İslam ordusuda çok sayıda kayıp
verdi ancak zafer müslümanlarındı.
Daha sonra yapılan savaşlarda ordu komutanlıklarına Talha, Zübeyr,
Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebû Vakkas getirilmişti. İranlılar’la yapılan
çetin savaşlardan sonra tüm Irak ele geçirildi. Irak’ın ele geçirilmesinden
sonra İran şahı Yezdgürd büyük bir ordu toplamaya başladı. Kûfe valisi Ammar
bunu Hz. Ömer’e bir mektupla bildirdi. Hz. Ömer ne yapılması gerektiğini
mescidde ashaba danıştı. Hz. Osman, Ömer’in de savaşa gitmesi fikrini ileri
sürdü. Fakat Hz. Ali buna karşı çıktı ve “Toplumun başı merkezden ayrılırsa
karışıklık çıkabilir.” dedi. Hz. Ömer Ali’nin fikrini kabul etti ve orduya
gereken emirleri verip uğurladı.
Bu ordu büyük başarılar elde etti ve İslam topraklarına Nehavend,
azerbaycan, Taberistan, Kirman, Sicistan ve civar şehirleri kattı.
Bu gelişmelerin akabinde Ebû Ubeyde kumandasındaki bir ordu Suriye’ye
gönderildi. Ömer de savaşa katılmak istiyordu. Ali gene müdahale etti ve dedi
ki, “İleriye gitmesi yahut bozulması ne ordunun çokluğuyla ne azlığıyla. Bu din
Allah’ın dinidir, Allah meydana çıkarmıştır. Bu ordu O’nun hazırladığı, O’nun
yardım ettiği ordudur. Böylece ne olacaksa olur, biz Allah’ın vaad ettiğine
kavuşuruz; ordusuna o yardım eder. Karşıdakiler seni gördülermi Arab’ın direği
derler; onu kestik mi rahat ediriz; bu yüzden sana saldırırlar. Sen değirmen
taşının çivisi gibi yerinde dur, arap senin çevrende dönsün. Esas yıkılırsa
herşey yıkılır, gider. Bir daha da düzene girmez. Ordu onlara nisbetle az bile
olsa İslam gayretiyle çoktur. Sen burada kal, orduyu gönder. Biz nice çok
kişilerle savaşmışız da Allah’ın yardımı ile üst olmuşuzdur.
Hz. Ali’nin Ömer’e yaptığı bu nasihatlerden sonra onun Ömer’e düşman
olduğu, takiyye yaptığı gibi iddalar bizce hiç mantıklı değildir. Eğer Ali Hz.
Ömer’e düşman olsa ölmesi ihtimalini göz önünde tutarak onun savaşa gitmesini
isterdi. Ama Hz. Ali iktidar hırsıyla değil, müslümanların huzurunu önceleyerek
hareket etmiştir.
Başka ilginç bir gelişme de Hz. Ömer’in fazla mal mülk edindiği için
Halid b. Velid’i ordu komutanlığından azletmesidir.
Bu dönemde karşılaşılan başka bir olay da Mısır ve Irak’ta ortaya çıkan
büyük vebâ salgınıydı. Sam’daki salgında 25 bin kişi ölmüştü. Hz. Ömer onları
ziyaret etmek için yola çıktı. Şam’ın kumandan ve idarecileri yolda onu
karşıladı. Bu karşılayanlar arasında Ebû Ubeyde el-Cerrah, Yezid b. Ebû Süfyan
ve Halid b. Velid de vardı. Vebâ salgınının vehameti anlaşılınca Hz. Ömer ve
yanındakiler şehre girip girmemekte tereddüte düştü. Ebû Ubeyd halifeye,
“Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Hz. Ömer, “Evet Allah’ın
kaderinden gene Allah’ın kaderine sağınıyorum. Bir adam develeriyle yan yana,
biri çorak biri mümbit iki vadinin olduğu bir yere inse ve develerini çorak
vadide otlatmaya çalışsa bu develerin kaderi midir?” dedi ve Medine’ye geri döndü.
Vebâ salgınında Yezid b. Ebû Süfyan, Süheyl b. Amr, Haris b. Hişam gibi birçok
idareci vefât etmiştir. Bu olay Hz. Ömer’in kaza ve kadere dair bakışını
göstermesi açısından bizce önemlidir.
Hz. Ömer Ali’nin fıkıh bilgisine hayran olmuş ve Ali’den herzaman
faydalanmıştır. Hz. Ömer’in “En iyi hüküm verenimiz Ali’dir” ve “Ali’nin
olmadığı yerde fıkhi bir problemle karşılaşmaktan Allah’a sığınırım.”
şeklindeki sözleri de bunun göstergesidir. Gene Ömer bu fıkhi bilgisinden
dolayı Ali’yi Medine kadısı 202 yapmıştır.
Hz. Ömer Filistin ve Suriye seferi sırasında Hz. Ali’yi yerine askeri
vekil olarak bırakmış, takvimin başlangıcı olarak Hicretin alınmasını Hz.
Ali’nin teklifiyle kabul etmiştir.
Hz. Ömer’le Ali arasında geçen kimi olaylar vardır ki bunlar düşmanlığa
değil ancak kuvvetli bir dostluğa işaret eder. Hz. Ömer Ali’ye “Ya Ebâ Hasan,
ben senin kızınla evlenmek istiyorum çünkü Rasûlullah’ın “kıyamet günü bütün
nesepler ve hısımlıklar kesilecektir ama benim nesebim ve hısımlığım hariç”
dediğini duydum deyince Hz. Ali, “O’nu sana göndereyim de gör” demiş, Ümmü
Gülsüm’ü ona göndermiştir. Hz. Ömer Ümmü Gülsüm’ü beğenmiş, Hz. Ali de kızını
Ömer’le evlendirmiştir. Hz. Ömer, Ümmü Gülsüm’ü taltif etmek için ona 40 bin
dirhem mehir vermiştir.
Hz. Ömer’in halifeliğinin bir döneminde kuraklık olmuş, insanların birçok
defalar yağmur duasına çıkması sonuç vermemişti. Hz. Ömer bir gün Abbas’ın
yanına gitti. Yanına Abbas, Ali, Hasan ve Hüseyin’i alarak yağmur dûasına
çıktı. D3uanın hemen ardından yağmur yağdı ve insanlar rahatladı.
Hz. Ömer müslümanlara maaş bağlarken Hasan ve Hüseyin’i Bedir ashabından
saymış onlara 5’er bin dirhem tahsis etmişti. Hz. Peygamber’in yakın
akrabalarına daha bol maaş vermişti. Oğlu Abdullah bu işe üzüldü ve babasına
Hasan ve Hüseyin doğmadan önce müslüman olduğunu söyleyerek kırgınlığını
belirtti, Hz. Ömer oğluna, “Yazıklar olsun sana Abdullah, sen bana onların
dedesi gibi dede, babası gibi baba, annesi gibi anne, nenesi gibi nene, teyzesi
gibi teyze, dayısı gibi dayı, amcası gibi amca getirebilir misin” diyerek
oğlunun fazla maaş isteğini red etti.
Şiiler Hz. Ömer zamanındaki kimi uygulamaların yanlış olduğuna inanır.
Bunlardan biri Hz. Ömer’in daha Ebû Bekir’in hilafeti döneminde müellefetü’l-
kulûba zekat verilmesini yasaklamasıdır. Gene Hz. Ömer ezandan “Hayya alâ
hayri’l-amel” sözünü insanları cihaddan alıkoyar düşüncesiyle çıkarttırmış ve
sabah ezanına “Es-Salâtu hayrun minennevm” sözünü ekletmiştir. Teravih namazını
cemaatle kıldırmış, hac törenlerinde tevâf-ı nisâyı yasaklamıştır. Hz. Ömer bir
kerede ve bir sözde üç talakın olabileceğine hükmetmiş, teyemmümle namaz
kılınmamasını istemiştir. Devlet gelirleriyle ilgili olarak bugünkü maliye
bakanlığının karşılığı olan bir divan kurdurmuş ancak gelirlerin dağılımında
Hz. Peygamber’in hanımları ve ashabı sınıflara ayırmış ve İslam’da sınıf
farklılığının ilk olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur.
2.3.
Hz. Ömer’in Vefatı ve Şura
Hz. Ömer bir sabah namazı esnasında daha önce tartıştığı bir köle
tarafından bıçaklanmış, kısa bir süre sonrada vefât etmiştir. Bu süre içinde
birçok kişi Ömer’e gelerek yerine halife tayin etmesini istemiştir. Hz. Ömer
Rasûlullah’ın yanına gömülme isteğini bildirsin diye oğlu Abdullah’ı Ayşe’ye
göndermiş, Hz. Ayşe’de Ömer’den “Ümmeti çobansız bırakmamasını istemiştir.”
Hz. Ömer’in kendisine başvuranlara verdiği birçok cevap kaynaklarda yer
alır. O, kendisinden hayırlı olan Ebû Bekir’in yerine birini geçirdiğini, gene
kendisinden hayırlı olan Rasûlullah’ın geçirmediğini, bu yüzden ne yaparsa
farketmeyeceğini söylemiş , başka bir konuşmasındaydı eğer sağ
olsalardı yerine Ebû Ubeyde, Ebû Huzeyfe yada Muaz b. Cebel’i geçireceğini
söylemişti. Gene kaynaklar Hz. Ömer’in yerine Ali’nin geçmesini istediğini
ancak toplumun dinamiklerinin onu Ali’yi açıkça tayin etmekten alıkoyduğu, bu
yüzden işi bir şûraya bıraktığını anlatır.
Hz. Ömer 6 kişilik şurayı tayin etmeden önce Ali’ye şöyle dedi, “Ali,
halife olursan halkın başına Haşimoğulları’nı musallat etme” sonra Osman’a
dönerek, “Halife olursan halkın başına Ümeyyeoğulları’nı getirme, getirirsen
onlar halka zulüm eder, halkta ayaklanıp seni öldürür. Emin ol sen onlara bu
işi yaparsın, onlarda sana bunu yapar” demiştir.
Hz. Ömer’in halife seçimini havale ettiği şûrâ sağlıklarında cennetle
müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşer) sağ kalanlardan oluşmaktaydı. Bunlar Osman b. Affan, Ali b. Ebû talib, Talha
b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf idi.
Ayrıca Hz. Ömer’in oğlu Abdullah gözetmen olarak şûrâda bulunuyordu.
Hz. Abbas Ali’den şûraya katılmamasını istemiş ancak Ali muhalefette
kalırız diyerek amcasını dinlememişti.
Hz. Ömer vefâtı yaklaşınca Ebû Talha el-Ensari’yi çağırıp, ben gömülünce
bunları bir eve topla, ensardan 50 silahlıyla kapıda dur, bu işi acele
bitirmelerini söyle, beşi birleşir biri muhâlefet ederse boynunu vur, dördü
birleşip ikisi ayrılırsa ikisinin boynunu vur, üç olursa Abdurrahman hangi
taraftaysa o tarafa yardım et. Diğer üçü reylerinde ısrar ederlerse onları
öldür, gün içinde hiç bir şey yapmazlarsa altısınıda kes, işi müslümanlara
bırak, kendi içlerinde bir emir tayin etsinler.
Şûrâ üyelerinin aralarında bulunan akrabalık bağlarının Osman’ın halife
seçiminde ne derece etkili olduğu bilinmesede, bu durum hep spekülasyon konuşu
olmuştur. Çünkü şûrânın başkanı konumundaki Abdurrahman’ın hanımı Hz. Osman’ın
kızkardeşiydi, Sa’d b. Ebi Vakkas da Abdurrahman’ın amcaoğluydu. Sa’d’ın Hz.
Ali ile arası iyi değildi. Çünkü Sa’d’ın annesi Ümeyyeoğullarındandı ve Ali
savaşta bu aileden pek çok kişiyi öldürmüştü. Talha Taym boyundandı ve Taym
boyu ile Haşimilerin arası hilafet meselesi yüzünden açıktı. Yalnız Zübeyr Hz.
Ali’ye taraftardı ancak, onu da halifelik hırsı sarmıştı.
Halifelik seçimi bu akrabalık ilişkileri yüzünden zaten Ali’nin aleyhine
başlamıştı. Gene Hz. Ali’nin çok genç oluşu, müşriklerle yapılan savaşlarda
öldürdüğü kişilerin ona karşı duydukları kin onun seçilmesi yolundaki
engellerdendi. Hz. Ali
Allah’ın kitabı, Rasulullah’ın sünneti ve ilk iki halifenin yolundan gidip
gitmeyeceği sorulunca Allah’ın kitabına ve Rasûlullah’ın sünnetine elinden
geldiğince uyacağını söylemiş, Kureyş’in otoritesinin sarsılacağından korkan
şûrâ üyeleride Hz. Osman’ı desteklemişlerdi.
Şûrâda olan olayları özetleyecek olursak, Ebû Talha şûrâ erkanını topladı
ve kendiside silahlı adamlarla kapıyı tuttu. Şûrâ başkanı Abdurrahman
adaylıktan vazgeçen olup olmadığını sordu. Kimse vazgeçmedi yalnız
Abdurrahman’ın kendisi adaylıktan çekildi. Hz. Ali’yi çağırarak halkın huzurunda
“Allah’ın kitabı, Rasulullah’ın sünneti ve ondan sonraki iki halifenin yolundan
gideceğine yemin edermisin? dedi. Hz. Ali “İlmim ve gücüm nisbetinde” diye
cevap verdi, aynı soru Osman’a sorulunca o tereddütsüz “Evet” dedi. Bu cevap
karşısında Abdurrahman Osman’a biat etti, orada bulunanlarda ettiler. Hz. Ali
bu durumu protesto etti. Abdurrahman ona “Ey Ali, ben bu kararı şahsi olarak
vermedim, insanlarla istişare ettiğim zaman onlar Osman’ı tercih ettiler”
deyince Hz. Ali, “Ahirette gerçeğe ulaşacaksın” diyerek oradan ayrıldı.
2.4.
Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Hz. Ali
Halife seçiminden sonra mescidde kimi konuşmalar yapıldı. Bu
konuşmalardan birini Hz. Ali’nin yaptığı, hilafetin kendi hakkı olduğunu
anlattığı ve bunun sebeplerini açıkladığına dair nakiller mevcuttur. Ancak bu
konuşmanın içeriğinin Şii
doktrinininin tüm iddalarını barındırması konuşmaya şüpheyle yaklaşılmasına
neden olmuştur.
Gene kaynaklarda halife seçiminden sonra Abdurrahman’la Mikdad’ın
tartıştığından bahsedilir.
Hz. Ali’nin Osman’a biatinin nasıl olduğu farklı şekillerde
açıklanmıştır. Belazuri biatin silah zoruyla yapıldığını söylerken, Hz. Ali’nin
hiçbir zorlama olmadan hemen biat ettiğine dair rivayetlerde vardır.
Abdurrahman, sonraları Hz. Osman’a icraatları yüzünden ona gücenmiş,
hatta bir defasında yanına adam göndererek ona şu sözleri söyletmişti; “Ne diye
halkın başına seni getirdim bilmem ki? Bende öyle meziyetler vardı ki sende
yoktu. Ben Bedir savaşında bulundum, sen bulunmadın. Ben râzılık beyatında
bulundum, sen yoktun. Ben Uhud savaşında sabrettim, sense kaçtın.”
Osman bu sözlere cevaben şöyle dedi, “Rasûlullah’ın kızı hastaydı,
kendisi beni gönderdi, bu yüzden Bedir’de bulunamadım. Fakat Peygamber beni de
o savaşta bulunanlarla beraber saydı, sizi ne ecirle müjdelediyse beni de
müjdeledi, size ganimetten ne verdiyse bana da verdi. Râzılık bey’atinde hacc
etmeye izin almaya gönderildiğim için bulunamadım. Beni orada hapsettiler.
Râzılık bey’atinde Rasûlullah kendi ellerini üst üste koyarak benim yerime de
bey’at etti. Uhud’a gelince Allah beni ve emsalimi affetti, bu konuda ayetler
indi.”
Hz. Osman bir açılışa Abdurrahman’ı da davet etmişti. Abdurrahman orada
ileri geri konuştu ve senin beyatinden Allah’a sığınırım dedi. Abdurrahman
hastalanınca Hz. Osman onu ziyarete gitti fakat Abdurrahman Osman’la konuşmadı.
Hz. Osman’ın hilafeti döneminde sahabede çeşitli husursuzluklar olmuştur.
Hz. Osman’ın yönetim kadrolarına Ümeyyeoğulları’nı getirmesi onlara hazineden
fazlaca pay ayırması gibi olaylar sahabenin ona olan desteğini azalttı. Ancak;
Hz. Osman ile Ali’yi karşı karşıya getiren olayların en önemlileri Ebû Zerr
El-Gıfari, Abdullah b. Mes’ud ve Ammar b. Yasir’in halifeden gördüğü kötü
muamele, dayağa ve sürgüne kadar giden uygulamalardı.
Bu olayların sonucunda halife ile Hz. Ali’nin arasında ki ipler gerilmiş,
Ümeyyeoğulları’nın desteği ile iktidarını koruyan Hz. Osman’ın sahabe ile arası
açılmıştı. Bu dönem Muaviye’nin de tarih sahnesine çıktığı dönemdir.
Muhalif sahabeler içinde Hz. Ayşe de yer almıştır. Tüm bu olanlara rağmen
çıkan isyan hareketlerinde Hz. Ali Osman’dan desteğini çekmemiş, Hz. Osman’ın
öldürülmesine kadar onu halkla uzlaştırmak, Ümeyyeoğullan’nın etkisinden
kurtarmak için uğtaşmıştır.
Konumuza kaldığımız yerden dönersek Hz. Osman’ın hakkındaki şikayetler
bir çığ gibi büyümüştü. Otuz dördüncü yılda Şam’dan Muaviye, Mısır’dan Abdullah
b. Sa’d, Kûfe’den Said b. As, Basra’dan Abdullah b. Amir, yani tüm önemli
valiler durumu konuşmak için Medine’ye geldi. Hz. Osman’la toplanıp halkın
hoşnutsuzluğuna karşı ne yapabileceklerini tartıştılar. Ancak halkın
problemlerini çözüm bulmak yerine şiddet uyğulamayı kararlaştırdılar. Farklı
bir şey de düşünülemezdi, zaten problem bu valilerin varlıklarıydı.
Kabul edilen strateji uygulamaya konulamadan Kûfe’de isyan başladı.
Vilayetlerin durumunu öğrenmek için gönderilen görevliler, durumun çok vahim olduğunu
anlatınca Hz. Osman kendisinden ve valilerinden hoşnutsuz olanları hac
esnasında görüşmek üzere Mekke’ye çağırdı.
Zaman geçiyor ancak iktidar politikalarında hiçbir değişiklik olmuyordu.
Kûfe’den Malik-i Eşter komutasında bin atlı, Basra’dan Hukemeyn önderliğinde
yüz elli kişi, Mısır’dan Muhammed b. Ebû Bekir, Amr b. Hamık’il-Huzi ve
Abdurrahman el-Belevi’nin de içinde bulunduğu iki bin kişi Medine’ye hareket
etmişti. Medine’deki muhalefetin ise sabrı taşmıştı. Hz. Ayşe Rasûlullah’ın
elbiselerini halka göstermede, “Bunlar daha eskimedi, Osman onun dinini
eskitti, yıprattı, öldürün na’seli, Allah öldürsün na’seli” diyerek halkı
çoşturmadaydı.
Şûrâ’da Osman’ın seçilmesine sebep olan Abdurrahman b. Avf,
uygulamalarından dolayı Osman’la konuşmuyordu. Ali’ye “Sen kılıcını al, bende
alırım” diyerek silahlı mücadele çağrısı yapmış, Hz. Ali ise bu teklifi kabul
etmemişti.
Ülkenin içinde bulunduğu durumdan endişe duyan bazı müslümanlar Hz.
Ali’nin halifeyi ikaz etmesini istemiş, ancak Hz. Osman dile getirilen
şikayetlerden rahatsız olmuş ve Hz. Ali’yi isyancıların başı olarak görmüştür.
Aralarında geçen şu konuşma gerçekten ilginçtir. Osman Ali’ye, “Sen benim
yerimde olsaydın, ben sana böyle serzenişti bulunmazdım, seni kınamazdım.
Muğure’yi Ömer tayin etmişti, ben İbn Amir’i vali tayin ettim diye beni
kınıyorsun.” Ali ise “Ömer valilerin sürekli kontrol altında tutar, hata
yaptıklarında en ağır bir biçimde cezalandırırdı. Fakat sen bunu yapmıyorsun.
Akrabalarına yumuşak davranıyorsun” demiştir. Osman Muaviye’nin Hz. Ömer
tarafından tayin edildiğini kendisinin de onu görevde tuttuğunu söyleyince Ali,
“Muaviye Hz. Ömer’den, Ömer’in kölesi Yerfe’den daha çok korkardı. Fakat
Muaviye bugün sana danışmadan bir sürü işler çeviriyor, bunların senin emrin
olduğunu söylüyor. Sen ise onu engellemiyorsun” demiş ancak Hz. Osman bu
konuşmadan sonra mescide gidip halka şöyle hitab etmiştir, “Allah’a yemin olsun
ki İbn Hattab’ı kınamadığınız hususlarda beni kınıyorsunuz. O size ayağıyla
tekme vurur, eliyle tokat atardı, diliyle gerekeni söylerdi de siz sesinizi
çıkarmadınız. Ama ben yumuşak davrandım. Elimi, dilimi sizden uzak tuttum.
Allah’a yemin olsun ki taraftarlarımın sayısı sizden çoktur. Adamlarımı
çağırırsam onlar hemen gelirler. Bu nedenle bana dil uzatmayın, valilerimi tan
etmeyin.
İsyancılarla Hz. Osman arasında geçen olaylar kaynaklarda ayrıntıları ile
anlatılır. Birçok kez uzlaşılmış, ilişkiler düzelmiş; ancak Hz. Osman’ın
vaadlerini yerine getirmemesi üzerine ipler gene gerilmişti. Halife’nin mescide
taşlanması gibi birçok aşamadan sonra Hz. Osman evinde muhasara altına alınmış,
bu durum 50 gün sürmüştü. Ancak; Halife’ye valilerinden beklediği yardım hiçbir
zaman gelmedi. Valilerince ölüme terk edildi.
Hz. Osman’ı savunacak kimse kalmamıştı, isyancılar eve girdi. Osman’a
“Halifelikten çekil, sağ kal” diyorlardı. O ise “Allah’ın giydirdiği elbiseyi
çıkarmam” diyerek bunu red etti. İçeri girenler arasında Malik-i Eşter de
vardı. Osman’ın bakışı üzerine Malik geri çekildi, korktunmu diye soranlaraysa
“yardımsız kalmış birini öldürmek doğru değil” cevabını verdi. Muhammed b. Ebû
Bekir, Hz. Osman’ı sakalından çekerek “Allah seni bu hale düşürdü, ey na’sel”
dedi. Hz. Osman, “Ben na’sel değilim, emirü’l-Müminin Osman’ım” dedi. Muhammed
Osman’a yardımcıların Ümeyyeoğulları nerede, Muaviye nerede diye sordu. Hz.
Osman ise “Baban görse buna razı olurmuydu?” dedi. Kimi rivayetlere göre
Muhammed bu sözden etkilenip Osman’ı
bırakırken kiminde Osman’ın başına okla vurduğu anlatılır. Naile saldıranlara
kendini siper etti ve iki parmağı kesildi. Hz. Osman’ı Amr b. Hamık ve adı
belli olmayan iki kişi öldürdü. Evini yağma ettiler. Tarihler 35 yılı
Zilheccesi idi.
2.5.
Hz. Osman Döneminin Parlayan Yıldızı Muaviye
b. Ebû Süfyan
Emevi hanedanının kurucusu olan Muaviye’nin nesebi Sahr (Ebû Süfyan) b.
Harb b. Ümeyye b. Abdüşşems b. Abdimenaf b. Kusay şeklindedir. Bir şekilde Kureyş kabilesine kadar uzanır.
Ancak bu soyun toplumda yer edinmesi Kusay’ın kureyş kabilesini Mekke şehrine
yerleştirmesiyle başlar.
Cahiliyye döneminde Hicaz’ın güneyinde yaşayan Kureyş’in iktisadi ve
sosyal seviyesi iyi değildi. Varlıkları hissedilmiyordu. Mekke’li tüccarlara
kılavuzluk eder, deve kiralar, çapulculuk, bazende eşkiyalık yaparlardı.
Kureyş’in kaderi Kusay ile değişmiştir. Kusay küçük bir çocukken babası
ölmüş, annesi hac için Mekke’ye gelen bir Suriyeli ile evlenmişti. Kusay’ın
annesi onu alıp eşiyle Suriye’ye gitti.
Çocukluğunu ve ilk gençliğini Suriye’de geçiren Kusay, gerçek
memleketinin Hicaz olduğunu öğrenince hac aylarında Mekke’ye geldi ve üç yüz
yıldır Mekke’yi ve Kabe hizmetlerini elinde tutan Huzâa kabilesinin liderinin
kızıyla evlendi. Bu evlilikten Hz. Peygamber’in atası da dahil dört oğlu oldu.
Kayınbabası ölünce kabe’nin anahtarı ona geçti. Üç asırdır bu hizmeti gören
Huzâa kabilesi yeni durumu kabullenmedi ve Kureyş’e savaş açtı. Kusay ise
sonraları torunu Muaviye’nin yaptığı gibi evlilik yoluyla kurulmuş akrabalığı
kullandı ve üvey babasının boyunun yardımıyla Kâbe’nin egemenliğini ele
geçirdi.
Dağınık halde bulunan ve Mekke’nin dışında yaşayan Kureyşlileri biraraya
toplayıp Mekke’ye yerleştirdi, bu yüzden Kureyş ona “Mücemmi” ünvanını verdi.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in düşük seviyeli boylardan geldiği, O yüzden
halifeliğe layık olmadıkları gibi iddalar vardırya işte boylar arasındaki statü
farkını başlatan Kusay’dı. O zengin ve satatüsü yüksek olan aileleri Kâbe’nin
etrafındaki düzlüğe yerleştirmiş, parası ve saygınlığı az olanları,
seviyelerine göre Mekke’nin dışına doğru yaymıştı. Bütün Kâbe hizmetleri de tek
elde, yani Kusay’da toplanmıştı. Ancak o ölünce görev paylaşımı yüzünden
oğulları anlaşmazlığa düştü. Boyun farklı kolları tarafından desteklenen
kardeşler, güçleri nisbetinde Kâbe hizmetlerini paylaştı. Bu bölüşüm nesilden
nesile, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dedesi Abdülmenaf ve
ikiz kardeşi Abdişems’e kadar devam etti. Ancak Abdişşems genç yaşta öldü ve
görevlerini oğlu devraldı. Ancak ümeyye ve amcası Abdülmenaf’ın yıldızı hiç
barışmadı. Ümeyye şehri bir süre terk etmek zorunda kaldı. Şam’a yerleşti ve
orada bir yahudiyle evlendi. Parasını ve statüsünü koruyan Ümeyye tekrar
Mekke’ye döndü. O ölünce yerine oğlu Harb, Abdülmenaf’ın yerine de Haşim geçti.
Harb Haşim’le ilişkilerini iyi tutmaya çalıştı, ancak Ficar harpleri sırasında
öldürülen bir yahudi yüzünden aralarında anlaşmazlık çıktı. Haşim ve Harb’in
arasındaki mesafe daha da açıldı. Bu soğukluk Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] ’in risaletine kadar sessizce devam etti.
İşte Muaviye böyle bir rekabet ortamında, Mekke’nin en zengin ve soylu
ailelerinden birinin çocuğu olarak 602 ya da 603 yılında doğdu. Babası Ebû
Süfyan b. Harb, annesi ise gene aynı soydan Hind bnt. Utbe’dir.
Muaviye’nin doğduğu yıllarda Mekke henüz Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi
ve sellem] ’in risaletine muhatab olmamıştı, putperestliğin merkezi
konumundaydı. Gerek bu dönemde gerekse İslam’dan sonra Ebû Süfyan ailesi
müslüman olmamış, Muaviye’yi de bir putperest olarak yetiştirmişti.
Müslüman olduktan sonra Ebû Süfyan risalet konusundaki körlüğüne ailevi
rekabetin ve müşrikler içindeki mevkiini kaybetme korkusunun sebep olduğunu
söylemişti. Onu Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e karşı girişilen
her olayda görmekteyiz; Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i
Peygamberlikten vaz geçirmek için gelen heyetin içinde o da vardı.
Şirk içindeki bu aileden çıkan bir kadın, ailesine ve geleneklerine baş
kaldırmış, müslüman olmuş ve eşiyle Habeşistan’a hicret etmiştir. Bu kadın Ebû
Süfyan’ın kızı Remle’dir. Eşi Ubeydullah b. Cahş Habeşistan’da hristiyan olmuş
ve kısa bir süre sonra ölmüştür. Ancak Remle dininde sebat etmiş ve
Rasulullah’la evlenerek hepimizin annesi olmuştur. İşte bu yıllarda Muaviye
putperest ve zengin bir ailede, devrin en iyi olanaklarıyla yetişirken Ali,
Rasûlullah ve Hatice’nin huzurlu ve mütevazi yuvasında büyümekte, deve
yavrusunun annesini takip etmesi gibi Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’i takip etmekteydi. Yıllar geçerken Hz. Ali ilk müslüman olanlardan
biri, açık tebliğden önce yıllarca Rasûlullah’la namaz kılan, hicrette onun
canı için kendi canını feda eden bir genç olarak görüyoruz. Ancak bu yıllarda
Muaviye’nin ne yaptığına dair bilgilere sahip değiliz.
Hicretten sonra müşrikler ve müslümanlar ilk kez Bedir’de karşı karşıya
geldi. Bu karşılaşma Muaviye’nin üzerinde derin tesirler bıraktı. Çünkü abisi
Hanzala, dedesi Utbe b. Rebia, dayısı Velid b. Utbe bu savaşta öldü, kardeşi
Amr esir alındı. Ancak bu derin acı, savaşta ölen Mekke lideri Ebû Cehil’in
yerine babasının geçmesiyle biraz hafiflemiş olmadı.
Uhud’dan sonra İslam’ı öğretmeleri için yollanan iki elçinin Kureyş’in
eline düşmesi ve asılmaları esnasında Muaviye’nin de babası Ebû Süfyan’la
beraber olduğunu, şehit olan sahabelerin ölürken ettiği beddualardan korunmak
için yere kapandıklarını, sonraki yıllarda bizzat Muaviye’den öğreniyoruz.
Muaviye’nin müslümanlarla ilk çarpışması ise 5/627’deki Hendek
Seferi’ndedir.
Hudeybiye barışıyla bir süre sakinleşen müslüman-müşrik ilişkilerinde 628
yılı Muaviye için ayrı bir öneme sahip olmadı. Çünkü ablası Ümmü Habibe
Rasulullah’la evlendi ve Ebû Süfyan’la Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] akraba oldu. Bu durumun iki
tarafta da yumuşamaya neden olacağı beklentisi yaygındı. Ancak Hudeybiye
barışının müşrikler tarafından ihlali ve Mekke’nin fethinden önce Medine’ye
gelen Ebû Süfyan’la kızı arasında geçen diyalog beklenen yumuşamanın olmadığını
bize göstermektedir.
Medine’de müslüman olan Ebû Süfyan, müslümanların ordusunun büyüklüğü
karşısında şaşkına dönmüş ve bunu büyük bir saltanat olarak değerlendirmişti.
Saltanat hayranlığının nübüvvet ışığını görmesini engellediği Ebû Süfyan’ı evde
çetin bir sınav bekliyordu. Muaviye’nin annesi Hind Bedir’den beri müslümanlara
duyduğu kinden bir şey kaybetmemişti, kocasına saldırdı, sakalından tuttu ve
“kavminin liderliğinden kovulmuş, Allah’ın cezası, hayırsız adam” diyerek
kocasının müşriklerce öldürülmesini istedi.
Muaviye’nin müslüman oluşunun Mekke’nin fethi sırasında gerçekleşmesi
genel kabuldür. Hz. Peygamber’in Muaviye’yi müellefe-i kulûb’dan sayarak
ganimetten hisse ayırması da bunun göstergesidir. Ancak Muaviye’nin bu kadar
zaman sonra mecburen müslüman olması kimi hayranlarını üzmüş olmalı ki İbn Sa’d
ve Ahmed b. Hanbel de Muaviye’nin Ümretu’l-Kaza esnasında müslüman olduğu,
hatta Hz. Peygamber’i traş ettiğine dair rivayetlere rastlıyoruz.
İşte bu Muaviye Hz. Ömer zamanında tarih sahnesine çıktı. Başlarda abisi
Yezid’in gölgesindeydi. Ürdün’ün fethi sırasında dikkatleri üstüne çekti.
Yezid’in ölümünden sonra Şam valiliğine getirildi. Yaptığı seferler, aldığı
ganimetler ve deniz yoluyla yapılan fetihleri başlatmasıyla şöhreti giderek
arttı. Hz. Osman’ın koruyucusu konumuna yükseldi. Ümeyyeoğullan’nın önderi idi.
Hz. Osman, onun iktidarı için misyonunu tamamlamıştı. Halife’ye yardım etmesine
gerek yoktu. Hz. Osman’ın kanını talep etmek ona belki de halifeliğinin
kapılarını açacaktı. Bu yüzden Hz. Osman’ı ölüme terk etti.
3.
Kendi Hilafeti Döneminde Hz. Ali’nin
Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra şehre kargaşa hakim olmuştu.
Mısırlılar Ali’yi, Basralılar Talha’yı, Kûfeliler Zübeyr’i halife olarak görmek
istiyordu. Bu üç kişi de halifelik teklifini red etmekteydi. Halifelik teklifi
götürülen başka kişiler de vardı; bunlar Sa’d b. Ebû Vakkas ve Abdullah b.
Ömer’di. Medine’de ne Mervan
ne Ümeyyeoğulları ortalıkta görünmüyordu.
İçlerinde Talha ve Zübeyr’in de olduğu sahabeden büyük bir topluluk Hz.
Ali’ye gelerek, “İnsanlara mutlaka bir imam lazım, senden başkasına râzı
değiliz biz; İslam’da en öndesin, Rasûlullah’a yakınlıkta senden ileri yok, bu
işte senden başka kimsenin hakkı olamaz.” dediler.
Hz. Ali ise “Size emir olmaya ihtiyacım yok, kime isterseniz ona biat
edin, ben de râzı olurum.” diyordu. Israrlar karşısında, “Bırakın beni, benden
başka birini arayın, bulun. Çünkü ben bu işin sonunda çok işler olacağını, çok
renklere boyanacağını görüyorum. Öyle bir hâle gelecek ki yürekler
dayanamayacak, akıllar almayacak. Çevre sislendi, delil inkâr edilir oldu.
Dâvetinize uyarsam neye uğrayacağımı biliyorum. Beni bırakırsanız içinizden
biri gibi olurum, kimi emir yaparsanız onu dinlerim, itaat ederim; benim size
vezir olmam emir olmamdan hayırlıdır.” buyurdular.
Ancak şehrin durumu, müslümanların hali ortadaydı. Hz. Ali halifeliği
kabûl etti. Ancak ona biat etmek isteyenlere gizli biat olamayacağını, Hz.
Ömer’in bu işi şuraya havale ettiğini, halife seçme işinin Bedir ve Uhud
ashabının hakkı olduğunu söylüyordu. Mescitte açık biat kararlaştırıldı.
Kaynaklar, bu biatin Osman’ın vefâtından yedigün sonra olduğunu
bildirirken , kimileri Hz. Osman’ın şehid edildiği gün yani 18
Zilhicce 35/17 Haziran 656’da olduğunu iddia eder.
Mescide gidildiğinde Talha ve Zübeyr ortada yoktu. Onların yokluğu biat
için bir eksiklikti. Bunun için Ali bir miktar askerle Hakim b. Cebele’yi
Zübeyr’e, Eşter’i de Talha’ya yolladı.
Ali, “Dün bir kararla ayrılmıştık, ben de istemeyerek söz vermiştim. Siz
bana biatte ısrar etmiştiniz. Bu iş sizin hakkınızdır, kimsenin onda hakkı
yoktur.” dedi. Mescittekiler
dünkü kararlarında sabit olduklarım söyleyince Hz. Ali, “Ya Rabbi şahid ol”
buyurdu. İlk biat eden Talha’ydı. Ondan sonra Ensar, sonra da halk biat etti.
Talha’nın Uhud savaşında aldığı yara neticesinde eli çolak kalmıştı. Habib b.
Ebû Züeyb ilk biat edenin çolak olmasını hayra yormamış, bu işin
tamamlanmayacağını söylemişti.
Mescitte Hz. Ali’ye biatı kabûl etmeyen birçok sahabe vardı. Bunlardan
Sa’d b. Ebû Vakkas’a biat etmesi söylenince O, “Halk biat etsin ben de ederim”
demişti. Abdullah b. Ömer de aynı şeyi söylemiş, Hz. Ali ondan kefil
göstermesini isteyince göstermemişti. Eşter Abdullah’ın boynunu vurmaya kalkınca
Ali izin vermemiş ve kendisi Abdullah’a kefil olmuştu. Gene Ali kendine biat
etmeyenleri serbest bırakmış, onlara hiçbir baskı uygulamamıştır.
Hz. Ali’ye biat etmeyen kişiler şunlardır: Hassan b. Sabit, Ka’b b.
Malik, Mesleme b. Muhalled, Ebû Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme, Numan b.
Beşir, Zeyd b. Sabit, Sa’d b. Ebû Vakkas; Abdullah b. Ömer, Suhayb b. Sinan,
Râfi b. Hodric, Fedâle b. Ubeyd, Ka’b b. Urve, Usame b. Zeyd, Abdullah b.
Selman, Kudâme b. Maz’un, Mugîyra, Vehban, Ebû Mes’ud el-Ensarî.
Biat etmeyenlerden Sa’d b. Ebû Vakkas ve Abdullah b. Ömer Şûra
üyeleridir. Usame b. Zeyd ise Hz. Peygamber’in evlatlığı olan Zeyd’in oğludur.
Hassan b. Sabit ensardandı ve Hz. Peygamber’in şairi olarak ünlenmişti,
toplumda yer elde etmişti. Muhammed b. Mesleme Hz. Ömer zamanında baş müfettiş
olarak görev yapmıştı. Ebû Said el-Hudri ile Numan b. Beşir ise toplumun önde
gelenlerindendi. Biat etmeyenlerin ensardan olan kısmı baştan beri Hz. Osman’a
aşırı bağlı oldukları için Osmaniler olarak anılmaktaydı. Bu kişilerden
bazıları Hz. Osman zamanında haraç memurluğu ve hazinede görev almışlardı.
Medine’de Hz. Ali’ye biat
edilirken, bunun siyasi rollerinin sonu olduğunun bilincindeydiler. Emeviler
şehri terk etmiş, Şam’a ve Medine’ye kaçmıştı. Kimi rivayetlere göre ümmü
Habibe de onlarlaydı. Dolayısıyla Ali’ye biat etmediler. Ancak Medine’de
bulunan üç Ümeyyeli Mervan b. el-Hakem, Said b. el-As ve Velid b. Ukbe biata
davet edilince yeni halifenin Bedir’de yakınlarını öldürdüğünü, Hz.
Peygamber’in Taif’e sürdüğü Mervan’ın babasını Osman Medine’ye getirince
Ali’nin buna tepki gösterdiğini ve isyan sırasında Hz. Osman’a yardımcı
olmadığını idda ederek biat etmediler. Emevilerin biatten kaçınmasının asıl sebebi
mal ve mevki kaybına tahammüllerinin olmamasıydı. Eğer Ali’nin yanında
iktidarlarını koruyacaklarını bilseler onun ayaklarına kapanmaktan
çekinmezlerdi. Ama asıl sorun Hz. Peygamber’in Medine’sinde bu iddalarla
biatten kaçınabilmeleriydi. Bizce bu bahanelerle Medine’de barınabilmek
müslümanların çöküşünü göstermesi açısından önemlidir.
Emeviler’in biat konusundaki tavrını bir tarafa bırakacak olursak,
muhacir ve ensardan beklediği desteği alamayan Ali üzülmüş ve zor durumda
kalmıştı. Bu kişiler kendileri biat etmedikleri gibi çevrelerini de
etkilemekteydi. Halkın desteği olmadan sağlam bir yönetim ortaya koymak mümkün
değildi. Bu yüzden Ali hilafete geldiği günden ölümüne kadar meşruiyet
problemiyle uğraştı. Geçen zaman onun meşruiyetini sağlamlaştıracağına halk
tabanını eritti.
Gölpınarlı’nın da dahil olduğu birçok alim, bu kişilerin biat
etmemelerinin sebebinin Hz. Ali’yi bu işe layık görmemelerinden değil, böyle
karışık bir zamanda taraf tutmak istememelerinden kaynaklandığını ileri
sürmüştür. Bu kişilerin biata
davet edilince Hz. Ali’ye “Bize öyle bir kılıç ver ki, onunla seninle birlikte
savaşalım, müminlere vurduğumuzda onlara işlemesin, vücutlarından geri tepsin,
kafirlere vurduğumuzda onların bedenini yarıp geçsin” dedikleri idda
edilmiştir.
Bense tam aksine bu kişilerin Hz. Ali’yi hilafete layık görmediklerini
daha doğrusu ne pahasına olursa olsun onun halife olmasını istemediklerini
düşünüyorum. Ortada savaş yok ki, daha ne Cemel ne Sıffin olmamış ki kimseyle
savaşsınlar, kâfir ayırıcı kılıca ihtiyaç duysunlar ya da başka halife adayı
yok ki taraf tutmak zorunda kalsınlar. Savaş çıkması ya da halifeliğe başka
adayların çıkması biatten çok sonra olmuştur. Bunlar bahane olamaz. O kargaşa
ortamında çok kötü bir aday olmadığı takdirde halife adayına herkesin biat
etmesi gerekirdi. Gerçekten fitne istemeyenin yapması gereken budur. Biat
etmeyenler ise Ali gibi birinin otoritesini tartışılr hale getirmiştir. Zira bu
kişiler hazineden, zekat mallarından, yüksek maaşlardan mahrum kalacaklarını
biliyorlardı. Bir halifenin onlara faydası yoksa fitneyle uğraşmasının mahzuru
yoktu. Tüm bunlar ortadayken bu kişilerin fitne istemediğini idda etmek
gerçeklere gözümüzü kapamak olur.
Mescitteki biate dönersek, biat tamamlanınca Ali, “İmama istikamet,
teb’asına da itaât gerekir, bu biat umumidir” diyerek göreve başladı.
Halka okuduğu hutbede Allah’tan korkmalarını, Kur’an’a uymalarını,
ellerinden, dillerinden emin olunan kişiler olmalarını öğütleyen çok güzel bir konuşma
yaptı.
Ertesi gün minbere çıktı ve “Osman’ın şuna buna verdiği arazinin, şuna
buna verdiği malların hepsi de Allah’ın malıdır, ammenin hakkıdır, hepsi
batıldır ve hepsi beytü’l-mâl’e alınacaktır. Hatta evlendikleri kadınları,
paralarıyla aldıkları cariyeleri bile bulursam onlara ait saymam. Çünkü
adalette genişlik vardır, adaletle hükmetmekte aciz olan kişi cebirle
hükmederse daha da aciz bir hale düşer.” buyurdu. Hz. Osman’ın verdiği
topraklardan, bağışladığı paralardan mümkün olanları hazineye geri aldı.
Ortalık daha sakinleşmemişti, isyancılar hâlâ şehirdeydi. Osman’ı hepimiz
öldürdük diyor, suçun cezalandırılmasına imkan bırakmıyorlardı. Hz. Ali’nin
onları cezalandırabilecek gücü, katillerin kim olduğuna dair delili yoktu. Hz.
Osman’ın karısı Naile sadece Muhammed b. Ebû Bekir’i tanıdığını onun da Osman’ı
öldürmediğini söylüyor, katilleri tanımıyordu.
Birkaç gün geçmişti ki Talha ve Zübeyr bazı sahabelerle gelip Osman’ın
kanını dökenlerden Medine’de bulunanların cezalandırılmasını istediler. Hz.
Ali, “kardeşlerim söylediğinizi bilmiyor değilim fakat bugün onlar bizden
üstün, biz onlara üst değiliz. Bunu nasıl yapabilirim? İstediğiniz şeyi yapmaya
sizin gücünüz yeter mi?” dedi. Onlarda “yetmez” diyerek Ali’yi onayladılar.
Fakat çok geçmeden aynı kişiler
Hz. Osman’ın kanını talep etmek bahanesiyle Ali’ye savaş açacaktı.
Sahabenin bir çoğu Ali’nin uygulamalarından memnun değildi. İnsanlar
zenginliğe, lükse alışmıştı. Eski düzenin yerini sosyal sınıflar almıştı.
İnsanlar Hz. Peygamber’e olan yakınlıklarına göre hazineden pay alıyor ve bunu
doğal buluyorlardı. Köleleriyle eşit sayılmayı kabul edemezlerdi. Hz. Ali
beytü’l-malde bulunan paraları halka dağıttı. Bundan önce halka şöyle bir hutbe
okudu, “Hz. Rasûl’ün vefâtlarına müteakip halk Ebû Bekir’i halife yaptı. O,
Ömer’i halife bıraktı. O da halifenin altı kişilik bir şura tarafından seçimini
uygun buldu. Osman halife oldu, bildiğiniz işler olup bitti. Sonra bana
başvurdunuz. Hiçbiriniz Ebû Talib’in oğlu bize hakkımızı vermedi diyemez. Kim
Allah’a inanır, dinimize girer, kıblemize yönelirse, İslam’ın vacib ettiği
şeyleri kabul etmek zorundadır. Siz Allah’ın kullarısınız; mal da Allah’ın
malı... Allah aranızda onu eşitlikle bölmemi emretmiştir. Hiçbirinizin öbürüne
üstünlüğü yoktur, ancak yarın en güzel karşılık, en güzel sevap Allah’tan
çekinenlerindir.” dedi. Sonra Ammar’a herkese beytü’l- malden üçer dinar getirmesini,
kendisine de aynını vermesini söyledi.
Ammar, Ebu’l-Heyseme ve birkaç kişiyle beytü’l-male gitti. Üç yüz bin
dinar vardı, yüz bin kişiye dağıtıldı. Hiçkimsenin diğerinden üstün tutulmaması
bazılarına çok ağır geldi. Sehl b. Hüneyf, “Ey müminlerin emiri bu dün benim
kölemdi, onu bugün azad ettim, ona ne verdiysen bana da onu verdin” deyince
Ali, “Evet öyle” dedi.
3.2.Sahabe Arasında Huzursuzluk
Talha, Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Âs ve Mervan’la Kureyş’ten bazı
kimseler buna razı olmadılar. Velid b. Ukbe, “Osman’ın verdiği gibi vermezsen,
seni bırakır Şam’a gider, Muaviye’ye katılırız” dedi. Talha, Zübeyr ve Abdullah
memurlara, “Bunu siz mi yapıyorsunuz, Müminlerin emiri mi?” diye sordular.
Memurlar, “Biz onun emri olmadan bir şey yapamayız” diye cevap verdi. Bunun
üzerine Ali’yi aradılar. Ali güneşin altında kölesiyle kuyu kazmaktaydı. Onu
gölgeliğe çağırdılar, geldi. Dediler ki, “Bizim Rasûlullah’a yakınlığımız var,
İslam’ı ilk kabul edenlerdeniz, savaşlarda bulunduk. Ne Ömer, ne Osman bize böyle
vermez, bizi üstün tutardı. Sense bizi herkesle bir tutuyorsun. Hz. Ali onlara
saydıkları herşeyde kendisinin daha önde olduğunu ve kendisinin de işçisiyle
arasında hiçbir fark olmadığını söyledi. Ertesi gün mescitte Talha ile Zübeyr bir
kenara oturdular, yanlarına da Said b. el-Âs ile Abdullah b. Zübeyr geldi.
Bunlar paylarına düşen üçer dinarı almamışlardı, Ali’yi kınamaya başladılar.
Zübeyr’in oğlu onlara öğüt vermeye çalışan Ammar’ a çok kırıcı sözler söyledi.
Hz. Ali bu konuşmaları duydu ve minberden şöyle dedi: “Bu mal Allah’ın
malı siz de Allah’ın kullarısınız. Bu Allah’ın kitabı, onu ikrar ettik, ona
uyduk, razı olmayan dilediğini yapar.” Namazdan sonra Ammar’a Talha ile
Zübeyr’i çağırmasını söyledi, geldiler. Bu ikisi Ali’ye “Bizimle danışmadan bir
iş yaptın” dediler. Hz. Ali, “Yenbu’da malım var, isterseniz size onu vereyim”
buyurdu. Onu da kabul etmediler; Basra ve Kûfe valiliklerini istediler. Hz. Ali
ise onların görüşlerine ihtiyacı olabileceği gerekçesiyle, Medine’de
kalmalarını istedi. Bunun üzerine Mekke’ye Umreye gitmek istediklerini
söylediler. Hz. Ali, “Siz umre etmeyi değil, hıyanette bulunmayı, biatten
dönmeyi kurdunuz; Allah için olsun müslümanların birliğini bozmayın; biatimden
dönmeyin.” İkisi de dönmeyeceklerine dâir söz verdiler. Zübeyr ve Talha paraya
çok düşkündü, çok da zengindiler. Zübeyr’in bin kölesi vardı, hepsi çalışıp ona
haraç veriyordu.
Buraya kadar anlattıklarımız hakkında şunları söylemek istiyoruz, Hz.
Ali’nin sergilediği herkese eşit yaklaşan yönetim anlayışı bizce de en
doğrusudur. Hz. Osman döneminde hakkı olmayanlara bağışlanan arazi, bahçe gibi
şeylerin geri alınması da halifenin önde gelen görevidir. Hz. Ali’nin bu kadar
gergin bir ortamı daha da germesi, itibar görmeye alışmış bu insanları bir
günde herkesle eşitlemesi; ki aslında fazilet devletten alınan maaşla ölçülmez,
onların Rasûlullah’a yakınlığı maddi olarak değil manevi olarak değerlerini
arttırır. Bizce o an için gereksiz bir uygulama olmuştur. Yaptığı hareket doğru
olmakla birlikte zamanlaması yanlıştır. Hz. Ali halife olduğunun ikinci günü
insanlara nasıl bir yönetim sergileyeceğini göstermek istemiş olabilir ancak bu
onun Medine’deki meşruiyetini daha da sorgulanır hale getirmiştir. Bizce halife
olur olmaz ortamı daha fazla germemeli, hatta belki de kurulu düzeni hiç
bozmamalıydı. İslami bir aristokrasi sınıfını ve Kureyş’in tartışılmaz
otoritesini kabul edip, eşitliği sadece halka uygulasaydı şüphesiz dünyevî
iktidarını elinde tutabilirdi. Ancak elbette bu Allah’ın iradesine uygun
olmazdı.
Talha ve Zübeyr konusuna gelince onların biatten sonra takındıkları tavır
bizce çok vahimdir. Hele ki para dağıtımında diğer insanlarla eşit olmayı kabul
etmemeleri onlara yakıştırılacak davranışlar değildir. Ancak Hz. Ali’nin onlara
istedikleri valilikleri vermesi bizce çok daha iyi olurdu. Her nekadar bu
valilikler biate bağlı kalmanın şartı olarak isteniyorsa ve Hz. Talha’nın
Ali’den hoşlanmadığı herkesçe biliniyorsa da, sonuçta bu kişiler Hz.
Peygamber’e ilk iman edenlerdendir, İslam’a büyük hizmetleri bulunmuş, Allah
yolunda savaşmışlardır. Paraya aşırı düşkünlük gibi bir kusurları olabilir ama
Hz. Ali’nin onlara fikir danışmak için tutmakta samimi olduğunu düşünüyoruz.
Medineliler’den istediği desteği alamayan Ali onları tutunacak dal olarak
görmüş, şura üyesi olup da ona biat etmeyenlere karşı onlardan destek beklemiş
olabilir. Ancak biz Ali’nin onların yerine şura üyesi yapacak kişiler
bulabileceğine inanıyoruz. Ama o karmaşa ortamında Hz. Ali işin ciddiyetini
anlamamış olmalı. Tüm bu saydığımız sebeplere rağmen Talha ve Zübeyr’in Hz.
Osman’ın kanını istemek bahanesiyle Hz. Ali’ye savaş açmalarının kabul
edilebilecek tarafı yoktur. Bu sırada Hz. Ayşe ile ittifak kurmaları da olaya
tuz biber olmuştur. İsterse teklif Hz. Ayşe’den gelsin, O onları zorlamış
olsun, Talha ve Zübeyr herşekilde Hz. Ayşe’ye karşı çıkmalı, Hz. Peygambe’in
karısıyla oğlu olarak büyüttüğü damadını, torunlarının babasını karşı karşıya
getirmemeliydiler. Hz. Osman’ın kanı bahanesiyle Basra’da takındıkları tavır ve
Ali taraftarlarının öldürmelerine de insan söyleyecek söz bile bulamıyor.
Giriştikleri bu isyan on üç bin insanın ölmesine, Hz. Ali ve Hüseyin’in
kaçınılmaz bir uçuruma sürüklenip, öldürülmelerine ve müslümanların halifelik
makamının saltanata dönüşmesine yol açmıştır. Bu kadar acı ve felaket her kim
olursa olsun müsebbiblerine sorumluluk yükler.
Bütün bu sıkıntılar yetmiyormuş gibi Muaviye Hz. Osman’ın kanlı gömleğini
mihraba astırmış, Osman’ın hanımının kesik parmaklarını halka gösteriyor, sahte
hıçkırıklar, akıtılmayan gözyaşlarıyla Şamlılar’ı galeyana getiriyordu.
Şamlılar büyük bir nefretle intikam çığlıkları atıyor, Ali’den öc almaya yemin
ediyorladı. Tuhaf adetler hortlamıştı, kimileri Osman’ın öcü alınana kadar
yatakta yatmamaya, suya dokunmamaya falan yemin ediyordu. Bunları İslam adına
yaptıklarını sanacak kadar cahildiler.
Ali ise Medine’de sıkıntılı günler geçirmekteydi. Hz. Osman’a karşı
yapılan isyanın en büyük gerekçesi valilerdi. Hz. Ali de bu valileri bir an
önce değiştirmek istiyordu. Eğer onları azleder, yerine halkın râzı olacağı
valiler atarsa dahili karışıklıkların ortadan kalkacağını düşünüyordu. Muğire
b. Şube’nin (Ali’ye öğüt verirken ne umduğunu bilmiyoruz) ve İbn Abbas’ın
önceki valilerin hemen değil biatlarının alınmasından sonra azledilmeleri
şeklindeki tavsiyelerini dinlememiştir. İbn Abbas ve Muğire özellikle Muaviye
ve Abdullah b. Âmir’in azlinde aceleci davranılmamasını, önce biatlarını
almasını istemiştirler. Ancak bu teklif Hz. Osman’ın valilerine büyük tepki
duyan halkın beklentilerine tersti. Hz. Ali de önceki valilere karşı son derece
menfi bir tutum içindeydi ve onları azletme konusunda hiçbir gecikmeye
tahammülü olmadığını açıkça belirtiyordu.
Hz. Ali diğer üç halifeden farklı olarak yönetici atamalarında
Haşimoğulları’na ve Ensar’a öncelik tanımıştır. Bu gurupların ortak özelliği
ilk üç halife zamanında iktidardan mahrum bırakılmalarıdır. Hz. Ali bu tavrıyla
geçmişte onlara yapılan haksızlığı gidermek ve iktidar kadrolarındaki Kureyş
egemenliğini yıkmak istemiş olmalıdır. Hz. Ali, Kûfe, Basra, Mısır, Şam, Mekke,
Medine, Yemen gibi eyalet ve şehir merkezlerine Ensar’a mensup kişileri
getirmiştir.
Ali ilk olarak İbn Abbas’ı Şam valiliğine getirmek istemiş, ancak İbn
Abbas Şamlılar’ın bunu kabul etmeyeceğini bildiği için göreve yanaşmamıştır.
Halife Şam’a Sehl b. Huneyf, Basra’ya Osman b. Huneyf, Kûfe’ye Umare b. Sihab,
Yemen’e Ubeydullah b. Abbas, Mısır’a Kays b. Sa’d b. Ubade’yi tayin etti.
36/656 yılının başlarında gerçekleştirilen bu tayinlerin bazıları hedefine
ulaşamamıştır. Bu valiliklerden Şam’a atanan Sehl b. Huneyf, Umare b. Şihab ve
Kays b. Sa’d henüz vilayetlerine ulaşamadan Hz. Osman’ın kan davasını güden
insanlarca yolları kesilmiş, Sehl b. Huneyf ve Umare b. Şihab geri dönmek
zorunda kalmış, Kays b. Sa’d ise halkı zar zor ikna ederek Mısır’a
girebilmiştir. Gölpınarlı’ya göre Hz. Ali’ye ilk biat eden vilayet Kûfe’dir.
Ancak Kûfeliler de Hz. Ali’nin
yolladığı vali Ummare b. Şihab’ı kabul etmemişti. Hz. Ali yeni valileri kabul
etmeyen Kûfe ve Şamlılar’a elçiler göndererek itaat etmelerini istemiş, Kûfe
valisi Ebû Musa el-Eşari halifenin isteğine olumlu cevap vermiş, şehirde kimin
biat edip kimin muhalif kaldığını bir mektupla halifeye bildirmişti. Ebû
Musa’nın Hz. Ali’ye karşı sergelediği bu olumlu tavır görevinde kalmasını
sağladı. Görevinde kalmasında Hz. Ali’nin iktidarının en önemli
dayayanaklarından kabul ettiği Yemen’li kabile reislerinin de büyük rolü vardı.
Zirâ Ebu’l-Musa Yemen kökenliydi. Ancak Muaviye biatıi kabul etmediği gibi Hz.
Ali’nin yolladığı elçi, Sebretü’l-Cuheni’yi eli boş göndererek isyan bayrağını
açtı.
Beş büyük vilayetten Kûfe, Basra, Mekke, Medine’de itaat sağlanmıştı.
Mısır’da da yeri çok sağlam olmasa da Ali’nin tayin ettiği vali görev
başındaydı. Şehirlerin yöneticileri de biat etmişti. Hemedan ve Azerbeycan’ın
yöneticileri Cerir b. Abdullah el-Beceli ve Eşas b. Kays yeni halifeye
biatlerini bildirdi. Sorunların odak noktası Şam’dı. Tarih sahnesine Cemel
topluluğu çıkmamış olsa muhtemelen Muaviye değil Sultan olmak bir daha hiçbir
idari görevde bulunamayacaktır. Ancak şans yine Muaviye’den yanaydı.
3.3.İlk Ayrılıklar ve Cemel Topluluğunun
Biraraya Gelmesi
Hz. Ali’ye biat etmeyenler arasında asıl sıkıntı yaratan gurup biatlerini
Hz. Osman’ın kanı şartına bağlayanlardı. Bunlar da iki guruba ayrılmaktaydı,
Muaviye ve Cemel ashâbı. Hz. Ali’nin meşru bir halife olabilmek için bu iki
gurubun biatine ihtiyacı vardı, ancak bu gurupların niyeti Hz. Osman’ın
kanından çok farklıydı. Cemel’de Ali’ye karşı savaşanlar kısa bir süre önce Hz.
Osman’ın önde gelen muhalifleriydi. Hz. Osman’ın ölümünün sorumlulurının birkaç
kişi olmadığının, onları cezalandırmanın imkansızlığını da bilmekteydiler.
Gerçekten istedikleri halifenin kanı olsa Hz. Ali’nin yanında durur ona yardım
ederlerdi. Oysa onlar asla birleşmedi ve hep farklı hareket ettiler. Bu
halleriyle Hz. Osman’ın kanını isteyen değil fırsattan istifade eden ve siyasi
beklentileri olan kişiler durumuna düşmüşlerdir. Tek amacı Osman’ın kanı olsa
aynı iddiayla ortaya çıkan Muaviye ilk işbirliği kurmaları ve ittifak
oluşturmaları gerekirdi. Oysa Şamlılar ve Cemel eshabı birbirlerinden
olabildiğince uzak durmuşlardır. Muaviye Hz. Ali ve Cemel ashabı arasındaki
mücadeleyi Şam’daki sarayından mutlulukla seyretmiştir.
Hz. Ayşe Hz. Osman muhasara altındayken hac etmek maksadıyla Mekke’ye
gitmişti. Hz. Osman’ın öldürüldüğünü duyunca, “Tanrı onu uzaklaştırsın, bu
kendisine kendi eliyle hazırladığı sondur. Tanrı kullarına zulmetmez.” dedi ve
aceleyle Medine yolunu tuttu. Hz. Talha’nın halife olduğunu sanmıştı.
Mekke’den üç mil uzaklıktaki bir konaklama yerinde Ubeyd b. Ebû Seleme’yi
gördü. Onunla konuşunca Ubeyd ağlamaya başladı. Hz. Ayşe “olan iş lehimize mi
aleyhimize mi?” diye sordu. Ubeyd, “Bilemeyiz, Osman öldürüldü, sekiz gün
kaldı. Medineliler toplandılar hepsi de Ali b. Ebû talib’e biat ettiler” dedi.
Hz. Ayşe göğe ve yere işaret ederek, “keşke gök yere düşseydi de bu iş
olmasaydı. And olsun Tanrı’ya Osman zulümle öldürüldü, vallahi kanını
isteyeceğim” dedi. Ubeyd şaşırdı, “Ona Na’sel diyen, onun aleyhinde bulunan sen
değil miydin” dedi. Hz. Ayşe ise, “Evet ama O tövbe etti, gümüş gibi arındı,
onu zulümle öldürdüler” cevabını verdi. Ubeyd dayanamayarak şu şiiri okudu,
“Bu iş seninle başladı, seninle bu hale geldi.
Yel de senden esti, yağmur da senden yağdı. İmamın öldürülmesini sen
istedin, bize “kafir oldu” dedin. Onu öldürürken sana uyduk, onu öldüren bize
bunu emredendir”.
Hz. Ayşe gerisin geriye Mekke’ye döndü. Haceru’l-Esved’in yanında halka
Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü, kanını istemenin bütün müslümanlara
farz olduğunu söylemeye başladı. Hz. Ayşe’ye göre halifeyi öldürenler haram
yere kan dökmüşler, haram beldeyi ihlal etmişler, onun malını haram yolla
almışlardı. İsyancıların hepsinin Hz. Osman’ın tırnağı olamayacağını söyleyerek
halkı coşturmadaydı.
Talha ve Zübeyr de Mekke’ye gelmişlerdi. Osman dönemi Yemen valisi Ya’lâ
b. Müneye, ki aynı zamanda Zübeyr’in damadıydı. Yemen hazinesinde ne varsa
almış, altı yüz bin altını üçyüz deve ve çeşitli mallarla Mekke’ye yönelmişti.
Bütün bu çaldıklarını hazırlanacak olan orduya verdi. Asker adlı deveyi de Hz.
Ayşe’ye hediye etti. Basra’nın eski valisi Abdullah da orduya bir çok yardımda
bulundu.
Hz. Ayşe ve Ali hatta Fatma’nın ilişkileri hakkında çok şey söylenebilir.
Belki de bunlardan en önemlisi Hz. Fatma ve ayşe’nin Hz. Peygamber’in en
sevdiği kimse olma hususunda içine girdikleri rekabettir. Bu rekabet onların
vefatlarından yüzyıllar sonra bile bitmemiş ve rekabeti onların yerine ehl-i
sünnet ve şia devr almıştır. Ehl-i sünnetten gelen rivayetlerde Hz.
Peygamber’in ensevdiği Ayşe ve babasıdır. Şia’da ise Fatma ve kocası. Ayşe’nin
kadınlara üstünlüğü tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir, Fatma
cennetteki, kadınların efendisidir. Hz. Peygamber Ayşe’nin kollarında ölmüştür,
ya da Ali’nin kollarında ölmüştür.
Ancak tarihte Hz. Ayşe ile Ali’yi karşı karşıya getiren ilk önemli olay
“Ifk” hadisesidir. Bu hadisenin ayrıntılarına girmek istemiyoruz, ancak yayılan
dedikodular Rasûlullah’ın kulağına kadar gitmiş, oda Ayşe’yi babasının evine
yollamıştı. Şüphe içinde kalan Rasûlullah ne yapması gerektiği konusunda
yakınlarının görüşünü sormuş, Hz. Ali ise Ayşe’yi boşamasının uygun olduğunu
söylemiştir. Ancak Nur 24/11-16 ile Ayşe’nin masumluğu Allah tarafından
bildirilmiş, durum düzelmiştir. Ancak Hz. Ayşe Ali’nin ona karşı takındığı bu menfi
tutumu hiç unutmamıştır.
Hz. Ayşe’nin Mekke’deki evi Ali’ye muhalefetin merkezi olmuştu. Burada
çeşitli toplantılar yapılıyor ve izlenilmesi gereken strateji belirleniyordu.
Medine’ye gidip Ali ile çarpışmak riskli bulunmuş, Şam’daki Muaviye’nin onları kabul
etmeyeceği bilindiğinden Basra’ya gitmeye karar verilmişti. Tam bu noktada ben
Muaviye’nin Mekke’deki muhalifleri bir şekilde provake ettiğini,
yönlendirdiğini düşünüyorum. Bu işlerde uzman sayılan Muaviye’nin bu topluluğun
içine casuslarını yada taraftarlarını yerleştirmesi, onları manuple etmesi,
onlara maddi manevi her türlü desteği dolaylı olarak belki başka Ümeyyeliler
aracılığıyla yapması bizce göz ardı edilmemesi gereken bir ihtimaldir. Basra’ya
gitme kararı halka münadilerle duyuruldu. Hz. Ayşe’nin Basra’ya gideceğini
haber veriyorlardı. Hz. Ayşe Rasulullah’ın diğer hanımlarının da kendisiyle
gelmesini istiyordu. Hz. Hafsa önce bu teklifi kabul etti, sonra kardeşi
Abdullah Hafsa’ya engel oldu. Diğer hanımlardan hiçbiri bu teklifi kabul
etmedi. En sert tepkiyi Ümmü Seleme gösterdi. Ayşe’ye “Şüphe yok ki Ali’nin
dindeki derecesini sen de bilirsin. Yalnız ben sana bazı şeyler hatırlatayım;
bir gün peygamber Hz. Ali oturuyordu. Konuşmaları uzun sürünce sen kalkıp
Peygamber’e söylenmek istedin, beni dinlemedin, gittin ağlaya ağlaya geldin.
“Ne oldu” dedim. Peygamber bana, “dön git, Allah’a and olsun Ehl-i Beytim’den
yahut başkalarından birisi Ali’ye buğzederse imandan çıkar” dedi dedin. “Hz.
Ayşe ise evet hatırladım” dedi.
Ümmü Seleme, “Hatırlar mısın bir gün sen Peygamber’in başını yıkıyordun,
ben de yemek pişiriyordum. Hz. Peygamber” Hanginize Haveb köpekleri ürecek?”
buyurdu. Ben Allah’a sığınırım dedim. Peygamber senin arkana vurup “Sakın sen
olmayasın ey pembe beyaz kadın, işte sana bildirdim” buyurdu. Sonra da bana
dönüp “sakın sen olma” buyurdu diye anlattı.
Hz. Ayşe bu sözlerden sonra vazgeçmek istedi, ancak yeğeni Abdullah onu
gene kandırdı. Gölpınarlı’nın anlatımı bu şekildedir. O Hz. Ayşe ve Ümmü
Seleme’nin yüz yüze konuştuğunu söylerken başka bir çok kaynakta dialogları mektuplaşma
aracılığıyladır. Buna göre Ümmü Seleme mektubunda şöyle demektedir, “Rasûlullah
kadınların cihada sabredebilecekleri kanaatinde olsa idi onu sana tavsiye
ederdi. Dinde aşırı gitmekten seni nehyettiğini bilmiyor musun? Şüphesiz dinin
direği eğrilirse kadınlarla doğrulmaz, çatlasa da onlarla tamir edilmez.
Kadınların cihadı gözlerini haramdan korumak ve eteklerine sahip olmaktır. Sen
deveni çöllerde hızla oradan oraya sürerken rasûlullah seninle karşılaşsa, ona
ne
derdin?” Gene ümmü Seleme
mektubunda eğer savaş olursa Ali’nin galip gelmesini istediğini söylemiş ve
durumu bir mektupla Hz. Ali’ye bildirmiştir.
Kaynaklardaki ilginç bir rivayet ise Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ’in birgün hanımlarıyla otururken kendisinden sonra bazı hanımlarının
huruc edeceklerini söylemiş, Hz. Ayşe buna gülmüştür. Rasûlullah Ayşe’ye
“Dikkat et Hümeyra, bu sen olmayasın” buyurmuştur. Gene Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] Hz.
Ali’yi uyarmış ve “Şayet idareye gelirsen Ayşe’den uzak dur” demiştir.
Cemel topluluğu Mekke’den Basra’ya yola çıktı. Ayşe, Talha, Zübeyr,
Abdulah b. Âmir, Ya’lâ b. Ümeyye, Mervan b. Hakem, Velid b. Ukbe ve Benû
ümeyye’den bir gurubun yardım ettiği kafilenin başında Hz. Ayşe’nin olduğu ve halkı
çoşturduğu ya da Talha ve Zübeyr’in baskısı sonucu Basra’da birliği sağlamak
üzere yola çıktığına dair iki farklı rivayet vardır. Biz Ayşe’nin kimsenin
etkisinde kalmayacak kadar zeki olduğunu ancak Basra’nın birliği için yola
çıkmasının çok manasız olduğunu düşünüyoruz. Onun bu işi haksızlıklarla
mücadele, insanların arasını ıslah etmek gibi sebeplerle yaptığı iddası da
bizce doğru olamaz. Hz. Ali kime ne gibi bir haksızlık yapmıştır ve insanlar
savaşla nasıl ıslah edilir?
Yola çıkan kafilenin yanında 400 bin dirhem, 400 deve ve Mekke halkından
700 kişi vardı. Onları uğurlayanlar göz yaşı döküyordu. Rasûlullah’ın kimi
hanımları da onları şehrin çıkışına kadar uğurlamıştı. Olayın başından sonuna
Hz. Ayşe lider pozisyonundaydı, yapılacak işlere o karar vermişti. Kafileye
kimin imamlık yapacağı konusundaki anlaşmazlığa da o son vermiş ve imam olarak
yeğeni Abdullah b. Zübeyr’i seçmişti.
Kaynaklarda Cemel Savaşı ile ilgili birçok ayrıntı vardır. Bunlardan bir
kısmı Hz. Ayşe’yi tartışmasız lider, savaşı yönlendiren kişi olarak anlatmış,
bir kısmı ise Ayşe’nin sürekli olarak yönlendirildiğini, yaptığı iş konusunda
tereddütte olduğunu söylemiştir.
Yolda Haveb kuyusuna rastladıkları, burada köpeklerin uluduğu, yerin
adını soran Ayşe’ye Abdullah b. Zübeyr ve bir gurubun yalancı şahitlik yaparak
yerin adını değiştirdiği ve Hz. Ayşe’nin dönmekten vazgeçirildiği de bilgiler
arasındadır.
Aynı yıl Hz. Osman’ın ölümü gibi Hz. Ali’yi çok üzecek iki önemli vefat
daha oldu. Bunlardan ilki Hz. Peygamber’in çok sevdiği, Ehl-i Beyt’ten dediği
Selman-ı Farisiydi. İkinci vefat ise Hz. Peygamber’in sır sahibi diye anılan
Huzeyfe el-Yemani idi. Huzeyfe vefat ederken oğullarına ne olursa olsun Ali’den
ayrılmamalarını vasiyyet etti. İki oğlu da Sıffın’da Hz. Ali’nin yanında şehit oldular.
Huzeyfe kendisine Hz. Peygamber’in münafıkları ve ileride olacak olayları haber
verdiğini söylerdi. Huzeyfe’nin cenaze namazını kılmadığının namazını Hz.
Ömer’de kılmazdı. Hz. Ömer bir gün ona görevlendirdiği namazını valiler
arasında münafık olup olmadığını sordu ve bir tane olduğu cevabını aldı.
Bu Huzeyfe’dir ki Uhud’un sancaktarı, Hemdan, Rey ve Dinever şehirlerinin
fatihiydi. Bu iki kişinin
vefâtı tüm müslümanları üzmüş ancak Hz. Ali’nin destekçileri oldukları için
Ali’yi daha da üzmüştür. Cemel ordusunun bir komutanı yoktu, en küçük bir
anlaşmazlıkta birbirlerine girmekteydiler. Muaz b. Abdullah, “Biz üst olsak
bile birbirimizle savaşa kalkarız, çünkü ne Talha emirliği verir ne Zübeyr”
demişti.
Said b. As, Mervan’a ve geri kalan Ümeyyeoğullarına Osman’ın katillerini
cezalandırmak istiyorlarsa önce Ayşe, Talha ve Zübeyr’i öldürmeleri gerektiğini
söylemiş, Ümeyyeoğulları da bütün katilleri öldürmeyi umuyoruz demişlerdir.
Gene Said b. el-As Talha ve Zübeyr’e kimin baş olacağını sormuş, onlar da
halkın seçimine uyacaklarını söylemişlerdi. Said ise uygun olanın Osman’ın
oğlunun başa geçmesi olduğunu söyleyince tartışmışlar, Said ve Mugıre topluluğu
terketmişti.
Hz. Ali doğrudan Muaviye’nin üzerine gitmek için ordu hazırlığındaydı.
Ancak muhacir ve ensarın bir kısmı kıble ehliyle savaşmak caiz değildir diyerek
savaşmak istemiyorlardı. Bu durum karşısında Hz. Ali onları çağırdı, “Pekala, o
halde nasıl oluyorda bana biat ettiğiniz halde emrime uymuyor, dönenlerle
savaşa gitmiyorsunuz?” dedi. “Ey müminlerin emiri, biz sen yanlış hareket
ediyorsun demiyoruz. Sana biat ettikten sonra bozanlarla savaşmak helal
değildir fikrini de gütmüyoruz. Biz ancak namaz kılanlarla savaşmanın caiz olup
olmadığından emin değiliz” diyorlardı.
Bu konuşmadan sonra Hz. Ali onları kendi hallerine bıraktı. Ayşe, Talha
ve Zübeyr’in isyanı duyulmuştu. Bu yüzden önce onların üstüne gitmeye karar
verdi.
Hz. Ali Ayşe’nin ordusu Basra’ya varmadan yetişmek, onları geri çevirmek,
bu suretle büyük bir savaşın önüne geçmek istiyordu. Ancak Cemel ordusu
Basra’ya yaklaşmıştı. Ali’nin valisi Osman b. Huneyf bir adam göndererek onlara
öğüt verdi, fakat faydası olmadı. Basra’nın içide karışmıştı. Osman’ın
gönderdiği elçi ebu’l- Esved el-Dueli idi. Önce Hz. Ayşe’ye geldi. Ona ne diye
evinden çıkıp buralara geldiğini sordu. Ayşe, Osman’ın kanını istediğini
söyledi. Ebu’l-Esved’in Basra’da osman’ın katillerinin olmadığını söylemesine
karşılık Hz. Ayşe ikna olmadı ve hiç kimsenin kendisiyle savaşmaya cesaret
edemeyeceğini söyledi. Ebu’l
Esved’in cevabı ısrar ederse herkesin onunla savaşacağı ve öldürmekten
çekinmeyecekleri oldu. Ebu’l Esved’in Talha ve Zübeyr’i vazgeçirme çabaları da
sonuçsuz kaldı.
Hz. Ayşe’nin söylediklerinden etkilenen bir gurup Basralı’da Cemel
ordusuna katıldı. Vali Osman kendi ordusuyla karşılarına çıktı. İki gün boyunca
şiddetli savaşlar oldu. Bu iki günün sonunda Talha ve Zübeyr’in Ali’ye
gerçekten zorla mı biat edip etmediklerini öğrenmek için Medine’ye elçi
gönderildi. Eğer gerçekten zorla biat etmişlerse Osman Basra’yı onlara teslim
edecekti.
Elçi Medine mescidine ulaştı, oradakilere Talha ve Zübeyr’in biatını
sordu. Üsame b. Zeyd zorla biat ettiklerini söyleyince halk üzerine saldırdı,
ellerinden zor kurtuldu.
Hz. Ali bu olayı duyup Osman’a bir mektup yazdı. Mektubunda Talha ve
Zübeyr’in zorla biat etmediğini ve yaptıklarının kabul edilebilir bir tarafı
olmadığını söyledi.
Elçi Basra’da gördüklerini anlatınca Talha ile Zübeyr Osman’ı çağırdı.
Onların yalan söylediğini öğrenen osman görüşmeye gitmedi. Cemel ordusu gizlice
toplandı, gecenin karanlığında mescide girip 40 Hz. Ali taraftarını öldürdüler.
Osman’ı yakalayıp dövdüler, sonra da hapsettiler. Onlara karşı çıkan 70 kişiyi
daha öldürdüler. Bu vahşeti öğrenen bir kabile reisi askerleriyle gidip valiyi korumak
istedi. Ancak söylediği doğru sözlere itibar edilmedi, Cemel ordusu Hz.
Osman’ın kanı bahanesiyle masumların canını almaya devam ediyordu. Yardıma
gelen kabile ve Cemel Ordusu savaştı. Cemel ashabı onları yendi,
kurtulabilenler bir yerlere sığınıp Ali’nin gelmesini beklemeye başladılar.
Cemel ashabı Basra’da hakimiyeti ele geçirdi. Abdurrahman b. Ebû Bekir şehrin
maliye işlerinden sorumlu oldu. Diğer şehirlere mektuplar yazarak işbirliği
çağrısın da bulundular. Basra valisi Osman’ı öldürmek istiyorlardı. Ancak onun
kardeşi de Medine valisiydi. Osman’ı öldürürlerse kardeşinin de onların
Medine’deki taraftarlarını öldüreceği korkusuyla Osman’ın saçını, sakalını
yolup bıraktılar. Osman perişan bir halde Ali’nin ordusuna ulaştı.
Basra’ya doğru ilerleyen Hz. Ali şehirlere elçiler yollayarak asker
toplamaya çalışıyordu. Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Cafer’i Kûfe’ye
gönderdi. Vali Ebu Musa el-Eşarî elçileri şaşkına çevirecek bir iş yaptı,
minbere çıkıp halka savaştan uzak durmalarını söyledi. Elçiler şaşkınlıkla
gidip olayı Ali’ye anlattı. Ali bu sefer Hasan ve Ammar’ı bir mektupla Kûfe’ye
gönderdi. Ebu Musa’yı görevden azletti. Ancak Ebu’l-Musa kötü bir niyeti
olmadığını, Rasulullah’tan fitneye karışılmaması gerektiğini duyduğunu söyledi.
Hasan ve Ammar’ın arkasından Maliki Eşter Kûfe’ye gidip Abû Musa’yı azletmeyi
başardı. Kûfe’den toplanan dokuz bin kişilik ordu Hz. Hasan’la yola çıktı. Hz.
Ali’nin ordusu muhacirden, ensardan ve fethedilen topraklardan gelen
askerlerden oluşuyordu.Hz. Ali Basra’ya ulaştı. Gölpınarlı savaşın
başlangıcıyla ilgili uydurulduğunu düşündüğü bir rivayeti bize anlatır.
Hz. Ali sahabeden Ka’kaa b. Amir el-Temimi’yi anlaşmazlığın savaşa
dönüşmeden çözümlenmesi için Hz. Ayşe’ye gönderdi. Aralarında geçen konuşmada
Ka’kaa Hz. Osman’ın kanını istemekte ısrar ederlerse Basralılar’ın da onlardan
kan talep edeceklerini idda ederek Hz. Ayşe’yi savaştan vazgeçirdi. Talha ve
Zübeyr de ikna edilmiş, Ka’kaa dönüp bu mutlu haberi Hz. Ali’ye vermişti. Hz.
Ali çok sevinmiş, ertesi sabah Basra’ya hareket edeceğini, Osman’ın katlinden
sorumlu olanların onlarla gelmemesini söylemişti.
Hal böyle olunca Hz. Osman’ın katilleri korkmuş, toplanmışlar. Bu
durumdan ancak savaş çıkarsa kurtulacaklarını anlamışlar. Liderleri konumundaki
Abdullah b. Sebe’nin ortaya attığı fikri uygulamak için geceleyin Cemel
ordusuna saldırmışlar ve savaş böylece başlamış.
Hz. Ali Zaviye denen köye konmuştu. Abdü’l-Kays boyundan kişilerde orduya
katıldılar. Cemel ordusu da karşılarına geldi.
Hz. Ali askerlerine şu emirleri verdi. “Onlar savaşa başlamadan siz
başlamayın. Hamd olsun Allah’a ki hak sizinledir. Savaşta yaralananları
öldürmeyin. Onları bozguna uğrattınız mı peşlerine düşüp kovalamayın. Kötülükte
bulunmayın, ayıplarını örtün. Evlere girmeyin, mallardan bir habbe bile
almayın. Kadınlara dokunmayın, ırza sövmeyin. Kadınlar sözce, özce, düşünce
bakımından zayıf olurlar. Onlar müşrikken bile onlara dokunmamanız emr edildi.”
Bu olaylar olurken Hz. Ali’nin ordusuna katılımlar sürüyordu. Tarafsız
kalmak isteyen Ahnef b. Kays gibi kişilere Hz. Ali izin verdi.
Hz. Ali ordusuna, “Ey Allah’ın kulları, benim biatimden döndüler, vali
olarak tayin ettiğim Osman’ı dövdüler, ona kötü muamelede bulundular. Hakim b.
Cebele ve daha bir çok temiz kişiyi öldürdüler. Beni kim seviyorsa onlara
ulaştırdılar. Hangi duvar dibindeyse, hangi tümsek altındaysa beni seveni bulup
şehid ettiler. Gönlünüz sağlam, haklı olduğunuza emin olarak bunlarla savaşın.”
İki ordu karşılaşınca Zübeyr ve Talha atlarının üzerinde öne çıktılar.
Ali, bunu görünce yanlarına koştu. Onlara, “Silahlanıp adamlar toplamışsınız,
savaşa çıkmışsınız, ama Allah’a karşı bir özür buldunuz mu? Her türlü noksan
sıfattan münezzeh olan Allah’tan çekinip, ipi iyice örüp büküp, kuvvetli bir
hale getirdikten sonra çözen kişiye benzemeyin. Ben sizin din kardeşiniz değil
miyim? Kanım size haram değil mi? Benim kanımı size helal edecek bir şeye mi
sebep oldum.” dedi. Talha’nın cevabı, “Halkı Osman’ın aleyhine kışkırttın.”
oldu. Hz. Ali, “Allah da bilir ben Osman’ın öldürülmesinden uzağım, Allah
Osman’ı öldürenlere lanet etsin. Ey Talha, kendi haremini evinde saklıyorsun,
Rasulullah’ın haremini buraya sürüklüyorsun, sen bana biat etmedin mi?” dedi.
Talha kılıç zoruyla biat ettiğini söyleyince Ali Zübeyr’e dönüp, “Benden
Osman’ın kanını almak istiyorsun, halbuki onu adeta sen öldürdün. Allah onun
hakkında en fazla şiddet göstereni bugün bana musallat etti. Hatırlar mısın
Zübeyr bir gün Rasûlullah sana, “Sen Ali ile savaşacaksın, fakat zalim olarak,
ona zulmederek savaşacaksın” buyurmuştu” dedi. Zübeyr, “Vallahi şimdi
hatırladım, yoksa buralara gelmezdim, artık ebediyyen seninle savaşmam” dedi.
İki tarafta ordularına geri döndü. Zübeyr adamlarına durumu anlatınca
Ayşe ne yapacağını sordu, Zübeyr gideceğini söyleyince oğlu Abdullah bizi buralara
sen getirdin, korkaksın gibi laflarla babasını zorladı. Zübeyr de keffaret
vererek orduda kaldı.
İki ordu karşı karşıyaydı. Aynı boydan kişiler tam karşılıklı gelecek
şekilde yerleştirilmişti. Ayşe’nin ordusu otuz bin, Ali’nin yirmi bin kişiydi.
Zübeyr’in morali çok bozuktu, öleceğini biliyordu. Oğluna borçlarını
ödemesini tembih etti. Çok yaşlı olan Ammar gelip Zübeyr’e yanaştı. Ancak
Zübeyr, Hz. Peygamber’in “Ammar’ı gerçek imama isyan edecek bir topluluk
öldürecek” buyurduğunu bildiğinden Ammar’dan kaçıyordu. Ammar’a “Beni öldürmek
mi istiyorsun” diye sordu.Ammar “Hayır,gitmeni istiyorum.” dedi. Zübeyr bu
sözden sonra savaşı bıraktı, Medine’ye gitmek üzere yola çıktı. Savaştan geri
durmak için Ali’den izin alan Ahnef onu gördü. Bu adam müslümanlardan iki
gurubu bir birine düşürdü, şimdi de evine gidiyor diyerek peşine adam yolladı.
Bu adam ileri de Nehrevan’da bulunacak olan Amr b. Cürmüz’dü. Zübeyr namaz
kılarken onu öldürdü. Atını, kılıcını, yüzüğünü alıp Ahnef’e getirdi. Zübeyr’i
gömdüler. Ahnef bu adama iyi mi kötü mü yaptığını bilmediğini söyledi. Hz.
Ali’nin yanına gittiler. Ali bu habere çok üzüldü. Zübeyr’in meziyyetlerini
anlattı. Ödül almayı bekleyen adam bu duruma çok şaşırdı. Hz. Ali Rasulullah’ın
“Zübeyr’i öldürene cehennemi müjdele” buyurduğunu söyledi. Adam çok kızarak
gitti.
Hz. Ali ordusuna kendilerine saldırılmadan savaş açmamalarını söyledi.
Cemel ordusunun attığı oklar yağmur gibi yağıyordu. Ali ancak birçok kişi şehit
olduktan sonra savaşa başladı. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in
Zâtü’l-Fuzül adlı zırhını giymişti. Zül- Fekar’ını bürünmüştü. Hz. Muhammed
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Ukab diye anılan bayrağı oğlu Muhammed
İbni’l-Hanefiyye’nin elindeydi.
Hz. Ayşe’nin bindiği deve Basralılar’ın bayrağı olmuştu. Hz. Ayşe onları
savaşa teşvik etmekteydi. Basra kadısı Ka’b, devenin yularını tutmakta, Hz.
Ayşe mushafı kaldırıp halkı Kur’an’a davet etmekteydi. Bu sırada Ka’b öldürüldü
ve deve önünde öldürülenlerin ilki oldu.
Savaş öğleye kadar sürdü. Hz. Ayşe’nin ordusu bozguna uğradı, Basra’ya
doğru kaçmaya başladılar. Ancak devenin etrafının sarıldığını görünce geri
döndüler. Talha ve Zübeyr’in çevresinde odaklanan savaş, devenin etrafına
kaymıştı. Talha’ya bir ok geldi, baldırına saplandı. Akan kan durmuyordu. Talha
kölesine onu kimsenin tanımayacağı bir yere götürmesini söyledi. Ancak kan
kaybından öldü. İbnü’l-Esir’e göre Talha’ya ok atan Mervan’dı. Hatta onu
yaraladıktan sonra Osman’ın oğlu Erbân’ı bulup, “babanın katillerinden bir
kısmını öldürdüm, artık öc alma sevdasına düşmem” diye müjdelemişti.
Başka bir rivayette yaralı olarak Basra’ya götürülen Talha yolda birine
rastlamış, Ali’nin askeri olup olmadığını sormuş, olumlu cevap alınca ona “ver
elini de Ali’nin adına sana biat edeyim” demiştir.
Savaş tam hızıyla devenin etrafında sürmekteydi. Deveyi korumak için
sadece Kureyş’ten 40 kişi öldü. Mervan ve Abdullah b. Zübeyr de deveyi korumak
isterken yaralandı. En sonunda Umayre adlı bir adam yuları tuttu, güçlüydü
önüne geleni öldürmeye başladı. Onu Eşter yaraladı. Devenin yularını tutanı
öldürüyordu. Talha’nın oğlu Muhammed’i de yaralamış fakat öldürmemişti.
Abdullah b. Zübeyr’le aralarında böyük bir mücadele oldu. Abdullah ağır
yaralanınca onu bıraktı. Eşter’in bu savaştaki kahramanlıkları Gölpınarlı’nın
eserlerinde ayrıntısıyla anlatılır.
Hz. Ali bizzat harbe girip savaşmıştır. Sahabe Ali’yi öldürülürsen
müslümanlar bozguna uğrar diye mani olmaya çalıştı.
Savaşın devenin etrafında kızıştığını gören Ali, devenin ayaklarının
kesilerek çökertilmesini emretmek zorunda kaldı. Muhacir ve ensardan bir bölük
deveye doğru yürüdü. Muhammed İbnü’l-Hanefiyye elinde Rasûlullah’ın bayrağını
tutmaktaydı, Hasan ve Hüseyin’de babalarıyla ilerliyorlardı. Bunu gören Cemel
ashabı çekirge sürüleri gibi kaçıştılar.
Hz. Ayşe’nin yanına kardeşi Muhammed’i ve Ammar’ı yolladı. Muhammed’le
Ammar devenin hevdicinin iplerini kestiler. Ayşe “Kimsin” diye bağırdı.
Muhammed ise “Ehlinin içinde en nefret ettiğinim” dedi. Ayşe “Muhammed sen
misin, şükür sana bir şey olmadı” deyince Muhammed “üst olsaydın benim
öldürülmemize acımazdın” diye cevap verdi. Ali, Hz. Ayşe’ye yaklaşarak
“Rasûlullah sana böyle mi vasiyyet etmişti” dedi. Ayşe ise Ali’ye “üst oldun,
bağışla beni” dedi. Hz. Ali’nin cevabı herşeyin bir zekatı olduğu, üst olmanın
zekatının da bağışlamak olduğu yönündeydi. Hz. Ali Muhammed’e ablasına hiçbir
kimseyi yaklaştırmamasını, söyleyerek Ayşe’yi özel olarak hazırlattığı çadırına
yolladı. Ayşe Ali’nin emriyle geceyi Basra’da büyük bir evde geçirdi.
Tüm bu olaylar olurken Muaviye’nin neler yaptığına bakmak istiyoruz. Şam
valisi Muaviye Hz. Osman’ın kanını talep ederken Cemel topluluğuyla asla bir
araya gelmemiştir. Hz. Osman’ın katlinden önce bir birine karşı iyi hisler
beslemeyen Cemel topluluğu aynı Muaviye gibi sözde başka, özde başka şeyler
istemekteydi. Muaviye aralarında olmasa da ümeyyeoğulları’ndan pek çok kimse
vardı. Bunlar bazı eski aileler ve onların yakınlarından oluşmaktaydı. Hz.
Ali’ye karşı halkı kışkırtmak için herşeyi yapmaktaydılar.
Muaviye’nin Cemel topluluğuyla beraber hareket etmemesi hayali bir Rum
tehdidine bağlanmıştır. Bu bahaneyle Muaviye Cemel ordusundaki diğer Emeviler’e
karşı mazeret bulmuş olmaktaydı. Muaviye’nin asıl amacı ikisini de düşman kabul
ettiği bu orduları birbirlerine kırdırmaktı. Kim kazanırsa kazansın, gene
karlıydı. Düşmanları eksilmiş olacaktı.
Daha öncesinde Cemel topluluğu Mekke’deyken nereye gidelim diye
düşünürken Zübeyr Şam’a gitmeyi önermiş, Velid b. Ukbe ise Hz. Osman muhasara
altındayken Muaviye’nin ona yardım etmediğini söyleyerek kabul etmedi.
Zaten Muaviye de onlara meraklı değildi. Ne iktidar ortaklarına ne de
parasıyla askerlerini onlar için harcamaya niyeti yoktu. Şöyle diyordu “Cemel
ashabı galip gelirse onlar bana Ali’den daha ehvendir, eğer Ali galip gelirse
ben ona ne yapacağımı bilirim.”
Savaştan sonra Hz. Ali tellalları çıkartıp, “Kaçanın ardına düşüp
kovalamayın, yaralılara dokunmayın, evlere girmeyin, kimsenin silahını,
elbisesini, malını mülkünü almayın. Silahını bırakan emindir. Evine gidip,
kapısını kapatan emindir” diye bağırttı.
Tüm olanlara rağmen Hz. Ali Ayşe’yi ziyarete gitti, halini sordu. Basra
ağıtlarla yankılanıyordu. Ölüler gömüldü, yaralılar tedaviye alındı. Her iki
taraftan ölenlerin sayısı on bindi. Daha önce de Cemel topluluğu Basra’da üç
bin kişiyi öldürmüştü. Yani on üç bin müslümanın kanı akmıştı.
Hz. Ali askerlerin ellerindeki malları toplatıp sahiplerine geri verdi.
Ganimet almak isteyenlere “Onlar bizim kardeşimizdir, bize isyan ettiler diye
mallarını helal sayamayız, Hz. Ayşe’nin birinizin payına düşmesini ister
misiniz” diyerek onları susturdu.
Rivayetlerin geneline göre savaş 36. yılın Cumadelahirasında olmuş üç gün
sürmüştür. Bundan sonra Ali Basra’ya girmiş ve halka mescitte bir hutbe
okumuştur. Tüm yaptıklarına rağmen Basralılar’ı affetti ve herkes Hz. Ali’ye
biat etti. Hz. Ali hazinede bulunanları askerlerine verdi.
Hz. Ali Abdullah b. abbas’la Hz. Ayşe’ye Medine’ye dönmesi için haber
yolladı. Ayşe Abdullah’la tartıştı. Sonunda kardeşi Muhammed ve Basra’nın ileri
gelenlerinden kırk kadınla yola çıkmaya mecbur oldu. Hz. Ali ve oğulları onu
bir günlük yola kadar uğurladı.
Ali Abdullah b. Abbas’ı Basra valisi yaptı. Ziyad’ı da hazinenin başına
getirerek Kûfe’ye yola çıktı. Kûfe’de halk Hz. Ali’yi karşıladı, Ali’de
mescitte kendisini yalnız bırakmadıkları için halka teşekkür etti.
3.6.
Muaviye ile İlgili Gelişmeler
Hz. Ali’nin Cemel Savaşında galip gelmesi merkezi otoriteye itaati kabul
etmeyen Muaviye’yi çeşitli hazırlıkların içine soktu. Muaviye maktul halifenin
kanlı gömleğini Şamlılar da nefret duyguları uyandırmak için kullandı. Şam
halkının bu coşkusu Muaviye’ye halifeliği kazandırdı.
Cemel Savaşı’ndan sonra sıranın kendisine geldiğini biliyordu. Hz. Ali’yi
oyalamak için herşeyi yaptı. Çevresine mektuplar yazarak destek aradı.
Hz. Ali biatını sunması için Muaviye’ye elçi gönderdi. Bu elçi Cerir b.
Abdullah el-Beceli idi ve kendisi Hz. Osman döneminde de görev almıştı. Bu elçi
seçimi Hz. Ali’nin çevresindekileri memnun etmedi. Nitekim Cerir ondan şüphe
edenleri ileride haklı çıkaracaktı.
Cerir’den uzun süre ses çıkmadı. Bu durum Hz. Ali’yi rahatsız etti.
Muaviye Cerir’i özellikle oyalıyor, çevresinden destek toplamaya çalışıyordu.
Bu çabaları sonunda Kinde kabilesi reisini Hz. Osman’ın kanını istemeye ikna
etti. Bu kabile reisi Suriye
bölgesindeki bütün şehirleri gezerek halkı savaşa hazırladı. Ateşli konuşmaları
sayesinde Muaviye’nin ordusuna büyük katılım oldu. Bu kişiler ölene dek
Muaviye’nin yanında olmaya and içmişti.
Amr b. As, Hz. Osman’ın evi kuşatılınca oğullarını da alarak Filistin’e
gitmişti. Burada uzun süre kimseyle görüşmedi. Hz. Ali’den hiç hoşlanmazdı.
Muaviye’den gelen bir mektup onu harekete geçirdi. Muaviye Hz. Ali’nin
yolladığı elçiyi oyaladığını, hemen gelmesi gerektiğini söylüyordu.
Amr koşarak Şam’a gitti ve Muaviye’nin en yakın adamı oldu. Buna karşılık
ölene dek Mısır valisi olmayı ve Mısır gelirlerini istemişti. Yoksa Muaviye’yle
Amr’da bir birlerini sevmiyorlardı. Tek ortak yanları menfaatleriydi. Amr
Muaviye’ye şöyle demişti; “İkimizi birleştiren ne Osman’ın yakınlığı ne ona
olan sevgimizdir. Bizi dünyaya bağlılığımız birleştirdi.”
Muaviye 3 şeyi başarırken Amr’dan çok faydalandı. Bunlar hapisten kaçan
Muhammed’in durumu, Bizans tehdidi ve Hz. Ali problemi idi. Amr 3 konunun
çözümünde de çok başarılı oldu. Bizans İmparatoruyla geçici barış yapıldı,
savaş meydanında değilse de masa başında Hz. Ali’nin halifeliği elinden alındı
ve Muhammed b. Huzeyfe yakalanıp öldürüldü.
Muaviye’nin ordusuna katılan ilginç bir sima daha vardı. Ubeydullah b.
Ömer Ubeydullah babasını öldüren kölenin küçük kızını hiçbir suçu olmamasına
rağmen öldürmüş, Hz. Ali de onun kısas edilmesini istemişti. Ancak Hz. Osman
diyet vererek Ubeydullah’ı kurtarmış, “Dün babası öldü bugün oğlunu öldüremem”
demişti. Bu yüzden Ubeydullah Ali’den çekiniyordu. Muaviye’nin sahabeye yazdığı
mektuba cevap verdi ve Kûfe yerine Şam’a gitti. Muaviye’nin tüm ısrarlarına
rağmen halka Hz. Ali aleyhine bir şey söylemedi, Ali’yi Osman’ın ölümünden
sorumlu tutmadı. Ancak Sıffin’de Muaviye’nin yanında savaştı. Ubeydullah’ın Hz.
Ömer’in oğlu olması ve Kureyş’in otoritesini temsil etmesi Muaviye için büyük
bir kazanımken Hz. Ali için bir kayıptı.
Muaviye ona hikmetli sözlerle dolu bir mektup getiren Cerir’i tam üç ay
oyaladı. Bazı kişiler onun taraf değiştirdiğini sandılar. Bu süre zarfında
Muaviye destek topladı ve kuvvetini Hz. Ali’ye anlatması için Cerir’e güç
gösterileri, şovlar yaptı.
Cerir geriye Muaviye’nin Hz. Ali’ye biati red eden mektubuyla döndü. Hz.
Ali’ye Şam’ın durumunu, onların Hz. Osman’ın ölümünden kendisini sorumlu
tuttuklarını ve Şamlılar’ın Muaviye’ye olan bağlılıklarını anlattı.
Hz. Ali ve Muaviye arasında uzun süren bir yazışma trafiği oldu. Bu
yazışmaların temelini Hz. Ali’nin Muaviye’nin idareyi tanıması yönündeki iyi
niyetli çabaları ve Muaviye’nin amaçlarını gizlemek için kullandığı Hz.
Osman’ın kanı iddası oluşturuyordu. Muaviye’ye göre muhacirler Hz. Osman’ı
öldürmeleri için halkı tahrik etmiş, ensarda Hz. Osman’a yardım etmemişti. Tüm
bunların ardında Hz. Ali vardı. Muaviye Hz. Osman’ın kanını ve halife seçiminin
şuraya bırakılmasını istiyordu. Hz. Ali bu tavır karşısında şaşkındı. Hz.
Osman’ın kanını talep etmenin oğullarının hakkı olduğunu, eğer oğulları bu
hakkı Muaviye’ye vermişlerse bile önce halifeye biat etmesi gerektiğini,
devletin her tarafında otorite sağlandıktan sonra suçluların Allah’ın kitabına
göre cezalandırılacağını söylüyordu. Muaviye Medine’ye mektuplar yazıyor, yardım
istiyordu. Çünkü Hz. Ali’nin halifeliğinin meşruiyetinin sebebi muhacir ve
ensar tarafından seçilmesindendi. Eğer Muaviye bunları yanına çekebilirse Hz.
Ali’nin meşruiyeti de elinden giderdi. Mektup yazdığı kişiler arasında Sa’d b.
Ebi Vakkas, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve Ubeydullah b. Ömer de
vardı. Bu kişilere yazdığı mektuplardan niyetinin hilafet olmadığını, halife
seçiminin şuraya bırakılması gerektiğini, tek isteğinin Osman’ın kanı olduğunu
ballandıra ballandıra anlatıyor; Talha ve Zübeyr’in bu uğurda öldüğünü, Hz.
Ayşe’nin bunun için savaştığını anlatıyordu. Ancak bu çağrısı sadece Ubeydullah
b. Ömer üstünde işe yaradı.
3.7.
Muaviye’nin Mısır Valisi Kays’ın Azline Neden
Olması
Kays b. Sa’d b. Ubade, çok iyi bir müslüman, çok iyi bir idareci ve çok
iyi bir askerdi. Hz. Ali’nin maiyetine bir ordu vermesine rağmen askerlerin
halifeye lazım olacağı gerekçesiyle orduyu kabul etmedi. Beraberindeki yedi
kişiyle Mısır’a girdi.
Mescitte minbere çıkıp Hz. Ali’nin emrini okudu ve halka şöyle seslendi;
“Ey halk biz Peygamber’imizden sonra en hayırlı bildiğimiz kişiye biat ettik,
siz de ona Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünneti üzerine biat edin.”
Halk bu öneriyi hemen kabul etti. Kays Mısır’ın her tarafına memurlar
tayin ederek Mısır ülkesine hakim oldu. Sadece iki kişi Yezid b. Haris ve
Mesleme b. Muhalled Ali’ye biat etmedi. Muaviye onların toplumdaki konumunu ve
Muaviye’ye katılma ihtimallerini göz önüne alarak üzerlerine varmadı.
Kays’ın bu başarılı yönetimi Muaviye’yi çok rahatsız ediyordu. O, Hz.
Peygamber’in zamanında Ensar’ın bayraktarıydı, Hz. Peygamber’in hizmetinde
bulunurdu. Hz. Ali Şam üzerine yürürse muhakkak Kays askerleriyle yardım
ederdi. Kays’tan ne yapıp edip kurtulmalıydı.
Kays’a mektuplar yazdı, vaadlerde bulundu, tehdit etti. Ne yapsa bir
sonuç alamadı. Bu sefer hileye başvurdu, Şam’da halka Kays’ın kendilerinden
olduğunu, Hz. Osman’ın kanını isteyenleri himaye ettiğini, kendisine gizli
mektuplar yazdığını anlatmaya başladı. Kays’tan geldiğini idda ettiği sahte bir
mektubu halka okudu.
Dedikodular hızla yayıldı. Hz. Hasan, Hüseyin ve Abdullah b. Cafer’in
kulağına kadar gitti. Gidip Hz. Ali’den onu azletmesini istediler. Hz. Ali
Kays’a çok güveniyordu. Buna rağmen içine şüphe düştü. Kays’a Harib’de biat
etmeyenlere baskı uygulamasını istedi, Kays ise onlara dokunmanın kötü sonuçlar
doğuracağını söyledi. Hz. Ali savaş konusunda ısrarcı oldu. Kays kabul etmedi.
O zaman Hz. Ali Kays’ın ona ihanet ettiğini zannederek görevinden aldı. Yerine
Muhammed b. Ebû Bekir’i atadı.
Kays Mısır’dan çıkıp Medine’ye geldi. Ancak Mervan’ın hakaretleri
yüzünden Sehl b. Huneyf’le Kûfe’ye yola çıktı. Hz. Ali’ye ulaşıp durumu anlattı,
Hz. Ali çok üzüldü, ama yapacak bir şey yoktu. Muaviye hedefine ulaşmıştı.
Mısır’a vali olan Muhammed b. Ebû Bekir Kays’ın aksine biat etmeyenleri biat
etmeleri ya da ülkeyi terketmeleri için zorladı. İkisine kabul etmedikleri için
silaha sarıldı. Böylece Mısır’daki muhalefet tırmandı ve Muaviye tarafına
koymaya başladı.
Hz. Ali ve Muaviye arasındaki mektup trafiği tüm hızıyla sürmekteydi. Hz.
Ali savaş çıkmaması için elinden geleni yapmış Beşir b. Amr el-Ensari, said b.
Kays el- Hemedani ve Şebes b. Rebi et-Temimi gibi kişileri elçi olarak
Muaviye’ye yollamıştı. Bu elçiler ne şekilde davranırsa davransın Muaviye biate
yanaşmıyordu.
Savaşın kaçınılmaz olduğu ortadaydı. Kimi kaynaklar savaştan önce iki
ordudan küçük küçük gurupların ufak çaplı çarpışmalar yaptığını söylerken kimi kaynaklar Cezire bölgesinde halifenin
güçleri ile Muaviye taraftarlarının arasında hakimiyeti sağlama mücadelesi
olduğunu belirtir.
İkinci görüşe göre Hz. Ali Kûfe’de iken Muhan, Cibal, Horasan ve Cezire’ye
valiler tayin etmişti. Cezire valisi olan Malik el-Eşter buradaki Osman
taraftarlarını bastırarak idareyi ele geçirdi. Ancak bize göre bu küçük
çarpışmalar Eşter’in Cezire valisi olmasından sonra değil, Hz. Ali’nin
ordusunun Sıffın’a giderken geçtiği güzergah üzerinde olmuş, Ali’nin ordusuna
saldıran Muaviye yanlıları püskürtülmüştü.
Ancak bu ortamda bile elçi trafiği sürüyordu. Hz. Ali yeni bir elçi
heyeti yolladı. Buna karşılık Muaviye de Hz. Ali’ye heyet yolluyordu.
Muaviye’nin heyeti Ali’ye kendisini Osman’ın öldürülmesinden sorumlu
tuttuklarım, katilleri teslim edip halife seçimini şuraya bırakmasını istedi.
Hz. Ali ise sinirlenerek Allah’a hamd ü senadan sonra Hz. Peygamber’in
nübüvvetini ve insanları doğru yola ilettiğini anlattı. Daha sonra Hz. Ebû
Bekir ve Ömer’in halife seçilişini bu ikisinin doğru yoldan ayrılmadığını,
kendilerinin Hz. Peygamber’in ailesi olmalarına rağmen bu kişilerin üstlerine
halife olmasına başta darıldıklarını sonra affettiklerini anlattı. Osman’ın
bazı yanlış işleri yaptığını, halkın onun aleyhinde olduğunu ve öldürüldüğünü,
gene halkın baskıları yüzünden hilafete geldiğini, ancak kendisine biat eden
iki kişinin ayrılması yüzünden zayıf düştüğünü anlattı. Allah’ın dininde hiçbir
önceliği olmayan, babasıyla birlikte istemeden müslüman olan Muaviye’nin
muhalefetinin hiçbir anlam ifade etmediğini, kendisinin ve babasının müslüman
olana kadar Rasûl’e hep düşman olduklarını, bu isyanından başka hiçbir
gazasının olmadığı, Peygamber’in ailesiyle bu kişinin nasıl denk sayılabileceğini,
Muaviye’nin onları kandırdığını, gözlerini açmaları gerektiğini söyledi.
Muaviye ve Hz. Ali arasında geçen mektuplaşmalarda Hz. Ali’nin mektupları
hitabet açısından birer şahaserdir, içindeki nasihatler her müslümanın kulağına
küpe olacak niteliktedir. Buna karşılık Muaviye’nin tavrı hedef saptırma,
niyetini gizleme, düşmanı oyalama, kendi propagandasını yapma gücü açısından
çok ilgi çekici ve başarılıdır.
Yapılan görüşmelerden hiçbir sonuç çıkmayınca savaş kaçınılmaz oldu.
Savaş hazırlıkları 36 yılı sonlarına doğru tamamlandı, her iki ordu Sıffın’a
doğru yola çıktı.
Muaviye’nin ordusunun belkemiğini Suriyeli askerler oluşturuyordu. Bunlar
Fezare, Lahm, Cüzzame, Ak gibi yerleşik kabilelerden; Mudar ve Rabia gibi
sonradan buraya yerleşmiş ve birbirine karışmış birçok kabileden oluşmaktaydı.
İçinde muhacir ve Ensar’dan, Hicaz bölgesinden neredeyse hiç kimse yoktu. Bu
açık Ümeyyeoğulları’ndan bazı kişilerin katılımıyla telafiye çalışılmıştı.
Ensarı Numan b. Beşir ve Muhammed b. Mesleme temsil ederken, Ubeydullah b. Ömer
ve Abdurrahman b. Halid b. Velid Kureyş otoritesini temsil etmekteydi.
Muaviye’nin komutan seçimi de sembolikti, ordu komutanlıklarına bu dört
sahabeyi getirmişti. Hz. Ali’nin ordusunda Muhacir ve Ensar’dan birçok kimse
vardı. Bu kişilerin sekseni Bedir savaşına katılmış, ortalama yediyüzü de
Bey’atür’r-Rıdvan’da bulunmuştu. Bunların dışında muhacir ve ensardan dörtyüz
kişi daha vardı. Bu kişiler farklı boylara mensuptu: Kureyş, Esed, Kinâne,
Kinde, Basra ve Kûfe Bekrileri ve Yemen Kabileleri gibi pek çok kabile Hz.
Ali’nin safında temsil edilmekteydi. Ancak eski Kûfe valisi Ebû Musa
el-Eşari’nin amca çocuklarının Muaviye’nin yanında savaşması Kûfe’den istenen
miktarda katılım olmasını engelledi.
Kaynaklar Muaviye’nin ordusu hakkında seksenbinle yüzyirmi bin arasında
sayılar verirken, Ali’nin ordusu için elli bin ile yüzbin arasında değişen
rakamlar verilir. Bu savaşta Hz. Ali tarafında olup Rıdvan Biatine
katılanlardan altmış üç sahabe şehit olmuştur.
Savaş daha başlamadan Hz. Ali ve Muaviye arasında görülen ilk olay su
meselesidir. Muaviye’nin ordusu önce gelerek Fırat’ın kıyısındaki su
kenarlarına yerleşmişti. Hz. Ali suyu her iki ordunun da kullanmasını istedi.
Ancak Muaviye Hz. Ali’nin ordusuna bir damla bile su vermemeye kararlıydı. Muaviye’nin
yanında bulunan Velid b. Ukbe’de Ali’nin ve isyancıların Hz. Osman’ı muhasara
altında kırk gün aç susuz bıraktıklarını, bu yüzden onlara da su verilmemesi
gerektiği konusunda Muaviye’yi destekliyordu.
Hz. Ali’nin ordusu bir gün bir gece susuz kaldı. Eş’as b. Kays ve Malik
el- Eşter komutasındaki askerler savaşarak su kenarlarını Muaviye’nin
askerlerinden aldı.
Bu sefer Muaviye aynı şeyi Ali’nin ona yapmasından korktu. Ancak Hz. Ali
bu müjdeli haberi alır almaz Muaviye’ye birini yolladı. “Ben senin yaptığını
yapmam, su herkese mübahtır, siz de biz de suya muhtacız, bu ihtiyaçta biriz,
gelin istediğiniz kadar su alın” dedi.
Su ile ilgili bu zaferden sonra Hz. Ali iki gün bekledi. Muaviye’den hiç
ses çıkmıyordu. Hz. Ali gene elçi gönderdi ama Muaviye fikrinden dönmüyordu.
Bunun üzerine savaş başladı. Ancak iki ordu birden bire hücuma geçmedi.
Her iki taraftan askerler çıkıp savaşıyordu. Öne çıkanlar arasında her iki
taraftan ünlü simalar vardı. Ama er meydanına en çok çıkan kişi Eşter’di.
Zilhicce ayı böyle geçti.
Hz. Ali’nin ordusuna verdiği öğütler bugünün insan hakları savunucularına
ders verir nitelikteydi. Savaş başladı. Hz. Ali Kûfe atlılarının başına Malik
el-Eşter’i,
piyadesinin başına Ammar’ı koydu. Basra atlılarının başında Sehl b.
Huneyf, piyadelerinde Abdullah b. Budeyli vardı. Bayrağı Haşim b. Utbe
taşıyordu. Yemen askerlerini sağına aldı, Eş’as b. Kays’ı başlarına koydu.
Rabia boyunu sola alıp Abdullah b. Abbas’ı da onların başına geçirdi. Boyların
her birine bir emir ve bir 287
bayrak verdi.
Bu savaşta Hz. Ali’nin bayrağı kırmızı, Muaviye’nin ki siyahtı. Her iki
ordu da birbirlerini tanıyabilmek işin işaretlere ve paralara sahipti.
Savaş Safer’in ilk çarşambasında başladı. Her gün iki taraftan bölükler
meydana çıkıyordu. İlk gün Habib b. Mesleme’nin önderliğindeki Şamlılar’ın
karşısına Malik el-Eşter çıktı. Akşama kadar savaşıldı.
İkinci gün Haşim atlı ve yayalarla meydana çıktı, karşısında Ebû’l-Aver
vardı.
Üçüncü gün meydanda Ammar vardı, elinde Hz. Peygamber’den aldığı söylenen
bayrakla savaşıyordu. Ancak geri çekilmek zorunda kaldı.
Dördüncü gün Muhammed İbni’l-Hanefiyye meydana çıktı. Karşısında büyük
bir kuvvetle Ubeydullah b. Ömer vardı. Ubeydullah Muhammed’i teke tek dövüşmeye
çağırdı. Hz. Ali bunu öğrenince meydana koştu ve Ubeydullah’a meydan okudu.
Ancak Ubeydullah bunu kabul etmeyerek döndü.
Beşinci gün savaş Abdullah b. Abbas ve Velid b. Ukbe arasındaydı.
Muaviye’nin ordusu kazanmak için dürüstçe dövüşmekten başka her yola
başvuruyordu.
Hz. Ali isyancılarla bölük bölük değil hep birden savaşılacağına karar
verdi. Hz. Ali ve Muaviye’nin komutasındaki ordular karşılaştı. Bir sonuç
alınamadı.
Gölpınarlı’nın anlattıklarında öne çıkan bir konu da olacak olayların
ümmete daha önce Hz. Peygamber tarafından bildirilmesiydi. Tüm ümmete bildirenler
olduğu gibi sadece Hz. Ali’ye bildirilenler de vardı. Daha önce Hz.
Peygamber’in Ebû Zerr’e söylediklerini onun sürgündeki vefatını anlatırken
aktarmıştık. Benzer başka bir hadisde Ammar b. Yasir hakkındadır. Ammar Hendek
savaşında mescid yapılırken taş taşımaktaydı, herkes bir taş taşırken ona iki
taş yüklüyorlardı. Hz. Peygamber’e şaka yollu “Bu ümmetin beni öldürecek” dedi.
Rasûlullah ise “Yazık sana ey Sümeyye’nin oğlu, seni gerçek imama isyan eden
bir topluluk öldürecek, dünyadan son içiminde suyla karışık süt olacak”
buyurmuştu. Gene başka bir gün Ammar’a “Seni gerçek imama isyan eden bir
topluluk öldürecek, Ammar onları cennete çağırırken, onlarsa Ammar’ı cehenneme
çağırırlar” buyurmuştu.
İşte bu Ammar doksan yaşında bir ihtiyar olarak Sıffın’da şehid oldu.
Ölmeden önce bir kadının kendisine ikram ettiği suyla karışık sütü içti.
Kahramanca savaşırken şehit düştü. Onu öldürenler başını alıp Muaviye’ye
götürdüler. Amr b. As, Ammar’ı öldüren adamlara hakaret etti. Oğlu Abdullah’la
birlikte bu olaydan önce ölmüş olmayı dilediklerini söyledi. Ancak Muaviye
bundan rahatsız oldu. Kendileri için savaşanlara cehennemlik olduklarını
söylemeye hakkı olmadığını belirtip Amr’ı azarladı. Şu inciyi uydurdu; “Ammar’ı
biz öldürmedik ki buraya getiren Ali öldürdü.”
Hz. Ali bu sözü duyunca çok üzülmüş, “O zaman Hamza’yı da Uhud’a götüren
hâşâ Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] öldürdü” demiştir.
Gene Hz. Peygamber’in Üveysi’l-Karani adlı bir kişinin tabiinin en
hayırlısı olduğunu söylediği ve bu kişinin Hz. Ali’nin yanında şehit olacağı ve
onun şefaatiyle Rabia ve Murdar koyundaki kadar kişinin cennete gireceğini
buyurduğu insanlara Hz. Ali tarafından anlatılmıştır. Veysel Kûfe tarafından
geldi, Ali’ye biat etti. Savaşa çıktı ve şehit düştü.
Sonuç olarak Muaviye uyguladığı tüm savaş taktiklerine rağmen galip
gelemedi. Tüm olanakları kullandı; askerlerine bol ihsanda bulundu, duygu
sömürüsü yaptı; Hz. Ali’nin aleyhinde propaganda yapıp dört yana duyurdu, Hz.
Ali’nin ordusundakilere saf değiştirmek için her teklifi sundu. Ama galip
gelemiyordu. Bu duruma Hz. Ali’nin haklılığından kaynaklanan kuvveti yol açtığı
gibi, cesareti, savaş dehası ve Hz. Peygamber zamanında kazandığı tecrübelerin
de payı büyüktü. Aynı zamanda Hz. Ali’nin yanında savaşan kimi adamları ona
dünyevi menfaatler için değil Allah’ın kelamı için bağlıydı. Eşter, Haşim b.
Utbe b. Ebû Vakkas, Ammar gibi kişileri ona ölümüne inanıyordu. Ama Muaviye de
biliyordu ki Hz. Ali’nin ordusundaki çoğunluk böyle değildi. Özellikle Irak
askerlerinin çoğu bu savaşı Kureyş boyunun iktidar mücadelesi olarak görüyordu.
Daha önce Basralılar’la savaştıkları için rahatsızdılar, hatta bazıları
Sıffın’dan önce bunu dile getirmişti. Bu askerler ilk üç halife döneminde
ganimet için savaşıyordu. Bu sayede geçimlerini sağlıyor evlerine kafirleri
öldürmenin gururuyla gidiyorlardı. Şimdi ise ne ganimet ne köle
kazanamıyorlardı. Hz. Ali savaştıkları kişilere lanet bile okutmuyor, onlardan
kardeşlerimiz diye söz ediyordu. Zübeyr’i öldüreni ödüllendireceğine cehenneme gideceğini
söylemişti. Böyle bir ortamda savaşmanın anlamı neydi? İşte Hz. Ali’nin
ordusundaki bu tip çoğunluk, Leyletü’l-Harir gecesinde artık tüm ümitlerini
kaybetmiş, kaçmak ya da Hz. Ali’den eman dilemek arasında bocalayan Muaviye’ye
bir ışık oldu. Savaş madem meydanda kazanılmıyordu o zaman masaya taşınmalıydı.
Muaviye Amr’ın önerisiyle mızrakların ucuna Kur’an sayfaları takılması ve
tarafların Kur’an’ın hakemliğine davet edilmesi fikrini ortaya attı. Üç mızrak
birbirine bağlandı, Bunlara büyük Şam mushafının sayfaları takıldı. Mızrakları
taşıyanlar şöyle bağırıyordu; “Ey Arap topluluğu sizinle bizim aramızda
Allah’ın kitabı var; kadınlarınızı, kızlarınızı düşünün, siz yok oldunuz mu
onlar kafirlere esir düşerler.” Bu teklif Hz. Ali’nin ordusu içindeki kurrada
hemen etkisini gösterdi. Artık savaşmıyorlar, Hz. Ali’yi değil dinlemek tehdit
ediyorlardı. Hz. Ali onlara Muaviye’nin, Amr’ın, İbn Ebi Muayt’ın, Habib b.
Mesleme’nin din ve Kur’an düşkünü insanlar olmadıklarını, onları hakem
isteyenlerden daha iyi bildiğini, bu kişilerin küçüklüklerinde de
büyüklüklerinde de insanların en şerlileri olduklarını söyledi. Muaviye’nin
teklifinin onları kandırmak için olduğunu anlattı. Ancak Hz. Ali ordusu
üzerindeki hakimiyetini tamamen kaybetmişti. İsyancılar onu teklife uymaya
zorluyor, Osman’a yaptıklarını yapmakla tehdit ediyordu. Bir ara Hz. Ali’nin
çok yakınında bulunan Eş’as b. Kays da bunların arasındaydı.
3.9.
Hz. Ali’nin Ordusunda ki Karışıklıklar ve
Hakemlerin Belirlenmesi
Hz. Ali’ye yapılan baskılar öyle artmıştı ki Eşter’i geri çağırttırmak
zorunda kaldı. Eşter çok ilerlemişti, son darbeyi vurmak üzereydi. Hz. Ali geri
gelmesi için Yezid b. Hani’yi yolladı. Ancak Eşter galibiyete çok az kaldığını,
neredeyse kazanacaklarını söyledi. Yezid tekrar halifeye döndü. Ama isyancılar
çıldırmıştı, Eşter gelmezse Hz. Ali’yi yalnız bırakacaklarını hatta
öldüreceklerini söylüyorlardı. Yezid Eşter’e gelip, “Sen burada galibiyet
kazan, orada müminlerin emirini öldürsünler” deyince Eşter dönmeye mecbur oldu.
Ancak Muaviye’nin teklifini kabul etmesi de Hz. Ali’nin durumunu
düzeltmeye yetmedi. Ordunun içine düştüğü durum mantık dışı görünse de gerçek
buydu. Hz. Ali’nin ordusundaki yirmibin kişi tüm orduya hakim durumdaydı. Madem
Muaviye’nin bütün şartları kabul edilecekti neden yüz on gün boyunca savaşılmış
ve sadece kendi ordularında yirmi beş bin kişi ölmüştü? Muaviye’yi isyancı bir
validen Hz. Ali ile pazarlık masasına yükselten neydi? Kur’an’ın hakemliğiyle
ne kast ediliyordu? Hakem seçilecekse neden bunlar Mekke ve Medine’deki şura
üyelerinden değildi? Bu tarz sorulara Hz. Ali’nin ordusu içindeki isyancıların
o an için ne cevaplar verdiğini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bazı şeyler var. Bu
gurup yaptıkları şeyin ne büyük bir felaket olduğunu kısa süre sonra anladı
ancak durumu düzeltmeye çalışacaklarına bir faciaya çevirdiler ve Hariciler
adıyla tarih sahnesine çıktılar. Ayrıca onların Muaviye’yle anlaşmaya
varılmasını istemesinde Eş’as b. Kays büyük rol oynamıştı. Eş’as Hz. Osman’ın
Azerbeycan valisiydi, onun ölümünden sonra Hz. Ali’ye biat etti. Başlarda Hz.
Ali’nin yakınında bulundu. Sıffın’da Kinde ve Rabia kabilelerinin komutanıydı.
Ne zaman ki Hz. Ali onu bu görevden azletti, Eş’as’ın Hz. Ali’ye olan tavrı
hemen değişti. Durum öyle bir hale geldi ki yerine görevlendirilen kişinin
kabilesiyle neredeyse savaşılacaktı. Ortalık zor yatıştırıldı. İşte bu noktadan
sonra Eş’as’ı Hz. Ali’nin ordusu içindeki bir truva atı olarak görüyoruz. Eş’as
görünürde Muaviye’nin ordusuna katılmamıştı, ama Muaviye’nin lehine öyle işler
başardı ki bunları kılıçla kazanmak imkansızdı. İsyancı gurup ahmaklardan ve
münafıklardan oluşuyordu. Bunlar Hz. Ali’yi tamamen saf dışı bıraktı. Görünürde
emir Ali idi ancak isyancılar kendi bildiklerini yapıyordu.
Şamlılar ve Iraklılardan heyetler ordugahta buluştu. Herkesin kendi
seçtiği hakemlerin bir yıl sonra buluşup halifeyi Kur’an ve sünnet ölçülerine
göre seçmelerine karar verdiler. Neden hakemler bir yıl sonra toplanıyordu?
Sonucu önceden bilen Muaviye bu sırada güç mü toplayacaktı, ya da bu süre
zarfında Hz. Ali’nin halifeliği şüpheli durumdayken ona bağlı topraklarda işgal
hareketerine mi girişecekti? Bunları bile sorgulayan yoktu. Hz. Ali ne
anlaşmanın şartları hakkında söz sahibi olabildi ne de kendi hakemini
belirleyebildi. Muaviye’nin hakemiyse belliydi, Amr b. As, Eş’as b. Kays ve
isyancılar Hz. Ali’nin adına Ebû Musa el- Eşari’yi hakem tayin ettiler. Hz. Ali
hilafete gelince Ebû Musa’dan zar zor biat alabilmiş, bu kişi Cemel’de Hz.
Ali’ye yardım etmemesi yetmezmiş gibi halka da mani olmuştu. Uzun uğraşlar
sonunda görevden alınabildi. Bir damla mantığa sahip olan hiçbir kişi
Ebûl’-Musa’nın Ali’yi temsil etmesini istemezdi. Ali’nin hakem olmasını
istediği Abdullah b. Abbas Ali’nin akrabası olduğu gerekçesiyle kabul
etmediler. Hakemin temsil ettiği kişinin avukatı görevini üstleneceği
ortadaydı, tarafsız değil Ali’ye gönülden bağlı biri olmalıydı. Ebû’l-Musa’nın
tek vasfıysa Hz. Ali’ye ihanet etmiş olmasıydı. Bu karar bizce sadece
ahmaklıktan kaynaklanmıyordu, arkasında kötü niyet vardı.
Ebû’l-Musa el-Eşari alelacele Kûfe’den Sıffın’a getirildi. İki ordudan
heyetler ve katipler anlaşma metnini hazırlamak için buluştu. Anlaşmanın metni
yazılırken Emiru’l-Muminin sıfatının yazılması, kimin isminin önce yazılacağı
gibi konularda problem çıktı. Amr senin halife olduğunu düşünsek seninle niye
savaşalım diyorlardı. Bu olay insanlara Hz. Peygamber’in başına Hudeybiye
Barışı esnasında gelenleri hatırlatmaktaydı. Muaviye’nin gerçek niyeti de ortaya çıkmıştı.
Ellerine fırsat geçmesine rağmen Hz. Osman’ın kanının konusu bile açılmamış,
kimin halifeliğe daha uygun olduğu konusuna yoğunlaşılmıştı. Metinden Hz.
Ali’nin sıfatı sildirildi. Buna göre anlaşma Ebû Talib’in oğlu Ali ile Ebû
Süfyan’ın oğlu Muaviye arasındaydı. Siyasi bir çabadan başka hiçbir anlam
taşımayan bu anlaşma ile Kur’an’ın hakemliğine başvurulduğuna inanmak tam Hz.
Ali’nin ordusundaki kurralara göre bir davranıştı. Bunlar hakemlerin hangi
vasıfla halife seçebileceğini, Kur’an ve Sünnet hakkında ne bildiklerini, diğer
müslümanların buna ne tepki vereceklerini düşünebilecek kapasiteden yoksundu.
Yapılan anlaşmayla yıl sonunda Ramazan ayında Dumetu’l-Cendel’de
toplanımasına eğer bu toplantı gerçekleşmezse ya da karara bağlanmazsa daha
sonra Erzuh’ta toplanılmasına karar verildi. İki orduda kendi ölülerini gömdü,
Hz. Ali Kûfe’ye, Muaviye Şam’a doğru ordularını alıp yola çıktı.
Eş’as gizlice anlaşmayı alıp önce Şamlılar’a sonra Iraklılar’a okudu.
Iraklılar arasında bulunan Ma’dân boyundan iki kardeş kılıçlarını çektiler,
“Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek Muaviyenin çadırına doğru saldırdılar. İkisi
de hemen öldürüldü.
Bu görüş Irak askerleri arasında duyuldu ve bir çığ gibi taraftar
toplamaya başladı. Ortada bir slogandan başka bir şey yoktu. Ama Hz. Ali’yi
Muaviye ile anlaşması için zorlayanlar, onu ölümle tehdit edenler, bir avuç
gönüldüşıyla yalnız bırakanlar şimdi ağız değiştirmiş, bu sloganı tutturmuştu.
Hz. Ali’yi suçlamaktaydılar, hükmün sadece Allah’ın olduğunu, Ali’nin hakem
tayin etmeye hakkı olmadığını söylediler. Savaşa geri dönmek istiyorlar, bu
kadar kişinin boşuna öldüğünü, savaşta öldürülmeye razı olduklarını
söylüyorlardı.
Hz. Ali zorla, istemeyerek de olsa yaptığı anlaşmadan dönmedi. Ahdine
vefa gösterdi. Eş’as’ın bu ayrılıkçıları öldürmek istemesine de izin vermedi.
Daha sonra Hariciler olarak anılacak bu insanların yol açtığı felaketler Hz.
Ali’nin ölümüne kadar sürdü.
Savaşın ardından esirlerin durumu meselesi ortaya çıktı. Amr Muaviye’ye
tüm esirleri öldürmesini önerdi. Ancak Hz. Ali’nin bütün esirleri serbest
bırakması üzerine Muaviye de aynını yapmaya mecbur oldu. Kendini zalim
göstermek Muaviye’nin isteyeceği en son şeydi.
Kûfe’ye gelen Hz. Ali’nin üzüntüsü her geçen gün daha da arttı. İnsanlara
hakkında ne düşünüldüğünü soruyor, farklı farklı yanıtlar alıyordu. Kûfe’de her
evden ağıt sesleri gelmekteydi. Hakemlerin kararının beklendiği bu süre boyunca
Hz. Ali hızla kan kaybedecek bir daha toparlanamayacaktı.
Hakem olayı İslam tarihinin en trajı komik olaylarından biridir.
Muaviye’nin yönettiği bu tiyatro sahnesinde sanki oyun oynanıyormuşçasına
Ebû’l-Musa Hz. Ali’yi haifelikten azletmiş, müslümanların seçeceği halifeye
razı olacağını söylemiş, Amr’da kalkıp “O halifesini azletti ben kendi emirimi
tüm müslümanlara halife yaptım” diyerek olaya son noktayı koymuştur. Bu komedi
sonucunda Muaviye isyancı bir vali olmaktan çıkmış, Hz. Ali ile rakip iki
müslüman ülkenin iki ayrı devlet başkanı haline gelmişti. Toplantıya gözlemci
olarak Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Mugire b. Şûbe gibi kimseler de
katılmıştı. Abdullah b. Ömer’in adı halife adayı olarak Ebû’l-Musa tarafından
ortaya atıldı. Abdullah b. Zübeyr de Abdullah b. Ömer’in hakemleri etkilemesi
yönünde baskı yaptı. Ancak Amr bu iş için Abdullah’ın pasif ve yetersiz
olduğunu idda ederek bu teklifi kabul etmedi ve kendi oğlunu önerdi.
Ebû’l-Musa utancından Hz. Ali’ye haber veremeden Mekke’ye gitti. Hz. Ali
haberi Abdullah b. Abbas ve Şureyh b. Hani’den öğrendi. Hz. Ali bunu duyduğunda
sabah namazında Kunut dûasını okuyordu. Muaviye’ye Amr’a, Ebû Musa’ya, Habib b.
Mesleme’ye, Velid b. Ukbe’ye ve Abdurrahman b. Halid’e beddûa etti. Bunu
öğrenen Muaviye’de Ali, Hasan, Hüseyin, Eşter, Kays b. Sad ve ibn abbas’a
beddûa etmeye başladı ve bunu minberde okutmaya başlayarak bir gelenek haline
getirdi.
Hz. Ali bu kararı kabul etmedi. Yapılan iş ne Kur’an’a ne sünnete
uygundu. Ancak kimi kişiler Hz. Ali’nin yapılan anlaşma gereğince hakemin
verdiği karara uymak mecburiyetinde olduğunu, buna rağmen ne karara uyduğunu ne
Muaviye’nin halifeliğini tanıdığını söylemektedir. Ancak Hz. Ali’ye göre hakemler heva ve
heveslerine uymuştu. Ancak Hz. Ali’nin tek sorunu Hakem olayı değildi. Muaviye
onun yönetimindeki toprakları ele geçirmeye çalışması ve Harici
ayaklanmalarıyla da uğraşmak durumundaydı.
3.12.
Hz. Ali’nin
İktidarının Gerileme ve Çöküş Dönemi
Kûfe dönüşü “Hüküm Allah’ındır” diyerek Hz. Ali’den ayrılan on iki bin
kişi Harura’ya yerleşti.
Muaviye’nin teklifini kabul etmesi için Hz. Ali’ye baskı uygulayanlar
hakeme başvurulunca yaptıkları hatayı anladı. Bu olay yüzünden mağlup
olmadıkları halde mağlup duruma düşmüşlerdi. Kendilerini bozguna, ihanete
uğramış hissediyorlardı. Baştan beri suçlu Muaviye idi. Ama bu yaptıklarıyla
onların haklı görünmesine sebep olmuşlardı. Ancak pişmanlıkları da anormaldi.
Hakeme razı olarak kafir olduklarına inandılar, tövbe edip tekrar müslüman
oldular. Hz. Ali’den de aynı şeyi yapmasını istiyorlardı. Aksi takdirde Hz. Ali
kafir olarak kalırdı ve onunla dövüşülmesi gerekirdi.
Hz. Ali Harura’ya çekilen bu kişiler hakkında hala umut taşıyordu. Ama
onlar önlerine geleni tekfir etmeye, müslümanların kanını helal saymaya, Hz.
Ali’nin iktidarına gölge düşürmeye başlamışlardı. Her yerden çıkıyorlardı.
Muaviye’den başka iktidara bir alternatifte bunlar olmuştu. Hz. Ali’nin
uğraşmak zorunda kaldığı bu iç karışıklıklar yüzünden Mısır elden çıkmış,
birçok müslüman Muaviye taraftarlarınca katledilmişti. Kûfe savaştan bıkmıştı.
Hz. Ali taraftar toplamayamaz olmuştu. Muaviye güçlenirken Hz. Ali eriyordu.
Onlara ne kadar anlayış gösterirse göstersin Hariciler insanlıktan anlamıyordu.
Hz. Ali son bir ümitle Abdullah b. Abbas’ı Harura’ya yolladı. İbn
Abbas’ın tüm çabalarına rağmen Hariciler hakeme razı olduğu için Hz. Ali’nin
kafir olduğunu, tövbe ederse ona uyacaklarını söylüyorlardı. İbn Abbas’tan sonra
Hz. Ali de Harura’ya geldi. Hz. Ali ile Hariciler arasında geçen tartışmalar
bağnazlığın nasıl başa çıkılmaz bir illet olduğunu göstermesi bakımından çok
ilginçtir. Hz. Ali
onlara hem Kur’an’dan hem sünnetten pek çok delil sundu. Bu konuşmalardan etkilenen
iki bin kişi Hz. Ali’ye katıldı. Hz. Ali’ye katılanların altı bin kişi olduğunu
söyleyenler de vardır. Kalanlar Nehrevan’a çekildi ve Hariciler olarak anılmaya
başlandı.
Hz. Ali Kûfe’ye döndü ve Şam’a yürümek için ordu toplamaya başladı.
Haricilere de mektup yolladı ancak onlar Hz. Ali’nin Allah için değil kendisi
için savaştığını söyleyerek ona katılmadılar. Onlardan ümidi kesen Hz. Ali
Basra askerlerini toplaması için Abdullah b. Abbas’ı görevlendirdi. Çağrıya
ancak bin beşyüz kişi uydu. İbn Abbas’ın “Savaşacak altmış bin askeriniz varken
halifeye bu kadar adam göndermeniz ayıp değil mi” demesi üzerine bin yediyüz
elli kişi daha geldi. Hz. Ali de Kûfe mescidinde askere toplanması için
konuştu. Kısa sürede altmış bin kişi toplandı. Bu rakam Basralılar’la altmış
sekiz bine ulaştı. Hz. Ali’nin Şam’a gitmek istemesine karşın ordu Harura’ya
gitmek istiyordu.
Hz. Ali’nin çabaları sonuç vermedi, ordu Harura konusunda diretti.
Gerçektende Hariciler coşmuştu. Yoldan geçen sahabi Abdullah b. Hubab ve hamile
karısını Hz. Ali’yi tekfir etmediği için öldürdüler. Bu olayın üstüne Hz. Ali’nin gönderdiği
elçiyi, Tayyib kabilesinden üç kadını ve Sinânü’s-Seydavi’nin annesini şehit
ettiler. Hz. Ali yılmadı, onlara Sad b. Kays ve Ebû Eyyûb el-Ensari’yi elçi
olarak yolladı. Ancak anlaşmaya varmak imkansızdı.
Hz. Ali ve ordusu Nehrevan’a gelince Hz. Ali “Kardeşlerimizi öldürenleri
bize teslim edin, kısası yerine getirelim, sonra sizi halinize bırakıp
Şamlılar’a gideyim, belki Allah sizi bugün bulduğum halden daha hayırlı bir
hale getirir” diye haber gönderdi. Onların cevabı ise hepimiz
öldürdük, sizin kanınızı da onlarınki gibi helal görmekteyiz şeklindeydi.
Hz. Ali’nin ordusu savaş durumuna geçti. Hz. Ali Ebû Eyyub el-Ensari’ye
bir sancak verdi ve altına girenin Kûfe’ye yahut Medayin’e dönenin güvende
olduğunu söyledi.
Toplam sayıları dört bin olan Haricilerin sayıları ölüm korkusuyla
azalmaya başladı. İki bin sekiz yüz kişiye kadar indiler.
Hz. Ali tekrar anlaşma yoluna gitti, onlara üç kez şans tanıdı. Ancak
onlar anlaşma çağrısına okla cevap verdi, Ali’nin bir askerini şehid etti.
Savaş başladı, eline kılıcı alan Harici Hz Ali’yi aramaya koyuluyordu.
Hz. Ali onunla dövüşmek isteyen herkesin karşısına çıktı, hepsini öldürdü.
Harici ordusunda şüphe baş göstermişti. Abdullah b. Vehhab cennete mi
cehennememi gittiğini bilmediğini söylerken taraftarlarından biri onu
suçlamaktaydı.
Hz. Ali’nin ordusu bu savaşta kesin bir galibiyet kazandı. Elde edilen
silah ve hayvanlar askerlere dağıtıldı. Mallar ve kadınlar sahiplerine verildi.
Yaralılar Kûfe’de tedavi altına alındı. Esirler aşiretlere bölüştürüldü. Toplam
dört yüz kişiydiler. Hz. Ali yanındakilere kendinden sonra Haricilerle
savaşmamalarını, çünkü gerçeği dileyip yanlış yolu tutanla, batılı dileyip elde
edenin bir olmadığını söyledi.
Nehrevan’dan sonra Hariciler bir daha düzenli büyük bir ordu kuramadı.
Yapıları gereği sürekli kendi içlerinde ayrılığa düşmüş, en küçük fikir
ayrılığında topluluktan ayrılıp guruplaşmışlardır. Ama küçük çaplı isyanları
bitip tükenmemiştir. Hz. Ali ölümüne dek onlarla uğraşmak zorunda kalmıştır.
3.12.3.
Muaviye’nin Hz. Ali’nin Hakimiyet Bölgelerine
Yaptığı Saldırılar
Tüm bu olanlar Hz. Ali ile Muaviye arasındaki güç dengesini bir hayli
değiştirmişti. Muaviye artık yalnızca Şam’ın değil Mısır’ın da hâkimiydi. Hz.
Ali’nin idaresinde ise Irak ve Hicazla bunlara bağlı Cezire, Fars, Yemen
eyaletleri vardı. Yönetim ve güç merkezlerini Suriye ve Irak oluşturmaktaydı.
Ne yazık ki Irak bölgesi Suriye gibi sakin değildi. Irak isyancı Hariciler, Muaviye’nin
baskıları ve savaştan yılmış insanların saldırıları altında ezilmekteydi.
Ortalık durulmamış, Muaviye Hz. Ali’nin idaresinde bulunan bölgeleri
almak için atağa geçmişti. Kendine yardımcı olan yerel işbirlikçileri vardı.
Muaviye kendisine yardım edeni ödüllendirmeyi iyi bilirdi, Ali’nin vaadi ise
sadece cennetti.
Muaviye’nin Mısır’ı ele geçirmesi ve Hz. Ali’yi başının Irak’taki iç
karışıklıklar yüzünden dertte olması Irak ve Hicaz’da kimi insanların
Muaviye’ye sempati ile bakmasına sebep oldu. Bunlar bazen şehirlerdeki durumu
Muaviye’ye rapor etmekle yetiniyor, bazen de isyanlar ve baskınlarda Muaviye
güçlerine askeri destek sağlıyordu.
Muaviye’nin ilk atağı Basra üstüneydi. Basra valisi olan İbn Abbas’ın
Kûfe’ye gittiği bir anda Muaviye’nin komutanı Abdullah b. el-Hadramî Basra’ya
geldi. İnsanları Hz. Osman’ın kanını bahane ederek topladı, onlardan biat aldı.
Hz. Ali’nin memurları minberi ve hazineyi başka yerlere nakletmek zorunda
kaldılar.
Hz. Ali’den yardım istendi; gönderilen ilk komutan Muaviye taraftarlarınca
öldürüldü. Daha sonra Hz. Ali akıllıca politikalar uyguladı ve Muaviye’nin
komutanının etrafında toplanan Basralılar’da çözülme meydana gelmesini sağladı.
Hz. Ali’nin yolladığı ikinci komutan isyanın ele başlarına karşı sert muamelede
bulundu ve otoriteyi sağladı.
Basra’daki başarısızlık Muaviye’yi yıldırmadı. Kûfe’ye yöneldi. Hz.
Ali’nin oraya gönderecek asker bulamamasına rağmen Muaviye’nin adamları yerel
güçlerce püskürtüldü. Bundan sonra Muaviye’nin Hz. Ali’yi destekleyen ve şehir
merkezlerinden uzak yaşayan insanlara yöneldiğini görüyoruz. Savunmasız olan bu
insanlara karşı baskınlar düzenlenmiş, insanlar öldürülmüş, malları
yağmalanmıştır. Muaviye’nin Hz. Ali taraftarlarına karşı uyguladığı saldırı ve
baskılar hiç durmamış, katliamlar her geçen gün artmıştır.
Ancak Muaviye tüm çabalarına rağmen Irak ve Cezire bölgesinde tutunamadı.
Kûfeliler Hz. Ali’ye gerekli yardımı sağlamasalarda bu bölge vefâtına kadar Hz.
Ali’nin idaresi altında kaldı, Muaviye’nin yaptığı katliamlarsa saltanatın ihtişamının
gölgesinde unutulup gitti.
Irak ve Cezire’de başarı sağlayamayan Muaviye 39/659 yılından itibaren
Hicaz’a yöneldi. Oraya gönderdiği askerler aracılığıyla halktan zekat
toplanmasını, vermeyenlerin öldürülmesini emretti. Onun Mekke ve Medine’yi hedef alan bu tutumu
ilk seferinde Hz. Ali’nin askerleri tarafından önlendi. Bu sefer Muaviye bir
adamını hac emiri ilan etti ve kalabalık bir asker topluluğuyla hacca yolladı. Böylece yalnızca halifeye ait olan bir
işi yapıp gücünü ispatlayacak, hem de dört bir yandan gelen Müslümanlara
propagandasını yapacaktı. Mekke’de kan dökülmesini istemiyordu, her şey
silahsız yapılmalıydı, yoksa müslümanların gözünden düşebilirdi.
Hz. Ali zar zor bir ordu toplayarak Muaviye’nin adamlarının ardından
gönderdi. Ancak halifenin askerleri Muaviye’nin adamlarına onlar haccettikten
sonra dönüş yolunda yetişebildi. Muaviye’nin üç bin kişilik ordusu Hz. Ali’nin
bin altıyüz kişilik kuvvetlerine karşı tutunamadı. Bir çok Suriyeli’yi esir
aldı. Bu esirler Muaviye’nin Cezire bölgesine yaptığı baskınlarda tutukladığı
esirlerle değiş tokuş edildi.
Yemen’de de halk valiye karşı ayaklanmış, güya Hz. Ali’nin kanını talep
ediyordu. Validen istedikleri Hz. Osman’ın katillerini veremeyince yönetime
karşı ekonomik ambargo uygulamaya başladılar. Onlara karşı barışcı önlemler
alındı, kan dökülmedi. Bunun karşılığını isyancılar Muaviye’den vali istemek
suretiyle gösterdi. Bunun üzerine Muaviye Yemen’e bir ordu gönderdi. Ordu
Hicaz’a uğradı. Yol üstündeki yerleşim bölgelerine yeni valiler atandı, halkın
çoğundan biat alınarak gövde gösterisi yapıldı. Muaviye’nin atadığı Medine
valisi Ebû Hureyre Mekke valisi ise Şeybe b. Osman oldu.
Muaviye’nin ordusu başta Yemen omak üzere Necran ve Cişan’da Hz. Ali
taraftarlarına karşı büyük katliamlar yaptı. Yaklaşık otuz bin kişi öldürüldü.
Hz. Ali’nin büyük güçlüklerle topladığı ordu kimi yerlerde idareyi ele
aldı. Halife dört yandan sarılmıştı. Bu durum ona bağlı birçok idarecinin saf
değiştirmesine ya da Fars bölgesi halkı gibi devlete vergi vermemesine yol
açtı.
Hicri 40. yılın Ramazan ayında Abdurrahman b. Mülcem, Berke b. Abdullah
ve Amr b. Bekr adlı üç Harici toplandılar, İslam dünyasının içinde bulunduğu
durumu konuştular. Bunların üçü de müslümanların durumunu beğenmiyor; bundan
Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. As’ı sorumlu tutuyordu. Buna ek olarak Hz. Ali’den
Nehrevan’ın intikamını almak istiyorlardı. Bu üçüne aynı gün aynı saatte
suikast düzenleyip ortadan kaldırmayı planladılar. İbn Mülcem Hz. Ali’yi, Berk
Muaviye’yi, 311
Amr ise adaşını öldürme işini üzerine aldı.
İbn Mülcem Kûfe’ye geldi, mezhepdaşlarıyla buluştu ama kimseye
planlarından bahsetmedi.
Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir şeyde anlatılır; İbn Mülcem yakınları
Nehrevan’da öldürülen bir kadına aşık olmuştu. Kadına evlenme teklif etti.
Kadın mehir olarak İbn Mülcem’den Hz. Ali’nin kanını istedi. Ona yardım etmek için de itikafa girmek
bahanesiyle Kûfe mescidinin yanına bir çadır kurdurdu. Suikastçıları buraya
sakladı. Böylece İbn Mülcem ve suç ortakları ilgi çekmeden Kûfe mescidine girip
Hz. Ali’yi öldürdü.
İbn Mülcem’in yardım aldığı kişilerden birinin Eş’as b. Kays olduğu, aralarında geçen konuşmaları duyan bir
müslümanın Hz. Ali’ye haber vermek için koştuğu, ancak Hz. Ali’nin mescide
farklı bir yoldan gelmesi yüzünden yetişemediği de rivayet edilmiştir.
Gölpınarlıya göre Hz. Ali o Ramazan öleceğini biliyordu. Hz. Peygamber’i
rüyasında görmüştü, Rasûlullah Meleklerle birlikte onu yanına çağırmaktaydı.
Dünyadan iyice elini eteğini çekmişti, yaşamak için yemek yiyor, her gece bir
evladının evinde kalıyordu. Öldürüleceği gün evden çıkarken ördekler bile
eteğine yapışıp ağlamıştı. Hz. Ali yaptığı bir konuşmada bunun son Ramazan’ı
olduğunu söylemişti.
Hz. Ali halkı namaza dâvet ederken İbn Mülcem’e yardım eden Şebib Hz. Ali’ye
bir kılıç salladı fakat kılıç mescidin kapısına geldi. İbn Mülcem ise “Hüküm
yalnız Allah’ındır” diye bağırarak Hz. Ali’nin kafasına, Hendek’te Amr’ın
yaraladığı yere vurdu. Kılıç başındaki sarığı yarıp tepesine işledi, Hz. Ali
yere düşerken “And olsun Kâ’be’nin rabbine, kurtuldum, murâdıma erdim” diyordu.
Halk olayı duyunca kargaşa başladı. Gelip mescidin kapılarını tuttular.
Şebib bir şekilde kaçtı. Panikle amcasının oğlunun evine sığındı. Onun
halindeki tuhaflığı gören kuzeni “yoksa müminlerin emirini sen mi öldürdün”
diye sorunca Şebib telaşından “evet” dedi. Amcasının oğlu kılıcını çekip
Şebib’i öldürdü.
İbn Mülcem yakalandı ama diğer yardımcısı Verdan kaçtı. Hz. Ali bu halde
bile namazı unutmayarak namaz kıldırması için yeğenini görevlendirdi. Yaralı
olarak bir kilime yatırılıp evine götürüldü. Hz. Ali’nin yanında çocukları,
yakın akrabaları vardı. Ümmü Gülsüm başucunda göz yaşı döküyor, Hz. Ali ise
Rasûlullah’ın onu beklediğini, buradan çok daha iyi bir yere gittiğini,
üzülmemelerini söylüyor, onları teselli ediyordu. İbn Mülcem huzuruna
getirildi. Hz. Ali ona yaptığı iyiliklerden sonra neden kendisini öldürmeye
kalktığını sorunca İbn Mülcem birşeyler saçmaladı. Hz. Ali yanındakilere şöyle
söyledi, “Cana can, ölürsem bu adamı o beni nasıl öldürdüyse öyle öldürün,
fakat sağ kalırsam hüküm benim, ne yapacağımı bilirim” dedi.
Daha sonra başucunda toplanmış ailesine şu tenbihte bulundu: “Ey
Abdulmuttalib oğulları, müminlerin emiri öldürüldü diye müslümanların kanını
dökmeye kalkışmayın. Ey Hasan, o bana bir kılıçla vurdu, ölürsem sen de ancak
onu bir kılıçla öldür. Çünkü ben Rasûlullah’tan kuduz köpeğin bile eziyetle
öldürülmemesi gerektiğini duydum” diyerek ölüm döşeğinde bile kendinden
başkasını, hatta katilini düşündüğünü gösterdi.
Hz. Ali vefatından önce tüm ümmete önemli tavsiyelerde bulundu, hak
yoldan ayrılmamalarını vasiyet etti. Evlatlarına özellikle de Hasan, Hüseyin ve
Muhammed’e de vasiyetleri vardı. Bu vasiyyetin kısa bir bölümü şöyledir:
Sizlere Allah’tan korkmanızı vasiyyet ederim. Dünya size rağbet etse bile siz
ona rağbet etmeyin, onu elde etmeye uğraşmayın. Elinizden çıkan şey için
ağlamayın. Gerçeği söyleyin, yetime acıyın. Zalime düşman olun, mazluma
yardımcı kesilin. Allah’ın kitabındaki hükümlere göre hareket edin. Allah yolunda
gittiniz diye sizi kınayan olursa aldırmayın. Namazı kılın, zekatı verin, suçu
bağışlayın. Öfkenizi yenin, yakınları dolaşıp gözetin, bilgisize karşı bilimle
muamele edin, dinin hükümlerini düşünüp taşının, Kur’an’a bağlanın, civarınızda
bulunanlarla hoş ve iyi geçinin. İyiliği emredin, kötülüğü nehyedin, pis ve
kötü işlerden çekinin. Beni yaralayanı da beni doyurduğunuz gibi doyurun, susuz
bırakmayın, işte bunlar benim size vasiyetimdir, demiş ve vefâtına kadar ağzından “La ilâhe
illâllah”tan başka söz çıkmamıştır.
Hz. Ali 21 Ramazan 40/28 Ocak 661’de vefat etti. Halifeliği dört yıldan biraz fazla sürdü.
Haricilerin kabrini açıp cesedini yakmayı planladıklarına dair
söylentiler duyulunca yakınları üç ayrı tabutu üç ayrı yere gömerek mezarını
gizleme yoluna gittiler. Böylece Hariciler’in Hz. Ali’nin bedenine yapmaya
çalıştığı saygısızlık önlendi.
Hz. Ali vasiyeti gereği Adem ve Nuh Peygamberlerin kabirlerinin bulunduğu
Necef’e gömüldü. Defin yerinin kaybolmaması için bazı işaretler
bırakıldı.Buraya türbe H. 153’te Abbasi halifesi Harun Reşit tarafından
yaptırıldı. Türbe birçok defalar tamir edilerek günümüze kadar geldi.
Şu ana kadar hayatını anlatmaya çalıştığımız Hz. Ali, kaynaklarda orta
boylu, iri kahverengi gözlü, kaşları hilale benzeyen, saçlarının önleri
dökülmüş, iri kemikli heybetli bir insan olarak tasvir edilir. O’nun savaşta
salına salına koşarak yürüdüğü, aynı zamanda güleç yüzlü ve şakacı bir insan
olduğu anlatılır.
Hz. Fatma hayattayken ondan başka bir kadınla evlenmemiş, ondan Hasan,
Hüseyin, Ümmü Gülsüm ve Zeynep adlı çocukları olmuştur. Gene Hz. Fatma’dan olan
oğlu Muhsin’in doğmadan yada çok küçükken öldüğüne dair farklı rivayetler
vardır. Hz. Fatma’dan sonra yaptığı evliliklerden de birçok çocuğu olmuştur.
Evlatlarının yirmi altısı o hayattayken vefât etmiştir. Geriye kalan on üç
çocuğundan altı oğlu Kerbela’da Hz. Hüseyin’in yanında şehit düşmüştür. Soyları
Hasan, Hüseyin, Muhammed İbni’l-Hanefiyye, Abbâs ve Ömerü’l-Atraf adlı çocuklarından
yürümüştür.
O’nun hilafeti süresince gerçekleştirdiği icraatlar savaşlarının
gölgesinde kalmıştır. Bu icraatların tamamı İslam’ın özüne ve Kur’an-ı Kerim’e
dayanan çok önemli uygulamalardır ve insanlığın önünde çığır açmışlardır.
Bu yeniliklere ilk olarak askeri sahada rastlanır. Hz. Ali giriştiği
hiçbir savaşta karşı taraf ona saldırmadan savaşa başlamamıştır. Yağmaya
başvurulması yaralılara saldırılmasına, esir alınmasına ve insanlara kötü
muamelede bulunulmasına asla izin vermemiş; ganimet olarak da savaş meydanında
bırakılan at, silah gibi malzemelerden başka bir şey almamış, askerelerine de
aldırmamıştır. Bu tavrıyla O günümüzde hâlâ var olan savaş suçlarının önünü
almak için çabalamış; hümanist ve eşitlikçi davranışlarıyla adalete inanan tüm
insanların kalbinde taht kurmuştur. O’nun bu uygalamaları tek arzuları ganimet
ve bozgunculuk olan kimi askerlerini tatmin etmemiş, Hz. Ali’yi yüz üstü
bırakmalarına neden olmuştur. Ama tüm bu olumsuzluklar Hz. Ali’nin Allah
yolunda, adalet için savaşmasına engel olmamış, öldüğü dakikaya kadar
müslümanları ıslah etmek için uğraşmıştır.
Hz. Ali’nin aşırı hassas davrandığı diğer bir konu da hukuktur. Özellikle
kadıların seçimine çok önem verir, onların halkın en seçkin kişileri arasından
seçilmesine çalışırdı. Kadıların gelen halka iyi davranmalarını, adil
olmalarını, gerçeğin belirlenmesi için sabırlı ve hassas davranmalarını, övgü
ile şımarmamalarını ve sağlam karekterli olmalarını isterdi.
Gene Hz. Ali’nin halifeliği döneminde mahkemede yeminli sorgu, şahitlerin
topluca değil tek tek ifade vermeleri, hem davacı hem davalının yemin etmesi,
hapishane ve düzenli polis teşkilatı uygulamalarına geçilmiştir. Bu uygulamalar
o günün şartları göz önüne alındığında devrim niteliğindedir.
Hz. Ali’nin dikkat çekici başka bir uygulaması da önceki halifelerin
aksine maaş ve fey dağıtımında müslümanların tamamına eşit davranması,
hiçkimseye ayrıcalık tanımaması gösterilebilir.
Buna rağmen Hz. Ali’nin bu güzel icraatları mezhep taassubu ve iktidarın
yüceltilmesi gibi inkar edilemez olgular yüzünden göz ardı edilmiş, hak
ettikleri ilgi ve övgüden mahrum kalmıştır.
Biz Hz. Ali’yi layık olduğu şekilde anlatacak bilgiden ve idrakten
yoksunuz, ancak elimizden geleni yaptık. Tezimizi de onun şu güzel sözleriyle tamamlamak
istiyoruz: “Mümin kişinin sevimli ve güleç bir yüzü, hüzünlü bir kalbi, şefkat
ve yüceliklerle dolu geniş bir göğsü ve herşeyden alçak bir kalbi vardır. O
yüksek rütbelerden nefret eder ve şöhrete düşmandır. Hüznü uzun, cesareti
derindir. Sükutu çok, vakti yoktur. Çok şükreder, çok sabreder; kendisi ve
milleti için yapması gerekli olan şeyleri düşünmeye dalmıştır. Muhtaçları
gönünce kendi ihtiyaçlarını unutur. Güzel huyludur. Hoş ve taş gibi serttir,
ama alçak gönüllülük açısından hiçbir kulla kıyaslanmayacak kadar mütevazıdır,
alçak gönüllüdür.”
Biz de Hz. Ali’nin tarif ettiği
müminlerden olabilmeyi ve Kevser Havuzu’unda Rasûlullah’a ve Ehl-i Beyt’ine
kavuşmayı ümid ederek sözlerimize son veriyoruz. Sonuç
Gölpınarlı’ya göre Hz. Ali tüm müminlerin emiridir. Bu görev ona Allah
tarafından verilmiştir. Hilafet kıyamete kadar ona ve soyuna aittir. İktidara
sahip olanlar adil bir yönetim sergilemiş olsalar bile onların haklarını
gasbetmiştir.
Rasûlullah sağlığında ama açık ama kapalı biçimlerde Hz. Ali’nin
velayetine değinmiş ancak sahabenin bir kısmı bunu görmezden glereek Hz. Ali’ye
karşı cephe almıştır.
Tüm bu olanlar en ince ayrıntısına kadar Hz. Peygamber tarafından
müslümanlara bildirilmiştir. Bu olayların önceden bildirilmesi olaylara sebep
olanların sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Ancak; Hz. Ali’ye karşı savaşanlar
tekfir edilemez, onlara hakaret etmekte uygun değildir, Allah’a havale
edilirler.
Velayeti birçok ayet ve hadisle bize bildirilen Hz. Ali bizlere Kur’an’a
ve Sünnet’e sıkı sıkıya bağlı bir iktidarın nasıl olacağını göstermiştir. Ancak
onun menfaatçilikten ve riyadan uzak, eşitlikçi, adil yönetim anlayışı Hz.
Peygamber’in vefâtından sonra safiyetini koruyamayan kimi sahabe ve fetihler
yoluyla müslüman olan ve İslam’ın ruhunu tam olarak kavrayamayan kimi kişilerce
anlaşılamamış ve çok ağır muamelelere layık görülmüştür.
Hz. Ali menzile ve sakaleyn hadisleriyle övgüye layık görülen, Ehl-i
Beyt’e dahil olan, Hz. Fatma ile evliliği Allah’ın emriyle gerçekleşen,
Rasûlallah’ın nesebinin sürdürücüsüdür. Hayber’de ve diğer savaşlarda
gösterdiği kahramanlıklar, Hicretteki rolü, Maide Sûresinin 3 ve 67.
ayetelerinin onun velayeti hakkında inmesi ve dinin böylece tamam olması,
Gadir’deki konuşma, Al-i İmran 59-61’den sonra gerçekleşen mübahele olayında
Hz. Peygamber’in yanına sadece abâ ehlini alması, Medine’deki kardeşlik
sırasında Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in kendine Ali’yi kardeş
edinmesi, Şura suresindeki akraba sevgisi ile Hz. Ali ve on iki imama olan
sevginin müslümanlardan istenmesi, gene Allah’ın (c.c) Ahzab sûresinde Ehl-i
Beytin günahlarını temizlediğini bildirmesi ve ayrıntısına girmediğimiz birçok
olay Hz. Ali’nin velayetinin delilleridir.
Tüm bu delillere rağmen Gölpınarlı’ya göre Hz. Ali’nin ve evladının hakkı
gasb edilerek ellerinden alınmıştır. Bu durum İslam’ın anlaşılmasını
imkansızlaştırmış ve müslümanların savaş, zulüm ve adaletsizliklerle dolu bir
dünyada yaşamasına sebep olmuştur.
Abdü’l-Vehhab,
Muhammed, Tevhid I, II, çev. Harun Ünal, Tevhid Yayınalrı, İstanbul,
1996.
Arslan, Alparslan,
Abdulbaki Gölpınarlı, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Büyükleri Serisi
Âlu Kaşif-ul Gıta, Ca’feri
Mezhebi ve Esasları, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, Milenyum Yayınları,
İstanbul, 2004.
Ateş, Ali Osman, Ehl-i
Sünnet ve Şia’nın Delil Olarak Aldığı Bazı Hadisler, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1996.
Aycan, İrfan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebi Süfyana, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2001.
Çakır, Adalet, Mut’a
Nikahının Tarihi Gelişmesi ve İslam Hukukundaki Yeri, Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul, 1994.
Çelebi, İlyas, İslam İnancında Gayb
Problemi, İFAV, İstanbul, 1996.
Demircan, Adnan, Hz.
Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesi Hakkında Gadir-i Hum Olayı, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1996.
Derveze, İzzet, Kur’an’a
Göre Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hayatı, çev. Mehmet
Yolcu, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1989.
Ebû Zehra, Muhammed, İslam’da
Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, çev. Abdulkadir Şener, Hisar
Yayınları
Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda
İtikadi İslam Mezhepleri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1999.
, İmam Ali, Ankara, 1996.
Gölpınarlı, Abdulbaki,
Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
ve Hadisleri, Genç Yayıncılık, İstanbul, 1985.
_________ , Mü’minlerin Emiri Hz. Ali, Der
Yayınları, İstanbul, 2004.
_________ , On İki İmam, Der Yayınları,
İstanbul, 1989.
_________ , Pertev Naili Boratov, Pir Sultan Abdal,
Der Yayınları, İstanbul, 1991.
, Sosyal Açıdan İslam Tarihi, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve
sellem] ve İslam ’ın İlk Devri, Der
Yayınları, İstanbul, 1991.
, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları,
İstanbul, 2003.
, Tasavvuf, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2004.
Günal, Mustafa, Ehl-i Beyt ve Siyasi Faaliyetleri,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul,
1997.
Hatipoğlu, Mehmet Sait, Hz. Peygamber’in
Vefatından Emevilerin Sonuna Kadar Siyasi ve İctimai Hadiselerde Hadis
Münasebetleri, Doktora Tezi.
Hayatı, Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali
Sempozyumu, Tebliğ ve Müzakereleri, 0810 Ekim 2004, Bursa.
Humeyni, Mektuplar, Mesajlar, çev. Hamid Algar, İstanbul, 1991.
İbn Teymiyye, Şia’ya Reddiye, çev. Muhammed
Fatih el-Murabit, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996.
Karataş, Şaban, Şia’da ve Sünni Kaynaklarda Kur’an
Tarihi, Ekin Yayınları, İstanbul, 1996.
Kâri, Aliyyu’l, Vahdet-i VücudRisalesi,
çev. Abdu’l-Vahid Metin, İstanbul, 1996.
El-Kâtib, Ahmed, Şia’da Siyasal Düşüncenin
Gelişimi, Şûrâdan Velayet-i Fakihe, çev. Mehmet Yolcu, Kitabiyat Yayınevi,
Ankara, 2005.
Keskin, Halife, Kendi Kaynakları Işığında Şia’da İnaç Esasları,
Beyan, 2000.
Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid
b. Muaviye, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2001.
Kummi Nevbahti, Şii Fırkalar, Kitâbu’l-Makâlât
ve’l-Fırak, Fıraku’ş-Şia, çev. Heyet, Ankara Okulu Yayınları, 2004.
Mahmudov, Elşad, İslam Tarihi Kaynaklarına Göre
Halifelik ve Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçilmesi, AÜSBE, Ankara, 1999.
Mevdudi, Ebu’l-Âla, Hilafet ve Saltanat, çev. Ali Genceli,
İstanbul, 1966.
Nas, Abdulhakim, İmamet Probleminin Sünni
Literatüre Girişi ve Bâkıllâniye Göre İmamet, Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1998.
Öz, Mustafa, İmamiyye Şiasında Onikinci İmam ve
Mehdi İnancı, İFAV, İstanbul, 1995.
Özafşar, Mehmet Emin, İdeolojik Hadisçiliğin
Tarihi Arkaplanı Mihne Olayı ve Haşeviyye Olgusu, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara, 19999.
Radiy, Şerif, Nehcü’l-Belâga, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, Der
Yayınları, İstanbul.
Savaş, Rıza, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] Devrinde Kadın, Ravza Yayınları,
İstanbul, 1991.
Şenel, Lütfi, İslam’da İlk İhtilafların Fırkaların
Çıkışına Tesirleri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü, Konya,
1987.
Şeriati, Ali, Ali Şiası Safevi Şiası,
Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990.
Teftazani, Sadraddin, Vahdet-i Vücud Risalesi,
çev. Abdu’l-Vahid Metin, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
“Abbas”, İsmail Çakan, c. 1, s. 16-17, İstanbul, 1988.
“Abdullah b. Abbas” Muhammed Eroğlu, c. 1, s. 78-79, İstanbul, 1988.
“Aişe”, Mustafa Fayda, c. 2, s.201-205, İstanbul, 1989.
“Ali”, Ethem Ruhi Fığlalı, c. 2, s 371-374,; Yaşar
Kandemir, s. 374-378, İstanbul, 1989.
“Cafer es-sadık”, Mustafa Öz, c. 7, s. 1-3, İstanbul, 1993.
“Caferiyye”, Osman Fikri Sertkaya, c. 7, s. 4-11, İstanbul,1993.
“Fatıma”, Yaşar Kandemir, c. 12, s. 219-222,; Mustafa
Uzun, s. 223-224, İstanbul, 1995.
“Gölpınarlı”, Ömer Faruk Akün, c. 14, s.146-149, İstanbul, 1996
“Hasan”, Ethem Ruhi Fığlalı, c. 16, s. 282-285, İstanbul, 1997.
“Hüseyin”, Ethem ruhi Fığlalı, c. 18, s. 518-521,;
İlyas Üzüm, S. 521-524, İstanbul, 1998
Uyar, Gülgün, Hz. Peygamber’in Risalet Öncesiyle
İlgili Kimi Rivayetlerin İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1991.
Uyar, Mazlum, İmamiyye Şiasında Düşünce Ekolleri,
Ahbarilik, Ayışığı Yayınları, İstanbul, 2000.
Watt, Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül
Devri, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1998.