Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

HZ. ALİ TASAVVURU

 

ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI’NIN ESERLERİNDE HZ. ALİ TASAVVURU:
KAYNAKLARI VE ETKİLERİ

 

Hazırlayan:LEYLA İLKAY ÖZSÜER

Giriş

1.    Konunun Mahiyeti, Önemi ve Ele Alınış Yöntemi

Hz. Ali yüzyıllardır müslümanlara ilham kaynağı olan çok önemli bir kişidir. Ancak aynı Hz. Ali ihtilafların ve ayrılıkların odak noktasında yer almıştır. Müslümanlar Hz. Ali ve soyuna olan bakış açılarına göre guruplaşmışlardır.

Bu ihtilafların ilk çıkışı hilafet meselesindedir. Kendilerini sünneti takip edenler olarak gören müslüman çoğunluk Hz. Peygamber’in yerine kimseyi halef bırakmadığını savunurken, Ehl-i Beyt taraftarları olarak isimlendirebileceğimiz topluluklar hilafetin Hz. Ali ve soyuna ait olduğunu, onlara bu görevin yani velayetin Allah tarafından verildiğini savunur.

Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonraki dönem bugün anladığımız manada mezhepleşmeden uzaktır. Günümüzdeki ihtilafların çıkışı sahabe devrine dayansa da, o dönem müslümanlarının görünümü çeşitli sahabelere taraftarlık biçimindedir. Ancak bu taraftarlıklar zaman içinde guruplaşmalara ve ardından mezhepleşmeye dönüşmüştür. Mezheplerin sistematiği ve inanç esasları oluşmuş, ayrılığın merkezinede hilafet müessesesi konulmuştur.

O günden bugüne ayrılıklar azalacağına daha da artmış, olaylar müslümanların birbirini tekfir etmesine kadar gitmiştir.

İşte tam bu noktada biz ülkemizin yetiştirdiği Caferi âlimlerden Abdulbaki Gölpınarlı’nın görüşlerine yer vererek müslümanların birbirlerini daha iyi tanımalarına bir nebze de olsa katkıda bulunmak istedik.

Gölpınarlı ılımlı bir Şii’dir. O’nun Hz. Ali hakkındaki görüşleri Şii doktirinini özetler niteliktedir. O’nun kaleminde İslam tarihi farklı bir hal almış ve Hz. Ali’nin başrolde olduğu bir bakış açısıyla sunulmuştur. O, Hz. Ali’yi anlatmaya ta doğumundan başlamış, O’nun Kâbe’nin içinde doğmasını, Hz. Peygamber’in evindeki hayatını, müslüman oluşunu, Hicret esnasında yaptıklarını ayrıntılarıyla bizlere aktarmıştır.

Gene Gölpınarlı’ya göre hilafet insanların takdirine bırakılamayacak kadar önemli bir meseledir. Hilafet dinin temelidir. Halifelerse hüccettir. Allah’ın bizi Kur’an’ın zahirini ve batınını bilen imamlardan mahrum bırakmaması O’nun adaletinin sonucudur. Halife yani vasi günahlardan korunmuştur, masumdur. Yüklendikleri göreve velayet denir. Velayet Hz. Ali’ye ve O’nun Hz. Fatma’dan gelen soyuna aittir. Bu seçilmiş olan imamlar 12 kişidir ve 12.leri olan Mehdi hala hayattadır ve saklanmaktadır. Birgün geri dönecek ve dünyayı adaletle dolduracaktır. Bu 12 imamın dışında kalan tüm yöneticiler gasıbdır. İmamın görevleri o gelene kadar din alimlerince yürütülür.

Bu şekilde özetleyebileceğimiz görüşler Gölpınarlı tarafından kimi ayet, hadis ve rivayetlere dayandırılır. Bizim konumuz Hz. Ali olduğu için sadece onunla ilgili görüşlerine yer verdik. Bu görüşler Hz. Peygamber’in birçok defa Hz. Ali’nin onun halefi ve vasisi olduğunu söylemesi, Tebük seferi sırasında söylediği “menzile hadisi”, “sakaleyn hadisi”, Hayber’in fethi, mubaheale olayı, yazılamayan vasiyet vb. birçok konu etrafında şekillenmiştir. Gene Hz. Ali’nin Hz. Fatma ile olan evliliği, Ehl-i Beyt’ten olması, Rasûlullah’ın soyunun onunla devam etmesi hep Hz. Ali’nin velayetinin delilleridir.

Ancak asıl üstünde durulan konu Gadir-i Hum ve Maide sûresinin 3. ve 67. ayetlerinin Hz. Ali’nin velayeti ile ilgili olduğu iddialarıdır. Ahzab sûresindeki Ehl-i Beyt’in temizlenmesi ile ilgili ayet ve Şura sûresindeki sevilmesi istenenin Hz. Ali ve ailesi olduğuna dair görüşler de Gölpınarlı’nın konuyla ilgili iddaları arasındadır.

2.    Abdulbaki Gölpınarlı; Hayatı, Kişiliği, Eserleri

2.1.    Hayatı

Abdulbaki Gölpınarlı, hicri 1317 yılı Ramazan ayının onuncu gecesinde (12 Ocak 1900) Sultanahmet civarında Kâtip Sinan Mahallesi’nde doğdu.

Ailesinin kökeni Azerbaycan’dan gelmekteydi Gence’nin Gölbulağ köyüne mensup olduğu için, köyüne nispetle, Gölpınarlı soyadını aldı. Ailesi Rus savaşından önce Bursa’ya oradan da İstanbul’a göçmüştü. Babası Ahmet Âgâh Efendi “Tercümân-ı Hakikat” gazetesinde çalışmaktaydı. Başarılı çalışma hayatından dolayı insanlar ona “Şeyhü’l Muharrirîn” ve “baba” gibi unvanlar vermişlerdir. Annesi gene Kafkas göçmen olan Aliye Şöhret hanımdır.

İlk öğrenimini Babıâili yokuşundaki Yusuf Efendi Mektebi’nde (Şimdiki BasınYayın Derleme Müdürlüğü), orta öğremini özel Menbaulirfan İdadisi’nde bitirdi. Lise tahsilini Gelenbevi İdadisi’nde gördü ancak son sınıftayken babası vefat etti ve okulu burakmak zorunda kaldı.

Bundan sonra kendi okuduğu ortaokulda üç yıl Türkçe, Farsça ve komposizyon dersleri verdi. Bir ara ticarete atıldı ve kendine Vezneciler’de bir kırtasiye dükkanı açtı fakat işi yürütemedi. Mütareke yıllarında annesiyle Çorum’a giderek ilkokul öğretmenliği ve müdürlüğü yaptı. Dört yıl Çorum’da kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Evlerine yerleşenler olmuştu. Kumkapı’da sahip oldukları mülkleri satarak elde ettiği paranın bir kısmı ile yarım bıraktığı eğitimine geri döndü.

Gölpınarlı Edebiyat Fakültesi’ne girmek istiyordu ancak lise eğitimini tamamlamamıştı. Bunun için Yüksek Muallim Mektebi’ne girdi Okulun süresinin uzatılmasından dolayı çeşitli zorluklarla karşılaştı. Bu zor günlerinde bir çok kişiden yardım gördü fakat bunların en önemlileri kendisi gibi Mevlevi olan Hasan Ali Yücel ve Galip Ata ( Nurullah Ataç’ın ağabeyi)’dir.

Bu yardımlarla Bitlis Milli Eğitim Müdürlüğü’ne çıkan tayinini İstanbul’a Mahmudiye İlkokulu’na aldı. Tüm dersleri tek günde toplandı. Böylelikle Gölpınarlı’ya üniveriste kapıları açılmış oldu. 1930 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Hemen ardından Konya Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Bunu sırasıyla Kayseri, Kastamonu ve Balkesir’de yaptığı öğretmenlik izledi. 1937 yılında Yunus Emre’nin Hayatı adlı teziyle doktora imtihanını verdi. Daha sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde doçent oldu. Burada Türk Edebiyat Tarihi ve Metin Şerhi derslerini okuttu. 1940’ta sağlık problemleri nedeniyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne tayin oldu. Burada Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı dersleri verdi. Emekli oluncaya kadar burada çalıştı.

1945 yılında İleri Gençler Derneği’ne üye olduğu iddiasıyla kovuşturmaya uğradı, tutuklandı, kominizm suçlamasıyla askeri mahkemeye sevk edildi. On ay süren davanın sonucunda beraat etti.

Ankara’dan İstanbul’a taşınınca önce Nakkaştepe’de, sonra da vefatına dek yaşadığı Üsküdar’da ki iki katlı ahşap bir evde oturdu.

Asıl ilmi kariyerini İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan sonra yaptı. Çok iyi derecede Arapça, Farsça ve okuduğunu anlayacak kadar Fransızca bilmekteydi. Kültürel zenginliğe sahip bir aile ortamında büyümüştü. Şiir, tasavvuf, edebiyat, islami ilimler ve çeviri dallarında bir çok eser kaleme aldı.

1949 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 25 Nisan 1982’de kısa süreli bir hastalıktan sonra vefat etti. Gölpınarlı’nın kabri Üsküdar Seyidahmet deresinde ki Şii mezarlığındadır.

2.2.    Kişiliği

Gölpınarlı’nın birçok ilim dalında başarılı olmasının kökenleri şüphesiz çocukluğunda aranmalı. Daha küçüklüğünde Mevlevi muhibbi olan babasıyla Kulekapısı ve Eyüp’te ki Bahariye Mevlevihanesi’nde ayinlere katılmaya başladı. Böylece tasavvuf bilgisini hem yaşayarak hem okuyarak öğrendi. Tarikat âdâbını ve semaî eğitimini mürşidinin görevlendirdiği Zuhûrî Dede’den öğrendi. Mevlevî anlayışına göre çile çıkardı. Farsça öğrendi, Fahreddin Razi’nin felsefesi hakkında bilgi edindi. Mevlevi Ali Celal Çelebi’den hilafet-name aldı. Böylece Mevlevi tarikatının en yüksek derecesi olan halifeliğe yükseldi.

Hayatının bir döneminde bir aile dostlarının ısrarıyla Bektaşi dergahına intisap etti. Ancak burada aradığı mutluluğu bulamadı. Mevleviliğe geri döndü. Gölpınarlı bu durumu şöyle anlatmıştır: “Bazı Mevleviler Bektaşi olmuşlardı. Fakat buna rağmen onlardaki Mevlevilik ön plandadır. Hiçbir Mevleviyi Bektaşilik tam surette tatmin edemez. Musikisiyle, semaıyla, safâsıyla, vecd ve şiiriyle, bilgisiyle Mevlevilik, Mevlevinin ruhuna öyle bir yerleşmiştir ki, Bektaşilik bu estetik unsurlara ancak bir damla neşe katabilir. Ben onlarda aradığımı bulamadım ve bir sabah kalktığımda “ Al külahını Eyvallah içinde” sözünü yazdım, külahımı üstüne kapayıp tekkeden ayrıldım, ayrılış o ayrılış.”

Biz onun bir dönem Bektaşiliği denemesinde ahbaplarının ısrarından çok Şiiliğinin rolü olduğunu düşünüyoruz çünkü Mevlevilik Sünnî bir tarikattır. Mevlana’nın Hz. Ebubekir’in soyundan geldiği inancı Mevlevilerin tasavvufi hareketlerin çoğunluğu gibi kendilerini Hz. Ali’ye ve ehl-i beyt’e bağlamalarına engel olmuştur. Oysaki Bektaşilik teoride İmamiye mezhebine bağlıdır. Ne var ki, Gölpınarlı mezhebinden önce Kur’an’a bağlıydı ve Türkiye’deki Şii kökenli tarikatların şeriatın uygulanması konusundaki vurdumduymazlıkları, ibadeti geri plana alıp yerel ve menkıbevî bir İslam anlayışı benimsemeleri bizce Gölpınarlı’nın Bektaşi iken mutlu olmasının önünü kapamıştır. Bu yüzden şeriata sıkıca bağlı olan Mevleviliğe geri dönmüştür.

Gölpınarlı’nın sert mizaçlı, çabuk sinirlenen, sözünü sakınmayan bir kişi olduğu söylenir. Melami tabiatlıydı. Zekiydi, kuvvetli bir hafızaya sahipti. Kur’an’ın çoğunu ezbere bilirdi. Hitabeti kuvvetli idi, insanları etkilerdi.

Tezat gibi görünen davranışları kendi içinde uyumlu idi. Nitekim onun “Tasavvuf” adlı eserini okuyan bir kişi onun Caferi değil Vahhabî olduğunu sanabilirdi. Oysa Gölpınarlı neredeyse tüm klasik tasavvuf eserlerini dilimize kazandırmıştı. Bir çok değerli alimden dersler almış ve kendisini Fuad Köprülü ekolünden kabul etmişti.

Gene onun kominizm suçuyla yargılanması bizce yadırganmamalıdır. Çünkü o Ebu Zerr’in, Ammar’ın takipçisidir. Yani her şeyin önüne sosyal adaleti ve paylaşımcılığı koymaktadır. Türkiye açısından bakınca çok tuhaf görünen bu durum yıllarca İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde etkili olmuştur.

2.3.    Eserleri

Gölpınarlı’yı tanımanın en iyi yolu onun eserlerini tanımaktır. Bu yüzden onun eserlerine kısaca değinmek istiyoruz. Gölpınarlının büyük küçük 140 telifi ve çevirisi, çeşitli ansiklopedi, dergi ve gazetelerde yayınlanmış 400 kadar da makalesi vardır. Biz onun belli başlı eserlerini çeviriler ve telifler ana başlıklarıyla tanıtmak istiyoruz.

2.3.1.     Çeviriler

1.   Tıp îlmi ve Meşhur Hekimlerin MaharetiFarsçadan çeviri, İstanbul, 1936. 17’nci asırda İran Selçukluları zamanında yaşayan Semerkandlı Nizamî Ârûzi’nin “Çehâr Makale”” adlı eserinin tıpla alakalı dördüncü makalesinin tercümesidir.

2.     Sıhhat ve Maraz, Farsçadan çeviri, İstanbul, 1940.

16’ncı asır şairlerimizden Fuzûli’nin Farsça olarak kaleme aldığı bu küçük eserde, insan vücudunun teşrihi ve fizyolojik tetkiki, zamanın tıp bilginlerinin bedenle alâkalı piskolojik yönleri ele alınmaktadır.

3.     Mesnevi, Farsçadan çeviri, İstanbul, 1943-46.

Altı cilt halindedir. Cumhuriyet Türkiye’sinde Mesnevi’nin ilk çeviri ve şerhidir.

4.     Hafız Divanı, Farsçadan çeviri, İstanbul, 1944.

14’ncü yüzyılda dünyaca ünlü İran’lı şair Hafız’ın dîvânının tercümesidir.

5.     Mantık Al-Tayr, Arapçadan çeviri.

İran’lı şair Attârın tasavvufî manzum eserinin tercümesidir. Sûfînin manevi yolculuğunu anlatmaktadır.

6.     İlahi-nâme, Farsçadan çeviri, İstanbul, 1945.

17’nci yüzyılda yaşamış Attârın tasavvufî hikayelerinden meydana gelir.

7.    Hayyam-Rubailer ve Silsilet’tüt Tertip, İbn-i Sina’nın Temcid tercümesi, İstanbul, 1953.

İran’lı ünlü bilgin ve şair Ömer Hayyam’ın hayatı, rûbâîlerinin tercümesi ve adı geçen diğer iki eserin tercümelerini içerir.

8.     Yediler Meclisi, çeviri, Konya, 1965.

Mevlânâ’nın tasavvufî hayata başlamadan önce verdiği vaazlardan ibarettir.

9.     Caferi Mezhebi ve Esasları, çeviri, İstanbul, 1966.

ÂluKâşifil-Gıtânın eserinin tercümesidir. Şii mezhebi hakkında gerekli bilgileri vermektedir.

10.     Caferiler Kimlerdir? , çeviri, İstanbul, 1969.

Şirâzî’nin 22 sayfalık kitabının tercümesidir.

11.     Nehc’ül-Belaga Tercümesi, İstanbul, 1972.

Dördüncü halife Ali’den nakledilen hutbe, mektup, emir ve vecizlerden ibarettir.

12.     Abdullah b. Sebâ, Bir Yalancını Düzmeleri, çeviri,İstanbul, 1974.

Mûrteza el-Askeri’nin yazdığı eserin tercümesidir. Yüzyıllar boyunca Şiiliğin kurucusu zannedilen, Yahudi asıllı bu Sebâ adlı kimsenin aslında olmadığını ortaya koyar.

2.3.2.      Telifler

2.3.2.1.           Tasavvufa ve Edebiyata Dair Eserleri

1.     Melamilik ve Melamiler, İstanbul 1931.

Gölpınarlı’nın ilk önemli eseridir. Fakülteyi bitirme tezidir.

2.     Bâkî, İstanbul, 1932.

16’ncı yüzyıl şairlerinden Bâkî’nin hayatı ve divânından seçilmiş şiirlerinden meydana gelmiştir.

3.     Fuzulî, İstanbul, 1932.

16’ncı yüzyıl şairlerinden Fuzulî’nin şiirlerinden seçmeleri ihtiva eden bu eser tanıtma mahiyetindedir.

4.     Kaygusuz Vizeli Alaaddin, Hayatı ve Şiirleri, İstanbul, 1933.

Melâmi - Hamzavî halk edebiyatının ileri gelen şairlerinden Kaygusuz’un şiirleri ve hayatını içerir.

5.     Yunus Emre, Hayatı, İstanbul, 1936.

Geniş bir şekilde Yunus’un hayatını ve edebi yönünü anlatır.

6.     Yunus Emre ve Aşık Paşa ve Yunus’un Batiniliği,İstanbul, 1941.

13’üncü yüzyılda Anadolu’da yaşayan iki sufinin batiniliği üzerinedir.

7.     Yunus Emre Divanı, İstanbul, 1943-48.

Eser iki cilt halinde olup, ikinci cilt birinciyi tamamlamaktadır.

8.     Gülşen-i Râz, İstanbul.1944.

13’üncü yüzyıl Moğol devrinde İran’ın tanınmış sufilerinden Şeyh Mahmud Şebusteri’nin kendine sorulan tasavvufi sorulara verdiği cevaplardır.

9.     Nesimi, Usuli,Ruhi, İstanbul,1953.

10.     Şeyh Galip, İstanbul,1953.

11.     Kaygusuz Abdâl, Hatâyi, Kul Himmet, İstanbul, 1953.

12.     Divan Şiiri, XV. yy’dan XX. yy’ya kadar.

Varlık yayın evinin çıkardığı küçük boydaki bu kitaplar kısa fakat faydalı bilgi ve örnekler kapsamaktadır.

13.     Nasreddin Hoca, Akşehir, 1963.

14.     Alevi Bektaşi Nefesleri, İstanbul,1963.

Alevi-Bektâşi edebiyatının karakteri, inançları, giyim ve kuşamları, insanı görüşlerini aksettiren çok önemli bir eserdir.

15. Sımavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin, İstanbul, 1966Pir Sultan Abdâl, İstanbul, 1991.

Meşhur Türk mutasavvıfının hayatını içerir.

16.     100 Soruda Tasavvuf, İstanbul, 1969.

Soru cevap şeklindebir tasavvuf tarihidir, konsunda ki her konuya cevap vermektedir.

17.     Tasavvuftan Dilimize geçen Deyimler ve Atasözleri, İstanbul, 1972.

Sahasında çok önemli bir eserdir.

18.     Pir Sultan Abdal, İstanbul, 2001

2.3.2.2.           İslamiyet ve Mezhepler Tarihi Hakkındaki Eserleri

1.     Kur’ an-ı Kerim Meali, İstanbul, 1955.

İki cilt halindedir. Remzi kitapevinden yayınlanmıştır.

2.     Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ve Hadisler, İstanbul, 1957.

3.     Kur’an- Kerim Hakkında Tartışmalar Munasebetiyle, İstanbul, 1958.

1955’te yaptığı Kur’an tercümesi dolayısıyla yapılan tenkitlere verilen cevaplardan meydana gelmiştir.

4.     İmam Ali Buyruğu, Ankara, 1958.

Hz. Ali’ye ait 54 hutbe, 17 mektup, 44 hikmet ve vecize ile 48 şiirin tercümesinden ibarettir.

5.     Oniki İmam, Ankara, 1959.

Şii mezhebinin kabul ettiği 12 imamın haytını anlatmaktadır.

6.     Sosyal Açıdan İslam Tarihi, İstanbul, 1969.

7.     Müminlerin Emiri Hz. Ali, İstanbul, 1978.

Dördüncü halife Hz. Ali’nin hayatını anlatmaktadır.

8.     Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul, 1979.

İslam mezhepleri bilhassa Şiilik üzerine geniş bilgi veren bir eserdir.  Birinci Bölüm: Hz. Peygamber Döneminde Hz. Ali

1.      Hicretten Önce Hz. Ali

Abdulbâki Gölpınarlı’nın eserlerindeki Hz. Ali tasavvurunu iyi anlayabilmek için Hz. Ali’nin doğumu, bu esnada görülen mucizeîi  olaylar ve ailesinin faziletiyle ilgili bilgiler ayrıntılı biçimde ele alınmalıdır.

Hayatlarının merkezine peygamberi ve onun ev halkı ile övünmeyi koyan Müslümanlar için aile kavramı kişilere duyulan sevgi ve saygının dayanağıdır. Kişiler yaptıkları yanında mensup oldukları aile ve çevre ile de itibar görmektedirler. Bu yüzden Hz. Ali’yi hilafete daha layık bulanlar ve halifeliği Kureyş’ten olmak şartıyla herhangi bir kişinin üstlenebileceği bir görev olarak görenler arasında yüzyıllardır bir tartışma söz konusu olmuştur. Bununla beraber en önemli sorun Ali ya da Muaviye arasında yapılması gereken seçimdir. Çünkü her iki kesimde haklılıklarını ispatlamak için ailelerinin faziletiyle ilgili bir yarışa girmişlerdir.

Bu yüzden konumuza Hz. Ali’nin ailesi, doğumu ve yetiştiği şartlardan başlamayı uygun gördük.

1.1.    Hz. Ali’nin Ailesi

Babası Ebû Talib, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in amcası olup Haşimoğullarından Abdulmuttâlib’in oğludur. Hz. Ali’nin annesi ise Esed kızı Fatma’dır. Fatma, Haşimoğullarından olup kendi boyundan biriyle evlenen ilk kadındır. Hz. Peygamber onu çok sever, ana derdi. Vefat ettiği zaman kendi gömleğiyle sardırmış ve kabre bizzat kendi indirmiştir.

Ebû Tâlib’in Talib, Akîl, Cafer ve Ali adlı dört oğlu, Ümmühânî adlı bir de kızı vardı. Her oğlunun arasında onar yaş fark bulunuyordu. Buna göre en büyük oğlu olan Tâlib, Ali’den otuz yaş büyüktür. Hepsinin de anneleri Esed kızı Fatma’dır.

Tâlib, müşrikler tarafından Bedir Savaşı’na katılmaya zorlanmış, fakat kabul etmeyip şehirden çıkmış, bir daha ondan haber alınamamıştır. Ebû Talib’in soyu diğer çocuklarından yürümüştür. Akîl, Araplarca çok önemli olan soy boy bilgisinde çok ileriydi.

Cafer ise İslam’dan sonra Habeş diyarına hicret etmiş, Hayber’in fethi günü gelip Hz. Peygamber’e katılmış ve hicretin sekizinci yılında yapılmış olan Mu’te Savaşında şehit düşmüştür. Şehadetinden önce savaşta elleri kesilmiş, Resulullah ona cennette meleklerle birlikte kanatları olan manasına “Tayyâr” lakabını vermiştir.

Dedesi Abdulmuttalib ölünce, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i amcası Ebû Tâlib yanına almıştır ve vefatına dek onu korumuştur. Kureyş, Müslümanlara sosyal boykot uygulayıp, onlarla görüşmemeyi, alış verişte bulunmamayı, evlenmemeyi kararlaştırdıkları zaman Müslümanları kendi mahallesine alıp, onlara destek olmuştur. Müslümanlar’ın tecrit edildiği o yıllarda Ebû Tâlib, geceleri elinde kılıç sokakta gezer, Râsul-i Ekrem’e bir kötülük yapılmaması için evin ve mahallenin çevresinde dolaşırdı. Bazı geceler Ali’yi, Rasul’ün yatağına yatırır, ona yapılacak bir kötülüğe karşı Ali’yi fedâ ederdi. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ali ile namaz kılarken Cafer’e: “Sen de amcanın oğluyla namaz kıl, O’na uy” demiş Cafer’de babasını dinlemiştir.

Buraya kadar anlattıklarımızda herkes hemfikirdir. Ancak Sünnîlerin çoğu Ebu Talib’in kafir olarak öldüğüne inanırken, Şiiler onun Müslüman olduğuna, İslam’ını inşad ettiği şiirlerle açıkladığına inanırlar.

Bazı müfessirler göre:

“Şüphe yok ki, sen sevdiğini doğru yola sevk edemezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola sevk eder ve O’dur hidayete erecekleri daha iyi bilen.”  ayeti Ebû Talib ölüm döşeğindeyken Peygamberimizin çok üzülüp dua etmesi üzerine inmiştir.

Gölpınarlı ise bu ayetin Abdimenaf oğlu Numan’ın oğlu Hars hakkında indiğini ve Medine’de nazil olduğunu, hâlbuki Ebû Talib’in Mekke’de öldüğünü ileri sürmekte, bu hususta Şii literatüründen örnekler ve kaynaklar vermektedir.

O, Ebû Talib’in Müslümanlığını ispat etmek içinde irşad ettiği şu şiiri örnek verir:

Gerçekten de bildim ki Muhammed’in dini,

Yeryüzünde, halk arasında dinlerin en hayırlısıdır.

Şunu söylemeliyiz ki, Ebû Tâlib’in varlığı ve Peygamber’i himaye edişi İslâm’ın yayılması için çok faydalı olmuştur. Ebû Talib, Peygamber’i ve O’na uyanları elinden geldiğince korumuştur. Tüm bu çabalar ve Peygamber’in mucizelerine tanık olması göz önüne alındığında Ebû Tâlib’in müşrik olarak ölmesi ne derece mantıklıdır bilemiyoruz?

Ebû Tâlib, Peygamber’in halkı dâvete başlamasının onuncu yılında, ramazan ayının yedinci günü, Hz. Hatice’nin vefatından üç gün önce vefat etmiştir. Hz. Ali, babasının vefatını Rasul’e bildirince, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , babasını yıkamasını söylemiş, cenazesini teşyi etmiş, bizzat kabre koymuş: “Yakınlığını ispat ettin amca, beni, küçükken büyüttün, büyüyünce de bana yardım ettin, beni korudun.” buyurmuşlardır.

Tüm bu verdiğimiz bilgilerin ışığında ben Ebû Talib’in iman etmiş olduğuna ancak Müslümanları daha iyi koruyabilmek adına inancını açıklamadığına, müşriklerle anlaşma yoluna gittiğine inanıyorum. Bu korumacı tutumun sadece akrabalık bağlarına dayandığını idda etmek Ebu Leheb ve Abbas’ın Müslüman olmadan önceki tutumları göz önüne alındığında pek inandırıcı görünmüyor.

Gölpınarlı bazılarının Ebu Talib’in kafir olarak öldüğünü savunurken, İslam’ın azılı düşmanı olan, Müslümanları yok etmek için maddi manevi her şeyini ortaya koyan Ebû Süfyan ve karısı Hind’in, Mekke’nin fethinde Müslüman olmaları sebebiyle imanlı saymalarını rencide edici bulur.

Ali’nin annesi Esed kızı Fatma, Peygamber’e analık etmiştir. Peygamber O’nun için, “Bu beni doğuran anamdan sonra anamdır.” buyurmuştur. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Medine’ye Hicretinden sonra Ali ile hicret eden Fatma’lardan biridir. İslam’ı kabul eden kadınların onbirincisi, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e bey’at eden kadınların da ilkiydi. Hz. Ali, annesinin ölümünü ağlaya ağlaya Peygamber’e söyleyince kendisi, “Benim anam vefat etti” buyurmuşlardır. Zeyd, Eyyûb el-Ensârî ve Amr’ı gönderip kabrini hazırlatmış, gaslinden sonra gömleklerini gönderip kefen olarak sardırmış, namazlarını kılıp, bizzat kabre indirmişlerdir.

Gölpınarlı’nın eserlerinde şöyle bir iddia yer almaktadır:

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Fatma’yı kabre indirince bir müddet kabirde kalıp, “Oğlun, oğlun, oğlun. Cafer’de değil, Akîl’de değil oğlun oğlun, Ali b. Ebû Tâlib” buyurmuşlar ve kabirden çıkmışlardır. Bu sözlerle ne demek istediği sorulunca, “Sorgu melekleri Rabbini, Peygamberi’ni sorunca cevap verdi, velin ve imamın kim sorusuna oğlum demekten utandı. Onun için söyledim” buyurmuşlardır.  

Verdiğimiz bu rivayet Caferiler için imametin ne derece önemli olduğu, kabirde sorgu melekleri tarafından bile sorulduğu, Ali’nin imametinin Allah tarafından önceden emrolunduğu ve nassla tayin edildiği gibi konuları açıklar mahiyette bulunduğundan önemli bir rivayettir.

Bu kısa bilgilerden sonra Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in, Ebû Tâlib ve Fatma’nın evinde geçirdiği çocukluğu, gençliği ve evlenmesi konularına da kısaca değinmek istiyorum.

Resul’ün dedesi Abdulmuttalib, o sekiz yaşındayken öldü. Oğlu Ebû Tâlib’e vasiyet olarak Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i korumasını ve kollamasını söyledi.

Amcası Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’i oğullarından fazla severdi, O’nu yanında yatırırdı. Bir rivayete göre Şakk-ı Sadr, Resulullah, Ebû Tâlib’in yanındayken 14

olmuştur.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in çocukluğunda bir yıl yağmur yağmamıştı. Kıtlık baş göstermişti. Halk Lât, Uzza gibi putlara dua edelim diyordu. İçlerinden yaşlı bir kimse, “Hz. İbrahim’in soyu içimizdeyken putlardan mı yardım isteyeceğiz?” deyip, Ebû Tâlib’e baş vurdu. Ebû Tâlib, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i de yanına alıp Kâbe’ye gitti. Ellerini Kâbe’nin duvarına koyup dua etti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , göğe doğru parmaklarını kaldırdı. Ortada hiçbir bulut yokken tüm Mekke’yi bulutlar kapladı, yağmur yağdı, seller aktı. Bunun üzerine Ebû Tâlib Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i öven bir şiir söyledi.

Gene Resul, on yaşlarındayken ticaret maksadıyla Suriye’ye yola çıkan amcasına eşlik etti. Busra denen kasabadaki rahip, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’de Peygamberlik alametleri gördü. Arkalarında bulunan Mühr-i Nübüvvet’e yüzünü gözünü sürdü. Ebû Tâlib’e Şam’a gitmemesini, orada başlarına kötü şeyler gelebileceğini söyledi. Ebû Tâlib’de alışverişini o kasabada yaptı.

Gene yakın tarihlerde haram olan aylarda yapıldığı için “Ficar” diye anılan savaşlar oldu. Bu savaşlar Kays ve Kureyş boyları arasındaydı. Savaşlarda Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , yere düşen okları toplar, amcasına verirdi. Dört kere olan Ficâr Savaşları’nın sonuncusunda Hz. Peygamber’in ondört ya da yirmi yaşlarında olduğu rivayet edilir.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hz. Hatice ile evlenmesinde amcası Ebû Tâlib’in büyük rolü olmuş. Hz. Hatice’yi istemeye Ebû Tâlib gitmiştir.

1.2.    Hz. Ali’nin Doğumu ve Çocukluğu

Hz. Ali (R.A) Fil yılının otuzuncu senesi Receb’inin onüçüncü Cuma günü Mekke’de, bir çok tarihçinin rivayetine göre Kâbe’nin içinde doğmuştur (29 Temmuz 599). Kâ’beyi Muazzama’nın içinde doğan tek kişi kendileridir.  Hz. Ali doğunca annesi ona babasının adı olan ve aslan anlamına gelen “Esed”, bir rivayete göre de “Haydar” adını verdi.Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’nin doğumunu duyunca amcasının evine geldi. Ali’yi kucağına aldı, dilini ağzına verip emzirdi. Adını sordu. Fatma “Esed koymak istiyorum” deyince, “Hayır” dedi, “O’nun adı Ali’dir”. Fatma Araplar’da olmayan bu adı daha önce duymuştu. Ali koydular.

Hz. Ali’nin birçok lakabı vardır. Bunlardan bazıları “arslan” manasına gelen “Haydar”, Allah’ın üstün arslanı demek olan “Esedullahi’l-Gâlib”, Allah’ın rızasını kazanmış demek olan “Murtaza”dır.

Künyeleri ilk oğullarına nisbetle Ebû’l-Hasan’dır. Ayrıca Peygamber ona toprak babası anlamına gelen Ebû’t-Turab künyesini vermişti. O yüzden bu künyeyi çok severlerdi.

Buhârî’nin tahric ettiği bir hadise göre peygamber bir gün kızı Fatma’nın evine gelmiş, Ali’yi göremeyince nerede olduğunu sormuş, Fatma “Birbirimize biraz kızdık, oda gitti” demiş, bunun üzerine Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ali’yi aratmış, onu mescitte ridâsı sırtından düşmüş, vücudu toza toprağa bulanmış halde uyurken bulmuş, bunun üzerine, “Kalk ya Ebâ Turab” buyurmuşlar, bu künye bu yüzden kalmış.

Bu olayın Hz. Ali’nin Fatma’nın üstüne evleneceğini sanan Peygamber’in, Ali’ye sinirlenmesi, “Kızlarımı verirken üzerlerine evlenmeyeceğinize dair söz aldım. Eğer evleneceksen kızımı boşa ve bana gönder” buyurup Ali’yi azarlaması, Ali’nin kesinlikle böyle bir niyeti olmadığını söylemesi üzerine vukû bulduğunu söyleyenler varsa da, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, Taberî’nin Tarih’inde, Halebî’nin Siyer’inde, Tarihü’l-Hamis ve Riyazu’n-Nadıra’da, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , hicretin ikinci yılında Useyre Savaşı dönüşünde Ali’yi toprağa uzanmış, tozlara bulanmış yatıyor görünce, “Kalk otur ya Ebâ Turâb” buyurmuştur. Bu hadis Ammar b. Yasir’den rivayet edilmiştir.

Dikkat çekici bir nokta Gölpınarlı’nın bir kitabında Fatma’nın Ali’nin üzerine evleneceğini sanması sebebiyle eşiyle kavga edip durumu babasına bildirmesi yüzünden geliştiğini söylerken, başka bir eserinde bu olayın tamamen uydurma olduğunu söylemesidir. Ayrıca Gölpınarlı “madem ki çok evlilik şeriatın kabul ettiği bir şey Fatma’nın kocasına kızması ve buna karşı durması düşünülemez” diyor.

Oysa her ailede ufak tefek kavgalar olur. O devrin şartları düşünüldüğünde herkesin kızını Hz. Ali’ye vermeye çalıştığına hiç şüphe yok. Aşırı ısrarlar karşısında Ali böyle bir işe meyletmiş, ya da hiç niyeti olmamasına karşın suskun kalarak böyle bir intibaya sebeb olmuş olabilir. Ayrıca çok evliliğin dinen caiz olması, Peygamberin kızlarının üzerine evlenilmesine izin vermemesine mâni değildir. Nitekim dul kalan kadının evlenmesi caizken, Peygamber’in hanımlarının O’nun ölümünden sonra evlenmesi yasaktır. Hz. Ali’yi asla hata yapmaz ve evliliğinde hiçbir sorun çıkmaz göstermek için harcanan bu çabaları çok anlamsız buluyorum. Kusursuzluk Allah’a mahsustur. Hz. Ali’nin faziletleri, Fatma ile evlenmesinin Allah’ın ve elçisinin takdiri olduğu, birbirlerini ne kadar sevdikleri ortadayken sürekli bir savunma içinde olmak çok yersiz. Hiç tartışılmayan ev mi olur? Peygamber’imizin bile hanımlarıyla bazı sorunları olmuştur, Ali ile Fatma’nın neden olmasın?

1.3.               Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Ali’yi Yanına Alması

Bir kıtlık yılında Rasulullah, diğer amcası Abbas’a “Gidelim de Ebû Tâlib’in yükünü hafifletelim”, buyurmuş, beraberce gidip oğullarından birer taneyi almayı teklif etmişler. Ebû Tâlib, oğullarından Akîl’i çok severmiş, “O’nu bana bırakın da ne yaparsanız yapın” demiş, bunun üzerine Abbas Cafer’i, Hamza Talib’i, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’de Ali’yi almış. Cafer, Müslüman oluncaya dek Abbas’ın evinde kalmış, Ali ise hicrete kadar Peygamber’in evinden ayrılmamış. Böylece Hz. Ali, beş yaşında geldiği evde on sekiz yıl kalmış, Hz. Peygamber’in terbiyesi altında yetişmiştir.

Hz. Ali o günleri şöyle anlatıyor:

“Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı, yatağına alırdı, vücudunu bana sürer beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. Ne bir yalan söylediğimi görmüş, ne bir kötülük ettiğimi duymuştur. O sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmiştir. O melek gece gündüz Peygamber’e yücelikler yolunu gösterirdi, âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdi. Ben de her an, devenin yavrusu nasıl anasının ardından giderse onun ardından giderdim. Her yıl Hirâ dağına çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu benden başkası göremezdi. O gün (İslam’ın ilk tebliğ edildiği gün) İslam, Allah’ın salatı onun ve soyunun üstüne olsun, Resulallah’la Hatice’den başkasının evinde yoktu ve ben de onların üçüncüsüydüm. Vahy ve Peygamberlik nurunu görürdüm, kokusunu duyardım. Ona vahiy gelirken bir feryad duydum da, “Ya Resulallah, bu feryad nedir?” diye sordum. “Bu feryad eden şeytandır, kendisine halkın kulluk etmesinden ümidi kesti artık. Sen benim duyduğumu duymadasın, gördüğümü görmedesin, ancak sen Peygamber değilsin, fakat vezirsin ve hayra karşısın, ona ulaşmışsın” buyurdu.

Gene İbn Ebi’l-Hadîd, Fazl b. Abbas’tan rivayet eder. “Babama, Hz. Rasul erkeklerden en çok kimi severdi?” diye sordum, “Ebû Tâlib oğlu Ali’yi hepsinden fazla severdi” dedi. Ben oğulları sordum deyince, “Ebû Tâlib oğlu Ali’yi herkesten çok severdi, oğullarından fazla O’na muhabbeti vardı. Biz Rasulullah’ın Ali’ye olan muhabbeti derecesinde oğlunu seven bir baba görmediğimiz gibi Ali’nin Hz. Resul’e itaatinden daha fazla itaat eden bir oğulda görmedik” dedi.

1.4.               Hz. Ali’nin Müslüman Oluşu

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  halkı davete başlar başlamaz erkeklerden ilk olarak Hz. Ali, kadınlardan Hz. Hatice Müslüman olmuş, Peygamber’e inanmış, iman etmiştir. Bu konuda Tirmizi, Hâkim’in Müstedrek’i, Ahmed b. Hanbel’in, Müsned’i, Kenzü’l- Ummal gibi hadis kitaplarıyla El-İsabe, Usdü’l-Gabe gibi sahabenin hal tercümelerini bildiren kitaplar ve tarihler müttefiktir.

İbn İshak ise Ali’nin Müslüman olmasıyla ilgili şöyle bir rivayet anlatır; Ali, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ve Hatice’yi namaz kılarken görmüş, ne yaptıklarını sormuş. O zaman Peygamber, Ali’ye tebliğde bulunmuş, Ali de Müslüman olduğunun babasına söylenmemesini rica ederek Müslüman olmuştur.

1.5.               Hz. Ali’nin Vezirliği, Vekilliği

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e “En yakın hısımlarını korkut, inananlardan sana uyanlara karşı kanadını indir, mütevazı ol. Sana isyan ederlerse de ki: Şüphe yok ki ben sizin yaptıklarınızdan uzağım” şeklinde ki Şuara Suresi’nin 214, 216. ayetleri inince halkı açıkça davete başladı. İlk önce soy ve boy bakımından kendine en yakın olanları davete memur olmuştu.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , hanımına yemek hazırlamasını söyledi. Hz. Ali’yi de Haşimoğullarını çağırması için yolladı.

“Gelenler 40 kişi kadardı. İçlerinde Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in amcaları Ebû Tâlib, Ebû Leheb ve Hamza da vardı. Ancak bize gelen kimi rivayetler İslam’ın ve Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in elçilik görevinin gizliden gizliye halk arasında bilindiği, bu bilginin kadınlar arasında özellikle Haşimoğulları’nın kadınları arasında paylaşıldığı ve yemek davetinden çok önce Peygamber’in kadın akrabalarından bir kısmının Müslüman olduğunu biliyoruz.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  açıkça tebliğe başlaması emredilince bir ay kadar dışarı çıkamadı. Halaları O’nu hasta zannedip ziyarete geldi. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  durumu halalarına anlatınca, halaları toplantıya Ebu Leheb’i çağırmamasını söyledi. Peygamber gene de yemeğe Ebû Leheb’i çağırdı. Ebû Leheb’in, İslam’a davet edilince yaptığı sert konuşmadan sonra kız kardeşi Safiye bint Abdulmuttalib, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i destekler mahiyette bir konuşma yaptı, iki kardeş tartıştı.

Gölpınarlının anlatımına dönersek birinci gün gelen 40 kişi sofraya onar onar oturdu, yenildi, içildi.Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  söze başlarken Ebû Leheb, “arkadaşınız sizi büyüledi.” gibi sözlerle Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in sözünü kesti. Gelenler dağıldı. Ertesi gün Haşimoğulları gene çağrıldı ama Peygamber gene konuşamadı. Üçüncü gün Resulallah, “Ey Abdü’l-Müttalib oğulları, bana itaat edin, yeryüzüne hâkim olun. İçinizde kim bana yardım eder, bu işte beni kuvvetlendirirse kardeşimi vâsim, vezirim, varisim ve benden sonra halifem olur” buyurdu. İçlerinden hiçbiri cevap vermedi. En küçükleri olan Ali, ayağa kalkıp “Ey Allah’ın elçisi bu işte ben sana yardım edeceğim” dedi. Peygamber “Otur” buyurdu ve sözünü bir kere daha tekrarladı. Gene Ali’den başka kimse bu işe talib olmadı. Üçüncü defasında da Resul, Ali’ye “otur” buyurdu. Artık kardeşim, vâsim, vezirim, varisim ve benden sonra halifem sensin”.

Misafirler dönüşte Ebû Tâlib’le “yeğeninin dinine girersen oğlun sana emir olacak” diye alay ettiler. İmanını halkın içinde ilk açıklayan Ali’dir. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  pazartesi halkı davete başlamış, Ali ise salı günü imanını açıklamıştır.

İbnü Abdü’l-Birr, el-İstiâb’da, Afifu’l-Kindî’den şöyle bir olayı rivayet eder. Kindî, “Ben ticaretle uğraşırdım. Bazı şeyler almak için Abdulmuttalib oğlu Abbas’ın yanına gittim. Birisi çıktı namaza durdu, geldiği taraftan bir kadın geldi arkasına geçti. Derken aynı taraftan genç bir çocuk geldi, Oda yanlarında namaza durdu. Abbas’a; bu nedir, ne yapıyorlar” diye sordum. Abbas, “Bu benim yeğenimdir, namaz kılıyor, Peygamber olduğunu sanıyor. Peygamber olduğunu kabul eden de ancak hanımı ve amcasının oğludur” şeklinde cevab verdiğini rivayet etmiştir.

Buraya kadar Hz. Ali’nin ailesi, doğumu, çocukluğuyla ilgili bilgileri Gölpınarlı’nın eserlerini temel alarak anlatmaya çalıştık. Çoğunluğu hem Sünnî hem Şii kaynaklarda da bulunan bilgilerin farklılık gösterenlerini de elimizden geldiğince belirttik. Bu bilgileri yeterli buluyor, konumuza “Hicret”le devam etmek istiyoruz.

2.    Hicrette Hz. Ali

Arapça’da bir yerden göçmek bir yeri terk etmek anlamına gelen hicret, Kur’an-ı Kerim’de on sûrede yirmi kere anılır. İnançları yüzünden yurtlarından çıkan, çıkartılan, eziyet çeken kişiler, canlarıyla mallarıyla Allah yolunda savaşan ilk muhacirler ve onlara yardım edenlerle sonradan inançta onlara uyanlar övülür.

Peygamber âshabı her türlü işkenceye uğramış, fakirler-köleler dövülmüş, öldürülmüş, onlarla alış veriş edilmez, selam verilmez olmuştu, kimse onlarla konuşmuyor, evlenmiyordu. Ebû Tâlib mahallesinde toplanmak zorunda kalmışlardı, adeta toplumdan tecrit edilmişlerdi.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in açıkça davete başlamasının onuncu yılında Müslümanların durumu buydu. Ve gene bu yıl Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  üç gün arayla amcası Ebû Tâlib ve eşi Hz. Hatice’yi kaybetti. Bu seneye hüzün yılı anlamında “Senetü’l-Hüzn” dendi.

Müslümanların çektiği eziyetler dayanılmaz hale gelmişti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Müslümanların bir kısmını Ca’fer b. Ebû Tâlib eşliğinde adil hristiyan bir hükümdarın yönettiği Habeşistan’a yolladı. Kendisi Mekke’de çok yalnız kaldı.

Ancak bu yalnızlık duygusu onun görevlerini yapmasına engel olmadı. Daha önce Taif’e tebliğ için gitmiş, halkın hakaretlerine, çocukların taşlı saldırısına uğramıştı.

Her yıl Hac mevsiminde Mekke’nin dışına çıkar, gelenleri İslam’a davet ederdi. Onbirinci yılda Akabe yakınlarında Medineli Hazrec boyundan kimselerle buluştu. İslam’ı tebliğ etti. Tüm bu insanlar Müslüman oldular ve dinlerini Medine’de yaydılar.

Onikinci yılda daha fazla Medineli, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dinine girdi. İslam’ın hükümlerine uydu. Öyle bir ortam oluştu ki Evs ve Hazrec boyları arasında yıllardır süregelen düşmanlık İslam kardeşliğinin etkisiyle yumuşadı.

İslam’ın doğuşunun onüçüncü yılında Medineliler, Hz. Peygamber’i canlarıyla mallarıyla koruyacaklarına söz verdiler. Allah, da Haşr suresinin 9. ayetinde “Medine’nin bir iman yurdu haline geldiğini buyurdu. Allah Rasul’u, Müslümanların Medine’ye göçmelerine izin verdi, onlar da birer ikişer göçmeye başladı.

Dâru’n-Nedve’de Ebû Cehl liderliğinde toplanan müşrikler Müslümanlığı yok etmek için neler yapabileceklerini tartışmış, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’i öldürmekten başka bir çare bulamamıştı. Kan davasına sebep olmamak için Haşimoğullarından bir kişi de dahil olmak üzere her boydan bir kişinin bulunacağı bir gurubun Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i öldürmesi üzerinde anlaşmaya varıldı. Diyetin kaç para olacağı önemli değildi, müşrikler ödemeye razıydı. Ebû Tâlib’in ölümü onları cesaretlendirmişti.

O gece hicret sırası Allah Elçisi’ne gelmişti. Ali’yi yanına çağırdı. Hicrete izin verildiğini söyledi. Ali’nin Mekke’de kalmasını, borçlarını ödemesini, kendisinde bulunan ve verilmesi icabeden emanetlerin verilmesini, sonrada Mekke’de bulunanlarla kendisine katılmasını istedi.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’ye şöyle buyurdu: Yatağıma yat, hırkamla örtün, Sana haber vereyim ki Ali, ulu Allah dostlarını imanları derecesinde sınar. İnsanlar içinde uğradıkları belaler en çetin olanlar Peygamberlerdir, sonra onların vasiyleri, sonra onlara uyanlar ve uyanlara benziyenler derde uğrar. Ey amcamın oğlu, Allah İbrahim Peygamber’i nasıl İsmail’i kesmeye memur ederek sınadıysa, beni de seninle sınamakta. Sabret, Sabret, çünkü şüphe yok ki Allah’ın rahmeti iyilik edenlere pek yakındır.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’yi kucakladı, göğsüne bastı, ağlamaya başladı. Hz. Ali de Peygamber’den ayrılacağı için ağlıyordu.  Başka insanların Peygamber’e yapılacak suikasti bilirken korkacağı, hatta kabul etmeyeceği bu teklifi Hz. Ali büyük bir sevinçle karşıladı. Derhal kabul etti ve gözyaşları içinde şükür secdesine kapandı.  Ümmet içinde ilk şükür secdesi Ali’ninkidir.

Yatsı namazını kıldıktan sonra Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  evden çıktı. O sırada düşmanlar evi sarmıştı. Rasul, Ya Sin Suresinin 9. ayetini okudu, “Onların önlerine bir sed çektik, arkalarına bir sed, bu yüzden göremezler.”

Yerden bir avuç toprak aldı, geceleyin bekleşen o topluluğun üzerine serpti. Yürüyüp gitti, kimse onun çıktığını anlamadı.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  sözleştikleri yerde Ebû Bekir ve üvey oğlu Hind Ebu Hale’yle buluştu. Tarih risaletin onüçüncü yılı, Rebîulevvel ayının başlarıydı. Yola çıktılar. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ve Hz. Ebu Bekir “Gâr-ı Sevr”e girdi, Hind ise Mekke’ye geri döndü.

Üstlerine toprak serpilmiş olan müşrikler gece yarısından sonra kendilerine geldiler. Eve saldırdılar. Saldırganların başında Halid b. Velid vardı. Halid yatağa kılıçla saldırınca, Ali kalkıp elini tuttu, büküp kılıcı aldı ve önüne katıp evden çıkardı.

Müşrikler saldırdıklarının Ali olduğunu görünce çok şaşırdılar. Peygamber’i sordular, Ali’den cevap alamayınca onu hapsettiler. Sonra Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i bulma kaygısıyla Ali’yi bıraktılar.

Ali, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in borçlarını ödedi, emanetlerini teslim etti ve Peygamber’den gelecek haberi beklemeye başladı.

Ebû Bekir ile mağarada üç gün saklanan Resul, Medine yolunda Kubâ’da konakladı. Ebû Vâkıdü’l-Leysi ile Ali’ye mektup yolladı.

Ali mektubu alınca hazırlandı. Peygamber’in ona emanet ettiği biricik kızı Fatma’yı, kendi annesi Esed Kızı Fatma’yı, Abdulmuttalib oğlu Zübeyr kızı Fatma’yı alıp yola çıktı. Yolda Ümmü Eymen oğlu Eymenle, Ali’ye mektubu getiren Ebû Vakidü’l-Leysi onlara katıldı.

Decnan denen yerde yüzleri örtülü 8 kişi onlara saldırdı, dönmeleri için tehdit ettiler. Ali dönmeyeceğini söyleyince, Ümeyye oğlu Harb’in kölesi kılıçla Ali’ye saldırdı. Ali ona öyle bir kılıç vurdu ki adamın başına inen kılıç, atının eğerine kadar işledi. Diğerleri korkup dağıldı. Ali ve yanındakiler yollarına devam ettiler. Bir gün konakladılar ve Mekke’den gelen fakir Müslümanları beklediler. Bu Müslümanların arasında Peygamber’in cariyesi Ümmü Eymen de vardı.

Hz. Ebu Bekir’in hayatlarının tehlikede olduğunu, bir an önce Medine’ye gitmeleri yönündeki tüm ısrarlarına rağmen Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Kûba’da, Ali ve yanındakileri tam on gün bekledi. Onlarsız Medine’ye giremiyeceğini söylüyordu. Beklenen kâfile gelince yola koyuldular. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali ve Zeyd’le ortaklaşa bir deveye biniyordu.

Gölpınarlı’nın eserlerinde bir çok ayetin nüzul sebebinin Hz. Ali olduğu vurgulanır. Vereceğimiz çeviriler, Gölpınarlı’nın Kur’an-ı Kerim mealinden alınmıştır.

1.   Bakara 207: “İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah rızâsına nâil olmak için varlığını, canını satar da Allah rızasını alır. Allah kullarını pek esirger.

Gölpınarlı’ya göre bu ayet hicret esnasında Peygamber’in yerine Ali’nin geçmesi, Ali’nin de Allah ve Peygamber’i uğrunda canını seve seve vermeye râzı olması ile ilgili olarak inmiştir.

2.   Al-i İmran 190: “Onlar Allah’ı ayakta, otururken ve yan üstü yatarken anarlar ve göklerle yeryüzünün yaratılışını düşünürler de Rabbimiz derler, bunları boş yere yaratmadın. Sen noksan sıfatlardan arısın. Sen bizi ateşin azabından koru.” Gölpınarlı, bu ayette anlatılan kişilerin Hz. Ali ve O’nunla hicret edenler olduğunu, onların yolda düşmana karşı koyuşlarını anlattığını iddia eder.

3.    Medine Döneminde Hz. Ali

3.1.               Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hz. Ali’ye İkinci Kez Kardeş olması

İslâmî literatürde yerini yurdunu, malını, mülkünü inançları uğruna bırakıp Medine’ye göçenlere “Muhacirun” (göçmenler), Medine’de onları bağırlarına basan, onlara yardım edenlere “Ensar” (yardımcılar) denir. Bu terimler Kur’an’da geçer (Bkz. Tevbe Sûresi 100, 117).

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , ashabı olan bu iki gurubun daha da kaynaşmaları, birbirlerini daha da çok sevmelerini sağlamak için bir göçmeni bir yardımcıya kardeş etmeyi kararlaştırdı. Hicretin beşinci ayında soy-boy, ırk-köken ayrımına göre değil, inanç temeline dayanan bu kardeşliği sahabe arasında düzenledi.

Bu sırada Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in kendisi ve Ali hariç herkesi birbirine kardeş ettiği, yalnız ikisinin kaldığı, Ali’nin Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e, “Ya Resulallah herkesi birbirine kardeş ettin beni ise yalnız bıraktın” dediği, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ise Ali’ye, “Sen, Musa’ya Harun ne menzildeyse bana o menzildesin, ancak benden sonra peygamber yok. Sen, dünyada da benim kardeşimsin, ahirette de” buyurduğudur. Rivayetlerin çoğunluğu bizim anlattığımız şekilde olsa da, İbn Sa’d, Tabakat’ında Ali’nin o gün Sehl b. Huzeyf’le kardeş olduğunu kaydeder.

Menzile hadisi diye meşhur olan ve Şiiler’in Hz. Ali’nin hilafetinin nasla sabit olduğuna dair iddalarının önemli delillerinden biri sayılan bu hadis, Müsned, Kenzü’l-Ummal, Siyer-i Halebi, İstiab, Tirmizi, Müstedrek, er-Riyadu’n-Nadıra, Savaik vs. gibi hem Sünni hem Şiilerin muteber kabul ettiği hadis, siyer, tarih kitapları vasıtasıyla bize ulaşmıştır.

Medine’de, tüm ashabın önünde aldığı bu güzel iltifat karşısında Ali, sevincinden ağlamaya başladı ve şöyle söyledi: “Ben Allah’ın kuluyum, Resulallah’ın kardeşiyim, Sıddıykü-l-Ekber’im.”

Gölpınarlı, Hz. Ali’nin hilafeti söz konusu olduğunda diğer Şiî alimler gibi Menzile hadisini önemli bir delil sayıyor.

Gölpınarlı’ya göre Hz. Peygamber buna benzer sözleri hem Mekke hem Medine’de birçok defalar söylemiştir.

Objektif bir inceleme yapıldığında Resul-i Ekrem’in Ali’ye bu ve benzeri sözleri birçok defa söylediği şüphe götürmez. Ancak Sünnîler bu hadisin söylendiği yer ve söylenme amacı hakkında farklı fikirlere sahip bulunmaktadırlar. Kimi rivayetler Menzile hadisinin söylenme sebebinin Tebük Gazvesi’ne giderken Hz. Ali’yi Medine’de ailesine bakmak için bırakan Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Ali’nin üzülmesi üzerine söylediği yönündedir. Bazı kaynaklar ise Hz. Ali’nin Medine’ye vekil olarak
bırakıldığını anlatırken , iddia edildiği dönemde vekil olarak bırakılan kişinin Muhammed b. Mesleme’ olduğunu kaydetmektedir.

Ali’nin Medine’de kalması, münafıkların onun gözden düştüğüne dair dedikodular çıkarmasına neden olmuş ; ayrıca Hz. Ali savaşa katılamadığı için çok üzülmüştü. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resûlü! Beni kadın ve çocuklarla geride mi bırakıyorsun?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) Hz. Ali’ye, “Sen, bana karşı Harun’un Musa’ya olan mertebesi gibi olmak istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yok.” buyurdu.  

Kurtûbî’ye göre bu hadiste hilafet kastedilmiyor. Çünkü Hz. Harun, Musa’dan önce ölmüştür. Hz. Musa’nın halefi Yuşa b. Nûn’dur. Peygamber’in amacı Ali’nin hilafetini vurgulamak olsa, “Senin bana karşı olan durumun, Yuşa’nın Musa’ya karşı olan durumu gibidir.” buyururdu. Oysa Resulallah nasıl ki Harun Musa’nın yaşarken halefliğini yapıyorsa, Rabbi’yle konuşmaya gittiği zaman, İsrailoğullarına başkanlık ediyorsa, Ali de yokluğunda Peygamber’in halifesidir. Ölümünden sonra değil. Kurtûbî, Hz. Peygamber’in buna benzeri sözler diğer halifeler için de söylediğini kaydediyor, ancak bu iddalarını destekleyecek hiçbir örnek veya kaynak sunmuyor.

Bu hadis Sünni kaynaklarda bazı küçük farklarla çeşitli şekillerde geçmektedir. Genel kanı bu hadisin Tebûk Seferi öncesinde söylendiğidir. Tabatabâi ve Kazvinî gibi Şii müellifler benzeri sözlerin birçok defa Peygamber tarafından Ali hakkında söylendiğini idda etmişlerdir.

Son olarak Menzile hadisinin çeşitli kaynaklarda aldığı biçimleri örneklerle 35 anlatmak istiyorum.

1.   “Senin bana yakınlık (ve bağlılığın), Harun’un Musa’ya bağlılığı mesabesindedir. Şu farkla ki benden sonra peygamber yok.”

Bu hadis Buhari, “Fedailü Ashabi’n-Nebi”, Tirmizî, “Menakıb”, İbn Mâce, “Mukaddime”.

2.   “Harun’un Musa’ya durumu gibi kardeşim olmayı, benim de senin kardeşin olmamı istemez misin? Bilmiş olun ki benden sonra nebî yoktur. Eğer benden sonra nebî olsaydı, bunun sen olduğunu söylerdim. Sen ümmetimde halifemsin, sen benim dünyada da ahirette de vezirim ve kardeşimsin”. Kummi, I, 293.

Şu kadarını söylemeliyiz ki bu hadisin Tebûk Seferiyle ilgili olduğunu, hilafeti ya da Peygamberin Ali’ye duyduğu özel bir sevgiyi anlatmadığını idda eden kimi kişiler, Peygamberin daha önce Haşimoğulları’na İslam’ı tebliğ ettiği sırada kendisine yardım ve desteği kabul eden tek kişi olan Ali’ye benzer sözler söylediğini ayrıca Medine’de Ali’yi kendine kardeş edindiği gibi tarihi gerçekleri göz ardı edemezler. Peygamber ölümünden sonraki hilafeti kasdetmiyorsa da Ali’yi çok sevdiği, ona ettiği iltifatları başka hiçbir sahabiye söylemediği tartışmasız bir gerçektir. Peygamber ilk 3 halife ve diğer sahabeleri hakkındada birçok güzel söz söylemiştir, ancak görünen o ki, ençok iltifata layık görülen kişi hep Ali olmuştur.

3.2.               Bedir Savaşında Hz. Ali

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ve muhacirler Medine’ye yerleşmişler yardımcılar bulmuşlardı. Fakat Kureyşliler onları rahat bırakmıyordu. Sünen-i Ebû Dâvud’da anlatıldığı gibi Kureyşli müşrikler, Medineli münafıkların reisi olan ve hükümdarlığa aday gösterilen Ubeyy oğlu Abdullah’ı Peygamberi öldürmesi, aksi takdirde şehirdeki erkekleri öldürüp, kadınları esir alacakları yönünde tehdit etmişlerdi.

Peygamber, Medine’de yaşayan Museviler’den hakaret görüyor, yürüdüğü yolun toz olduğu gibi saçma iddalarla ona sataşılıyordu.

Resulallah’ın hayatı tehlike altındaydı. Geceleri insanlar kapısında nöbet tutuyordu. Paraya düşkünlükleriyle tanınan müşriklerle Müslümanlar ile Mekke kervanlarının güvenliğine karşılık zoraki bir barış sürdürüyorlardı. Derken savaşın görünen sebebi ortaya çıktı. Peygamber’in halasının oğlu Abdullah b. Cahş, Kureyş kervanlarını gözlemek için gittiği Nahl yolunda Amr İbni’l-Hadramiyi öldürüp mallarını aldı. Bu olay Peygamber’i çok üzdü, Müslümanlarda Abdullah’ı bu saldırıyı haram aylarda yaptığı için kınadılar. Allah Bakara Sûresi’nin 217. ayetiyle Abdullah’ın yaptığının suç olduğunu ancak bu suçun müşriklerin suçlarının yanında hafif kaldığını bildirdi.

Amr’ın ölümü Kureyşlileri şok etti. Çılgına dönen müşrikler hemen savaş hazırlıklarına başladılar. Peygamber ashabını topladı, savaş konusunda ne düşündüklerini sordu. Başta Mıkdad ve Sa’d b. Muaz olmak üzere sahabenin çoğu Allah Resulüne hak yolunda ölmeye hazır olduklarını söylediler. Savaş hazırlıkları başladı.

Müslümanların ordusu sekseni kılıçlı, altısı atlı, üçyüz onüç kişiden oluşuyordu. Bunların yetmişyedisi muhacirden, ikiyüzaltısı ensardandı. Ordunun yetmiş devesi, iki de atı vardı. Peygamber’in sancağı Ali’de, ensarın sancağı Sa’d b. Ubade’deydi.

Müşrik ordusu ise dörtyüzü atlı olmak üzere bin kişi civarındaydı. İki ordu Mekke’ye seksen mil mesafedeki Bedir’de karşılaştı.

Kuyular daha önce gelen müşrikler tarafından tutulmuştu. İslam ordusu kalan son kuyunun yanına yerleşti, ancak bu su yeterli gelmedi. Müslümanlara su getirme işini Ali üstlendi. Düşmanların yanındaki kuyulardan su alıp Müslümanlara ulaştırdı.

Müşriklerden ilk olarak öne çıkan Velid b. Şeybe, Utbe b. Rabia ve Velid b. Utbe karşılarına çıkan kişileri beğenmediler. Bu sefer karşılarına Ali, Hamzâ ve Haris b. Ubeyde çıktı. Hamza, Utbe’yi öldürdü, Ali Velid’i, Ubeyde ise Şeybe’yi yaraladı ancak kendi de yaralandı. Ali ve Hamza, Ubeyde’nin yerine Şeybe’yi öldürdüler. Ubeyde, Peygamber’e şehit olup olmayacağını sorduktan sonra Medine yolunda şehit düştü.

Bedir’de yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi de esir alındı. Müşriklerin otuzbeşini, bir rivayete göre otuzaltısını Ali öldürdü. Ali’nin öldürdükleri arasında müşriklerin ileri gelenlerinden As b. Said b. Ümeyye, Tuayme b. Adiy, Nevfel b. Huveylid, Hanzala b. Ebu Sufyan da vardı. Bu aileler Hz. Ali’nin kendine ve soyuna olan düşmanlıklarını hep sürdürdüler.

Gölpınarlı’nın eserlerinde verdiği değişik rakamlara karşılık Vakıdi (Megazi’nin I/69) bu sayıyı onyedi olarak vermiştir. Ayrıca bazı kaynaklar Hz. Peygamber’in Ali’ye Zülfikar adlı kılıcı bugün ödünç verdiğini sonra da hediye ettiğini anlatır. Oysa Gölpınarlı bu olayın Uhud’da olduğunu söyler.

Bedir Savaşı’yla ilgili belirtmek istediğim birkaç husus var. Bunlardan birincisi Hz. Peygamber’in amcası Abbas, bu savaşta müşriklerin yanında yer almış ve savaşta esir düşmüştü. Bu olay Peygamber’i çok üzdü. İnanç uğruna kardeşin kardeşi öldürdüğü bu savaşta Abbas, fidye için istenen paranın kendisinde olmadığını
söylemiş, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Abbas’a sakladığı paranın yerini ve miktarını söylemesi üzerine Müslüman olmuştu.

Diğer bir üzücü olay da Hz. Peygamber’in damadı, kızları Zeyneb’in eşi Ebu’l- As’ın da müşriklerden olup esir düşmesiydi. Ebu’l-As’ın fidyeyi ödeyecek parası yoktu. Zeyneb, ana babasının düğünde kendisine taktığı gerdanlığı yolladı. Bu olay Peygamber’i sarstı. Ebû’l-As’ı müslüman olmadığı takdirde Zeyneb’i boşayıp Medine’ye göndermesi şartıyla serbest bıraktı.

3.3.               Hz. Fâtımatü’z-Zehra ile Olan Evliliği

Her ne kadar bir takım Şii fırkalar Muhammed b. Hanefiyye’nin imametini ortaya atarak Ali soyunun öneminin Peygamber’le olan damatlık ilişkisinden değil Ali’nin kendi kanından olduğu gibi bir inancı savunsalar da, Şiilerin ezici çoğunluğu Hz. Ali’nin soyunun öneminin çocuklarının taşıdığı Peygamber kanından olduğuna inanır.

Gölpınarlı’ya göre Hz. Peygamber’in soyunu yürüten öz kızı olan Fatma’dır. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Gerçekten de Allah, her peygamberin soyunu o peygamberden yürüttü. Benim soyumuysa Ali b. Ebû Tâlib’den ızhar etti.” buyurmuşlardır.

Fatma’nın kelime anlamı sütten kesilmiştir. Bazı hadis kitaplarına göre Allah, Fatma’yı ve Fatma’yı sevenleri cehennemden ayırdığı, onları azabdan azad ettiği için kendilerine bu ad verilmiştir.

İmam Ali er-Rıza, da Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in “Kızım Fatma’ya bu adı verdim, çünkü üstün ve ulu Allah O’nu ve O’nu sevenleri cehennemden ayırmış, azad etmiştir.” buyurduklarını rivayet eder.

Doğdukları zamana ait çeşitli rivayetler vardır. Ehl-i Beytten gelen rivayet dâvetin beşinci yılı Cumâd’el âhırasının yirminci Cuması doğduklarıdır. İbn Abbas, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dâvete başladıklarında kırk, Hz. Hatice’nin kırküç yaşında olduklarını, Fatma’yı doğurduklarındaysa 48 yaşında olduklarını söylüyor.

Allah Elçisi, kızına öyle düşkündü, ona o kadar çok değer verirdi ki, bu tavrı değil o günün Arap toplumunda günümüzde bile kız çocuklarının ulaşabildikleri bir konum değildir. Peygamber kızı her geldiğinde onu ayağa kalkıp karşılar, öper, halini hatırını sorar, yanına oturturdu. Aynı sevgi ve saygıyı Fatma da babasına gösterirdi. Ümmü Seleme, “Yüzü Resulallah’a en fazla benzeyen Fatma’ydı.” buyurmuştur.

Hadis kitaplarında Hz. Fatma’yla ilgili tahric edilmiş birçok hadis vardır. Buhari Sahih’inde, Nesaî Hasaîs’de, “Fatma bendendir. Onu kızdıran beni kızdırmıştır” buyurduklarını, tahric eder. Müslim de, “O benim kızımdır, vücudumdan bir parçadır. onu inciten beni incitmiştir.” hadisini tahric etmiştir ki bu hadis İsâbe’de de mevcuttur. Hâkim, Müstedrek adlı eserinde, Hz. Peygamber’in bir seferden bir savaştan dönüşte önce mescide uğrayıp iki rekat namaz kıldıklarını, sonra Fatma’yı ziyaret ettiklerini, ondan sonra eşlerine gittiklerini, bir yere gidecekleri zaman da en son Fatma’nın yanına girip en uzun vedâyı onunla yaptıklarını anlatır. İstiab’da Hz. Ayşe’nin Rasul en çok kimi severdi sorusuna “Fatma”yı cevabını verdiği, erkeklerden sorusuna ise “O’nun zevcini” dediği 42 anlatılır.

Hz. Fatma daha küçücük bir çocukken babasını her hususta korumaya başlamışlardı. Bir gün Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  namazda secdedeyken Kureyş’ten birileri sırtına pislik koymuş, beş altı yaşlarında olan Fatma bunu duyunca koşup pislikleri atmış babasının sırtını temizlemiştir. Bu koruyucu tavrı yüzünden Hz. Fatma’ya babası “Ümmü Ebiha, babasının anası” demişlerdir.

Uhud savaşında Hz. Peygamber yaralanınca Fatma bulduğu bir hasır parçasını yakıp, kanayan yaraya bastırmış kanamayı durdurmuştur.

Hz. Fatma evlilik yaşına gelince herkes bu şerefe ulaşabilmek için O’nu istedi. O’nu isteyenler arasında Hz. Ebu Bekir ve Ömer de vardı. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  her gelene Allah’ın emrini beklediklerini söylüyordu. Hz. Ali de Fatma’yla evlenmek istiyordu. Fakat bunu bir türlü Allah Elçisi’ne açamıyordu. Derken bir gün Ali Sahabeden bazı kişilerin de cesaretlendirmesiyle Fatma’yı istedi. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , bu isteği Allah’ın emrine uygun bulup Fatma’ya sordu. Fatma utançlarından hiçbir söz söyleyemediler. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  bu suskunluğun kabul anlamına geldiğini anladı ve onu Ali’ye verdi.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Kızımı sana verdim, bir şeyin var mı” buyurdu. Ali “Bir zırhım ve bir atım var” deyince, “At sana lazım, zırhını sat parasını getir” buyurdular. Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet edilir, “Zırhı dörtyüz seksen dirheme sattım, parayı Rasul-i Ekrem’in kucağına koydum. İçinden bir kabze aldı, Bilal

nerede buyurdu, Bilal gelince güzel koku almasını emr etti. Hurma lifinden bir döşek, deriden bir yastık yaptırdı, evi de kumla döşetti”.

Düğün yemeği için Sa’d b. Ubade bir koç kesti, pişirdiler. Resulullah Ümmü Eymen’e Fatma’yı getirmesini buyurdu. Nikah hutbesini ve akid sigasını ashabın önünde okudular. Fatma’yı Ali’nin evine gösterişsiz bir düğün alayı fakat ilâhi bir sevinçle gönderdiler. Kendileri de onlarla gidip su istediler, bir avuç su alıp Fatma’nın başına ve göğsüne serptiler, “Allah’ım Fatma’yı ve soyunu şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum” buyurdular. Aynı şeyi Ali’ye de yaptılar.

Enes’ten şöyle rivayet edilmiştir, “Ben Hz. Peygamber’in yanındaydım, kendisine vahy geldi. Kendine gelince bana, “Biliyor musun Cebrail arş sahibinden hangi emirle geldi?” buyurdu. Ben “Anam babam sana feda olsun ne emir getirdi? dedim. “Allah Fatma’yı Ali’ye vermemi emrediyor” buyurdular. Ashaba okudukları nikah hutbesinden sonra Ali geldi, Peygamber gülümseyerek Ali’ye, “Allah kızım Fatma’yı sana vermemi emrediyor, ben de dört yüz miskal gümüş karşılığında verdim.” buyurdu. Hz. Ali, “Razı oldum ya Rasulallah” diyerek şükür secdesine kapandı. Başını kaldırınca Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  “Allah ikinizi de kutlu etsin, sizden birçok tertemiz kişiler üretsin” buyurdu.

Ali ile Fatma’nın evlilik tarihleri hakkında birçok rivayet vardır. Genel kabul hicretin birinci yılının, yirmi Muharrem’inde evlendikleridir. Bu evlilikten Hasan,  Hüseyin ve doğmadan düşen Muhsin adlı üç erkek; Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adlı iki kız çocukları olmuştur.

Hz. Fatma annesi ölünce kalan tüm mirası İslam yolunda harcaması için babasına vermiş, evlendikten sonra da geçim sıkıntısına tahammül etmişlerdir. Bu zor hayat şartlarında Hz. Ali ev işlerinde hanımına yardım eder, ev işlerini paylaşırdı. İmam Câfer Sadık, Hz. Ali’nin eve odun ve su getirdiğini, evi süpürdüğünü, Hz. Fatma’nın da un öğütüp hamur yaparak ekmek pişirdiğini bildirir. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in de geçim sıkıntısı çeken ve hizmetçisi bulunmayan kızına yardımcı olduğu rivayetlerle sabittir. Ali savaştan döndüğünde Fatma onun kanlı elbiselerini yıkar, savaşa dair haberler sorardı. Ali şöyle buyurmuştur: “Eve gelince Fatma’yı görürüm, bütün derdim geçer, gider.”

Cenâb-ı Peygamber, “Ali olmasaydı Fatma’a layık bir eş bulunamazdı.”

.                        .       46

buyurmuştur.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Fatma’nın cennet kadınlarının, inanan kadınların, Muhammed ümmetinden olan kadınların en üstünü ve ulusu olduğunu bildirmişlerdir. Bu konuyla ilgili hadisler, bütün hadis, rical, tefsir ve tarih kitaplarında senedleriyle mevcuttur.    

Kimi insanlar Hz. Ali’nin değerini düşürmek için Ali ile Fatma’nın evliliklerinin mutlu olmadığını, sık sık kavga ettiklerini uydurma rivayetlerle ispatlamaya çalışmışlardır. Dayanak noktaları da Resul’un Ali’ye Ebû Turâb lakabını Fatma ile aralarında geçen bir kavga sonucunda sitem mahiyetinde verdiği iddası olmuştur. Ancak Gölpınarlı bu olayın Useyre Gazvesi dönüşü yorgun düşüp mescide uzanan Ali’yle Ammar’ı görünce ona iltifat için söylediğini kaydeder. Peygamber’in ve on iki İmamı’ın gaybı bildiğine inanan Şiiler gene bu sırada Peygamber’in Ali’ye “Sana insanların en kötüsü ve azgını olan iki kişiyi haber vereyim mi? Birisi Salih Peygamber’in devesini öldüren, öbürü de seni burandan vurup buranı boyayan”

48

buyurarak Ali’nin başlarını ve sakallarını işaret etmişlerdir.

Bu olay ister Fatma’nın, Ali’nin evleneceğini sanıp üzülmesi üzerine gerçekleşsin, ister Usayre Gazvesi dönüşü gerçekleşsin, evliliklerinin mutsuz olduğu anlamına gelmez. Yüce Peygamber kızını sevmediği, istemediği birine verir mi? Ya da kızını ezdirir mi? Fatma mutsuz olsa boşanırdı, herkesin çeşitli sebeplerle iki üç eş değiştirdiği o dönemde Fatma’ya başka bir eş mi bulunmazdı? Karı koca kavgası her evde olur ve maalesef ana babalara dert yanılır. Bu olayın abartılıp Ali’nin Fatma’nın üstüne evlenmeye çalışan ve Rasul’ü üzen kötü damat şekline dönüştürülmesi yanlıştır. Aynı zamanda Şiiler’in masal âlemini anımsatan abartılı mutluluk tabloları da doğru değildir.

Kaynaklarda geçen başka bir anlaşmazlık konusu da Ebu Zerr’in Habeşistan’da kendisine hediye edilen bir cariyeyi Ali’ye bağışlaması, Ali’nin de kızı eve göndermesi üzerine Fatma’nın gücenip babasının evine gitmesi, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Fatma’nın gönlünü alıp eve yollaması, Ali’nin de o cariyeyi âzad etmesi şeklindedir.

Oysa Gölpınarlı’ya göre bu rivayetin aslı yoktur. Çünkü Ebû Zerr Habeşistan’a hicret etmemiştir. Gölpınarlı bu açıklamasını Biharü’l-Envar’dan aldığı bir bilgiye dayandırıyor.

Hz. Ali’nin, Ebu Cehil’in kızını almak istemesi üzerine Fatma’nın küsüp babasının evine gitmesi, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in, “Fatma bendendir, benim parçamdır. Onu inciten beni incitmiştir.” buyurması, Ali’nin böyle bir niyeti olmadığını söylemesi şeklindeki rivayette Gölpınarlı’ya göre uydurmadır. Zaten şeriatın izin verdiği bir şeye Fatma karşı çıkamaz. Oysa birçok kaynakta belirtildiği gibi Hz. Peygamber kızlarını evlendirirken damatlarından onların üstlerine evlenmeyeceklerine dair söz almıştır.

3.4.    Uhud Savaşında Hz. Ali

Uhud Savaşı savunma yapmak yerine düşmanın üstüne gitmek isteyen Müslümanlar yüzünden yenilgiyle sonuçlanmıştır. Peygamber’in sözünü dinlemeyen Müslüman askerler daha sonra onun öldüğünü zannedip dağılmış, Halid b. Velid ve askerleri tarafından bozguna uğratılmışlardır.

Peygamber, Gölpınarlı’nın eserlerine göre Zülfekâr’ı bu savaşta Ali’ye vermiştir. Bu savaşta Hz. Ali düşman sancağını elinde bulunduran tüm müşrikleri, sancağı bir kadın devralana dek öldürmüştür. Dağılan askerler yüzünden yalnız kalan Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  yaralanmış, zırh sağ yanağına batmış ve yan dişleri kırılmıştı. Bunu gören bir gurup müşrik Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e saldırdı. Ali, saldırganların başı olan Amr’ı öldürdü, dağıldılar. Daha sonra saldıran başka bir müşrik gurubu da Ali tarafından dağıtıldı. Hz. Ali, Ebû Ubeyde ve Malik; Peygamberimizin yaralarını tedavi ettiler. Ali o gün tam doksan yara aldı.  Hz. Hasan’ın doğumu da Uhud Savaşı’ndan sonraya rastlar.

Uhud’dan sonra yapılan Benî - Nadir seferi ve Uhud’da müşriklere verilen söz tutularak gidilen Bedir’de sancak hep Hz. Ali’nin elindeydi.

3.5.    Hendek Savaşı

Bu savaşları ana başlıklar halinde vermemiz konuyla ilgisiz gibi görünse de bunlar sadece İslam’ın değil, İslam’la bütünleşmiş olan Ali’nin de tarihini içeriyor. Bu savaşlarda Hz. Ali’nin oynadığı aktif rol, gösterdiği kahramanlıklar, O’nu sevsin ya da sevmesin herkesin hayranlık duymasını gerektirecek kadar destansıdır.

Hendek kelime anlamı olarak çukur demektir. Ordunun etrafına çukurlar kazarak düşmanların saldırma potansiyelini en aza indirmeyi ve düşmanı şaşırtarak tek yoldan savaşmaya mecbur etmeyi amaç edinir. Bu taktiği Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e öneren kişi Selman-i Fârisi’dir. Selman İranlıdır ve daha önce Müslüman olmuş İranlı bir cariyenin kendisini Peygamber’e getirmesiyle İslam’la şereflenmişim  Ayrıca Selman bu savaşta Hz. Peygamber tarafından, “Selman ehl-i beyttendir” iltifatına layık görülmüş bir kişidir. Kendisi aynı zamanda Şiiler’in, “Dört Direk” olarak adlandırdığı Ebû Zerr el-Gıffari, Ammar b. Yasir, Ebu Eyyub el-Ensari’den oluşan gurubun dördüncüsüdür. Bu dört kişinin ortak noktası Allah’a, Peygamber’ine ve ehl-i beytine duydukları sonsuz sevgidir. İslam’ın sosyal adalet ilkesini hep ön planda tutan bu sahabiler, hilafet konusunda önceliği Ali’de görmüş ve son nefeslerine kadar ehl-i beyti yalnız bırakmamışlardır.

Bu savaşta müşriklerin en iyi askeri olan Amr, dövüşmek için kendisine bir rakip istemiş, Müslümanlardan hiç kimse karşısına çıkmaya cesaret edememişti. Bu çağrıya tek yanıt Ali’den geldi. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’yi Amr’la dövüşmeye yollamak istememiş ancak başka hiçbir Müslümanın gönüllü olmaması yüzünden ona izin vermişti.

Kimi rivayetlere göre Peygamber Ali’yi kendi sarığıyla sardı, Zülfekar’ı verdi ve şöyle buyurdu. Allah’ım, O’nu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden, altından sen koru. Yâ Rabbî, Bedir günü benden Ubeyde’yi, Uhud günü Hamza’yı aldın, bugün Ali’yi sen koru, Rabbim beni tek bırakma, Sensin mirasçıların hayırlısı.

İlginç olan bir nokta şudur ki: Bu savaşta yüzüne tüküren Amr’ı, Ali hemen öldürmemiş, sinirinin geçmesi için oyalanmıştır. Bunun sebebini soranlara “Amr’ı kendi nefsim için değil, Allah için öldürdüm” demiştir.

Bu karşılaşmanın sonucunda Ali, Amr’ı öldürmüş ve Peygamber bu dövüş için, “Ali’nin Hendek günü bir kılıç vuruşu, kıyamete dek insanların ve cinlerin ibadetinden üstündür” buyurmuştur.

Ayrıca, Amr’ın güzel zırhını neden almadığını soranlara bir insanı soymanın ne kadar kötü bir davranış olduğunu anlatması Şiilerce, Hz. Ali’nin gaybı bildiği ve Kerbela’da Hz. Hüseyin’in uğrayacağı zulümlere işaret ettiği yönünde anlaşılmıştır.

Bu savaşta esir düşüp Medine’ye getirilen dokuzyüz erkeğin, Hz. Ali tarafından öldürüldüğü gene kaynaklarda yer alır.

3.6.    Hudeybiye Barışı

Şüphesiz Hudeybiye Barışı’nın İslam tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Bu Müslümanların siyasi ve askeri bir güç olarak görülmeye başlanmasının bir sonucudur. Müşrikler Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i Peygamber olarak tanımıyorlarsa da Müslümanların lideri olarak kabul etmeye mecbur olmuşlardır.

Ancak Gölpınarlı’ya göre bu barışı önemli kılan diğer bir sebep Hz. Ali’nin hilafeti esnasında başına gelecek kimi olayları açıklamasıdır.

Barış kağıdını Hz. Ali yazıyordu. Hz. Ali, antlaşmaya besmeleyle başlamak istedi ancak müşriklerden Suheyl b. Amr buna itiraz etti ve Allah’ım senin adınla anlamına gelen “Bi ismike’lallahümme” yazdırttı. Antlaşmanın sonuna tarafların isimleri yazılırken Ali, “Rasulallah Muhammed” yazmış gene Amr, “Biz senin Allah Elçisi olduğuna inansak buna lüzum kalır mıydı” diyerek bu unvanı sildirmek istemişti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ali’den, Allah Elçisi kısmını silmesini istedi, ancak Ali böyle bir şey yapamıyacağını söyledi. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  yazıyı kendisi sildi ve “Bu zorla senin de başına gelecek” buyurdu.

Gölpınarlı bu rivayetle, Hakemeyn Olayı esnasında Hz. Ali’nin başına gelenlerin açıklandığını idda ediyor.

Aynı rivayet Neseî’nin Hasâis’inde şu şekilde yer almıştır: Hudeybiye Barışı kaleme alınırken kâğıttan “Allah Elçisi” sıfatının sildirilmesi üzerine Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  şöyle buyurmuştur: “Bu senin de başına gelecek, sen de ileride zora düşeceksin bu zorda kalacaksın”

Ancak İbn Hişâm’ın es-Sîre adlı eserinde barış kâğıdını Ali’nin yazdığı, şahit olarak adının yazıldığı, Rasulallah ibaresinin sildirildiği anlatılmakla birlikte Peygamber’in Ali’ye “bu iş senin de başına gelecek” tarzı bir söz söylediğinden bahs etmez.

3.7.    Hayber’in Fethi

Hayber Kalesi, içinde Kureyş taraftarı Yahudiler’in yaşadığı, Medine’nin Şam tarafına yakın bir yerleşimdi.

Hicretin yedinci yılında Müslümanlar kaleyi kuşattı. Çok sağlam olan ve iyi savunulan Kale bir türlü feth edilemiyordu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , sancağı ilk gün Hz. Ebu Bekir’e, ikinci gün Ömer’e verdi. Ancak başarıya ulaşılamadı.

Peygamber, “Yarın” dedi, “Sancağı öyle bir kişiye vereceğim ki Allah ve Peygamber’ini sever, Allah ve Peygamberi de onu sever, döne döne saldırır, hücum eder de kaçamaz, Tanrı kaleyi onun elleriyle açmadıkça geri dönmez.”Sahabenin çoğu, bu övülen kişi olmayı umarak sabahı etti. Hz. Ali hastaydı, kuru göz ağrısı vardı. Sabah olunca Nebî, Ali’yi çağırttı, başını dizine koydu, ağzının yarıyla gözlerini sıvazladı, “Allah’ım” buyurdu “O’nu sıcaktan da koru, soğuktan da”. Sonra sancağı verdi. Önce insanları imana davet etmesini, gerekirse savaşmasını tenbih etti.  Hz. Ali, o gün dillere destan bir kahramanlık gösterdi. Düşmanın en yiğit askeri olan Merhab’ı ve kardeşini öldürdü.

Ali kaleye yaklaştığı sırada bir Yahudi Ali’nin kalkanına vurdu. Kalkan elinden yere düştü. Bunun üzerine kalenin hendeğine atlayıp, kapıya sarıldı. Yerinden çıkarıp kalkan gibi kullandı. Kale teslim olunca fırlatıp attı. Peygamber’in kölesi Ebî Rafî der ki “Biz yedi kişiyle beraber o kapıyı kaldırmaya çalıştık, fakat yerinden bile kıpırdatamadık”.  Hayberin fethinde Müslümanlar daha önce elde etmedikleri kadar ganimet elde etmiştir.

3.8.               Zâtü’s-Selâsil Savaşı

Has’am boyundan Haris adlı bir kişi ve yanındakiler Peygamber’i ve Ali’yi öldürmek, Medine’yi ele geçirmek üzere yola çıktı. Peygamber, bunlarla savaşması için Ali’nin önderliğinde bir grup gönderdi. Saldırganlar yenildi. Tutsaklar ve malları Medine’ye götürüldü. Tutsakların birbirine bağlanıp kafile halinde Medine’ye götürülmesinden dolayı zincire bağlananlar ismini alan bu savaş, Kur’an-ı Mecid’in Adiyat Sûresin’de soluya soluya koşanlar olarak anlatılır.

Mekke’nin fethine geçmeden önce İslam tarihinde önemli bir problem haline dönüşen Fedek hurmalığının, Hayber’in fethi sırasında Peygamber’in payına düştüğünü, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in de bu hurmalığı İsra Sûresi’nin 26. ayeti sebebiyle kızı Fatma’ya hediye ettiğini belirtelim.  Ancak bu miras “Peygamberler miras bırakmaz” hadisi sebebiyle Hz. Ebû Bekir’in hilafeti esnasında Fatma’dan alınmış, yüzyıllarca dönemin halifesinin siyasi görüşüne ve ehl-i beyte olan tavrına göre el değiştirmiştir.

3.9.               Mekke’nin Fethi

Hicretin sekizinci yılında Müslümanların emânında olan Huzâa boyuna, içlerinde Kureyş’ten kimselerin de olduğu bir grup saldırdı. Bu boydan yirmi üç kişi öldürüldü. Kureyş’ten ölenlerin diyetini vermesi yahut katilleri teslim etmesi istendi. Ancak onlar bu iki isteği de kabul etmediler. Bunun üzeirne Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Mekke’yi fethetmeye karar verdi ancak fetih hazırlıklarının Kureyşliler tarafından bilinmemesini istiyordu.

Hatib b. Ebû Beltaa, o sırada Medine’ye gelmiş olan, fakat henüz Müslümanlığı kabul etmemiş bir kadına parayla birlikte bir mektup verdi ve bilinmeyen bir yoldan Mekke’ye giderek, oradakileri fethe karşı uyarmasını istedi.

Allah, Cebrail aracılığıyla bunu Peygamber’ine bildirdi. Peygamber Ali’yi çağırdı ve “Sahâbemden biri hazırlığımızı Mekkeliler’e bildirmek için bir mektup yazdı, O kara kadınla gönderdi, az bilinen bir yoldan Mekke’ye gitmekte. Kılıcını al, ona ulaş, mektubu bana getir.” buyurdu. Sonra Zübeyr b. Avvam’ı çağırdı, onu da gönderdi.

İkisi de kadına ulaştı. Önce Zübeyr sordu, kadın inkar etti, yanında bir şey olmadığına dair yemin edip ağlamaya başladı. Zübeyr “Yâ Ebe’l-Hasan, bu kadında bir şey yok, dönelim” dedi. Ali ise “Rasulullah bana, bunda bir mektup olduğunu söyledi ve getirmemi emretti, sen ise bunda bir şey yok diyorsun” deyip kılıcını çekti. Kadına, “Mektubu çıkarmazsan üstünü arayacağım, sonra da boynunu vuracağım” dedi. Bunun üzerine kadın. Saçlarını çözdü ve örgülerinin arasında 58 bulunan mektubu çıkardı. Ali kadını bıraktı, Mektubu Hz. Peygambere teslim etti.

Bu rivayeti Ali’nin Peygamber’e olan bağlılığını ve güvenini göstermesi açısından önemli buluyoruz.

Müslümanların on iki bin kişilik bir orduyla yola çıkacağını öğrenen Mekkeliler paniğe kapıldılar. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’le anlaşması ve barışı tazelemesi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Ebû Süfyan, Peygamber’in yanına gelince Ömer koşup boynunu vurmak istedi. Ancak Abbas, O’nun kendi emânında olduğunu söyleyerek buna engel oldu. Ebû Süfyan, Peygamber’den istediği mühleti alamadı. Huzurundan çıkıp önce Ebû Bekir’e, sonra Ömer’e baş vurdu. Onlardan Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e gidip Mekke’yi almaması için yardımcı olmalarını istedi.    Sonra kızı ve Hz. Peygamber’in eşi olan Ümmü Habibe’nin evine gitti. Yere serili döşeğe oturacağı sırada Ümmü Habibe döşeği kıvırdı. Ebû Süfyan, “Bir döşeği bana çok mu gördün, kızım ?” dedi. Ümmü Habibe, “Bu, dedi “Rasulullah’ın döşeği, sen müşriksin, pissin oturamazsın ona” Babası “Sen benden sonra şerre uğramışsın” dedi ancak kızından, “Hayır, bilakis Allah beni Müslümanlığa hidayet etti” cevabını aldı.

Ebû Süfyan şaşkın bir halde kızının yanından çıktı. Fatma’nın evine gitti. “Sen Arabın Seyidinin kızısın, Kureyş için babandan eman iste” dedi. Hz. Fatma kendisinin de, oğullarının da böyle bir şey yapamayacağını bildirdi. Ebû Süfyan, son çare olarak Ali’ye gitti. Yâ Ebe’l-Hasen dedi, “İşler çok çetinleşti, bana öğüt ver”, Ali, “Sen Arab’ın önde gelen büyüklerindensin, mescidin kapısında dur, ben Kureyş’i emanıma aldım de, sonra dön Mekke’ye git” buyurdu. Ebû Süfyan’ın bunun bir işe yarayıp yaramıyacağını sorması üzerine, Ali aklına başka bir çare gelmediğini söyledi. Ebû Süfyan, Ali’nin dediğini yaptı. Hz. Peygamber, Ebû Süfyan’ın dönmeden önce, bir gece Abbas’ın yanında kalmasına izin vermişti. Ertesi gün Ebû Süfyan, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yanına girince, Peygamber, “Allah’ın birliğine inandın mı?” buyurdu. Ebû Süfyan, “Eğer O’ndan başka bir Tanrı olsaydı Bedir’de, Uhud’da bize yardım ederdi” dedi. Hz. Peygamber, “Benim, Allah’ın elçisi olduğuma inandın mı?” buyurunca Ebû Süfyan, “Anam babam sana feda olsun; bunda biraz şüphelerim var” dedi. Abbas, “Şehadet getir boynun vurulmadan diye bağırdı. Ebû Süfyan, şehadet getirdi. Hz. Peygamber Abbas’a, Mekke’ye dönmeden önce Ebû Süfyan’a İslam ordusunu göstermesini söyledi. Abbas söyleneni yaptı. Boyları geçtikçe Ebû Süfyan bunların kimler olduğunu soruyor, hayretli gözlerle zırhlar içindeki muhacir ve ensara bakıyordu. Abbas’a dönüp, “Ey Ebe’l-Fazl, kardeşinin oğlunun saltanatı gerçekten pek büyümüş, pek yücelmiş” deyince Abbas, “Sen ne diyorsun, bu saltanat değil, nübüvvettir” dedi. Ebû Süfyan’sa “Evet, gerçekten öyle” dedi.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ebû Süfyan’ın ve o sırada Müslüman olan Hakim’in evine sığınanın, kapısını kapayanın ve savaşmayanın emin olacağını buyurdu.

Ebû Süfyan Hakim’le beraber İslam ordusundan önce Mekke’ye geldi. Müşrikler O’na ne yaptığını sorduğunda Ali’nin tavsiyesini anlattı. Mekkeliler, Ali’nin onunla alay ettiğini söylediler.

Hz. Peygamber sancağı Sa’d b. Ubade’ye vermişti. Ubade, “bugün savaş günü, bugün Mekkeliler esir olacak” mealinde bir şiir okuyordu. Abbas bunu Peygamber’e haber verince O, “Bugün öldürme değil, merhamet günüdür” buyurup sancağı Ubade’den aldı ve Ali’ye verdi.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ka’be’ye yöneldi. Ordu Mekke’ye giriyordu. Sadece bir yerde küçük bir çarpışma yaşandı. Sokaklar bomboştu, herkes evine kapanmıştı. Harem’de Mekke’nin ileri gelenleri korku içinde bekleşiyordu.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  üç kere tekbir getirip, “Allah birdir, O’ndan başka tanrı yoktur, o kuluna yardım etti, askerini yüceltti, bölükleri üst etti” buyurdu. Ka’be’nin anahtarını istedi, verdiler. Çevresindeki putları attırdı, kırdırdı. İçeriye Ali’yle girdi, alçaktaki putları kırdılar. Yüksekteki putları kırması için Ali’ye, “Ya Ali, sırtıma çık, şunları indir, kır” buyurdu. Ali, “Rasulallah ben senin sırtına çıkamam” deyince Peygamber Ali’nin sırtına çıktı. Ali, nübüvvet yükünün altında yere çökmeye başladı. Peygamber gülümseyerek “çık” buyurdu. Ali, Peygamber’in sırtına çıkarak tüm putları kırdı.

Hz. Ali daha sonra o günü anlatırken, “Hz. Peygamber’in sırtına binince gökyüzünün en yücesine eriştim sandım” demiştir.  O gün Peygamber tüm Mekkelileri azad etti. Bunların bir kısmı Müslüman oldular. Bu kişilere “Tulekaa” azad edilmişler, denildi.

Yalnız birkaç kişi hakkında ki; bunlardan bazıları dinden dönüp Uhud’da müşrikleri kışkırtan Sa’d b. Ebi Serh ve savaşta şiir okuyup müşrikleri çoşturan iki kadındır. Peygamber “Bu kimseleri nerede bulursanız öldürün” buyurmuştur. Bunlardan Nukayd oğlu Huvayrisi ve Sâre’yi Ali öldürmüştür. Bir kısmı saklanmış, sonra Müslüman olup af dilemişlerdir.

3.10.          Halid b. Velid’in Yaptıkları ve Ali’nin Tavrı

Mekke’nin fethinden sonra Huzeyme boyuna Abddurahman b. Avf’la Halid b. Velid gönderildiler. Bu boyun hemen tamamı Müslüman olmuştu. Hz. Peygamber, bu iki elçiyi onlarla savaşmaları için değil, İslam’a davet için göndermişti. Bu boyun mensupları müslüman olmadan önce Halid’in amcasıyla, Abdurrahman’ın babasını öldürmüştü. Bu insanların müslüman olduklarını söylemelerine rağmen Halid önce silahlarını aldı, sonra da amcasının öcünü almak için hemen hepsini öldürttü. Abdurrahman, bunun cahiliye adeti olduğunu söyledi, Halid’e engel olmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Peygamber bu rezaleti duyunca mübarek ellerini açıp, “Allah’ım ben Halid’in yaptıklarından beriyim” buyurdu ve o boydan alınan malları fazlasıyla Ali’ye verip diyet ödemesi için gönderdi. Ali gidip öldürülenlerin fidyelerini verdi. “Başka hakkınız kaldı mı?” diye sordu. Razı olduklarını söylediler. Artan bütün malları onlara veren Ali, “Bunlarda bilmediğimiz şeylere karşılık” buyurdu. Cenab-ı Ekrem, Ali’nin bu hareketini çok beğendi.

Bu olayda Müslüman olduğunu idda eden pek çok kişinin Allah’ın emirlerini içine sindirememiş olduğunu ve cahiliye adetlerini devam ettirdiğini bize bir kez daha göstermiştir.

3.11.         Huneyn Savaşı

Mekke’nin fethinden sonra gerçekleşen Huneyn savaşında Peygamber’in bir rivayete göre on bin, bir rivayete göre on iki bin askeri vardı. Savaşacakları yere vardıklarında, müşriklerin önceden gelmiş ve pusu kurmuş olduklarını gördüler. Müşrikler birden saldırıp Müslümanları dağıttılar. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yanında on kişi kalmıştı. Bunların dokuzu Haşimoğulları’ndandı, onuncusu ise ümmü Eymen’in oğlu Eymen’di. Eymen şehit düştü. Dokuzu savaşmaya devam etti. Bunlar: Abbas, Fazl b. Abbas, Peygamber’in diğer amcaoğlu Ebû Süfyan, Ali ve birkaç kişiydi. Ali devenin önünde savaşıyordu. Diğerleri çevresindeydi. Sesi gür olduğu için Peygamber Abbas’tan sahabeye seslenmesini istedi. Abbas, “Ey Akabe’de bey’at edenler, ey Râzılık ağacının altında bey’at edenler” diye bağırmaya başladı. Gecenin karanlığında bu sesi duyan Müslümanlar “lebbeyk, lebbeyk” diye cevap verdiler. Abbas, Allah’la ettiğiniz ahd ne oldu diye bağırıyordu. Müslümanlar, Peygamber’in yanında toplanmaya başladılar.

Havazin boyunun önde gelen savaşçılarından Cervel adlı birisi, uzun bir mızrağa asılı siyah bayrakla, devesinin üstünde Müslümanlara saldırdı. Önüne geleni öldürüyordu. Ali karşısına geçti ve onu öldürdü. Bunu gören müşrikler dağılmaya başladılar. Bu sırada Evs ve Hazrec boylarının liderleri mensuplarına sesleniyordu. Savaş şiddetlendi. Hz. Peygamber, devesinin özengilerine basıp ayağa kalktı. “Tandır şimdi kızdı” buyurdu. Daha sonra, “Ben yalancı değilim, ben Peygamber’im, ben Abdulmuttalib’in oğluyum” mealindeki şiiri okuyup düşmanın üzerine bir avuç toprak attı. Ali bu savaşta müşriklerden kırk kişiyi öldürdü.

Daha sonra Hz. Peygamber, Taif’teki putları ve puthaneyi yıkmaları için Ali’yle birlikte bir grup yolladı. Bunlar puthaneyi ve en meşhur put olan Felis dahil tüm putları yıktılar.

3.12.    Tebûk Seferi

Bu, Peygamber’in katıldığı son gazvedir. Ayrıca Hz. Ali’nin Peygamber’in sağlığında katılmadığı tek savaştır. Peygamber’in Ali’yi Medine’de bırakması münafıklar için bir dedikodu kaynağı oldu. Ali’nin gözden düştüğünü, onun için kadınların ve çocukların yanında bırakıldığını konuşuyorlardı. Ali, bu sözlere çok üzüldü. Peygamber’in peşinden gitti. Hz. Peygamber’e “Beni Medine’de kadınlara ve çocuklara mı halife bırakıyorsun? Oysa ben savaşmak istiyorum” deyince Cenab-ı Peygamber, “Ali Medine ancak benimle ve seninle düzene girer. Razı değil misin ki, Harun Musa’ya ne menzildeyse sen de bana o menzildesin; ancak benden sonra Peygamber yok” buyurdu.  Hz. Ali, “Razı oldum, razı oldum” buyurdular. Menzile hadisi diye meşhur olan bu hadisten sonra Ali, razı edilmiş anlamına gelen “Murtaza” lakabıyla anılmaya başlandı.

Hz. Peygamber daha önce de Haşimoğullarına ilk tebliği yaptığında ve Medine’de Müslümanları birbirine kardeş ederken Ali’ye bu anlama gelen sözler söylemiştir.

4.    Hz. Ali’nin Velayetine Dair Bazı Deliller

4.1.                Ali’nin, Ebû Bekir’in Ardından Yollanması

Tevbe Sûresi’nin ilk ayetleri inince Hz. Peygamber, hem bu emirleri Mekkeliler’e bildirmesi hem de Hacc etmeleri için üç yüz kişiyi Hz. Ebu Bekir önderliğinde göndermişti. Kâfile yoldayken Ali’yi çağırdı. Onlara yetişmesini, yeni emirleri Mekkeliler’e kendisinin tebliğ etmesini ve buna memur olduğunu Ebû Bekir’e söylemesini buyurdu. Ali’yi kendi develerine bindirip yolladı. Ali, Zi’l- Huleyfe denen yerde kafileye ulaştı. Emirleri tebliğ etti. Gölpınarlı’nın anlattığı rivayete göre, Hz. Ebû Bekir Medine’ye geri döndü. Peygamber’e kendisi hakkında bir şey inip inmediğini sordu. Peygamber, “Hayır” buyurdu, “Bunun bizzat benim tarafımdan, yahut benden, ehl-i beytimden biri tarafından tebliğ edilmesi emredildi.”

Diğer bir rivayetse Ebû Bekir’in aynı soruyu Ali’ye sorduğunu, Ali’nin böyle bir şey olmadığını ancak Hz. Peygamberin tebliği bizzat kendinin ya da kendisinden birinin yapması gerektiğini buyurduğunu söylemesi şeklindedir.

İnen bu ayetler müşriklerin Müslümanlarla olan anlaşmaları ve Kâ’be ile bundan sonra olacak ilişkilerini kapsamaktaydı.

Hz. Ali’nin tebliği yapmak için Ebû Bekir’in arkasından gönderilmesinden birçok anlam çıkartılabilir. Sebebin Arap geleneklerinde kabileler arası anlaşmalarda kabile reisi veya onun yakınlarının söz sahibi sayılması olabileceği ve bu ayetlerin müslüman-müşrik ilişkilerine dayandığı yada Hz. Peygamber’in yerine halef olarak Ali’yi bırakmak istediği veya tebliğ işine Ebû Bekir’den daha layık olduğuna inandığı düşünülebilir. Ancak Hz. Peygamber’in ne düşünerek böyle davrandığını anlayabilmemiz mümkün değildir.

4.2.               Mübahale Ayeti

Kur’an-ı Kerim’de Allah, kitab ehlinin cizye vermek şartıyla dinlerinde kalabileceğini bildirdi. Kitab ehlinin hemen hepsi buna razı oldu. Sadece Necran şehri mensupları buna karşı çıktı. Üç yüz yahut daha kalabalık bir heyet Medine’ye gelerek Peygamber’e Hz. İsa hakkında sorular sordu. Aralarında Ebû Hârise adlı bilgili bir keşiş de bulunuyordu. Bu kişi diğer Peygamberler’in babalarının kim olduğunu sorup cevap aldıktan sonra İsa’nın babasının kim olduğunu sordu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , İsa’nın babasız bulunduğunu, fakat onun da Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğunu söyledi.

Bunu üzerine Al-i İmran Sûresini, 59-61. ayetleri indi. “Allah katında İsa, Adem’in örneğidir, onu topraktan yarattı da sonra “ol” dedi, oluverdi. Gerçek Rabbindendir, şüphe edenlerden olma artık. Sana iyice bildirildikten sonra gene bu hususta seninle tartışan olursa de ki; Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, biz bizzat gelelim, siz de gelin. Ondan sonra da dua edelim ve Allah’ın lanetini yalancılara havale edelim”.

Bu ayetten sonra Hz. Peygamber Necranlı Hıristiyanları mübaheleye, yani karşılıklı Allah’ın lanetini yalancıya havale etmeye çağırdı. Necranlılar mühlet istediler ve bu işi ertesi güne bırakmayı teklif ettiler. Ebû Hârise onlara, Muhammed yarın ehl-i beytiyle gelirse sakın onunla mübaheleye girişmeyin, ashabıyla gelirse mübaheleye girişin dedi.

H. 9. yılın Zilhicce ayının yirminci günü olan o gün Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Hasan ve Hüseyin önünde, Fatma arkasında ve Ali ile el ele geldi. Necranlılar da aralarında kadın ve çocukların olduğu yetmiş kişiydiler. Ebû Hârise tercümana Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in yanındakilerin kimler olduğnuu sordu. Ehl-i beyti olduğunu anlayınca, “Nasıl da kendinden emin olduğunu görmüyor musunuz, bir şüphesi, bir tereddüdü olsa bunlarla gelmez, mübaheleye cesaret etmezdi. Kayser’den korkmasaydık iman ederdik, mübaheleye kalkışmayalım, yoksa yeryüzünde su içer tek bir hristiyan kalmaz” dedi.

Necranlılar mübaheleye girişmeyeceklerini söylediler. Kaynaklarda ayrıntılı bir biçimde anlatılan cizyeyi vermeye razı oldular. Hz. Ali, Sulh-nâmeyi yazdı, imzalayıp geri döndüler.

4.3.               Meveddet Ayeti

Bu isimle meşhur olan Şura Sûresi 23. ayeti kerimesinde Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Allah’a inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesidir; de ki sizden ecir istemiyorum (dünyalık bir şey dilemiyorum). İstediğim ancak yakınlara sevgidir, kim güzel ve iyi iş yaparsa, onun güzel ve iyi mükafatını arttırırız. Şüphesiz Allah gerçekten suçları örtendir. İyiliğe mükafatla karşılık verendir.”

Gölpınarlı, burada geçen yakınlardan kastın Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin olduğunu söylemektedir.  Ayetin inişini de hicretten sonra çok maddi sıkıntı çeken Hz. Peygamber’e Ensar’ın tüm malını mültünü vermek istemesi sebebiyle olduğu şeklinde açıklamaktadır. Bir hadise göre, Hz. Peygamber’e sevilmesi gereken yakınlarının kimler olduğu sorulunca da “Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin” buyurmuştur. Ayrıca Nur Sûresi 63. ayetteki “Artık O’nnun emrine aykırı hareket edenler”den kastın ehl-i beyti sevmeyerek Allah’ın emirlerine karşı gelenler olduğunu savunmuştur. Gölpınarlı İmam Razi’nin bu konuda ki şu görüşlerini de savunmuştur; buna göre Âl-i İmran 31’deki “Deki Allah’ı seviyorsanız artık bana uyun da Allah’da sizi sevsin” ve Ahzab 21’deki “Allah ve Rasulünde sizin için uyulacak en güzel örnekler var” ayetleriyle hep ehl-i beyt sevgisi anlatılmıştır. İmam Razi, Salavat ve dûanın ehl-i beyt için büyük bir şeref olduğunu ve başka kimsenin bu şerefe nail olamadığını anlatır. Bu görüşler Suyuti’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’unda, Zehâirü’l-Ukbâ’da ve Mecmau’z-Zevaid’de de anlatılmıştır. Hâkim’in tefsirinde yer alan şu rivayet ilginçtir. Bahili’den nakledilen rivayete göre Hz. Peygamber, “Yüce Allah Peygamberleri ayrı ayrı ağaçlardan halk etti. Ben ve Ali bir ağaçtan yaratıldık. O ağacın aslı benim fer’i Ali’dir, Fatma verimidir, Hasan ve Hüseyin meyveleri, Şiamız yapraklarıdır. Kim o ağacın dallarından bir dala yapışırsa kurtulur. Kim ondan uzaklaşırsa yok olup gider. Kul, Allah’a bin yıl ibadet etse, sonra bin yıl daha ibadette bulunsa da yerlere döşense, fakat bizi sevmese, gene Allah onu yüz üstü cehenneme attırır, buyurduklarını ve meveddet ayetini okuduklarını tahric etmiştir.

Gene müstedrikü’s-Sahihayn’de Hz. Ali’nin şehadetinden sonra Kufe’de hutbe okuyan İmam Hasan’ın kendilerinin evine Cebrail indiği, günahlardan temizlendiklerini, sevgilerinin her müslümana farz kılındığını, meveddet ayetinin onlar hakkında indiğini salatın onlara getirildiğini anlatması kayda değerdir.

Gölpınarlı; bu ayetten yakın akrabayı sevmek, korumak manasını çıkaranlar olduğunu fakat bu mananın ayetin nuzül sebebine uymadığını söyledikten sonra, bu ayetin Sebe 47, “De ki: sizden bir ücret bir karşılık istemiyorum, sizin olsun o, benim ecrim ancak Allah’a aittir. O, her şeye tanıktır.” Sebebiyle neshedildiğini söyleyenlerin yanıldığını anlatır. Sebe 47, Peygamber’in kimsenin minnetine ihtiyacı olmadığını bildirir. Meveddet ayeti ise ensarın müracaatı üzerine inmiş ve tüm Müslümanlara ehl-i beyt sevgisini vacib kılmıştır. Gene Gölpınarlı, nasihi - mensuhu, muhkemi - müteşabihi en iyi bilenin ehl-i beyt olduğunu; akıllarıyle bir yana yamanmaya çalışanların hata ettiğini vurgular.

Ayetin Mekke’de indiğini yani Ali ve Fatma’nın daha evlenmemiş, çocuklarının da doğmamış olduğunu söyleyenler ise ya boş söz söylemektedir ya da ehl-i beyt düşmanlarıdır. Yoksa bu ve sonraki üç ayetin Medine’de indiği İbn Abbas ve Katade’den gelen rivayetler yoluyla Sa’lebi ve Begavi’ye, Vahidi’nin Esbâbü’n- Nuzül’üne ve Ehl-i Beytten gelen haberlerin ittifakına ve tevatürüne göre Medine’de inmiştir. Tertib dolayısıyla Mekke’de inen sûrelerde Medenî ayetler olduğu gibi bunun tam terside mümkündür.

Gölpınarlı’ya göre Meveddet ayetinin ehl-i beyt hakkında inmediğine dair rivayetler İkrime adlı bir kişiye dayanır. Bu şahıs Tathir Ayetini’de kafasına göre yorumlamış, Mukaatil b. Süleyman’a uyan aşırı bir haricidir. İmam Hanbel, İbn Müseyyib gibi alimlerce yalancılıkla suçlanmıştır.

4.4.               Tebük Seferi ve Menzile Hadisi

Müslümanlar İslâmı kabûl etmeyen kitâp ehlinin, yani Mûsevi ve Hristiyanların (kimi rivayetlere göre Mecusiler’de buna dâhildir) belirli bir vergi vermek şartıyla İslâm ülkesinde yaşıyabileceklerini söylemişlerdi. Ancak Bizans İmparatoru Hırakl, Hristiyan Araplar’ın da yardımıyla müslümanlara karşı bir ordu hazırlıyordu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ve müslümanlar zor durumdaydı. Savaş için kadınlar ziynet eşyalarını bile verdi.  Yirmibeşbin kişilik bir ordu hazırlandı. Ancak bu hazırlıklar hasat zamanına rastlamıştı. Hava sıcak, gidilecek yer uzak ve düşman da çok güçlüydü. Bu yüzden münafıklar savaşa katılmamak için türlü bahaneler ortaya atmış. Tevbe Sûresi’nin birçok ayeti bu münafıklar hakkında inmiştir.

Hz. Peygamber, Tebük Seferi’ne giderken Hz. Ali’yi Medine’de, yerine halife olarak bıraktı. Ancak münafıklar, Ali’nin gözden düştüğünü, Hz. Peygamber’in Ali’yi bu yüzden yanında götürmediğini söylüyorlardı. Bu söylentileri duyan Hz. Ali çok üzüldü. Medine sınırında Hz. Peygamber’i uğurlarken bu söylentileri anlattı ve “Ya Resûlullah, beni kadınlara ve çocuklara mı halife ediyorsun? diye sordu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Ya Ali, Medine ancak benimle ve seninle düzene girer. Râzı değil misin ki sen bana, Mûsa’ya Hârûn ne menzildeyse o menzildesin. Ancak benden sonra Peygamber yok” buyurdu.  Hz. Ali “Razı oldum” dedi ve ondan sonra lâkapları razı edilmiş anlamına gelen “Murtazâ” oldu.

Gölpınarlı başka bir eserinde hadisin metnini şu şekilde vermiştir, “Yalan söylemişler, dön benim halifem ol, ehlimin ve ehlinin arasında beni temsil et. Çünkü Medine ancak benimle ve seninle düzene girer. Sen Ehl-i Beyt’im içinde ve hicret yurdunda benim halifemsin. Mûsâ’ya Hârûn ne menzildese sen de bana o menzildesin, râzı değil misin? Ancak benden sonra Peygamber yok”.

Hadis-i Menzile denen bu hadis Şia’nın Hz. Ali’nin vasi ve halife olduğuna dair delillerinden biridir. Hz. Peygamber tarafından birçok kez söylenmiş olan bu söz ilk olarak Abdulmuttalib oğullarının İslam’a dâvet edilişi sırasında karşımıza çıkar. Gölpınarlı bu hadisin değişik zamanlarda söylenmiş, ufak değişiklikler içeren ama aynı anlama gelen örneklerini eserlerinde verir. Gene Gölpınarlı’ya göre Tâhâ Suresinin 29-32. ayetleri inince, - ki bu ayetler Hz. Mûsâ’nın Allah’tan Harun’u kendisine vezir etmesini istemesini anlatır- Hz. Peygamber de “Allah’ım beni kadeşim Ali ile güçlendir, O’nu bana vezir et” diye dûa etmiştir.  Gene aynı eserinde Gölpınarlı, Kenzü’l-Ummal’den naklen şu rivayeti verir. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]
Ali’ye şöyle buyurmuştur; “Râzı değilmisin ki, yâ Ali, sen benim kardeşimsin, vezirimsin, borcumu ödeyensin, vaadimi yerine getirensin. Ben hayattayken seni seven sözümü tutmuştur; benden sonra, sen hayattayken seni seven kişinin ömrünü Allah hidayete ermiş olarak imanla sona erdirir. Senden sonra seni görmeden seven kişinin ömrünün de hidayet üzere ve imanla bitirir. Onu korku gününde emin eder. Sana buğzederek ölen kişiyse küfür üzere ölür; İslam’da işlediği işlerden dolayı da „75 onu sorguya hesaba çeker.

Gölpınarlı bu konuyla ilgili olarak Enes b. Malik’in, el-İsâbe’de anlattığı şu rivayeti de bizlere sunuyor:

Hz. Muhammet Nasr Sûresi’nin Ali’nin faziletini anlattığını bildirdikten sonra, ‘‘o gerçektende kardeşimdir, vezirimdir. Ehl-i Beytimin içinde halifemdir, benden sonra bana halef olan en hayırlı kişidir.’’buyurmuştur.  

Tâhâ Sûresi’nin inme sebebini Ebû’z-Zerr’il Gıffari şu şekilde anlatıyor; “Ali inanan kişilerin reisidir, muktedâsıdır, kafirleri öldürendir. Ona yardım edene Allah tarafından yardım edilir; onu horlayan Allah tarafından horlanmıştır. Bir gün Rasûlullah’la namazdaydık; yoksul bir kimse geldi, bir şey istedi; kimse bir şey veremedi. Ali, rûkû’da, elindeki yüzüğü işaret etti. O kişi gelip parmağındaki yüzüğü çıkararak aldı. Hz. Rasûl yüce ve ulu Allah’a yalvardı, kardeşim Mûsâ senden dilekte bulundu; Rabbim dedi, gönlümü genişlet; işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz de sözümü anlasınlar ve bana ehlimden Harun’u vezir et; beni onunla güçlendir, onu işime ortak et, seni noksan sıfatlardan tenzih edelim ve çok analım, gerçekten sen bizi görmektesin.’’ diye dûa etti, Sen O’na ‘‘Yâ Mûsâ, dileğini verdim.’’      buyurdun. Allah’ım ben de senin kulunum, peygamberinim, benim de gönlümü genişlet, işimi kolaylaştır, ehlimden Ali’yi bana vezir et de onunla güçlendir beni. ’’buyurdu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  sözünü tamamlamadan Cebrail bu ayet-i kerimeyi getirdi diye rivayet 78 etmiştir.

Bu olay Ibn Abbas’tan da bu şekilde rivayet edilmiştir. Ebu Bekir er. Râzi , Taberi, Ali Kuşçu gibi bir çok alimin eserlerinde yer bulmuştur. 9

Gölpınarlı âyet-i kerimede geçen ‘’Sizin veliniz ancak Allah’tır, Rasûldür ve iman edenlerdir ki ....’’ diye geçen cemi sigasının anlamı değiştirmeyeceğini Hz.
Ali’nin bütün müminleri temsil ettiğini bütün müminlerin vilayetine hâiz bulunduğu belirtmekte. Ali’nin şanı yüceltilmekte demektir. Ayrıca Gölpınrlı, müfret yerine cemi siggasının kullanılmasının hem Kur’an’da hem Arapça’nın genelinde yaygın bir davranış olduğunu belirtmektedir.

Bu konuyla ilgili Gölpınarlıdan aldığımız son rivayet şudur; ‘’Ali’nin eti etimden, kanı kanımdandır. O, nûbûvvetten başka her hususta beni temsileder, O’nun buyruğu benim buyruğumdur, müminlerin emiri odur.’’buyurmuşlardır.

Hz. Ali olmadan çıkılan Tebük Seferi’nde savaş olmamış, Hristiyanlar’ın bir kısmı vergiye bağlanmış ve geri dönülmüştür.

Şimdi bu hadisin söylendiği yer, zaman ve sebep hakkındaki farklı görüşleri aktarmak istiyorum.

Önceki sayfalarda “Menzile Hadisi”nin kritiğini yapmıştık. Ancak asıl önemli olan konu Şiiler’in bu hadisin söylenişini Gadir-i Hum olayıyla birleştirmeleridir. Hz. Peygamber’in burada yaptığı konuşmada Hz. Ali’yi açıkça halife tayin ettiği, Sakaleyn ve Menzile hadislerini de içeren kapsamlı bir konuşma yaptığı ve orda bulunan herkesin bu olaya şahit olduğu en temel dayanak noktalarıdır.

Ancak Sünniler Menzile hadisinin Gadir-i Hum’la alakası olmadığı Tebük Seferi’nde önce Medine’de söylendiği ve hilafetle ilgisi olmadığı fikrindedirler.

Kaynakların bir kısmı Hz. Ali’nin Medine’de bırakıldığını söylerken,  diğer bazı kaynaklar Hz. Ali’nin rasûlullah’ın ailesine bakmak için bırakıldığını, vekil olarak bırakılan kişinin Muhammed b. Mesleme olduğunu söyler.

Önceki bütün savaşlara katılan Ali’ye bu durum ağır gelmiştir. Hz. Peygamber’e ettiği sitem üzerine bu iltifata layık görülmüştür.

Burada bazı noktalara değinmek istiyorum, daha önce hiç geride bırakılmamış olan Ali neden şimdi Hz. Peygamber’in ailesine bakmak için geride bırakılıyor? Peygamber her savaşa çıktığında ailesini birine mi emanet ediyordu? Ya da Medine’ye vali olarak mı bırakılmıştı? Medine’de daha önce olmayan olağanüstü bir durumu mu vardı?

İkinci olarak “Sen bana karşı Harun’un Musa’ya karşı olan mertebesindeki gibi olmak istemezmisin? Ancak şu var ki benden sonra peygamber yoktur.”  sözüyle Hz. Peygamber ne demek istiyordu? Hz. Harun’un ağabeyi Mûsâ gibi Peygamber olduğunu biliyoruz. Kitap verilmeyen bir peygamber olan Harun’la Hz. Ali arasında Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  sürekli bir bağ kurmaya çalışıyor. Sözlerinde, dûalarında, hatta torunlarına verdiği isimlerde. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  torunlarına daha önce Araplarca kullanılmamasına rağmen Harun’un çocuklarının isimleri olan Şeber, Şubeyr ve Müsbir’in Arapça’larını yani Hasan, Hüseyin ve Muhsin koymuştur.  Bizce bu durum Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in gözünde Hz. Ali’nin peygamberlik hariç, Rasûlullah’ın siyasi ve dini liderlik vasıflarına sahip olduğunun, Hz. Peygamber’in bu işe Ali’yi layık bulduğunun ifadesidir. Yoksa neden sık sık Hz. Harun’a atıfta bulunsun ve Hz. Ali’nin Peygamber olmadığını insanlara hatırlatsın?

Kurtubî, Hz. Harun’un Mûsâ’dan önce öldüğü ve Hz. Mûsâ’nın yerine bıraktığı vekilin Yuşa b. Nun olduğu yönünde.  Oysa Mûsâ Harun hayattayken tüm vekillik işlerini (hem siyasi hem dini) Harun’a bırakmıştır. Eğer Harun ölmemiş olsa Mûsâ’dan sonra halifesi olacağına şüphe yoktur. O halde Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , Ali’yi Harun’la kıyaslarken neden bunu kastetmiş olmasın? Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ali’nin kendisinden önce ölüp ölmeyeceğini bilmiyordu ki. Eğer Hz. Ali, Allah elçisinin sağlığında vefat etmiş olsaydı Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  müslümanları başka bir sahabeye yönlendirirdi.

4.5.               Yemen Seferi ve Hz. Ali Hakkındaki Şikayetler

Hicretin onuncu yılında Halid b. Velid İslâm’a dâvet için Yemen’e gönderilmişti. Halid orada 6 ay kalmasına rağmen kimse İslâm’ı kabul etmemişti.

Bunun üzerine Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ali’yi Yemen’e yolladı. O’na şöyle buyurdu: Allah’a and olsun ki Ali, birisinin senin vasıtanla hidayet bulması güneşin doğup battığı bütün yeryüzüne sahip olmandan hayırlıdır.  Ayrıca Hz. Ali’nin “Ben daha gencim, böyle büyük ve tecrübeli kişiler karşısında doğru hüküm veremem” deyip çekincesini belirtmesi üzerine Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Allah’a Ali’nin herzaman doğru hüküm vermesi konusunda dûa etmiş, Ali de bu dûadan sonra hiçbir sorun karşısında tereddüte düşmediğini belirtmiştir.

Hz. Ali sabaha yakın Yemen’e vardı, namazını kıldıktan sonra halka Hz. Peygamber’in mektubunu okudu Hemdan boyunun hepsi birden müslüman oldu. Hz. Ali bunu Rasûl-i Ekrem’e yazdı. Mektup yerine ulaşınca Hz. Peygamber şükür secdesine kapandı ve üç defa “Esenlikler Hemdan’a” buyurdu.    

Bu sırada Hz. Peygamber bütün ashabıyla haccetmek üzere Medine’den yola çıktı. Hz. Ali’ye de gelip kendine yetişmesini yazdı.

Ancak Hz. Ali ile kimi askerler arasında tatsızlıklar yaşanıyordu. Durum Gölpınarlı’nın anlattığı gibi güllük gülistanlık değildi.

Özetleyecek olursak Hz. Ali ve askerleri arasında ganimet yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı. Bu konuyla ilgili rivayetlerden birisi Hz. Ali’nin burada edinilen cariyelerden biriyle ilişkide bulunmuş olması, bir diğeride beraberindeki askerlerin zekat malından olan develeri ve elbiseleri kullanma isteklerini red etmesidir. Ancak Hz. Ali’nin Rasûlullah’la haccetmek için yerine bıraktığı vekil askerlerin isteklerini kabul etmiş, hac zamanı bunu öğrenen Ali de vekili azarlamıştır. Yani Hz. Ali Müslümanların ortak malı olan, daha sahiplerinin eline

89

geçmeyen malların kullanılmasını adil bulmamıştır.

Cariye meselesi de kaynaklarda birçok farklı şekilde geçer. Yemen seferinden ayrı olarak bir seriyye sırasında meydana geldiğini anlatan rivayet Tirmizi’de geçer. Bu olayın sonucunda Bureyde Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’e şikayet etmiş ve ondan “Ali’nin ganimet malının 1/5’teki hissesi aldığı cariyeden daha çoktur.” cevabını 90

almıştır.

Sonuç olarak bu sefer sırasında Hz. Ali ve askerleri arasında geçen münakaşalar askerlerin Ali’yi Hz. Peygamber’e şikayet etmesiyle sonuçlanmıştır. Bu şikayetlerin hepsinde Hz. Peygamber Ali’yi desteklemiştir. Kimi yazarlar burada geçen hadiselerin Gadir-i Hum’la bağlantılı olduğunu idda etmiştir. Ancak bu bağlantı ilk dönem yazarlarında görülmez.

Şikayet olayıyla ilgili rivayetlerin bir kısmı şöyledir: Hz. Peygamber hac için yola çıktığı bir esnada Bureyda gelerek kendisine Hz. Ali’nin yaptığı şeyleri anlatmış, onu şikayet etmişti. Bunun üzerine Rasûlullah ona “Ben müminlere canlarından daha evla değil miyim?” diye sormuş, “evet” cevabını alınca da “Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur” buyurmuştur.

Olayın başka bir anlatımıda şu şekildedir. Yemen Seferi sırasında Halid b. Velid ve Hz. Ali, Zeydoğulları kabilesiyle yaptıkları çarpışmalarda bir miktar esir almışlardı. Hz. Ali bu esirlerden bir kadını kendisi için seçince Halid b. Velid ve Bureyde bunu bir mektupla Hz. Peygamber’e şikayet etmişlerdi. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  mektubu okuyunca yüzünde kızgınlık alametleri görülmüş ve şöyle buyurmuştu: “Ali’ye dokunmayın, çünkü o benden, ben de ondanım, o benden sonra sizin velinizdir.”  

Bu olayın anlatıldığı başka bir rivayette şikayet konusu gene cariyedir ama şikayette bulunanlar askerlerden dört kişidir. Bu kişiler Medine’de Hz. Peygamber’in huzuruna gelirler, önce ilki kalkar ve “Ya Rasûlallah Ali b. Ebi Talib’e bakmaz mısın, şöyle şöyle yaptı.” der. Hz. Peygamber ondan yüz çevirir. Aynı şikayeti diğer üç kişi de dile getirir. Hz. Peygamber her seferinde onlardan yüz çevirir. Sonuncu kişiden sonra kızgın bir biçimde onlara döner ve “Ali’den ne istiyorsunuz? (3 kere) Ali bendendir, ben de ondanım. O benden sonra her müminin velisidir.” 93 buyurmuştur.

4.6.               Vedâ Haccı ve Sakaleyn Hadisi

Hicretin onuncu yılında Hz. Peygamber (s.m) haccetmek üzere ashabıyla yola çıktı. Mevsim ilk bahardı. Hac günleri Mart ayına rastlamıştı.

Hacc Suresinin 27-29. ayetleri olan: “Ve insanları hacca dâvet et, uzak uzak bütün yerlerden yaya olarak, yahut hayvana binerek gelsinler sana. Gelsinler de kendilerine aid olan menfaatleri elde etsinler. Kendilerine rızık olarak verilen dört ayaklı hayvanları, muayyen günlerde Allah’ın adını anarak kessinler. Yeyin artık onlardan ve yoksulu fakiri doyurun. Sonra ihramdayken yapılmayan şeyleri yapıp temizlensinler. Ve Beytü’l-Atıyk’ı tavaf etsinler.” ayetleri nâzil oldu.

Hz. Peygamber, bütün civardaki boylara haber vermiş, hepsi de haccetmek üzere gelmişti. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Yemen seferinde olan Ali’ye de gelip kendisine yetişmesi için mektup yazmıştı.

Bu hac törenine katılanların sayısı hakkında çeşitli ihtilaflar olmakla birlikte, yetmiş binle yüz bin arası sayılar verilir.

Hz. Peygamber “Bu hacc, son haccımdır sanıyorum, hacc törenini benden iyice belleyin” buyurmuş, her gelenin sorusuna cevap vermişlerdir.

Arafe günü meşhur “Veda Hutbesi”ni okudular. Bu hutbede bizim konumuzu ilgilendiren şu kısımlar vardır:

“Benden sonra yolunuzu saptırıp da birbirinizin boyunlarını vurmayın, rabbinize ulaşacaksınız, yaptıkalrınızdan sorguya çekileceksiniz, Allah câhiliyet geleneklerini, o kötü âdetleri, atayla, babayla övünmeyi sizden giderdi. Bütün insanlar Âdem’dendir, o da topraktan. Ne Arabın Arab olmayana, ne beyazın siyaha üstünlüğü var; üstünlük, ancak Allah’tan çekinmektedir.”

Ondan sonra, o günün, o ayın ve o şehrin kıymetini müslümanlara hatırlatan Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“üstün ve ulular ulusu Allah kıyamete dek kanlarınızı, mallarınızı, ırzlarınızı, birbirinize haram etmiştir. Burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin, ey insanlar, ben size bir şey bırakıyorum ki o da Allah’ın kitabıdır, O’na yapışında sapıklığa hiç düşmeyin. Benden sonra Peygamber yok, sizden sonrada ümmet yok, bu söylediklerim sizden sorulacak, tebliğ ettim mi?” buyurdular.

Ashâb evet ya Rasûlullah diye bağırışınca, “Allah’ım şahid ol tebliğ ettim.” buyurdular.

Gölpınarlı Sosyal Açıdan İslam Tarihi adlı eserinde  Hz. Peygamber’in bize emanet ettiği şeyin Kur’an-ı Kerim olduğunu söylerken diğer bir eserinde  “Ey insanlar ben ancak beşerim, Rabbimin elçisinin geleceğini ve benim de O’nun dâvetine icâbet edeceğimi umuyorum. Ben, sizin içinizde iki büyük şey, iki paha biçilmez şey, iki ağır şey bırakıyorum, bu iki şeyin birincisi Allah’ın kitabıdır, onda hidâyet vardır, Allah’ın kitabıyla amel edin ve O’na yapışın. İkincisi Ehl-i Beyt’imdir, Ehl-i Beyt’im hakkında Allah adına öğüt veriyorum size.” Bu son sözünü üç kez tekrarladı.

Bu hadisin farklı senedlerle gelen ve kimi değişiklikler taşıyan metinleride Gölpınarlı’nın eserinde yer alır. Bu hadisin Hanbel’in Müsned’indeki hali, “Ben sizin aranızda iki büyük ve ağır şey bırakıyorum. Onları tutar onlara sarılırsanız benden sonra ebediyyen sapıklığa düşmezsiniz. Onların biri, öbüründen daha büyüktür, ulu ve yüce Allah kitabı ki gökten yeryüzüne uzatılmış bir iptir ve soyum Ehl-i Beyt’im, gerçekten de lütuf sahibi ve herşeyi bilen Tanrı, bana haber verdi ki onlar, havuz kıyısında bana kavuşuncaya dek bir birinden ayrılmazlar, artık bakın onlar bana nasıl halef ve halife olurlar.” buyurduğunu tahric etmiştir.

Gölpınarlı bu hadisin Cabir’den naklen Tirmizi ve Nesai de, gene Tirmizi de bu sefer Arkomoğlu Zeyd’den naklen, Ahmed b. Hanbel de yirmi küsur yolla birçok sahabeden tahric edildiğini, Hz. Peygamber’in bu hadisi bir kere Gadir’de, bir kere arefe hutbesinde, bir kez Taif dönüşünde, bir kez Medine minberinde, bir kere de hastalığı esnasında odasında söylediğini Seyyid Abdülhüseyin Şerafeddin’in el- Murâcâat isimli eserine dayanarak anlatmıştır.

Hutbenin Ehl-i Beyt’le ilgili kısmı Sünni kaynakların çoğundada mevcuttur. Yalnız bu metinlerde “Artık bakın, onlar bana nasıl halef ve halife olurlar” kısmı yoktur.

Ehl-i Beyt’in havuzda Hz. Peygamber’e döndürülünceye kadar Kur’an’dan ayrılmayacağına dair hadis “Sekaleyn Hadisi” adını alır. Birçok yerde geçer ve aşağı yukarı aynı anlama gelir. Sakaleyn hadisinin Veda Hutbesi sırasında söylendiğini rivayet edenler olduğu gibi Humm’da söylendiğini idda edenler, hatta yeri ve zamanı belli olmayan nakiller de vardır.

Bu konuyu biraz açarsak Ahmed b. Hanbel’de geçen ve Ebû Said el-Hudri’ye dayandırılan rivayetlerde Gadir’den bahsedilmeksizin Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu ifade edilmektedir. “Ben size iki ağır şey bırakıyorum, birincisi diğerinden daha büyüktür; Allah’ın kitabı ki gökten yere uzanır. Ehl-i Beytim, Itratım. Bunlar havuzda bana döndürülünceye kadar birbirinden ayrılmazlar.”  Ebû Said el- Hudri’den nakledilen başka bir rivayette hadisin son kısmında “Latif ve Habir olan bana bildirdi ki onlar, havuzda bana döndürülünceye kadar birbirinden ayrılmazlar. Bundan sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin.” demektedir.

İbn Teymiyye’ye göre bu sözle sadece Hz. Ali değil tüm Benî Haşim kastedilmiştir. Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’in haklarına riayet etmemiz hususunda zaten “Veda Haccı”nda bizleri uyardığını, havuzda Hz. Peygamber’e kavuşuncaya kadar Ehl-i Beyt’le Kur’an’ın ayrılmamasının Ehl-i Beyt’in icmaının hüccet olmasından kaynaklandığı ve onların delalet üzerine hemfikir olamıyacağının anlatıldığını savunmuştur.

Bu şekilde düşünen birçok alim vardır. Bunlar Ehl-i Beyt mensuplarının icma ettiği konularda onlara uyulması gerektiğnii, ayrılığa düştüklerinde ise taraf tutmayıp Allah’a havale edilmeleri gerektiğini savunurlar.

Ancak Hz. Peygamber’in bu hadisteki manayı veren başka sözleri de vardır. Mesela bir rivayete göre şöyle buyurur: “Size iki şey bırakıyorum, bunlara tutunursanız dalâlete düşmezsiniz. Allah’ın kitabı ve Peygamber’in Sünneti” demektedir. Bazı kaynaklarda sadece Allah’ın kitabı kısmı bulunurken, hadisin Ehl-i Beyt’i değilde Hz. Peygamber’in Sünnetini kapsayan kısmı sünniler arasında şöhret bulmuştur. Şiilerin Hz. Ali’nin halifeliği konusunda delil saydığı, Sünnileri ise varlığı üstünde bile tartıştığı “Sakaleyn” hadisi aslında birçok Sünni kaynakta da yer bulmuştur. Olay dönüp dolaşıp tek bir noktada toplanır; Gadir-i Hum.

4.7.               Gadir-i Hum

Hz. Ali’nin hilafetinin nasla tayin olduğu ve Hz. Peygamber tarafından halka bildirildiği konusundaki en önemli delil Gadir-i Hum olayıdır.

Gadir-i Hum, Mekke’yle Medine arasında, Cuhfe yakınlarında bir yer ismidir. Hz. Peygamber ve yanındaki Müslümanlar burada konaklamış ve Hz. Peygamber müslümanlara Hz. Ali ile ilgili bazı şeyler söyemiştir. Olay bu şekliyle birçok Sünni kaynakta da vardır. Ancak Hz. Peygamber’in burada yaptığı konuşmanın içeriği hakkında gerek şiilerin kendi içinde, gerek sünniler arasında çeşitli ihtilaflar vardır. Bu ihtilaflar konusunu önceliği Gölpınarlı’nın görüşlerine vererek açalım.

Hz. Peygamber Veda Haccı’ndan dönerlerken yolda Mâide Sûresi’nin 67. ayeti olan “Ey Peygamber, ey insanlara, hidâyete dâvete memur olarak gönderilen, Sana Rabb’inden indirilmiş olan emri bildir; bunu ifâ etmezsen. O’nun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah Seni insanlardan korur; şüphe yok ki Allah kâfir kâvme, doğru yolu buldurmak hususunda başarı vermez.” ayeti indi.(Maide, 67))

Gölpınarlı’ya göre Allah’ın bu ayetle emrettiği şey Hz. Peygamber’in Ali’nin velayetini müslümanlara bildirmesi, Allah’ın Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i bu konuyla ilgili çıkabilecek sorunlardan koruyacağı, Ali’nin vasiyliğini açıklamadan İslâm’ın tamamlanmayacağıdır.

Hz. Peygamber Medine yolu üstünde Cuhfe vadisindeki bir su birikintisinin yanına geldi, tarih Zi’l-Hicce ayının onsekizinci Perşembe günüydü, öğle vaktiydi.

Hz. Peygamber, bineklerinden indiler. İleriye gidenlerin geri dönmeleri, geride kalanların gelip yetişmeleri için münadilerin seslenmelerini emir buyurdular. Halk tamamen toplanınca namaz kıldırdılar. Bu sırada orada yüzyirmi dörtbinden fazla kişi vardı.

Daha sonra deve hamutlarından yapılan üç basamaklı minbere çıkıp halka şöyle buyurdular: “Ey insanlar, Allah bana ömrümün sona geldiğini, yakında dâvetine icabet edeceğimi, varlık yurdundan göçeceğimi bildirdi. Bende sorumluyum, siz de sorumlusunuz ne dersiniz?

Sahâbenin hepsi “Şehadet ederiz ki sana emredileni tebliğ ettin, savaştın, öğüt verdin, Allah sana hayırla karşılık versin.” diye cevab verdi.

Hz. Peygamber (s.m.), “Allah’ın varlığına, birliğine, Muhammed’in, O’nun kulu ve rasûlü olduğuna, cennetin, cehennemin, ölümün, ölümden sonra dirilmenin gerçek olup kıyametin kopacağına ve bundan şüphe olmadığına şehadet eder misiniz?” buyurdular.

Ashâb, “Evet şehadet ediriz” diye bağırışınca Rasûl-i Ekrem (s.m.) sağ ellerinin işaret parmağını göğe kaldırarak üç kere “Şahid ol Ya Rab” buyurdular. Sonra dediler ki, “Âhirete göçmekte ve havuzun kıyısına varmakta hepinizden önde bulunacağım; sizde havuz kıyısında bana ulaşacaksınız. Havuzumun genişliği San’â ile Busrâ arası kadardır. Bana ulaştığınız zaman sizden iki değer biçilmez şeyi soracağım, onlarla nasıl geçindiniz diyeceğim.”

Bir rivayete göre birisi, “Ey Allah’ın Rasûlü, o iki değer biçilmez şey nedir?” diye sordu. Hz. Peygamber, “O iki değer biçilmez şeyin büyüğü Yüce ve Ulu Allah’ın kitabıdır. Bir ucu Allah’ın (Kudret) elindedir; öbür ucu sizin elinizde. (Allah’ın rızâsına ulaşmak için bir vâsıtadır size Al-i İmran 3/103’ün meali) Ona yapışında sapmayın, değiştirmeyin onu. Öbürü de benim Ehl-i Beytimdir. Lûtuf sahibi ve herşeyden haberdar olan Allah, bu ikisinin havuz kıyısında bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmayacağını bana haber verdi. Bu ikisinden size nasıl halef ve halife olur bakında görün. Bilmezmisiniz ki ben, inananlara nefislerinden evlayım (onların veliyy-i emriyim).

Sahabe hep birden “Evet yâ Rasûlullah” dedi. Sonra, evvelce yanlarına çağırdıkları, minberde sağ yanlarına aldırdıkları Ali’nin elini tutup öyle bir kaldırdılar ki, halk ikisinin de koltuk altlarının beyazlığını gördü ve şöyle buyurdu; “Ben kimin mevlâsı isem, Ali, onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu horlayanı horla, nerede olursa olsun gerçeği onunla beraber kıl.”

Bu konuşmadan sonra Mâide Sûresi’nin 3. ayeti olan, “Bugün dininizi ikmâl ettim, sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladım; Size din olarak İslâm’ı seçtim ve hoşnud oldum, râzı oldum” ayeti nâzil oldu.

Bu ayetin inişinden sonra başta Hz. Ebû Bekir ve Ömer olmak üzere tüm sahabe Hz. Ali’yi tebrik etti. Hz. Ömer Ali’ye, “Ne mutlu sana ey Ebû Tâlib’in oğlu, bugün benim ve tüm müminlerin mevlası oldun, kutlarım” diyerek Hz. Ali’yi tebrik etti.

Bu olaydan sonra övgü için Hassan b. Sâbit şu manada ki şiiri inşad etti. “Peygamber Gadir-i Hum’da herkese hitaben dedi ki: Peygamberiniz kim? Herkes birden senin Rabbin mevlamız sen de Peygamberimizsin, bu hususta sana isyan edemeyiz dediler. Peygamber “Kalk ya Ali” buyurdular; “Benden sonra imam olarak halka doğru yolu göstermek üzere seni seçtim, senden râzı oldum, ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlâsıdır, özünüz doğru olarak ona uyun. Allah’ım onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol.”

Bu güzel şiirden sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Hassan, dilinle bize yardım ettikçe Rûhü’l-Kudüs’ün yardımıyla güçlen.”

Gölpınarlı, Hz. Peygamber’in bu sözle Hassan’ı sonraki hali için tembih ve ihtar ettiğini savunuyor. Ayrıca bu şiirin on bir ehl-i sünnet alimi ve yirmi altı Şii alim tarafından rivayet edildiğini kaynaklarını vererek açıklıyor.

Gölpınarlı ayrıca bu hadisin 2. halifenin ölümünden sonra yapılan şûrada, 3. halife zamanında mescidde yirmi küsur sahabenin karşısında ve Kûfe’de Hz. Ali tarafından dile getirildiğini anlatıyor. Kûfe mescidinde Hz. Ali bu hadisi hatırlatınca on dördü Bedir ashabından olmak üzere otuz sahabi Hz. Ali’ye şahitlik etmiş, ayrıca
Hz. Ali bu hadisi Cemel’de Hz. Talha’ya, Sıffin’da ise insanlara anlatmıştır. Gölpınarlı bu olayları kaynaklarıyla anlatmıştır.

Görüldüğü gibi Gölpınarlı Gadir’de yapılan konuşmanın Allah’ın emri olduğunu, bu emrin Hz. Peygamber’e Mâide sûresinin 67. ayetiyle bildirildiğini, hilafetin ve Hz. Peygamber’in tüm görevlerinin Hz. Ali’ye bırakılacağının açıkça ortaya konmasından sonra Mâide Sûresinin 3. ayetinin nazil olduğunu ve böylece Allah’ın dininin tamamlandığını ve buna başta ilk iki halife olmak üzere yüzyirmidörtbin kişinin şahid olduğunu (diğer eserlerinde haccedenlerin sayısını yetmişbinle yüzbin kişi arasında verirken, Gadir’de insan sayısı nasıl oluyorsa hayli artmış) anlatıyor. Bu konuyla ilgili hem şiî hem sünnî kaynaklardan deliller gösteriyor.

Âlûsî Gadir’deki konuşmanın sebebinin Yemen seferi esnasında Hz. Ali ve askerler arasında çıkan anlaşmazlıklar olduğunu, adil bir davranış sergileyen Ali’nin insanlar tarafından zalim ve cimri olarak nitelendirilmesinden dolayı Hz. Peygamber’in onu savunma ihtiyacı duyduğunu idda eder.  Böylece Hz. Peygamber, Ali’nin suçsuzluğunu vurgulamıştır.

İbn Teymiyye başta olmak üzere kimi alimler ise bu ayetin inişini Hz. Ali’nin hilafetine karşı çıktığı için başına taş yağdığı idda edilen Haris ile ilişkilendirilmesinin büyük bir iftira olduğunu söylemekte ve “Rabbinden sana indirileni tebliğ et...” ayetinin Hz. Peygamber’e Rabbinden inenlerin bütününü kapsayan genel bir lafız olduğunu özel bir şeye işaret etmediğni savunmaktadırlar.

Kimi farklı rivayetlerde ise Allah, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e Ali’nin velayetini insanlara bildirmesini çok daha önce vahyetmiş, ancak Rasûlullah bu durumun ashabından bazı kişilere ağır geleceğini düşünerek tebliğden kaçınmıştır. Bunun üzerine söz konusu ayet inmiş.  Benzer bir rivayetde Ali’nin velayetinin Veda Haccı’nda emr olunduğu, ancak Hz. Peygamber’in dâvete zararı dokunur diye bu hükmü tebliğ etmekten çekindiği, Mâide Sûresi 67. ayetin bu yüzden nâzil olduğu yönündedir.  Gene Tabatabâi’de Ebû Hureyre’ye dayandırılan şöyle bir rivayet vardır; Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yedi gök semaya çıkarıldığım gece Arşın altından “Şüphesiz Ali hidayetin ayeti ve bana inananların sevgilisidir. Onu
tebliğ et” şeklinde bir nidâ işittim.” buyurdu. Ancak Hz. Peygamber semâdan inince bu olay kendisine unutturuldu. Bunun üzerine Mâide Sûresinin 67. ayeti nâzil oldu.  

Bunun dışında kimi rivayetlerde Hz. Peygamber’in mi’râca çıktığında Arş’ın altından Ali b. Ebî Ta.im’in hidayet bayrağı olduğunu işittiğini, fakat yeryüzüne 113

inince bunu unuttuğunu anlatmıştır.

Sünnî kaynaklardaki rivayetlerin bazıları şunlardır:

I.   Rivayetlerin bir kısmında yer ve zaman bildirilmeksizin hadisin meşhur olan kısmı yer almaktadır. Bu bölüm “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlasıdır” bölümüdür. Tirmizi yer belirtmeksizin rivayet ettiği bu hadisin hasen-gârib, Zehebi mütevatir olduğunu söylemiştir. Aclûni ise hadisin mütevatir ya da meşhûr olduğunu söylemektedir.

II.   Bu konuyla ilgili rivayetleden biri de Bureyde hadisidir. Yemen seferi dönüşü Bureyde’nin Hz. Ali’yi şikayet etmesi üzerine Hz. Peygamber yüz ifadesi değişerek, “Ey Bureyde ben müminler için nefislerinden evla değil miyim? Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” buyurmuştur.

Bu rivayette dikkat çeken husus, olayın Yemen dönüşü olduğu belirtilmekle birlikte, tam olarak nerede ve ne zaman gerçekleştiğinin belirtilmemiş olmasıdır. Nitekim hem Veda Haccı hem Gadir, Yemen seferinin sonrasında olan olaylardır.

İbn Kesir hadisin senedini, “İyi, kuvvetli ve bütün râvileri sika” olarak vasıflandırırken Hakim, bu hadisin Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söyler. Âlbanî’ye göre ise bu hadis Şeyheyn’in kriterlerine göre sahihtir ama bu hadis Buharî ve Müslim’de yoktur.

III.    Tirmizi’nin naklettiği rivayette ise Hz. Peygamber Ali’yi bir gurup müslümanın başında bir seriyyeye gönderdi. Alınan ganimetlerden olan bir cariyeyle Hz. Ali’nin beraber olmasını doğru bulmayan dört kişi dönüşte Hz. Ali’yi şikayet etti. Daha önce de anlattığımız bu rivyete göre Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  şikayetçilere “Ali’den ne istiyorsunuz, Ali bendendir, bende ondanım. O, benden sonra her müminin velisidir” buyurmuştur.

Tirmizi bu hadisi garib olaraknitelendirmetedir. Bu rivayet Bureyde’den nakledilenden farklıdır. Bureyde’de şikayet söz konusu olmuş, Hz. Peygamber’de Ali’yi desteklemiştir. Ancak burada kullanılan ifadeler farklıdır. Olayın vukû yeri belirtilmeksizin, Bureyde’ye atfedilen başka bir rivayette de bu cariye meselesi 117 geçmektedir.

Demircan bu tür rivayetlerde Hz. Peygamber’in Ali’yi diğer sahabelerden ayrıcalıklı tuttuğu, dokunulmaz gösterdiği gibi bir imaj olduğunu, bu imajı kuvvetlendirmek için uydurulduğunu savunuyor. Râvilerin içinde aşırı şiilerin ve zayıf kimselerin bulunduğunu söylüyor. Mesela Cafer b. Süleyman adlı bir kişinin Muaviye’den bahsedildiğinde sövdüğü, Hz. Ali’den bahsedilince ağladığını belirtiyor.

IV.   İbn Mâce’de yer ve zaman bildirilmeden Hz. Peygamber’in müslümanlara nefislerinden evla olup olmadığını sorduğunu, evet cevabı alması üzerine de “Ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlasıdır.” buyurduğunu nakleder.

V.     Zeyd b. Erkâm’dan nakledilen bir rivayette ise, “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır. Allah’ım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” ifadeleri yer almaktadır. Kimi rivayetlerde hadis daha da genişletilmiş, metnin içine “Ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak. Ona iâne edene iâne et.” şeklinde farklılıklar vardır. Tartışma konusu olan kısımlar da bunlardır.

Hadisin bu kısımları daha sahabe ve tabiin zamanında bile şüpheyle karşılanmıştı. Bunu İbn Hacer’de geçen ve Ebû Hureyre’den nakledilen şu rivayetten anlıyoruz: Ebû Hureyre mescide girdi ve insanlar onu dinlemek için etrafına toplandı. Aralarından bir genç, “Allah aşkına doğru söyle, Rasûlullah’ın ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost düşman olana düşman ol dediğini duydun mu?” diye sordu. Ebû Hureyre “Allah’a and olsun ki evet” diye cevap verdi. Halkın o devirde bile şüphe duyduğuna dair başka bir rivayetse Irak halkından bir kişinin Zeyd b. Erkam’a kendisine bir zarar gelmeyeceğini garanti ederek Hz. Peygamber’in Gadir’de Ali hakkında ne söylediğini sorması. Zeyd cevab vermekte tereddüt ederek işittiğinin “Ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlasıdır.” olduğunu söylemesidir.  

VI.   Gene başka bir rivayet Hz. Ali’den gelmekte ve Allah’ın ona dost olana dost, düşman olana düşman ol kısmını eklediklerini söylemektedir.

Tüm bu rivayetler Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ine girdiğine göre daha o devirde bir takım insanlar hadisin ikinci kısmından şüphe etmiş olmalı. Ancak hadisin birinci kısmı o devirde herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir.

VII.   Taberanî’de geçen ve Ammar b. Yasir’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  şöyle buyurmuştur; “Bana inanan ve beni tasdik edene Ali b. Ebi Talib’i veli edinmesini vasiyyet ediyorum. Kim onu veli edinirse beni veli edinmiş olur, kim beni veli edinirse Allah Teâlâ’yı veli edinmiş olur. Kim onu severse beni sevmiş olur. Kim beni severse Allah’ı sevmiş olur. Kim ona buğzederse bana buğzetmiş olur, kim bana buğzederse Allah’a buğzetmiş olur.” Heysemi bu rivayeti Taberânî’den almış ve konuşmanın geçtiği yer ve zaman hakkında bilgi vermemiştir.

VIII.   Gene Taberânî’de geçen başka bir rivayette Vehb b. Hamza birlikte yolculuk yaptığı Ali’yi Hz. Peygamber’e şikayet etmiş ve Hz. Peygamber ona, “Bunları söyleme. O benden sonra insanların evla olanıdır.” buyurmuştur.

IX.       Zeyd b. Erkam’dan alınan ve Nesaî, Hakim, İbn Kesir gibi alimlerin kitaplarından alınan rivayete göre “Size iki değerli şey bırakıyorum. Onların ilki diğerinden büyüktür. Allah’ın kitabı ve ıtratım ehl-i beytim. Benden sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin. Onlar havuza döndürülünceye kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Allah benim mevlam, bende bütün müminlerin velisiyim. Ben kimin velisi isem Ali’de onun velisidir. Allah’ım ona dost olana dost düşman olana düşman ol.” şeklindedir. Ancak Zeyd b. Erkam’dan naklettiği başka bir rivayette hem hadisin ikinci kısmı yoktur, hemde mevla yerine veli kelimesi kullanılmıştır.

X.     Müslim’de geçen ve Zeyd b. Erkam’dan rivayet edilen başka bir hadiste Ali’nin ismi geçmeden sadece Sakaleyn hadisinden bahsedilmekte ve ehl-i beytin kimler olduğu sorusuna Zeyd daha öncede anlattığımız hanımları, çocukları ve sadakanın haram oldukları cevabını verektedir.

Sünnilerin Gadir’e dair görüşlerini verdikten sonra gene Sünni kaynaklarda Hz. Ali’nin Kufe mescidinde insanlara “Allah aşkına Rasûlullah’ın Gadir günü söylediklerini duyanlar ayağa kalksın” demiş, mecliste bulunan kimi kişiler ayağa kalkıp şahitlik etmiştir. Bu kişilerin sayısı hakkında 5’ten 30 küsura kadar sayılar verilmiştir. Bu rivayet İbn Kesir, Suyuti, Nesaî, Ahmed b. Hanbel, Heysemî, Hatibu’l-Bağdadi, İbnü’l-esir gibi bir çok alimin eserinde yer almıştır.

Başka bir rivayette bir gurup Arap Hz. Ali’ye gelip “Sana selam olsun ey mevlâmız” demiş. Ali’nin “Siz Arab olduğunuz halde nasıl mevlanız olabilirim?” diye sorması üzerine bu kişiler Gadir günü orada olduklarını, Hz. Peygamber’in sözlerini işittiklerini söylemişlerdir.

Olayı etraflıca inceleyen Demircan, çağımız yazarlarından Âlusi’nin bu hadisin tamamını kabul ettiğini, Sofuoğlu’nun hadisi kabul etmekle birlikte mânasını Şiilerden farklı anladığını, yani bu hadisin hilafetle bir ilgsi bulunmadığını, eğer hilafetle ilgisi olsa İbn Teymiyye’nin de değindiği gibi şahitlerden hiç olmazsa birinin bunu açıklayacağını savunmuştur. A. Osman Ateş ise bu hadisin râvilerini ashabtan olanlar da dahil tamamının Irak ekolünden geldiklerini, bir kısmının şii olduklarını belirtmektedir. Şii görüşü destekleyen bu rivayetlerin sünni kitaplarına girme sebebini alimlerimizin Emevi istibdât ve zulmüne, arap Irkçılığına karşı duydukları tepki olduğuna inanmaktadır.

Ancak Ateş’in söylediklerinde haklılık payı olsa da, o günün şartlarında insanları bugün anladığımız manada sünni-şii diye ayırabilmek mümkün değil. Çünkü o devirde mezheplerin inanç biçimleri oluşmuş değil. Ayrılıklar sadece siyasi, iktidarın kimin olması gerektiğine dair. Bu hadislerin ravilerinin kimi sahabilerde dahil olmak üzere Irak ekolünden gelmesi yani Hz. Ali ve İbn Abbas ekolünden gelmesi onları neden daha az güvenilir yapıyor? Daha ilk günden hilafet meselesinde Hz. Ali’yi destekleyen sahabiler, tarafsız kalan ya da Ali’yi istemeyen sahabilerden daha mı az değerlidir? Yani Ebû Ubeyd el-Cerrah kıymetli bir sahabedir de Ammar b. Yasir değil midir?

Bu konuyla ilgili görüşleri verirken hadis rivayetlerinin metinleri üzerinde durmaya çalıştık. Bu hadislerin isnad zincirlerinde yer alan ravilerin incelenmesi konusuda çok önemli. Bu konuyla ilgili olarak A. Osman Atiş’in eserinden çokca faydalandık. Konuyu daha fazla uzatmamak için râvilerin incelenmesine girmesek de Ateş, hadisin Yemen seferinde ya da Gadir’de söylendiğine dair tüm rivayetlerin râvilerini incelemiş ve o günün şartlarında hadis ilminin kapalı çevreler içinde yapıldığı, hadis kitaplarının yazılmaya başlandığı 3. asra kadar insanların birbirinden haberdar olmadığı, bu yüzden herhangi bir hadisin rivayet zincirinde bulunan kişilerin aynı bölgeden hatta bazen aynı aileden olduğunu, bu durumun da siyasi görüşlerin ve çevrenin hadis rivayetlerini etkilemesine yol açtığını söylemektedir.

4.8.               Şia’nın Gadir-i Hum’a Bakışı

Abdulbaki Gölpınarlı’nın eserlerinden genel hatlarını vermeye çalıştığımız Şii bakışın da kendi içinde farklılıkları vardır. Biz burada Gölpınarlı’nın eserlerinde hiç geçmeyen ama başka Şii alimlerin yer verdiği Gadir’le ilgili farklı rivayetlere yer vermek istiyoruz.

Gölpınarlı, Mâide Sûresi’nin 67. ayetinin iniş sebebinin Hz. Peygamber’in Ali’nin velayetini açıklaması olduğunu söylemesine karşın Hz. Peygamber’in bu emir karşısında tereddüte düştüğü ve Cebrail’e “Ümmetim cahiliyye dönemine yakındır.” buyurduğundan söz etmez.

Gene kaynaklarda Hz. Peygamber orada bulunan insanlardan gelip Hz. Ali’yi “Emiru’l-Müminin” olarak kutlamalarını istemiştir. Hz. Ali’yi kendi hizasında bir çadıra oturtmuş, bütün insanlar kadın-erkek gelip biata benzer bir kutlama yapmıştır. Hz. Peygamber’in hanımlarıda gelip Ali’yi tebrik etmişlerdir.

Gölpınarlı Hz. Ömer’in Rasûlullah’a “Bu emir senden mi yoksa Allah’tan mı?” diye sorduğunu söylerken Kazvini bu soruyu Ebû Bekir’le Ömer’in birlikte sorduklarını nakleder.

Tüm bu olaylardan sonra Maide Sûresinin 3. ayeti inmiş ve Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur, “Dinin kemali, nimetin tamam olması, Rabbimin risâletimden razı olması ve benden sonra Ali’nin velayeti için Allah’a hamd olsun.”

Ünlü Şii alim Kuleyni’nin eserlerinde ise Hz. Peygamber’le Cebrail arasında geçen bazı konuşmalara yer verilir. Allah, Hz. Peygamber’e vasisini ilân etmesini emir buyurunca Hz. Peygamber, “Allah’ım, Araplar yalınayak bir kavimdi. onların bir kitapları yoktu, onlara Peygamber gönderilmemişti. Peygamberlerinin nübüvvetinin faziletini ve şerefini bilmezler. Eğer onlara Ehl-i Beyt’imin faziletini haber verecek olursam bana inanmazlar.” dedi. Bunun üzerine “Onlardan dolayı kederlenme”  ve “Size selam olsun de yakında bilecekler”  ayetleri indi. Böylece Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ali’nin faziletini açıkladı. Ama bu olay münafıkların kalplerine

nifak düşürdü. Hz. Peygamber bu durumu öğrendi. Bu olaylar Hz. Peygamber’i çok üzdü ama o genede münafıkların kalbini kazanmaya çalıştı. onlara Hz. Ali’nin faziletlerini anlattı. Ölümünün yaklaştığı haber verildi ve şu ayet nazil oldu, “Boş kaldınmı hemen işe koyul ve Rabbi’ne yönel.”  Bununla kastedilen ilk fırsatta Hz. Ali’nin velayetinin açıklanmasıydı. Hz. Peygamber bu konuşmayı Gadir’de yaptı. Kuleyni’nin naklettiği konuşmada başka kaynaklarda rastlamadığımız kimi sözler var. Mesela, “Bir adam göndereceğim ki Allah ve Rasûlünü sever, Allah ve Rasûlü’de onu sever. Kendisini savaştan dönenlerden gösterecek, arkadaşlarını korkutan ve arkadaşlarından korkan bir kaçak olmayacaktır” ya da “Bundan sonra hak için insanlara kılıç sallayacak odur”, “Nereye meylederse Hak Ali ile beraberdir.”, “Sekaleyni geçmeyin yoksa helâk olursunuz. Onlara öğretmeyin, çünkü onlar sizden çok bilirler”  gibi diğer rivayetlerde geçmeyen ve başka olaylardan tanıdık gelen hadisler arka arkaya toplanmıştır.

Gene Kuleyni, maddi sıkıntı çeken Hz. Peygamber’e mallarını vermek isteyen Ensar sebebiyle inen Şûra 23’ün münafıklar tarafından bu ayetin Allah’tan gelmediği, Hz. Peygamber’in Ali’yi diğer müslümanlara üst etmeye çalıştığı, fey ve humus adı altında mallarını Ali’ye verdiğini idda etmelerine yol açtı. Cebrail’se Hz. Peygamber’e Allah’ın ilim mirasını ve nübüvvet ilmini Hz. Ali’ye vermesini, Allah’ın yeryüzünü velayetini bilen bir imam olmadan bırakmıyacağını, bu velilerin başka bir Peygamber gönderilinceye kadar hüccet olduğunu bildirdi. Bu bilgileri Kuleyni’nin nereden aldığını bilemiyoruz. Kur’an’da böyle bir ayet olmadığına göre herhalde Kuleyni bunların hadis-i kudsi olduğnuu idda ediyor. Ya da Kur’an’da tahrif iddalarıyla bağlantılandırıp, bu manadaki ayetlerin çıkarıldığını kast ediyor. Gene Kuleyni bu ilim mirası ve nübüvvet ilminin bin kelime ve bin bâb olduğunu idda ediyor. Bu kelime ve bâbların her birinin gene biner kelime ve bâbda açıldığını anlatıyor.

Bu konuyla ilgili Kummî’de geçen bir rivayete göre ise Hz. Peygamber’in Ali’yi vasi tayin etmek istediğini anlayan ashabtan 4 münafık Kâbe’de toplandı ve Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in imâmeti ehl-i beytine vermek istediğini, bunun asla gerçekleşmemesi için bir antlaşmaya varıp, imzaladı. Bundan sonra, “yoksa bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu bizde kararlıyız. Yoksa onlar bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır öyle değil,

yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadır.”  ayetleri indi. Daha sonra Gadir’de malum konuşma oldu. Kummi’nin verdiği bilgilerde Hz. Ömer “Bu senden mi Allahtan mı?” diye sorunca Rasûlullah “Allahtan” buyurdu. “Evet Allah’tan ve Rasûlündendir. O müminlerin emiri, muttakilerin imamı ve meşhurların seçkin komutanıdır. Allah onu kıyamet günü sıratın üzerine oturtur. Dostlarını çennete düşmanlarını cehenneme girdirir.” buyurdu. Daha önceden Hz. Peygamber’e zıt tutmuş olan 4 münafık kendilerine katılan on kişiyle birlikte Hz. Peygamber’in Hayfa’da söylediklerini Gadir’de söylediğini, eğer Medine’ye dönerlerse Ali’ye biat etmelerinin isteneceğini konuşup Rasûlullah’ı öldürmeye karar verdiler. (diğer bazı rivayetlerde orada bulunan insanlar tek tek gelip Hz. Ali’ye biat etmişti. Kummî’nin rivayetine göre ya hiç kimse Gadir’de Ali’ye biat etmemiştir, ya da bu münafıkların hiçbiri o anda Gadir’de yoktur. İkinci seçenek idda edilen münafıklar içinde ilk iki halifenin olma ihtimlini ortadan kaldırır). Bu kişiler Akabe civarında Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e pusu kurdular. Ayrıntılarına girmezsek Cebrail bu durumu Hz. Peygamber’e bildirdi. Hz. Peygamber’de yanında bulunan Huzeyfe el-Yemani ile birlikte suikastçilere adlarıyla seslenip onları tanıdığını belirtti. Kaçışıp kalabalığa karıştılar. Ancak Hz Peygamber onları binekelrine bönmeye çalışırken yakaladı. Suçlarını inkar ettiler. Bunun üzerine “Ey Muhammed, o sözleri söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar...  ayeti indi.

Sünniler bu suikast girişimini Tebük Seferi dönüşü olayları içinde zikreder. Gölpınarlı da böyle rivayet etmiş, suikast sırasında Hz. Peygamber’e yardım edenlerin Huzeyfe b. el-Yemân’la birlikte Ammar b. Yasir olduğunu belirtmiştir.

Ayrıca Sünnî kaynaklarda suikasti haber veren Cebrail değildir. Huzeyfe adamların konuşmalarını duymuş, onlar devesinde uyuyan Peygamber’i düşürmeye çalışırken bağırmış Hz. Peygamber’i uyandırarak kurtulmasını sağlamıştır.

Gadir’deki konuşmanın metnine dönecek olursak Tabatabaî, Hz. Peygamber’in hutbesinin devamında, “Burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin, bana inanıp beni tasdik edene Ali’nin velayetini vasiyyet ediyorum. Dikkat!... Ali’nin velayeti ile benim velayetim Rabbi’min bana ahd ettiği bir ahid olup, onu size tebliğ etmem gerekti.” buyurduğunu rivayet etmiştir.

C. Sofuoğlu, E.R. Fığlalı, M.Y. Kandemir gibi bir çok kişi eserlerinde Kazvini’den nakil yaparak Hz. Peygamber’in gene o gün Ali benim kardeşim, vasim ve benden sonra halifemdir.

Ey insanlar! Alah onu size veli ve imam olarak tayin etti. Ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhalefet eden mel’un, sevgi gösteren ise merhamete erecek olandır. Dinleyiniz ve itaat ediniz! Allah mevlânız, Ali ise imamınızdır. İmâmet, ondan sonra kıyamete dek onun soyundan devam edcektir.” buyurduğunu nakletmiştir.

Hem Gölpınarlı hem diğer Şii alimlerin eserlerinde geçen Haris b. Numan el- Fihri’nin Hz. Peygamber’e Ali’nin hilafetine karşı çıkıp onunla tartışması eğer Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  doğru söylüyorsa Allah’tan başına taş yağmasını istemesi ve daha atına varamadan başına taş düşüp ölmesi de ilginç bir rivayettir.

4.9.               Mevla Kelimesinin Anlamı

Bu tartışmaların odak noktasında “mevla” kelimesi bulunmaktadır. Şiilere göre halife, imam manasına gelen bu kelime Sünnilerce aynı anlamda düşünülmemiştir.

Gölpınarlı mevla kelimesinden kastın sevilen kişi, dost olamıyacağını vurgulamaktadır. Ona göre böyle bir söz herhangi bir sebeple herkese söylenebilir. Ama Hz. Peygamber bu sözü son haccı olduğunu bildiği Veda Haccı’ndan dönerken, Mâide Sûresinin 67. ayeti inince söylemiş, Gadir’de büyük bir kalabalığa seslenmiş, sözlerinin orada bulunan herkes tarafından duyulması için yoğun çaba harcamıştır. Peygamber’in sekaleyn hadisinden önce söyledikleri de bunun sıradan bir akraba sevgisi değil, tüm müslümanları ilgilendiren önemli bir konu olduğunu ortaya koymuştur.

Ayrıca gene Hz. Peygamber halka Ali’nin mevlalığını açıklamadan önce Ahzab Sûresi’nin 6. ayetini okumuş, bununla tüm inananlara nefislerinden evla olduğunu hatırlatmıştır. Aynı sûrenin 36. ayetindeyse “Allah ve Rasûlü bir işe hükmettimi erkek, kadın, hiçbir müslüman o işi istediği gibi yapmakta serbest değildir. Ve kim Allah’a ve Peygamberine isyan ederse gerçektende apaçık bir sapıklığa düşmüş, sapıtıp gitmiştir.” buyurulmaktadır. Hz. Peygamber herkesi bu olaya şahid tutmuştur. Demek ki bu işte yani hilafet işinde insanların istedikleri gibi davranma hakkı yoktur. Allah ve Rasûlü hilafetin Ali’nin işi olduğunu zaten açıklamış, müslümanları dikkatli olmaları konusunda uyarmıştır.

Gene oradaki müslümanların Ali’yi tebrik etmeleri, Mâide 3’ün inip dinin tamam olduğunun buyurulması, mevla kelimesine sadece dost, akraba, damat gibi 132

anlamların yüklenmesini imkansızlaştırmaktadır.

Gölpınarlı’nın mevlâ kelimesinin anlamıyla ilgili verdiği bilgilerde tüm Şiiler müttefiktir.

İbn Haldun mevla kelimesinin anlamı konusunda Sünni ve Şii anlayış arasında bir fark olmadığını, anlamın veli olduğunu idda etmektedir.    Fakat bu tesbit doğru değildir. Şiilerin anladığı siyasi ve dini vekilliktir.

Bu tesbit sünni anlayışı yansıtması açısından doğrudur. Hasan el-Müsenna’dan nakledilen bir rivayette Hasan bu sözle emirliğin ve Sultanlığın kastedilmediğini, eğer Hz. Peygamber emirliği kastetse bunu herkesin anlayacağı şekilde açıkça söyleyeceğini, Hz. Peygamber gibi fasih konuşan bir kişinin istediğini anlatmakta sorun yaşamıyacağını, böyle bir emir olsa Hz. Ali’nin bu uğurda savaşacağını yoksa Allah’ın ve Rasûlünün emrini terketmiş olacağını söylemiştir.

Tüm bu anlattıklarımızdan sonra Gadir’de Hz. Peygamber’in yaptığı konuşma ve söylediği sözlerle ilgili kesin bir sonuca varmak mümkün görünmüyor.

İkinci Bölüm: Hz. Peygamber’in Vefatından Sonra Hz. Ali

1.     Hz. Peygamberin Vefatı ve Sonrasında Olan Gelişmeler

1.1.    Kırtas Olayı

Hz. Ali’nin hilafeti konusunda Gadir-i Hum’dan sonra ortaya atılan ikinci bir idda da Hz. Peygamber’in bir vasiyyet yazmak istemesi, fakat Ali’nin hilafetine engel olmak isteyen kişilerin buna mâni olduğudur.

Ancak bu yazılamadığı idda edilen vasiyette Hz. Ebû Bekir’in isminin olacağını söyleyen müslümanlarda vardır. Konuyla ilgili rivayetler çeşitlidir. Şimdi Gölpınarlı’nın görüşlerini esas olmak suretiyle bu rivayetleri inceleyelim.

Hz. Peygamber rahatsızlanmıştı, öleceğini biliyordu. Bunu kızı Fatma’ya da söylemiş, Fatma’nın çok üzülmesi üzerine de ehl-i beytinden ona ilk kavuşacak 135 kişinin kızı olduğunu söylemişti.

Gene Hz. Fatma’ya ölümünün ardından dövünmemesini, ağıtlar yakmamasını tembih etmişti.

Hastalığının ilerlediği bir sırada başında bir bez, sağında Hz. Ali, solunda Fazl b. Abbas bulunduğu halde mescide gelerek insanlara eğer kendisinde hakkı olan biri varsa almasını söylediği bir konuşma yaptılar. Ondan sonra minberden inip namazı kıldırdılar ve Ümmü Seleme’nin evine gittiler. Birkaç gün sonra Hz. Ayşe kendi evine gelmesini rica etti. Hz. Peygamber diğer hanımlarının rızâsını alıp Ayşe’nin evine gittiler. Bilâl bir sabah namaz için Hz. Peygamber’i çağırınca Hz. Rasûl rahatsızlıkları dolayısıyla namaza gelemeyeceklerini söylediler. Ayşe babası Ebû Bekir’in Hafsa’da kendi babası Ömer’in namaz kıldırmasını istediler. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  halsizliğine rağmen Ali ve Fazl’a dayanarak mescide gitti. Ebû Bekir’in önüne geçip mamaza durdular. Bazı rivayetlerdeyse Hz. Ebû Bekir’in namaz kıldırmasını Rasûlullah emretmiştir.  

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  hastalıkları esnasında bir vasiyyet yazdırmak istemişlerdi. Sahâbe-i Kirâm bu hususta Hz. Peygamber’in yanında tartışmaya başladı. İçlerinde Hz. Peygamber’in hastalık dolayısıyla böyle konuştuğunu sananlar oldu.    Hz. Peygamber’de vasiyyet yazdırmaktan vazgeçtiler.

Kimi rivayetlere göre Hz. Ömer olayı şöyle anlatmıştır: Biz huzurdaydık. Hz. Peygamber “Bana yedi tulum su getirin, yüzüme serpin, bir de kalem getirin. Size bir şey yazdırayım ki benden sonra asla yol yitirmeyesiniz.” buyurdular. Zevceleri Rasûlullah’ın istediklerini getirin dediler. (Kimi rivayetlerde bu sözü söyleyen kişinin Zeyneb b. Cahş olduğu nakledilmiştir) Bense, “Susun, siz o kadınlarsınız ki Rasûlullah hasta olunca ağlıyor görünmek için gözlerinizi yumarsınız, esenleşince de boğazını sıkarsınız.” Bu söz üzerine Hz. Rasûl “Bu kadınlar sizden hayırlıdırlar” 138

buyurdu ve odadan çıkmamızı istediler.

Gölpınarlı bu konuyla ilgili verdiğ ibaşka bir rivayeti İbn Sa’d’ın Tabakat’ından almıştır, Cabir şöyle rivayet etmiştir; Hz. Peygamber ölüm halinde ümmet için bir şey yazdırmak, ümmetin yol yitirmemesini başka birininde yollarını vurmamasını sağlamak için bir vasiyyetname yazdırmak istediler.

Gene Gölpınarlı Hanbel’in Müsned’inden şu rivayeti aktarıyor: İbn Abbas diyor ki; Hz. Peygamber’in vefatı yaklaşınca “Bir koyun kemiği getirin de size bir şey yazdırayım. Benden sonra sizden iki kişi bile birbiriyle ayrılığa düşmesin.” buyurdular. Zevcelerinden biri “Yazıklar olsun size Hz. Peygamber vasiyyet yazmak istiyor” dedi. Şeklinde olayı anlatmıştır.

İbn Abbas’tan gelen başka bir rivayette şöyledir: Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  vefatlarıyla sonuçlanan hastalıklarında, “Bana bir kağıt kalem getirinde size bir şey yazdırayım. Ondan sonra asla yol yitirmezsiniz.” buyurdu. Hz. Ömer, “Rum şehirlerinden filan şehir feşman şehir öylece kalacak mı? Rasûlüllah bu şehirleri fethetmeden vefât etmeyecek. Vefât ederse bile tekrar dirilmesini beklemeliyiz; nitekim Musa Peygamberi de İsrailoğulları beklediler” dedi. Hz. Peygamber’in eşi Zeyneb, “Duymuyormusunuz Rasûlullah Size vasiyyet etmek istiyor.” dedi. Derken bir görültüdür koptu. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  “Kalkın, gidin buyurdular. Onlar gidincede Hz. Peygamber vefat ettiler.”

Gölpınarlı bu vasyyetin yazılmış olsa dahi uygulanmmıyacağını, yazılmasına engel olanların bu sefer Hz. Peygamber kendinde değilken yazıldı deyip vasiyyeti kabul etmeyeceklerini belirttikten sonra Buhari’den naklen Hz. Ömer’in şöyle dediğini naklediyor: Hastalık Rasûlullah’ın bütün duygularını kaplamış, elinizde Kur’an var, Allah’ın kitabı bize yeter. Daha sonra Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e istediğinizi getirelim mi? Diye sorulunca “Bundan sonra neye yarar?” buyurduklarını anlatıyor.

Son olarak Gölpınarlı, Taberani’den aldığı şu rivayetle uygulanan çifte standardı göstermeye çalışmıştır: “Birinci halife ölümüyle sonuçlanan hastalığında Osman b. Affân’ı yanına çağırdı. Gelince ona “Yaz” dedi. “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, bu Ebû Kuhâfe oğlu Ebû Bekir’in müslümanlara vasiyyetidir; emmâ bâd “Bu sözlerden sonra kendinden geçti. Osman halife baygınken onun adına “Ben size, yerime geçmek ve halife olmak üzere Ömer b. Hattab’ı bıraktım. Hayrınız için ne gerekiyorsa yaptım.” Sözlerini yazdı. Hz. Ebû Bekir kendine gelince “Ne yazdın?” diye sordu. Hz. Osman yazdıklarını okuyunca “Allahu Ekber, ne yazdıysan kabul ettim.” dedi, ona dûa etti.

Hz. Ebû Bekir’in cenaze işleri bitince Hz. Ömer elinde bir hurma dalıyla halkın huzurunda oturdu. Ebû Bekir’in azadlı kölesi Şedid vasiyetnameyi elinde tutuyordu. Ömer halka, “Dinleyin Rasûlullah’ın halifesi Ebû Bekir’in vasiyyetine itaat edin. Halife diyor ki: Ben bu hususta sizin hayrınızı diledim, bu taksirde bulunmadım. Şedid vasiyyeti okudu ve kabul edildi.

Gölpınarlı bu rivayetle şu noktaya değinmek istiyor; Hz. Peygamber hastayken O’na vasiyyet yazdırılmamıştır fakat birinci halife baygınken yazılan vasiyyet halka bir emir telakkıy edilmiştir.

Gölpınarlı’nın görüşlerini bu şekilde özetledikten sonra şunları söylemek istiyoruz, insan bu iddalardan sonra Sünnilerin vasiyyet olayından hiç bahsetmemesini bekliyor. Ama durum böyle olmamıştır. Bu tarz bir olayın hiç vukû bulmadığının anlatılması yerine Hz. Peygamber’in Ali’yi değil Ebû Bekir’i yerine halife bırakmak istediğinin anlatıldığı meçhul bir vasiyyetten söz edilmiştir. Madem ki hem sünni hem şii kaynaklar Hz. Peygamber’in vefatından önce bir vasıyyet yazdırmak istediğni anlatıyor, o zaman böyle bir olayın olma ihtimalini de göz önünde tutmalıyız.

Ancak anlayamadığım rivâyetlerin Hz. Ali’yi kendisi ile ilgili tüm konularda bu kadar silik, Ömer’in ve Ebû Bekir’in se bu kadar akıllı, atik ve saldırgan göstermeliri. Hz. Ali’yi mazlum göstermeyi amaçlayan birçok rivayet onu mazlum olduğu kadar kendi haklarını korumaktan aciz, insanlara söz geçiremeyen biri olarak da gösteriyor. Bu tür vasıflarsa insanın halifeliğe uygun olmaması sonucunu doğuruyor. Hz. Ömer’in tasviri ise haklı olmadığı ortamlarda bile insanları korkutup sindirerek dediğini yaptırabilen, Hz. Peygamber’e rağmen sözünü dinletebilen diktatör bir tipleme. Her ne kadar Hz. Ömer sert mizaçlı, sinirli biri olsada, Hz. Peygamber’in dinlenmeyip Ömer’in dinlenmesi mümkün olamaz. Savaştaki başarıları ortadayken ve Haşimoğulları’nın desteğini de arkasına almışken, Hz. Peygamber’in soyunun devam ettirileceği vasıflarına sahipken Hz. Ali’nin Ömer’den çekinip, on akarşı haklarını koruyamama sebebinin ne olduğunu biz anlayamadık. Hz. Ali’nin Rasûlullah’ı yalnız bırakmamak için kalem kağıt almaya gitmemesi de ayrıca ilginç bir idda. Hz. Ali gibi Rasûlullah’ın hiçbir sözünden çıkmayan biri nasıl olurda böyle hayati bir isteği yerine getirmez, kağıdı isteyecek bir kişidemi bulunmaz?

Tüm bu anlattıklarımız Hz. Peygamber’in Müslümanlara bazı şeyler vasiyyet etmiş olabilecaği, onların da Allah elçisinin huzurunda tartışmış olabilecekleri ihtimalini ortadan kaldırmaz. Bu tartışma ortamındaysa öne çıkan isim herzaman Hz. Ömer. Hz. Ömer’i böyle davranmaya iten şey Rasûlullah’ın Ömer’in arzu etmediği birini halife tayin etmesi böylece Hz. Ömer’e halife olma kapılarının kapanacağı korkusu olabilir mi? Oysa Hz. Peygamber yerine birini halife tayin etmek istese tek cümleden oluşan bu kelamı söyleyebilirdi.

1.2.               Hz. Peygamber’in Vefatı

Hz. Peygamber ölümüne yakın Hz. Ali’yi çağırmış, cenaze işlemlerinin, kendisinin yıkanması gibi işlerin Ali tarafından yapılmasını istemişti. Hz. Peygamber 142 başı Hz. Ali’nin göğsündeyken vefât ettiler.

Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  vefat ettiği zaman Ömer Medine’de, Ebû Bekir ise Medine’ye bir mil mesafedeki Sünuhtaydı.

Hz. Ali Rasulullah’ı yıkarken şöyle söylüyordu: Babam anam feda sana, senden başkasının vefatıyla kesilmeyecek olan şey, Peygamberlik, din haberleri, gökten gelen hükümler senin vefatınla kesildi. Başkasından ayrılsak teselli bulurduk; senden ayrılığaysa teselli yok, bu sana mahsus, elemin herkeste var; kimse bu elemden hariç değil, bu umumi bir şey. Sabrı emretmeseydin, feryaddan men etmeseydin, gözyaşlarım tükeninceye kadar ağlardım sana; feryadım kesilmezdi, elemim bitmezdi, gene de bu senin için az görünürdü. Fakat neyleyim ki ölüme karşı durmaya kimsenin gücü yok, bunu düşünüp susuyorum. Babam anam feda olsun sana; Rabbinin katında bizi an, şefaat kanadını üzerimize ger.”

Hz. Ali Rasûlullah’ı perde ile ayrılmış bir yerde Abbas’ın oğulları Fazl ve Üsame ile yıkıyordu. Ensâr arka taraftan, “Ya Ali Resûlullah’a hizmetten bizi mahrum etme” dediler. Bu söz üzerine Ali, Evs b. Havli’yi içeri aldı. Zühre oğulları da “Bizler Rasulullah’ın ana tarafından yakınlarıyız” dediler. Onlardan da Abdurrahman b. Avf içeri alındı. Abbas’ın oğlu Kusem’in, Hasan ve Hüseyin’in ailenin yardımcısı Şükran’ın da orada bulunduğu söylenmiştir.

Yapılacak şeyler bitince orada bulunan sahâbe, namazında kimin imamet edeceğini sordular. Hz. Ali “Rasulullah hayatta da imamızdı şimdi de imamız, kılan kendisi kılsın” dedi. Önce kendisi namazını kıldı, ashab da bölük bölük gelip namazını kıldılar.

Nereye gömüleceği konuşulurken Bakî Mezarlığı’na götürelim diyenler oldu. Hz. Ali Rasulullah’ın “Ben vefat ettiğim yere defnedilirim” buyurduklarını hatırlattı. Böylece Hz. Ayşe’nin evine gömülmesi kararlaştırıldı.

Medine’de biri Mekkeliler’in diğeri Medineliler’in olmak üzere iki mezar kazıcısı vardı. İkisine de haber salındı. Hz. Ali Allah’a hangisi daha hayırlı olacaksa onun gelmesi için dûa etti, önce Medineliler’in mezarcısı olan Ebû Talha geldi. Rasulullah Pazartesi günü vefat etmişlerdi. O gün, Salı günü ve gecesinde namazı kılındı. Çarşamba gecesi sabaha karşı defnedildi. Zevceleri biz kazma seslerini duyup Rasûlullah’ın defnedilmekte olduğunu anladık derler. Hz. Ali, Rasulullah’ı kabre indirdiler; mübarek yüzlerini kıblaya çevirdiler ve kefeni yüzlerinden açtılar, lâhitte biriken topraktan bir miktarını serptiler, sonra kabirden çıktılar. Kabri yerden bir karış dört parmak yükselttiler. Üstünü düz bir hale getirdiler ve su döktüler.

1.3.               Beni Saide Sakıyfe’sinde Halife Seçimi

Hz. Peygamber’in cenaze işleri görülürken Ensâr’ın Hazrec boyu Sa’d b. Ubâde’nin halife olması için çabalamaya başlamıştı. Haşimoğulları’yla birlikte Hâlid b. Sa’dü’l-Emevi, Berâ b. Âzibü’l-Ensari, Selman, Ebû Zerr, Mikdad ve Zübeyr gibi birçok isimse bu işe Hz. Ali’nin uygun olduğu görüşündeydi. Hz. Ömer, Ebû Ubeyde, Mugiyre, Abdurrahman b. Avf gibi bazı sahabelerse Hz. Ebû Bekir’in hilafetine taraftardılar.

İbn Hişam’ın anlattığına göre Hz. Ebû Bekir ve Ömer, ensârın Benî Saide Sakıyfesi’nde toplandığı haberini alınca Hz. Peygamber’in yıkanması, techiz ve tekfini tamamlanmadan hemen oraya gittiler. Yolda Ebû Ubeyde’ye rastlayıp onuda yanlarına aldılar.

Ensâr Sa’d b. Ubade’yi hasta olduğu halde yatağıyla Sakıfe’ye getirmişlerdi. Sa’d Allah’a hamd-ü senâ’dan sonra ensârın dine olan yardımlarını, düşmanlarla savaşlarını hatırlatmış, Hz. Peygamber’in ensârdan râzı olarak dünyâdan gittiğini, hilafetin herkesten önce onlar tarafından düşünülmesi gerektiğini söylemişti. Bu sözlere ensar hep bir ağızdan katıldı.

Sa’d b. Ubade’yi çekemeyen Hazrec’in önde gelenlerinden Beşir b. Sa’d, “Ey ensar dedi, Allah’a and olsun ki biz müşriklerle savaşıp dini ilerletmede üstünüz ama bu işte, Allah’ın rızasını kazanmaktan, Peygamber’in buyruğuna uymaktan başka bir amacımız yoktu; bu yüzden de halka karşı başımızı yüceltmeye kalkışmamız doğru olmaz. Biz dine dünya dileğiyle yardım etmedik; bu Allah’ın bize nasib ettiği bir nimetti. Muhammed Kureyşten’dir. Onun boyunun hilafete geçmesi daha doğrudur. Bu hususta Allah’a and olsun ki hiç kimse beni, onlarla savaşa girişmiş göremez” dedi.

Derken Abdurrahman b. Avf ayağa kalkıp, “Ey ensar, sizin birçok faziletiniz var; bunu söylemek gerek, fakat şu da muhakkak ki aranızda Ebû Bekir, ömer ve Ali gibi kişilerden biri yok” dedi.

Bunun üzerine Münzir b. Arkam, “Biz adlarını andığnız kişilerin üstünlüklerini inkâr etmiyoruz, hele bu üç kişiden biri, bize hükmetmeye kalkarsa bir kişi bile ona muhalefette bulunmaz.” dedi. Bu sözle Ali’yi kastediyordu. Ensar hep birden “Biz Ali’den başkasına biat etmeyiz” dedi.

Zübeyr’de Hz. Ali’nin halifeliğini isteyenlerdendi. Kılıcını çekmiş “Ali’ye biat edilmedikçe kılıcımı kınına sokmam” diye bağırıyordu. Hz. Ömer’in işaretiyle Zübeyr’in üstüne hücum ettiler, kılıcını alıp kırdılar.

Müslümanların halifelik konusunda öne sürdükleri delillere karşılık kaynaklar orada bulunan ensarın Hz. Peygamber’in Arap kabilelerinden birine özel bir değer vermediğini, hiçbir nesle hilafet konusunda işaret etmediğini söylemişlerdir.

Gene kaynaklar bize Hz. Ebû Bekir’e biat etmeyen kişiler olduğunu bildirmiştir. Ensar’ın halife adayı olan Sa’d b. Ubade, Hz. Ömer’in tüm zorlamalarına rağmen biat etmemiş, Şam’ın Havran bölgesine gitmiş, orada atılan zehirli bir okla öldürülmüştür. Sa’d’ın cin çarpması yüzünden öldüğü, bu yüzden cesedinin yeşilleşti ği söylenmiş, konu burada kapanmıştır.

Sakife’de bunlar olurken ehl-i beyt cenaze işleriyle meşguldü. Mes’ûdî’nin rivayetine göre Abbâs Ali’ye “Ey kardeşimin oğlu, gel sana biat edeyim de iki kişi bile artık senin hilafetine muhalefette bulunmasın” demiş, Zehebi’de ise bu olay şu şekilde yer almıştır. “Elini uzat da biat edeyim, peygamber’in amcası, Peygamber’in amcasının oğluna biat etti densin, bu takdirde boyunun hepsi de sana biat eder; biat tamamlanınca da artık bozulmasına imkan yoktur.” Cevheri ise şöyle bir rivayet verir; Abbas’la Ali’nin yanına Ebû Süfyan gelip hatırlarını sormuş, Abbas Ali’ye elini uzatmış biat etmek istemiş, eğer Ebû Süfyan gibi ileri gelen biri de sana biat ederse Abdülmenaf oğullarından bir kişi bile sana muhalefet etmez, o zaman Kureyş’ten hiç kimse etmez, Kureyşliler etmezse hiçbir Arap etmez demiş, Hz. Ali ise, “Ben Rasûlullah’ın cenazesiyle meşgulüm” demiştir.

1.4.                                                                                                         Hz. Ebûbekir’in Halife Seçilmesi                                                                                   Karşısında Hz. Ali ve Haşimoğullarının Tutumu

Hz. Peygamber’in hizmeti henüz bitmemişken mescidden tekbir sesi duyuldu. Hz. Ali şaşırarak “Bu nedir?” diye sordu. Abbas ise “Hiç böyle bir şey olmamıştı, ben sana demiştim” ya da “Senin kabul etmediğin oldu” dedi.

Gölpınarlı’nın anlattıklarına göre sahabeden bir topluluk Hz. Ali’ye biat etmek istiyordu. Fakat Ali, Hz. Peygamber’in cenazesiyle meşguldü; onu bırakıp kendisine biat almakla uğraşamazdı. Bu hem inançlarına, hem karakterine tersti. Ayrıca Abbas’ın Ali’yi kınar tarzda söylediği sözlerde gereksizdi. Çünkü Hz. Peygamber Ali’nin velayetini zaten halka bildirmişti. Ebû Süfyan’ın Ali’ye biat etmek istemesi,

 Medine’yi savaşçılarla doldurma vaadi ise boy gayreti gütmekten, müslümanlar arasına nifak sokmaktan başka bir şey değildi.

Abbas ve Ebû Süfyan kendisine biat etmek istedikleri zaman Hz. Ali şunları söyledi, “Ey insanlar, fetneler dalgalarını kurtuluş gemileriyle asın, birbirinizden nefret etme yolunu yarın geçin, övünmek tacını başlarınızdan atın. Ancak kanatlanıp uçanlar yahut teslim olup esenliğe kavuşanlar kurtulur.

Bir sudur ki kokmuş, bir lokmadır ki yiyenin boğazında kalmış, kursağına oturmuş vakitsiz olmamış meyvayı da devşirmeye kalkışan, bitmeyecek yere tohum ekene benzer. Bir şey söylesem baş olmaya hırsı var derler, sussam ölümden korktu derler. Şu büyük küçük savaşlardan sonra buna imkân var mı? And olsun Allah’a ki ölüme çocuğun anasının memesine düşkün olmasından daha düşkünüm. Birde şu var, öyle gizlenmiş bir bilgiye sahibim ki açsaydım size, derin mi derin kuyulara sallanmış ipler gibi sallanırdınız, titrerdiniz.”

Gene Nehcü’lBelaga’da, Ebû Süfyan’ın Hz. Peygamber’in ölümünü ve Ebû Bekir’in halife seçildiğini öğrenince Ali ve Abbas’ın ne yaptığını sorduğu, evlerinde oturdukları söylenince de “Andolsun Allah’a sağ kalırsam onların başlarını en yüce mertebeye ulaştıracağım. Kalkan tozu dumanı kandan başka bir şey yatıştırmaz” demiş, Medine’ye gelince de “Ey Haşimoğulları hükmetmek hususunda insanların tamahını kökünden sökün, hele Teyyim ve Adiy boyunun bu tamaha düşmesine hiç meydan vermeyin. Hüküm ve hükümet sizden çıkmıştır, gene size dönmeli. Bu işe Ebü’l-Hasan’dan başka hiç kimse layık değildir” şeklindeki beyitleri irşad etmiştir.

Hz. Ali’den yüz bulamayan Ebû Süfyan halifenin ve yakın çevresinin ondan kuşkulandıklarını anlamıştı. Yanlarına gitti. Hz. Ömer şerrinden emin olunmayan bu adama Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in davrandığı gibi davranalım, sadakadan beytü’l-Malden birşeyler verelim dedi, verdiler. Böylece Ebû Süfyan halifeye biat etti. Ancak Taberi, Ebû Süfyan’ın Suriye’ye gönderilen ordunun başına oğlu Yezid komutan tayin edilinceye kadar halifeye biat etmediğini nakleder.

Hz. Ebû Bekir’in halife seçildiğini duyan Ali ensarın ne dediğini sormuş, bir emir bizden bir emir sizden teklifini duyunca da şöyle dimiştir, “Rasûlullah’ın iyilerine iyilikte bulunmayı, kötülükte bulunanları bağışlamayı vasiyyet buyurduğnu söylemediler mi? Emir olma hakkı onlarda bulunsaydı onları vasiyyet etmezdi.” Kureyş’in ne dediğini sordu, Rasûlullah’ın Kureyş şeceresine mensup oluşunu delil getirdiler dendi, Ali, “Şecereyi delil getirdiler, meyvayı yitirdiler” demiştir.

Hz. Ebû Bekir’e başta Ali olmak üzere birçok kimse biat etmemişti. Bunlar arasında Abbas, Fazl, Zübeyr, Halid b. Said, Mikdad, Selman, Ebû Zerr, Ammar b. Yâsir, Berâ b. Âzıb, Ubeyy b. Ka’b, Huzeyfe, Ubâde b. Sâmit, Ebü’l-Heysemi’t- Tayyihan gibi seçkin sahabeiler vardı. Bunlar geceleyin toplandılar. Halife seçiminin yeniden ve tüm muhacirin ve ensarın anlaşmasıyla halledilmesini istiyorlardı.

Hz. Ebû Bekir ve Ömer (bir rivayete göre Mugıyra’nın yönlendirmesiyle) Abbas’ın evine gitmiş, Haşimiler’in biatini sağlamak istemişti. Aralarında geçen tartışmadan sonra Abbas “Rasulullah bir ağaçtan ki biz o ağacın dalları, budaklarıyız. Sizse o ağacın gölgesinde oturmaktasınız” deyip biat etmemiştir.

Hz. Ali’nin biatini ne pahasına olursa olsun almak isteyen Ebû Bekir, Ali’yi getirmesi için Ömer’i yollamıştı. Hz. Ali mescide gelince, “Ya Ebû Bekir bizimde bu işte hakkımız yok muydu?” diye sordu. Ebû Bekir ise “Evet ama ben fitne çıkmasından korktum” diye cevap verdi.

Bu münakaşadan sonra Hz. Ali ve taraftarlarının Fatma’nın evinde toplandığını öğrenen halife gurubu dağıtması ve Ali’yi getirmesi için yolladı. Ömer eve gelince Ali ile aralarında tartışmalar oldu, bir sonuç çıkmadı. Bu sefer Hz. Ömer yanında Halid b. Velid, Zeyd b. Sabit, Abdurrahman b. Avf, Muhammed b. Mesleme’nin de içinde bulunduğu bir gurupla geldi. Eline bir meşale almıştı. İçeridekilere dışarıya çıkmalarını söyledi. Hiç kimse dışarı çıkmadı. Hz. Ömer bu sefer, Allah’a and olsun ki dışarıya çıkmazsanız evi içindekilerle beraber yakarım” dedi. Oradakiler Ömer’e ama Fatma da burada dediler. Hz. Fatma kapıya çıktı Ömer’le yüzyüze geldi. Ömer’e “Beni evimde yakmaya mı geldin?” diye sordu. Ömer ise “Evet, bu iş babanın getirdiğini sağlamlaştırır. Rasûlullah’ın hiç kimseyi seni sevdiği kadar sevmediğini biliyorum ama bu yapacağınız işten beni alı koymaz dedi.

Yakubi Hz. Ömer ve yanındakiler içeri girince Hz. Ali’nin kılıcının kırıldığını, Zübeyr’in kınsız bir kılıçla çıkıp Ömer’e saldırdığını ayağı kayıp kılıcının düştüğünü, Ömer’le gelenlerin O’nu tutukladıklarını bildirir.

Evin içinde Hz. Fatma, Ali, Hasan ve Hüseyin’den başka hiç kimse kalmadığı halde, Hz. Ömer “Evi içindekilerle beraber yakın” demekteydi. Hz. Fatma kapı önüne gelmişti, karnına gelen bir darbe sonucunda altı aylık çocuğu Muhsin’i
düşürmüştü. Hz. Fatma, “Evimden çıkmazsanız saçlarımı döker, Allah’a sığınır, sizi şikayet ederim diyordu. Bunun üzerine çıkıp gittiler.

Hz. Ali gene Ebû Bekir’in huzuruna götürülmüş ama biat etmemişti. İbn Ebi’l- Hadid’den gelen bir rivayete göre Hz. Ali Fatma’yı bir eşşeğe bindirmiş, gece vakti ensarın kapılarını çalarak onlardan yardım istemişti.

Çok daha sonraları Muaviye Hz. Ali’ye yazdığı bir mektupta “Daha dün evindeki kadınını geceleri bir merkebe bindiriyor, oğullarının ellerinden tutuyor, kapıları çalıyor, halkı yardıma çağırıyordun, unutkan olsam bile Ebû Süfyan’a seni bu işe tahrik ettiği zaman söylediğin sözü unutmam, “Azim ve irade sahibi 40 kişi bulsaydım hakkımı dilerdim.” demiştin diyerek bu olaya işaret etmiştir.

Yakubî, Hz. Ali’nin ailesinin hayatlarından endişe edip ensârdan yardım istemesinin sebebini şöyle açıklar: “Pazartesi günü Sakıyfe’de yapılan biatten sonra halk Salı günü mescidde durumdan memnuniyetsizliğini Ebû Bekir’e bildirdi. Daha sonra bir topluluk Ali’ye gelip biat etmek istedi. Ali ise onlara “başlarınızı traş edip (ölüme hazırlanıp) gelin” dedi. Ancak ertesi sabah sadece 3 kişi geldi. Bu olay üzerine Hz. Ali hanımı ve çocuklarını korumak hususunda ensardan yardım istemiştir. Bu durum üzerine ensar, “Eğer Ebû Bekir’den önce biat isteseydi onu hiçkimseyle bir tutmaz biat ederdik” demiş, bu sözler üzerine Hz. Ali “Şaşılacak şey Hz. Peygamber’in cenazesini yıkanmadan, kefenlenmeden evinde bırakıp riyaset için savaşmamı mı istiyordunuz.” demiştir. Gene Fatma’nın “Ebu’l-Hasan gerekli vazifesini yaptı, onlarda yapacaklarını yaptılar. Allah’da bunu onlardan soracaktır” dediğini Yakubî nakletmiştir.

İnsanı dehşete düşüren bu rivayetlerden sonra halife seçimi ve Hz. Ali’nin biatiyle ilgili anlattığı birkaç ilginç noktaya değinip, konuyla ilgili farklı rivayetlere geçmek istiyorum. Bunların ilki Hz. Ebû Bekir’e biat için yoğun çaba harcayan sahabelerin ilk iki halifenin yöneticilikleri zamanında kayırıldıklarıdır. Hz. Ebû Bekir, ona ilk biat edenlerden Üseyyid b. Hudayr’ı, bütün ensardan üstün tutardı. Hz. Ömer, Üseyyid’e kardeşim demiş, ölümünden sonra da kabrinin başında oturup “yeryüzünde hiç kimse bu kabir sahibinden iyiyim diyemez” demiştir. Hz. Ömer Ebû Ubeyde’yi Romalılar’la savaşan orduya kumandan yapmış, “ölmemiş olsa onu yerime halife bırakırdım” demiştir. Mugiyra’ya zina haddi vurdurmamış, Abdurrahman b. Avf’ı da ölümünden sonra kurulacak olan şuraya başkan tayin etmiştir.

İkinci konu Hz. Ebû Bekir’in halife seçiminde ensarın kendi içindeki kabileciliğin yani Evs ve Hazrec boylarının rekabetinin oynadığı roldür.

Üçüncü nokta ensarın Hz. Ali’nin orada bulunmamasına rağmen Ali’nin hilafetini istemesi, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde’nin kargaşadan yararlanıp halife seçimini bir oldu bittiye getirmesidir.

Gene Gölpınarlı’ya göre Zübeyr, ensarın kendisini desteklemeyeceğini anlayınca Hz. Ali’ye taraf olmuş ve bu desteğini uzun süre sürdürmüştür.

Ensar’ın halife adayı Sa’d b. Ubade ile Hz. Ömer arasında Sakıyfe’de geçen, birbirlerini ölümle tehdit ettikleri münakaşadan bir süre sonra Sa’d’ın göç ettiği Havran’da zehirli bir okla öldürülmesi de ilginçtir.

Mescitteki biat sırasında Medine’ye gelen Eslemoğulları alış veriş için gelmişti. İstedikleri ticareti yapabilmeleri için Eslemoğulları’na Hz. Ebû Bekir’e biat şartı konmuştur, onlarda topluca biat etmişlerdir.

Hz. Ebû Bekir ve Ömer, Rasulullah’ın defninde bulunmamıştır.

Hastalığı ağırlaşınca Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Ümmü Seleme’nin evine gitmiş, Ayşe’nin ısrarı üzerine diğer hanımlarının rızâsını alarak Ayşe’nin evine gitmiştir.

Rasûlullah Ayşe’nin değil Ali’nin kucağında ölmüştür.

Hz. Peygamber’in Bakıy Mezarlığı’na gömülmesi fikri ağır basmışken Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in öldüğü yere gömülmek istediğini belirtmiş, Rasûlullah’ın Ayşe’nin evine gömülmesine sebep olmuştur.

Hz. Ebû Bekir ve Ömer Haşimoğulları biat etmeyince Abbas’ın evine gitmiş, Hz. Ömer Abbas’a “Sanmayın ki gelişimiz sizden yardım istemek, sizin bize uymanızı sağlamak için. Amacımız müslümanları birleştirmek ve muhalefetin sesinin duyulmasına engel olmak. Bu işin ziyanı size ve muhalefette bulunanlara dokunur” diyerek en başından Abbas’ı tehdit etmiştir.

Hz. Ali, Fatma’nın vefâtına kadar Ebû Bekir’e biat etmemiş, Hz. Fatma’nın ölümünden sonra müslümanlar arasında ayrılık olmaması için, dinden dönenler ve sahte peygamberlerle mücadele gibi konularda halifeye destek olmak için biat etmiştir.  Kaynaklarda Hz. Ali’nin biatiyle ilgili farklı rivayetler de vardır. Genel eğilim müslümanların Sakıyfe ve Mesciddeki biatine Hz. Ali ve taraftarlarının katılmadığı, ilerleyen günlerde bu kişilerin tek tek biat ettiği yönündedir.

Sakıyfe toplantısında Hz. Ali’nin bulunmayışı ilgilide farklı rivayetler öne sürülmüştür. Hz. Ali’nin böyle bir toplantıdan haberi olmadığı idda edilidiği gibi , cenaze işleriyle uğraştığını ya da üzüntüden eve kapandığını söyleyenler olmuştur. Kimi rivayetlerse o sırada Benû Haşim’in durum değerlendirmesi yaptığı yönündedir.

Ali’nin biatiyle ilgili görüşlerden, ikinci gün genel biatle birlikte biat ettiği, ve uzun bir aradan sonra biat ettiğine dair rivayetler şeklinde sınıflandırılabilir. Hemen biat ettiğine dair rivayet Taberi’de yer alır, buna göre Hz. Ali ebû Bekir’e biat edildiğini duymuş, üzerini tam olarak giymeden koşup mescide gitmiş ve Ebû Bekir’e biat etmiştir.

Belazuri’den gelen bir rivayette ise mescidden gelen tekbir sesini duyan Ali ve Abbas saşırmışlar, Abbas “Söylediğim gibi, bu iş sana dönmeyecektir.” demiş. Bunun üzerine Ali Ebû Bekir’in yanına gitmiş, O’na “Bizim de bu işte bir hakkımız yok muydu?” diyerek kırgınlığını belirtmişti. Ebû Bekir’in fitne çıkmaması kaygısıyla böyle yaptığını söylemesi üzerine Ali, “Ben biliyorum ki Rasûlullah namaz kılmakla seni görevlendirdi, sen mağarada iki kişiden birisin. Ancak burada bizimde hakkımız vardı, sen bizimle istişare etmedin, Aallah seni affetsin” dedi ve ona biat etti.

Başka bir rivayetse Hz. Ebû Bekir’in kendisine biat etmeyen Zübeyr ve Ali’yi ayrı ayrı çağırttırması, müslümanların birliğini bozmakmı istediklerini sorması, onlarınsa hayır diyerek hemen biat ettiğidir. Kimi rivayetlerde Ebû Bekir’e sadece mürtedlerin ve irtidatı düşünenlerin biat etmediği vurgulanmıştır.

İkinci gurup rivayetlerse Hz. Ali’nin 6 ay sonra biat ettiğini söylerken kimileri 40 gün sonra Hz. Ömer’in tehditleri yüzünden biat ettiğini söyler. Rivayetlerin geneli biatin Hz. Fatma’nın ölümünden sonra olduğu noktasında toplanmıştır. Taberi’nin naklettiğine göre Hz. Fatma’nın ölümünden sonra halk Ebû Bekir’e biat etmediği için Ali’den uzaklaşmıştı. Bu durumdan rahatsızlık duyan Hz. Ali’de biat etmiştir.

 

Bazı rivayetlerde ise Hz. Ali’nin kısa süre sonra biat ettiği, ancak Fatma ve Ebû Bekir arasında Fedek yüzünden soğukluk girdiği, bu yüzden Ali’nin biati Fatma’nın ölümünden sonra tekrarladığı anlatılır.

Tüm bu rivayetlerin ışığında şunları söyleyebiliriz, Hz. Ali ve yakınları halifelik seçiminde kendilerine danışılmadığı, yangından mal kaçırılır gibi halife seçildiği, kendi derdine düşen müslümanların Hz. Peygamber’in cenazesine saygısızlık ettikleri gibi konular yüzünden en azından kırılmışlardır. Bu yüzden biati geciktirdiler. Herkesin söz hakkının olduğu adil bir seçim yapılsa zaten çıkacak sonuca râzı olurlardı. Bu hususta Hz. Ali’nin Nehcü’l-Belaga’da ki şu sözleri kayda değerdir. “Allah biliyor ki kalbimde ve nefsimde böyle bir istek yoktu. Yardımma ve düşüncelerime başvurulmamasına, düşmanlıkla ve inatla bu işten uzak tutulmama darıldım. Buna rağmen Alalh’a hesap vereceğimi düşünerek nefsime engel oldum. İnşallah yarın gelip biat edeceğiz”.

Seçimle ilgili olarak Zübeyr’in, “Biz istişareden geri bırakıldığımız için kızmıştık” dediği İbn kesir’de anlatılmıştır.

Biatın gecikmesinin sebeplerinden biride Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölümüyle yıkılmış olan Fatma’nın Hz. Ebû Bekir’in hilafetini istememesi ve Fedek yüzünden ona kırılmasıdır.

Bu yüzden Ali, hanımının vefatına kadar halifeden uzak durmuş, ölümünden sonra kimi kaynaklara göre yalnız gelmesi şartıyla Hz. Ebû Bekir’i konuşmak için cağırmıştı. Hz. Ömer Ebû Bekir’den başına bir şey gelebilir kaygısıyla gitmemesini istemiş, buna rağmen Ebû Bekir konuşmaya gitmiştir. Ali’nin kırgınlığını belirtmesi üzerine Ebû Bekir onun gönlünü almaya çalışmıştır. Ertesi gün mescidde toplanılmış, Ebû Bekir söz almış, Ali’nin faziletlerini dile getirmiştir. Daha sonra söz alan Ali ise “Ben Ebû Bekir’in faziletlerini bildiğim halde ona biat etmemiş değilim. Ancak biz bu işte bizimde hakkımız olduğuna inanıyorduk, bu hak elimizden alındı.” demiş, sonra da biat etmiştir. Orada bulunanlar Hz. Ali’nin bu davranışını, takdirle karşılamış, müslümanlar arasında olumlu bir hava oluşmuştur.

Bu konuyla ilgili anlatılabilecek birçok rivayet olmasına karşın biz bu kadarını yeterli görüyoru ve başka bir konuya geçmek istiyoruz.

1.5.               Fedek

Hz. Peygamber, Hayber’in fethi sırasında Payına düşen Fedek Hurmalığını İsra Sûresi’nin 26. ayeti ve Rum Sûresi’nin 38. ayeti nedeniyle en yakını olan Hz. Fatma’ya vermişti.

Hz. Ebû Bekir hilafeti güçlenince Fatma’nın çalışanlarını Fedek’ten çıkartmış, araziyi Beytü’l-mâl adına zapt etmişti. Halife bunu yaparken “Biz Peygamberlerin mirası yoktur, bıraktıklarımız sadakadır” hadisine dayanmıştı.

Bu olay üzerine Hz. Fatma halifeye gelmiş ve mirasını istemiştir. Ayrıca Hz. Ali ve Abbas da miraslarını istemişlerdi. Zaten Fedek miras değil, daha hayattayken kızına hediye ettiği bir şeydir. Gölpınarlıya göre Hz. Ebû Bekir, ne Fatma’nın, ne Ali’nin, ne Rabah’ın, ne Ümmü Eymen’in, ne de Hasan ve Hüseyin’in şahitliklerini kabul etmiş, ne de Hz. Peygamber’in ailesine bir şey vermiştir.

Bu konuyla ilgili hadis ve tarih kitaplarında çokça geçen bir rivayet Hz. Ayşe’den gelmiştir. Buna göre Ayşe, “Fatma Ebû Bekir’e gelerek Allah’ın Peygamber’ine tahsis etmiş olduğu mirasını istedi. Fatma o esnada Hz. Peygamber’in Medine ve Fedek’teki hisselerini ve Hayber’in humusundan geriye kalanı istiyordu. Ebû Bekir ona, “Biz Peygamberler miras bırakmayız, bıraktıklarımız sadakadır” dediğini bu maldan Âl-i Muhammed’in de yiyebileceğini, bu konuda Rasûlullah’ın uygulamasından başka bir şey bilmediğini ifade ederek Fatma’nın isteğini geri çevirdi. Fatma bundan dolayı Ebû Bekir’e kırıldı, ondan ayrıldı ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı. Rasûlullah’tan sonra 6 ay yaşadı. Vefat ettiği zaman kocası Ali namazını kıldırdı, Ebû Bekir’den herhangi bir izin almadan defnetti.” demiştir.

Hz. Ayşe’den gelen başka bir rivayette Fatma mirası almaya Abbas ile birlikte gelmiştir.

Ümmü Hani’den gelen rivayet ise çok daha ayrıntılıdır. Fatma Ebû Bekir’e gelerek, “Sen öldüğün zaman sana kim varis olur” diye sormuş, Ebû Bekir’de “Oğlum ve ehlim” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Fatma, “O halde Rasûlullah’ın mirası bizden başka kimi ilgilendirir?” demiş, Ebû Bekir ise, “Ey Rasûlullah’ın kızı ben babana ev, mal, altın, gümüş gibi şeylerde varis olmadım” demiştir. Fatma, “Evet, ancak Allah’ın ona tahsis ettiği hissesi ve Fedek’teki hakkı bize düşmez mi?” demişti. Ebû Bekir’in cevabı, “Ben Rasulullah’tan duydum, bunlar

Allah’ın bizi doyurduğu şeylerdir, ben öldüğüm zaman müminlerindir.” buyurdu demiştir.  

Hz. Ebû Bekir ve Fatma arasında geçen konuşmaya dair benzer birçok rivayet vardır. Bunların hepsinde Fatma kırılmış ve bir daha bu isteğini tekrarlamayacağını belirterek oradan ayrılmıştır.

Enes’ten nakledilen farklı bir rivayette ise Fatma Ebû Bekir’e “Biliyorsun ki Rasûlullah hisselerinden biz ehl-i beytine miras bıraktı” diyerek bu konuyla ilişkilendirdiği ganimetin 1/5’inin Hz. Peygamber, yakınları, yetimler ve yolcular için olduğuna dair ayeti okudu. Ancak halife humusun tamamının Hz. Peygamber’in ailesine ait olup olmadığı hususunda kararsızdı. Ayrıca akrabaların kalabalık bir gurup olduğunu söylüyordu. Gene Ebû Bekir, Hz. Fatma’ya güvendiğini, eğer babasından açıkça bunları Fatma’ya verdiğini duymuşsa malları alabileceğini söyledi. Hz. Fatma, babasının kendisine özel bir şey söylemediğini, fakat bu ayet inince Hz. Peygamber’in “Allah Âl-i Muhammed’e Zenginlik verdi.” dediğini 171 anlatmıştır.

Gene kimi kaynaklar miras isteyenin sadece Hz. Fatma olmadığını, Hz. Peygamber’in hanımlarının da paylarını istediklerini, yalnız Hz. Ayşe’nin babasıyla aynı görüşü paylaşıp diğer eşlere karşı çıktığını anlatır. Müminlerin anneleri Hz. Osman’ı elçi olarak göndermiş ancak Hz. Ebû Bekir bu isteklerini red etmiştir.

Şia’ya göre bu olaya çok kırılan Fatma halka bir konuşma yapmış, Kuran’dan haklılığını anlatan ayetler okumuş, halifeye karşı onlardan yardım istemiştir.

Şia’nın bu iddalarına karşılık sünnilerde Zeyd b. Ali’den rivayet ettikleri kimi rivayetlerle Hz. Ebû Bekir’in haklılığını kanıtlamaya çalışmışlardır. Hz. Ömer’den gelen farklı bir rivayet daha biatın ilk günü Hz. Fatma gelip mirasını istemişti. Hz. Ebû Bekir O’na, “Bağ olarak mı, bahçe olarak mı, arazi olarak mı?” diye sordu. Fatma ise “Fedek ve Hayber Medineliler için sadakadır, Sen öldüğün zaman kızlarının alacağı şekilde olan mirasımı istiyorum” dedi. Hz. Ebû Bekir, “Vallahi baban benden hayırlıdır, sen de kızlarımdan hayırlısın, fakat Hz Peygamber “Biz miras bırakmayız, bıraktıklarımız ancak sadakadır” buyurdu. Eğer mevcut malları babanın sana verdiği hakkında bilgin kesin ise dediklerini kabul eder senin sözünü tasdik ederim” dedi. Fatma ise “Ümmü Eymen gelip babamın Fedeği bana bıraktığını söyledi” dedi. Halife, “Babandan bizzat duyduğunu söylersen seni kabul ederim” deyince Fatma, “Bildiklerim sana söylediklerimden ibarettir” dedi.  

Bu miras meselesiyle ilgili anlatacağımız son rivayet Hz. Ali ve Abbas’ın halifeye gelip miraslarını istemeleriyle ilgilidir. Ebû Bekir bunu bahsedilen hadise dayanarak red etmiştir. Hz. Peygamber’in vermediği birşeyi ben veremem demiştir. Hz. Ali ise Kur’an’da geçen Peygamberlerin miraslarıyla ilgili ayetleri okumuştur. (Süleyman’ın Davud’a mirascı olması, Zekeriyya’nın kendine mirascı istemesi, Yakub’un ailesine mirasçı olması gibi). Ebû Bekir ise “Söylediklerin doğru, benim bildiklerimi sen de biliyorsun” demiş, Hz. Ali’nin Kur’an’dan okuduğu ayetlere karşı hadisle amel etmeyi tercih etmiştir. Hz. Ali ve Abbas orayı terk etmiş, konu da 174 kapanmıştır.

1.6.               Kur’an’ın Toplanmasıyla İlgili Rivayetler

Tarih boyunca Şia’nın Kur’an-ı kerim’e nasıl baktığı hep bir spekülasyon konusu olmuştur. Ehl-i Sünnetteki genel kanı Şia’nın Kur’an’ın tahrif edildiğine inandığı yönündedir. Şii alimler içinde bu düşünceyi haklı bulmamıza neden olacak kişiler olduğu gibi, sağduyu sahibi ve kaynaklarda geçen bu tür rivayetleri red eden alimlerde mevcuttur.

Tahrife inanan Şiileri böyle düşünmeye sevkeden şey Kur’an’da açıkca Hz. Ali’nin velayeti, 12 İmam ve Mehdi inancını anlatan ayetleri bulamamış olmalarıdır. Bu beklenti onlarda öyle bir hastalık haline gelmiştir ki, Hz. Ali’nin velayetinin açıkça geçmediği kitap Allah’ın kelamı olan Kur’an olsa bile, O’nda tahrif olduğunu idda edecek kadar ileri gitmişlerdir.

Gölpınarlı, Kur’an’da tahrif olduğunu kesinlikle red eden Şii alimlerdendir. O’na göre Kur’ân sûreleri bizzat Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  tarafından tertib edilmiş, isimlendirilmiştir. Rasûlullah’ın âyetler indikçe, bu âyetleri filan sûrenin  filan yerine koyun diye emir buyurduğu da hadislerle sâbittir.

Gölpınarlı daha Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in sağlığında sûrelerin isimlendirildiği ve müslümanlar tarafından okunduğu hakkında birçok rivayete yer verir. Mesela, Ebû Said el-Hudri Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in kendisine Fatiha Sûresinin Kur’an’ın mânen en büyük ve ulu sûresi olduğunu söylediğini anlatmakta, Abdullah b. Mes’ud Hz. Muhammed’in Nisâ Sûresini okuduğunu söylemekte, Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme ise tavafta, Kâ’be’nin yanında namaz kılarken Tûr Sûresini okuduklarını anlatmaktadır. Hz. Ayşe’den gelen Bakara Sûresinin faize dair ayetleri inince secdeye varıp okuduklarını söylemesi ve buna benzer sayısız rivayet, Gölpınarlı’ya göre bu konuya örnektir.

Gölpınarlı, Kur’an’ın Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  zamanında yazılmış ve ezberlenmiş olduğunu, ancak Yemâme savaşında Kur’an’ı ezbere bilenlerin çoğunun şehid olması yüzünden müslümanların kaygılandığını, halife Hz. Ebû Bekir’in Kur’an’ı tek bir mushaf olarak toplatıp çoğalttırmak için harekete geçtiğini anlatır. Hz. Ebû bekir bu görevi Rasûlullah’ın vahiy katiplerinden Zeyd b. Sabit’e vermiştir. Zeyd başta bu görevin sorumluluğundan korkmuş ve kabul etmek istememişse de kendisi gibi konunun uzmanı olan Hz. Ali, Osman, Uby. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr’in yardımlarıyla Kur’an’ı cem etmiştir. Bu iş yapılırken bütün sahabelerden yanlarında bulunan Kur’an ayetleri istenmiş, her ayet için en az iki şahid aranmıştır.

Bu işi yaparlarken Zeyd, Berâe Sûresinin son iki ayetini bulamamış, daha sonra bu ayetler Hz. Peygamber’in tanıklığını iki şahide denk saydığı Zü’ş-Şehadeteyn Ebû Huzeyme’nin yanında bulunmuştur. Bu iki ayette yerine konup Kur’an’ın toplanması tamamlanmıştır.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ali’nin Kur’an’ı cem etmesi, Gölpınarlı’ya göre Ali’nin ayetleri nüzul sırasına göre tertib etmek istemesindendir. Yoksa cem edilen Kur’an’da eksiltmeler ya da eklemeler bulunması Hz. Ali’nin kabul edeceği bir şey değildir. Bu iddalar Allah’a, Rasulüne kitabına ve Ali’ye atılmış büyük iftiralardır.

Sonuç olarak Gölpınarlı’ya göre bugün elimizde bulunan Kur’an, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e inen bütün ayetleri toplamış, bizzat Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  tarafından tertib edilmiş bulunan Kur’ân-ı Mecid’dir. Kur’ân-ı daima okumak gerekir ve o kıyamete dek bize şefaatçidir. Kur’ân’la gerçek ve yalan birbirinden ayrılır. Gulâtın ve Bâtıniler’in hiçbir mesnede dayanmayan saçma ve kasıtlı rivayetleri asla kabul edilemez.

1.7.               Hz. Ali ve Kur’an-ı Kerim

Hz. Ali Kur’an-ı Kerim’i en iyi bilen sahabelerden biriydi, hatta muhtemelen en iyisi. O’nun “Bana Allah’ın kitabından sorun, Allah’a and olsun ki ben Kur’an’daki herbir ayetin ne zaman ve ne hakkında nâzil olduğunu bilirim. Çünkü, Rabbim bana akleden bir kalp ve çok sorup soruşturan bir lisan lutfetti.” şeklindeki sözü birçok kaynakta yer alır. İbn Abbas’la birlikte Kûfe kurrasının hocası olan ve pek çok alim yetiştiren Hz. Ali, insanlara Allah kelamını, Rasûlullah’ın Sünnetini öğretmek için yoğun çaba harcamıştır.

Hz. Ali, 5 yaşından itibaren Hz. Peygamber’in yanında olmuş, ölümüne dek O’ndan ayrılmamıştır. Bu durum O’nun güzel ahlakı ve üstün zekasıyla birleşince ortaya bir Kur’an ve Sünnet otoritesi çıkmıştır.

Hz. Ali, Rasûlullah’ın vahiy katiplerinden biridir. Ayrıca O, Hz. Peygamber’in Kur’an’ı öğretmekle görevlendirdiği 7 meşhur sahabiden biridir. Hz. Ali’nin Kur’an’ı Rasul-i Ekrem’in hayatında ezberlediği akla daha uygun olsa da, bunun aksini idda eden rivayetler de vardır. Mesela Buhâri’de geçen bir hadiste Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] , “Kur’an’ı bu 4 kişiden; Abdullah b. Mes’ud, Sâlim, Muâz b. Cebel, Übey b. Kab dan öğrenin” buyurmuştur.  Ancak İbn Nedim, Hz. Ali’nin Kur’an’ı ezberleyen kişilerin ilki olduğunu söyler.

İslami ilimler konusundaki engin bilgisi, onun ayrı bir mushafa sahip olup olmadığı, kıraat farklılıklarına, anlam merkezli okumaya, hadis yazımı, içtihad metodları gibi konulara nasıl baktığı, İslâm tarihi boyunca tüm mezheplerin etrafında şekillendiği Ali’nin görüşlerini öğrenmemiz bizce zorunlu kılmaktadır.

Tevatür derecesine ulaşan rivayetlerden anlıyoruz ki ilk dönem müslümanları için Kur’an’ın lafzından çok manası önemli idi. Bu yüzden Kur’an’ın anlam merkezli olarak okunup aktarılması gayet normal karşılanıyordu.

Kaynaklar bize farklı kıraatlerin Hz. Osman zamanında yasaklandığını, resmi mushafın dışında kalan ve farklı kıraatler içeren Kur’an’ların yakıldığını ve bu konuda Ali’nin Hz. Osman’ı desteklediğini anlatmaktadır. Böylece müslümanlar arasında farklı kıraatler yüzünden çıkan ihtilafların önü alınmıştır.

Sünni alimler kıraat farklılıklarıyla ilgili iznin Kur’an’ın nuzül dönemiyle sınırlı olduğunu, bu iznin de insanların Kur’an’ı daha kolay anlaması için olduğunu
savunurken Şia, Kur’an’ın 7 harf üzere inmediğini, kıraat farklılıklarının ümmeti sıkıntıya sokmaktan başka bir işe yaramadığını, Rasûlullah’ın ise ümmete sıkıntı olabilecek birşeyi Allah’tan istemeyeceğini savunur. Ehl-i beyt imamlarından farklı kıraatlere dair rivayetler gelmemesi de bundandır. Farklı kıraatlerin varlığnıı rededen birçok rivayeti de konuyu açıklamak için anlatırlar. Mesela Fudeyl b. Yesar birgün Ebû Abdillah’a “İnsanlar Kur’an’ın 7 harf üzerine nâzil olduğunu söylüyorlar, siz bu konuda ne dersiniz?” diye sormuş, Ebû Abdillah’tan “Allah düşmanları yalan söylüyorlar. Kur’ an tek bir harf üzerine, bir olan Allah tarafından indirilmiştir.” diye cevap vermiştir.

Buna Karşın Hz. Ali’nin kimi ayetleri farklı okuduğuna dair çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerin şaz kategorisinde olduğu ve kesin sayılarını belirtmenin zorluğu ortadadır. Ancak bazı tefsir ve hadis kitaplarındaki kayıtlar Ali’nin Mâide 5/107, En’âm 6/33,159, Enfâl 8/6, Hûd 11/42, R’ad 13/31, İbrahim 14/46, Nahl 16/9, İsra 17/44, 102, Kehf 18/102, Ankebût 29/3, Rûm 30/54, ahzâb 33/40, Yasin 36/52, Zuhruf 43/13,41,57,77, Tûr 52/21, Necm 53/15, Vâkıa 56/29, Asr 103/1 ve Hümeze 179 104/9. ayetlerini mütevatir adledilen kıraatlerden farklı olarak okuduğunu anlatır. 9

Ancak verdiğimiz bu örnekler kimi alimlerce anlam merkezli okumayla farklı kıraatlerin aynı şey olmadığı belirtilerek eleştirilmiş, 7 harf kıraatinin anlamla ilgili bir husus olmayıp lafzın telaffuzuyla ilgili olduğu vurgulanmıştır.

1.8.               Kur’an’ın Toplanması

Kaynakların çoğu Hz. Ali’nin Rasûlullah’ın vefâtından hemen sonra insanların hafifmeşrep tutum ve davranışlarından rahatsız olup evine kapandığını ve Kur’an’ı 3 gün içinde cem ettiğini anlatır. Ancak hafif meşreplik olarak çevrilen “tayraten” kelimesi istikrarsızlık, kararsızlık, ne yapacağını bilememe, acelecilik gibi anlamlara da gelir ki bu anlamlar Hz. Peygamber’in vefâtından sonra müslümanların içinde bulunduğu durumu anlatmaya daha uygundur. Bu toplama işini Ali’nin ezberden mi yaptığı, yoksa ayrı yerde bulunan sureleri mi birleştirdiği hakkında elimizde kesin bilgi yoktur.

Şii kaynaklarda Hz. Ali’nin mushafı ezberden değil, Hz. Peygamber’den aldığı yazılı metinlerden topladığı inanç yaygındır. Bu görüşü savunanlara göre Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ölüm döşeğindeyken Ali’ye, “Kur’an sayfaları ipek kumaş parçaları ve kırtaslara yazılmış bir halde yatağımın başucunda durmaktadır. Onları al ve derle. Onu Yahudilerin tevrat’ı heder ettikleri gibi heder etmeyin” buyurmuş, bu emir üzerine Hz. Ali kalkmış, Kur’an ayetlerinin yazıldığı muhtelif nesneleri sarı renkli bir kumaşla bohçalayıp evine götürmüştür. Bu dağınık parçaları bir mushaf haline getirinceye dek cübbesini giyip dışarıya çıkmamaya yemin etmiştir.

1.9.Sahife, Câmia, Cefr, Fatma Mushafı

Kaynaklar Hz. Ali daha yaşarken birtakım insanların O’nun başka hiçkimsede olmayan bilgilere sahip olduğunu düşündüğünü anlatmaktadır. Buhâri’deki bir hadise göre Ebû Cuhayfe adlı bir kişi Hz. Ali’ye gelmiş, “Sende Kur’an’dan başka bir ilim var mı?” diye sormuş, Hz. Ali ise Allah’ın kendisine lutfettiği akıl ve idrak kapasitesi ile temel dini metinlerden istinbat ettiği bazı manâlar (hükümler-sonuçlar) dışında 181

herkesin bildiğinden farklı bir ilime sahip olmadığını belirtmiştir.

Gene Hz. Ali birçok defalar kendisinin Allah’ın kitabı ve kılıcının kınında taşıdığı hadis sayfası dışında bir bilgiye sahip olmadığını, Hz. Peygamber’in O’na özel bilgiler vermediğini belirtmiştir.

Ahmed b. Hanbel’de Hz. Ali’nin şöyle bir söz söylediği nakledilir, “Şunu bilin ki ben ne bir peygamberim ve ne de bana vahiy geliyor. Ben sadece gücüm yettiğince Allah’ın kitabı ve elçisinin sünnetiyle amel ediyorum.”

Ancak bu rivayetler kimi şiileri ve mutasavvıfları tatmin etmemiş olacak ki, kimi şiiler Hz. Ali’nin diğer imamlara tevarüs eden gizli bilgilere sahip olduğunu savunurken, mutasavvıflar bu bilgilerin tevarus yoluyla kimi mürşidlere geçtiğini savunmuşlardır. Hz. Ali’nin “Allah’ın kitabından bana isteğinizi sorun” şeklindeki sözünü “Bana kıyamete dek vukû bulacak herşey hakkında sorun” biçimine dönüştürmüşlerdir.

Şii kaynaklarda geçen ve çoğu Ebû Abdillah’a dayandırılan garip rivayetler vardır, bunlar dialog şeklindedir ve istenilen cevaplara uygun sorularla yönlendirilir. Gayet uzun olan bu metinleri özetleyecek olursak birinde Ebû Cafer şöyle demiştir: “Câmia uzunluğu Allah Rasulü’nün arşını ile yetmiş arşından Rasûlullah’ın Ali’ye yazdırdığı içerisinde helal ve haramların, yaralama diyetine kadar insanların muhtaç oldukları herşeyin olduğu bir sahifedir. Bizde “Cefr” vardır, o deriden bir kaptır ki içerisinde nebilerin, vasilerin ve İsrailoğulları’ndan geçmiş alimlerin ilmi vardır. Bizde Fatma mushafı vardır. O sizin bu Kur’an’ınızdan üç kere daha büyük bir mushaftır. Vallahi onun içerisinde sizin Kur’an’ınızdan tek bir harf yoktur. Ve bizde meydana gelmiş olayların ve kıyamete dek olacakların bilgisi vardır.”

Kuleyni’de geçen bu rivayetin benzerleride vardır,

-    Cefr içi ilimle dolu olan sığır derisidir.

-   İki Cefr vardır, beyaz Cefr, kırmızı Cefr. Beyaz Cefrin içerisinde Davud’un Zebûr’u, Musa’nın Tevrat’ı, İsa’nın İncil’i, İbrahim’in Suhufu, helal ve haram olanların bilgisi ve Fatma mushafı vardır. Onda Kur’an ayetleri yoktur fakat ihtiyaç duyulan herşeyin ilmi, hatta celde, yarım celde, çeyrek celde ve yaralama diyeti vardır. Kırmızı cefrde ise silah vardır, bu Cefr öldürme cezası için öldürmeye yetkili olan tarafından açılacaktır.

Gene Ebû Abdillah’tan naklen, Hz. Fatma’nın babasının ölümü yüzünden çok üzüldüğü, Allah’ın Fatma’yı teselli etmek için bir melek gönderdiği, Ali’nin de meleğin söylediklerini yazıp bir mushaf oluşturduğu ve mushafta helal ve harama dair hiçbir bilgi olmayap geleceğin bilgisi olduğu anlatılmıştır.

Bir başka rivayetse Fatma mushafında Hasanoğullarına dair hiçbir bilgi olmadığı, Hüseyin’in soyunun bilgisi ve Peygamber’in silahı olduğuna dairdir.

Ancak anlattığımız tüm bilgilerin ortak noktası müshaf, câmia gibi kitapların Kur’an’dan farklı metinler olduğu ve Kur’an’ın tahrifiyle bağlantısı olmadğıını göstermektedir. Hz. Ali’nin bir sahifesi olduğu, buna Hz. Peygamber’den okuduğu kimi şeyleri yazdığı ve kılıcının kınında taşıdığı herkesçe bilinen birşeydir. Bunun dışında Hz. Ali’nin yazdığı tefsir bilgileri ve benzeri şeyler çocuklarına intikal etmiş olabilir. Bu tür bir kitabın varlığı onda geleceğe ait bilgilerin ya da gizli vahiylerin olduğu anlamına gelmez. Ayrıca Hz. Fatma’nın kendisine ait bir mushafı olması da doğaldır. Çünkü Hz. Ayşe, Hafsa, Ümmü Seleme gibi bir çok sahabenin kendilerine ait mushafları vardır. Hal böyleyken Hz. Fatma’nın bir mushafı olması bunun çeşitli notlar içermesi neden garip olsun?

1.10.    Hz. Fatma’nın Vefatı

Hz. Fatma, Ehl-i Beyt içerisinde Rasûlullah’a ilk kavuşandır. Ehl-i Beyt kanalıyla gelen rivayetlerde babasından sonra 95 gün yaşamışlardır.  Diğer bazı rivayetlerde babasının vefatıyla çok sarsılan Fatma’nın hastalandığı, her geçen gündaha kötüye giderek babasından 5,5 ay sonra yani 3 Ramazan 11’de öldüğü yönündedir.

Kaynaklarda Hz. Fatma’nın gece vefât ettiği ve gene kendi isteğiyle ölümü kimseye haber verilmeden gömüldüğü anlatılır. Kendisini Hz. Ali yıkayıp kefenlemiştir. Gene kaynaklar Fatma’nın namazını Abbas’ın kıldırdığını, O’nu mezara Ali ve Fadl b. Abbas’ın indirdiğini, gömülmesi hususunda Hz. Ebû Bekir’den izin alınmadığını ve Hz. Fatma’nın başka bölgelerde insanların tabuta konup mezara götürüldüğünü öğrenmesi üzerine tabuta konmayı istediği ve eşi Ali’nin onun bu vasiyyetini yerine getirdiğini anlatır.

Hem halife seçimi, hem Fedek arazisi yüzünden Ebû Bekir ve Ömer’e kırgın hatta küs olduğu idda edilen Fatma hasta iken Ebû Bekir’in O’nu ziyarete geldiği, içeri girmek için izin istediği, Ali’nin hanımına izin verip vermediğini sorduğu Şa’bi tarafından anlatılır. Bunun üzerine Fatma eşine “O’na izin vermemi ister misin?” diye sormuş, Ali “İsterim” deyince izin vermiştir. Hz. Ebû Bekir Fatma’nın gönlünü almak istemiş, “Vallahi Allah’ı, Rasûlünü, Siz ehl-i beytini razı etmekten başka ehlime ve kavmime bir şey bırakmadım” diyerek Fatma’nın gönlünü almaya çalışmış, kendini affettirene kadar da oradan ayrılmamıştır. Ancak Şii kaynaklarda Hz. Fatma’nın birlikte gelen Ebû Bekir ve Ömer’i evine kabûl etmediği, buna rağmen Hz. Ali ile konuşarak içeri girdikleri, Hz. Fatma’nın onların selamını almadığı, onların yanında yüzünü duvara dönerek oturduğu anlatılmaktadır.

Hz. Fatma’nın vefatından sonra Hz. Ayşe içeri girmek istemiş ancak orada bulunan Esma bnt. Umeys bunu kabûl etmemiştir. Ayşe gidip bu olayı babasına şikayet edince Hz. Ebû Bekir nedenini Esma’ya sormuş, Esma Fatma’nın kimsenin içeri sokulmamasını vasiyyet ettiğini söylemiştir.

Gene kimi kaynaklarda Hasan ve Hüseyin’in annelerinin Rasûlullah’ın yanına gömülmesini Hz. Ayşe’den istediklerini ancak Ayşe’nin “Sevmediğim bir kimseyi benim odama defnetmeyin” dediği anlatılır.  Her ne kadar Günal, bu rivayetin Hasan ve Hüseyin’in böyle bir şey isteyemeyecek kadar küçük olduklarını söyleyerek yanlışlığını ispatlamaya çalışsa da, ne Fatma’nın, ne Ali’nin, ne de Hasan ve Hüseyin’in hiçbirinin Rasulullah’ın yanına gömülmediği gerçeği göz önüne alınınca doğruluğu da mümkündür. Fatma ve ailesinin Rasûlullah’ın yanına gömülmeyi ne kadar çok isteyecekleri şüphe götürmez ancak onlardan hiç biri Hz. Ayşe’nin evine gömülemezken başta ilk 2 halife olmak üzere birçok sahabenin oraya gömülmesi bizce manidardır. Ayrıca Hz. Fatma’nın yıkanması ve gömülmesi esnasında ailesinden başka hiçkimseyi istememesi bizce sahabeye karşı duyduğu kırgınlığın sonucudur. Ancak O’nun asaleti ve kibarlığı göz önüne alındığında evine gelen Ebû Bekir ve Ömer’e kötü davranmış olması da bizce muhtemel değildir.

Nehcü’l-Belâga’da Hz. Ali’nin Fatma’nın defni sırasında Rasûlullah’a şöyle hitab ettiği anlatılır: “Selâm olsun sana benden ve civarına inen, sana pek çabuk kavuşan kızından yâ Rasûlullah. Senin seçilmiş kızından ayrıldığımdan dolayı sabrım azaldı, kudretim kalmadı. Ancak senden ayrılmam, senin vefâtını görmek çok daha büyük bir acıydı, Ona sabrettikten sonra buna da sabretmek gerek. Seni kabrine yatırdım; senin ruhun boynumla göğsüm arasında kabzedildi. Emânetin benden alındı, bana verdiğin elimden çıktı. Fakat Allah beni de senin bulunduğun yere alıncaya dek derdim sürüp gidecek, gecelerim uykusuz olarak sabahı bulacak. Ümmetinden çektiklerimizi sana kızın haber verecektir, ona sor, hadi ondan haber al. Hem de bunlar senden ayrılığımız uzamadan, senin anılışın unutulmadan olup bitti. Selâm olsun ikinize de, Selâm verip ve dua eden kişinin selamıyla, incinmiş darılmış kişinin selamıyla değil. Ayrılıp gidersem, usancımdan değil, oturur derdimi söylersem de Allah’ın sabredenlere vaadettiği ecir hakkında kötü bir zana düştüğümden değil.”

2.    İlk Üç Halife Döneminde Hz Ali

2.1.               Hz. Ebû Bekir Döneminde Hz. Ali

Kaynaklar Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesi ve Hz. Fatma ile aralarında Fedek yüzünden geçen anlaşmazlıktan başka herhangi bir sorundan bahsetmez. Aksine Hz. Ebû Bekir ve Ali birbirlerine karşı saygıyla davranmış ve Hz. Ali Ebû Bekir’e her konuda yardımcı olmaktan çekinmemiştir.

Hem Hz. Ebû Bekir hem Hz. Ömer ashabla işbirliği içinde olmuş, onların görüşlerine önem vermiş, devleti bu görüşleri göz önünde bulundurarak yönetmiştir. Hz. Ali’nin bu iki halife döneminde aktif siyasi ya da askeri bir görev almaması O’nun halifelere duyduğu kırgınlıkla açıklanabileceği gibi, ilk iki halifenin iktidara alternatif olabilecek Haşimoğullarını kilit görevlere getirmemeleriyle de açıklanabilir.

Hz. Ebû Bekir’in hilafeti döneminde iki önemli icraatı vardır. Kur’an’ın toplanması ve dinden dönenlerle mücadele. Bu iki olayda da Hz. Ali’nin halifeye çok büyük destek olduğunu görüyoruz. Ancak buna rağmen Hz. Ali fetih hareketleride dahil olmak üzere hiçbir resmi görev almamış, istişare meclisinin bir üyesi sıfatıyla halifenen danışmanlarından birisi olarak kalmıştır. Özellikle Hz. Ömer, Ali’nin siyasi yönünden değil fıkıh bilgisinden istifade etmeyi tercih etmiştir.  

Hz. Ebû Bekir İslam’dan dönenlerle ve sahte peygamberlerle savaşmıştır. Bu savaşlara Hz. Ali de katıldı. Müslümanları zora sokan başka bir gurup daha vardı ki, bunlar müslüman kaldıklarını söylemelerine rağmen vergilerini yani zekatlarını devlete vermeyi red ediyorlardı. Böyle davranan kişilerin iman ve amelin ayrı şeyler olduğunu savunanların öncüleri olduğu söylenebilir. Ancak Hz. Ebû Bekir iman ve amelin birbirinden ayrı olamayacağını düşünüyordu, bu yüzden zekât vermeyenlerle . 193 savaştı.

Kaynaklarda Hz. Ebû Bekir ve Ali’nin birlikte anıldığı kimi rivayetler vardır. Bunlardan birinde Hz. Ebû Bekir şöyle demiştir. “Allah’a yemin olsun ki Rasûlullah’ın akrabaları, benim nazarımda kendi akrabalarımdan daha sevimli ve üstündür.” Buna bağlı olarak şu rivayeti anlatmak istiyoruz bir defasında Hz. Peygamber ashabı ile mescidde otururlarken Hz. Ali oraya gelmiş, bir müddet oturacak yer aramıştı. Hz. Peygamber ona yer açılmasını ister bir biçimde ashabın yüzüne bakarken, Rasûlullah’ın hemen sağında oturan Ebû Bekir durumu sezmiş ve biraz yan tarafa yanaşarak “Buraya ey Ebâ Hasan” diyerek açtığı yere oturmasını sağlamıştı. Hz. Ali gelip Rasûlullah’la Ebû Bekir’in arasına oturmuştu. Bu duruma son derece memnun olan Hz. Peygamber “Ya Ebû Bekir faziletli olan kişilerin faziletini ancak faziletli olanlar anlar” diyerek onu taltif etmişti. Ukbe b. Haris’ten nakledilen bir rivayete göre de Hz. Peygamber’in vefâtından birkaç gün sonra Ebû Bekir ile Ali birlikte ikindi namazından çıkmışlar, Hasan’ı orada arkadaşları ile oynarken görmüşlerdi. Hz. Ebû Bekir Hasan’ı omuzuna alarak “babasına değil Rasûlullah’a benzeyen çocuk” diye sevmiş, Hz. Ali de bu sözlere gülmüştü.

Gene başka bir rivayetle Hz. Ali Kûfe’de iken yanına bir adam gelmiş Hz. Ali’ye “Senden daha hayırlı bir kimseyi görmedim” diye seslenmiş. Hz. Ali adama Rasûlullah’ı, Ebû Bekir’i ya da Ömer’i görüp görmediğini sormuş, adam üçünü de görmediğini söyleyince Hz. Ali, “Eğer biri bana onları gördüğünü haber verirse seni acıtacağım” demiştir. Hz. Ali’nin çocuklarından birinin adını Ebû Bekir koyması da ona duyduğu sevginin bir sonucu olsa gerektir.

Hz. Ebû Bekir’in ölümü H. 13’tedir. Hz. Ali, Ebû Bekir’in ölümünü duyunca istircâda bulunmuş, ağlayarak hızlı bir biçimde evine gitmiş, “Allah sana merhamet etsin ey Ebû Bekir, vallahi sen İslam’a ilk giren, imanı tam olan, teslimiyyet gösteren ve Allah’tan en çok korkan idin, Allah Rasûlü ile beraber bulunup O’nu korudun; ahlak, fazilet ve hidayet olarak O’na en çok benzeyen sen idin. Allah sana İslam’da büyük hayır ihsan etmiştir. İnsanlar Rasûlullah’ı yalanlarken sen O’nu tasdik ettin... diye devam eden konuşmasında O’nun faziletini dile getirmiştir.

Hz. Ebû Bekir ölmeden önce yerine Hz. Ömer’in geçmesini vasiyyet etmişti. Bu konuyu daha önce anlattığımız için ayrıntıya girmeye gerek duymuyoruz.

2.2.               Hz. Ömer Döneminde Hz. Ali

Adiyy boyundan Hattab’ın oğlu olan Hz. Ömer çocukluğunu deve çobanlığıyla geçirmiş, gençliğinde ticaret yapmış bir kişiydi. Babası gibi ensab bilgisini çok iyi bilirdi. Kimi zamanlar Ukâz panayırında güreşirdi. Müslüman olmadan önce okuma yazma öğrenmişti.

İslam tarihinde raşit halifelerin öne çıkan özellikleri vardır. Hz. Ebû Bekir çok zeki, uyumlu, yerine göre hareket etmesini bilen bir kişiyken, Hz. Ömer’in adil yönetimi ve sert yapısı ön plana çıkarılır. Kimi zaman aşırıya kaçan bu sertlikler onun müslüman olmadan önce yaptığı bir çok şeyden büyük pişmanlık duymasına yol açmıştır. Hz. Ömer cahiliyye döneminde müslüman olan cariyesini sürekli döver, ona işkence ederdi. Aynı sert tavrını müslüman olan kız kardeşi ve eniştesine karşı da sürdürmüştür. Ancak onların dindeki sebâtlarından etkilenen Hz. Ömer, evinden Rasûlullah’ı öldürmek için çıkmış, müslüman olarak geri dönmüştü.

Ancak onun sert mizacı müslüman olduktan sonra da sürdü, özel hayatında ve hilafeti döneminde kadınlara karşı tutumu, Bedir esirleri hakkında herkesin kendi akrabasını öldürmesine yönelik teklifi hep bu sert mizacın sonucudur.

Şii kaynaklar O’nun sert mizacıyla birlikte, Ebû Bekir’in etkisi altında kaldığı, birçok şeyi anlamak için Ebû Bekir’e başvurduğu imajını öne çıkarır. Ve bu iddalarına örnek olarak Hudeybiyye Barışı’nın gerekçesini anlayamayan Ömer’in Rasûlullah’la konuştuktan  sonra Ebû Bekir’e başvurmasını ve Hz. Peygamber’in vefâtı sırasında yanına Hz. Ebû Bekir gelene kadar ki davranışlarını gösterir.

Hz. Ömer uzun sayılabilecek hilafeti döneminde birçok ilginç icraata imza atmıştır. Ayrıca Irak’ın bir bölümü ve Mısır, onun döneminde fethedilmiştir. O hilafete gelince halkı cihada çağırmış, Irak’a yolladığı ordunun başına Ebû Ubeyde’yi getirmişti. Burada yapılan savaşlarda İslam ordusuda çok sayıda kayıp verdi ancak zafer müslümanlarındı.

Daha sonra yapılan savaşlarda ordu komutanlıklarına Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebû Vakkas getirilmişti. İranlılar’la yapılan çetin savaşlardan sonra tüm Irak ele geçirildi. Irak’ın ele geçirilmesinden sonra İran şahı Yezdgürd büyük bir ordu toplamaya başladı. Kûfe valisi Ammar bunu Hz. Ömer’e bir mektupla bildirdi. Hz. Ömer ne yapılması gerektiğini mescidde ashaba danıştı. Hz. Osman, Ömer’in de savaşa gitmesi fikrini ileri sürdü. Fakat Hz. Ali buna karşı çıktı ve “Toplumun başı merkezden ayrılırsa karışıklık çıkabilir.” dedi. Hz. Ömer Ali’nin fikrini kabul etti ve orduya gereken emirleri verip uğurladı.

Bu ordu büyük başarılar elde etti ve İslam topraklarına Nehavend, azerbaycan, Taberistan, Kirman, Sicistan ve civar şehirleri kattı.

Bu gelişmelerin akabinde Ebû Ubeyde kumandasındaki bir ordu Suriye’ye gönderildi. Ömer de savaşa katılmak istiyordu. Ali gene müdahale etti ve dedi ki, “İleriye gitmesi yahut bozulması ne ordunun çokluğuyla ne azlığıyla. Bu din Allah’ın dinidir, Allah meydana çıkarmıştır. Bu ordu O’nun hazırladığı, O’nun yardım ettiği ordudur. Böylece ne olacaksa olur, biz Allah’ın vaad ettiğine kavuşuruz; ordusuna o yardım eder. Karşıdakiler seni gördülermi Arab’ın direği derler; onu kestik mi rahat ediriz; bu yüzden sana saldırırlar. Sen değirmen taşının çivisi gibi yerinde dur, arap senin çevrende dönsün. Esas yıkılırsa herşey yıkılır, gider. Bir daha da düzene girmez. Ordu onlara nisbetle az bile olsa İslam gayretiyle çoktur. Sen burada kal, orduyu gönder. Biz nice çok kişilerle savaşmışız da Allah’ın yardımı ile üst olmuşuzdur.

Hz. Ali’nin Ömer’e yaptığı bu nasihatlerden sonra onun Ömer’e düşman olduğu, takiyye yaptığı gibi iddalar bizce hiç mantıklı değildir. Eğer Ali Hz. Ömer’e düşman olsa ölmesi ihtimalini göz önünde tutarak onun savaşa gitmesini isterdi. Ama Hz. Ali iktidar hırsıyla değil, müslümanların huzurunu önceleyerek hareket etmiştir.

Başka ilginç bir gelişme de Hz. Ömer’in fazla mal mülk edindiği için Halid b. Velid’i ordu komutanlığından azletmesidir.

Bu dönemde karşılaşılan başka bir olay da Mısır ve Irak’ta ortaya çıkan büyük vebâ salgınıydı. Sam’daki salgında 25 bin kişi ölmüştü. Hz. Ömer onları ziyaret etmek için yola çıktı. Şam’ın kumandan ve idarecileri yolda onu karşıladı. Bu karşılayanlar arasında Ebû Ubeyde el-Cerrah, Yezid b. Ebû Süfyan ve Halid b. Velid de vardı. Vebâ salgınının vehameti anlaşılınca Hz. Ömer ve yanındakiler şehre girip girmemekte tereddüte düştü. Ebû Ubeyd halifeye, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Hz. Ömer, “Evet Allah’ın kaderinden gene Allah’ın kaderine sağınıyorum. Bir adam develeriyle yan yana, biri çorak biri mümbit iki vadinin olduğu bir yere inse ve develerini çorak vadide otlatmaya çalışsa bu develerin kaderi midir?” dedi ve Medine’ye geri döndü. Vebâ salgınında Yezid b. Ebû Süfyan, Süheyl b. Amr, Haris b. Hişam gibi birçok idareci vefât etmiştir. Bu olay Hz. Ömer’in kaza ve kadere dair bakışını göstermesi açısından bizce önemlidir.  

Hz. Ömer Ali’nin fıkıh bilgisine hayran olmuş ve Ali’den herzaman faydalanmıştır. Hz. Ömer’in “En iyi hüküm verenimiz Ali’dir” ve “Ali’nin olmadığı yerde fıkhi bir problemle karşılaşmaktan Allah’a sığınırım.” şeklindeki sözleri de bunun göstergesidir. Gene Ömer bu fıkhi bilgisinden dolayı Ali’yi Medine kadısı 202 yapmıştır.

Hz. Ömer Filistin ve Suriye seferi sırasında Hz. Ali’yi yerine askeri vekil olarak bırakmış, takvimin başlangıcı olarak Hicretin alınmasını Hz. Ali’nin teklifiyle kabul etmiştir.

Hz. Ömer’le Ali arasında geçen kimi olaylar vardır ki bunlar düşmanlığa değil ancak kuvvetli bir dostluğa işaret eder. Hz. Ömer Ali’ye “Ya Ebâ Hasan, ben senin kızınla evlenmek istiyorum çünkü Rasûlullah’ın “kıyamet günü bütün nesepler ve hısımlıklar kesilecektir ama benim nesebim ve hısımlığım hariç” dediğini duydum deyince Hz. Ali, “O’nu sana göndereyim de gör” demiş, Ümmü Gülsüm’ü ona göndermiştir. Hz. Ömer Ümmü Gülsüm’ü beğenmiş, Hz. Ali de kızını Ömer’le evlendirmiştir. Hz. Ömer, Ümmü Gülsüm’ü taltif etmek için ona 40 bin dirhem mehir vermiştir.

Hz. Ömer’in halifeliğinin bir döneminde kuraklık olmuş, insanların birçok defalar yağmur duasına çıkması sonuç vermemişti. Hz. Ömer bir gün Abbas’ın yanına gitti. Yanına Abbas, Ali, Hasan ve Hüseyin’i alarak yağmur dûasına çıktı. D3uanın hemen ardından yağmur yağdı ve insanlar rahatladı.

Hz. Ömer müslümanlara maaş bağlarken Hasan ve Hüseyin’i Bedir ashabından saymış onlara 5’er bin dirhem tahsis etmişti. Hz. Peygamber’in yakın akrabalarına daha bol maaş vermişti. Oğlu Abdullah bu işe üzüldü ve babasına Hasan ve Hüseyin doğmadan önce müslüman olduğunu söyleyerek kırgınlığını belirtti, Hz. Ömer oğluna, “Yazıklar olsun sana Abdullah, sen bana onların dedesi gibi dede, babası gibi baba, annesi gibi anne, nenesi gibi nene, teyzesi gibi teyze, dayısı gibi dayı, amcası gibi amca getirebilir misin” diyerek oğlunun fazla maaş isteğini red etti.

Şiiler Hz. Ömer zamanındaki kimi uygulamaların yanlış olduğuna inanır. Bunlardan biri Hz. Ömer’in daha Ebû Bekir’in hilafeti döneminde müellefetü’l- kulûba zekat verilmesini yasaklamasıdır. Gene Hz. Ömer ezandan “Hayya alâ hayri’l-amel” sözünü insanları cihaddan alıkoyar düşüncesiyle çıkarttırmış ve sabah ezanına “Es-Salâtu hayrun minennevm” sözünü ekletmiştir. Teravih namazını cemaatle kıldırmış, hac törenlerinde tevâf-ı nisâyı yasaklamıştır. Hz. Ömer bir kerede ve bir sözde üç talakın olabileceğine hükmetmiş, teyemmümle namaz kılınmamasını istemiştir. Devlet gelirleriyle ilgili olarak bugünkü maliye bakanlığının karşılığı olan bir divan kurdurmuş ancak gelirlerin dağılımında Hz. Peygamber’in hanımları ve ashabı sınıflara ayırmış ve İslam’da sınıf farklılığının ilk olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur.

2.3.               Hz. Ömer’in Vefatı ve Şura

Hz. Ömer bir sabah namazı esnasında daha önce tartıştığı bir köle tarafından bıçaklanmış, kısa bir süre sonrada vefât etmiştir. Bu süre içinde birçok kişi Ömer’e gelerek yerine halife tayin etmesini istemiştir. Hz. Ömer Rasûlullah’ın yanına gömülme isteğini bildirsin diye oğlu Abdullah’ı Ayşe’ye göndermiş, Hz. Ayşe’de Ömer’den “Ümmeti çobansız bırakmamasını istemiştir.”

Hz. Ömer’in kendisine başvuranlara verdiği birçok cevap kaynaklarda yer alır. O, kendisinden hayırlı olan Ebû Bekir’in yerine birini geçirdiğini, gene kendisinden hayırlı olan Rasûlullah’ın geçirmediğini, bu yüzden ne yaparsa farketmeyeceğini söylemiş , başka bir konuşmasındaydı eğer sağ olsalardı yerine Ebû Ubeyde, Ebû Huzeyfe yada Muaz b. Cebel’i geçireceğini söylemişti. Gene kaynaklar Hz. Ömer’in yerine Ali’nin geçmesini istediğini ancak toplumun dinamiklerinin onu Ali’yi açıkça tayin etmekten alıkoyduğu, bu yüzden işi bir şûraya bıraktığını anlatır.

Hz. Ömer 6 kişilik şurayı tayin etmeden önce Ali’ye şöyle dedi, “Ali, halife olursan halkın başına Haşimoğulları’nı musallat etme” sonra Osman’a dönerek, “Halife olursan halkın başına Ümeyyeoğulları’nı getirme, getirirsen onlar halka zulüm eder, halkta ayaklanıp seni öldürür. Emin ol sen onlara bu işi yaparsın, onlarda sana bunu yapar” demiştir.

Hz. Ömer’in halife seçimini havale ettiği şûrâ sağlıklarında cennetle müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşer) sağ kalanlardan oluşmaktaydı.  Bunlar Osman b. Affan, Ali b. Ebû talib, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf idi. Ayrıca Hz. Ömer’in oğlu Abdullah gözetmen olarak şûrâda bulunuyordu.

Hz. Abbas Ali’den şûraya katılmamasını istemiş ancak Ali muhalefette kalırız diyerek amcasını dinlememişti.

Hz. Ömer vefâtı yaklaşınca Ebû Talha el-Ensari’yi çağırıp, ben gömülünce bunları bir eve topla, ensardan 50 silahlıyla kapıda dur, bu işi acele bitirmelerini söyle, beşi birleşir biri muhâlefet ederse boynunu vur, dördü birleşip ikisi ayrılırsa ikisinin boynunu vur, üç olursa Abdurrahman hangi taraftaysa o tarafa yardım et. Diğer üçü reylerinde ısrar ederlerse onları öldür, gün içinde hiç bir şey yapmazlarsa altısınıda kes, işi müslümanlara bırak, kendi içlerinde bir emir tayin etsinler.

Şûrâ üyelerinin aralarında bulunan akrabalık bağlarının Osman’ın halife seçiminde ne derece etkili olduğu bilinmesede, bu durum hep spekülasyon konuşu olmuştur. Çünkü şûrânın başkanı konumundaki Abdurrahman’ın hanımı Hz. Osman’ın kızkardeşiydi, Sa’d b. Ebi Vakkas da Abdurrahman’ın amcaoğluydu. Sa’d’ın Hz. Ali ile arası iyi değildi. Çünkü Sa’d’ın annesi Ümeyyeoğullarındandı ve Ali savaşta bu aileden pek çok kişiyi öldürmüştü. Talha Taym boyundandı ve Taym boyu ile Haşimilerin arası hilafet meselesi yüzünden açıktı. Yalnız Zübeyr Hz. Ali’ye taraftardı ancak, onu da halifelik hırsı sarmıştı.

Halifelik seçimi bu akrabalık ilişkileri yüzünden zaten Ali’nin aleyhine başlamıştı. Gene Hz. Ali’nin çok genç oluşu, müşriklerle yapılan savaşlarda öldürdüğü kişilerin ona karşı duydukları kin onun seçilmesi yolundaki engellerdendi.  Hz. Ali Allah’ın kitabı, Rasulullah’ın sünneti ve ilk iki halifenin yolundan gidip gitmeyeceği sorulunca Allah’ın kitabına ve Rasûlullah’ın sünnetine elinden geldiğince uyacağını söylemiş, Kureyş’in otoritesinin sarsılacağından korkan şûrâ üyeleride Hz. Osman’ı desteklemişlerdi.

Şûrâda olan olayları özetleyecek olursak, Ebû Talha şûrâ erkanını topladı ve kendiside silahlı adamlarla kapıyı tuttu. Şûrâ başkanı Abdurrahman adaylıktan vazgeçen olup olmadığını sordu. Kimse vazgeçmedi yalnız Abdurrahman’ın kendisi adaylıktan çekildi.  Hz. Ali’yi çağırarak halkın huzurunda “Allah’ın kitabı, Rasulullah’ın sünneti ve ondan sonraki iki halifenin yolundan gideceğine yemin edermisin? dedi. Hz. Ali “İlmim ve gücüm nisbetinde” diye cevap verdi, aynı soru Osman’a sorulunca o tereddütsüz “Evet” dedi. Bu cevap karşısında Abdurrahman Osman’a biat etti, orada bulunanlarda ettiler. Hz. Ali bu durumu protesto etti. Abdurrahman ona “Ey Ali, ben bu kararı şahsi olarak vermedim, insanlarla istişare ettiğim zaman onlar Osman’ı tercih ettiler” deyince Hz. Ali, “Ahirette gerçeğe ulaşacaksın” diyerek oradan ayrıldı.

2.4.               Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Hz. Ali

Halife seçiminden sonra mescidde kimi konuşmalar yapıldı. Bu konuşmalardan birini Hz. Ali’nin yaptığı, hilafetin kendi hakkı olduğunu anlattığı ve bunun sebeplerini açıkladığına dair nakiller mevcuttur. Ancak bu konuşmanın içeriğinin Şii
doktrinininin tüm iddalarını barındırması konuşmaya şüpheyle yaklaşılmasına neden olmuştur.

Gene kaynaklarda halife seçiminden sonra Abdurrahman’la Mikdad’ın tartıştığından bahsedilir.

Hz. Ali’nin Osman’a biatinin nasıl olduğu farklı şekillerde açıklanmıştır. Belazuri biatin silah zoruyla yapıldığını söylerken, Hz. Ali’nin hiçbir zorlama olmadan hemen biat ettiğine dair rivayetlerde vardır.

Abdurrahman, sonraları Hz. Osman’a icraatları yüzünden ona gücenmiş, hatta bir defasında yanına adam göndererek ona şu sözleri söyletmişti; “Ne diye halkın başına seni getirdim bilmem ki? Bende öyle meziyetler vardı ki sende yoktu. Ben Bedir savaşında bulundum, sen bulunmadın. Ben râzılık beyatında bulundum, sen yoktun. Ben Uhud savaşında sabrettim, sense kaçtın.”

Osman bu sözlere cevaben şöyle dedi, “Rasûlullah’ın kızı hastaydı, kendisi beni gönderdi, bu yüzden Bedir’de bulunamadım. Fakat Peygamber beni de o savaşta bulunanlarla beraber saydı, sizi ne ecirle müjdelediyse beni de müjdeledi, size ganimetten ne verdiyse bana da verdi. Râzılık bey’atinde hacc etmeye izin almaya gönderildiğim için bulunamadım. Beni orada hapsettiler. Râzılık bey’atinde Rasûlullah kendi ellerini üst üste koyarak benim yerime de bey’at etti. Uhud’a gelince Allah beni ve emsalimi affetti, bu konuda ayetler indi.”

Hz. Osman bir açılışa Abdurrahman’ı da davet etmişti. Abdurrahman orada ileri geri konuştu ve senin beyatinden Allah’a sığınırım dedi. Abdurrahman hastalanınca Hz. Osman onu ziyarete gitti fakat Abdurrahman Osman’la konuşmadı.

Hz. Osman’ın hilafeti döneminde sahabede çeşitli husursuzluklar olmuştur. Hz. Osman’ın yönetim kadrolarına Ümeyyeoğulları’nı getirmesi onlara hazineden fazlaca pay ayırması gibi olaylar sahabenin ona olan desteğini azalttı. Ancak; Hz. Osman ile Ali’yi karşı karşıya getiren olayların en önemlileri Ebû Zerr El-Gıfari, Abdullah b. Mes’ud ve Ammar b. Yasir’in halifeden gördüğü kötü muamele, dayağa ve sürgüne kadar giden uygulamalardı.

Bu olayların sonucunda halife ile Hz. Ali’nin arasında ki ipler gerilmiş, Ümeyyeoğulları’nın desteği ile iktidarını koruyan Hz. Osman’ın sahabe ile arası açılmıştı. Bu dönem Muaviye’nin de tarih sahnesine çıktığı dönemdir.

Muhalif sahabeler içinde Hz. Ayşe de yer almıştır. Tüm bu olanlara rağmen çıkan isyan hareketlerinde Hz. Ali Osman’dan desteğini çekmemiş, Hz. Osman’ın öldürülmesine kadar onu halkla uzlaştırmak, Ümeyyeoğullan’nın etkisinden kurtarmak için uğtaşmıştır.

Konumuza kaldığımız yerden dönersek Hz. Osman’ın hakkındaki şikayetler bir çığ gibi büyümüştü. Otuz dördüncü yılda Şam’dan Muaviye, Mısır’dan Abdullah b. Sa’d, Kûfe’den Said b. As, Basra’dan Abdullah b. Amir, yani tüm önemli valiler durumu konuşmak için Medine’ye geldi. Hz. Osman’la toplanıp halkın hoşnutsuzluğuna karşı ne yapabileceklerini tartıştılar. Ancak halkın problemlerini çözüm bulmak yerine şiddet uyğulamayı kararlaştırdılar. Farklı bir şey de düşünülemezdi, zaten problem bu valilerin varlıklarıydı.

Kabul edilen strateji uygulamaya konulamadan Kûfe’de isyan başladı. Vilayetlerin durumunu öğrenmek için gönderilen görevliler, durumun çok vahim olduğunu anlatınca Hz. Osman kendisinden ve valilerinden hoşnutsuz olanları hac esnasında görüşmek üzere Mekke’ye çağırdı.

Zaman geçiyor ancak iktidar politikalarında hiçbir değişiklik olmuyordu. Kûfe’den Malik-i Eşter komutasında bin atlı, Basra’dan Hukemeyn önderliğinde yüz elli kişi, Mısır’dan Muhammed b. Ebû Bekir, Amr b. Hamık’il-Huzi ve Abdurrahman el-Belevi’nin de içinde bulunduğu iki bin kişi Medine’ye hareket etmişti. Medine’deki muhalefetin ise sabrı taşmıştı. Hz. Ayşe Rasûlullah’ın elbiselerini halka göstermede, “Bunlar daha eskimedi, Osman onun dinini eskitti, yıprattı, öldürün na’seli, Allah öldürsün na’seli” diyerek halkı çoşturmadaydı.

Şûrâ’da Osman’ın seçilmesine sebep olan Abdurrahman b. Avf, uygulamalarından dolayı Osman’la konuşmuyordu. Ali’ye “Sen kılıcını al, bende alırım” diyerek silahlı mücadele çağrısı yapmış, Hz. Ali ise bu teklifi kabul etmemişti.

Ülkenin içinde bulunduğu durumdan endişe duyan bazı müslümanlar Hz. Ali’nin halifeyi ikaz etmesini istemiş, ancak Hz. Osman dile getirilen şikayetlerden rahatsız olmuş ve Hz. Ali’yi isyancıların başı olarak görmüştür. Aralarında geçen şu konuşma gerçekten ilginçtir. Osman Ali’ye, “Sen benim yerimde olsaydın, ben sana böyle serzenişti bulunmazdım, seni kınamazdım. Muğure’yi Ömer tayin etmişti, ben İbn Amir’i vali tayin ettim diye beni kınıyorsun.” Ali ise “Ömer valilerin sürekli kontrol altında tutar, hata yaptıklarında en ağır bir biçimde cezalandırırdı. Fakat sen bunu yapmıyorsun. Akrabalarına yumuşak davranıyorsun” demiştir. Osman Muaviye’nin Hz. Ömer tarafından tayin edildiğini kendisinin de onu görevde tuttuğunu söyleyince Ali, “Muaviye Hz. Ömer’den, Ömer’in kölesi Yerfe’den daha çok korkardı. Fakat Muaviye bugün sana danışmadan bir sürü işler çeviriyor, bunların senin emrin olduğunu söylüyor. Sen ise onu engellemiyorsun” demiş ancak Hz. Osman bu konuşmadan sonra mescide gidip halka şöyle hitab etmiştir, “Allah’a yemin olsun ki İbn Hattab’ı kınamadığınız hususlarda beni kınıyorsunuz. O size ayağıyla tekme vurur, eliyle tokat atardı, diliyle gerekeni söylerdi de siz sesinizi çıkarmadınız. Ama ben yumuşak davrandım. Elimi, dilimi sizden uzak tuttum. Allah’a yemin olsun ki taraftarlarımın sayısı sizden çoktur. Adamlarımı çağırırsam onlar hemen gelirler. Bu nedenle bana dil uzatmayın, valilerimi tan etmeyin.

İsyancılarla Hz. Osman arasında geçen olaylar kaynaklarda ayrıntıları ile anlatılır. Birçok kez uzlaşılmış, ilişkiler düzelmiş; ancak Hz. Osman’ın vaadlerini yerine getirmemesi üzerine ipler gene gerilmişti. Halife’nin mescide taşlanması gibi birçok aşamadan sonra Hz. Osman evinde muhasara altına alınmış, bu durum 50 gün sürmüştü. Ancak; Halife’ye valilerinden beklediği yardım hiçbir zaman gelmedi. Valilerince ölüme terk edildi.

Hz. Osman’ı savunacak kimse kalmamıştı, isyancılar eve girdi. Osman’a “Halifelikten çekil, sağ kal” diyorlardı. O ise “Allah’ın giydirdiği elbiseyi çıkarmam” diyerek bunu red etti. İçeri girenler arasında Malik-i Eşter de vardı. Osman’ın bakışı üzerine Malik geri çekildi, korktunmu diye soranlaraysa “yardımsız kalmış birini öldürmek doğru değil” cevabını verdi. Muhammed b. Ebû Bekir, Hz. Osman’ı sakalından çekerek “Allah seni bu hale düşürdü, ey na’sel” dedi. Hz. Osman, “Ben na’sel değilim, emirü’l-Müminin Osman’ım” dedi. Muhammed Osman’a yardımcıların Ümeyyeoğulları nerede, Muaviye nerede diye sordu. Hz. Osman ise “Baban görse buna razı olurmuydu?” dedi. Kimi rivayetlere göre Muhammed bu  sözden etkilenip Osman’ı bırakırken kiminde Osman’ın başına okla vurduğu anlatılır. Naile saldıranlara kendini siper etti ve iki parmağı kesildi. Hz. Osman’ı Amr b. Hamık ve adı belli olmayan iki kişi öldürdü. Evini yağma ettiler. Tarihler 35 yılı Zilheccesi idi.

2.5.    Hz. Osman Döneminin Parlayan Yıldızı Muaviye b. Ebû Süfyan

Emevi hanedanının kurucusu olan Muaviye’nin nesebi Sahr (Ebû Süfyan) b. Harb b. Ümeyye b. Abdüşşems b. Abdimenaf b. Kusay şeklindedir.  Bir şekilde Kureyş kabilesine kadar uzanır. Ancak bu soyun toplumda yer edinmesi Kusay’ın kureyş kabilesini Mekke şehrine yerleştirmesiyle başlar.

Cahiliyye döneminde Hicaz’ın güneyinde yaşayan Kureyş’in iktisadi ve sosyal seviyesi iyi değildi. Varlıkları hissedilmiyordu. Mekke’li tüccarlara kılavuzluk eder, deve kiralar, çapulculuk, bazende eşkiyalık yaparlardı.

Kureyş’in kaderi Kusay ile değişmiştir. Kusay küçük bir çocukken babası ölmüş, annesi hac için Mekke’ye gelen bir Suriyeli ile evlenmişti. Kusay’ın annesi onu alıp eşiyle Suriye’ye gitti.

Çocukluğunu ve ilk gençliğini Suriye’de geçiren Kusay, gerçek memleketinin Hicaz olduğunu öğrenince hac aylarında Mekke’ye geldi ve üç yüz yıldır Mekke’yi ve Kabe hizmetlerini elinde tutan Huzâa kabilesinin liderinin kızıyla evlendi. Bu evlilikten Hz. Peygamber’in atası da dahil dört oğlu oldu. Kayınbabası ölünce kabe’nin anahtarı ona geçti. Üç asırdır bu hizmeti gören Huzâa kabilesi yeni durumu kabullenmedi ve Kureyş’e savaş açtı. Kusay ise sonraları torunu Muaviye’nin yaptığı gibi evlilik yoluyla kurulmuş akrabalığı kullandı ve üvey babasının boyunun yardımıyla Kâbe’nin egemenliğini ele geçirdi.

Dağınık halde bulunan ve Mekke’nin dışında yaşayan Kureyşlileri biraraya toplayıp Mekke’ye yerleştirdi, bu yüzden Kureyş ona “Mücemmi” ünvanını verdi.

Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in düşük seviyeli boylardan geldiği, O yüzden halifeliğe layık olmadıkları gibi iddalar vardırya işte boylar arasındaki statü farkını başlatan Kusay’dı. O zengin ve satatüsü yüksek olan aileleri Kâbe’nin etrafındaki düzlüğe yerleştirmiş, parası ve saygınlığı az olanları, seviyelerine göre Mekke’nin dışına doğru yaymıştı. Bütün Kâbe hizmetleri de tek elde, yani Kusay’da toplanmıştı. Ancak o ölünce görev paylaşımı yüzünden oğulları anlaşmazlığa düştü. Boyun farklı kolları tarafından desteklenen kardeşler, güçleri nisbetinde Kâbe hizmetlerini paylaştı. Bu bölüşüm nesilden nesile, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in dedesi Abdülmenaf ve ikiz kardeşi Abdişems’e kadar devam etti. Ancak Abdişşems genç yaşta öldü ve görevlerini oğlu devraldı. Ancak ümeyye ve amcası Abdülmenaf’ın yıldızı hiç barışmadı. Ümeyye şehri bir süre terk etmek zorunda kaldı. Şam’a yerleşti ve orada bir yahudiyle evlendi. Parasını ve statüsünü koruyan Ümeyye tekrar Mekke’ye döndü. O ölünce yerine oğlu Harb, Abdülmenaf’ın yerine de Haşim geçti. Harb Haşim’le ilişkilerini iyi tutmaya çalıştı, ancak Ficar harpleri sırasında öldürülen bir yahudi yüzünden aralarında anlaşmazlık çıktı. Haşim ve Harb’in arasındaki mesafe daha da açıldı. Bu soğukluk Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in risaletine kadar sessizce devam etti.

İşte Muaviye böyle bir rekabet ortamında, Mekke’nin en zengin ve soylu ailelerinden birinin çocuğu olarak 602 ya da 603 yılında doğdu. Babası Ebû Süfyan b. Harb, annesi ise gene aynı soydan Hind bnt. Utbe’dir.

Muaviye’nin doğduğu yıllarda Mekke henüz Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in risaletine muhatab olmamıştı, putperestliğin merkezi konumundaydı. Gerek bu dönemde gerekse İslam’dan sonra Ebû Süfyan ailesi müslüman olmamış, Muaviye’yi de bir putperest olarak yetiştirmişti.

Müslüman olduktan sonra Ebû Süfyan risalet konusundaki körlüğüne ailevi rekabetin ve müşrikler içindeki mevkiini kaybetme korkusunun sebep olduğunu söylemişti. Onu Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’e karşı girişilen her olayda görmekteyiz; Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i Peygamberlikten vaz geçirmek için gelen heyetin içinde o da vardı.

Şirk içindeki bu aileden çıkan bir kadın, ailesine ve geleneklerine baş kaldırmış, müslüman olmuş ve eşiyle Habeşistan’a hicret etmiştir. Bu kadın Ebû Süfyan’ın kızı Remle’dir. Eşi Ubeydullah b. Cahş Habeşistan’da hristiyan olmuş ve kısa bir süre sonra ölmüştür. Ancak Remle dininde sebat etmiş ve Rasulullah’la evlenerek hepimizin annesi olmuştur. İşte bu yıllarda Muaviye putperest ve zengin bir ailede, devrin en iyi olanaklarıyla yetişirken Ali, Rasûlullah ve Hatice’nin huzurlu ve mütevazi yuvasında büyümekte, deve yavrusunun annesini takip etmesi gibi Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’i takip etmekteydi. Yıllar geçerken Hz. Ali ilk müslüman olanlardan biri, açık tebliğden önce yıllarca Rasûlullah’la namaz kılan, hicrette onun canı için kendi canını feda eden bir genç olarak görüyoruz. Ancak bu yıllarda Muaviye’nin ne yaptığına dair bilgilere sahip değiliz.

Hicretten sonra müşrikler ve müslümanlar ilk kez Bedir’de karşı karşıya geldi. Bu karşılaşma Muaviye’nin üzerinde derin tesirler bıraktı. Çünkü abisi Hanzala, dedesi Utbe b. Rebia, dayısı Velid b. Utbe bu savaşta öldü, kardeşi Amr esir alındı. Ancak bu derin acı, savaşta ölen Mekke lideri Ebû Cehil’in yerine babasının geçmesiyle biraz hafiflemiş olmadı.

Uhud’dan sonra İslam’ı öğretmeleri için yollanan iki elçinin Kureyş’in eline düşmesi ve asılmaları esnasında Muaviye’nin de babası Ebû Süfyan’la beraber olduğunu, şehit olan sahabelerin ölürken ettiği beddualardan korunmak için yere kapandıklarını, sonraki yıllarda bizzat Muaviye’den öğreniyoruz.

Muaviye’nin müslümanlarla ilk çarpışması ise 5/627’deki Hendek Seferi’ndedir.

Hudeybiye barışıyla bir süre sakinleşen müslüman-müşrik ilişkilerinde 628 yılı Muaviye için ayrı bir öneme sahip olmadı. Çünkü ablası Ümmü Habibe Rasulullah’la evlendi ve Ebû Süfyan’la Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  akraba oldu. Bu durumun iki tarafta da yumuşamaya neden olacağı beklentisi yaygındı. Ancak Hudeybiye barışının müşrikler tarafından ihlali ve Mekke’nin fethinden önce Medine’ye gelen Ebû Süfyan’la kızı arasında geçen diyalog beklenen yumuşamanın olmadığını bize göstermektedir.

Medine’de müslüman olan Ebû Süfyan, müslümanların ordusunun büyüklüğü karşısında şaşkına dönmüş ve bunu büyük bir saltanat olarak değerlendirmişti. Saltanat hayranlığının nübüvvet ışığını görmesini engellediği Ebû Süfyan’ı evde çetin bir sınav bekliyordu. Muaviye’nin annesi Hind Bedir’den beri müslümanlara duyduğu kinden bir şey kaybetmemişti, kocasına saldırdı, sakalından tuttu ve “kavminin liderliğinden kovulmuş, Allah’ın cezası, hayırsız adam” diyerek kocasının müşriklerce öldürülmesini istedi.

Muaviye’nin müslüman oluşunun Mekke’nin fethi sırasında gerçekleşmesi genel kabuldür. Hz. Peygamber’in Muaviye’yi müellefe-i kulûb’dan sayarak ganimetten hisse ayırması da bunun göstergesidir. Ancak Muaviye’nin bu kadar zaman sonra mecburen müslüman olması kimi hayranlarını üzmüş olmalı ki İbn Sa’d ve Ahmed b. Hanbel de Muaviye’nin Ümretu’l-Kaza esnasında müslüman olduğu, hatta Hz. Peygamber’i traş ettiğine dair rivayetlere rastlıyoruz.

İşte bu Muaviye Hz. Ömer zamanında tarih sahnesine çıktı. Başlarda abisi Yezid’in gölgesindeydi. Ürdün’ün fethi sırasında dikkatleri üstüne çekti. Yezid’in ölümünden sonra Şam valiliğine getirildi. Yaptığı seferler, aldığı ganimetler ve deniz yoluyla yapılan fetihleri başlatmasıyla şöhreti giderek arttı. Hz. Osman’ın koruyucusu konumuna yükseldi. Ümeyyeoğullan’nın önderi idi. Hz. Osman, onun iktidarı için misyonunu tamamlamıştı. Halife’ye yardım etmesine gerek yoktu. Hz. Osman’ın kanını talep etmek ona belki de halifeliğinin kapılarını açacaktı. Bu yüzden Hz. Osman’ı ölüme terk etti.

3.      Kendi Hilafeti Döneminde Hz. Ali’nin

3.1.                Halife Seçilmesi

Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra şehre kargaşa hakim olmuştu. Mısırlılar Ali’yi, Basralılar Talha’yı, Kûfeliler Zübeyr’i halife olarak görmek istiyordu. Bu üç kişi de halifelik teklifini red etmekteydi. Halifelik teklifi götürülen başka kişiler de vardı; bunlar Sa’d b. Ebû Vakkas ve Abdullah b. Ömer’di.  Medine’de ne Mervan ne Ümeyyeoğulları ortalıkta görünmüyordu.

İçlerinde Talha ve Zübeyr’in de olduğu sahabeden büyük bir topluluk Hz. Ali’ye gelerek, “İnsanlara mutlaka bir imam lazım, senden başkasına râzı değiliz biz; İslam’da en öndesin, Rasûlullah’a yakınlıkta senden ileri yok, bu işte senden başka kimsenin hakkı olamaz.” dediler.

Hz. Ali ise “Size emir olmaya ihtiyacım yok, kime isterseniz ona biat edin, ben de râzı olurum.” diyordu. Israrlar karşısında, “Bırakın beni, benden başka birini arayın, bulun. Çünkü ben bu işin sonunda çok işler olacağını, çok renklere boyanacağını görüyorum. Öyle bir hâle gelecek ki yürekler dayanamayacak, akıllar almayacak. Çevre sislendi, delil inkâr edilir oldu. Dâvetinize uyarsam neye uğrayacağımı biliyorum. Beni bırakırsanız içinizden biri gibi olurum, kimi emir yaparsanız onu dinlerim, itaat ederim; benim size vezir olmam emir olmamdan hayırlıdır.” buyurdular.

Ancak şehrin durumu, müslümanların hali ortadaydı. Hz. Ali halifeliği kabûl etti. Ancak ona biat etmek isteyenlere gizli biat olamayacağını, Hz. Ömer’in bu işi şuraya havale ettiğini, halife seçme işinin Bedir ve Uhud ashabının hakkı olduğunu söylüyordu. Mescitte açık biat kararlaştırıldı.

Kaynaklar, bu biatin Osman’ın vefâtından yedigün sonra olduğunu bildirirken , kimileri Hz. Osman’ın şehid edildiği gün yani 18 Zilhicce 35/17 Haziran 656’da olduğunu iddia eder.

Mescide gidildiğinde Talha ve Zübeyr ortada yoktu. Onların yokluğu biat için bir eksiklikti. Bunun için Ali bir miktar askerle Hakim b. Cebele’yi Zübeyr’e, Eşter’i de Talha’ya yolladı.

Ali, “Dün bir kararla ayrılmıştık, ben de istemeyerek söz vermiştim. Siz bana biatte ısrar etmiştiniz. Bu iş sizin hakkınızdır, kimsenin onda hakkı yoktur.” dedi.  Mescittekiler dünkü kararlarında sabit olduklarım söyleyince Hz. Ali, “Ya Rabbi şahid ol” buyurdu. İlk biat eden Talha’ydı. Ondan sonra Ensar, sonra da halk biat etti. Talha’nın Uhud savaşında aldığı yara neticesinde eli çolak kalmıştı. Habib b. Ebû Züeyb ilk biat edenin çolak olmasını hayra yormamış, bu işin tamamlanmayacağını söylemişti.

Mescitte Hz. Ali’ye biatı kabûl etmeyen birçok sahabe vardı. Bunlardan Sa’d b. Ebû Vakkas’a biat etmesi söylenince O, “Halk biat etsin ben de ederim” demişti. Abdullah b. Ömer de aynı şeyi söylemiş, Hz. Ali ondan kefil göstermesini isteyince göstermemişti. Eşter Abdullah’ın boynunu vurmaya kalkınca Ali izin vermemiş ve kendisi Abdullah’a kefil olmuştu. Gene Ali kendine biat etmeyenleri serbest bırakmış, onlara hiçbir baskı uygulamamıştır.

Hz. Ali’ye biat etmeyen kişiler şunlardır: Hassan b. Sabit, Ka’b b. Malik, Mesleme b. Muhalled, Ebû Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme, Numan b. Beşir, Zeyd b. Sabit, Sa’d b. Ebû Vakkas; Abdullah b. Ömer, Suhayb b. Sinan, Râfi b. Hodric, Fedâle b. Ubeyd, Ka’b b. Urve, Usame b. Zeyd, Abdullah b. Selman, Kudâme b. Maz’un, Mugîyra, Vehban, Ebû Mes’ud el-Ensarî.

Biat etmeyenlerden Sa’d b. Ebû Vakkas ve Abdullah b. Ömer Şûra üyeleridir. Usame b. Zeyd ise Hz. Peygamber’in evlatlığı olan Zeyd’in oğludur. Hassan b. Sabit ensardandı ve Hz. Peygamber’in şairi olarak ünlenmişti, toplumda yer elde etmişti. Muhammed b. Mesleme Hz. Ömer zamanında baş müfettiş olarak görev yapmıştı. Ebû Said el-Hudri ile Numan b. Beşir ise toplumun önde gelenlerindendi. Biat etmeyenlerin ensardan olan kısmı baştan beri Hz. Osman’a aşırı bağlı oldukları için Osmaniler olarak anılmaktaydı. Bu kişilerden bazıları Hz. Osman zamanında haraç memurluğu ve hazinede görev almışlardı.  Medine’de Hz. Ali’ye biat edilirken, bunun siyasi rollerinin sonu olduğunun bilincindeydiler. Emeviler şehri terk etmiş, Şam’a ve Medine’ye kaçmıştı. Kimi rivayetlere göre ümmü Habibe de onlarlaydı. Dolayısıyla Ali’ye biat etmediler. Ancak Medine’de bulunan üç Ümeyyeli Mervan b. el-Hakem, Said b. el-As ve Velid b. Ukbe biata davet edilince yeni halifenin Bedir’de yakınlarını öldürdüğünü, Hz. Peygamber’in Taif’e sürdüğü Mervan’ın babasını Osman Medine’ye getirince Ali’nin buna tepki gösterdiğini ve isyan sırasında Hz. Osman’a yardımcı olmadığını idda ederek biat etmediler.  Emevilerin biatten kaçınmasının asıl sebebi mal ve mevki kaybına tahammüllerinin olmamasıydı. Eğer Ali’nin yanında iktidarlarını koruyacaklarını bilseler onun ayaklarına kapanmaktan çekinmezlerdi. Ama asıl sorun Hz. Peygamber’in Medine’sinde bu iddalarla biatten kaçınabilmeleriydi. Bizce bu bahanelerle Medine’de barınabilmek müslümanların çöküşünü göstermesi açısından önemlidir.

Emeviler’in biat konusundaki tavrını bir tarafa bırakacak olursak, muhacir ve ensardan beklediği desteği alamayan Ali üzülmüş ve zor durumda kalmıştı. Bu kişiler kendileri biat etmedikleri gibi çevrelerini de etkilemekteydi. Halkın desteği olmadan sağlam bir yönetim ortaya koymak mümkün değildi. Bu yüzden Ali hilafete geldiği günden ölümüne kadar meşruiyet problemiyle uğraştı. Geçen zaman onun meşruiyetini sağlamlaştıracağına halk tabanını eritti.

Gölpınarlı’nın da dahil olduğu birçok alim, bu kişilerin biat etmemelerinin sebebinin Hz. Ali’yi bu işe layık görmemelerinden değil, böyle karışık bir zamanda taraf tutmak istememelerinden kaynaklandığını ileri sürmüştür.  Bu kişilerin biata davet edilince Hz. Ali’ye “Bize öyle bir kılıç ver ki, onunla seninle birlikte savaşalım, müminlere vurduğumuzda onlara işlemesin, vücutlarından geri tepsin, kafirlere vurduğumuzda onların bedenini yarıp geçsin” dedikleri idda edilmiştir.

Bense tam aksine bu kişilerin Hz. Ali’yi hilafete layık görmediklerini daha doğrusu ne pahasına olursa olsun onun halife olmasını istemediklerini düşünüyorum. Ortada savaş yok ki, daha ne Cemel ne Sıffin olmamış ki kimseyle savaşsınlar, kâfir ayırıcı kılıca ihtiyaç duysunlar ya da başka halife adayı yok ki taraf tutmak zorunda kalsınlar. Savaş çıkması ya da halifeliğe başka adayların çıkması biatten çok sonra olmuştur. Bunlar bahane olamaz. O kargaşa ortamında çok kötü bir aday olmadığı takdirde halife adayına herkesin biat etmesi gerekirdi. Gerçekten fitne istemeyenin yapması gereken budur. Biat etmeyenler ise Ali gibi birinin otoritesini tartışılr hale getirmiştir. Zira bu kişiler hazineden, zekat mallarından, yüksek maaşlardan mahrum kalacaklarını biliyorlardı. Bir halifenin onlara faydası yoksa fitneyle uğraşmasının mahzuru yoktu. Tüm bunlar ortadayken bu kişilerin fitne istemediğini idda etmek gerçeklere gözümüzü kapamak olur.

Mescitteki biate dönersek, biat tamamlanınca Ali, “İmama istikamet, teb’asına da itaât gerekir, bu biat umumidir” diyerek göreve başladı.  

Halka okuduğu hutbede Allah’tan korkmalarını, Kur’an’a uymalarını, ellerinden, dillerinden emin olunan kişiler olmalarını öğütleyen çok güzel bir konuşma yaptı.

Ertesi gün minbere çıktı ve “Osman’ın şuna buna verdiği arazinin, şuna buna verdiği malların hepsi de Allah’ın malıdır, ammenin hakkıdır, hepsi batıldır ve hepsi beytü’l-mâl’e alınacaktır. Hatta evlendikleri kadınları, paralarıyla aldıkları cariyeleri bile bulursam onlara ait saymam. Çünkü adalette genişlik vardır, adaletle hükmetmekte aciz olan kişi cebirle hükmederse daha da aciz bir hale düşer.” buyurdu. Hz. Osman’ın verdiği topraklardan, bağışladığı paralardan mümkün olanları hazineye geri aldı.

Ortalık daha sakinleşmemişti, isyancılar hâlâ şehirdeydi. Osman’ı hepimiz öldürdük diyor, suçun cezalandırılmasına imkan bırakmıyorlardı. Hz. Ali’nin onları cezalandırabilecek gücü, katillerin kim olduğuna dair delili yoktu. Hz. Osman’ın karısı Naile sadece Muhammed b. Ebû Bekir’i tanıdığını onun da Osman’ı öldürmediğini söylüyor, katilleri tanımıyordu.

Birkaç gün geçmişti ki Talha ve Zübeyr bazı sahabelerle gelip Osman’ın kanını dökenlerden Medine’de bulunanların cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali, “kardeşlerim söylediğinizi bilmiyor değilim fakat bugün onlar bizden üstün, biz onlara üst değiliz. Bunu nasıl yapabilirim? İstediğiniz şeyi yapmaya sizin gücünüz yeter mi?” dedi. Onlarda “yetmez” diyerek Ali’yi onayladılar.  Fakat çok geçmeden aynı kişiler Hz. Osman’ın kanını talep etmek bahanesiyle Ali’ye savaş açacaktı.

Sahabenin bir çoğu Ali’nin uygulamalarından memnun değildi. İnsanlar zenginliğe, lükse alışmıştı. Eski düzenin yerini sosyal sınıflar almıştı. İnsanlar Hz. Peygamber’e olan yakınlıklarına göre hazineden pay alıyor ve bunu doğal buluyorlardı. Köleleriyle eşit sayılmayı kabul edemezlerdi. Hz. Ali beytü’l-malde bulunan paraları halka dağıttı. Bundan önce halka şöyle bir hutbe okudu, “Hz. Rasûl’ün vefâtlarına müteakip halk Ebû Bekir’i halife yaptı. O, Ömer’i halife bıraktı. O da halifenin altı kişilik bir şura tarafından seçimini uygun buldu. Osman halife oldu, bildiğiniz işler olup bitti. Sonra bana başvurdunuz. Hiçbiriniz Ebû Talib’in oğlu bize hakkımızı vermedi diyemez. Kim Allah’a inanır, dinimize girer, kıblemize yönelirse, İslam’ın vacib ettiği şeyleri kabul etmek zorundadır. Siz Allah’ın kullarısınız; mal da Allah’ın malı... Allah aranızda onu eşitlikle bölmemi emretmiştir. Hiçbirinizin öbürüne üstünlüğü yoktur, ancak yarın en güzel karşılık, en güzel sevap Allah’tan çekinenlerindir.” dedi. Sonra Ammar’a herkese beytü’l- malden üçer dinar getirmesini, kendisine de aynını vermesini söyledi.

Ammar, Ebu’l-Heyseme ve birkaç kişiyle beytü’l-male gitti. Üç yüz bin dinar vardı, yüz bin kişiye dağıtıldı. Hiçkimsenin diğerinden üstün tutulmaması bazılarına çok ağır geldi. Sehl b. Hüneyf, “Ey müminlerin emiri bu dün benim kölemdi, onu bugün azad ettim, ona ne verdiysen bana da onu verdin” deyince Ali, “Evet öyle” dedi.

3.2.Sahabe Arasında Huzursuzluk

Talha, Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Âs ve Mervan’la Kureyş’ten bazı kimseler buna razı olmadılar. Velid b. Ukbe, “Osman’ın verdiği gibi vermezsen, seni bırakır Şam’a gider, Muaviye’ye katılırız” dedi. Talha, Zübeyr ve Abdullah memurlara, “Bunu siz mi yapıyorsunuz, Müminlerin emiri mi?” diye sordular. Memurlar, “Biz onun emri olmadan bir şey yapamayız” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ali’yi aradılar. Ali güneşin altında kölesiyle kuyu kazmaktaydı. Onu gölgeliğe çağırdılar, geldi. Dediler ki, “Bizim Rasûlullah’a yakınlığımız var, İslam’ı ilk kabul edenlerdeniz, savaşlarda bulunduk. Ne Ömer, ne Osman bize böyle vermez, bizi üstün tutardı. Sense bizi herkesle bir tutuyorsun. Hz. Ali onlara saydıkları herşeyde kendisinin daha önde olduğunu ve kendisinin de işçisiyle arasında hiçbir fark olmadığını söyledi.  Ertesi gün mescitte Talha ile Zübeyr bir kenara oturdular, yanlarına da Said b. el-Âs ile Abdullah b. Zübeyr geldi. Bunlar paylarına düşen üçer dinarı almamışlardı, Ali’yi kınamaya başladılar. Zübeyr’in oğlu onlara öğüt vermeye çalışan Ammar’ a çok kırıcı sözler söyledi.

Hz. Ali bu konuşmaları duydu ve minberden şöyle dedi: “Bu mal Allah’ın malı siz de Allah’ın kullarısınız. Bu Allah’ın kitabı, onu ikrar ettik, ona uyduk, razı olmayan dilediğini yapar.” Namazdan sonra Ammar’a Talha ile Zübeyr’i çağırmasını söyledi, geldiler. Bu ikisi Ali’ye “Bizimle danışmadan bir iş yaptın” dediler. Hz. Ali, “Yenbu’da malım var, isterseniz size onu vereyim” buyurdu. Onu da kabul etmediler; Basra ve Kûfe valiliklerini istediler. Hz. Ali ise onların görüşlerine ihtiyacı olabileceği gerekçesiyle, Medine’de kalmalarını istedi. Bunun üzerine Mekke’ye Umreye gitmek istediklerini söylediler. Hz. Ali, “Siz umre etmeyi değil, hıyanette bulunmayı, biatten dönmeyi kurdunuz; Allah için olsun müslümanların birliğini bozmayın; biatimden dönmeyin.” İkisi de dönmeyeceklerine dâir söz verdiler. Zübeyr ve Talha paraya çok düşkündü, çok da zengindiler. Zübeyr’in bin kölesi vardı, hepsi çalışıp ona haraç veriyordu.

Buraya kadar anlattıklarımız hakkında şunları söylemek istiyoruz, Hz. Ali’nin sergilediği herkese eşit yaklaşan yönetim anlayışı bizce de en doğrusudur. Hz. Osman döneminde hakkı olmayanlara bağışlanan arazi, bahçe gibi şeylerin geri alınması da halifenin önde gelen görevidir. Hz. Ali’nin bu kadar gergin bir ortamı daha da germesi, itibar görmeye alışmış bu insanları bir günde herkesle eşitlemesi; ki aslında fazilet devletten alınan maaşla ölçülmez, onların Rasûlullah’a yakınlığı maddi olarak değil manevi olarak değerlerini arttırır. Bizce o an için gereksiz bir uygulama olmuştur. Yaptığı hareket doğru olmakla birlikte zamanlaması yanlıştır. Hz. Ali halife olduğunun ikinci günü insanlara nasıl bir yönetim sergileyeceğini göstermek istemiş olabilir ancak bu onun Medine’deki meşruiyetini daha da sorgulanır hale getirmiştir. Bizce halife olur olmaz ortamı daha fazla germemeli, hatta belki de kurulu düzeni hiç bozmamalıydı. İslami bir aristokrasi sınıfını ve Kureyş’in tartışılmaz otoritesini kabul edip, eşitliği sadece halka uygulasaydı şüphesiz dünyevî iktidarını elinde tutabilirdi. Ancak elbette bu Allah’ın iradesine uygun olmazdı.

Talha ve Zübeyr konusuna gelince onların biatten sonra takındıkları tavır bizce çok vahimdir. Hele ki para dağıtımında diğer insanlarla eşit olmayı kabul etmemeleri onlara yakıştırılacak davranışlar değildir. Ancak Hz. Ali’nin onlara istedikleri valilikleri vermesi bizce çok daha iyi olurdu. Her nekadar bu valilikler biate bağlı kalmanın şartı olarak isteniyorsa ve Hz. Talha’nın Ali’den hoşlanmadığı herkesçe biliniyorsa da, sonuçta bu kişiler Hz. Peygamber’e ilk iman edenlerdendir, İslam’a büyük hizmetleri bulunmuş, Allah yolunda savaşmışlardır. Paraya aşırı düşkünlük gibi bir kusurları olabilir ama Hz. Ali’nin onlara fikir danışmak için tutmakta samimi olduğunu düşünüyoruz. Medineliler’den istediği desteği alamayan Ali onları tutunacak dal olarak görmüş, şura üyesi olup da ona biat etmeyenlere karşı onlardan destek beklemiş olabilir. Ancak biz Ali’nin onların yerine şura üyesi yapacak kişiler bulabileceğine inanıyoruz. Ama o karmaşa ortamında Hz. Ali işin ciddiyetini anlamamış olmalı. Tüm bu saydığımız sebeplere rağmen Talha ve Zübeyr’in Hz. Osman’ın kanını istemek bahanesiyle Hz. Ali’ye savaş açmalarının kabul edilebilecek tarafı yoktur. Bu sırada Hz. Ayşe ile ittifak kurmaları da olaya tuz biber olmuştur. İsterse teklif Hz. Ayşe’den gelsin, O onları zorlamış olsun, Talha ve Zübeyr herşekilde Hz. Ayşe’ye karşı çıkmalı, Hz. Peygambe’in karısıyla oğlu olarak büyüttüğü damadını, torunlarının babasını karşı karşıya getirmemeliydiler. Hz. Osman’ın kanı bahanesiyle Basra’da takındıkları tavır ve Ali taraftarlarının öldürmelerine de insan söyleyecek söz bile bulamıyor. Giriştikleri bu isyan on üç bin insanın ölmesine, Hz. Ali ve Hüseyin’in kaçınılmaz bir uçuruma sürüklenip, öldürülmelerine ve müslümanların halifelik makamının saltanata dönüşmesine yol açmıştır. Bu kadar acı ve felaket her kim olursa olsun müsebbiblerine sorumluluk yükler.

Bütün bu sıkıntılar yetmiyormuş gibi Muaviye Hz. Osman’ın kanlı gömleğini mihraba astırmış, Osman’ın hanımının kesik parmaklarını halka gösteriyor, sahte hıçkırıklar, akıtılmayan gözyaşlarıyla Şamlılar’ı galeyana getiriyordu. Şamlılar büyük bir nefretle intikam çığlıkları atıyor, Ali’den öc almaya yemin ediyorladı. Tuhaf adetler hortlamıştı, kimileri Osman’ın öcü alınana kadar yatakta yatmamaya, suya dokunmamaya falan yemin ediyordu. Bunları İslam adına yaptıklarını sanacak kadar cahildiler.

Ali ise Medine’de sıkıntılı günler geçirmekteydi. Hz. Osman’a karşı yapılan isyanın en büyük gerekçesi valilerdi. Hz. Ali de bu valileri bir an önce değiştirmek istiyordu. Eğer onları azleder, yerine halkın râzı olacağı valiler atarsa dahili karışıklıkların ortadan kalkacağını düşünüyordu. Muğire b. Şube’nin (Ali’ye öğüt verirken ne umduğunu bilmiyoruz) ve İbn Abbas’ın önceki valilerin hemen değil biatlarının alınmasından sonra azledilmeleri şeklindeki tavsiyelerini dinlememiştir. İbn Abbas ve Muğire özellikle Muaviye ve Abdullah b. Âmir’in azlinde aceleci davranılmamasını, önce biatlarını almasını istemiştirler. Ancak bu teklif Hz. Osman’ın valilerine büyük tepki duyan halkın beklentilerine tersti. Hz. Ali de önceki valilere karşı son derece menfi bir tutum içindeydi ve onları azletme konusunda hiçbir gecikmeye tahammülü olmadığını açıkça belirtiyordu.

Hz. Ali diğer üç halifeden farklı olarak yönetici atamalarında Haşimoğulları’na ve Ensar’a öncelik tanımıştır. Bu gurupların ortak özelliği ilk üç halife zamanında iktidardan mahrum bırakılmalarıdır. Hz. Ali bu tavrıyla geçmişte onlara yapılan haksızlığı gidermek ve iktidar kadrolarındaki Kureyş egemenliğini yıkmak istemiş olmalıdır. Hz. Ali, Kûfe, Basra, Mısır, Şam, Mekke, Medine, Yemen gibi eyalet ve şehir merkezlerine Ensar’a mensup kişileri getirmiştir.

Ali ilk olarak İbn Abbas’ı Şam valiliğine getirmek istemiş, ancak İbn Abbas Şamlılar’ın bunu kabul etmeyeceğini bildiği için göreve yanaşmamıştır. Halife Şam’a Sehl b. Huneyf, Basra’ya Osman b. Huneyf, Kûfe’ye Umare b. Sihab, Yemen’e Ubeydullah b. Abbas, Mısır’a Kays b. Sa’d b. Ubade’yi tayin etti. 36/656 yılının başlarında gerçekleştirilen bu tayinlerin bazıları hedefine ulaşamamıştır. Bu valiliklerden Şam’a atanan Sehl b. Huneyf, Umare b. Şihab ve Kays b. Sa’d henüz vilayetlerine ulaşamadan Hz. Osman’ın kan davasını güden insanlarca yolları kesilmiş, Sehl b. Huneyf ve Umare b. Şihab geri dönmek zorunda kalmış, Kays b. Sa’d ise halkı zar zor ikna ederek Mısır’a girebilmiştir. Gölpınarlı’ya göre Hz. Ali’ye ilk biat eden vilayet Kûfe’dir.  Ancak Kûfeliler de Hz. Ali’nin yolladığı vali Ummare b. Şihab’ı kabul etmemişti. Hz. Ali yeni valileri kabul etmeyen Kûfe ve Şamlılar’a elçiler göndererek itaat etmelerini istemiş, Kûfe valisi Ebû Musa el-Eşari halifenin isteğine olumlu cevap vermiş, şehirde kimin biat edip kimin muhalif kaldığını bir mektupla halifeye bildirmişti. Ebû Musa’nın Hz. Ali’ye karşı sergelediği bu olumlu tavır görevinde kalmasını sağladı. Görevinde kalmasında Hz. Ali’nin iktidarının en önemli dayayanaklarından kabul ettiği Yemen’li kabile reislerinin de büyük rolü vardı. Zirâ Ebu’l-Musa Yemen kökenliydi. Ancak Muaviye biatıi kabul etmediği gibi Hz. Ali’nin yolladığı elçi, Sebretü’l-Cuheni’yi eli boş göndererek isyan bayrağını açtı.

Beş büyük vilayetten Kûfe, Basra, Mekke, Medine’de itaat sağlanmıştı. Mısır’da da yeri çok sağlam olmasa da Ali’nin tayin ettiği vali görev başındaydı. Şehirlerin yöneticileri de biat etmişti. Hemedan ve Azerbeycan’ın yöneticileri Cerir b. Abdullah el-Beceli ve Eşas b. Kays yeni halifeye biatlerini bildirdi. Sorunların odak noktası Şam’dı. Tarih sahnesine Cemel topluluğu çıkmamış olsa muhtemelen Muaviye değil Sultan olmak bir daha hiçbir idari görevde bulunamayacaktır. Ancak şans yine Muaviye’den yanaydı.

3.3.İlk Ayrılıklar ve Cemel Topluluğunun Biraraya Gelmesi

Hz. Ali’ye biat etmeyenler arasında asıl sıkıntı yaratan gurup biatlerini Hz. Osman’ın kanı şartına bağlayanlardı. Bunlar da iki guruba ayrılmaktaydı, Muaviye ve Cemel ashâbı. Hz. Ali’nin meşru bir halife olabilmek için bu iki gurubun biatine ihtiyacı vardı, ancak bu gurupların niyeti Hz. Osman’ın kanından çok farklıydı. Cemel’de Ali’ye karşı savaşanlar kısa bir süre önce Hz. Osman’ın önde gelen muhalifleriydi. Hz. Osman’ın ölümünün sorumlulurının birkaç kişi olmadığının, onları cezalandırmanın imkansızlığını da bilmekteydiler. Gerçekten istedikleri halifenin kanı olsa Hz. Ali’nin yanında durur ona yardım ederlerdi. Oysa onlar asla birleşmedi ve hep farklı hareket ettiler. Bu halleriyle Hz. Osman’ın kanını isteyen değil fırsattan istifade eden ve siyasi beklentileri olan kişiler durumuna düşmüşlerdir. Tek amacı Osman’ın kanı olsa aynı iddiayla ortaya çıkan Muaviye ilk işbirliği kurmaları ve ittifak oluşturmaları gerekirdi. Oysa Şamlılar ve Cemel eshabı birbirlerinden olabildiğince uzak durmuşlardır. Muaviye Hz. Ali ve Cemel ashabı arasındaki mücadeleyi Şam’daki sarayından mutlulukla seyretmiştir.

Hz. Ayşe Hz. Osman muhasara altındayken hac etmek maksadıyla Mekke’ye gitmişti. Hz. Osman’ın öldürüldüğünü duyunca, “Tanrı onu uzaklaştırsın, bu kendisine kendi eliyle hazırladığı sondur. Tanrı kullarına zulmetmez.” dedi ve aceleyle Medine yolunu tuttu.  Hz. Talha’nın halife olduğunu sanmıştı. Mekke’den üç mil uzaklıktaki bir konaklama yerinde Ubeyd b. Ebû Seleme’yi gördü. Onunla konuşunca Ubeyd ağlamaya başladı. Hz. Ayşe “olan iş lehimize mi aleyhimize mi?” diye sordu. Ubeyd, “Bilemeyiz, Osman öldürüldü, sekiz gün kaldı. Medineliler toplandılar hepsi de Ali b. Ebû talib’e biat ettiler” dedi. Hz. Ayşe göğe ve yere işaret ederek, “keşke gök yere düşseydi de bu iş olmasaydı. And olsun Tanrı’ya Osman zulümle öldürüldü, vallahi kanını isteyeceğim” dedi. Ubeyd şaşırdı, “Ona Na’sel diyen, onun aleyhinde bulunan sen değil miydin” dedi. Hz. Ayşe ise, “Evet ama O tövbe etti, gümüş gibi arındı, onu zulümle öldürdüler” cevabını verdi. Ubeyd dayanamayarak şu şiiri okudu,

“Bu iş seninle başladı, seninle bu hale geldi.

Yel de senden esti, yağmur da senden yağdı. İmamın öldürülmesini sen istedin, bize “kafir oldu” dedin. Onu öldürürken sana uyduk, onu öldüren bize bunu emredendir”.

Hz. Ayşe gerisin geriye Mekke’ye döndü. Haceru’l-Esved’in yanında halka Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü, kanını istemenin bütün müslümanlara farz olduğunu söylemeye başladı.  Hz. Ayşe’ye göre halifeyi öldürenler haram yere kan dökmüşler, haram beldeyi ihlal etmişler, onun malını haram yolla almışlardı. İsyancıların hepsinin Hz. Osman’ın tırnağı olamayacağını söyleyerek halkı coşturmadaydı.

Talha ve Zübeyr de Mekke’ye gelmişlerdi. Osman dönemi Yemen valisi Ya’lâ b. Müneye, ki aynı zamanda Zübeyr’in damadıydı. Yemen hazinesinde ne varsa almış, altı yüz bin altını üçyüz deve ve çeşitli mallarla Mekke’ye yönelmişti. Bütün bu çaldıklarını hazırlanacak olan orduya verdi. Asker adlı deveyi de Hz. Ayşe’ye hediye etti. Basra’nın eski valisi Abdullah da orduya bir çok yardımda bulundu.

Hz. Ayşe ve Ali hatta Fatma’nın ilişkileri hakkında çok şey söylenebilir. Belki de bunlardan en önemlisi Hz. Fatma ve ayşe’nin Hz. Peygamber’in en sevdiği kimse olma hususunda içine girdikleri rekabettir. Bu rekabet onların vefatlarından yüzyıllar sonra bile bitmemiş ve rekabeti onların yerine ehl-i sünnet ve şia devr almıştır. Ehl-i sünnetten gelen rivayetlerde Hz. Peygamber’in ensevdiği Ayşe ve babasıdır. Şia’da ise Fatma ve kocası. Ayşe’nin kadınlara üstünlüğü tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir, Fatma cennetteki, kadınların efendisidir. Hz. Peygamber Ayşe’nin kollarında ölmüştür, ya da Ali’nin kollarında ölmüştür.

Ancak tarihte Hz. Ayşe ile Ali’yi karşı karşıya getiren ilk önemli olay “Ifk” hadisesidir. Bu hadisenin ayrıntılarına girmek istemiyoruz, ancak yayılan dedikodular Rasûlullah’ın kulağına kadar gitmiş, oda Ayşe’yi babasının evine yollamıştı. Şüphe içinde kalan Rasûlullah ne yapması gerektiği konusunda yakınlarının görüşünü sormuş, Hz. Ali ise Ayşe’yi boşamasının uygun olduğunu söylemiştir. Ancak Nur 24/11-16 ile Ayşe’nin masumluğu Allah tarafından bildirilmiş, durum düzelmiştir. Ancak Hz. Ayşe Ali’nin ona karşı takındığı bu menfi tutumu hiç unutmamıştır.

Hz. Ayşe’nin Mekke’deki evi Ali’ye muhalefetin merkezi olmuştu. Burada çeşitli toplantılar yapılıyor ve izlenilmesi gereken strateji belirleniyordu. Medine’ye gidip Ali ile çarpışmak riskli bulunmuş, Şam’daki Muaviye’nin onları kabul etmeyeceği bilindiğinden Basra’ya gitmeye karar verilmişti. Tam bu noktada ben Muaviye’nin Mekke’deki muhalifleri bir şekilde provake ettiğini, yönlendirdiğini düşünüyorum. Bu işlerde uzman sayılan Muaviye’nin bu topluluğun içine casuslarını yada taraftarlarını yerleştirmesi, onları manuple etmesi, onlara maddi manevi her türlü desteği dolaylı olarak belki başka Ümeyyeliler aracılığıyla yapması bizce göz ardı edilmemesi gereken bir ihtimaldir. Basra’ya gitme kararı halka münadilerle duyuruldu. Hz. Ayşe’nin Basra’ya gideceğini haber veriyorlardı. Hz. Ayşe Rasulullah’ın diğer hanımlarının da kendisiyle gelmesini istiyordu. Hz. Hafsa önce bu teklifi kabul etti, sonra kardeşi Abdullah Hafsa’ya engel oldu.  Diğer hanımlardan hiçbiri bu teklifi kabul etmedi. En sert tepkiyi Ümmü Seleme gösterdi. Ayşe’ye “Şüphe yok ki Ali’nin dindeki derecesini sen de bilirsin. Yalnız ben sana bazı şeyler hatırlatayım; bir gün peygamber Hz. Ali oturuyordu. Konuşmaları uzun sürünce sen kalkıp Peygamber’e söylenmek istedin, beni dinlemedin, gittin ağlaya ağlaya geldin. “Ne oldu” dedim. Peygamber bana, “dön git, Allah’a and olsun Ehl-i Beytim’den yahut başkalarından birisi Ali’ye buğzederse imandan çıkar” dedi dedin. “Hz. Ayşe ise evet hatırladım” dedi.

Ümmü Seleme, “Hatırlar mısın bir gün sen Peygamber’in başını yıkıyordun, ben de yemek pişiriyordum. Hz. Peygamber” Hanginize Haveb köpekleri ürecek?” buyurdu. Ben Allah’a sığınırım dedim. Peygamber senin arkana vurup “Sakın sen olmayasın ey pembe beyaz kadın, işte sana bildirdim” buyurdu. Sonra da bana dönüp “sakın sen olma” buyurdu diye anlattı.

Hz. Ayşe bu sözlerden sonra vazgeçmek istedi, ancak yeğeni Abdullah onu gene kandırdı. Gölpınarlı’nın anlatımı bu şekildedir. O Hz. Ayşe ve Ümmü Seleme’nin yüz yüze konuştuğunu söylerken  başka bir çok kaynakta dialogları mektuplaşma aracılığıyladır. Buna göre Ümmü Seleme mektubunda şöyle demektedir, “Rasûlullah kadınların cihada sabredebilecekleri kanaatinde olsa idi onu sana tavsiye ederdi. Dinde aşırı gitmekten seni nehyettiğini bilmiyor musun? Şüphesiz dinin direği eğrilirse kadınlarla doğrulmaz, çatlasa da onlarla tamir edilmez. Kadınların cihadı gözlerini haramdan korumak ve eteklerine sahip olmaktır. Sen deveni çöllerde hızla oradan oraya sürerken rasûlullah seninle karşılaşsa, ona ne
derdin?”  Gene ümmü Seleme mektubunda eğer savaş olursa Ali’nin galip gelmesini istediğini söylemiş ve durumu bir mektupla Hz. Ali’ye bildirmiştir.

Kaynaklardaki ilginç bir rivayet ise Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in birgün hanımlarıyla otururken kendisinden sonra bazı hanımlarının huruc edeceklerini söylemiş, Hz. Ayşe buna gülmüştür. Rasûlullah Ayşe’ye “Dikkat et Hümeyra, bu sen olmayasın” buyurmuştur. Gene Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Hz. Ali’yi uyarmış ve “Şayet idareye gelirsen Ayşe’den uzak dur” demiştir.

Cemel topluluğu Mekke’den Basra’ya yola çıktı. Ayşe, Talha, Zübeyr, Abdulah b. Âmir, Ya’lâ b. Ümeyye, Mervan b. Hakem, Velid b. Ukbe ve Benû ümeyye’den bir gurubun yardım ettiği kafilenin başında Hz. Ayşe’nin olduğu ve halkı çoşturduğu ya da Talha ve Zübeyr’in baskısı sonucu Basra’da birliği sağlamak üzere yola çıktığına dair iki farklı rivayet vardır. Biz Ayşe’nin kimsenin etkisinde kalmayacak kadar zeki olduğunu ancak Basra’nın birliği için yola çıkmasının çok manasız olduğunu düşünüyoruz. Onun bu işi haksızlıklarla mücadele, insanların arasını ıslah etmek gibi sebeplerle yaptığı iddası da bizce doğru olamaz. Hz. Ali kime ne gibi bir haksızlık yapmıştır ve insanlar savaşla nasıl ıslah edilir?

Yola çıkan kafilenin yanında 400 bin dirhem, 400 deve ve Mekke halkından 700 kişi vardı. Onları uğurlayanlar göz yaşı döküyordu. Rasûlullah’ın kimi hanımları da onları şehrin çıkışına kadar uğurlamıştı. Olayın başından sonuna Hz. Ayşe lider pozisyonundaydı, yapılacak işlere o karar vermişti. Kafileye kimin imamlık yapacağı konusundaki anlaşmazlığa da o son vermiş ve imam olarak yeğeni Abdullah b. Zübeyr’i seçmişti.

Kaynaklarda Cemel Savaşı ile ilgili birçok ayrıntı vardır. Bunlardan bir kısmı Hz. Ayşe’yi tartışmasız lider, savaşı yönlendiren kişi olarak anlatmış, bir kısmı ise Ayşe’nin sürekli olarak yönlendirildiğini, yaptığı iş konusunda tereddütte olduğunu söylemiştir.

Yolda Haveb kuyusuna rastladıkları, burada köpeklerin uluduğu, yerin adını soran Ayşe’ye Abdullah b. Zübeyr ve bir gurubun yalancı şahitlik yaparak yerin adını değiştirdiği ve Hz. Ayşe’nin dönmekten vazgeçirildiği de bilgiler arasındadır.

Aynı yıl Hz. Osman’ın ölümü gibi Hz. Ali’yi çok üzecek iki önemli vefat daha oldu. Bunlardan ilki Hz. Peygamber’in çok sevdiği, Ehl-i Beyt’ten dediği Selman-ı Farisiydi. İkinci vefat ise Hz. Peygamber’in sır sahibi diye anılan Huzeyfe el-Yemani idi. Huzeyfe vefat ederken oğullarına ne olursa olsun Ali’den ayrılmamalarını vasiyyet etti. İki oğlu da Sıffın’da Hz. Ali’nin yanında şehit oldular. Huzeyfe kendisine Hz. Peygamber’in münafıkları ve ileride olacak olayları haber verdiğini söylerdi. Huzeyfe’nin cenaze namazını kılmadığının namazını Hz. Ömer’de kılmazdı. Hz. Ömer bir gün ona görevlendirdiği namazını valiler arasında münafık olup olmadığını sordu ve bir tane olduğu cevabını aldı.

Bu Huzeyfe’dir ki Uhud’un sancaktarı, Hemdan, Rey ve Dinever şehirlerinin fatihiydi.  Bu iki kişinin vefâtı tüm müslümanları üzmüş ancak Hz. Ali’nin destekçileri oldukları için Ali’yi daha da üzmüştür. Cemel ordusunun bir komutanı yoktu, en küçük bir anlaşmazlıkta birbirlerine girmekteydiler. Muaz b. Abdullah, “Biz üst olsak bile birbirimizle savaşa kalkarız, çünkü ne Talha emirliği verir ne Zübeyr” demişti.

Said b. As, Mervan’a ve geri kalan Ümeyyeoğullarına Osman’ın katillerini cezalandırmak istiyorlarsa önce Ayşe, Talha ve Zübeyr’i öldürmeleri gerektiğini söylemiş, Ümeyyeoğulları da bütün katilleri öldürmeyi umuyoruz demişlerdir.

Gene Said b. el-As Talha ve Zübeyr’e kimin baş olacağını sormuş, onlar da halkın seçimine uyacaklarını söylemişlerdi. Said ise uygun olanın Osman’ın oğlunun başa geçmesi olduğunu söyleyince tartışmışlar, Said ve Mugıre topluluğu terketmişti.

Hz. Ali doğrudan Muaviye’nin üzerine gitmek için ordu hazırlığındaydı. Ancak muhacir ve ensarın bir kısmı kıble ehliyle savaşmak caiz değildir diyerek savaşmak istemiyorlardı. Bu durum karşısında Hz. Ali onları çağırdı, “Pekala, o halde nasıl oluyorda bana biat ettiğiniz halde emrime uymuyor, dönenlerle savaşa gitmiyorsunuz?” dedi. “Ey müminlerin emiri, biz sen yanlış hareket ediyorsun demiyoruz. Sana biat ettikten sonra bozanlarla savaşmak helal değildir fikrini de gütmüyoruz. Biz ancak namaz kılanlarla savaşmanın caiz olup olmadığından emin değiliz” diyorlardı.

Bu konuşmadan sonra Hz. Ali onları kendi hallerine bıraktı. Ayşe, Talha ve Zübeyr’in isyanı duyulmuştu. Bu yüzden önce onların üstüne gitmeye karar verdi.

Hz. Ali Ayşe’nin ordusu Basra’ya varmadan yetişmek, onları geri çevirmek, bu suretle büyük bir savaşın önüne geçmek istiyordu. Ancak Cemel ordusu Basra’ya yaklaşmıştı. Ali’nin valisi Osman b. Huneyf bir adam göndererek onlara öğüt verdi, fakat faydası olmadı. Basra’nın içide karışmıştı. Osman’ın gönderdiği elçi ebu’l- Esved el-Dueli idi. Önce Hz. Ayşe’ye geldi. Ona ne diye evinden çıkıp buralara geldiğini sordu. Ayşe, Osman’ın kanını istediğini söyledi. Ebu’l-Esved’in Basra’da osman’ın katillerinin olmadığını söylemesine karşılık Hz. Ayşe ikna olmadı ve hiç kimsenin kendisiyle savaşmaya cesaret edemeyeceğini söyledi.  Ebu’l Esved’in cevabı ısrar ederse herkesin onunla savaşacağı ve öldürmekten çekinmeyecekleri oldu. Ebu’l Esved’in Talha ve Zübeyr’i vazgeçirme çabaları da sonuçsuz kaldı.

3.4.Cemel Savaşı

Hz. Ayşe’nin söylediklerinden etkilenen bir gurup Basralı’da Cemel ordusuna katıldı. Vali Osman kendi ordusuyla karşılarına çıktı. İki gün boyunca şiddetli savaşlar oldu. Bu iki günün sonunda Talha ve Zübeyr’in Ali’ye gerçekten zorla mı biat edip etmediklerini öğrenmek için Medine’ye elçi gönderildi. Eğer gerçekten zorla biat etmişlerse Osman Basra’yı onlara teslim edecekti.

Elçi Medine mescidine ulaştı, oradakilere Talha ve Zübeyr’in biatını sordu. Üsame b. Zeyd zorla biat ettiklerini söyleyince halk üzerine saldırdı, ellerinden zor kurtuldu.

Hz. Ali bu olayı duyup Osman’a bir mektup yazdı. Mektubunda Talha ve Zübeyr’in zorla biat etmediğini ve yaptıklarının kabul edilebilir bir tarafı olmadığını söyledi.

Elçi Basra’da gördüklerini anlatınca Talha ile Zübeyr Osman’ı çağırdı. Onların yalan söylediğini öğrenen osman görüşmeye gitmedi. Cemel ordusu gizlice toplandı, gecenin karanlığında mescide girip 40 Hz. Ali taraftarını öldürdüler. Osman’ı yakalayıp dövdüler, sonra da hapsettiler. Onlara karşı çıkan 70 kişiyi daha öldürdüler. Bu vahşeti öğrenen bir kabile reisi askerleriyle gidip valiyi korumak istedi. Ancak söylediği doğru sözlere itibar edilmedi, Cemel ordusu Hz. Osman’ın kanı bahanesiyle masumların canını almaya devam ediyordu. Yardıma gelen kabile ve Cemel Ordusu savaştı. Cemel ashabı onları yendi, kurtulabilenler bir yerlere sığınıp Ali’nin gelmesini beklemeye başladılar. Cemel ashabı Basra’da hakimiyeti ele geçirdi. Abdurrahman b. Ebû Bekir şehrin maliye işlerinden sorumlu oldu. Diğer şehirlere mektuplar yazarak işbirliği çağrısın da bulundular. Basra valisi Osman’ı öldürmek istiyorlardı. Ancak onun kardeşi de Medine valisiydi. Osman’ı öldürürlerse kardeşinin de onların Medine’deki taraftarlarını öldüreceği korkusuyla Osman’ın saçını, sakalını yolup bıraktılar. Osman perişan bir halde Ali’nin ordusuna ulaştı.

Basra’ya doğru ilerleyen Hz. Ali şehirlere elçiler yollayarak asker toplamaya çalışıyordu. Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Cafer’i Kûfe’ye gönderdi. Vali Ebu Musa el-Eşarî elçileri şaşkına çevirecek bir iş yaptı, minbere çıkıp halka savaştan uzak durmalarını söyledi. Elçiler şaşkınlıkla gidip olayı Ali’ye anlattı. Ali bu sefer Hasan ve Ammar’ı bir mektupla Kûfe’ye gönderdi. Ebu Musa’yı görevden azletti. Ancak Ebu’l-Musa kötü bir niyeti olmadığını, Rasulullah’tan fitneye karışılmaması gerektiğini duyduğunu söyledi. Hasan ve Ammar’ın arkasından Malik­i Eşter Kûfe’ye gidip Abû Musa’yı azletmeyi başardı. Kûfe’den toplanan dokuz bin kişilik ordu Hz. Hasan’la yola çıktı. Hz. Ali’nin ordusu muhacirden, ensardan ve fethedilen topraklardan gelen askerlerden oluşuyordu.Hz. Ali Basra’ya ulaştı. Gölpınarlı savaşın başlangıcıyla ilgili uydurulduğunu düşündüğü bir rivayeti bize anlatır.

Hz. Ali sahabeden Ka’kaa b. Amir el-Temimi’yi anlaşmazlığın savaşa dönüşmeden çözümlenmesi için Hz. Ayşe’ye gönderdi. Aralarında geçen konuşmada Ka’kaa Hz. Osman’ın kanını istemekte ısrar ederlerse Basralılar’ın da onlardan kan talep edeceklerini idda ederek Hz. Ayşe’yi savaştan vazgeçirdi. Talha ve Zübeyr de ikna edilmiş, Ka’kaa dönüp bu mutlu haberi Hz. Ali’ye vermişti. Hz. Ali çok sevinmiş, ertesi sabah Basra’ya hareket edeceğini, Osman’ın katlinden sorumlu olanların onlarla gelmemesini söylemişti.

Hal böyle olunca Hz. Osman’ın katilleri korkmuş, toplanmışlar. Bu durumdan ancak savaş çıkarsa kurtulacaklarını anlamışlar. Liderleri konumundaki Abdullah b. Sebe’nin ortaya attığı fikri uygulamak için geceleyin Cemel ordusuna saldırmışlar ve savaş böylece başlamış.

Hz. Ali Zaviye denen köye konmuştu. Abdü’l-Kays boyundan kişilerde orduya katıldılar. Cemel ordusu da karşılarına geldi.

Hz. Ali askerlerine şu emirleri verdi. “Onlar savaşa başlamadan siz başlamayın. Hamd olsun Allah’a ki hak sizinledir. Savaşta yaralananları öldürmeyin. Onları bozguna uğrattınız mı peşlerine düşüp kovalamayın. Kötülükte bulunmayın, ayıplarını örtün. Evlere girmeyin, mallardan bir habbe bile almayın. Kadınlara dokunmayın, ırza sövmeyin. Kadınlar sözce, özce, düşünce bakımından zayıf olurlar. Onlar müşrikken bile onlara dokunmamanız emr edildi.”

Bu olaylar olurken Hz. Ali’nin ordusuna katılımlar sürüyordu. Tarafsız kalmak isteyen Ahnef b. Kays gibi kişilere Hz. Ali izin verdi.

Hz. Ali ordusuna, “Ey Allah’ın kulları, benim biatimden döndüler, vali olarak tayin ettiğim Osman’ı dövdüler, ona kötü muamelede bulundular. Hakim b. Cebele ve daha bir çok temiz kişiyi öldürdüler. Beni kim seviyorsa onlara ulaştırdılar. Hangi duvar dibindeyse, hangi tümsek altındaysa beni seveni bulup şehid ettiler. Gönlünüz sağlam, haklı olduğunuza emin olarak bunlarla savaşın.”

İki ordu karşılaşınca Zübeyr ve Talha atlarının üzerinde öne çıktılar. Ali, bunu görünce yanlarına koştu. Onlara, “Silahlanıp adamlar toplamışsınız, savaşa çıkmışsınız, ama Allah’a karşı bir özür buldunuz mu? Her türlü noksan sıfattan münezzeh olan Allah’tan çekinip, ipi iyice örüp büküp, kuvvetli bir hale getirdikten sonra çözen kişiye benzemeyin. Ben sizin din kardeşiniz değil miyim? Kanım size haram değil mi? Benim kanımı size helal edecek bir şeye mi sebep oldum.” dedi. Talha’nın cevabı, “Halkı Osman’ın aleyhine kışkırttın.” oldu. Hz. Ali, “Allah da bilir ben Osman’ın öldürülmesinden uzağım, Allah Osman’ı öldürenlere lanet etsin. Ey Talha, kendi haremini evinde saklıyorsun, Rasulullah’ın haremini buraya sürüklüyorsun, sen bana biat etmedin mi?” dedi. Talha kılıç zoruyla biat ettiğini söyleyince Ali Zübeyr’e dönüp, “Benden Osman’ın kanını almak istiyorsun, halbuki onu adeta sen öldürdün. Allah onun hakkında en fazla şiddet göstereni bugün bana musallat etti. Hatırlar mısın Zübeyr bir gün Rasûlullah sana, “Sen Ali ile savaşacaksın, fakat zalim olarak, ona zulmederek savaşacaksın” buyurmuştu” dedi. Zübeyr, “Vallahi şimdi hatırladım, yoksa buralara gelmezdim, artık ebediyyen seninle savaşmam” dedi.

İki tarafta ordularına geri döndü. Zübeyr adamlarına durumu anlatınca Ayşe ne yapacağını sordu, Zübeyr gideceğini söyleyince oğlu Abdullah bizi buralara sen getirdin, korkaksın gibi laflarla babasını zorladı. Zübeyr de keffaret vererek orduda kaldı.

İki ordu karşı karşıyaydı. Aynı boydan kişiler tam karşılıklı gelecek şekilde yerleştirilmişti. Ayşe’nin ordusu otuz bin, Ali’nin yirmi bin kişiydi.

 

Zübeyr’in morali çok bozuktu, öleceğini biliyordu. Oğluna borçlarını ödemesini tembih etti. Çok yaşlı olan Ammar gelip Zübeyr’e yanaştı. Ancak Zübeyr, Hz. Peygamber’in “Ammar’ı gerçek imama isyan edecek bir topluluk öldürecek” buyurduğunu bildiğinden Ammar’dan kaçıyordu. Ammar’a “Beni öldürmek mi istiyorsun” diye sordu.Ammar “Hayır,gitmeni istiyorum.” dedi. Zübeyr bu sözden sonra savaşı bıraktı, Medine’ye gitmek üzere yola çıktı. Savaştan geri durmak için Ali’den izin alan Ahnef onu gördü. Bu adam müslümanlardan iki gurubu bir birine düşürdü, şimdi de evine gidiyor diyerek peşine adam yolladı. Bu adam ileri de Nehrevan’da bulunacak olan Amr b. Cürmüz’dü. Zübeyr namaz kılarken onu öldürdü. Atını, kılıcını, yüzüğünü alıp Ahnef’e getirdi. Zübeyr’i gömdüler. Ahnef bu adama iyi mi kötü mü yaptığını bilmediğini söyledi. Hz. Ali’nin yanına gittiler. Ali bu habere çok üzüldü. Zübeyr’in meziyyetlerini anlattı. Ödül almayı bekleyen adam bu duruma çok şaşırdı. Hz. Ali Rasulullah’ın “Zübeyr’i öldürene cehennemi müjdele” buyurduğunu söyledi. Adam çok kızarak gitti.

Hz. Ali ordusuna kendilerine saldırılmadan savaş açmamalarını söyledi. Cemel ordusunun attığı oklar yağmur gibi yağıyordu. Ali ancak birçok kişi şehit olduktan sonra savaşa başladı. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Zâtü’l-Fuzül adlı zırhını giymişti. Zül- Fekar’ını bürünmüştü. Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Ukab diye anılan bayrağı oğlu Muhammed İbni’l-Hanefiyye’nin elindeydi.

Hz. Ayşe’nin bindiği deve Basralılar’ın bayrağı olmuştu. Hz. Ayşe onları savaşa teşvik etmekteydi. Basra kadısı Ka’b, devenin yularını tutmakta, Hz. Ayşe mushafı kaldırıp halkı Kur’an’a davet etmekteydi. Bu sırada Ka’b öldürüldü ve deve önünde öldürülenlerin ilki oldu.

Savaş öğleye kadar sürdü. Hz. Ayşe’nin ordusu bozguna uğradı, Basra’ya doğru kaçmaya başladılar. Ancak devenin etrafının sarıldığını görünce geri döndüler. Talha ve Zübeyr’in çevresinde odaklanan savaş, devenin etrafına kaymıştı. Talha’ya bir ok geldi, baldırına saplandı. Akan kan durmuyordu. Talha kölesine onu kimsenin tanımayacağı bir yere götürmesini söyledi. Ancak kan kaybından öldü. İbnü’l-Esir’e göre Talha’ya ok atan Mervan’dı. Hatta onu yaraladıktan sonra Osman’ın oğlu Erbân’ı bulup, “babanın katillerinden bir kısmını öldürdüm, artık öc alma sevdasına düşmem” diye müjdelemişti.

Başka bir rivayette yaralı olarak Basra’ya götürülen Talha yolda birine rastlamış, Ali’nin askeri olup olmadığını sormuş, olumlu cevap alınca ona “ver elini de Ali’nin adına sana biat edeyim” demiştir.

Savaş tam hızıyla devenin etrafında sürmekteydi. Deveyi korumak için sadece Kureyş’ten 40 kişi öldü. Mervan ve Abdullah b. Zübeyr de deveyi korumak isterken yaralandı. En sonunda Umayre adlı bir adam yuları tuttu, güçlüydü önüne geleni öldürmeye başladı. Onu Eşter yaraladı. Devenin yularını tutanı öldürüyordu. Talha’nın oğlu Muhammed’i de yaralamış fakat öldürmemişti. Abdullah b. Zübeyr’le aralarında böyük bir mücadele oldu. Abdullah ağır yaralanınca onu bıraktı. Eşter’in bu savaştaki kahramanlıkları Gölpınarlı’nın eserlerinde ayrıntısıyla anlatılır.

Hz. Ali bizzat harbe girip savaşmıştır. Sahabe Ali’yi öldürülürsen müslümanlar bozguna uğrar diye mani olmaya çalıştı.

Savaşın devenin etrafında kızıştığını gören Ali, devenin ayaklarının kesilerek çökertilmesini emretmek zorunda kaldı. Muhacir ve ensardan bir bölük deveye doğru yürüdü. Muhammed İbnü’l-Hanefiyye elinde Rasûlullah’ın bayrağını tutmaktaydı, Hasan ve Hüseyin’de babalarıyla ilerliyorlardı. Bunu gören Cemel ashabı çekirge sürüleri gibi kaçıştılar.

Hz. Ayşe’nin yanına kardeşi Muhammed’i ve Ammar’ı yolladı. Muhammed’le Ammar devenin hevdicinin iplerini kestiler. Ayşe “Kimsin” diye bağırdı. Muhammed ise “Ehlinin içinde en nefret ettiğinim” dedi. Ayşe “Muhammed sen misin, şükür sana bir şey olmadı” deyince Muhammed “üst olsaydın benim öldürülmemize acımazdın” diye cevap verdi. Ali, Hz. Ayşe’ye yaklaşarak “Rasûlullah sana böyle mi vasiyyet etmişti” dedi. Ayşe ise Ali’ye “üst oldun, bağışla beni” dedi. Hz. Ali’nin cevabı herşeyin bir zekatı olduğu, üst olmanın zekatının da bağışlamak olduğu yönündeydi. Hz. Ali Muhammed’e ablasına hiçbir kimseyi yaklaştırmamasını, söyleyerek Ayşe’yi özel olarak hazırlattığı çadırına yolladı. Ayşe Ali’nin emriyle geceyi Basra’da büyük bir evde geçirdi.

Tüm bu olaylar olurken Muaviye’nin neler yaptığına bakmak istiyoruz. Şam valisi Muaviye Hz. Osman’ın kanını talep ederken Cemel topluluğuyla asla bir araya gelmemiştir. Hz. Osman’ın katlinden önce bir birine karşı iyi hisler beslemeyen Cemel topluluğu aynı Muaviye gibi sözde başka, özde başka şeyler istemekteydi. Muaviye aralarında olmasa da ümeyyeoğulları’ndan pek çok kimse vardı. Bunlar bazı eski aileler ve onların yakınlarından oluşmaktaydı. Hz. Ali’ye karşı halkı kışkırtmak için herşeyi yapmaktaydılar.

Muaviye’nin Cemel topluluğuyla beraber hareket etmemesi hayali bir Rum tehdidine bağlanmıştır. Bu bahaneyle Muaviye Cemel ordusundaki diğer Emeviler’e karşı mazeret bulmuş olmaktaydı. Muaviye’nin asıl amacı ikisini de düşman kabul ettiği bu orduları birbirlerine kırdırmaktı. Kim kazanırsa kazansın, gene karlıydı. Düşmanları eksilmiş olacaktı.

Daha öncesinde Cemel topluluğu Mekke’deyken nereye gidelim diye düşünürken Zübeyr Şam’a gitmeyi önermiş, Velid b. Ukbe ise Hz. Osman muhasara altındayken Muaviye’nin ona yardım etmediğini söyleyerek kabul etmedi.

Zaten Muaviye de onlara meraklı değildi. Ne iktidar ortaklarına ne de parasıyla askerlerini onlar için harcamaya niyeti yoktu. Şöyle diyordu “Cemel ashabı galip gelirse onlar bana Ali’den daha ehvendir, eğer Ali galip gelirse ben ona ne yapacağımı bilirim.”

3.5.               Cemel’den Sonra

Savaştan sonra Hz. Ali tellalları çıkartıp, “Kaçanın ardına düşüp kovalamayın, yaralılara dokunmayın, evlere girmeyin, kimsenin silahını, elbisesini, malını mülkünü almayın. Silahını bırakan emindir. Evine gidip, kapısını kapatan emindir” diye bağırttı.

Tüm olanlara rağmen Hz. Ali Ayşe’yi ziyarete gitti, halini sordu. Basra ağıtlarla yankılanıyordu. Ölüler gömüldü, yaralılar tedaviye alındı. Her iki taraftan ölenlerin sayısı on bindi. Daha önce de Cemel topluluğu Basra’da üç bin kişiyi öldürmüştü. Yani on üç bin müslümanın kanı akmıştı.

Hz. Ali askerlerin ellerindeki malları toplatıp sahiplerine geri verdi. Ganimet almak isteyenlere “Onlar bizim kardeşimizdir, bize isyan ettiler diye mallarını helal sayamayız, Hz. Ayşe’nin birinizin payına düşmesini ister misiniz” diyerek onları susturdu.

Rivayetlerin geneline göre savaş 36. yılın Cumadelahirasında olmuş üç gün sürmüştür. Bundan sonra Ali Basra’ya girmiş ve halka mescitte bir hutbe okumuştur. Tüm yaptıklarına rağmen Basralılar’ı affetti ve herkes Hz. Ali’ye biat etti. Hz. Ali hazinede bulunanları askerlerine verdi.

Hz. Ali Abdullah b. abbas’la Hz. Ayşe’ye Medine’ye dönmesi için haber yolladı. Ayşe Abdullah’la tartıştı. Sonunda kardeşi Muhammed ve Basra’nın ileri gelenlerinden kırk kadınla yola çıkmaya mecbur oldu. Hz. Ali ve oğulları onu bir günlük yola kadar uğurladı.

Ali Abdullah b. Abbas’ı Basra valisi yaptı. Ziyad’ı da hazinenin başına getirerek Kûfe’ye yola çıktı. Kûfe’de halk Hz. Ali’yi karşıladı, Ali’de mescitte kendisini yalnız bırakmadıkları için halka teşekkür etti.

3.6.               Muaviye ile İlgili Gelişmeler

Hz. Ali’nin Cemel Savaşında galip gelmesi merkezi otoriteye itaati kabul etmeyen Muaviye’yi çeşitli hazırlıkların içine soktu. Muaviye maktul halifenin kanlı gömleğini Şamlılar da nefret duyguları uyandırmak için kullandı. Şam halkının bu coşkusu Muaviye’ye halifeliği kazandırdı.

Cemel Savaşı’ndan sonra sıranın kendisine geldiğini biliyordu. Hz. Ali’yi oyalamak için herşeyi yaptı. Çevresine mektuplar yazarak destek aradı.

Hz. Ali biatını sunması için Muaviye’ye elçi gönderdi. Bu elçi Cerir b. Abdullah el-Beceli idi ve kendisi Hz. Osman döneminde de görev almıştı. Bu elçi seçimi Hz. Ali’nin çevresindekileri memnun etmedi. Nitekim Cerir ondan şüphe edenleri ileride haklı çıkaracaktı.

Cerir’den uzun süre ses çıkmadı. Bu durum Hz. Ali’yi rahatsız etti. Muaviye Cerir’i özellikle oyalıyor, çevresinden destek toplamaya çalışıyordu. Bu çabaları sonunda Kinde kabilesi reisini Hz. Osman’ın kanını istemeye ikna etti.  Bu kabile reisi Suriye bölgesindeki bütün şehirleri gezerek halkı savaşa hazırladı. Ateşli konuşmaları sayesinde Muaviye’nin ordusuna büyük katılım oldu. Bu kişiler ölene dek Muaviye’nin yanında olmaya and içmişti.

Amr b. As, Hz. Osman’ın evi kuşatılınca oğullarını da alarak Filistin’e gitmişti. Burada uzun süre kimseyle görüşmedi. Hz. Ali’den hiç hoşlanmazdı. Muaviye’den gelen bir mektup onu harekete geçirdi. Muaviye Hz. Ali’nin yolladığı elçiyi oyaladığını, hemen gelmesi gerektiğini söylüyordu.

Amr koşarak Şam’a gitti ve Muaviye’nin en yakın adamı oldu. Buna karşılık ölene dek Mısır valisi olmayı ve Mısır gelirlerini istemişti. Yoksa Muaviye’yle Amr’da bir birlerini sevmiyorlardı. Tek ortak yanları menfaatleriydi. Amr Muaviye’ye şöyle demişti; “İkimizi birleştiren ne Osman’ın yakınlığı ne ona olan sevgimizdir. Bizi dünyaya bağlılığımız birleştirdi.”

Muaviye 3 şeyi başarırken Amr’dan çok faydalandı. Bunlar hapisten kaçan Muhammed’in durumu, Bizans tehdidi ve Hz. Ali problemi idi. Amr 3 konunun çözümünde de çok başarılı oldu. Bizans İmparatoruyla geçici barış yapıldı, savaş meydanında değilse de masa başında Hz. Ali’nin halifeliği elinden alındı ve Muhammed b. Huzeyfe yakalanıp öldürüldü.

Muaviye’nin ordusuna katılan ilginç bir sima daha vardı. Ubeydullah b. Ömer Ubeydullah babasını öldüren kölenin küçük kızını hiçbir suçu olmamasına rağmen öldürmüş, Hz. Ali de onun kısas edilmesini istemişti. Ancak Hz. Osman diyet vererek Ubeydullah’ı kurtarmış, “Dün babası öldü bugün oğlunu öldüremem” demişti. Bu yüzden Ubeydullah Ali’den çekiniyordu. Muaviye’nin sahabeye yazdığı mektuba cevap verdi ve Kûfe yerine Şam’a gitti. Muaviye’nin tüm ısrarlarına rağmen halka Hz. Ali aleyhine bir şey söylemedi, Ali’yi Osman’ın ölümünden sorumlu tutmadı. Ancak Sıffin’de Muaviye’nin yanında savaştı. Ubeydullah’ın Hz. Ömer’in oğlu olması ve Kureyş’in otoritesini temsil etmesi Muaviye için büyük bir kazanımken Hz. Ali için bir kayıptı.

Muaviye ona hikmetli sözlerle dolu bir mektup getiren Cerir’i tam üç ay oyaladı. Bazı kişiler onun taraf değiştirdiğini sandılar. Bu süre zarfında Muaviye destek topladı ve kuvvetini Hz. Ali’ye anlatması için Cerir’e güç gösterileri, şovlar yaptı.

Cerir geriye Muaviye’nin Hz. Ali’ye biati red eden mektubuyla döndü. Hz. Ali’ye Şam’ın durumunu, onların Hz. Osman’ın ölümünden kendisini sorumlu tuttuklarını ve Şamlılar’ın Muaviye’ye olan bağlılıklarını anlattı.

Hz. Ali ve Muaviye arasında uzun süren bir yazışma trafiği oldu. Bu yazışmaların temelini Hz. Ali’nin Muaviye’nin idareyi tanıması yönündeki iyi niyetli çabaları ve Muaviye’nin amaçlarını gizlemek için kullandığı Hz. Osman’ın kanı iddası oluşturuyordu. Muaviye’ye göre muhacirler Hz. Osman’ı öldürmeleri için halkı tahrik etmiş, ensarda Hz. Osman’a yardım etmemişti. Tüm bunların ardında Hz. Ali vardı. Muaviye Hz. Osman’ın kanını ve halife seçiminin şuraya bırakılmasını istiyordu. Hz. Ali bu tavır karşısında şaşkındı. Hz. Osman’ın kanını talep etmenin oğullarının hakkı olduğunu, eğer oğulları bu hakkı Muaviye’ye vermişlerse bile önce halifeye biat etmesi gerektiğini, devletin her tarafında otorite sağlandıktan sonra suçluların Allah’ın kitabına göre cezalandırılacağını söylüyordu.  Muaviye Medine’ye mektuplar yazıyor, yardım istiyordu. Çünkü Hz. Ali’nin halifeliğinin meşruiyetinin sebebi muhacir ve ensar tarafından seçilmesindendi. Eğer Muaviye bunları yanına çekebilirse Hz. Ali’nin meşruiyeti de elinden giderdi. Mektup yazdığı kişiler arasında Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve Ubeydullah b. Ömer de vardı. Bu kişilere yazdığı mektuplardan niyetinin hilafet olmadığını, halife seçiminin şuraya bırakılması gerektiğini, tek isteğinin Osman’ın kanı olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyor; Talha ve Zübeyr’in bu uğurda öldüğünü, Hz. Ayşe’nin bunun için savaştığını anlatıyordu. Ancak bu çağrısı sadece Ubeydullah b. Ömer üstünde işe yaradı.

3.7.               Muaviye’nin Mısır Valisi Kays’ın Azline Neden Olması

Kays b. Sa’d b. Ubade, çok iyi bir müslüman, çok iyi bir idareci ve çok iyi bir askerdi. Hz. Ali’nin maiyetine bir ordu vermesine rağmen askerlerin halifeye lazım olacağı gerekçesiyle orduyu kabul etmedi. Beraberindeki yedi kişiyle Mısır’a girdi.

Mescitte minbere çıkıp Hz. Ali’nin emrini okudu ve halka şöyle seslendi; “Ey halk biz Peygamber’imizden sonra en hayırlı bildiğimiz kişiye biat ettik, siz de ona Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünneti üzerine biat edin.”

Halk bu öneriyi hemen kabul etti. Kays Mısır’ın her tarafına memurlar tayin ederek Mısır ülkesine hakim oldu. Sadece iki kişi Yezid b. Haris ve Mesleme b. Muhalled Ali’ye biat etmedi. Muaviye onların toplumdaki konumunu ve Muaviye’ye katılma ihtimallerini göz önüne alarak üzerlerine varmadı.

Kays’ın bu başarılı yönetimi Muaviye’yi çok rahatsız ediyordu. O, Hz. Peygamber’in zamanında Ensar’ın bayraktarıydı, Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunurdu. Hz. Ali Şam üzerine yürürse muhakkak Kays askerleriyle yardım ederdi. Kays’tan ne yapıp edip kurtulmalıydı.

Kays’a mektuplar yazdı, vaadlerde bulundu, tehdit etti. Ne yapsa bir sonuç alamadı. Bu sefer hileye başvurdu, Şam’da halka Kays’ın kendilerinden olduğunu, Hz. Osman’ın kanını isteyenleri himaye ettiğini, kendisine gizli mektuplar yazdığını anlatmaya başladı. Kays’tan geldiğini idda ettiği sahte bir mektubu halka okudu.

Dedikodular hızla yayıldı. Hz. Hasan, Hüseyin ve Abdullah b. Cafer’in kulağına kadar gitti. Gidip Hz. Ali’den onu azletmesini istediler. Hz. Ali Kays’a çok güveniyordu. Buna rağmen içine şüphe düştü. Kays’a Harib’de biat etmeyenlere baskı uygulamasını istedi, Kays ise onlara dokunmanın kötü sonuçlar doğuracağını söyledi. Hz. Ali savaş konusunda ısrarcı oldu. Kays kabul etmedi. O zaman Hz. Ali Kays’ın ona ihanet ettiğini zannederek görevinden aldı. Yerine Muhammed b. Ebû Bekir’i atadı.

Kays Mısır’dan çıkıp Medine’ye geldi. Ancak Mervan’ın hakaretleri yüzünden Sehl b. Huneyf’le Kûfe’ye yola çıktı. Hz. Ali’ye ulaşıp durumu anlattı, Hz. Ali çok üzüldü, ama yapacak bir şey yoktu. Muaviye hedefine ulaşmıştı. Mısır’a vali olan Muhammed b. Ebû Bekir Kays’ın aksine biat etmeyenleri biat etmeleri ya da ülkeyi terketmeleri için zorladı. İkisine kabul etmedikleri için silaha sarıldı. Böylece Mısır’daki muhalefet tırmandı ve Muaviye tarafına koymaya başladı.

3.8.Sıffın Savaşı

Hz. Ali ve Muaviye arasındaki mektup trafiği tüm hızıyla sürmekteydi. Hz. Ali savaş çıkmaması için elinden geleni yapmış Beşir b. Amr el-Ensari, said b. Kays el- Hemedani ve Şebes b. Rebi et-Temimi gibi kişileri elçi olarak Muaviye’ye yollamıştı. Bu elçiler ne şekilde davranırsa davransın Muaviye biate yanaşmıyordu.

Savaşın kaçınılmaz olduğu ortadaydı. Kimi kaynaklar savaştan önce iki ordudan küçük küçük gurupların ufak çaplı çarpışmalar yaptığını söylerken  kimi kaynaklar Cezire bölgesinde halifenin güçleri ile Muaviye taraftarlarının  arasında hakimiyeti sağlama mücadelesi olduğunu belirtir.

İkinci görüşe göre Hz. Ali Kûfe’de iken Muhan, Cibal, Horasan ve Cezire’ye valiler tayin etmişti. Cezire valisi olan Malik el-Eşter buradaki Osman taraftarlarını bastırarak idareyi ele geçirdi. Ancak bize göre bu küçük çarpışmalar Eşter’in Cezire valisi olmasından sonra değil, Hz. Ali’nin ordusunun Sıffın’a giderken geçtiği güzergah üzerinde olmuş, Ali’nin ordusuna saldıran Muaviye yanlıları püskürtülmüştü.

Ancak bu ortamda bile elçi trafiği sürüyordu. Hz. Ali yeni bir elçi heyeti yolladı. Buna karşılık Muaviye de Hz. Ali’ye heyet yolluyordu. Muaviye’nin heyeti Ali’ye kendisini Osman’ın öldürülmesinden sorumlu tuttuklarım, katilleri teslim edip halife seçimini şuraya bırakmasını istedi. Hz. Ali ise sinirlenerek Allah’a hamd ü senadan sonra Hz. Peygamber’in nübüvvetini ve insanları doğru yola ilettiğini anlattı. Daha sonra Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in halife seçilişini bu ikisinin doğru yoldan ayrılmadığını, kendilerinin Hz. Peygamber’in ailesi olmalarına rağmen bu kişilerin üstlerine halife olmasına başta darıldıklarını sonra affettiklerini anlattı. Osman’ın bazı yanlış işleri yaptığını, halkın onun aleyhinde olduğunu ve öldürüldüğünü, gene halkın baskıları yüzünden hilafete geldiğini, ancak kendisine biat eden iki kişinin ayrılması yüzünden zayıf düştüğünü anlattı. Allah’ın dininde hiçbir önceliği olmayan, babasıyla birlikte istemeden müslüman olan Muaviye’nin muhalefetinin hiçbir anlam ifade etmediğini, kendisinin ve babasının müslüman olana kadar Rasûl’e hep düşman olduklarını, bu isyanından başka hiçbir gazasının olmadığı, Peygamber’in ailesiyle bu kişinin nasıl denk sayılabileceğini, Muaviye’nin onları kandırdığını, gözlerini açmaları gerektiğini söyledi.

Muaviye ve Hz. Ali arasında geçen mektuplaşmalarda Hz. Ali’nin mektupları hitabet açısından birer şahaserdir, içindeki nasihatler her müslümanın kulağına küpe olacak niteliktedir. Buna karşılık Muaviye’nin tavrı hedef saptırma, niyetini gizleme, düşmanı oyalama, kendi propagandasını yapma gücü açısından çok ilgi çekici ve başarılıdır.

Yapılan görüşmelerden hiçbir sonuç çıkmayınca savaş kaçınılmaz oldu. Savaş hazırlıkları 36 yılı sonlarına doğru tamamlandı, her iki ordu Sıffın’a doğru yola çıktı.

Muaviye’nin ordusunun belkemiğini Suriyeli askerler oluşturuyordu. Bunlar Fezare, Lahm, Cüzzame, Ak gibi yerleşik kabilelerden; Mudar ve Rabia gibi sonradan buraya yerleşmiş ve birbirine karışmış birçok kabileden oluşmaktaydı. İçinde muhacir ve Ensar’dan, Hicaz bölgesinden neredeyse hiç kimse yoktu. Bu açık Ümeyyeoğulları’ndan bazı kişilerin katılımıyla telafiye çalışılmıştı. Ensarı Numan b. Beşir ve Muhammed b. Mesleme temsil ederken, Ubeydullah b. Ömer ve Abdurrahman b. Halid b. Velid Kureyş otoritesini temsil etmekteydi. Muaviye’nin komutan seçimi de sembolikti, ordu komutanlıklarına bu dört sahabeyi getirmişti. Hz. Ali’nin ordusunda Muhacir ve Ensar’dan birçok kimse vardı. Bu kişilerin sekseni Bedir savaşına katılmış, ortalama yediyüzü de Bey’atür’r-Rıdvan’da bulunmuştu. Bunların dışında muhacir ve ensardan dörtyüz kişi daha vardı. Bu kişiler farklı boylara mensuptu: Kureyş, Esed, Kinâne, Kinde, Basra ve Kûfe Bekrileri ve Yemen Kabileleri gibi pek çok kabile Hz. Ali’nin safında temsil edilmekteydi. Ancak eski Kûfe valisi Ebû Musa el-Eşari’nin amca çocuklarının Muaviye’nin yanında savaşması Kûfe’den istenen miktarda katılım olmasını engelledi.

Kaynaklar Muaviye’nin ordusu hakkında seksenbinle yüzyirmi bin arasında sayılar verirken, Ali’nin ordusu için elli bin ile yüzbin arasında değişen rakamlar verilir. Bu savaşta Hz. Ali tarafında olup Rıdvan Biatine katılanlardan altmış üç sahabe şehit olmuştur.

Savaş daha başlamadan Hz. Ali ve Muaviye arasında görülen ilk olay su meselesidir. Muaviye’nin ordusu önce gelerek Fırat’ın kıyısındaki su kenarlarına yerleşmişti. Hz. Ali suyu her iki ordunun da kullanmasını istedi. Ancak Muaviye Hz. Ali’nin ordusuna bir damla bile su vermemeye kararlıydı. Muaviye’nin yanında bulunan Velid b. Ukbe’de Ali’nin ve isyancıların Hz. Osman’ı muhasara altında kırk gün aç susuz bıraktıklarını, bu yüzden onlara da su verilmemesi gerektiği konusunda Muaviye’yi destekliyordu.

Hz. Ali’nin ordusu bir gün bir gece susuz kaldı. Eş’as b. Kays ve Malik el- Eşter komutasındaki askerler savaşarak su kenarlarını Muaviye’nin askerlerinden aldı.

Bu sefer Muaviye aynı şeyi Ali’nin ona yapmasından korktu. Ancak Hz. Ali bu müjdeli haberi alır almaz Muaviye’ye birini yolladı. “Ben senin yaptığını yapmam, su herkese mübahtır, siz de biz de suya muhtacız, bu ihtiyaçta biriz, gelin istediğiniz kadar su alın” dedi.

Su ile ilgili bu zaferden sonra Hz. Ali iki gün bekledi. Muaviye’den hiç ses çıkmıyordu. Hz. Ali gene elçi gönderdi ama Muaviye fikrinden dönmüyordu.

Bunun üzerine savaş başladı. Ancak iki ordu birden bire hücuma geçmedi. Her iki taraftan askerler çıkıp savaşıyordu. Öne çıkanlar arasında her iki taraftan ünlü simalar vardı. Ama er meydanına en çok çıkan kişi Eşter’di. Zilhicce ayı böyle geçti.

Hz. Ali’nin ordusuna verdiği öğütler bugünün insan hakları savunucularına ders verir nitelikteydi. Savaş başladı. Hz. Ali Kûfe atlılarının başına Malik el-Eşter’i,

piyadesinin başına Ammar’ı koydu. Basra atlılarının başında Sehl b. Huneyf, piyadelerinde Abdullah b. Budeyli vardı. Bayrağı Haşim b. Utbe taşıyordu. Yemen askerlerini sağına aldı, Eş’as b. Kays’ı başlarına koydu. Rabia boyunu sola alıp Abdullah b. Abbas’ı da onların başına geçirdi. Boyların her birine bir emir ve bir 287

bayrak verdi.

Bu savaşta Hz. Ali’nin bayrağı kırmızı, Muaviye’nin ki siyahtı. Her iki ordu da birbirlerini tanıyabilmek işin işaretlere ve paralara sahipti.

Savaş Safer’in ilk çarşambasında başladı. Her gün iki taraftan bölükler meydana çıkıyordu. İlk gün Habib b. Mesleme’nin önderliğindeki Şamlılar’ın karşısına Malik el-Eşter çıktı. Akşama kadar savaşıldı.

İkinci gün Haşim atlı ve yayalarla meydana çıktı, karşısında Ebû’l-Aver vardı.

Üçüncü gün meydanda Ammar vardı, elinde Hz. Peygamber’den aldığı söylenen bayrakla savaşıyordu. Ancak geri çekilmek zorunda kaldı.

Dördüncü gün Muhammed İbni’l-Hanefiyye meydana çıktı. Karşısında büyük bir kuvvetle Ubeydullah b. Ömer vardı. Ubeydullah Muhammed’i teke tek dövüşmeye çağırdı. Hz. Ali bunu öğrenince meydana koştu ve Ubeydullah’a meydan okudu. Ancak Ubeydullah bunu kabul etmeyerek döndü.

Beşinci gün savaş Abdullah b. Abbas ve Velid b. Ukbe arasındaydı. Muaviye’nin ordusu kazanmak için dürüstçe dövüşmekten başka her yola başvuruyordu.

Hz. Ali isyancılarla bölük bölük değil hep birden savaşılacağına karar verdi. Hz. Ali ve Muaviye’nin komutasındaki ordular karşılaştı. Bir sonuç alınamadı.

Gölpınarlı’nın anlattıklarında öne çıkan bir konu da olacak olayların ümmete daha önce Hz. Peygamber tarafından bildirilmesiydi. Tüm ümmete bildirenler olduğu gibi sadece Hz. Ali’ye bildirilenler de vardı. Daha önce Hz. Peygamber’in Ebû Zerr’e söylediklerini onun sürgündeki vefatını anlatırken aktarmıştık. Benzer başka bir hadisde Ammar b. Yasir hakkındadır. Ammar Hendek savaşında mescid yapılırken taş taşımaktaydı, herkes bir taş taşırken ona iki taş yüklüyorlardı. Hz. Peygamber’e şaka yollu “Bu ümmetin beni öldürecek” dedi. Rasûlullah ise “Yazık sana ey Sümeyye’nin oğlu, seni gerçek imama isyan eden bir topluluk öldürecek, dünyadan son içiminde suyla karışık süt olacak” buyurmuştu. Gene başka bir gün   Ammar’a “Seni gerçek imama isyan eden bir topluluk öldürecek, Ammar onları cennete çağırırken, onlarsa Ammar’ı cehenneme çağırırlar” buyurmuştu.

İşte bu Ammar doksan yaşında bir ihtiyar olarak Sıffın’da şehid oldu. Ölmeden önce bir kadının kendisine ikram ettiği suyla karışık sütü içti. Kahramanca savaşırken şehit düştü. Onu öldürenler başını alıp Muaviye’ye götürdüler. Amr b. As, Ammar’ı öldüren adamlara hakaret etti. Oğlu Abdullah’la birlikte bu olaydan önce ölmüş olmayı dilediklerini söyledi. Ancak Muaviye bundan rahatsız oldu. Kendileri için savaşanlara cehennemlik olduklarını söylemeye hakkı olmadığını belirtip Amr’ı azarladı. Şu inciyi uydurdu; “Ammar’ı biz öldürmedik ki buraya getiren Ali öldürdü.”

Hz. Ali bu sözü duyunca çok üzülmüş, “O zaman Hamza’yı da Uhud’a götüren hâşâ Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  öldürdü” demiştir.

Gene Hz. Peygamber’in Üveysi’l-Karani adlı bir kişinin tabiinin en hayırlısı olduğunu söylediği ve bu kişinin Hz. Ali’nin yanında şehit olacağı ve onun şefaatiyle Rabia ve Murdar koyundaki kadar kişinin cennete gireceğini buyurduğu insanlara Hz. Ali tarafından anlatılmıştır. Veysel Kûfe tarafından geldi, Ali’ye biat etti. Savaşa çıktı ve şehit düştü.

Sonuç olarak Muaviye uyguladığı tüm savaş taktiklerine rağmen galip gelemedi. Tüm olanakları kullandı; askerlerine bol ihsanda bulundu, duygu sömürüsü yaptı; Hz. Ali’nin aleyhinde propaganda yapıp dört yana duyurdu, Hz. Ali’nin ordusundakilere saf değiştirmek için her teklifi sundu. Ama galip gelemiyordu. Bu duruma Hz. Ali’nin haklılığından kaynaklanan kuvveti yol açtığı gibi, cesareti, savaş dehası ve Hz. Peygamber zamanında kazandığı tecrübelerin de payı büyüktü. Aynı zamanda Hz. Ali’nin yanında savaşan kimi adamları ona dünyevi menfaatler için değil Allah’ın kelamı için bağlıydı. Eşter, Haşim b. Utbe b. Ebû Vakkas, Ammar gibi kişileri ona ölümüne inanıyordu. Ama Muaviye de biliyordu ki Hz. Ali’nin ordusundaki çoğunluk böyle değildi. Özellikle Irak askerlerinin çoğu bu savaşı Kureyş boyunun iktidar mücadelesi olarak görüyordu. Daha önce Basralılar’la savaştıkları için rahatsızdılar, hatta bazıları Sıffın’dan önce bunu dile getirmişti. Bu askerler ilk üç halife döneminde ganimet için savaşıyordu. Bu sayede geçimlerini sağlıyor evlerine kafirleri öldürmenin gururuyla gidiyorlardı. Şimdi ise ne ganimet ne köle kazanamıyorlardı. Hz. Ali savaştıkları kişilere lanet bile okutmuyor, onlardan kardeşlerimiz diye söz ediyordu. Zübeyr’i öldüreni ödüllendireceğine cehenneme gideceğini söylemişti. Böyle bir ortamda savaşmanın anlamı neydi? İşte Hz. Ali’nin ordusundaki bu tip çoğunluk, Leyletü’l-Harir gecesinde artık tüm ümitlerini kaybetmiş, kaçmak ya da Hz. Ali’den eman dilemek arasında bocalayan Muaviye’ye bir ışık oldu. Savaş madem meydanda kazanılmıyordu o zaman masaya taşınmalıydı.

Muaviye Amr’ın önerisiyle mızrakların ucuna Kur’an sayfaları takılması ve tarafların Kur’an’ın hakemliğine davet edilmesi fikrini ortaya attı. Üç mızrak birbirine bağlandı, Bunlara büyük Şam mushafının sayfaları takıldı. Mızrakları taşıyanlar şöyle bağırıyordu; “Ey Arap topluluğu sizinle bizim aramızda Allah’ın kitabı var; kadınlarınızı, kızlarınızı düşünün, siz yok oldunuz mu onlar kafirlere esir düşerler.”  Bu teklif Hz. Ali’nin ordusu içindeki kurrada hemen etkisini gösterdi. Artık savaşmıyorlar, Hz. Ali’yi değil dinlemek tehdit ediyorlardı. Hz. Ali onlara Muaviye’nin, Amr’ın, İbn Ebi Muayt’ın, Habib b. Mesleme’nin din ve Kur’an düşkünü insanlar olmadıklarını, onları hakem isteyenlerden daha iyi bildiğini, bu kişilerin küçüklüklerinde de büyüklüklerinde de insanların en şerlileri olduklarını söyledi. Muaviye’nin teklifinin onları kandırmak için olduğunu anlattı. Ancak Hz. Ali ordusu üzerindeki hakimiyetini tamamen kaybetmişti. İsyancılar onu teklife uymaya zorluyor, Osman’a yaptıklarını yapmakla tehdit ediyordu. Bir ara Hz. Ali’nin çok yakınında bulunan Eş’as b. Kays da bunların arasındaydı.

3.9.               Hz. Ali’nin Ordusunda ki Karışıklıklar ve Hakemlerin Belirlenmesi

Hz. Ali’ye yapılan baskılar öyle artmıştı ki Eşter’i geri çağırttırmak zorunda kaldı. Eşter çok ilerlemişti, son darbeyi vurmak üzereydi. Hz. Ali geri gelmesi için Yezid b. Hani’yi yolladı. Ancak Eşter galibiyete çok az kaldığını, neredeyse kazanacaklarını söyledi. Yezid tekrar halifeye döndü. Ama isyancılar çıldırmıştı, Eşter gelmezse Hz. Ali’yi yalnız bırakacaklarını hatta öldüreceklerini söylüyorlardı. Yezid Eşter’e gelip, “Sen burada galibiyet kazan, orada müminlerin emirini öldürsünler” deyince Eşter dönmeye mecbur oldu.

Ancak Muaviye’nin teklifini kabul etmesi de Hz. Ali’nin durumunu düzeltmeye yetmedi. Ordunun içine düştüğü durum mantık dışı görünse de gerçek buydu. Hz. Ali’nin ordusundaki yirmibin kişi tüm orduya hakim durumdaydı. Madem Muaviye’nin bütün şartları kabul edilecekti neden yüz on gün boyunca savaşılmış ve sadece kendi ordularında yirmi beş bin kişi ölmüştü? Muaviye’yi isyancı bir validen Hz. Ali ile pazarlık masasına yükselten neydi? Kur’an’ın hakemliğiyle ne kast ediliyordu? Hakem seçilecekse neden bunlar Mekke ve Medine’deki şura üyelerinden değildi? Bu tarz sorulara Hz. Ali’nin ordusu içindeki isyancıların o an için ne cevaplar verdiğini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bazı şeyler var. Bu gurup yaptıkları şeyin ne büyük bir felaket olduğunu kısa süre sonra anladı ancak durumu düzeltmeye çalışacaklarına bir faciaya çevirdiler ve Hariciler adıyla tarih sahnesine çıktılar. Ayrıca onların Muaviye’yle anlaşmaya varılmasını istemesinde Eş’as b. Kays büyük rol oynamıştı. Eş’as Hz. Osman’ın Azerbeycan valisiydi, onun ölümünden sonra Hz. Ali’ye biat etti. Başlarda Hz. Ali’nin yakınında bulundu. Sıffın’da Kinde ve Rabia kabilelerinin komutanıydı. Ne zaman ki Hz. Ali onu bu görevden azletti, Eş’as’ın Hz. Ali’ye olan tavrı hemen değişti. Durum öyle bir hale geldi ki yerine görevlendirilen kişinin kabilesiyle neredeyse savaşılacaktı. Ortalık zor yatıştırıldı. İşte bu noktadan sonra Eş’as’ı Hz. Ali’nin ordusu içindeki bir truva atı olarak görüyoruz. Eş’as görünürde Muaviye’nin ordusuna katılmamıştı, ama Muaviye’nin lehine öyle işler başardı ki bunları kılıçla kazanmak imkansızdı. İsyancı gurup ahmaklardan ve münafıklardan oluşuyordu. Bunlar Hz. Ali’yi tamamen saf dışı bıraktı. Görünürde emir Ali idi ancak isyancılar kendi bildiklerini yapıyordu.

Şamlılar ve Iraklılardan heyetler ordugahta buluştu. Herkesin kendi seçtiği hakemlerin bir yıl sonra buluşup halifeyi Kur’an ve sünnet ölçülerine göre seçmelerine karar verdiler. Neden hakemler bir yıl sonra toplanıyordu? Sonucu önceden bilen Muaviye bu sırada güç mü toplayacaktı, ya da bu süre zarfında Hz. Ali’nin halifeliği şüpheli durumdayken ona bağlı topraklarda işgal hareketerine mi girişecekti? Bunları bile sorgulayan yoktu. Hz. Ali ne anlaşmanın şartları hakkında söz sahibi olabildi ne de kendi hakemini belirleyebildi. Muaviye’nin hakemiyse belliydi, Amr b. As, Eş’as b. Kays ve isyancılar Hz. Ali’nin adına Ebû Musa el- Eşari’yi hakem tayin ettiler. Hz. Ali hilafete gelince Ebû Musa’dan zar zor biat alabilmiş, bu kişi Cemel’de Hz. Ali’ye yardım etmemesi yetmezmiş gibi halka da mani olmuştu. Uzun uğraşlar sonunda görevden alınabildi. Bir damla mantığa sahip olan hiçbir kişi Ebûl’-Musa’nın Ali’yi temsil etmesini istemezdi. Ali’nin hakem olmasını istediği Abdullah b. Abbas Ali’nin akrabası olduğu gerekçesiyle kabul etmediler. Hakemin temsil ettiği kişinin avukatı görevini üstleneceği ortadaydı, tarafsız değil Ali’ye gönülden bağlı biri olmalıydı. Ebû’l-Musa’nın tek vasfıysa Hz. Ali’ye ihanet etmiş olmasıydı. Bu karar bizce sadece ahmaklıktan kaynaklanmıyordu, arkasında kötü niyet vardı.

Ebû’l-Musa el-Eşari alelacele Kûfe’den Sıffın’a getirildi. İki ordudan heyetler ve katipler anlaşma metnini hazırlamak için buluştu. Anlaşmanın metni yazılırken Emiru’l-Muminin sıfatının yazılması, kimin isminin önce yazılacağı gibi konularda problem çıktı. Amr senin halife olduğunu düşünsek seninle niye savaşalım diyorlardı. Bu olay insanlara Hz. Peygamber’in başına Hudeybiye Barışı esnasında gelenleri hatırlatmaktaydı.  Muaviye’nin gerçek niyeti de ortaya çıkmıştı. Ellerine fırsat geçmesine rağmen Hz. Osman’ın kanının konusu bile açılmamış, kimin halifeliğe daha uygun olduğu konusuna yoğunlaşılmıştı. Metinden Hz. Ali’nin sıfatı sildirildi. Buna göre anlaşma Ebû Talib’in oğlu Ali ile Ebû Süfyan’ın oğlu Muaviye arasındaydı. Siyasi bir çabadan başka hiçbir anlam taşımayan bu anlaşma ile Kur’an’ın hakemliğine başvurulduğuna inanmak tam Hz. Ali’nin ordusundaki kurralara göre bir davranıştı. Bunlar hakemlerin hangi vasıfla halife seçebileceğini, Kur’an ve Sünnet hakkında ne bildiklerini, diğer müslümanların buna ne tepki vereceklerini düşünebilecek kapasiteden yoksundu.

Yapılan anlaşmayla yıl sonunda Ramazan ayında Dumetu’l-Cendel’de toplanımasına eğer bu toplantı gerçekleşmezse ya da karara bağlanmazsa daha sonra Erzuh’ta toplanılmasına karar verildi. İki orduda kendi ölülerini gömdü, Hz. Ali Kûfe’ye, Muaviye Şam’a doğru ordularını alıp yola çıktı.

3.10.    İlk Hariciler

Eş’as gizlice anlaşmayı alıp önce Şamlılar’a sonra Iraklılar’a okudu. Iraklılar arasında bulunan Ma’dân boyundan iki kardeş kılıçlarını çektiler, “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek Muaviyenin çadırına doğru saldırdılar. İkisi de hemen öldürüldü.

Bu görüş Irak askerleri arasında duyuldu ve bir çığ gibi taraftar toplamaya başladı. Ortada bir slogandan başka bir şey yoktu. Ama Hz. Ali’yi Muaviye ile anlaşması için zorlayanlar, onu ölümle tehdit edenler, bir avuç gönüldüşıyla yalnız bırakanlar şimdi ağız değiştirmiş, bu sloganı tutturmuştu. Hz. Ali’yi suçlamaktaydılar, hükmün sadece Allah’ın olduğunu, Ali’nin hakem tayin etmeye hakkı olmadığını söylediler. Savaşa geri dönmek istiyorlar, bu kadar kişinin boşuna öldüğünü, savaşta öldürülmeye razı olduklarını söylüyorlardı.

Hz. Ali zorla, istemeyerek de olsa yaptığı anlaşmadan dönmedi. Ahdine vefa gösterdi. Eş’as’ın bu ayrılıkçıları öldürmek istemesine de izin vermedi. Daha sonra Hariciler olarak anılacak bu insanların yol açtığı felaketler Hz. Ali’nin ölümüne kadar sürdü.

Savaşın ardından esirlerin durumu meselesi ortaya çıktı. Amr Muaviye’ye tüm esirleri öldürmesini önerdi. Ancak Hz. Ali’nin bütün esirleri serbest bırakması üzerine Muaviye de aynını yapmaya mecbur oldu. Kendini zalim göstermek Muaviye’nin isteyeceği en son şeydi.

3.11.    Hakemlerin Kararı

Kûfe’ye gelen Hz. Ali’nin üzüntüsü her geçen gün daha da arttı. İnsanlara hakkında ne düşünüldüğünü soruyor, farklı farklı yanıtlar alıyordu. Kûfe’de her evden ağıt sesleri gelmekteydi. Hakemlerin kararının beklendiği bu süre boyunca Hz. Ali hızla kan kaybedecek bir daha toparlanamayacaktı.

Hakem olayı İslam tarihinin en trajı komik olaylarından biridir. Muaviye’nin yönettiği bu tiyatro sahnesinde sanki oyun oynanıyormuşçasına Ebû’l-Musa Hz. Ali’yi haifelikten azletmiş, müslümanların seçeceği halifeye razı olacağını söylemiş, Amr’da kalkıp “O halifesini azletti ben kendi emirimi tüm müslümanlara halife yaptım” diyerek olaya son noktayı koymuştur. Bu komedi sonucunda Muaviye isyancı bir vali olmaktan çıkmış, Hz. Ali ile rakip iki müslüman ülkenin iki ayrı devlet başkanı haline gelmişti. Toplantıya gözlemci olarak Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Mugire b. Şûbe gibi kimseler de katılmıştı. Abdullah b. Ömer’in adı halife adayı olarak Ebû’l-Musa tarafından ortaya atıldı. Abdullah b. Zübeyr de Abdullah b. Ömer’in hakemleri etkilemesi yönünde baskı yaptı. Ancak Amr bu iş için Abdullah’ın pasif ve yetersiz olduğunu idda ederek bu teklifi kabul etmedi ve kendi oğlunu önerdi.

Ebû’l-Musa utancından Hz. Ali’ye haber veremeden Mekke’ye gitti. Hz. Ali haberi Abdullah b. Abbas ve Şureyh b. Hani’den öğrendi. Hz. Ali bunu duyduğunda sabah namazında Kunut dûasını okuyordu. Muaviye’ye Amr’a, Ebû Musa’ya, Habib b. Mesleme’ye, Velid b. Ukbe’ye ve Abdurrahman b. Halid’e beddûa etti. Bunu öğrenen Muaviye’de Ali, Hasan, Hüseyin, Eşter, Kays b. Sad ve ibn abbas’a beddûa etmeye başladı ve bunu minberde okutmaya başlayarak bir gelenek haline getirdi.

Hz. Ali bu kararı kabul etmedi. Yapılan iş ne Kur’an’a ne sünnete uygundu. Ancak kimi kişiler Hz. Ali’nin yapılan anlaşma gereğince hakemin verdiği karara uymak mecburiyetinde olduğunu, buna rağmen ne karara uyduğunu ne Muaviye’nin halifeliğini tanıdığını söylemektedir.  Ancak Hz. Ali’ye göre hakemler heva ve heveslerine uymuştu. Ancak Hz. Ali’nin tek sorunu Hakem olayı değildi. Muaviye onun yönetimindeki toprakları ele geçirmeye çalışması ve Harici ayaklanmalarıyla da uğraşmak durumundaydı.

3.12.    Hz. Ali’nin İktidarının Gerileme ve Çöküş Dönemi

3.12.1.    Haricilerle Mücadele

Kûfe dönüşü “Hüküm Allah’ındır” diyerek Hz. Ali’den ayrılan on iki bin kişi Harura’ya yerleşti.

Muaviye’nin teklifini kabul etmesi için Hz. Ali’ye baskı uygulayanlar hakeme başvurulunca yaptıkları hatayı anladı. Bu olay yüzünden mağlup olmadıkları halde mağlup duruma düşmüşlerdi. Kendilerini bozguna, ihanete uğramış hissediyorlardı. Baştan beri suçlu Muaviye idi. Ama bu yaptıklarıyla onların haklı görünmesine sebep olmuşlardı. Ancak pişmanlıkları da anormaldi. Hakeme razı olarak kafir olduklarına inandılar, tövbe edip tekrar müslüman oldular. Hz. Ali’den de aynı şeyi yapmasını istiyorlardı. Aksi takdirde Hz. Ali kafir olarak kalırdı ve onunla dövüşülmesi gerekirdi.

Hz. Ali Harura’ya çekilen bu kişiler hakkında hala umut taşıyordu. Ama onlar önlerine geleni tekfir etmeye, müslümanların kanını helal saymaya, Hz. Ali’nin iktidarına gölge düşürmeye başlamışlardı. Her yerden çıkıyorlardı. Muaviye’den başka iktidara bir alternatifte bunlar olmuştu. Hz. Ali’nin uğraşmak zorunda kaldığı bu iç karışıklıklar yüzünden Mısır elden çıkmış, birçok müslüman Muaviye taraftarlarınca katledilmişti. Kûfe savaştan bıkmıştı. Hz. Ali taraftar toplamayamaz olmuştu. Muaviye güçlenirken Hz. Ali eriyordu. Onlara ne kadar anlayış gösterirse göstersin Hariciler insanlıktan anlamıyordu.

Hz. Ali son bir ümitle Abdullah b. Abbas’ı Harura’ya yolladı. İbn Abbas’ın tüm çabalarına rağmen Hariciler hakeme razı olduğu için Hz. Ali’nin kafir olduğunu, tövbe ederse ona uyacaklarını söylüyorlardı. İbn Abbas’tan sonra Hz. Ali de Harura’ya geldi. Hz. Ali ile Hariciler arasında geçen tartışmalar bağnazlığın nasıl başa çıkılmaz bir illet olduğunu göstermesi bakımından çok ilginçtir.  Hz. Ali
onlara hem Kur’an’dan hem sünnetten pek çok delil sundu. Bu konuşmalardan etkilenen iki bin kişi Hz. Ali’ye katıldı.  Hz. Ali’ye katılanların altı bin kişi olduğunu söyleyenler de vardır. Kalanlar Nehrevan’a çekildi ve Hariciler olarak anılmaya başlandı.

Hz. Ali Kûfe’ye döndü ve Şam’a yürümek için ordu toplamaya başladı. Haricilere de mektup yolladı ancak onlar Hz. Ali’nin Allah için değil kendisi için savaştığını söyleyerek ona katılmadılar. Onlardan ümidi kesen Hz. Ali Basra askerlerini toplaması için Abdullah b. Abbas’ı görevlendirdi. Çağrıya ancak bin beşyüz kişi uydu. İbn Abbas’ın “Savaşacak altmış bin askeriniz varken halifeye bu kadar adam göndermeniz ayıp değil mi” demesi üzerine bin yediyüz elli kişi daha geldi. Hz. Ali de Kûfe mescidinde askere toplanması için konuştu. Kısa sürede altmış bin kişi toplandı. Bu rakam Basralılar’la altmış sekiz bine ulaştı. Hz. Ali’nin Şam’a gitmek istemesine karşın ordu Harura’ya gitmek istiyordu.

Hz. Ali’nin çabaları sonuç vermedi, ordu Harura konusunda diretti. Gerçektende Hariciler coşmuştu. Yoldan geçen sahabi Abdullah b. Hubab ve hamile karısını Hz. Ali’yi tekfir etmediği için öldürdüler.  Bu olayın üstüne Hz. Ali’nin gönderdiği elçiyi, Tayyib kabilesinden üç kadını ve Sinânü’s-Seydavi’nin annesini şehit ettiler. Hz. Ali yılmadı, onlara Sad b. Kays ve Ebû Eyyûb el-Ensari’yi elçi olarak yolladı. Ancak anlaşmaya varmak imkansızdı.

3.12.2.    Nehrevan Savaşı

Hz. Ali ve ordusu Nehrevan’a gelince Hz. Ali “Kardeşlerimizi öldürenleri bize teslim edin, kısası yerine getirelim, sonra sizi halinize bırakıp Şamlılar’a gideyim, belki Allah sizi bugün bulduğum halden daha hayırlı bir hale getirir” diye haber gönderdi. Onların cevabı ise hepimiz öldürdük, sizin kanınızı da onlarınki gibi helal görmekteyiz şeklindeydi.

Hz. Ali’nin ordusu savaş durumuna geçti. Hz. Ali Ebû Eyyub el-Ensari’ye bir sancak verdi ve altına girenin Kûfe’ye yahut Medayin’e dönenin güvende olduğunu söyledi.

Toplam sayıları dört bin olan Haricilerin sayıları ölüm korkusuyla azalmaya başladı. İki bin sekiz yüz kişiye kadar indiler.

Hz. Ali tekrar anlaşma yoluna gitti, onlara üç kez şans tanıdı. Ancak onlar anlaşma çağrısına okla cevap verdi, Ali’nin bir askerini şehid etti.

Savaş başladı, eline kılıcı alan Harici Hz Ali’yi aramaya koyuluyordu. Hz. Ali onunla dövüşmek isteyen herkesin karşısına çıktı, hepsini öldürdü.

Harici ordusunda şüphe baş göstermişti. Abdullah b. Vehhab cennete mi cehennememi gittiğini bilmediğini söylerken taraftarlarından biri onu suçlamaktaydı.

Hz. Ali’nin ordusu bu savaşta kesin bir galibiyet kazandı. Elde edilen silah ve hayvanlar askerlere dağıtıldı. Mallar ve kadınlar sahiplerine verildi. Yaralılar Kûfe’de tedavi altına alındı. Esirler aşiretlere bölüştürüldü. Toplam dört yüz kişiydiler. Hz. Ali yanındakilere kendinden sonra Haricilerle savaşmamalarını, çünkü gerçeği dileyip yanlış yolu tutanla, batılı dileyip elde edenin bir olmadığını söyledi.

Nehrevan’dan sonra Hariciler bir daha düzenli büyük bir ordu kuramadı. Yapıları gereği sürekli kendi içlerinde ayrılığa düşmüş, en küçük fikir ayrılığında topluluktan ayrılıp guruplaşmışlardır. Ama küçük çaplı isyanları bitip tükenmemiştir. Hz. Ali ölümüne dek onlarla uğraşmak zorunda kalmıştır.

3.12.3.    Muaviye’nin Hz. Ali’nin Hakimiyet Bölgelerine Yaptığı Saldırılar

Tüm bu olanlar Hz. Ali ile Muaviye arasındaki güç dengesini bir hayli değiştirmişti. Muaviye artık yalnızca Şam’ın değil Mısır’ın da hâkimiydi. Hz. Ali’nin idaresinde ise Irak ve Hicazla bunlara bağlı Cezire, Fars, Yemen eyaletleri vardı. Yönetim ve güç merkezlerini Suriye ve Irak oluşturmaktaydı. Ne yazık ki Irak bölgesi Suriye gibi sakin değildi. Irak isyancı Hariciler, Muaviye’nin baskıları ve savaştan yılmış insanların saldırıları altında ezilmekteydi.

Ortalık durulmamış, Muaviye Hz. Ali’nin idaresinde bulunan bölgeleri almak için atağa geçmişti. Kendine yardımcı olan yerel işbirlikçileri vardı. Muaviye kendisine yardım edeni ödüllendirmeyi iyi bilirdi, Ali’nin vaadi ise sadece cennetti.

Muaviye’nin Mısır’ı ele geçirmesi ve Hz. Ali’yi başının Irak’taki iç karışıklıklar yüzünden dertte olması Irak ve Hicaz’da kimi insanların Muaviye’ye sempati ile bakmasına sebep oldu. Bunlar bazen şehirlerdeki durumu Muaviye’ye rapor etmekle yetiniyor, bazen de isyanlar ve baskınlarda Muaviye güçlerine askeri destek sağlıyordu.

Muaviye’nin ilk atağı Basra üstüneydi. Basra valisi olan İbn Abbas’ın Kûfe’ye gittiği bir anda Muaviye’nin komutanı Abdullah b. el-Hadramî Basra’ya geldi. İnsanları Hz. Osman’ın kanını bahane ederek topladı, onlardan biat aldı. Hz. Ali’nin memurları minberi ve hazineyi başka yerlere nakletmek zorunda kaldılar.

Hz. Ali’den yardım istendi; gönderilen ilk komutan Muaviye taraftarlarınca öldürüldü. Daha sonra Hz. Ali akıllıca politikalar uyguladı ve Muaviye’nin komutanının etrafında toplanan Basralılar’da çözülme meydana gelmesini sağladı. Hz. Ali’nin yolladığı ikinci komutan isyanın ele başlarına karşı sert muamelede bulundu ve otoriteyi sağladı.

Basra’daki başarısızlık Muaviye’yi yıldırmadı. Kûfe’ye yöneldi. Hz. Ali’nin oraya gönderecek asker bulamamasına rağmen Muaviye’nin adamları yerel güçlerce püskürtüldü. Bundan sonra Muaviye’nin Hz. Ali’yi destekleyen ve şehir merkezlerinden uzak yaşayan insanlara yöneldiğini görüyoruz. Savunmasız olan bu insanlara karşı baskınlar düzenlenmiş, insanlar öldürülmüş, malları yağmalanmıştır. Muaviye’nin Hz. Ali taraftarlarına karşı uyguladığı saldırı ve baskılar hiç durmamış, katliamlar her geçen gün artmıştır.

Ancak Muaviye tüm çabalarına rağmen Irak ve Cezire bölgesinde tutunamadı. Kûfeliler Hz. Ali’ye gerekli yardımı sağlamasalarda bu bölge vefâtına kadar Hz. Ali’nin idaresi altında kaldı, Muaviye’nin yaptığı katliamlarsa saltanatın ihtişamının gölgesinde unutulup gitti.

Irak ve Cezire’de başarı sağlayamayan Muaviye 39/659 yılından itibaren Hicaz’a yöneldi. Oraya gönderdiği askerler aracılığıyla halktan zekat toplanmasını, vermeyenlerin öldürülmesini emretti.  Onun Mekke ve Medine’yi hedef alan bu tutumu ilk seferinde Hz. Ali’nin askerleri tarafından önlendi. Bu sefer Muaviye bir adamını hac emiri ilan etti ve kalabalık bir asker topluluğuyla hacca yolladı.  Böylece yalnızca halifeye ait olan bir işi yapıp gücünü ispatlayacak, hem de dört bir yandan gelen Müslümanlara propagandasını yapacaktı. Mekke’de kan dökülmesini istemiyordu, her şey silahsız yapılmalıydı, yoksa müslümanların gözünden düşebilirdi.

Hz. Ali zar zor bir ordu toplayarak Muaviye’nin adamlarının ardından gönderdi. Ancak halifenin askerleri Muaviye’nin adamlarına onlar haccettikten sonra dönüş yolunda yetişebildi. Muaviye’nin üç bin kişilik ordusu Hz. Ali’nin bin altıyüz kişilik kuvvetlerine karşı tutunamadı. Bir çok Suriyeli’yi esir aldı. Bu esirler Muaviye’nin Cezire bölgesine yaptığı baskınlarda tutukladığı esirlerle değiş tokuş edildi.

Yemen’de de halk valiye karşı ayaklanmış, güya Hz. Ali’nin kanını talep ediyordu. Validen istedikleri Hz. Osman’ın katillerini veremeyince yönetime karşı ekonomik ambargo uygulamaya başladılar. Onlara karşı barışcı önlemler alındı, kan dökülmedi. Bunun karşılığını isyancılar Muaviye’den vali istemek suretiyle gösterdi. Bunun üzerine Muaviye Yemen’e bir ordu gönderdi. Ordu Hicaz’a uğradı. Yol üstündeki yerleşim bölgelerine yeni valiler atandı, halkın çoğundan biat alınarak gövde gösterisi yapıldı. Muaviye’nin atadığı Medine valisi Ebû Hureyre Mekke valisi ise Şeybe b. Osman oldu.

Muaviye’nin ordusu başta Yemen omak üzere Necran ve Cişan’da Hz. Ali taraftarlarına karşı büyük katliamlar yaptı. Yaklaşık otuz bin kişi öldürüldü.

Hz. Ali’nin büyük güçlüklerle topladığı ordu kimi yerlerde idareyi ele aldı. Halife dört yandan sarılmıştı. Bu durum ona bağlı birçok idarecinin saf değiştirmesine ya da Fars bölgesi halkı gibi devlete vergi vermemesine yol açtı.

3.12.4.    Hz. Ali’nin Şehadeti

Hicri 40. yılın Ramazan ayında Abdurrahman b. Mülcem, Berke b. Abdullah ve Amr b. Bekr adlı üç Harici toplandılar, İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu konuştular. Bunların üçü de müslümanların durumunu beğenmiyor; bundan Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. As’ı sorumlu tutuyordu. Buna ek olarak Hz. Ali’den Nehrevan’ın intikamını almak istiyorlardı. Bu üçüne aynı gün aynı saatte suikast düzenleyip ortadan kaldırmayı planladılar. İbn Mülcem Hz. Ali’yi, Berk Muaviye’yi, 311

Amr ise adaşını öldürme işini üzerine aldı.

İbn Mülcem Kûfe’ye geldi, mezhepdaşlarıyla buluştu ama kimseye planlarından bahsetmedi.

Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir şeyde anlatılır; İbn Mülcem yakınları Nehrevan’da öldürülen bir kadına aşık olmuştu. Kadına evlenme teklif etti. Kadın mehir olarak İbn Mülcem’den Hz. Ali’nin kanını istedi.  Ona yardım etmek için de itikafa girmek bahanesiyle Kûfe mescidinin yanına bir çadır kurdurdu. Suikastçıları buraya sakladı. Böylece İbn Mülcem ve suç ortakları ilgi çekmeden Kûfe mescidine girip Hz. Ali’yi öldürdü.

İbn Mülcem’in yardım aldığı kişilerden birinin Eş’as b. Kays olduğu,  aralarında geçen konuşmaları duyan bir müslümanın Hz. Ali’ye haber vermek için koştuğu, ancak Hz. Ali’nin mescide farklı bir yoldan gelmesi yüzünden yetişemediği de rivayet edilmiştir.

Gölpınarlıya göre Hz. Ali o Ramazan öleceğini biliyordu. Hz. Peygamber’i rüyasında görmüştü, Rasûlullah Meleklerle birlikte onu yanına çağırmaktaydı. Dünyadan iyice elini eteğini çekmişti, yaşamak için yemek yiyor, her gece bir evladının evinde kalıyordu. Öldürüleceği gün evden çıkarken ördekler bile eteğine yapışıp ağlamıştı. Hz. Ali yaptığı bir konuşmada bunun son Ramazan’ı olduğunu söylemişti.

Hz. Ali halkı namaza dâvet ederken İbn Mülcem’e yardım eden Şebib Hz. Ali’ye bir kılıç salladı fakat kılıç mescidin kapısına geldi. İbn Mülcem ise “Hüküm yalnız Allah’ındır” diye bağırarak Hz. Ali’nin kafasına, Hendek’te Amr’ın yaraladığı yere vurdu. Kılıç başındaki sarığı yarıp tepesine işledi, Hz. Ali yere düşerken “And olsun Kâ’be’nin rabbine, kurtuldum, murâdıma erdim” diyordu.

Halk olayı duyunca kargaşa başladı. Gelip mescidin kapılarını tuttular. Şebib bir şekilde kaçtı. Panikle amcasının oğlunun evine sığındı. Onun halindeki tuhaflığı gören kuzeni “yoksa müminlerin emirini sen mi öldürdün” diye sorunca Şebib telaşından “evet” dedi. Amcasının oğlu kılıcını çekip Şebib’i öldürdü.

İbn Mülcem yakalandı ama diğer yardımcısı Verdan kaçtı. Hz. Ali bu halde bile namazı unutmayarak namaz kıldırması için yeğenini görevlendirdi. Yaralı olarak bir kilime yatırılıp evine götürüldü. Hz. Ali’nin yanında çocukları, yakın akrabaları vardı. Ümmü Gülsüm başucunda göz yaşı döküyor, Hz. Ali ise Rasûlullah’ın onu beklediğini, buradan çok daha iyi bir yere gittiğini, üzülmemelerini söylüyor, onları teselli ediyordu. İbn Mülcem huzuruna getirildi. Hz. Ali ona yaptığı iyiliklerden sonra neden kendisini öldürmeye kalktığını sorunca İbn Mülcem birşeyler saçmaladı. Hz. Ali yanındakilere şöyle söyledi, “Cana can, ölürsem bu adamı o beni nasıl öldürdüyse öyle öldürün, fakat sağ kalırsam hüküm benim, ne yapacağımı bilirim” dedi.

Daha sonra başucunda toplanmış ailesine şu tenbihte bulundu: “Ey Abdulmuttalib oğulları, müminlerin emiri öldürüldü diye müslümanların kanını dökmeye kalkışmayın. Ey Hasan, o bana bir kılıçla vurdu, ölürsem sen de ancak onu bir kılıçla öldür. Çünkü ben Rasûlullah’tan kuduz köpeğin bile eziyetle öldürülmemesi gerektiğini duydum” diyerek ölüm döşeğinde bile kendinden başkasını, hatta katilini düşündüğünü gösterdi.

Hz. Ali vefatından önce tüm ümmete önemli tavsiyelerde bulundu, hak yoldan ayrılmamalarını vasiyet etti.  Evlatlarına özellikle de Hasan, Hüseyin ve Muhammed’e de vasiyetleri vardı. Bu vasiyyetin kısa bir bölümü şöyledir: Sizlere Allah’tan korkmanızı vasiyyet ederim. Dünya size rağbet etse bile siz ona rağbet etmeyin, onu elde etmeye uğraşmayın. Elinizden çıkan şey için ağlamayın. Gerçeği söyleyin, yetime acıyın. Zalime düşman olun, mazluma yardımcı kesilin. Allah’ın kitabındaki hükümlere göre hareket edin. Allah yolunda gittiniz diye sizi kınayan olursa aldırmayın. Namazı kılın, zekatı verin, suçu bağışlayın. Öfkenizi yenin, yakınları dolaşıp gözetin, bilgisize karşı bilimle muamele edin, dinin hükümlerini düşünüp taşının, Kur’an’a bağlanın, civarınızda bulunanlarla hoş ve iyi geçinin. İyiliği emredin, kötülüğü nehyedin, pis ve kötü işlerden çekinin. Beni yaralayanı da beni doyurduğunuz gibi doyurun, susuz bırakmayın, işte bunlar benim size vasiyetimdir, demiş  ve vefâtına kadar ağzından “La ilâhe illâllah”tan başka söz çıkmamıştır.

Hz. Ali 21 Ramazan 40/28 Ocak 661’de vefat etti.  Halifeliği dört yıldan biraz fazla sürdü.

Haricilerin kabrini açıp cesedini yakmayı planladıklarına dair söylentiler duyulunca yakınları üç ayrı tabutu üç ayrı yere gömerek mezarını gizleme yoluna gittiler. Böylece Hariciler’in Hz. Ali’nin bedenine yapmaya çalıştığı saygısızlık önlendi.

Hz. Ali vasiyeti gereği Adem ve Nuh Peygamberlerin kabirlerinin bulunduğu Necef’e gömüldü. Defin yerinin kaybolmaması için bazı işaretler bırakıldı.Buraya türbe H. 153’te Abbasi halifesi Harun Reşit tarafından yaptırıldı. Türbe birçok defalar tamir edilerek günümüze kadar geldi.

4.    Hz. Ali’nin Özellikleri

4.1.    Fiziki Özellikleri

Şu ana kadar hayatını anlatmaya çalıştığımız Hz. Ali, kaynaklarda orta boylu, iri kahverengi gözlü, kaşları hilale benzeyen, saçlarının önleri dökülmüş, iri kemikli heybetli bir insan olarak tasvir edilir. O’nun savaşta salına salına koşarak yürüdüğü, aynı zamanda güleç yüzlü ve şakacı bir insan olduğu anlatılır.

4.2.    Aile Hayatı

Hz. Fatma hayattayken ondan başka bir kadınla evlenmemiş, ondan Hasan, Hüseyin, Ümmü Gülsüm ve Zeynep adlı çocukları olmuştur. Gene Hz. Fatma’dan olan oğlu Muhsin’in doğmadan yada çok küçükken öldüğüne dair farklı rivayetler vardır. Hz. Fatma’dan sonra yaptığı evliliklerden de birçok çocuğu olmuştur. Evlatlarının yirmi altısı o hayattayken vefât etmiştir. Geriye kalan on üç çocuğundan altı oğlu Kerbela’da Hz. Hüseyin’in yanında şehit düşmüştür. Soyları Hasan, Hüseyin, Muhammed İbni’l-Hanefiyye, Abbâs ve Ömerü’l-Atraf adlı çocuklarından yürümüştür.

5.    Önemli İcraatları

O’nun hilafeti süresince gerçekleştirdiği icraatlar savaşlarının gölgesinde kalmıştır. Bu icraatların tamamı İslam’ın özüne ve Kur’an-ı Kerim’e dayanan çok önemli uygulamalardır ve insanlığın önünde çığır açmışlardır.

Bu yeniliklere ilk olarak askeri sahada rastlanır. Hz. Ali giriştiği hiçbir savaşta karşı taraf ona saldırmadan savaşa başlamamıştır. Yağmaya başvurulması yaralılara saldırılmasına, esir alınmasına ve insanlara kötü muamelede bulunulmasına asla izin vermemiş; ganimet olarak da savaş meydanında bırakılan at, silah gibi malzemelerden başka bir şey almamış, askerelerine de aldırmamıştır. Bu tavrıyla O günümüzde hâlâ var olan savaş suçlarının önünü almak için çabalamış; hümanist ve eşitlikçi davranışlarıyla adalete inanan tüm insanların kalbinde taht kurmuştur. O’nun bu uygalamaları tek arzuları ganimet ve bozgunculuk olan kimi askerlerini tatmin etmemiş, Hz. Ali’yi yüz üstü bırakmalarına neden olmuştur. Ama tüm bu olumsuzluklar Hz. Ali’nin Allah yolunda, adalet için savaşmasına engel olmamış, öldüğü dakikaya kadar müslümanları ıslah etmek için uğraşmıştır.

Hz. Ali’nin aşırı hassas davrandığı diğer bir konu da hukuktur. Özellikle kadıların seçimine çok önem verir, onların halkın en seçkin kişileri arasından seçilmesine çalışırdı. Kadıların gelen halka iyi davranmalarını, adil olmalarını, gerçeğin belirlenmesi için sabırlı ve hassas davranmalarını, övgü ile şımarmamalarını ve sağlam karekterli olmalarını isterdi.

Gene Hz. Ali’nin halifeliği döneminde mahkemede yeminli sorgu, şahitlerin topluca değil tek tek ifade vermeleri, hem davacı hem davalının yemin etmesi, hapishane ve düzenli polis teşkilatı uygulamalarına geçilmiştir. Bu uygulamalar o günün şartları göz önüne alındığında devrim niteliğindedir.

Hz. Ali’nin dikkat çekici başka bir uygulaması da önceki halifelerin aksine maaş ve fey dağıtımında müslümanların tamamına eşit davranması, hiçkimseye ayrıcalık tanımaması gösterilebilir.

Buna rağmen Hz. Ali’nin bu güzel icraatları mezhep taassubu ve iktidarın yüceltilmesi gibi inkar edilemez olgular yüzünden göz ardı edilmiş, hak ettikleri ilgi ve övgüden mahrum kalmıştır.

Biz Hz. Ali’yi layık olduğu şekilde anlatacak bilgiden ve idrakten yoksunuz, ancak elimizden geleni yaptık. Tezimizi de onun şu güzel sözleriyle tamamlamak istiyoruz: “Mümin kişinin sevimli ve güleç bir yüzü, hüzünlü bir kalbi, şefkat ve yüceliklerle dolu geniş bir göğsü ve herşeyden alçak bir kalbi vardır. O yüksek rütbelerden nefret eder ve şöhrete düşmandır. Hüznü uzun, cesareti derindir. Sükutu çok, vakti yoktur. Çok şükreder, çok sabreder; kendisi ve milleti için yapması gerekli olan şeyleri düşünmeye dalmıştır. Muhtaçları gönünce kendi ihtiyaçlarını unutur. Güzel huyludur. Hoş ve taş gibi serttir, ama alçak gönüllülük açısından hiçbir kulla kıyaslanmayacak kadar mütevazıdır, alçak gönüllüdür.”

Biz de Hz. Ali’nin tarif ettiği müminlerden olabilmeyi ve Kevser Havuzu’unda Rasûlullah’a ve Ehl-i Beyt’ine kavuşmayı ümid ederek sözlerimize son veriyoruz.  Sonuç

Gölpınarlı’ya göre Hz. Ali tüm müminlerin emiridir. Bu görev ona Allah tarafından verilmiştir. Hilafet kıyamete kadar ona ve soyuna aittir. İktidara sahip olanlar adil bir yönetim sergilemiş olsalar bile onların haklarını gasbetmiştir.

Rasûlullah sağlığında ama açık ama kapalı biçimlerde Hz. Ali’nin velayetine değinmiş ancak sahabenin bir kısmı bunu görmezden glereek Hz. Ali’ye karşı cephe almıştır.

Tüm bu olanlar en ince ayrıntısına kadar Hz. Peygamber tarafından müslümanlara bildirilmiştir. Bu olayların önceden bildirilmesi olaylara sebep olanların sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Ancak; Hz. Ali’ye karşı savaşanlar tekfir edilemez, onlara hakaret etmekte uygun değildir, Allah’a havale edilirler.

Velayeti birçok ayet ve hadisle bize bildirilen Hz. Ali bizlere Kur’an’a ve Sünnet’e sıkı sıkıya bağlı bir iktidarın nasıl olacağını göstermiştir. Ancak onun menfaatçilikten ve riyadan uzak, eşitlikçi, adil yönetim anlayışı Hz. Peygamber’in vefâtından sonra safiyetini koruyamayan kimi sahabe ve fetihler yoluyla müslüman olan ve İslam’ın ruhunu tam olarak kavrayamayan kimi kişilerce anlaşılamamış ve çok ağır muamelelere layık görülmüştür.

Hz. Ali menzile ve sakaleyn hadisleriyle övgüye layık görülen, Ehl-i Beyt’e dahil olan, Hz. Fatma ile evliliği Allah’ın emriyle gerçekleşen, Rasûlallah’ın nesebinin sürdürücüsüdür. Hayber’de ve diğer savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar, Hicretteki rolü, Maide Sûresinin 3 ve 67. ayetelerinin onun velayeti hakkında inmesi ve dinin böylece tamam olması, Gadir’deki konuşma, Al-i İmran 59-61’den sonra gerçekleşen mübahele olayında Hz. Peygamber’in yanına sadece abâ ehlini alması, Medine’deki kardeşlik sırasında Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in kendine Ali’yi kardeş edinmesi, Şura suresindeki akraba sevgisi ile Hz. Ali ve on iki imama olan sevginin müslümanlardan istenmesi, gene Allah’ın (c.c) Ahzab sûresinde Ehl-i Beytin günahlarını temizlediğini bildirmesi ve ayrıntısına girmediğimiz birçok olay Hz. Ali’nin velayetinin delilleridir.

Tüm bu delillere rağmen Gölpınarlı’ya göre Hz. Ali’nin ve evladının hakkı gasb edilerek ellerinden alınmıştır. Bu durum İslam’ın anlaşılmasını imkansızlaştırmış ve müslümanların savaş, zulüm ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada yaşamasına sebep olmuştur.

Kaynakça

Abdü’l-Vehhab, Muhammed, Tevhid I, II, çev. Harun Ünal, Tevhid Yayınalrı, İstanbul, 1996.

Arslan, Alparslan, Abdulbaki Gölpınarlı, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Büyükleri Serisi

Âlu Kaşif-ul Gıta, Ca’feri Mezhebi ve Esasları, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2004.

Ateş, Ali Osman, Ehl-i Sünnet ve Şia’nın Delil Olarak Aldığı Bazı Hadisler, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996.

Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebi Süfyana, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2001.

Çakır, Adalet, Mut’a Nikahının Tarihi Gelişmesi ve İslam Hukukundaki Yeri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1994.

Çelebi, İlyas, İslam İnancında Gayb Problemi, İFAV, İstanbul, 1996.

Demircan, Adnan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesi Hakkında Gadir-i Hum Olayı, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996.

Derveze, İzzet, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ’in Hayatı, çev. Mehmet Yolcu, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1989.

Ebû Zehra, Muhammed, İslam’da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, çev. Abdulkadir Şener, Hisar Yayınları

Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1999.

, İmam Ali, Ankara, 1996.

Gölpınarlı, Abdulbaki, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ve Hadisleri, Genç Yayıncılık, İstanbul, 1985.

_________    , Mü’minlerin Emiri Hz. Ali, Der Yayınları, İstanbul, 2004.

_________    , On İki İmam, Der Yayınları, İstanbul, 1989.

_________    , Pertev Naili Boratov, Pir Sultan Abdal, Der Yayınları, İstanbul, 1991.

, Sosyal Açıdan İslam Tarihi, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  ve İslam ’ın İlk Devri, Der Yayınları, İstanbul, 1991.

, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları, İstanbul, 2003.

, Tasavvuf, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2004.

Günal, Mustafa, Ehl-i Beyt ve Siyasi Faaliyetleri, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1997.

Hatipoğlu, Mehmet Sait, Hz. Peygamber’in Vefatından Emevilerin Sonuna Kadar Siyasi ve İctimai Hadiselerde Hadis Münasebetleri, Doktora Tezi.

Hayatı, Kişiliği ve Düşünceleriyle Hz. Ali Sempozyumu, Tebliğ ve Müzakereleri, 08­10 Ekim 2004, Bursa.

Humeyni, Mektuplar, Mesajlar, çev. Hamid Algar, İstanbul, 1991.

İbn Teymiyye, Şia’ya Reddiye, çev. Muhammed Fatih el-Murabit, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996.

Karataş, Şaban, Şia’da ve Sünni Kaynaklarda Kur’an Tarihi, Ekin Yayınları, İstanbul, 1996.

Kâri, Aliyyu’l, Vahdet-i VücudRisalesi, çev. Abdu’l-Vahid Metin, İstanbul, 1996.

El-Kâtib, Ahmed, Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi, Şûrâdan Velayet-i Fakihe, çev. Mehmet Yolcu, Kitabiyat Yayınevi, Ankara, 2005.

Keskin, Halife, Kendi Kaynakları Işığında Şia’da İnaç Esasları, Beyan, 2000.

Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2001.

Kummi Nevbahti, Şii Fırkalar, Kitâbu’l-Makâlât ve’l-Fırak, Fıraku’ş-Şia, çev. Heyet, Ankara Okulu Yayınları, 2004.

Mahmudov, Elşad, İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Halifelik ve Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçilmesi, AÜSBE, Ankara, 1999.

Mevdudi, Ebu’l-Âla, Hilafet ve Saltanat, çev. Ali Genceli, İstanbul, 1966.

Nas, Abdulhakim, İmamet Probleminin Sünni Literatüre Girişi ve Bâkıllâniye Göre İmamet, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1998.

Öz, Mustafa, İmamiyye Şiasında Onikinci İmam ve Mehdi İnancı, İFAV, İstanbul, 1995.

Özafşar, Mehmet Emin, İdeolojik Hadisçiliğin Tarihi Arkaplanı Mihne Olayı ve Haşeviyye Olgusu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 19999.

Radiy, Şerif, Nehcü’l-Belâga, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul.

Savaş, Rıza, Hz. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]  Devrinde Kadın, Ravza Yayınları, İstanbul, 1991.

Şenel, Lütfi, İslam’da İlk İhtilafların Fırkaların Çıkışına Tesirleri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü, Konya, 1987.

Şeriati, Ali, Ali Şiası Safevi Şiası, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990.

Teftazani, Sadraddin, Vahdet-i Vücud Risalesi, çev. Abdu’l-Vahid Metin, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996.

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

“Abbas”, İsmail Çakan, c. 1, s. 16-17, İstanbul, 1988.

“Abdullah b. Abbas” Muhammed Eroğlu, c. 1, s. 78-79, İstanbul, 1988.

“Aişe”, Mustafa Fayda, c. 2, s.201-205, İstanbul, 1989.

“Ali”, Ethem Ruhi Fığlalı, c. 2, s 371-374,; Yaşar Kandemir, s. 374-378, İstanbul, 1989.

“Cafer es-sadık”, Mustafa Öz, c. 7, s. 1-3, İstanbul, 1993.

“Caferiyye”, Osman Fikri Sertkaya, c. 7, s. 4-11, İstanbul,1993.

“Fatıma”, Yaşar Kandemir, c. 12, s. 219-222,; Mustafa Uzun, s. 223-224, İstanbul, 1995.

“Gölpınarlı”, Ömer Faruk Akün, c. 14, s.146-149, İstanbul, 1996

“Hasan”, Ethem Ruhi Fığlalı, c. 16, s. 282-285, İstanbul, 1997.

“Hüseyin”, Ethem ruhi Fığlalı, c. 18, s. 518-521,; İlyas Üzüm, S. 521-524, İstanbul, 1998

Uyar, Gülgün, Hz. Peygamber’in Risalet Öncesiyle İlgili Kimi Rivayetlerin İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1991.

Uyar, Mazlum, İmamiyye Şiasında Düşünce Ekolleri, Ahbarilik, Ayışığı Yayınları, İstanbul, 2000.

Watt, Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1998.

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to